Çin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Aralık 2017 Cumartesi

Emperyalistler-Arası İlişkiler: Çatışma mı? Paylaşım mı? BÖLÜM 2

Emperyalistler-Arası İlişkiler: Çatışma mı?  Paylaşım mı?  BÖLÜM 2


Orta Asya’da Uzlaşma Senaryosu

Tüm emperyalistlerin paylaşım mücadelesi yaptıkları bir alanda uzlaşmaları sık görülen bir durumdur. Yıllarca sadece Rusya’nın etkinlik alanı olan, zaman zaman Çin’in de söz sahibi olduğu bir bölgeye yeni aktörler olarak AB ve ABD’nin de girmesi şüphesiz bir takım dengeleri değiştirmektedir. Her ne kadar gücü azalmakta olsa da Rusya’nın bölgedeki gücü ve etkisi hâlâ çok büyüktür. Bölge ABD için Rusya ve Çin’i kuşatma projesi bakımından önemlidir.


Dolayısıyla emperyalistler arasında şöyle bir uzlaşma mümkün gözükmektedir: Bölge üzerinde emperyalist hakimiyet tümü tarafından tanınacak, belli ülkeler üzerinde belli emperyalistlerin daha fazla hakim olmasına göz yumulacaktır. Kırgızistan’da ABD hakimiyeti kabullenilecek, ABD de bu ülke üzerinden hem Rusya hem de Çin’i kontrol edebilecektir. ABD, Güney Kore sayesinde Çin’e güneydoğudan komşudur. Hindistan sayesinde güneyden, Kırgızistan sayesinde de batıdan kuşatmayı tamamlamayı hedeflemektedir. Bu nedenle Kırgızistan ABD için önemli bir hedeftir.


Bir uzlaşma durumunda ABD ve Rusya, Çin’in Kazakistan’la gelişen ilişkilerine ses çıkarmayacak, AB’nin Türkmenistan’daki etkinliği devam edecek, Rusya da Kazakistan’da hakim olmaya devam edecektir. Özbekistan ise uzun süredir ABD’nin etkin olmak istediği bir ülkedir. Batıdan Gürcistan ve Azerbaycan sayesinde Hazar’a komşu olan ABD, Kazakistan ve Türkmenistan olmasa bile Özbekistan üzerinden Hazar’ın doğusunda da hakim olmak istemektedir. Tacikistan’da ise hem ABD’nin hem de Çi’in hakimiyeti anlaşma yoluyla sağlanabilir.


Dolayısıyla Orta Asya coğrafyası emperyalistler arasında şu şekilde paylaşılabilir:


Özbekistan ve Kırgızistan: Turuncu Devrimlerle ABD hakimiyeti. Kazakistan: Tartışılmaz Rus hakimiyeti. Çin’in artan etkinliği. Türkmenistan: AB’nin doğalgaz ve petrol kaynağı. Tacikistan: Çin ve ABD’nin ortak hakimiyet alanı.


Orta Asya’da Çatışma Senaryosu


Orta Asya ülkeleri arasında Tacikistan ve Kırgızistan’ın emperyalistler açısından önemi yeraltı zenginliklerinden değil stratejik konumlarından kaynaklanmaktadır. Kazakistan ve Türkmenistan ise doğal kaynakları nedeniyle önem taşımaktadır.


Uzlaşma senaryosu gerçekleşmezse kaçınılmaz olarak emperyalistler belli bir çatışmaya girişecektir. Böyle bir durumda bölgede daha saldırgan bir tavır izleyen ve bu tavrını devam ettirmekten çekinmeyecek olan ABD, Kırgızistan dışında bir ülke belirleyerek bu ülkede Turuncu Devrim gerçekleştirebilir. ABD açısından Turuncu Devrim için en önemli hedef Kazakistan gözükmektedir. Bu seçim bir çok kişiye garip gelebilir. Keza Kazakistan hem Rusya’nın çok etkin olduğu hem de Çin’in etkisini artırdığı bir bölgedir. Ancak ABD, hatırlanmalıdır ki Ukrayna gibi Rusya’nın çok güçlü oldu bir ülkede bile Turuncu Devrim gerçekleştirebilmiştir. Bu senaryo gerçekleşirse, Kazakistan’a müdahale olması durumunda ülkedeki Rus nüfus hızla kuzeye Rusya’ya kaçacaktır. Kazakistan’da hakim olan ABD, İran operasyonuna üs yapabilmek için Türkmenistan’a, ya da bölgede tarihsel olarak liderlik rolü oynayabilecek bir ülke olan Özbekistan’a yönelebilir. Her iki durumda da karşısında yine Rusya’yı bulacaktır. Ancak Rusya; Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan’daki Turuncu Devrimlere hiç ses edememiştir. Rusya sinsi bir şekilde ABD’nin kaybedeceği anı beklemektedir. Bu nedenle bu senaryoda ABD’nin hiçbir icraatına ses çıkarmayacak, ABD’nin Ortadoğu ya da Orta Asya’da başarısız olacağı günü beklemeye başlayacaktır.


Dolayısıyla ABD’nin bir başka ülkede Turuncu Devrim gerçekleştirmesine AB, Rusya ve Çin’in verebileceği tepki çok sınırlı olacaktır.


Orta Asya’da Kamplaşma Senaryosu


Bir diğer seçenek de ABD’nin bölgede Çin ile anlaşarak Rusya’nın etkinliğini azaltma yoluna gitmesidir. Bölgede Rusya ile AB’nin çıkarları çatışmamaktadır. Böyle bir durumda Rusya da AB ile ittifaka geçebilir. AB, TRACECA ve ENOGATE projelerine Rusya’yı dahil edebilir. Bu ittifak Rusya için de faydalı olacaktır, keza Rusya Türkmenistan üzerinde kaybettiği etkinliğini TRACECA ve ENOGATE sayesinde tekrar kazanacaktır.


Böyle bir kamplaşma durumunda ABD ve Çin, Kazakistan’ın egemenliğini paylaşacak, Özbekistan tamamen ABD’nin güdümüne girecek, Türkmenistan ise bir süre daha AB ve Rusya’nın hakimiyetinde kalacaktır. ABD’nin bölgede Rusya ve AB ile bir mücadele girişme ne kadar ciddi olduğuna bağlı olarak Türkmenistan üzerinde bir mücadele yaşanabilir. Kazakistan’ı BTC’ye katarak kendisine yaklaştıran ABD, Türkmenistan’dan Türkiye ve İsrail’e bir doğalgaz taşıma hattı kurarak hem ENOGATE’i ve Rusya-Türkiye arasında kurulan Mavi Akım hattını fiilen işlevsiz hale getirebilir, hem de bu ülkeyi de kendi denetimine sokabilir.


Türk Birliği Gerçekleşmezse, Orta Asya’da Emperyalistler Cirit Atacak


Jeostratejik senaryolarda, unutulan şey her zaman mazlumların ne diyeceği olmuştur. Hakim olan jeostratejik bakış, dünyayı büyük güçlerin cirit attığı yer olarak belirler ve vaat edebileceği tek çözüm de bu anlamda güçlü olup kazanacak ata oynamak olmaktadır. Biz devrimciler açısından ise emperyalistler arası çelişkiler hangi ata oynanacağının değil, kime karşı mücadele edileceğinin cevabını vermektedir.


Yukarıda sıraladığımız senaryolar emperyalistlerin kendi aralarındaki mevzi savaşımınını ürünleridir. Ancak, mazlumların direnişini de eklediğiniz zaman bu senaryolarda tabii ki bir takım değişiklikler olacaktır. Bu nedenle, bölgedeki mazlumlar, özellikle Türkler, emperyalistler arası senaryolarda figüran olmak yerine, çatışmada emperyalizme karşı aktör olmayı seçmelidir.


Orta Asya’da Türklerin ABD’yi, Kırgızistan’da olduğu gibi, “Rusya ve Çin’den iyidir” diye karşılaması doğru değildir. ABD emperyalist bir ülke olarakbölgede bulunmaktadır ve Rusya ve Çin kadar bölgede baskı ve zulüm yapmadıysa da, hakim olduğu anda Rusya ve Çin’den aşağı tabii ki kalmayacaktır.


Türklerin Orta Asya’da yapması gereken emperyalistler arasında daha zararsız olanını seçmek değil, antiemperyalist bir seçenek olarak Türk birliğini savunmak olmalıdır. Bölgede at oynatan tüm emperyalistlerin en büyük korkusu da zaten budur. Soğuk Savaş boyunca ABD’nin SSCB’deki Türkleri ayaklandırmak gibi bir strateji izlememesi, ABD’nin “Önce Rusya” stratejisi, Rusya’nın ve Çin’in Turuncu Devrimleri sessizlikle karşılamaları, hep bu Türk birliği korkusundan kaynaklanmaktadır. Bölge üzerinde bu kadar büyük emperyalist paylaşım mücadelesine rağmen, emperyalistlerin kendi arasında bir çatışmaya girmemesinin önemli nedenlerinden birisi bu çatışmanın Türk Birliğine yol açacağı endişesidir. Bu nedenle, emperyalistler kendi aralarındaki meseleleri restleşmeyle değil, uzlaşma ve tavizlerle çözmeye çalışmaktadır. Bölgede kurulacak Türk Birliği dünya mazlumlarının emperyalizme karşı direnişinde önemli bir mevzi olacaktır. Bu nedenle, Türk devrimcilerine düşen de bu nedenle, ehveni şer peşinde koşmak değil, Türk Birliği için uğraşmak olmalıdır.


KAFKASLAR

Kafkaslar, aynen Orta Asya gibi emperyalistlerarası mücadelenin (Çin hariç) en yoğun yaşandığı bölgelerden biri görünümündedir. Hem zengin petrol kaynakları, hem de Avrupa ile Orta Asya arasındaki stratejik konumu nedeniyle bölge son dönem emperyalistlerarası paylaşım mücadelesinde önem kazanmıştır. Gürcistan’daki Turuncu Devrim, bölge üzerindeki mücadelenin kızıştığının göstergesidir.

Kafkaslar da Orta Asya gibi eskiden SSCB güdümünde olan bir bölge. 1800’lerin ikinci yarısından itibaren Rus Çarlığı tarafından sömürgeleştirilen Kafkaslar’da Orta Asya’dan farklı olarak Hıristiyan ülkeler de bulunuyor: Gürcistan, Ermenistan. Ancak Kafkaslar’ı önemli yapan ülke şüphesiz petrol zengini Azerbaycan. Hazar’ın Batı kıyısındaki petrolü kontrol eden Azerbaycan, dünyanın en büyük petrol üreticilerinden biri konumunda. Hazar petrollerinin olası rezervler de söz konusu edildiğinde dünye petrol rezervlerinin %25’ini karşıladığı tahmin ediliyor. Hazar rezervlerinin üçte birine yakının da Azerbaycan tarafından kullanıldığını düşünürsek Azerbaycan’ın petrol zenginliğinin önemi de ortaya çıkar. Petrol ya da doğal gaz üretimi Azerbaycan’la kıyaslandığında önemsiz kalan Gürcistan ve Ermenistan ise, coğrafi konumları nedeniyle büyük önem taşıyor.


Gürcistan


Bir yıl öncesine kadar Şevardnadze iktidarında Rusya ile ABD arasında dengeli bir dış politika izleyen ve iki emperyalist ülkeye de eşit mesafede bulunmaya dikkat eden Gürcistan’da yaşanan Turuncu Devrim’le birlikte Saakaşvili’nin iktidarına şahit olmuştuk. İlk Turuncu Devrim’in Gürcistan’da yaşanması bir rastlantı değildi. Gürcistan eski Sovyet cumhuriyetleri arasında Rusya’yla en çok çatışma yaşayan ülkeydi. SSCB döneminde bile Gürcistan diğer Sovyet cumhuriyetlerinden farklı bir şekilde davranırdı. SSCB yıkıldığında bağımsızlığını ilk ilan eden de yine Gürcistan olmuştu. SSCB’den sonra kurulduğu açıklanan BDT’ye (Bağımsız Devletler Topluluğu) ilk başta üye olmayan tek eski SSCB ülkesi yine Gürcistan’dı. Bağımsızlığını kazandıktan sonra da Gürcistan Rusya’yla sorunlar yaşadı. Gürcistan’daki özerk bölgeler, kuzeyindeki Abhazya ve Güney Osetya ile Türkiye sınırındaki Acaristan’da Rusya’nın neredeyse kontrolü altındaydı. Bu bölgelerde Gürcistan’ın tam anlamıyla egemenliğini kazanabilmesi için bu bölgelerdeki Rus askeri üslerinin kapanması gerekiyordu. Bu ise ancak Turuncu Devrim’den sonra gerçekleşebilmiştir. İki ülke arasında bir vize problemi bile yaşanıyordu. Rusya Gürcistan vatandaşlarından vize isterken, özerk bölgelerin vatandaşlarından vize istemiyor, onlara adeta kendi vatandaşıymış muamelesi yapıyordu.


Gürcistan ile Rusya arasındaki bu gerilimli ilişki ABD tarafından da güzel değerlendirildi. ABD destekli Turuncu Devrimcilerin devirdiği Şevardnadze, SSCB döneminde Dışişleri Bakanlığı yapmış ünlü bir Gürcü politikacıydı. Her ne kadar Gürcistan’ın çıkarlarını Rusya’ya karşı savunsa da, Rusya’ya rest çekmeye cesaret edemiyor, Rusya’ya karşı çıkabilecek bir vizyona sahip değildi.


Saakaşvili dönemiyle birlikte Rusya’nın ülke üzerindeki etkisi neredeyse sıfıra indi. Acaristan ve Abhazya gibi özerk cumhuriyetlerde ayaklanmalar çıkarmaya çalışan Rusya, bunda başarılı olamadı. Gürcistan kurulduğundan beri ilk kez merkezi anlamda denetimi tam anlamıyla sağlayabildi. Üstelik Saakaşvili, ülkesindeki Rus kuvvetlerinin de sınır dışına çıkmasını istedi. Rusya her ne kadar bunu gerçekleştirmek için ayak sürüse de birliklerini Ermenistan’a kaydırmaya başladı bile.


Gürcistan yukarıda da bahsettiğimiz gibi, ne bir petrol üreticisidir ne doğal gaz. Önemli bir askeri ve ekonomik gücü de bulunmamaktadır. Ancak Orta Asya’da üretilen petrol ve doğalgazın Batıya nakledilmesinde önemli bir yere sahiptir. Hazar’ın batısında yer alıp Karadeniz kıyısında yer alan tek ülke Gürcistan’dır. Dolayısıyla Hazar’ın doğusundan, yani Orta Asya’dan nakledilen petrol ya da doğalgazın Karadeniz’e, oradan da Avrupa’ya nakledilmesi Gürcistan üzerinden geçerse mümkündür. Dolayısıyla Gürcistan’a egemen olan emperyalist ülke Orta Asya’dan nakledilen enerjinin sevkiyatında söz sahibi olacaktır. Bu nedenle Gürcistan, bölgedeki tüm önemli boru hattı projelerinin tümünde yer almaktadır. ABD bu ülkede söz sahibi olarak hem Orta Asya’ya uzanan yolda önemli bir ileri karakol elde etmiş oldu, hem de tüm enerji sevkiyatı projelerinde söz sahibi olmuş oldu.


Azerbaycan


Azerbaycan ise, Şevardnadze dönemi Gürcistan’a benzemektedir. Ne Rusya’nın tam olarak güdümündedir, ne de Rusya’ya karşı net tavır alabilmektedir. Örneğin Rusya %18’le Azerbaycan’ın en çok ithalatta bulunduğu ülke konumundadır. Ancak Rusya’nın Azerbaycan ekonomisindeki yeri ve rolü gittikçe azalmaktadır. Azerbaycan hızla ABD güdümlü Batı ekonomisine eklemlenmektedir. Buna pek çok konuda Rusya’nın Azerbaycan’ın karşısında yer alması da etkili olmaktadır. Örneğin Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’ı işgalini dünyada resmi olarak tanıyan tek ülke Rusya’dır. Aynı şekilde Hazar petrolleri konusunda Azerbaycan ile Rusya anlaşmazlık yaşamaktadır.


Tüm bunlar Azerbaycan’ı ABD’ye yakınlaştırmaktadır. Gerçi ABD de Ermenistan’a destek vermektedir, ancak Türkiye’deki Amerikancı iktidarlar ve ABD’nin Rusya’nın bölgedeki etkinliğini kırma projesi ve Gürcistan’daki son Turuncu Devrim, Azerbaycan’ı ABD’ye yakınlaştırmaktadır. Ancak Aliyev iktidarı, Ukrayna ve Kırgızistan’da yaşanan Turuncu Devrimlerden sonra, kendi iktidarının tehlikede olduğunu hissederek, ABD’ye karşı da mesafeli davranmaya başlamıştır.


Azerbaycan’ın yeni bir Turuncu Devrimin hedefi olduğu açıktır. Bunun tek nedeni Azerbaycan petrolü değildir. Azerbaycan, ABD’nin olası bir İran operasyonu için önemli bir üs olacaktır. Hem İran’ın kuzeyinde yaşayan 25 milyona yakın Türk nüfus, Azerbaycan’la tarihi bağlar içermektedir. Bunun dışında Bakü-Ceyhan-Tiflis Petrol Boru hattı, ABD’nin tam kontrol altına almak istediği bir hattır. Bu hatla ABD hem İsrail’e petrol ulaştırmaktadır, hem de AB’nin ve Rusya’nın alternatif boru hatlarına karşı bir avantaj sağlamaktadır. Gürcistan’a Turuncu Devrim’le hakim olan ABD, Azerbaycan üzerinde de sağlam bir egemenlik kurarak boru hattının tek hakimi olmak isteyecektir. Azerbaycan’ın kontrolü ABD’nin Hazar üzerinde de öneml stratejik bir yere sahip olmasını da sağlayacaktır.


Ayrıca, Türkiye-Azerbaycan arasında yaşanan yakınlaşmayı da engelleyecek, Batının en büyük kabusu olan Türk Birliği’nin doğmadan önüne geçilecektir. Bilindiği gibi Aliyev “İki devlet tek millet” sloganını haykırmaktadır ve Türkiye-Azerbaycan birliği, kısa sürede Hazar’ın doğusuna da sıçrayabilecek ve tüm Orta Asya ile Anadolu’nun birleşmesini tetikleyebilecektir.


Bir başka neden ise Ermenistan üzerindeki hakimiyet sağlamaktır. Ermenistan, Rusya’nın kendisine sağladığı kayıtsız şartsız destekten çok memnundur. Azerbaycan’ın Rusya’yla yaşadığı sorunlar da Ermenistan’ı Rusya’ya daha da yakınlaştırmaktadır. Hatta Rus Dişişleri Bakanı “Ermenistan bizim sınır karakolumuzdur” açıklamasını yepmıştır. ABD güdümündeki bir Turuncu Devrim’den sonra Azerbaycan Hükümeti Karabağ meselesinde uzlaşmacı bir tavır alacak ve bu meselenin de ortadan kalkmasıyla birlikte Ermenistan-ABD yakınlaşması tekrar başlayacaktır. Azerbaycan’da Amerikancılığı bayrak eden muhalefetin Ermenistan’la Karabağ sorunun çözeceklerini deklare edip durmaları bunun bir göstergesidir.


Toparlarsak şu nedenlerle ABD Azerbaycan’da bir Turuncu Devrim peşindedir:


1. İran’a operasyonu için kuzey üssü


2. Kuzey İran’daki Türk nüfusu kışkırtmak


3. Hazar petrolleri üzerinde denetim


4. BTC Boru Hattı’nı kontrol


5. Türkiye-Azerbaycan birliğini engellemek


6. Ermenistan’la Karabağ sorunun çözüp Ermenistan’ı Rusya’dan koparmak


Azerbaycan’da Turuncu Devrim başarılı olursa, Kafkaslar’da ABD’nin önü açılacaktır. Rusya Gürcistan’ı yitirerek ve Azerbaycan’da sıkışarak Kafkaslar’da tutanamaz. Sadece Ermenistan’ın dostluğu Rusya için yeterli değildir. Çünkü Ermenistan’ın ne Gürcistan gibi Karadeniz’e kıyısı, ne de Azerbaycan gibi petrol kuyuları bulunmaktadır.


ABD ise yalnızca Turuncu Devrim’le değil, BTC ile de bölgeye önemli bir giriş yapmıştır. 1995 yılında Clinton’un da katıldığı bir törenle temeli atılan BTC Boru Hattı, Rusya ve AB’nin yıllardır üzerinde çalıştığı boru hatlarını geçersiz kılmaya başlamıştır. BTC sayesinde hem Avrupa İran yerine Azerbaycan doğalgazını tercih edecektir. Hem de Avrupa’nın TRANCECA ve ENOGATE projeleri zayıflayacaktır. BTC ABD’nin bölgedeki gücünü arttıran bir projedir. Bunun farkında olan ABD BTC Savunma Ordusu adı altında, Gürcistan ve Azerbaycan ordusu içinde kendisine yer edinme aşamasındadır. Bu ülkelerdeki subay eğitimi bizzat ABD tarafından yapılmaktadır.


Kafkaslar’da Emperyalistlerarası Mücadele


Kafkaslar’da Orta Asya’ya benzer bir mücadele söz konusu olmayacaktır. Bölgede Rusya’nın etkinliği Orta Asya’yla karşılaştırılamayacak derecede azalmıştır. Azerbaycan ve Gürcistan’daki üslerini kaybeden Rusya’nın tek askeri üssü Ermenistan’da kalmıştır. Ticari anlamda da Rusya’nın bu bölge ülkelerindeki etkinliği oldukça azdır. Ticaret hacminde Rusya’nın oranı Azerbaycan’da %5, Gürcistan’da %10’a kadar düşmüştür. Azerbaycan’ın Rusya’yla olan ticari ilişkisi Petrol rafineri ürünülerinden kaynaklanmaktadır. Dikkat edilirse bu oranlar Orta Asya ülkeleriyle karşılaştırıldığında neredeyse üçte biridir.


Avrupa ise, halen bölgede önemli bir ticaret ortak dışında bir şey değildir. TRANCECA ve ENOGATE projeleri dışında bölgede önemli bir yatırımı bulunammaktadır. AB, Ermenistan ve Azerbaycan’a pek ilişki kuramamıştır. Bölgeye ancak Rusya ile dostluk çerçevesinde girebilir. Bunun için bölgede bir Rus-AB ittifakından söz edilebilir. Bölgenin küçüklüğü ve kaynakların sadece Azerbaycan’da tıkanmış olması nedeniyle emperyalistlerarası çelişkinin buralarda daha da kızışacağından bahsedebiliriz.


Azerbaycan’da Turuncu Devrım Senaryoları


Olası bir ABD darbesinde Azerbaycan düşecek midir? Öncelikle, Aliyev iktidarının Kırgızistan’daki Akayev iktidarından farklı olduğunu da belirtelim. Aliyev babasından gelen 30 yıllık bir geleneğin savunucusudur ve kurduğu hanedan yönetimi sadece ülke yönetimine değil, ekonomiye de hakimdidr. Ülkenin petrol ihracatının önemli bir kısmına Aliyev hanedanı hakimdir. Bu nedenlerle Aliyev’in direnme olanakları Akayev’le karşılaştırıldığında daha büyüktür. Aliyev’in Rusya ile ABD arasında izlediği denge politikası ve AB ile iyi ilişkileri, AB’nin olası bir darbe pozisyonunda Aliyev’in yanında yer almasıyla sonuçlanabilir.


Bu nedenle ABD’nin Azerbaycan’da Ukrayna ve Gürcistan’dan farklı bir yöntem izlediğine şahit olabiliriz. ABD, İran operasyonunda Azerbaycan’a bir şeyler vaat ederek Azerbaycan halkını ikna etme yoluna gidebilir. Bu vaatlerden birisi, Karabağ meselesinin çözümünde ABD garantörlüğü olabilir, ancak en önemlisi İran’ın kuzeyinden bir bölümü Azerbaycan’a vaat etmek olacaktır. Azerbaycan’a sunulacak “yayılma ve genişleme” vaadi bu ülkeyi ABD’nin eline düşürebilir.


Ancak şunu da belirtelim, Gürcistan ve Ukrayna kadar kolay olmasa da ABD’nin Azerbaycan’da bir darbe düzenlemesi yine de imkansız değildir. Kasım ayındaki seçimlerde Aliyev’in tekrar kazanması drumunda bir blok oluşturmuş olan Musavat önderliğindeki muhalefet isyan bayraklarını kuşanacak ve sokakları dolduracaktır. “Seçimlere hile karıştı” propagandası tüm Turuncu Devrimlerde olduğu gibi tekrarlanacaktır. Bu noktada AB ve Rusya’nın Aliyev’e ne kadar destek vereceği şüphelidir. Ancak destek verirlerse, Orta Asya’da yaşamadıkları gerilimi Kafkaslar’da yaşamaya başlayacaklardır. Brzezinski’ye göre Orta Asya’nın Balkanlar’ı olan Kafkaslar’da böyle bir gerilimin yaşanması bu iki ülke olduğu kadar emperyalistleri de birbirine düşürebilir. ABD’nin desteğini almış bir Azerbaycan, Rusya’nın desteğini almış bir Ermenistan’la karşı karşıya gelebilir. Böyle bir durumda ABD Azerbaycan’ın Ermenistan’a saldırmasını desteklemeyecektir, ancak karşı da çıkmayıp seyredecektir. Bu yüzden ABD’nin bölgede sadece Azerbaycan’la yetinmeyip Ermenistan’a da darbe düzenlemesi kaçınılmaz gözükmektedir.


Öyleyse bölge açısından üç türlü senaryo uyarlanabilir:


1. ABD’nin Kazandığı Senaryo: Kasım’daki seçimlerde Musavat iktidar olur, ya da seçimi kazanan Aliyev Turuncu Devrim’le devrilir. Azerbaycan, Gürcistan gibi Rusya’yla ilişkilerini azaltır ve ABD’nin güdümüne girer. ABD’nin İran operasyonunda rol almayı kabul eder. Amerikancı Azerbaycan hükümeti vaat ettiği gibi Karabağ meselesini çözmek için Ermenistan’la masaya oturacak ancak Karabağ sorunun çözümünün bölgede ABD’yi güçlendirdiğini gören Rusya’nın kışkırtmasıyla Ermenistan uzlaşmaz bir tavır takınacaktır. Böyle bir durumda Azerbaycan Ermenistan’la saldırgan bir ilişkiye girebilir. Böyle bir durumda Ermenistan’da Karabağ sorununu çözülmesini isteyen ve Rusya’nın egemenliğini kabul etmeyen çevreler iktidara getirilir. Yani Ermenistan’da da yeni bir Amerikancı darbe oluşur.


2. Amerikancı Aliyev İktidarı: Seçimi Aliyev kazanır. Ancak ABD’nin Turuncu Devrim provokasyonuna rest çekmek yerine uzlaşmaya gider. Musavat’tan bir kişiyi Başbakan atar ve petrol kuyularındaki hakimiyetini koruma karşılığında fiili yönetimi Musavat’a terk eder. Ancak bu durum da Aliyev’i kurtaramaz. Ermenistan’la Amerikancı bir anlaşma yoluna giden Musavat’la birbirine düşer ve yeni bir Turuncu Devrim’le devrilir.


3. ABD’nin Kaybettiği Senaryo: Aliyev seçimleri kazanır. ABD’nin örgütlediği Turuncu Devrim ilk anda başarılı olamaz. Eylemler uzar gider. Ancak uluslararası kamuoyu Rusya ve AB’nin de desteğiyle en azından sessiz kalır. ABD’nin istediği ortam oluşmaz. Azerbaycan’da iç savaş çıkar. Bu savaşı kim kazanırsa kazansın, sonuçta ABD istediğini alamamış olur. Azerbaycan üzerinde Rusya ve AB’nin etkisi artar.


Ancak vurgulayalım bu senaryo en az şans tanıdığımız senaryodur. Çünkü Aliyev kendi ülkesinde tutunsa bile AB ve Rusya’nın Aliyev’i destekleyeceğini düşünmek mantıklı değildir. Henüz ABD ile hesaplaşma noktasına gelmemiş Rusya ve AB, neden Azerbaycan’da buna girişsin?


Dolayısıyla Kafkaslar’da hangi senaryo gerçekleşirse gerçekleşsin ABD’nin bir adım önde olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada Rusya’nın yapabileceği şey, en azından İran’ı destekleyip ABD’nin bölgede daha da hakim olmasını engellemek olabilir. AB ise mevcut boru hattı projelerini finanse etmeye devam edebilir ve özellikle Azerbaycan’la ilişkilerini arttırabilir. Azerbaycan’ın Orta Asya’nın kapısı olduğunun bilincinde, uzun vadeli strateji kuran AB, belki bugün değil ama birkaç yıl sonra Kafkaslar’da etkin olabilir. O yüzden AB’nin henüz kendi içindeki çelişkileri çözümlememişken çok da hazırlıklı olmadığı bir bölgede ABD ile hesaplaşmaya girişmesi çok mümkün gözükmemektedir. AB, Doğu Avrupa ve Kuzey Afrika’daki etkinliğini sağlamlaştırdıktan sonra bu bölgede ABD ile hesaplaşmaya girişecektir. Ancak böyle bir durumda bu hesaplaşma, ancak çatışmayla çözümlenebilecektir.


Bölgede bir de emperyalistler arasında uzlaşma imkanı bulunmaktadır. Belki de çoktan bir anlaşmaya varılmıştır. Bilindiği gibi ABD Çeçen direnişçileriniy ıllardır desteklemektedir. Ancak son dönemde Beslan provokasyonundan sonra Rusya’nın Çeçenistan’a düzenlediği operasyonları anlayışla karşılamaktadır. Dolayısıyla Rusya’nın Çeçenistan üzerinde tam hakimiyet uğruna Kafkaslar’ı ABD ile paylaşmaya karar vermiş olabilir. Böylesi bir durumda, Azerbaycan’ın bir Turuncu Devrim olmaksızın ABD güdümüne girmesi gerçeğiyle karşılaşabiliriz. Ülke üzerinde ABD ve Rusya’nın beraber egemenliğine şahit olabiliriz.


İran


ABD’nin Irak’tan sonra İran’a saldıracağını söylemek için büyük stratejisyen olmak gerekmiyor. Bu operasyonun amacı, yalnızca İran petrollerini ele geçirmek demek değildir. İran aynı zamanda jeopolitik açıdan da önemli bir yere sahiptir. İran’a hakim olmak demek hem Orta Asya’ya hem Hazar Denizi’ne, hem de Hindistan-Pakistan coğrafyasına uzanmak demektir. Aynı zamanda, İran Basra Körfezi’nin güvenliğiyle de alakalıdır. Bu açıdan petrolünün önemli bir kısmını Kuveyt’ten almakta olan ABD açısından daha da önemli hale gelmektedir. Üstelik İran nükleer silah konusunda ABD ve AB’ye kafa tutmaktadır. Bu nedenle emperyalistler açısından “haddinin bildirilmesi” şarttır.


Bugün İran üzerinde Rusya ve AB’nin etkisi bulunmaktadır. ABD 11 Eylül’den sonra Bush’un da ifade ettiği “Şer Ekseni” doktriniyle ABD’nin politik ve ekonomik boyunduruğuna girmek istemeyen tüm ülkeleri şer ekseninde göstermiş ve bu ülkelere gerekirse operasyon düzenleyeceğini duyurmuştu. ABD hegemonyasını kabul etmeyen Molla Rejimi şüphesiz ABD’nin ortadan kaldırmak isteyeceği bir rejimdir. Üstelik ABD İslamcı “uluslararası terörizm”in önünü kesmek için İslamcı rejimlere tahammül edememektedir. BOP çerçevesinde tüm coğrafyayı laik, en azından “Ilımlı İslam” rejimlerle yönetmeyi tercih etmektedir.


İran her ne kadar ABD hegemenyosını kabul etmese de tam anlamıyla antiemperyalist bir ülke olduğu söylenemez. İran’ın AB ve Rusya ile ilişkileri özellikle son 10 yıldır önemli ölçüde artmıştır. İran’ın AB ile yaptığı ticaret artmakta, AB ile ortak boru hattı ve gaz nakil hatları inşa etmektedir. İran, AB’nin önemli doğalgaz ve petrol üreticilerinden birisidir. Üstelik, İran resmi olarak ABD’nin ekonomik ambargosu altındayken. AB ülkeleri İran petrol ve doğalgazını dolaylı yollardan satın alarak ambargoyu fiilen delmektedir.


İran’ın operasyona hedef olmasının nedenlerinden birisi de bilindiği gibi nükleer gücüdür. İran’ın Buşehr kentindeki nükleer tesislerinde nükleer silah ürettiği iddia edilmektedir. ABD bu iddiayı sürekli dile getirmekte ve İran’ı uyarmaktadır. İran ise dönem dönem nükleer programını askıya aldığını açıklamakta, dönem dönem ise ABD’ye rest çekerek programını sürdürmektedir. ABD’nin korkulu rüyalarından birisi İran’ın nükleer ilaha sahip olmasıdır. Bu hem ABD’nin hem de İsrail’in bölgedeki gücünü sarsacaktır.


İran üzerinde AB ve Rusya’nın yadsınamaz bir etkisi bulunmaktadır. Özellikle, Rusya İran’a silah satmakta, İran’la önemli ticari ilişkiler kurmaktadır. Ayrıca, Rusya İran’ın Azerbaycan’la yaşadığı Hazar Denizi’nin paylaşımı gibi konularda İran’ın yanında yer almaktadır.


AB ise başından beri İran’ın nükleer enerji üretme mücadelesine sahip çıkmakta, İran’ın nükleer programını Rusya ile birlikte sürdürmektedir. Ancak yine Rusya gibi İran’ın bir nükleer silah sahibi güç olmasını da engellemek istemektedir.


ABD’nin İran Operasyonu


ABD, İran’a düzenlemeyi düşündüğü operasyondan sonra bu ülkeyi birkaç parçaya bölmek istemektedir:


- En batıda, Türkiye sınırında, Irak’taki kukla Kürt Devleti’ne eklemlenecek bir “Kürdistan”.


- Azerbaycan’ın güneyinde Güney Azerbaycan Devleti


- Basra körfezi kıyısında Sünni devlet


- Doğuda Afganistan’la birleşecek bir Pamir Krallığı


- Merkezde Pehlevi sülalesine emanet edilecek bir Şahlık.


Bu bölünmenin ABD için bir kaç faydası olacaktır. Öncelikle, İran, güvenlik gereği nükleer programını bir kaç bölgeye yaymıştır. Bu bölünmeyle birlikte İran’dan oluşacak ülkelerin hiçbirisinde nükleer teknoloji tek başına olmayacaktır. Ayrıca, ABD parçalanmış İran sayesinde Ortadoğu ve Orta Asya’ya düzenleyceği yeni operasyonlar için yeni üsler kazanmış olacaktır. Parçalanmış İran, ABD’nin İran’a operasyonuna karşı çıkan Ab ve rusya’yı ikna etmek için de gereklidir. Bir kaç parçaya bölünmüş İran üzerinde egemenlik paylaşımı ABD tarafından bu ülkelere vaat edilebilir.


İran’ın bölünmesi şüphesiz emperyalist sistemin geleceği açısından da önemlidir. Bölünmüş ve zayıflatılmış bir İran, bölgede emperyalizme direnebilecek güçlü bir mazlum ülkenin ortadan kaldırılması demek olacaktır.


İrün üzerinde, AB ve Rusyanın çıkarları bulunduğu ortadadır. Ancak AB de Rusya da ABD’nin nükleer silah üretimi konusundaki tezlerinde ABD’nin yanında yer almaktadır. Dolayısıyla, olası bir ABD operasyonunda, AB’nin de Rusya’nın da Irak’takinden daha fazla işbirliğine gidecekleri düşünülebilir. Çünkü İran üzerindeki AB ve Rusya etkisi Irak üzerindekinden çok daha fazladır. Bu nedenle ABD bu iki emperyalist kutba mutlaka “sus payı” vermelidir. AB ve Rusya için Irak kaybedilmiş bir hakimiyet alanı değildir, çünkü Irak üzerinde zaten bir etkileri bulunmuyordu. Bu nedenle, badece Irak’ın yeniden inşasında biraz söz sahibi olmak onlar için yeterliydi. Ancak, İran özellikle Rusya için önemini korumaktadır. Bu nedenle Rusya da AB de İran meselesinde ABD ile anlaşmanın ve uzlaşmanın yollarını arayacaktır. ABD operasyonunun alternatifinin AB ve Rusya’ya bağlı bir İran olmaktan çok nükleer güce sahip ve güçlenen bir mazlum ülke olacağını gören AB ve Rusya, böyle bir İran’ı ABD kontrolündeki İran’a tercih edecektir. Çünkü, ABD kontrolündeki İran, emperyalist sistemden uzaklaşmış İran’dan daha fazla işe yarayacaktır.


Bu nedenle, İran’ın AB ve Rusya’ya güvenerek direnmesi gerçekçi değildir. Nitekim, AB’nin de Rusya’nın da nükleer programına uluslararası denetimden uzak bir şekilde devam edeceğini söyleyen İran’ı ABD ile aynı şekilde uyarmaları bunun göstergesidir.


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***


Emperyalistler-Arası İlişkiler: Çatışma mı? Paylaşım mı? BÖLÜM 1

Emperyalistler-Arası İlişkiler: Çatışma mı?  Paylaşım mı? BÖLÜM 1



Özgür Erdem,*
* Ankara Üniversitesi SBF Yüksek Lisans Öğrencisi



I- DÜNYA SİSTEMİ: KAST SİSTEMİ

Mazlumlar olarak öncelikle nasıl bir dünyada yaşadığımız sorusunu yanıtlamamız gerekiyor. Bu soruyu yanıtlamadan ezilenlere sunulan sahte çözüm ve stratejiler deşifre edilemez. Bugün ezilenlere sunulan sahte kurtuluş reçetesi şu temel Batıcı paradigmaya dayanıyor: Mazlumların emperyalist merkezlerle kurduğu siyasi-askeri ve ekonomik ilişki, ezilenlerin lehinedir. Bu paradigmaya göre, “azgelişmiş” ülkelerin gelişmesi ve kalkınması için emperyalistlerle ilişki kurması zorunludur. Ezilenlerin büyük bir güçle kurduğu ittifak ya da stratejik müttefiklik ilişkisi sayesinde sınıf atlayabileceği iddia edilir. En azından ezilen, bu ittifak sayesinde yaşamını devam ettirebilecektir. Dikkat edilirse, ülkemizde de yaygın olan Amerikancı, Avrupacı ve Avrasyacı tezlerin bize vaat edebildiği yegane kurtuluş reçetesi budur: ABD olsun, AB olsun, Rusya olsun, bir emperyalist kutba eklemlenmek.

Ancak ezilenlerin (tabii ezilenlerin bir unsuru olarak biz Türklerin de) farkına varması gereken yegane gerçek dünyanın iki temel kutba ayrıldığıdır: Sömürgeci ülkeler ve sömürgeler. Bu iki kutup bir kast yapısıyla birbirinden ayrılır, yani bu iki kutup arasında geçiş imkansızdır. Böyle bir geçişin bir örneği de bulunmamaktadır. Sistemin genel ekonomik ve siyasi işleyişi bu yapı üzerine kurulmuştur. Sömürgeci ülkelerdeki ekonomik yapı, sömürgelerin doğal ve insani kaynaklarının sömürülmesi üzerine kurulmuştur. Sömürgelerden sömürgeci ülkelere sürekli bir mal ve hizmet akışı vardır. İki kutup arasındaki ilişki, bu nedenle, merkezle uydu arasındaki ilişkiye de benzetilebilir. Bu nedenle sömürgeci ülkelere “merkez”, sömürgelere de “çevre” ya da “uydu” ülkeler de denilebilir.

Emperyalist Kast

Emperyalist kast, temel olarak şu ülkelerden oluşmaktadır: 

1. ABD 
2. AB 
3. Rusya 
4. Çin.

Saydığımız bu dört emperyalist ülke, dünya üzerinde bir paylaşım ve hakimiyet mücadelesi içinde oldukları için emperyalist ülkelerdir. İsrail de bir emperyalist ülke olarak listeye eklenebilir, ancak İsrail siyonizmi, Ortadoğu’da, ABD emperyalizminin adeta bir eyaleti gibi bulunmaktadır. Hiçbir stratejisinde de ABD’nin bölge üzerindeki çıkarları aleyhinde hareket etmemektedir. Hatta, bölgedeki ABD egemenliğini pekiştirmek için uğraşmaktadır. Bu nedenle ABD’den ayrı ve bağımsız bir İsrail emperyalizminden bahsetmek çok doğru olmayacaktır.

Bu dört emperyalist ülke de şüphesiz hakimiyet alanını genişletmek için uğraşmakta, hedefledikleri alanlar çakıştığı oranda da kendi arasında bir çıkar çatışmasına girişmektedir. Bu çatışmanın emperyalistlerarası bir dünya savaşına yol açıp açmayacağı tüm dünyanın tartışmaya başladığı bir durumdur. Bu soruyu yanıtlamak için öncelikle emperyalistlerarası ilişkiyi dünya çapında incelemek ve aralarındaki çatışmanın bir savaşa doğru gidip gitmediğini değerlendirmekle mümkündür.

ABD

ABD, şu an dünyada hakimiyet alanı en geniş olan emperyalist ülkedir. Yıllık 450 milyar dolarla tüm diğer emperyalistlerin toplamından daha fazla askeri harcama yapmaktadır. Dünya ekonomisinin %25’inden fazlasına hükmektedir. BM, NATO, IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlara önderlik etmektedir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra SSCB ile bir dünya paylaşım mücadelesine girişen ABD, 1991’de SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte bu mücadeleden zaferle ayrılmıştır. 90’larda Yeni Dünya Düzeni adı altında SSCB’nin olmadığı tek kutuplu bir dünya inşası için çabalayan ABD, bu proje kapsamında diğer emperyalist ülkelerle karşı karşıya gelmeden kendi hegemonyasını adım adım dünyaya kabul ettirme yoluna girmiştir. Ancak 11 Eylül’le birlikte, kendi topraklarında saldırı yaşayan ABD, “önleyici savaş” doktriniyle, kendisine saldıracağını düşündüğü İran, Irak, Kuzey Kore gibi ülkelere önceden saldırmaya başlamıştır. Ayrıca ABD; ortaya koyduğu BOP ile de Kuzey Afrika ve Hindistan’a kadar Ortadoğu coğrafyasında önemli değişiklikler yapacağının haberini vermektedir.

ABD’nin hakimiyet alanlarını incelersek, Güney Amerika, Orta ve Güney Afrika’nın önemli bir kısmı, Güney Asya, Ortadoğunun bir kısmı ve Doğu Avrupa’yı sayabiliriz. Bu alanlarda ABD kâh ekonomik gücünü kullanarak, kâh askeri gücünü bir tehdit unsuru haline getirerek, kâh vaat ettiği siyasi yapıyla hakimiyet kurmaktadır. Örneğin Doğu Avrupa’da, eski Sovet ülkelerine sunduğu “demokrasi” paradigmasıyla hakimiyet kurmaktadır. İlk örneği Gürcistan’da yaşanan, hemen ardından da Ukrayna ve Kırgızistan’da gerçekleşen Turuncu Devrimler, ABD’nin eski Sovyet ülkelerini ekonomik ve siyasi açıdan kendi kampına dönüştürme ve eklemleme hamleleridir. Turuncu Devrimler vasıtasıyla ABD, Rusya’nın etkin olduğu Doğu Avrupa ve Orta Asya’da atak yapmaktadır.

ABD, dünya üzerinde diğer emperyalist ülkelere nazaran daha hakim bir görünüm sergilese de, diğerleriyle çatışmaya girmemeye özen gösteren bir davranış içerisindedir. ABD, hakimiyeti altında bulundurduğu bölgeleri kaptırmadan, Rusya ve AB’nin hakim olduğu bölgelere doğru bir yayılma politikası izlemektedir. Ancak bu yayılması sırasında diğer emperyalistlerle çatışmaya girecek derecede bir zıtlaşma ve çatışma yaşatmak istememektedir.

Ancak, ABD aynı zamanda pazarını genişletmek zorunda olan bir emperyalist ülkedir. Emperyalistler pazarları sabit kadıkça krize girer. Bir emperyalist hakim olduğu alanı sürekli genişletmek ve büyütmek zorundadır. Bu sistemin devamlılığı için şarttır. ABD işte bu krizi yaşamaktadır. ABD, diğer emperyalistlerin mevcut gelişiminden daha büyük bir gelişme yaşamak zorundadır. Bu nedenle ABD, diğer emperyalist ülkelerle karşılaştırıldığında en büyük avantajını pervasızca kullanmaktadır: Büyük askeri gücü. Tabii, askeri gücünü kullanırken bu gücünün yetmeyeceği bir noktaya doğru da hızla ilerlemektedir. Bu da emperyalistlerin kaçınılmaz bir kaderidir. Bir emperyalist yayılma yaşarken dur durak bilmez. Ve bir noktada da duvara toslar. Bu duvar ya mazlumların direnişi olur ya da başka bir emperyalist. ABD de o güne doğru hızla ilerlemektedir. Afganistan ve Irak’ta istediği düzeni bir türlü kuramaması bu gidişatın habercisi sayılmalıdır.

Avrupa Birliği

Avrupa Birliği emperyalist paylaşım savaşında yeni bir aktör olarak ortaya çıkmaktadır. Fransa, Almanya ve İngiltere, emperyalist sistemin kuruluşundan beri paylaşım mücadelesi içerisinde önemli ülkelerden olmuştur. Avrupa Birliği, işte bu ülkelerin bir araya gelmesiyle oluşmuş bir güç görünümündedir.

Ancak, AB her ne kadar kendi içinde bir birliğe gitmekte olsa da, henüz yekpare bir bütün değildir. Bilindiği gibi AB içerisinde Fransa ve Almanya ittifakı başı çekmektedir. Ancak İngiltere’nin AB perspektifi oldukça farklıdır. Fransa ve Almanya kendi önderlikleri altında yekpare ve siyasi olarak daha da bütünleşmiş ve zamanla ABD’ye kafa tutabilecek bir emperyalist merkez peşindeyken, İngiltere ise, ABD ile çatışmayacak salt ekonomik bir birlik peşindedir. Dolayısıyla AB derken aslında kastedilmesi gereken Fransa ve Almanya’nın başını çektiği “siyasi birlikçi” Avrupa ülkeleri olmalıdır. İngiltere, emperyalist paylaşımda AB kutbunun değil, ABD kutbunun bir unsuru sayılmalıdır. İngiltere ABD’nin hegemonik önderliğini kabullenmiş ve dünya sisteminin itiraz etmeyen bir unsuru olmayı kabullenmiştir ve bu sayede paylaşımdan da payını almaktadır.

Avrupa içerisinde Fransa-Almanya kutbunun önderlik ettiği kesim ile İngiltere-ABD’nin önderlik ettiği kesim arasında bir çatışma da bulunmaktadır. Fransa-Almanya’nın önderlik ettiği ve “daha fazla birlik”ten yana İtalya, Hollanda gibi ülkeler “Eski Avrupa” olarak adlandırılmaktadır. ABD’nin ve İngiltere’nin güdümünde olan ve AB’nin ABD’ye alternatif bir kutup olarak ortaya çıkmasını istemeyen genellikle Doğu Avrupa ülkelerinden oluşan kesime ise “Yeni Avrupa” denmektedir. “Eski” ve “Yeni” Avrupa arasında AB’nin geleceği üzerine büyük tartışmalar yaşanmaktadır. ABD de “Yeni” Avrupa sayesinde AB üzerinde bir kontrol kurmaya çalışmaktadır.

Ancak, “Yeni” ile “Eski” Avrupa arasındaki bu çelişkiye rağmen AB’nin son 10 yılda önemli bir bütünleşme süreci yaşadığının da altını çizelim. AB, AGSK bünyesinde oluşturmaya başladığı yeni savunma doktriniyle, NATO’dan farklı bir savunma stratejisi oluşturmaya ve bir Avrupa Ordusu kurmaya başladı. Böylece, AB, ABD’nin askeri hegemonyasından çıkmayı hedefliyor. Ayrıca AB’nin (İngiltere hariç) ortak para birimi “euro”ya geçişi de şüphesiz birlik sürecinde önemli bir adımdı. Doğu Avrupa’nın da AB’ye katılması, Eski Sovyet Avrupa’sının ise (Ukrayna vs.) AB projesinin parçası haline gelmesi de AB’nin kendi içinde bütünleşmesine ivme kazandıran bir gelişme oldu.

Rusya ve Çin

Rusya ve Çin ise emperyalist kimlikleri tartışılan ülkelerdir. Ülkemizde son dönemde yaygınlaşan Avrasyacı tezler, Rusya’nın emperyalistliği konusunda kafalarda soru işaretleri oluşturmuştur. Rusya askeri ve ekonomik gücünün büyüklüğü ve Eski Sovyet alanındaki hakimiyetiyle emperyalist bir ülkedir. Rusya tarihi boyunca da yayılmacı ve emperyalist olmuştur. Asya’nın kuzeyi, Kafkaslar ve Orta Asya olduğu gibi emperyalist Rusya’nın hakimiyet alanını oluşturmuştur. Bu alana dönem dönem Doğu Avrupa ve Balkanlar da eklenmiştir. Üstelik Rusya bu bölgelerde hakimiyet kurarken, diğer emperyalist ülkelerden farklı bir tarz izlememiştir: Askeri işgal, politik tahakküm, kültürel hegemonya ve işbirlikçi yönetimler... Bugün Rusya aynı bölgelerde hakimiyet mücadelesinin tam ortasında bulunmaktadır. Dolayısıyla Rusya’nın emperyalistliğinden kimsenin şüphesinin olmaması gerekmektedir.

Çin’in emperyalistliği de üzerinde çok tartışılan gerçeklerden birisidir. Halbuki, Çin de tarihi boyunca emperyalist olmuş bir ülkedir. Tibet, Doğu Türkistan, Mançurya, dönem dönem Çinhindi Çin’in sömürgeleştirdiği coğrafyalardır. Bugün de Çin, yüksek büyüme temposu, büyük ekonomik ve askeri olanaklarıyla dünyadaki emperyalist paylaşım mücadelesinde kendisine bir yer edinmek istemektedir. Çin konusunda kafaları karıştıran tek şey, Çin’in hâlâ Komünist Partisi tarafından yönetilmesidir. Bu Çin’in sosyalist rejimle yönetilen bir ülke olduğu yanılsaması yaratmaktadır. Halbuki, bu yanılsamaya prim vermemek gerekir. Çünkü Çin’in açık bir şekilde kapitalist bir ülke olduğu ortadadır. Hatta, Çin’de işçi emeğinin sömürüsü had safhadadır. O kadar ki, pek çok uluslararası firma, ABD ve Avrupa’daki fabrikalarını kapatıp üretimini Çin’e kaydırmaktadır. Çin, bu kimliğiyle, ismi komünist olan bir partiyle yönetilen kapitalist bir ülkedir.

Emperyalistlerarası Karşılaştırma

Emperyalistlerin dünya üzerindeki hakimiyet alanlarına bakmadan önce, bir takım ekonomik verilerle bir karşılaştırma yapalım. Yukarıdaki tabloda karşımıza şu sonuçlar çıkıyor:

- Öncelikle emperyalist ülkelerin dünya ekonomisinin ve yaratılan zenginliğin yarısından fazlasına hakim olduğunu görüyoruz. Bu dört ülkenin askeri gücünün toplamı ise %90’lara varan oranla dünya üzerindeki emperyalist tahakkümün askeri boyutu hakkında fikir vermektedir.

- ABD ekonomik açıdan rakiplerinden bir hayli önde. Dünyanın elektrik ve petrolünün dörtte birinden fazlasını tek başına ABD tüketiyor. ABD’nin vatandaşlarına sunduğu zenginlik de bir hayli yüksek (alım gücü kişi başına 36 bin dolardan fazla). ABD’nin bir süper güç olarak askeri harcamaları da diğer emperyalistlerle karşılaştırılınca yüksek kalıyor: Dünyadaki askeri harcamaların %47’si ABD tarafından gerçekleştiriliyor.

- Diğer emperyalistleri ABD ile karşılaştırdığımızda, ekonomik açıdan ABD’ye en yakın olanın AB olduğunu, askeri harcamalar açısındansa AB ve Rusya’nın toplamda ABD kadar olmasa bile yine de hatırı sayılır bir orana yaklaştıklarını görüyoruz.

- Çin ise ekonomik büyüklük ve büyüme hızı bakımından dikkat çekmektedir. Dolayısıyla Çin’i gelişmekte olan ve ileride ekonomik açıdan ABD’yi zorlayacak bir rakip olarak görebiliriz.

- AB ise üretim rakamlarına bakıldığında, hammadde kaynaklarına pek sahip olmayan, yani enerji bakımından dışa bağımlı görünmektedir. Bu durum AB’nin paylaşım mücadelesinde başını ağrıtacaktır. Hitler’in İkinci Dünya Savaşı sırasında çektiği petrol sıkıntısını hatırlarsak, durumun boyutu hakkında fikir sahibi olabiliriz.

- Rusya’ya baktığımızda ise askeri gücünün ekonomik gücünün çok çok ilerisinde olduğunu görüyoruz. Rusya’nın büyüme oranı ise %4 gibi makul bir rakam. Petrol üretiminde %10 gibi önemli bir paya sahip olan Rusya, tüketimde düşük kalmaktadır. Bu da Rusya’nın hammadde açısından zengin olduğunu, ancak elindeki hammaddeyi ürüne dönüştürecek ekonomik etkinliğe henüz ulaşmadığını göstermektedir. Örneğin, Rusya’yla aşağı yukarı eşit oranda petrol üreten ABD, tüketimde Rusya’nın neredeyse 10 katına ulaşmaktadır.

- Çin’in %7’ye varan petrol tüketimi ise bu ülkenin gelişen ekonomisinin bir göstergesidir. Ancak %4 gibi düşük petrol üretimi ise Çin’i hammadde açısından dışa bağımlı kılan bir göstergedir. Bu anlamda Çin enerji açısından AB ile aynı kaderi paylaşmaktadır.

II- Sömürgeler Kastında Emperyalıstlerarası Mücadele

Sömürgeler kastı, emperyalist olmayan ülkeler tarafından oluşturulmuştur. Gerek nüfus, gerek doğal zenginlikler, gerekse ekonomik açıdan emperyalist ülkelerle karşılaştırıldıklarında oldukça yoksul kalmaktadırlar. Ezilen coğrafyayı şu şekilde bölgelendirebiliriz: Orta Asya: Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri ve Tacikistan. Kafkaslar: Hazar Deniziyle Karadeniz arasında kalan bölge. Güney Asya: Hindistan, Afganistan, Pakistan ve eskiden Hint İmparatorluğuna bağlı Nepal gibi ülkeler. Güneydoğu Asya: Kore yarımadası, Çinhindi, Endonezya, Malezya gibi ülkeler. Türkiye, İran, Ortadoğu: Mısır ve doğusundaki İran’a kadar Arap ülkeleri. Kuzey Afrika: Akdeniz kıyısındaki ülkeler, Çad ve Sudan. Güney Afrika: Angola’nın güneyindeki Afrika. Orta Afrika: Kuzey Afrika ile Güney Afrika arasında kalan Afrika. Doğu Avrupa: Eskiden Doğu Blokuna bağlı olan ülkeler (Romanya, Polonya vs.). Sovyet Avrupası: Eskiden SSCB’de yer alıp daha sonra bağımsızlığını kazanmış Avrupa ülkeleri: (Ukrayna, Beyaz Rusya vs.). Güney Amerika, Orta Amerika.

ORTA ASYA

Emperyalistlerarası mücadelede Orta Asya’nın ayrı bir önemi bulunmakta. Öncelikle, bölge üzerinde bizim emperyalist kutup olarak saydığımız ülkelerin bir hakimiyet planı bulunmaktadır. Ayrıca bölge zengin enerji kaynakları nedeniyle de emperyalizmin hedefleri arasında. Yükselen emperyalist güçler olarak Rusya ve Çin’in bölgedeki etkinliğinin de AB ve ABD tarafından azaltılması gerekiyor. Bu nedenlerle Orta Asya üzerinde büyük bir hakimiyet mücadelesi yaşanmaktadır. Son olarak Kırgızistan’da yaşanan Turuncu Devrim bu bölgenin önemini göstermektedir. Orta Asya, Ortadoğu ve Kafkaslar’la birlikte emperyalistler arasında mücadelenin en kızıştığı bölge görünümündedir. Bu nedenle, bu üç bölgede daha ayrıntılı bir inceleme gerekmektedir.

Bölgede Rusya’nın SSCB’den kalma bir etkinliği hâlâ sürmektedir. Ancak Kırgızistan’da yaşanan son Turuncu Devrimle de ortaya çıktığı gibi bölge üzerinde ABD’nin de hakimiyet planları bulunmaktadır. Çin de önderliğini yaptığı Şanghay İşbirliği Örgütü sayesinde bölgede nüfuz kazanma çabasındadır. AB ise Orta Asya üzerinde pek söz sahibi değildir, ancak Türkmenistan ve Kazakistan’la ticari ilişkilerini arttırma çabasındadır.

Bölgeye yönelik temel emperyalist paylaşım mücadelesi şu şekilde gerçekleşiyor. Bölgede Kazakistan, Özbekistan ve Tacikistan’da Rusya’nın etkisi hâlâ birincil. Kırgızistan’da ise son gerçekleşen Turuncu Devrimle birlikte Akayev’in devrilmesi bu ülkeyi Rusya’dan uzaklaştırıp ABD kampına yakınlaştırdı.

Kırgızistan’da yaşanan Turuncu Devrim, ABD’nin bölgede varlık gösterdiği ilk olay değil kuşkusuz. Ancak şunu da vurgulayalım, ABD için Orta Asya, öncelikli bir bölge hiçbir zaman olmadı. Bunun birkaç nedeni bulunuyor. Öncelikle bölgede geleneksel olarak bir Rus egemenliği söz konusu ve coğrafi olarak bölge ABD’nin ulaşamayacağı bir alan olarak görülüyordu. Bilindiği gibi, Rusya bölgeyi 1800’lerin ikinci yarısında sömürgeleştirmişti. 1850’lere gelindiğinde Rusya Orta Asya’dan Afganistan’a doğru inerken Hindistan’dan batıya doğru yayılan İngiltere’yle karşı karşıya gelmiş ve bu iki ülke Pamir dağlarını aralarında sınır olarak belirleyip anlaşmışlardı. O zamandan beri, Rusya bölgenin tartışmasız tek egemen gücüdür.

Bölgedeki Sovyet egemenliği boyunca da, gerek İngiltere, gerekse İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD, bölge üzerinde herhangi bir faaliyette bulunmamıştır. “Özgürlük Radyosu”, “Hür Dünya Radyosu” ve “Amerika’nın Sesi” gibi yayınlarla Sovyet egemenliğindeki Avrupa ülkelerinde propaganda faaliyeti yürüten ABD, Orta Asya ülkelerine aynı ilgiyi göstermemiştir. Bunun yerine, ABD, Sovyetler Birliği’ni güneyden kuşatma projesini devreye sokmuştur. Özellikle, Brzezinski’nin 1977’de ortaya koyduğu “yeşil kuşak” projesiyle Sovyetler Birliği’ne komşu Müslüman ülkeleri kullanarak “Kızıl tehlikeye karşı yeşil panzehir” kullanılmaya başlandı. Sovyetler Birliği’nin 1978’de Afganistan’ı işgal etmesi ve İslamcı militanların direnişe geçmesi ABD’nin “yeşil kuşak” projesinin bir ürünü ve aynı zamanda hızlandırıcısı oldu.

ABD 1980’den itibaren Sovyet işgaline karşı Afgan mücahitlerin koşulsuz yanında yer aldı, onları lojistik ve parasal açıdan destekledi. ABD’nin Orta Asya’ya ilgisi de bu şekilde başlamış oldu. Ancak ABD’nin bölgeye ilgisi, Sovyetler’in Afganistan’ı ele geçirmesini önlemekle sınırlıydı. Sovyet işgalinin Gorbaçov zamanında bitmesiyle birlikte, ABD’nin ilgisi de ortadan kalktı. Sovyetler’in 90’ların başında adım adım dağılma süreci bile ABD’nin bölgeye ilgisinin artmasına neden olmadı. O dönem ABD’nin farklı stratejik öncelikleri bulunuyordu. Rus denetiminden koparılması en zor bölge olarak gördüğü Orta Asya’daki hakimiyet mücadelesini anlaşılan bu nedenle ertelemişti. ABD, Orta Asya üzerinde bir mücadeleye girişmek yerine Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla oluşan başka bölgelere dikkatini kaydırdı: Balkanlar ve Doğu Avrupa.

AB’nin Orta Asya’daki Etkinlıği

AB’nin Orta Asya’daki etkinliği henüz askeri ve siyasi değildir. Ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi ve alternatif enerji nakil hatlarının üretimi düzeyinde olan çalışmaları AB’nin bölgede daha uzun süre kalmasıyla birlikte şüphesiz değişecektir. Ancak yine de şunu söyleyebiliriz: AB’nin gücü bölgede ne Rusya’ya ne de ABD’ye karşı çıkabilecek boyuttadır. AB sessiz sedasız ABD ve Rusya’nın bölgedeki emellerine açıkça karşı çıkmadan kendi ekonomik etkinliğini artırma peşindedir.

Yeni İpek Yolu: Traceca ve Inogate

1993’te Brüksel’de 3 Kafkas ve 5 Orta Asya cumhuriyetinin katılımıyla, yapılan bir anlaşmayla “Avrupa-Kafkasya, Asya Taşıma Koridoru” (Transport Corridor Europe - Caucasus - Asia / TRACECA) oluşturulmuştur. Bu koridor salt bir boru lattı değildir. Amaç tarihi İpek Yolu’nun tekrar canlandırılmasıdır. Ancak AB açısından önemi Rusya’nın da ABD’nin de projenin tamamen dışında tutulmuş olmasıdır.

Koridor’un amaçları 1998 yılında yapılan “Tarihi Ipek Yolunun Restorasyonu” toplantısında imzalanan anlaşmayla “Avrupa’da, Karadeniz Bölgesinde, Kafkasya’da, Hazar Denizi Bölgesinde ve Asya’da ekonomik ilişkilerin, ticaret ve ulaştırmanın geliştirilmesi ve güvenliğinin sağlanması” olarak belirlenmiştir. Anlaşma Orta Asya ile Avrupa arasında bir ticaret koridoru kurmakta ve tüm organizasyon ve modernizasyon projelerini Avrupa’ya ihale etmektedir. TRACECA ile AB bölgede hatırı sayılır bir ekonomik etkinlik kazanmıştır. Koridor boyunca öngörülen önemli demiryolu, karayolu ve liman projelerine Avrupa Birliği mali destek sağlamaktadır. Bu gün TRACECA Programı kapsamında 52 yatırım projesi toplam (110 milyon euro) finanse edilmiştir.

AB’nin Orta Asya ile ilişkilerini belirleyen bir diğer önemli proje de Avrupa’ya Devletlerarası Petrol ve Gaz Taşıma Projesi’dir (Interstate Oil and Gas Transport to Europe / INOGATE). AB bu proje ile birlikte, yine Rusya ve ABD’yi dışarıda bırakarak Orta Asya ülkeleriyle ticari bir ilişki kurmuş ve doğal gaz ihtiyacını bu bölgeden sağlamak için önemli bir adım atmıştır. O gün kadar Doğu Avrupa üzerinden gelen Rusya doğal gazıyla ihtiyacını karşılayan Avrupa, bu projeyle birlikte, Rusya’ya olan bağımlılığından kurtulmuş ve bölgede bir etkinlik kurmuştur.

Ayrıca AB’nin Orta Asya ülkelerine yönelik mali yardımları da bulunmaktadır TACIS olarak adlandırılan bu program çerçevesinde 1991-1997 yılları arasındaki ilk dönemde toplam 3 milyar ECU’yu aşkın mali yardım yapılmıştır. AB, ABD’nin bölgeye çok fazla önem vermediği 1990-2001 yıllarını iyi değerlendirmiş, Orta Asya ülkeleriyle önemli ticari ortaklıklar gerçekleştirmiştir. 2001 sonrasında ABD’nin bölgeye ilgisinin artmasıyla ABD, AB’den bir adım öne geçmiştir. Ancak AB’nin bölgeye ilgisi şüphesiz devam etmektedir. 2001’den sonra da AB’nin bölge ülkelerine yardımları devam ettirmiş, bu bölgeye 50 milyon Euro kaynak ayırmıştır.

AB’nin bölgede çok fazla etkinlik göstermemesi ABD ve Rusya ile yaptığı bir anlaşmaya bağlanabilir. Rusya ve ABD, AB’nin Doğu Avrupa’daki etkinliğine ses çıkarmamakta, AB de Orta Asya üzerinde çok fazla durmamaktadır. Bu nedenle AB’nin kısa ve orta vadede Orta Asya’dan vazgeçtiğini söyleyebiliriz. Hele hele Kırgızistan’daki Turuncu Devrimden sonra bölgeye iyice yerleşmeye başlayan ABD’ye karşı AB’nin elleri kolları daha da bağlı kalmıştır.

Rusya’nın Orta Asya’daki Etkinliği

Bir emperyalist ülke olarak Rusya’nın temel hakimiyet alanı kuşkusuz Eski Sovyet alanıdır. Ancak, özellikle Doğu Avrupa bilindiği gibi Rusya’nın etkisinden önemli ölçüde arınmıştır. Orta Asya ise yukarıda da gördüğümüz gibi Rusya’nın en çok etkisi altında bulunan bölge görünümündedir. Sovyetler döneminde Orta Asya ülkelerindeki ekonomik yapı da bu ülkeleri Rusya’ya bağımlı kılma stratejisiyle oluşturulmuştur. Orta Asya ülkeleri Rusya ve SSCB’ye bağlı diğer Batı ülkelerine hammadde sağlayan bir işbölümüne tabi tutulmuştur. Orta Asya ülkeleri SSCB’nin dağılmasıyla birlikte bu durumun sancılarını yaşamaktadır. Bu nedenle Rusya’nın bölge üzerindeki etkisi ister istemez sürmektedir.

Bölgedeki tüm ülkelerin bir numaralı ticari ortağı Rusya görünmektedir. Üstelik Rusya planlı nüfus dağılımıyla da bölge üzerindeki etkisini sürdürmektedir. SSCB dönemi boyunca yöneticilerin yarısına yakınını Rus asıllılardan seçen Rusya, bölge ülkelerine Rus göçmenler de yerleştirmiştir. Her ne kadar bu ülkelerin bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte bu nüfus Rusya’ya doğru göç etmekteyse de yine de azımsanmayacak bir Rus nüfus bölgede görülebilir:

Rus nüfusun oranı İhracatta Rusya’nın payı İthalatta Rusya’nın payı

Kazakistan    %30       %12                       %37

Türkmenistan %7         ---                       %20
Özbekistan     %6         %18                       %23
Kırgızistan      %18         %17                       %20
Tacikistan       %4         %12                        %23


Rusya’nın bölgede pek çok askeri üssü de bulunmaktadır. Bu üsler, ABD’nin 11 Eylül sonrasında bölgede açtığı üslerle karşılaştırıldığında çok daha fazla askere ve mühimmata sahiptir.

Kırgızistan’da yaşanan Turuncu Devrim sonrasında Rus askeri varlığı bu ülkeden çekilmiştir. Özbekistan ve Tacikistan ise, kendilerine yönelik bir ABD operasyonundan çekindikleri için Rusya’ya daha fazla yakınlaşmıştır. Yıllardır ülkesinde bulunan Rus sınır koruma birliklerinin Rusya’ya geri dönmesini isteyen Tacikistan bu konudaki ısrarından vazgeçmiş durumdadır. Hatta Rusya Tacikistan’da yeni bir askeri üs açmış bulunmaktadır.

Bölgede Rusya’nın en büyük etkinliğin bulunduğu ülke olarak Kazakistan sayılabilir. Kazakistan Rusya’dan en çok ithalat yapan ve en büyük Rus nüfusa sahip olan ülkedir. Kazakistan’ın kuzeyi neredeyse tamamen Rus’tur. Bu bölgedeki Ruslar kendi ülkelerine geri dönme eğilimindedir, ancak Rusya Kazakistan’da kalmaları çağrısında bulunmaktadır. Kazakistan’daki Ruslar ayrımcılık yapmamakta, bölgeyi Rusya’ya bağlama gibi bir perspektife de sahip bulunmamaktadır. Bunun nedeni Rusya’nın bu ülkedeki Ruslar sayesinde etkinlik kurma isteğidir.

Kazakistan ticari olarak da Rusya’nın güdümündedir. Kazakistan temel ihracat ürünü olan petrol ve doğalgazının %70’ini Rusya’ya satmaktadır. Rusya Kazakistan’dan aldığı petrol ve doğalgazı kendi iç piyasasında değerlendirmemekte, Avrupa’ya satmaktadır. Zaten dünyanın bir numaralı doğal gaz üreticisi olan ve önemli petrol üreticilerinden olan Rusya’nın Kazak petrol ve doğalgazına ihtiyacı yoktur. Bu nedenle Rusya’nın bu ülkeden aldığı petrol ve doğalgaz aslında Kazakistan’ın başka ülkelere satabileceği ürünlerdir. Böylelikle, Rusya Kazakistan’ın kendi başına doğalgaz ve petrolünü satmasını engellemiş olmaktadır. Rusya’nın Kazakistan üzerindeki bu büyük etkinliği, ülkeyi yeni bir Turuncu Devrimin ilk hedeflerinden birisi yapmaktadır.

ABD’nin Orta Asya’daki Etkinliği

11 Eylül’e kadar, ABD’nin Orta Asya’ya bakışını 1994 yılında Dışişleri Bakan Yardımcısı Talbott’un belirttiği “Önce Rusya-Russia First” politikası belirlemekteydi. Bu politikaya göre ABD uyuyan dev Rusya’yı uyandırmamak için Orta Asya üzerinde pek fazla emele sahip olmayacak ve Rusya’yı adım adım Batı kurumlarına bağlıyarak kendi sistemine eklemleyecekti. ABD, Rusya’yı kendi sistemine katarak Orta Asya’ya dolaylı olarak hakim olmuş olacaktı. Nitekim Yeltsin döneminde Rusya ABD, AB ve NATO ile ilişkilerinde bu kurum ve ülkelere tabi olmayı kabullendi. AB ve ABD’yle herhangi bir rekabete girişmedi. Talbott’un tezine göre Rusya’nın dostluğu ABD için daha önemliydi. Rusya’nın emperyalist paylaşımda bulunmamasını kazancı Orta Asya’nın elde edilmemesinin kaybından çok daha fazla olacaktı.

Ancak ABD 11 Eylül’de yaşadığı sarsıntının altından kalkabilmek için hem güçlü bir misilleme yapma ihtiyacını hissetti, hem de dünya hakimiyetini pekiştirmesi gerektiğini gördü. 11 Eylül, ABD’nin kendi topraklarında vurulabileceğini göstermiş, bu nedenle hem mazlumlara hem de ABD’nin rakiplerine cesaret vermişti. Bu nedenle, ABD ya 11 Eylül’e “şiddetli” bir yanıt verecekti, ya da dünya hakimiyeti yarışında geri adım atmayı kabullenmiş olacaktı.

11 Eylül’den sonra Afganistan’a müdahale düzenleyen ABD, bu ülkedeki Taliban iktidarını ortadan kaldırdı ve kendi atadığı Afgan Kralı Karzai ile ülkeyi yeniden yapılandırmaya girişti. Burada Afganistan operasyonunun önemi üzerinde durmamız gerekiyor. Öncelikle, operasyon, yalnızca Taliban’a yanıt vermek ya da Afganistan’a hakim olmak için yapılmamıştır. Operasyonun amaç ve nitelikleri çok daha geniştir. Afganistan’a hakim olan ABD, bu ülke üzerinden, pek çok noktaya saldırabileceğini hesaplamıştır: Afganistan’ın batısında İran, kuzeyinde Orta Asya, batısında Pakistan ve Hindistan.

Afganistan operasyonunun ABD açısından bir başka önemi de siyasal ve ideolojik önderliğinin pekiştirilmesiydi. ABD “Uluslararası terörizme karşı savaş” doktriniyle bölgeye bir operasyon düzenledi. Bu ABD’nin elinde öyle güçlü bir koza dönüştü ki. ABD’nin önderlik ettiği her tür askeri operasyonu engellemek isteyen, bu tip operasyonları eleştiren, en azından operasyona askeri desteğini vermeyen AB ülkeleri bile, ABD’nin “uluslararası terörizme karı mücadelesinde yanında olacağı” mesajını verdi. Rusya ve Çin bile, çok kutuplu dünya paradigmalarını bir kenara bırakıp, ABD’nin bölgeye yerleşmesine ses çıkarmadılar.

ABD’nin Orta Asya’daki Etkisi Artıyor

ABD’nin bölgeye ilgisinin artması 2001 yılında bölge ülkelerine yaptığı ekonomik yardımlarda da kendisini göstermektedir:

ABD ekonomik yardımı (milyon $) İhracatta ABD’nin payı-İthalatta ABD’nin payı

Kazakistan          80                        ---                              %9
Türkmenistan  16                        ---                              %8
Özbekistan       150                        %4                               %7
Kırgızistan          50                        %8                               %8
Tacikistan          61                          ---                                  ---


ABD’nin Orta Asya ülkeleriyle yaptığı ticaret hacmi Rusya’yla karşılaştırıldığında şüphesiz düşüktür, ancak oranlar gün geçtikçe artmaktadır.

ABD 11 Eylül’le birlikte, öncelikle Orta Asya’daki Türk cumhuriyetlerinde üsler kurdu. Üsler ve bulundukları ülkeler şunlardır: Kazakistan: Alma Ata, Semipalatinsk, Çim Kent. Kırgızistan: Manas. Özbekistan: Hanabad, Taşkent. Tacikistan: Kulyaf, Tubet Urgan, Hodcan

ABD’nin henüz Türkmenistan’da bir üssü bulunmuyor. Çünkü Türkmenistan diğer Orta Asya ülkelerinden farklı olarak bağımsız bir dış politika izlemek istiyor ve tarafsızlık siyaseti güdüyor. Ancak ABD Türkmenistan ile Türkmen subaylarının eğitimiyle ilgili bir anlaşma imzalayarak, bu ülke üzerindeki askeri etkisini arttırmaya başladı.

ABD bu bölgeye yerleşirken birkaç stratejiyi bir arada yürüttü. Öncelikle bölgeyi Rus doğalgaz ve petrolünden kurtaracak formüller geliştirdi. Başını Brzezinski’nin çektiği bir grup stratejisyen ise, yıllardır ABD’nin Hazar petrolleri üzerinde de söz sahibi olması gerektiğinin propagandasını yapıyor. Tabii Hazar operasyonu ABD açısından sadece petrol kaynaklarına ulaşım anlamına gelmeyecek. Aynı zamanda rakipleri Rusya, AB ve Çin’in alternatif enerji kaynaklarına ulaşması da engellenmiş olacak. ABD önderliğini yaptığı ve Bakü petrollerinin Rusya’ya uğramadan Avrupa’ya nakledilmesini sağladığı Bakü-Ceyhan-Tiflis Boru hattına Kazakistan’ı da katmaya çalışıyor.

Çin

Çin’in bölgedeki etkisi gittikçe artmaktadır. Öncelikle ticari açıdan Çin, Kazakistan ve Türkmenistan ile olan ilişkilerini geliştirmektedir. Kırgızistan ve Tacikistan ile sınırdaş olan Çin’in bölge üzerinde tarihsel bir ağırlığı ve etkisi bulunmaktadır. Bölge ülkeleri Çin’in ülkelerine doğru yayılmasından çekinmektedir. Ancak özellikle Şanghay İşbirliği Örgütü vasıtasıyla Çin bölgede etkinliğini arttırmaktadır.

Şanghay İşbirliği Örgütü

Çin’in Orta Asya’da güç kazanması yolundaki en önemli uluslararası girişim Şanghay İşbirliği Örgütü’dür (ŞİÖ). ŞİÖ, Nisan 1996’da Çin, Rusya, Kırgızistan, Kazakistan ve Tacikistan tarafından kurulmuştur. ŞİÖ’nün kuruluş amacı üye ülkeler arasındaki çeşitli sınır anlaşmazlıklarını ortadan kaldırmak ve belli bir uzlaşmaya girişmektir. Çin’in sınırları olduğu Orta Asya ülkeleri, Tacikistan, Kırgızistan ve Kazakistan’dır. Ancak 2001 yılından sonra ŞİÖ’nün misyonu değiş, adım adım yerel işbirliği örgütüne dönüşmeye başlamıştır. Haziran 2002’de ne Rusya ne de Çin’le sınır olmayan Özbekistan’ın da katılmasıyla örgütün havası değişmiştir.

11 Eylül’ün yarattığı havayla, örgüt misyonuna “uluslararası terörizm ve aşırı dincilikle mücadeleyi” de eklemiştir. Bu eklemenin Çin için önemi Doğu Türkistan’daki ayrılıkçı hareketi “uluslararası terörizm” kapsamına aldırması ve ABD’nin de Doğu Türkistan Türklerinin mücadelesini terörizm olarak tanıtmasıydı. Bu şüphesiz “hinterland”ı sağlam tutan Çin için önemli bir fırsattı. Doğu Türkistan’daki ayrılıkçı eğilimleri istediği gibi bastırma garantisi alan Çin, böylelikle Türkistan’ın batısına yönelik emperyalist yayılma emellerini de zamanla yerine getirebilirdi.

ŞİÖ’ye her ne kadar Rusya da üyeyse de, örgütün önderliğini Çin yürütmektedir ve esas olarak Çin’in Batı sınırındaki uzlaşmazlıkları giderme ve Orta Asya ülkelerinin Doğu Türkistan’daki ayrılıkçı örgütlere olası yardımlarını engelleme misyonuna sahiptir. Rusya’nın ŞİÖ’ye üye olmaktaki amacı Çin’in Orta Asya’daki etkinliğini denetleme ve bölge ülkelerindeki gücünü kısıtlama amacıdır. Yani Rusya ŞİÖ’nin Çin önderliğinde kendi etkinliğini engellemesini önlemeye çalışmaktadır.

Türkiye’de Avrasyacı kesimin söylediğinin aksine ŞİÖ antiAmerikan bir örgüt değildir. Çin ile Rusya ilişkilerini geliştirme amaçlı da değildir. Örgütün amacı Çin’in Orta Asya ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmektir. ABD Çin’in bölgedeki etkisinin artmasının uzun vadede ABD’nin değil de Rusya’nın aleyhine olacağını hesapladığı için göz yummaktadır. Rusya ise kendisinin de üye olduğu bir örgütün kendi çıkarlarına aykırı gelmeyeceğinin bilincinde Çin ile bölge önderliği için kapışmaktansa Çin ile beraber bölgede etkin olmayı tercih etmektedir.

ŞİÖ, yalnızca sınır anlaşmazlıklarını giderme örgütünden de öte bir anlam kazanmaya başlamıştır. ŞİÖ sayesinde Çin’in bölge ülkeleriyle ticari ve siyasi ilişkileri gelişmiştir. Askeri anlamda da Çin ve bölge ülkeleri ortak askeri tatbikatlara başlamıştır. Son olarak ŞİÖ’nin toplantısında ABD’nin Özbekistan’daki üslerinin ne zaman kapatılacağının sorulması önemli bir gelişmedir. Gerçi Rus ve Çin yetkililer yapılan açıklamanın ABD’ye kafa tutmak anlamına gelmediğini söylese de Rusya ve Çin’in ŞİÖ’yü adım adım ABD’nin bölgedeki etkinliğini engelleme amaçlı kullanmak istediğini göstermektedir.

Çin-Kazakistan ilişkilerinde gelişme üzerinde özellikle durmak gerekir. Çin bu ülkeyle olan ticari ilişkilerini arttırmaktadır. Kazakistan’la 1997 yılında imzalanan anlaşmayla Kazakistan-Çin Petrol Boru Hattının inşasına karar verilmiştir. Çin Devlet Başkanı Hu Jintao’nun 2003 Haziranındaki Kazakistan ziyaretinde iki ülke anlaşarak 2006 Haziranına kadar 3 bin kilometrelik hattın 2 binlik ilk bölümünün tamamlanmasına karar vermişlerdir.

Orta Asya’daki Olası Gelişmeler

Dünyadaki emperyalist ülkelerin tümünün birden çıkarlarının olduğu ve hakimiyeti altına almak istediği yegane bölge bugün Orta Asya olarak gözükmektedir. Bu nedenle orta Asya’daki gelişmeler emperyalistler arasındaki çelişmelerin ortaya çıktığı ve bu çelişmelerin nasıl çözümleneceğinin cevaplarını da yattığı bir bölgedir. ABD’nin de 11 Eylül’den sonra bölgede hakim olmak gerektiğine kanaat getirmesiyle ve askeri üsler açmasıyla birlikte bölgedeki mücadele daha da keskinleşmiştir. Bölgede askeri gücü olan ABD dışında bir tek Rusya bulunmaktadır. Çin ve AB ekonomik güçleriyle bölgede etkin olmak istemektedir. Ancak ABD’nin Kırgızistan’daki Turuncu Devrimle birlikte bölgedeki statükoyu kökten değiştirmeyi amaçladığı ortaya çıkmıştır.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

12 Mart 2017 Pazar

Birleşmiş Milletler Mi ? Birleşmiş Çete Mi ?



Birleşmiş Milletler Mi ? Birleşmiş Çete Mi ? 

H. Okan Balcıoğlu
Tarih: 13.11.2008 


Birleşmiş Milletler 1945 yılında II.dünya savaşı öncesi faaliyette bulunan Cemiyeti Akvam ( Milletler Topluluğu ) yerine kurulmuş Dünya üzerindeki barışı sağlamak, güvenliği korumak ve uluslar arasında ekonomik, toplumsal, toplumsal ve kültürel iş birliğini sağlamak maksadı ile oluşturulmuş uluslar arası bir örgüttür. Birleşmiş Milletler kendini yukarıda saydığımız hususları sağlamak amacını esas almış bir kurum olarak tanımlamaktadır. Ayrıca bildiğiniz gibi bu kurum bunları yazılı olarak da ( BM sözleşmesi ) teyit etmiştir.

Bu örgütün ilk yapısını oluşturan Cemiyeti Akvam hakkında kısaca bilgi verecek olursak. Milletler Cemiyeti 1920 senesinde İsviçre’de kurulmuştur. Bu teşkilat I.dünya savaşından büyük zarar ve harita değişiklikleri ile ortaya çıkmış yeni dünyada tekrar bir savaşın çıkmasını önlemek ve bu hususta arabuluculuk yapmak maksadı ile kurulmuştu. Ama her ne kadar amaç bu olarak gösterilse de savaş sonrası galip çıkan ve kolonist dünyanın önde gelen ülkeleri ( İngiltere ve Fransa ) ile kendini böyle bir dünya’ya hazırlayan Amerika Birleşik Devletlerinin dünya üzerindeki otoritelerini sağlamlaştırma gayretinden başka bir şey değildi. O günkü dünya haritaları incelendiğinde güneşi batmayan ülke tabirini kullanan İngiltere’nin neredeyse dünyanın 4/2 ‘ne, Fransa’nın ise 4/1 sahip olduğu görülecektir. Gerçi örgütteki yerel yönetim ve alınacak kararlar üye ülkelerin 3/2’lik kısmının onayı ile tespit edilmesine karar alınmıştı ama dünyanın 3/2 sine sahip olan İngiltere ve Fransa’nın kendisine bağlı bulunan veya yarı özerk ülkelerin bu birliğin içinde olması yapılan oylama sonucu çıkan kararların o iki ülkenin arzuları dışında olmamasını sağlıyordu. Yani kısaca temelde bir haksız bir temsil oranı vardı. Tabi ki her haksız düzenin yıkılmasının hak olduğu üzere bu birlikte II.dünya savaşının temellerini atacak adaletsiz uygulama ve kararlara imza atmış, bunu kabul etmeyen ülkeler ile aralarındaki uçurumun açılarak II. Dünya savaşı dediğimiz dünyamızın gördüğü en büyük ve kanlı savaşına neden olmuştur.

II. Dünya savaşı bittiğinde eski kolonist ülkeler çok yıpranmış, sömürgelerinin büyük bir kısmından çekilmişti. Ellerinde kalan Hindistan, Cezayir, Suriye, Hindiçin gibi toprak parçalarında da ise büyük kaoslar yaşanıyor olması bu toprakları da ellerinde fazla tutamayacaklarını anlamaya başlamışlardı. Bu sefer eskisi gibi arzu ettikleri siyasetleri bütün dünya milletlerine kabul ettirecekleri bir sistemin önerisi savaştan kazanmış ve ekonomisi güçlenmiş olan Amerika Birleşik Devletlerinden geldi. Yazımın başında özetlediğim gibi onun teklif ve önderliğinde yeni örgüt 1945 yılında kurulmuş oldu.

Birleşmiş Milletler yönetimi yukarıdaki paragrafta da belirttiğim gibi II. Dünya savaşında kazançlı çıkmış beş ülkenin ( ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa ) taraflar tarafından kurulmuştur. Bu örgütün önce ki Milletler Topluluğundan farkı dünyayı paylaşan ülke sayısında artış olmasıdır. Yani İngiltere ve Fransa’ya diğer ülkelerinde katılmasıdır. Bu daimi üye olarak kabul edilen beş ülkede incelendiğinde kolonyal bir geçmiş ve saldırgan bir politikaya sahip oldukları görülecektir. Hali hazırda 190 küsur üyesi bulunan Birleşmiş Milletlerin daimi beş üyesinden biri veto ettiğinde 190 küsur ülke ile daimi üye olan diğer dört üyenin hem fikir olduğu alınması ivedilik arz eden bir kararın sonuçsuz kalmasına sebep olmaktadır. Söz gelimi Birleşmiş Milletler üyesi ülkeler büyük çoğunlukla İsrail’i kınama kararı almasına rağmen Amerika Birleşik Devletleri vetosu yüzünden hiçbir zaman amacına ulaşamamıştır. Bu yönden alınan kararların tarafgirliği hususunda Milletler Topluluğu ile aynı yapıya sahip oldukları görülecektir.

Bu yüzden üye ülkelerin hepsinin altına imza atmış olduğu Birleşmiş Milletler sözleşmesinin amaçladığı kavramlar bir ütopyadan öteye gitmemiştir. Çünkü kurucu ve daimi üye olan bu beş ülke söz konusu sözleşmenin I. bölümünde yer alan 1 ve 2. maddelerin uygulanmasının kendi çıkarları için tehdit oluşturacağını bilmektedir. Bu sebeple de Makyavel’in “ Siyasette amacına ulaşmak için her yol mübahdır “ prensibi daimi beş üye arasında aleni olmayacak bir şekilde üzerinde uzlaşılmış bir gerçekliktir ve bütün dünya ülkelerinin gözlerinin içine baka baka bu evcilik oyununu oynamakta, diğer ülkeleri de kandırmaya çalışmaktadırlar. Bu durumu anlatmaya Türkçe’de deyim olarak kullanıla iyi polis, kötü polis veya bir atasözümün dediği gibi tavşana kaç tazıya tut benzetmesi çok uygun düşecektir. Dolayısı ile bu örgüt 19. – 20. yüzyılda yaşanmış olan ilkel sömürgelik düzeninin farklı bir formatta yaşatılanını koruma ve geliştirme maksadı taşımaktadır.

Onun için günümüzde dünya üzerinde gerçekleşen trajedilerde üye ülkelerden birinin parmağı veya menfaati var ise görülememekte veya üzerinden durulmamaktadır. Örnek mi; A.B.D – Vietnam savaşı, Irak işgali, Rusya – Çeçenistan, Azerbaycan – 20 Ocak katliamı, Azerbaycan – Karabağ faciası, İsrail – Filistin, Çin – Doğu Türkistan ve Tibet, 1989 ‘daki Bulgaristan’daki Türklere yönelik asimilasyon çalışmaları. Bunlar bütün dünyanın gözü önünde gerçekleşen ama ne yazık ki Birleşmiş Milletlerin bırakın çözüm bulmayı kınamayı bile gerçekleştiremediği büyük boyutlardaki olaylardır.

İkinci durumda ise yani müdahale ettiği durumlarda bu her beş ülkenin de o coğrafya üzerinde ortak menfaatleri olduğunu veya eğer siz benim menfatim olan bu bölgeye Birleşmiş Milletler adı altında müdahale edilmesine izin verirseniz bende sizin müdahele etmeyi arzuladığınız bölgeye onay veririm veya sorunlu bir bölgeniz var ise görmemezlikten gelirim gibi bir noktada uzlaştıkları hissedilmektedir. Bu durumda beş üye ile yanaşıkları, yandaşları genelliklede aynı dil, din, kültür ve menfaat kaygılarını paylaşan ülkeler kendi lehlerinde olacak ve arzu ettikleri taleplerin, koşulların olması için diğer üye bu menfaat kaygılarından yüz küsur ülkeyi bu müdahalelere çekmekte gerek ordularını gerek ise paralarını bu uğurda kullanmaktan çekinmemektedirler.

Genelde işin ilginç bir yanı Birleşmiş Milletlerin müdahale ettiği hiçbir yerde kaosun ortadan kalkamaması aksine yaygınlaşmasıdır. Bugün dünya üzerinde faaliyetleri yüzünden en çok eleştiri alan uluslar arası kuruluşların başında gelmektedir.

Şimdi Birleşmiş Milletlerin müdahale ettikleri bölgelere ve sonuçlarına bakalım.

- Raunda: Bölgede etkisini korumaya çalışan Fransa’nın kışkırttığı iki kabileden birinin diğerini katletmesiyle başlayan olaylar, bir trajediye dönüşmüş olayın asıl sebebi olan Fransa’ya ait Barış Gücü askerlerinin gözü önünde dünyanın en büyük katliamlarından biri yaşanmıştır.

- Bosna: Bölgede sivil halkı korumakla görevli Hollandalı barış gücü askerleri korumak ile görevli oldukları binlerce Müslüman Boşnak sivili Sırp güçlerine teslim ederek bölgeyi terk etmiş böylelikle Avrupa’nın ortasında Srebrineka’da yakın tarihin görmüş olduğu en büyük katliam yaşanmıştır.

- Somali: Durum hala iç savaş konumunu korumakta olup her yüzlerce insan ölmektedir.

- Sudan: Ülkenin iç kısmında bulunan ve toprak altında çok yüksek petrol rezervi bulunduğu belirtilen Darfur bölgesindeki ayrılıkçılar ile hükümet kuvvetleri arasındaki çatışmalara müdahil olan Birleşmiş Milletler bölgedeki çatışmaların daha da fazla yayılmasına sebep olmuşlardır.

Dolayısıyla Birleşmiş Milletlerin nüvesini oluşturan güçlü ülkeler için kurum ve imkanları menfaatleri doğrultusunda kullanılmaktadır. İlk önce bir bölgede karışıklıklar çıkartılmakta, bunlara etnik veya dini bir kimlik – anlam yüklenmekte daha sonra da bölgedeki çatışmaların arttığı bu sebeple de insan hakları ihlallerinin yaygınlaştığı iddia edilerek o ülkeye Birleşmiş Milletler ortamında baskı yapılarak ülkesine olaylarda ara buluculuk rolü üstlenmesi için Birleşmiş Milletlere bağlı barış gücü konuçlandırılması hususunda zorla ikna ettirilmektedir. Bunun devamında bu barış gücü içinde yer alan ayrılıkçı bölge halkı hakkında eğitimli casuslar tarafından ayrılıkçılara destek verilmekte, bulundukları devletin kolluk kuvvetlerine karşı korunmakta ve kollanmakta, bölge halkı üzerinde ayrılıkçılık eğilimini arttıracak yayınlar yapılmakta ve eğitimler verilmektedir. Genelde bu işin sonunda o bölge bağlı bulunduğu ülkeden ayrılarak yeni dünya düzeni kuralınca kendisine hamilik yapacak karşılığında da yer altı ve üstü kaynakları ile topraklarını stratejik anlamda üs olarak kullandırmak için sunacağı büyük bir devletin kucağına oturacaktır.

Bu yazıyı okuyunca soracaksınız acaba bundan sonra Birleşmiş Milletler acaba nereye müdahale edecek, hangi ülkeyi sıkıştıracak? 

Ben ne bileyim belki bundan sonraki yer Türkiye’dedir. 
Güneydoğu Anadolu’ya gelip yerleşebilirler. 
Kim bilebilir ki değil mi?

http://www.turansam.org/makale.php?id=16

***