Emperyalistler-Arası İlişkiler: Çatışma mı? Paylaşım mı? BÖLÜM 1
Özgür Erdem,*
* Ankara Üniversitesi SBF Yüksek Lisans Öğrencisi
I- DÜNYA SİSTEMİ: KAST SİSTEMİ
Mazlumlar olarak öncelikle nasıl bir dünyada yaşadığımız sorusunu yanıtlamamız gerekiyor. Bu soruyu yanıtlamadan ezilenlere sunulan sahte çözüm ve stratejiler deşifre edilemez. Bugün ezilenlere sunulan sahte kurtuluş reçetesi şu temel Batıcı paradigmaya dayanıyor: Mazlumların emperyalist merkezlerle kurduğu siyasi-askeri ve ekonomik ilişki, ezilenlerin lehinedir. Bu paradigmaya göre, “azgelişmiş” ülkelerin gelişmesi ve kalkınması için emperyalistlerle ilişki kurması zorunludur. Ezilenlerin büyük bir güçle kurduğu ittifak ya da stratejik müttefiklik ilişkisi sayesinde sınıf atlayabileceği iddia edilir. En azından ezilen, bu ittifak sayesinde yaşamını devam ettirebilecektir. Dikkat edilirse, ülkemizde de yaygın olan Amerikancı, Avrupacı ve Avrasyacı tezlerin bize vaat edebildiği yegane kurtuluş reçetesi budur: ABD olsun, AB olsun, Rusya olsun, bir emperyalist kutba eklemlenmek.
Ancak ezilenlerin (tabii ezilenlerin bir unsuru olarak biz Türklerin de) farkına varması gereken yegane gerçek dünyanın iki temel kutba ayrıldığıdır: Sömürgeci ülkeler ve sömürgeler. Bu iki kutup bir kast yapısıyla birbirinden ayrılır, yani bu iki kutup arasında geçiş imkansızdır. Böyle bir geçişin bir örneği de bulunmamaktadır. Sistemin genel ekonomik ve siyasi işleyişi bu yapı üzerine kurulmuştur. Sömürgeci ülkelerdeki ekonomik yapı, sömürgelerin doğal ve insani kaynaklarının sömürülmesi üzerine kurulmuştur. Sömürgelerden sömürgeci ülkelere sürekli bir mal ve hizmet akışı vardır. İki kutup arasındaki ilişki, bu nedenle, merkezle uydu arasındaki ilişkiye de benzetilebilir. Bu nedenle sömürgeci ülkelere “merkez”, sömürgelere de “çevre” ya da “uydu” ülkeler de denilebilir.
Emperyalist Kast
Emperyalist kast, temel olarak şu ülkelerden oluşmaktadır:
1. ABD
2. AB
3. Rusya
4. Çin.
Saydığımız bu dört emperyalist ülke, dünya üzerinde bir paylaşım ve hakimiyet mücadelesi içinde oldukları için emperyalist ülkelerdir. İsrail de bir emperyalist ülke olarak listeye eklenebilir, ancak İsrail siyonizmi, Ortadoğu’da, ABD emperyalizminin adeta bir eyaleti gibi bulunmaktadır. Hiçbir stratejisinde de ABD’nin bölge üzerindeki çıkarları aleyhinde hareket etmemektedir. Hatta, bölgedeki ABD egemenliğini pekiştirmek için uğraşmaktadır. Bu nedenle ABD’den ayrı ve bağımsız bir İsrail emperyalizminden bahsetmek çok doğru olmayacaktır.
Bu dört emperyalist ülke de şüphesiz hakimiyet alanını genişletmek için uğraşmakta, hedefledikleri alanlar çakıştığı oranda da kendi arasında bir çıkar çatışmasına girişmektedir. Bu çatışmanın emperyalistlerarası bir dünya savaşına yol açıp açmayacağı tüm dünyanın tartışmaya başladığı bir durumdur. Bu soruyu yanıtlamak için öncelikle emperyalistlerarası ilişkiyi dünya çapında incelemek ve aralarındaki çatışmanın bir savaşa doğru gidip gitmediğini değerlendirmekle mümkündür.
ABD
ABD, şu an dünyada hakimiyet alanı en geniş olan emperyalist ülkedir. Yıllık 450 milyar dolarla tüm diğer emperyalistlerin toplamından daha fazla askeri harcama yapmaktadır. Dünya ekonomisinin %25’inden fazlasına hükmektedir. BM, NATO, IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlara önderlik etmektedir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra SSCB ile bir dünya paylaşım mücadelesine girişen ABD, 1991’de SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte bu mücadeleden zaferle ayrılmıştır. 90’larda Yeni Dünya Düzeni adı altında SSCB’nin olmadığı tek kutuplu bir dünya inşası için çabalayan ABD, bu proje kapsamında diğer emperyalist ülkelerle karşı karşıya gelmeden kendi hegemonyasını adım adım dünyaya kabul ettirme yoluna girmiştir. Ancak 11 Eylül’le birlikte, kendi topraklarında saldırı yaşayan ABD, “önleyici savaş” doktriniyle, kendisine saldıracağını düşündüğü İran, Irak, Kuzey Kore gibi ülkelere önceden saldırmaya başlamıştır. Ayrıca ABD; ortaya koyduğu BOP ile de Kuzey Afrika ve Hindistan’a kadar Ortadoğu coğrafyasında önemli değişiklikler yapacağının haberini vermektedir.
ABD’nin hakimiyet alanlarını incelersek, Güney Amerika, Orta ve Güney Afrika’nın önemli bir kısmı, Güney Asya, Ortadoğunun bir kısmı ve Doğu Avrupa’yı sayabiliriz. Bu alanlarda ABD kâh ekonomik gücünü kullanarak, kâh askeri gücünü bir tehdit unsuru haline getirerek, kâh vaat ettiği siyasi yapıyla hakimiyet kurmaktadır. Örneğin Doğu Avrupa’da, eski Sovet ülkelerine sunduğu “demokrasi” paradigmasıyla hakimiyet kurmaktadır. İlk örneği Gürcistan’da yaşanan, hemen ardından da Ukrayna ve Kırgızistan’da gerçekleşen Turuncu Devrimler, ABD’nin eski Sovyet ülkelerini ekonomik ve siyasi açıdan kendi kampına dönüştürme ve eklemleme hamleleridir. Turuncu Devrimler vasıtasıyla ABD, Rusya’nın etkin olduğu Doğu Avrupa ve Orta Asya’da atak yapmaktadır.
ABD, dünya üzerinde diğer emperyalist ülkelere nazaran daha hakim bir görünüm sergilese de, diğerleriyle çatışmaya girmemeye özen gösteren bir davranış içerisindedir. ABD, hakimiyeti altında bulundurduğu bölgeleri kaptırmadan, Rusya ve AB’nin hakim olduğu bölgelere doğru bir yayılma politikası izlemektedir. Ancak bu yayılması sırasında diğer emperyalistlerle çatışmaya girecek derecede bir zıtlaşma ve çatışma yaşatmak istememektedir.
Ancak, ABD aynı zamanda pazarını genişletmek zorunda olan bir emperyalist ülkedir. Emperyalistler pazarları sabit kadıkça krize girer. Bir emperyalist hakim olduğu alanı sürekli genişletmek ve büyütmek zorundadır. Bu sistemin devamlılığı için şarttır. ABD işte bu krizi yaşamaktadır. ABD, diğer emperyalistlerin mevcut gelişiminden daha büyük bir gelişme yaşamak zorundadır. Bu nedenle ABD, diğer emperyalist ülkelerle karşılaştırıldığında en büyük avantajını pervasızca kullanmaktadır: Büyük askeri gücü. Tabii, askeri gücünü kullanırken bu gücünün yetmeyeceği bir noktaya doğru da hızla ilerlemektedir. Bu da emperyalistlerin kaçınılmaz bir kaderidir. Bir emperyalist yayılma yaşarken dur durak bilmez. Ve bir noktada da duvara toslar. Bu duvar ya mazlumların direnişi olur ya da başka bir emperyalist. ABD de o güne doğru hızla ilerlemektedir. Afganistan ve Irak’ta istediği düzeni bir türlü kuramaması bu gidişatın habercisi sayılmalıdır.
Avrupa Birliği
Avrupa Birliği emperyalist paylaşım savaşında yeni bir aktör olarak ortaya çıkmaktadır. Fransa, Almanya ve İngiltere, emperyalist sistemin kuruluşundan beri paylaşım mücadelesi içerisinde önemli ülkelerden olmuştur. Avrupa Birliği, işte bu ülkelerin bir araya gelmesiyle oluşmuş bir güç görünümündedir.
Ancak, AB her ne kadar kendi içinde bir birliğe gitmekte olsa da, henüz yekpare bir bütün değildir. Bilindiği gibi AB içerisinde Fransa ve Almanya ittifakı başı çekmektedir. Ancak İngiltere’nin AB perspektifi oldukça farklıdır. Fransa ve Almanya kendi önderlikleri altında yekpare ve siyasi olarak daha da bütünleşmiş ve zamanla ABD’ye kafa tutabilecek bir emperyalist merkez peşindeyken, İngiltere ise, ABD ile çatışmayacak salt ekonomik bir birlik peşindedir. Dolayısıyla AB derken aslında kastedilmesi gereken Fransa ve Almanya’nın başını çektiği “siyasi birlikçi” Avrupa ülkeleri olmalıdır. İngiltere, emperyalist paylaşımda AB kutbunun değil, ABD kutbunun bir unsuru sayılmalıdır. İngiltere ABD’nin hegemonik önderliğini kabullenmiş ve dünya sisteminin itiraz etmeyen bir unsuru olmayı kabullenmiştir ve bu sayede paylaşımdan da payını almaktadır.
Avrupa içerisinde Fransa-Almanya kutbunun önderlik ettiği kesim ile İngiltere-ABD’nin önderlik ettiği kesim arasında bir çatışma da bulunmaktadır. Fransa-Almanya’nın önderlik ettiği ve “daha fazla birlik”ten yana İtalya, Hollanda gibi ülkeler “Eski Avrupa” olarak adlandırılmaktadır. ABD’nin ve İngiltere’nin güdümünde olan ve AB’nin ABD’ye alternatif bir kutup olarak ortaya çıkmasını istemeyen genellikle Doğu Avrupa ülkelerinden oluşan kesime ise “Yeni Avrupa” denmektedir. “Eski” ve “Yeni” Avrupa arasında AB’nin geleceği üzerine büyük tartışmalar yaşanmaktadır. ABD de “Yeni” Avrupa sayesinde AB üzerinde bir kontrol kurmaya çalışmaktadır.
Ancak, “Yeni” ile “Eski” Avrupa arasındaki bu çelişkiye rağmen AB’nin son 10 yılda önemli bir bütünleşme süreci yaşadığının da altını çizelim. AB, AGSK bünyesinde oluşturmaya başladığı yeni savunma doktriniyle, NATO’dan farklı bir savunma stratejisi oluşturmaya ve bir Avrupa Ordusu kurmaya başladı. Böylece, AB, ABD’nin askeri hegemonyasından çıkmayı hedefliyor. Ayrıca AB’nin (İngiltere hariç) ortak para birimi “euro”ya geçişi de şüphesiz birlik sürecinde önemli bir adımdı. Doğu Avrupa’nın da AB’ye katılması, Eski Sovyet Avrupa’sının ise (Ukrayna vs.) AB projesinin parçası haline gelmesi de AB’nin kendi içinde bütünleşmesine ivme kazandıran bir gelişme oldu.
Rusya ve Çin
Rusya ve Çin ise emperyalist kimlikleri tartışılan ülkelerdir. Ülkemizde son dönemde yaygınlaşan Avrasyacı tezler, Rusya’nın emperyalistliği konusunda kafalarda soru işaretleri oluşturmuştur. Rusya askeri ve ekonomik gücünün büyüklüğü ve Eski Sovyet alanındaki hakimiyetiyle emperyalist bir ülkedir. Rusya tarihi boyunca da yayılmacı ve emperyalist olmuştur. Asya’nın kuzeyi, Kafkaslar ve Orta Asya olduğu gibi emperyalist Rusya’nın hakimiyet alanını oluşturmuştur. Bu alana dönem dönem Doğu Avrupa ve Balkanlar da eklenmiştir. Üstelik Rusya bu bölgelerde hakimiyet kurarken, diğer emperyalist ülkelerden farklı bir tarz izlememiştir: Askeri işgal, politik tahakküm, kültürel hegemonya ve işbirlikçi yönetimler... Bugün Rusya aynı bölgelerde hakimiyet mücadelesinin tam ortasında bulunmaktadır. Dolayısıyla Rusya’nın emperyalistliğinden kimsenin şüphesinin olmaması gerekmektedir.
Çin’in emperyalistliği de üzerinde çok tartışılan gerçeklerden birisidir. Halbuki, Çin de tarihi boyunca emperyalist olmuş bir ülkedir. Tibet, Doğu Türkistan, Mançurya, dönem dönem Çinhindi Çin’in sömürgeleştirdiği coğrafyalardır. Bugün de Çin, yüksek büyüme temposu, büyük ekonomik ve askeri olanaklarıyla dünyadaki emperyalist paylaşım mücadelesinde kendisine bir yer edinmek istemektedir. Çin konusunda kafaları karıştıran tek şey, Çin’in hâlâ Komünist Partisi tarafından yönetilmesidir. Bu Çin’in sosyalist rejimle yönetilen bir ülke olduğu yanılsaması yaratmaktadır. Halbuki, bu yanılsamaya prim vermemek gerekir. Çünkü Çin’in açık bir şekilde kapitalist bir ülke olduğu ortadadır. Hatta, Çin’de işçi emeğinin sömürüsü had safhadadır. O kadar ki, pek çok uluslararası firma, ABD ve Avrupa’daki fabrikalarını kapatıp üretimini Çin’e kaydırmaktadır. Çin, bu kimliğiyle, ismi komünist olan bir partiyle yönetilen kapitalist bir ülkedir.
Emperyalistlerarası Karşılaştırma
Emperyalistlerin dünya üzerindeki hakimiyet alanlarına bakmadan önce, bir takım ekonomik verilerle bir karşılaştırma yapalım. Yukarıdaki tabloda karşımıza şu sonuçlar çıkıyor:
- Öncelikle emperyalist ülkelerin dünya ekonomisinin ve yaratılan zenginliğin yarısından fazlasına hakim olduğunu görüyoruz. Bu dört ülkenin askeri gücünün toplamı ise %90’lara varan oranla dünya üzerindeki emperyalist tahakkümün askeri boyutu hakkında fikir vermektedir.
- ABD ekonomik açıdan rakiplerinden bir hayli önde. Dünyanın elektrik ve petrolünün dörtte birinden fazlasını tek başına ABD tüketiyor. ABD’nin vatandaşlarına sunduğu zenginlik de bir hayli yüksek (alım gücü kişi başına 36 bin dolardan fazla). ABD’nin bir süper güç olarak askeri harcamaları da diğer emperyalistlerle karşılaştırılınca yüksek kalıyor: Dünyadaki askeri harcamaların %47’si ABD tarafından gerçekleştiriliyor.
- Diğer emperyalistleri ABD ile karşılaştırdığımızda, ekonomik açıdan ABD’ye en yakın olanın AB olduğunu, askeri harcamalar açısındansa AB ve Rusya’nın toplamda ABD kadar olmasa bile yine de hatırı sayılır bir orana yaklaştıklarını görüyoruz.
- Çin ise ekonomik büyüklük ve büyüme hızı bakımından dikkat çekmektedir. Dolayısıyla Çin’i gelişmekte olan ve ileride ekonomik açıdan ABD’yi zorlayacak bir rakip olarak görebiliriz.
- AB ise üretim rakamlarına bakıldığında, hammadde kaynaklarına pek sahip olmayan, yani enerji bakımından dışa bağımlı görünmektedir. Bu durum AB’nin paylaşım mücadelesinde başını ağrıtacaktır. Hitler’in İkinci Dünya Savaşı sırasında çektiği petrol sıkıntısını hatırlarsak, durumun boyutu hakkında fikir sahibi olabiliriz.
- Rusya’ya baktığımızda ise askeri gücünün ekonomik gücünün çok çok ilerisinde olduğunu görüyoruz. Rusya’nın büyüme oranı ise %4 gibi makul bir rakam. Petrol üretiminde %10 gibi önemli bir paya sahip olan Rusya, tüketimde düşük kalmaktadır. Bu da Rusya’nın hammadde açısından zengin olduğunu, ancak elindeki hammaddeyi ürüne dönüştürecek ekonomik etkinliğe henüz ulaşmadığını göstermektedir. Örneğin, Rusya’yla aşağı yukarı eşit oranda petrol üreten ABD, tüketimde Rusya’nın neredeyse 10 katına ulaşmaktadır.
- Çin’in %7’ye varan petrol tüketimi ise bu ülkenin gelişen ekonomisinin bir göstergesidir. Ancak %4 gibi düşük petrol üretimi ise Çin’i hammadde açısından dışa bağımlı kılan bir göstergedir. Bu anlamda Çin enerji açısından AB ile aynı kaderi paylaşmaktadır.
II- Sömürgeler Kastında Emperyalıstlerarası Mücadele
Sömürgeler kastı, emperyalist olmayan ülkeler tarafından oluşturulmuştur. Gerek nüfus, gerek doğal zenginlikler, gerekse ekonomik açıdan emperyalist ülkelerle karşılaştırıldıklarında oldukça yoksul kalmaktadırlar. Ezilen coğrafyayı şu şekilde bölgelendirebiliriz: Orta Asya: Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri ve Tacikistan. Kafkaslar: Hazar Deniziyle Karadeniz arasında kalan bölge. Güney Asya: Hindistan, Afganistan, Pakistan ve eskiden Hint İmparatorluğuna bağlı Nepal gibi ülkeler. Güneydoğu Asya: Kore yarımadası, Çinhindi, Endonezya, Malezya gibi ülkeler. Türkiye, İran, Ortadoğu: Mısır ve doğusundaki İran’a kadar Arap ülkeleri. Kuzey Afrika: Akdeniz kıyısındaki ülkeler, Çad ve Sudan. Güney Afrika: Angola’nın güneyindeki Afrika. Orta Afrika: Kuzey Afrika ile Güney Afrika arasında kalan Afrika. Doğu Avrupa: Eskiden Doğu Blokuna bağlı olan ülkeler (Romanya, Polonya vs.). Sovyet Avrupası: Eskiden SSCB’de yer alıp daha sonra bağımsızlığını kazanmış Avrupa ülkeleri: (Ukrayna, Beyaz Rusya vs.). Güney Amerika, Orta Amerika.
ORTA ASYA
Emperyalistlerarası mücadelede Orta Asya’nın ayrı bir önemi bulunmakta. Öncelikle, bölge üzerinde bizim emperyalist kutup olarak saydığımız ülkelerin bir hakimiyet planı bulunmaktadır. Ayrıca bölge zengin enerji kaynakları nedeniyle de emperyalizmin hedefleri arasında. Yükselen emperyalist güçler olarak Rusya ve Çin’in bölgedeki etkinliğinin de AB ve ABD tarafından azaltılması gerekiyor. Bu nedenlerle Orta Asya üzerinde büyük bir hakimiyet mücadelesi yaşanmaktadır. Son olarak Kırgızistan’da yaşanan Turuncu Devrim bu bölgenin önemini göstermektedir. Orta Asya, Ortadoğu ve Kafkaslar’la birlikte emperyalistler arasında mücadelenin en kızıştığı bölge görünümündedir. Bu nedenle, bu üç bölgede daha ayrıntılı bir inceleme gerekmektedir.
Bölgede Rusya’nın SSCB’den kalma bir etkinliği hâlâ sürmektedir. Ancak Kırgızistan’da yaşanan son Turuncu Devrimle de ortaya çıktığı gibi bölge üzerinde ABD’nin de hakimiyet planları bulunmaktadır. Çin de önderliğini yaptığı Şanghay İşbirliği Örgütü sayesinde bölgede nüfuz kazanma çabasındadır. AB ise Orta Asya üzerinde pek söz sahibi değildir, ancak Türkmenistan ve Kazakistan’la ticari ilişkilerini arttırma çabasındadır.
Bölgeye yönelik temel emperyalist paylaşım mücadelesi şu şekilde gerçekleşiyor. Bölgede Kazakistan, Özbekistan ve Tacikistan’da Rusya’nın etkisi hâlâ birincil. Kırgızistan’da ise son gerçekleşen Turuncu Devrimle birlikte Akayev’in devrilmesi bu ülkeyi Rusya’dan uzaklaştırıp ABD kampına yakınlaştırdı.
Kırgızistan’da yaşanan Turuncu Devrim, ABD’nin bölgede varlık gösterdiği ilk olay değil kuşkusuz. Ancak şunu da vurgulayalım, ABD için Orta Asya, öncelikli bir bölge hiçbir zaman olmadı. Bunun birkaç nedeni bulunuyor. Öncelikle bölgede geleneksel olarak bir Rus egemenliği söz konusu ve coğrafi olarak bölge ABD’nin ulaşamayacağı bir alan olarak görülüyordu. Bilindiği gibi, Rusya bölgeyi 1800’lerin ikinci yarısında sömürgeleştirmişti. 1850’lere gelindiğinde Rusya Orta Asya’dan Afganistan’a doğru inerken Hindistan’dan batıya doğru yayılan İngiltere’yle karşı karşıya gelmiş ve bu iki ülke Pamir dağlarını aralarında sınır olarak belirleyip anlaşmışlardı. O zamandan beri, Rusya bölgenin tartışmasız tek egemen gücüdür.
Bölgedeki Sovyet egemenliği boyunca da, gerek İngiltere, gerekse İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD, bölge üzerinde herhangi bir faaliyette bulunmamıştır. “Özgürlük Radyosu”, “Hür Dünya Radyosu” ve “Amerika’nın Sesi” gibi yayınlarla Sovyet egemenliğindeki Avrupa ülkelerinde propaganda faaliyeti yürüten ABD, Orta Asya ülkelerine aynı ilgiyi göstermemiştir. Bunun yerine, ABD, Sovyetler Birliği’ni güneyden kuşatma projesini devreye sokmuştur. Özellikle, Brzezinski’nin 1977’de ortaya koyduğu “yeşil kuşak” projesiyle Sovyetler Birliği’ne komşu Müslüman ülkeleri kullanarak “Kızıl tehlikeye karşı yeşil panzehir” kullanılmaya başlandı. Sovyetler Birliği’nin 1978’de Afganistan’ı işgal etmesi ve İslamcı militanların direnişe geçmesi ABD’nin “yeşil kuşak” projesinin bir ürünü ve aynı zamanda hızlandırıcısı oldu.
ABD 1980’den itibaren Sovyet işgaline karşı Afgan mücahitlerin koşulsuz yanında yer aldı, onları lojistik ve parasal açıdan destekledi. ABD’nin Orta Asya’ya ilgisi de bu şekilde başlamış oldu. Ancak ABD’nin bölgeye ilgisi, Sovyetler’in Afganistan’ı ele geçirmesini önlemekle sınırlıydı. Sovyet işgalinin Gorbaçov zamanında bitmesiyle birlikte, ABD’nin ilgisi de ortadan kalktı. Sovyetler’in 90’ların başında adım adım dağılma süreci bile ABD’nin bölgeye ilgisinin artmasına neden olmadı. O dönem ABD’nin farklı stratejik öncelikleri bulunuyordu. Rus denetiminden koparılması en zor bölge olarak gördüğü Orta Asya’daki hakimiyet mücadelesini anlaşılan bu nedenle ertelemişti. ABD, Orta Asya üzerinde bir mücadeleye girişmek yerine Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla oluşan başka bölgelere dikkatini kaydırdı: Balkanlar ve Doğu Avrupa.
AB’nin Orta Asya’daki Etkinlıği
AB’nin Orta Asya’daki etkinliği henüz askeri ve siyasi değildir. Ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi ve alternatif enerji nakil hatlarının üretimi düzeyinde olan çalışmaları AB’nin bölgede daha uzun süre kalmasıyla birlikte şüphesiz değişecektir. Ancak yine de şunu söyleyebiliriz: AB’nin gücü bölgede ne Rusya’ya ne de ABD’ye karşı çıkabilecek boyuttadır. AB sessiz sedasız ABD ve Rusya’nın bölgedeki emellerine açıkça karşı çıkmadan kendi ekonomik etkinliğini artırma peşindedir.
Yeni İpek Yolu: Traceca ve Inogate
1993’te Brüksel’de 3 Kafkas ve 5 Orta Asya cumhuriyetinin katılımıyla, yapılan bir anlaşmayla “Avrupa-Kafkasya, Asya Taşıma Koridoru” (Transport Corridor Europe - Caucasus - Asia / TRACECA) oluşturulmuştur. Bu koridor salt bir boru lattı değildir. Amaç tarihi İpek Yolu’nun tekrar canlandırılmasıdır. Ancak AB açısından önemi Rusya’nın da ABD’nin de projenin tamamen dışında tutulmuş olmasıdır.
Koridor’un amaçları 1998 yılında yapılan “Tarihi Ipek Yolunun Restorasyonu” toplantısında imzalanan anlaşmayla “Avrupa’da, Karadeniz Bölgesinde, Kafkasya’da, Hazar Denizi Bölgesinde ve Asya’da ekonomik ilişkilerin, ticaret ve ulaştırmanın geliştirilmesi ve güvenliğinin sağlanması” olarak belirlenmiştir. Anlaşma Orta Asya ile Avrupa arasında bir ticaret koridoru kurmakta ve tüm organizasyon ve modernizasyon projelerini Avrupa’ya ihale etmektedir. TRACECA ile AB bölgede hatırı sayılır bir ekonomik etkinlik kazanmıştır. Koridor boyunca öngörülen önemli demiryolu, karayolu ve liman projelerine Avrupa Birliği mali destek sağlamaktadır. Bu gün TRACECA Programı kapsamında 52 yatırım projesi toplam (110 milyon euro) finanse edilmiştir.
AB’nin Orta Asya ile ilişkilerini belirleyen bir diğer önemli proje de Avrupa’ya Devletlerarası Petrol ve Gaz Taşıma Projesi’dir (Interstate Oil and Gas Transport to Europe / INOGATE). AB bu proje ile birlikte, yine Rusya ve ABD’yi dışarıda bırakarak Orta Asya ülkeleriyle ticari bir ilişki kurmuş ve doğal gaz ihtiyacını bu bölgeden sağlamak için önemli bir adım atmıştır. O gün kadar Doğu Avrupa üzerinden gelen Rusya doğal gazıyla ihtiyacını karşılayan Avrupa, bu projeyle birlikte, Rusya’ya olan bağımlılığından kurtulmuş ve bölgede bir etkinlik kurmuştur.
Ayrıca AB’nin Orta Asya ülkelerine yönelik mali yardımları da bulunmaktadır TACIS olarak adlandırılan bu program çerçevesinde 1991-1997 yılları arasındaki ilk dönemde toplam 3 milyar ECU’yu aşkın mali yardım yapılmıştır. AB, ABD’nin bölgeye çok fazla önem vermediği 1990-2001 yıllarını iyi değerlendirmiş, Orta Asya ülkeleriyle önemli ticari ortaklıklar gerçekleştirmiştir. 2001 sonrasında ABD’nin bölgeye ilgisinin artmasıyla ABD, AB’den bir adım öne geçmiştir. Ancak AB’nin bölgeye ilgisi şüphesiz devam etmektedir. 2001’den sonra da AB’nin bölge ülkelerine yardımları devam ettirmiş, bu bölgeye 50 milyon Euro kaynak ayırmıştır.
AB’nin bölgede çok fazla etkinlik göstermemesi ABD ve Rusya ile yaptığı bir anlaşmaya bağlanabilir. Rusya ve ABD, AB’nin Doğu Avrupa’daki etkinliğine ses çıkarmamakta, AB de Orta Asya üzerinde çok fazla durmamaktadır. Bu nedenle AB’nin kısa ve orta vadede Orta Asya’dan vazgeçtiğini söyleyebiliriz. Hele hele Kırgızistan’daki Turuncu Devrimden sonra bölgeye iyice yerleşmeye başlayan ABD’ye karşı AB’nin elleri kolları daha da bağlı kalmıştır.
Rusya’nın Orta Asya’daki Etkinliği
Bir emperyalist ülke olarak Rusya’nın temel hakimiyet alanı kuşkusuz Eski Sovyet alanıdır. Ancak, özellikle Doğu Avrupa bilindiği gibi Rusya’nın etkisinden önemli ölçüde arınmıştır. Orta Asya ise yukarıda da gördüğümüz gibi Rusya’nın en çok etkisi altında bulunan bölge görünümündedir. Sovyetler döneminde Orta Asya ülkelerindeki ekonomik yapı da bu ülkeleri Rusya’ya bağımlı kılma stratejisiyle oluşturulmuştur. Orta Asya ülkeleri Rusya ve SSCB’ye bağlı diğer Batı ülkelerine hammadde sağlayan bir işbölümüne tabi tutulmuştur. Orta Asya ülkeleri SSCB’nin dağılmasıyla birlikte bu durumun sancılarını yaşamaktadır. Bu nedenle Rusya’nın bölge üzerindeki etkisi ister istemez sürmektedir.
Bölgedeki tüm ülkelerin bir numaralı ticari ortağı Rusya görünmektedir. Üstelik Rusya planlı nüfus dağılımıyla da bölge üzerindeki etkisini sürdürmektedir. SSCB dönemi boyunca yöneticilerin yarısına yakınını Rus asıllılardan seçen Rusya, bölge ülkelerine Rus göçmenler de yerleştirmiştir. Her ne kadar bu ülkelerin bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte bu nüfus Rusya’ya doğru göç etmekteyse de yine de azımsanmayacak bir Rus nüfus bölgede görülebilir:
Rus nüfusun oranı İhracatta Rusya’nın payı İthalatta Rusya’nın payı
Kazakistan %30 %12 %37
Türkmenistan %7 --- %20
Özbekistan %6 %18 %23
Kırgızistan %18 %17 %20
Tacikistan %4 %12 %23
Rusya’nın bölgede pek çok askeri üssü de bulunmaktadır. Bu üsler, ABD’nin 11 Eylül sonrasında bölgede açtığı üslerle karşılaştırıldığında çok daha fazla askere ve mühimmata sahiptir.
Kırgızistan’da yaşanan Turuncu Devrim sonrasında Rus askeri varlığı bu ülkeden çekilmiştir. Özbekistan ve Tacikistan ise, kendilerine yönelik bir ABD operasyonundan çekindikleri için Rusya’ya daha fazla yakınlaşmıştır. Yıllardır ülkesinde bulunan Rus sınır koruma birliklerinin Rusya’ya geri dönmesini isteyen Tacikistan bu konudaki ısrarından vazgeçmiş durumdadır. Hatta Rusya Tacikistan’da yeni bir askeri üs açmış bulunmaktadır.
Bölgede Rusya’nın en büyük etkinliğin bulunduğu ülke olarak Kazakistan sayılabilir. Kazakistan Rusya’dan en çok ithalat yapan ve en büyük Rus nüfusa sahip olan ülkedir. Kazakistan’ın kuzeyi neredeyse tamamen Rus’tur. Bu bölgedeki Ruslar kendi ülkelerine geri dönme eğilimindedir, ancak Rusya Kazakistan’da kalmaları çağrısında bulunmaktadır. Kazakistan’daki Ruslar ayrımcılık yapmamakta, bölgeyi Rusya’ya bağlama gibi bir perspektife de sahip bulunmamaktadır. Bunun nedeni Rusya’nın bu ülkedeki Ruslar sayesinde etkinlik kurma isteğidir.
Kazakistan ticari olarak da Rusya’nın güdümündedir. Kazakistan temel ihracat ürünü olan petrol ve doğalgazının %70’ini Rusya’ya satmaktadır. Rusya Kazakistan’dan aldığı petrol ve doğalgazı kendi iç piyasasında değerlendirmemekte, Avrupa’ya satmaktadır. Zaten dünyanın bir numaralı doğal gaz üreticisi olan ve önemli petrol üreticilerinden olan Rusya’nın Kazak petrol ve doğalgazına ihtiyacı yoktur. Bu nedenle Rusya’nın bu ülkeden aldığı petrol ve doğalgaz aslında Kazakistan’ın başka ülkelere satabileceği ürünlerdir. Böylelikle, Rusya Kazakistan’ın kendi başına doğalgaz ve petrolünü satmasını engellemiş olmaktadır. Rusya’nın Kazakistan üzerindeki bu büyük etkinliği, ülkeyi yeni bir Turuncu Devrimin ilk hedeflerinden birisi yapmaktadır.
ABD’nin Orta Asya’daki Etkinliği
11 Eylül’e kadar, ABD’nin Orta Asya’ya bakışını 1994 yılında Dışişleri Bakan Yardımcısı Talbott’un belirttiği “Önce Rusya-Russia First” politikası belirlemekteydi. Bu politikaya göre ABD uyuyan dev Rusya’yı uyandırmamak için Orta Asya üzerinde pek fazla emele sahip olmayacak ve Rusya’yı adım adım Batı kurumlarına bağlıyarak kendi sistemine eklemleyecekti. ABD, Rusya’yı kendi sistemine katarak Orta Asya’ya dolaylı olarak hakim olmuş olacaktı. Nitekim Yeltsin döneminde Rusya ABD, AB ve NATO ile ilişkilerinde bu kurum ve ülkelere tabi olmayı kabullendi. AB ve ABD’yle herhangi bir rekabete girişmedi. Talbott’un tezine göre Rusya’nın dostluğu ABD için daha önemliydi. Rusya’nın emperyalist paylaşımda bulunmamasını kazancı Orta Asya’nın elde edilmemesinin kaybından çok daha fazla olacaktı.
Ancak ABD 11 Eylül’de yaşadığı sarsıntının altından kalkabilmek için hem güçlü bir misilleme yapma ihtiyacını hissetti, hem de dünya hakimiyetini pekiştirmesi gerektiğini gördü. 11 Eylül, ABD’nin kendi topraklarında vurulabileceğini göstermiş, bu nedenle hem mazlumlara hem de ABD’nin rakiplerine cesaret vermişti. Bu nedenle, ABD ya 11 Eylül’e “şiddetli” bir yanıt verecekti, ya da dünya hakimiyeti yarışında geri adım atmayı kabullenmiş olacaktı.
11 Eylül’den sonra Afganistan’a müdahale düzenleyen ABD, bu ülkedeki Taliban iktidarını ortadan kaldırdı ve kendi atadığı Afgan Kralı Karzai ile ülkeyi yeniden yapılandırmaya girişti. Burada Afganistan operasyonunun önemi üzerinde durmamız gerekiyor. Öncelikle, operasyon, yalnızca Taliban’a yanıt vermek ya da Afganistan’a hakim olmak için yapılmamıştır. Operasyonun amaç ve nitelikleri çok daha geniştir. Afganistan’a hakim olan ABD, bu ülke üzerinden, pek çok noktaya saldırabileceğini hesaplamıştır: Afganistan’ın batısında İran, kuzeyinde Orta Asya, batısında Pakistan ve Hindistan.
Afganistan operasyonunun ABD açısından bir başka önemi de siyasal ve ideolojik önderliğinin pekiştirilmesiydi. ABD “Uluslararası terörizme karşı savaş” doktriniyle bölgeye bir operasyon düzenledi. Bu ABD’nin elinde öyle güçlü bir koza dönüştü ki. ABD’nin önderlik ettiği her tür askeri operasyonu engellemek isteyen, bu tip operasyonları eleştiren, en azından operasyona askeri desteğini vermeyen AB ülkeleri bile, ABD’nin “uluslararası terörizme karı mücadelesinde yanında olacağı” mesajını verdi. Rusya ve Çin bile, çok kutuplu dünya paradigmalarını bir kenara bırakıp, ABD’nin bölgeye yerleşmesine ses çıkarmadılar.
ABD’nin Orta Asya’daki Etkisi Artıyor
ABD’nin bölgeye ilgisinin artması 2001 yılında bölge ülkelerine yaptığı ekonomik yardımlarda da kendisini göstermektedir:
ABD ekonomik yardımı (milyon $) İhracatta ABD’nin payı-İthalatta ABD’nin payı
Kazakistan 80 --- %9
Türkmenistan 16 --- %8
Özbekistan 150 %4 %7
Kırgızistan 50 %8 %8
Tacikistan 61 --- ---
ABD’nin Orta Asya ülkeleriyle yaptığı ticaret hacmi Rusya’yla karşılaştırıldığında şüphesiz düşüktür, ancak oranlar gün geçtikçe artmaktadır.
ABD 11 Eylül’le birlikte, öncelikle Orta Asya’daki Türk cumhuriyetlerinde üsler kurdu. Üsler ve bulundukları ülkeler şunlardır: Kazakistan: Alma Ata, Semipalatinsk, Çim Kent. Kırgızistan: Manas. Özbekistan: Hanabad, Taşkent. Tacikistan: Kulyaf, Tubet Urgan, Hodcan
ABD’nin henüz Türkmenistan’da bir üssü bulunmuyor. Çünkü Türkmenistan diğer Orta Asya ülkelerinden farklı olarak bağımsız bir dış politika izlemek istiyor ve tarafsızlık siyaseti güdüyor. Ancak ABD Türkmenistan ile Türkmen subaylarının eğitimiyle ilgili bir anlaşma imzalayarak, bu ülke üzerindeki askeri etkisini arttırmaya başladı.
ABD bu bölgeye yerleşirken birkaç stratejiyi bir arada yürüttü. Öncelikle bölgeyi Rus doğalgaz ve petrolünden kurtaracak formüller geliştirdi. Başını Brzezinski’nin çektiği bir grup stratejisyen ise, yıllardır ABD’nin Hazar petrolleri üzerinde de söz sahibi olması gerektiğinin propagandasını yapıyor. Tabii Hazar operasyonu ABD açısından sadece petrol kaynaklarına ulaşım anlamına gelmeyecek. Aynı zamanda rakipleri Rusya, AB ve Çin’in alternatif enerji kaynaklarına ulaşması da engellenmiş olacak. ABD önderliğini yaptığı ve Bakü petrollerinin Rusya’ya uğramadan Avrupa’ya nakledilmesini sağladığı Bakü-Ceyhan-Tiflis Boru hattına Kazakistan’ı da katmaya çalışıyor.
Çin
Çin’in bölgedeki etkisi gittikçe artmaktadır. Öncelikle ticari açıdan Çin, Kazakistan ve Türkmenistan ile olan ilişkilerini geliştirmektedir. Kırgızistan ve Tacikistan ile sınırdaş olan Çin’in bölge üzerinde tarihsel bir ağırlığı ve etkisi bulunmaktadır. Bölge ülkeleri Çin’in ülkelerine doğru yayılmasından çekinmektedir. Ancak özellikle Şanghay İşbirliği Örgütü vasıtasıyla Çin bölgede etkinliğini arttırmaktadır.
Şanghay İşbirliği Örgütü
Çin’in Orta Asya’da güç kazanması yolundaki en önemli uluslararası girişim Şanghay İşbirliği Örgütü’dür (ŞİÖ). ŞİÖ, Nisan 1996’da Çin, Rusya, Kırgızistan, Kazakistan ve Tacikistan tarafından kurulmuştur. ŞİÖ’nün kuruluş amacı üye ülkeler arasındaki çeşitli sınır anlaşmazlıklarını ortadan kaldırmak ve belli bir uzlaşmaya girişmektir. Çin’in sınırları olduğu Orta Asya ülkeleri, Tacikistan, Kırgızistan ve Kazakistan’dır. Ancak 2001 yılından sonra ŞİÖ’nün misyonu değiş, adım adım yerel işbirliği örgütüne dönüşmeye başlamıştır. Haziran 2002’de ne Rusya ne de Çin’le sınır olmayan Özbekistan’ın da katılmasıyla örgütün havası değişmiştir.
11 Eylül’ün yarattığı havayla, örgüt misyonuna “uluslararası terörizm ve aşırı dincilikle mücadeleyi” de eklemiştir. Bu eklemenin Çin için önemi Doğu Türkistan’daki ayrılıkçı hareketi “uluslararası terörizm” kapsamına aldırması ve ABD’nin de Doğu Türkistan Türklerinin mücadelesini terörizm olarak tanıtmasıydı. Bu şüphesiz “hinterland”ı sağlam tutan Çin için önemli bir fırsattı. Doğu Türkistan’daki ayrılıkçı eğilimleri istediği gibi bastırma garantisi alan Çin, böylelikle Türkistan’ın batısına yönelik emperyalist yayılma emellerini de zamanla yerine getirebilirdi.
ŞİÖ’ye her ne kadar Rusya da üyeyse de, örgütün önderliğini Çin yürütmektedir ve esas olarak Çin’in Batı sınırındaki uzlaşmazlıkları giderme ve Orta Asya ülkelerinin Doğu Türkistan’daki ayrılıkçı örgütlere olası yardımlarını engelleme misyonuna sahiptir. Rusya’nın ŞİÖ’ye üye olmaktaki amacı Çin’in Orta Asya’daki etkinliğini denetleme ve bölge ülkelerindeki gücünü kısıtlama amacıdır. Yani Rusya ŞİÖ’nin Çin önderliğinde kendi etkinliğini engellemesini önlemeye çalışmaktadır.
Türkiye’de Avrasyacı kesimin söylediğinin aksine ŞİÖ antiAmerikan bir örgüt değildir. Çin ile Rusya ilişkilerini geliştirme amaçlı da değildir. Örgütün amacı Çin’in Orta Asya ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmektir. ABD Çin’in bölgedeki etkisinin artmasının uzun vadede ABD’nin değil de Rusya’nın aleyhine olacağını hesapladığı için göz yummaktadır. Rusya ise kendisinin de üye olduğu bir örgütün kendi çıkarlarına aykırı gelmeyeceğinin bilincinde Çin ile bölge önderliği için kapışmaktansa Çin ile beraber bölgede etkin olmayı tercih etmektedir.
ŞİÖ, yalnızca sınır anlaşmazlıklarını giderme örgütünden de öte bir anlam kazanmaya başlamıştır. ŞİÖ sayesinde Çin’in bölge ülkeleriyle ticari ve siyasi ilişkileri gelişmiştir. Askeri anlamda da Çin ve bölge ülkeleri ortak askeri tatbikatlara başlamıştır. Son olarak ŞİÖ’nin toplantısında ABD’nin Özbekistan’daki üslerinin ne zaman kapatılacağının sorulması önemli bir gelişmedir. Gerçi Rus ve Çin yetkililer yapılan açıklamanın ABD’ye kafa tutmak anlamına gelmediğini söylese de Rusya ve Çin’in ŞİÖ’yü adım adım ABD’nin bölgedeki etkinliğini engelleme amaçlı kullanmak istediğini göstermektedir.
Çin-Kazakistan ilişkilerinde gelişme üzerinde özellikle durmak gerekir. Çin bu ülkeyle olan ticari ilişkilerini arttırmaktadır. Kazakistan’la 1997 yılında imzalanan anlaşmayla Kazakistan-Çin Petrol Boru Hattının inşasına karar verilmiştir. Çin Devlet Başkanı Hu Jintao’nun 2003 Haziranındaki Kazakistan ziyaretinde iki ülke anlaşarak 2006 Haziranına kadar 3 bin kilometrelik hattın 2 binlik ilk bölümünün tamamlanmasına karar vermişlerdir.
Orta Asya’daki Olası Gelişmeler
Dünyadaki emperyalist ülkelerin tümünün birden çıkarlarının olduğu ve hakimiyeti altına almak istediği yegane bölge bugün Orta Asya olarak gözükmektedir. Bu nedenle orta Asya’daki gelişmeler emperyalistler arasındaki çelişmelerin ortaya çıktığı ve bu çelişmelerin nasıl çözümleneceğinin cevaplarını da yattığı bir bölgedir. ABD’nin de 11 Eylül’den sonra bölgede hakim olmak gerektiğine kanaat getirmesiyle ve askeri üsler açmasıyla birlikte bölgedeki mücadele daha da keskinleşmiştir. Bölgede askeri gücü olan ABD dışında bir tek Rusya bulunmaktadır. Çin ve AB ekonomik güçleriyle bölgede etkin olmak istemektedir. Ancak ABD’nin Kırgızistan’daki Turuncu Devrimle birlikte bölgedeki statükoyu kökten değiştirmeyi amaçladığı ortaya çıkmıştır.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder