1960 Öncesi, 1980 Sonrası, Faşizme Karşı Dilekçeler. BÖLÜM 7
II. Kısım:
Sağlığımla İlgili Dilekçeler
5. Ek 24-28’de yer alan dilekçeler geçirdiğim bir hastalık nedeni ile tedavi görmediğimi ve sağlık durumu saptamam için istediğim belgelerin bana
verilmediğini göstermektedir.
İlgililer 353 Sayılı Yasanın 10. maddesinde yer alan “Askeri yargı organınca tutuklanmış veya hapsedilmiş veya askeri makamlarca muhafaza altına alınmış
veya göz edilmiş kişiler asker kişi sayılırlar” hükmünü sürekli olarak keyfi ve indi bir yoruma tabi tutarak “er kişi” sayılır şekline dönüştürmüşler ve er olarak
kabul ettikleri kişiler üzerinde de her türlü zulmün uygulanmasını kendilerinde hak görmüşlerdir.
Oysa, emekli bir subay olarak hüküm giyinceye kadar “masumiyet karinesi” uyarınca her türlü kazanılmış haklarım saklı bulunuyordu. Değil tutuklu bulunmak esir dahi olsaydım, Cenevre Sözleşmesi uyarınca (6020 Sayılı Kanun) daha insani işlem görmem gerekirdi.
Nitekim, Cenevre Sözleşmesi’nin 12. maddesinde:
“Yaralı ve hasta olanlar her halükarda saygı görecekler ve korunacaklardır.” hükmü yanında madde 44’te “Harp esiri olan subaylarla mümasillerine, rütbe ve
yaşlarına göre gösterilmesi gereken hürmetle muamele edilecektir.” kaydı da bulunmaktadır.
Halbuki dilekçelerimde de belirttiğim gibi, Haydarpaşa Hastanesi’nde hastaların konulduğu koğuşa bu devirde uygar olduğunu iddia eden uluslar hayvanlarını
dahi bağlamazlar… Bu iğrenç, vahşi uygulamanın aleti olmuş herkese teessüf ederim. Nitekim Haydarpaşa Hastanesi’nde tutuklulara yapılan muameleleri dile
getirdikten çok kısa bir dönem sonra, tutuklu bir hanım ihmalin kurbanı olarak gencecik yaşında vefat etti...
Gördüğüm sürekli işkence sonucu 3 Nisan 1973 günü kalbimden rahatsızlandım.
Gecesi Ceza ve Tutuk Evinde mütehassıs doktor tarafından elektro-kardiyograf im çekildi. Doktor elektrodan hastalığımın önemini anlamış olmalı ki 4 Nisan 1973 sabahı sedye ile hastaneye kaldırıldım. Anlayamadığım bir nedenle ilk önce Çamlıca Askeri Hastanesi’nde elektrom çekildi sonra da Haydarpaşa
Askeri Hastanesi’ne yatırıldım. Sedye ile taşınmam birkaç saat sürdü. Nihayet kendimi Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nde bir izbede buldum. Bu izbede
yatmaktansa ölmeyi tercih ettiğim için, her türlü cezayı göze alarak ilgililere çok ağır hakaret ettim. Bu hakaretlerime o anda aynı koğuşta bulunan başta Alp
Kuran dahil görevli kişiler de tanık oldular. Ne yazık ki, ilgililer, yasadışı uygulamaları sahneye çıkmasın diye, hakaretlerime yutkunmayı yeğlediler.
Sonuçta tedavi görmeden Ceza ve Tutuk Evine gönderildim. İşkencecilerle birlikte çalışan bir askeri hastanede tedavi görmek olanaksız olduğundan, sağlık
durumumun dışarıda kendi olanaklarımla saptayabilmek için çekilen üç elektro ile tahlil sonuçlarını 12 Nisan 1973 tarihli bir dilekçe ile İstanbul Sıkıyönetim
Komutanlığından istemiştim. (Ek-25)
Tüm başvurmalar yanıtsız bırakıldığı için, bu dilekçeme de yasal süre olan bir ay içinde, olumlu ya da olumsuz bir yanıt alamadım. Bunun üzerine, İç Hizmetler
Kanun ve Yönetmeliğinin “şikayet edilen makam atlanır” kuralından hareketle durumu; 12 Haziran 1973 tarihli bir dilekçe ile (Ek-25) mahkeme aracılığı ile
“Başbakanlık” ve Kara Kuvvetleri Komutanlığına bildirmek istedim. Mahkeme dilekçemi kabul etmedi ve bu hususu duruşma tutanağına da geçirmedi. Bunun
üzerine dilekçemin avukatıma verilmesini istedim.
Bu dileğim kabul edildi.
Avukatıma verdiğim dilekçeler ilgili makamlara ulaştırıldı. (Hazırlık Soruşturması nın Eleştirisi 2. Klasör I. Kısım’da belirttiğim gibi, aynı gün -12 Haziran 1973- işkence savlarımın incelenmesi için mahkeme kanalıyla Başbakanlık ve Genel Kurmay Başkanlığına göndermek istediğim dilekçeler de aynı yoldan ilgili makamlara ulaştırılmıştı.)
Sağlığım konusunda, gereği için Başbakanlık, bilgi için Kara Kuvvetleri Komutanlığına gönderdiğim bu dilekçelerime de yasal süresi içinde yanıt
verilmedi. Ancak aradan bir ay geçtikten sonra 7 Temmuz 1973 günü, görevli bir subay, “sağlığım konusunda şikayetim olduğu adli müşavirlikçe bildirildiğini,
onun için doktor asteğmene muayene olmam gerektiğini” bana bildirdi.
Bu muayeneyi kabul etmedim. Nasıl edebilirdim ki…
Hastanenin bakım ve tedavisinden şikayetçi olduğum için, savım ancak 353 Sayılı Yasanın 62. maddesi gereğince kurulacak bir bilirkişi ile incelenebilirdi.
Kaldı ki böyle bir mekanizma içinde her kuruma karşı güvencemi yitirdiğimden ilgililerden sadece çekilen elektrolarla tahlil sonuçlarını istiyordum.
Bu durum üzerinde İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına 9 Temmuz 1973 günü bir dilekçe vererek (Ek-26) sağlığım konusundaki istemlerimi yineledim ve bu
konuda ihmali görülenler hakkında kanuni muamele yapılmasını istedim.
Ek-25’teki Başbakanlık ve Kara Kuvvetleri Komutanlığına gönderdiğim dilekçeden de anlaşılacağı gibi, tüm işlemlerde olduğu üzere, bu konuda da baş
sorumlu Türün’dü; ben ise Ek-26’daki dilekçe ile kendisinden suçluluğunun saptanılmasını istiyordum.
Kuşkusuz amacım bu olamazdı. Gayem onun ilkel yönetim tarzını belgesel olarak tarih önünde saptamaktı.
18 Temmuz 1973 günü görevli subay; usulen belge vermemek kuralına bağlı kalarak benimle bu konuda yeniden görüşmek istemesi üzerine 23 Temmuz 1973 günü, aynı konuda dördüncü dilekçeyi verdim. (Ek-27)
Ve sonuçta fotokopisi (Ek-28) sunulan 2 Ağustos 1973 tarihli raporu aldım.
Rapor istemimin karşılığı değildi. Çünkü; II. Kısım’da bulunan (Ek 24-28) dilekçelerimde görüldüğü gibi, sadece çekilen elektrokardiyogramlar ile tahlil
sonuçlarını istiyordum.
Buna rağmen ilk müracaatımdan 4 ay sonra da olsa Faik Türün Sıkıyönetiminden yazılı bir belge elde etmek benim için büyük bir başarıydı…
Alınan raporu elektrolarımı çektiği anlaşılan Kardiyolog Binbaşı Doğan Toraman imza koymamış olmalı ki “izinli” kaydı ile yetinilmiş olduğu görülüyor. Oysa
dilekçelerimde de belirttiğim üzere, kardiyoloğun gösterdiği lüzum üzerine hastaneye kaldırıldığım halde, aynı gün (4.4.1973) kardiovarkülen sistemin tabii
bulunduğu hakkındaki raporun doğru olduğunu kabul aklen dahi olanaksızdır.
Esasen yetkili tabibin de bu tertibe alet olmamak için imza koymadığı anlaşılıyor.
Rap orda imzası bulunan ikinci kişi; Cumhur Kayadelen adlı ruh ve sinir hastalıkları mütehassısıdır. Değerli bir tabip ve şerefli bir kişi olduğunu duyduğum bu kişi, halen İzmir’de sivil olarak hizmet vermektedir. Koşullar elverdiğinde bildiği gerçekleri, Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nin işkencecilerin hastanesi olduğunu, açıklarsa tarihe hizmet etmiş olur.
Her işkence uygulanan ülkede, işkencecilerin hem doktorlarının hem de hastanelerinin bulunmakta oluşu, tabiplik mesleği için tehlikeli bir gelişmedir.
Deontoloji okuyan ve Hipokrat’ın yemini ile mesleğe başlayan tabipler ve tabip odaları, bu tehlikeli akıma karşı çıkmalıdır. Örneğin Ankara Tabip Odası bir
“işkenceci doktor”a karşı şerefli bir kavga vermesine karşın, ihmal sonucu tutuklu kişilerin ölümüne neden olduğu halde Haydarpaşa Askeri Hastanesi ve onun işkenceci tabipleri eleştirilmiş değildir.
İşkenceci tabiplerin kimler olduğunu öğrenmek mi istiyorsunuz? İşkence iddialarıyla ilgili raporlara bakmak yeterlidir. Çoğunlukla aynı kişilerin imzasını
göreceksiniz ve onları saptamış olacaksınız…
Türkiye’de bu görev yapılmış değildir. Oysa Yunanistan’da 404 Nolu Askeri Hastane işkencecilerin hastanesi olarak saptanılmış bulunmaktadır.
İlgililerin sağlık konusundaki yasal istemlerini ısrarla yerine getirmekten kaçınmalarının nedeni işkence sonucu kalbimin rahatsızlandığını iddia etmemi
önlemek için başvurulmuş bir yöntemdi…
Ceza ve Tutuk Evinden çıkınca üniversitede çektirdiğim elektroradiyagramda “kalp spazmı” geçirdiğim saptanılmıştır. Belgeleri bendedir. Bu durum, bile bile
ölüme terk edildiğimi ve kasti olarak tedaviye tabi tutulmadığımı göstermektedir.
III. Kısım:
Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu’yla İlgili Dilekçe
“Bomba Davası” duruşmalarının başladığı gün (4 Mayıs 1973) saat 19.00 “Haber Bülteni”nde; yasalara, hukuka ve hatta ahlaka sığmayan bir anlayışla, mahkeme hükmünden önce, kamuoyunu aleyhimde etkilemek amacı ile, mülga 1 Nolu Mahkemenin kararları hiçe sayılarak suçlandım. (Ek-30)
Bu durum üzerine 7 Mayıs 1973 günü (Ek-29) mahkemeye bir dilekçe vererek Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumunun yasalarımıza aykırı düşen yayınlarına
son verilmesi ve sorumluları hakkında yasal soruşturma yapılmasını istedim.
(Duruşma Tutanağı Sahife No: 11) Mahkeme, dilekçemi Askeri Savcılığa göndermek kararı aldı. (Duruşma Tutanağı Sahife No: 11)
TRT’yle ilgili dilekçem Başbakanlığa gönderilmiş olmalı ki 6.6.1973 tarih ve Başbakanlık Müsteşarlığının 2/41 sayılı yazısıyla cevaplandırıldı.
Verdiğim dilekçeyi, haber bültenini ve Başbakanlık yazısının suretlerini takdim ediyorum. Musa Öğün TRT’si ile Talû’nun Başbakanlık yönetim felsefesini
gösteren bu belgenin kendisi konuşmaktadır…
Mahkemeye çıkarıldığımız gün, hiçbir davaya nasip olmayacak ölçüde yayın yapan TRT, tahliye olduğumuz gün sadece “Bomba Davasının tutuklu 8 sanığı
tahliye olundu” diye bildirirken, aynı gün bir başka davadan tahliye olunan kişileri ismen açıklıyordu…
Böyle bir tavrı, İsmail Cem’in TRT’sine yakıştıramadığımdan, TRT gibi önemli bir örgütte tüneyen, gizli örgütler mensuplarının marifeti olarak kabul ettim. Ve bu
durumu tahliyemin hemen ertesi günü (22 Mayıs 1974) bir mektupla TRT Genel Müdürü Cem İpekçi’ye duyurdum.
IV. Kısım:
Ceza ve Tutuk Eviyle İlgili Dilekçeler.,
1963 yılında Mamak Askeri Ceza ve Tutuk Evinde yattım. O tarihlerde gene Sıkıyönetim vardı ve Sıkıyönetim Komutanı Tural’dı.
O dönemde de Genç Kemalistler Ordusu’nun birkaç sanığının MİT’te işkence ile sorgulanmasına karşın, 21 Mayısçıların sorgulanmasında yaygın bir işkence
iddiasında bulunulmamış ve ilkel bir anlayışla saç kesilmeye tenezzül edilmemiştir.
Mamak Cezaevinde bulunduğumuz sürece; gazete, kitap okumamıza ve radyo dinlememize müsaade edilmediği gibi hasta dahi olsa ne tek kişiye ilaç verilmiş
ne de hastaneye gönderilmiştir. Buna karşın havalandırma muntazaman yapılmış, sanıklar yönetmelikler gereğince sınıflandırılarak ayrı ayrı ko-ğuşlara
konulmuş ve onur kırıcı sırf rahatsız etmek amacı ile düzenlenmiş aramalar yapılmamış ve avukat görüşmeleri dinlenilmemiştir.
Tural her ne kadar etrafına dehşet saçan bir kişi olarak görünüyorsa da, biz onun “karanlıkta şarkı söyleyen” türden bir kişi olduğunu iyi bilirdik.5 Onun için, 27 Mayıs’ta hem vardır, hem yoktur. 27 Mayıs’tan sonra imzalanan protokoller deki durumu da hemen hemen aynıdır. 21 Mayıs gecesi Konya’daki durumun en yakın tanığı Kurmay Başkanı Tümgeneral Nihat Aslantürk’tür. Herhalde Aslantürk, Tural’ın 21 Mayısçılara karşı Sıkıyönetim Komutanı olarak gösterdiği
tavra epeyce gülmüştür. Neyse…
Sıkıyönetim Komutanı Tural’ın sorumluluktan kaçınan ve ürken bir kişi olduğunu bildiğim için; onun da yasadışı tutumunu tarih önünde saptamak için sürekli
olarak dilekçeler veriyordum.
Bu dilekçelerimin birini aldığında dilekçeyi kendisine gönderen Ceza ve Tutuk Evinde görevli Piyade Binbaşı Necdet Erzeren’i çağırarak, dilekçenin kendisine
neden gönderildiğini sorar.
Binbaşı davranışının yasal nedenlere dayandığını açıklaması üzerine Tural kızarak bağırır:
“Bu heriflerin dilekçesini bana göndermek şöyle dursun, işkence edeceksiniz.” diye...
Binbaşı şerefli bir kişidir. Uşak değildir. Yanıtını verir…
“Yassıada örneği yeni oldu. Böyle bir arzunuz varsa, yazılı emir veriniz.” diye...
Piyade Binbaşı Necdet Erzeren, 6 ay önce geldiği Ankara’dan ertesi gün Amasya’nın Carcurum’una sürülmüştü ama şerefini korumuştu. Bugün de
kendisini hürmetle anıyorum…
Selimiye Ceza ve Tutuk Evinde ise; yemekler muntazaman er yemeği kalitesinde çıkmış ve ilaç aksatılmadan verilmiş olmasına karşın, bir öc alma aracı
sayılarak herkesin saçları kesilmiştir. “Seçimlerden hemen sonra toplu saç kesme bunlar arasındadır.” Havalandırma hiç yapılmamış; herkese kelepçe takılmış, tutukluları rahatsız etmek amacı ile Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarına yakıştıramayacağımız toplu ve bireysel aramalar yapılmış, avukat görüşmeleri dinlenmiş, zaman zaman sanıkların bazıları tek tek idareye çağrılarak dövülmüştür. Ben de dahil olduğum halde bazı kişiler kanunsuz olarak hücrede tutulmuş, sanıkların yasal statüsü nazarı itibare alınmadığı gibi Ceza ve Tutuk Evlerinde yapılması zorunlu olan sınıflandırma yapılmamış ve en önemli olarak da personelin bazıları gizli örgütlerle çalıştığı için, içeriye soktukları ajanlarla ve kendilerinin çeşitli gruplar ve kişiler arasında sürtüşme ve kavgalara neden olmuşlar bu kavgaları ve bölünmeleri kendi amaçları doğrultusunda kullanmışlardır. Bu tavrın nedenlerini bu bölümün başında ST 31-15 ve David
Galula’nın Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri adlı yapıtlara dayanarak açıklamıştım.
12 Ceza ve Tutuk Evi idaresince, zaaflarından yararlanılarak kullanılmak istenilen bir kişi intihara teşebbüs etmek durumuna düşürülmüştür.
İddialarımı kanıtlamak için Hasan Bal adlı sanığın dilekçesini ilişikte sunuyorum.6
10 Kasım 1972 günü, Ceza ve Tutuk Evi idaresince verilen talimatla bu kişi ile üzerimde Atatürk’le ilgili bir konuda provokasyon düzenlenmiş, fakat uyanık
davrandığımdan başarılamamıştır.
Ayrıntılarıyla saptadığım bu olay ve benzerlerini zamanı gelince açıklayacağım.
Bütün bu iğrenç uygulamalardan dolayı görevli olan kişilerin tümünü suçlamıyor, hatta bir bakıma büyük bir çoğunluğunu mazur görüyorum. Tüm kader ve
gelecekleri, bir kişinin kaleminden çıkacak olan bir miligram mürekkebe bağlanmış, kişilerin tümünden Piyade Binbaşı Necdet Erzeren’in tavrını
beklemek yersizdir.
Biliyorsunuz 12 Mart’tan sonra, subay, astsubay ve asteğmen öğrenci sicil yönetmeliklerinde yapılan bir değişiklikle sicil amirleri istediği anda subay,
astsubay ve askeri öğrencileri “ yasa dışı görüşleri benimsemek” gerekçesiyle Türk Silahlı Kuvvetlerinden atabilmektedir.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir zulmün aracı olmasını önlemek isteyen güçlerin vermesi gereken ilk yasal kavga, sözü edilen yönetmeliklerin kaldırılması
olmalıdır. Böyle bir uygulama olan ülkede “hukuk devleti”nden söz edilemez.
Kendilerini mazur gördüğümüz büyük bir çoğunluk, sicil yönetmeliği baskısı ile kontrol altına alınırken gizli örgütlerle ilişkili, o örgütlerle ilgili kurslardan
geçirilerek indoktrine edilmiş küçük bir azınlık her sanığı komünist dolayısıyla düşman görerek, yasadışı yöntemleri büyük bir aşkla ve şevkle uygulamışlardır.
Örneğin, Ceza Evinde bu durumda olan birkaç küçük rütbeli subay, tüm yetkileri kontrollerinde bulundurarak bu uygulamaları fiilen yürütmüşlerdir.
Bu karakterde ve vasıftaki kişilerin, safları arasında şerefle görev yaptığımız Türk Silahlı Kuvvetlerine faydalı olduklarına ve olacaklarına inanmadığımız için
kendimizi hiçbir zaman affetmeyeceğiz.
Ceza ve Tutuk Evi yönetiminde saptadığım, yönetmelik dışı uygulamaların düzeltilmesi için ilgili makamlara gereken müracaatların yapılması için,
hazırladığım notları Ek-33’te dinleyici subay önünde okuyarak avukatıma vermek istedim. Müsaade edilmemesi üzerine yetkili bir kişi çağrılmasını istedim. Ceza
Evinde görevli Piyade Binbaşı karşıma geldi. Durumu kendisine anlattım ve ilgili yasa maddesini hatırlattım. Ceza Evinden şikayetçi olduğumu ve yasa gereğince
şikayet edilen makamın atlanacağını buna rağmen notlarımın niteliğini ilgili subayın öğrendiğini söyledim. Binbaşı kös dinliyordu. Sonuçta verilecek cevabı
kalmadığı için “burası hapishane” demekle yetindi... Bir binbaşının kendi rütbesini 14 sene önce taşıyan bir kişiye verdiği bu cevaptan ben utandım.
Avukatım, dinleyici subay ve iki nöbetçi er yanında Binbaşıya layık olduğu yanıtı verdim.
Binbaşı mazurdu. Gizli örgütün adamı olmadığı rütbe ve makamının görevlerini kullanamamasından belli idi. Belki de dinleyici subay, gizli örgütün adamıydı.
Onun karşı çıktığı bir şeyi nasıl değiştirebilirdi…
Ek-34’teki dilekçe kelepçeyle ilgili olarak 7 Mayıs 1973 günü mahkemeye verilmek istenmiş idari bir konu olduğu için alınmamıştır. Uygulamanın sorumlusu olanlara dilekçe vermenin gereksizliğine inandığım için dilekçe bende kalmıştır.
8. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder