25 Ekim 2020 Pazar

BİR İHTİMAL DAHA VAR!

BİR İHTİMAL DAHA VAR!




İşçi Partisi, Aydınlık ve Ulusal Kanal çevresinin Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan, İhsanoğlu ve Demirtaş’ın dışında Cumhuriyetçi, laik ve demokrat güçlerin tercih edebileceği bir üçüncü aday çıkarmak için son dakikaya kadar mücadele ettiği biliniyor. Bu bağlamda CHP içinden bazı milletvekillerinin de desteğiyle Emine Ülker Tarhan’ın adaylığı gerçekleştirilmeye çalışıldı, ama aday olmak için gerekli olan 20 milletvekilinin desteği sağlanamadığından bu girişim başarısızlıkla sonuçlandı. Dolayısıyla Ağustos ayında Cumhurbaşkanlığı yarışı bir “BOP eş başkanı”, bir “Osmanlı hayranı İslamcı” ve bir “bölücünün” arasında olacak ne yazık ki…

Peki, Cumhuriyetçi, laik, demokrat güçler ne yapacak? Her şey bitti mi artık?
Örneğin Cumhuriyetçi güçler de 4 Temmuz akşamı Can Ataklı’nın Ulusal Kanal ekranlarından yaptığı gibi, isim vermeden, ama diğer bütün seçeneklerin olmazlığını vurgulayarak sonunda Ekmeleddin İhsanoğlu’na oy vereceğini mi ilan etmeli?

Cumhuriyetçi güçlerin kendilerine dayatılan Ekmeleddin İhsanoğlu seçeneği karşısında Can Ataklı gibi boyun eğmek dışında başka bir seçenekleri yok mu gerçekten?

Bu soruya bir yanıt vermeden önce, bir an için seçime Cumhuriyetçi güçlerin de bir adayla katıldığını varsayalım. Örneğin bir an için, Emine Ülker Tarhan’ın aday olması için gerekli olan 20 milletvekilinin imzasının elde edildiğini ve Tarhan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimine 4. aday olarak katılma hakkını elde ettiğini düşünelim.
Peki, o zaman ne olacaktı?

10 Ağustos günü, sandık başına gidecek ve Emine Ülker Tarhan için oy kullanacaktık. Amaç, Emine Ülke Tarhan’ın Ekmeleddin İhsanoğlu’ndan daha fazla oy alarak ikinci tura kalmasını sağlamak ve böylece ikinci tur oylamada Erdoğan’a karşı Cumhuriyetçi oyların toplanacağı bir direniş cephesi yaratabilmekti. Emine Ülker Tarhan’ın adaylığının tartışıldığı günlerde, Erdoğan’ı durdurabilmenin tek formülü olarak, özelikle Doğu Perinçek tarafından savunulan görüş bu değil miydi?
Bugün artık kesinleşti ki Cumhurbaşkanlığı seçimi sadece üç adayın katılımı ile yapılacak ve ne yazık ki bu stratejinin uygulanması mümkün değildir. Ama her şey yine de bitmiş değil. Eğer Emin Ülker Tarhan seçime aday olarak katılsaydı, sandığa gidip onun birinci turda en çok oy alan iki adaydan biri olması için oy kullanacak olanlar, bence bugün de hâlâ bir şeyler yapabilirler. 10 Ağustos günü, yine sandığa gider ve BOŞ OY kullanırlar! Kısacası biz Cumhuriyetçi, laik demokrat güçlerin Cumhurbaşkanlığı seçiminde adayımız “BOŞ OY” olur!

Mesela bu şekilde davranılacak bir seçimde birinci tur sonunda şöyle bir sonuç ortaya çıkarsa bu nasıl yorumlanmalıdır?

ERDOĞAN: % 45
İHSANOĞLU: %22
DEMİRTAŞ: %7
BOŞ OY: %26

Bu durumda yasal olarak ikinci tur oylamaya Erdoğan ve İhsanoğlu katılma hakkını elde ederler. Ama birinci tur öncesinde Cumhuriyetçi, laik ve demokrat güçlerin birinci tur oylamada sandığa gidip BOŞ OY kullanacaklarının propagandası iyi yapılırsa, şu açık bir şekilde görülecektir ki, yasal sonuç ne olursa olsun bu, toplumsal gerçeği yansıtmamaktadır.

Böyle bir davranış tarzının iki sakıncası vardır: 
Birincisi, açıktır ki hukuksal sonuç almak olanaklı olmayacaktır.
Yani en nihayetinde ikinci tur oylama yine Erdoğan ile İhsanoğlu arasında olacaktır.

İkincisi de bu biçimde BOŞ OY kullanmak amacıyla sandığa gidip bir anlamda gövde gösterisi yapılsa bile, bu davranış en sonunda bu düzmece seçime, bu danışıklı dövüşe bir tür hukuksal geçerlilik, bir meşruiyet kazandıracaktır.
Ne var ki bu olumsuzlukların yanında elde edilecek bir kazanım vardır ki,
bence ilk iki sakıncayı dengeler.

Eğer Cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci turunda BOŞ OY’ların sayısı en azından sıralamada ilk iki arasında yer alırsa, başka bir anlatımla BOŞ OY’lar Ekmeleddin İhsanoğlu’na verilecek oylardan daha çok olursa,  o zaman bu ülkede Cumhuriyetçi, laik, demokrat güçlerin hâlâ var olduğu; bu tür düzmece seçimlerle, dayatmalarla Cumhuriyeti tasfiye etme girişimlerine kimsenin meşruiyet kazandıramayacağı bütün dünyaya gösterilmiş olur.

Böyle bir seçenek Can Ataklı gibi, en sonunda boyun eğip “ne yapalım başka yapacak bir şey yok ki?” demeye getirerek üstü kapalı bir şekilde Ekmeleddin İhsanoğlu için destek vereceğini açıklamaktan çok daha onurlu ve çok daha işlevseldir.

Bu önerdiğim seçeneğin daha radikal olanı, hiç sandığa gitmemek ve seçime katılım oranını en azından yüzde 70 altına düşürmektir. Bu ikinci seçeneğin daha az göze batıcı ve ses getirici olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, eğer kitlesel olarak yapılabilirse ve sonunda boş oylar en azından % 20’ler düzeyine çıkarılabilirse, sandığa gidip BOŞ OY kullanmanın da aslında Cumhuriyetçi, laik, demokrat güçlerin sesini duyurması için etkin bir yol olduğu açıktır.
Ayrıca böyle bir seçenek, Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında gündeme gelecek CHP Olağanüstü Kurultay’ında Cumhuriyeti güçlerin elini güçlendirecek, Kılıçdaroğlu ve ekibinin tasfiyesini daha da kolaylaştıracaktır.
Kısacası, her şey bitmiş değil. Mücadele son dakikaya kadar sürmelidir. Hele ki sözkonusu olan Cumhuriyet, laiklik ve demokrasi mücadelesi ise umutsuzluğa kapılmak, teslim olmak asla düşünülmemelidir.

Ne güzel diyordu Nazım:

Mesele esir düşmekte değil,
Teslim olmamakta tüm mesele…

SERDAR ANT
5.7.2014

BEYAZ,

BEYAZ, 


Serdar Ant
   
Türk Siyasal yaşamı üzerine konuşurken, Siyasal aktör olarak dikkate almamız gereken unsurlar nelerdir?

Siyasi Partiler1

Kuşkusuz ilk akla gelen siyasi partilerdir. Sivil toplum örgütlerini, meslek kuruluşlarını, toplum üzerinde etki sahibi olan kimi aydınları, sınıfsal karakteri ortada olan medyayı da yine bu çerçevede sayabiliriz. Ama ilk aşamada en göze batan, en etkin aktörler siyasal partilerdir.Türkiye’nin bugünkü koşullarında siyasal partilerin, özellikle de Meclis’teki iki büyük muhalefet partisi olan CHP ve MHP’nin tatmin edici bir seçenek olmadıkları ve etkili bir muhalefet sergilemedikleri ortadadır.

MHP

Örneğin, MHP’nin özellikle 22 Temmuz seçimleri sonrasında büyük bir hayal kırıklığı yarattığı inkâr edilemez bir gerçektir. Seçimler öncesinde “Apo asılsın” diyerek meydanlara ip atıp duygu sömürüsü yapan ve oy avcılığına soyunan, ama seçim sonrasında PKK uzantısı DTP’nin milletvekilleri ile el sıkışan bir partinin inandırıcılığı kuşkuludur artık. Üstelik iş bununla da bitmemektedir. Avrupa Birliği’ni savunan MHP’dir, ABD ile stratejik müttefik olmanın gereklerini en iyi kendisinin yerine getireceğini iddia eden MHP’dir, liberal ekonomi taraftarı olan MHP’dir, özelleştirmeler konusunda “uslu siyaset” yapan MHP’dir, türbana destek veren MHP’dir. Bu liste uzar gider.

CHP

CHP’ye gelince, onun da MHP’den temelde hiçbir farkı yoktur aslında. Ne ABD ile ilişkiler, ne AB, ne ekonomi, ne de diğer meselelerde… Örneğin Cumhuriyeti kuran partinin bugünkü lideri, Atatürk’ün ölümünden sonra karşıdevrim sürecini tetikleyen “ikinci adam” İsmet İnönü’nün 1963'te açtığı yolda inançla yürüdüğünü göstermek istercesine AB üyeliği konusunda şunları söylemekten çekinmemekte dir: “Biz bu projeyi başından beri istiyoruz. Türkiye’nin tam üyeliği için AB’de irade var mı, yok mu? Asıl mesele bu. Tam üye olacaksak 20 yıl da 30 yıl da bekleriz, ama tam üye yapılacağımızı bilirsek daha iyi motive oluruz.” (Milliyet, 11.4.2008)

AKP, DSP, ANAP, DP, SHP ve diğerleri

Bu bağlamda AKP, DSP, ANAP, DP, SHP ve diğerleri için de aynı şeyler, şu ya da bu derecede geçerlidir. Sonuçta bütün partilerin aynı kumaştan olduğunu iddia etmek bir abartma olmaz.

Türk siyasal yaşamı yıllardır bir kısır döngü içinde debelenmektedir İşte bu nedenle Türk siyasal yaşamı yıllardır bir kısır döngü içinde debelenmektedir. İlkesizlik ve ikiyüzlülük artık kanıksanan davranışlar olmuştur. Siyaset, program ve proje ekseninde değil (çünkü bu düzlemde partiler arasında hiçbir fark yoktur!), lider merkezli olarak yapılmaktadır. Bunun doğal bir sonucu olarak partiler, liderlerin kişisel mülkü haline gelmiştir. Parti içi siyasette, en büyüğünden en küçüğüne kadar hiçbir partide ne özgürlük ne demokrasi vardır. Siyasal yaşamda yıllardır egemen olan, bir liderler oligarşisidir aslında. Örneğin bugün “merkez-sol” CHP’de siyaset yapan, ama geçmişte merkez-sağ bir partide yetkili konumlarda bulunmuş ünlü bir siyasetçinin “partileri, genel başkanlar ve genel başkanın etrafındaki heyetler yönetirler. Yoksa dışarıdan, ‘ben de varım, benim de hakkım var, benim de fikrimi alın’, gibi yaklaşımlardan bir hayır çıkmaz.” şeklindeki sözleri hiçbir tepki görmemekte, gerçeğin dile getirilmesi olarak kabullenilmektedir. Laik şeyhlerin liderliğindeki laik tarikatlar haline gelen partilerde, siyasal yaşam bir şeyh-mürit ilişkisini aratır çerçevede şekillenmekte dir. Bilindiği gibi, şeyh-mürit ilişkisinin belirleyici özelliği dinsel niteliği değildir. İlişkiye şekil veren nitelik itaattir, mutlak sadakattir. Müridin şeyhine bağlılığı sorgusuz sualsiz, körü körüne benimsenen bir inanç üzerinde yükselen, aklın süzgecinden geçirilmeden içselleştirilen bir itaat ve sadakat duygusu temelinde boy verir. Şeyh her zaman haklıdır, hikmet sahibidir, ne söylese doğrudur, yerindedir. Eleştiriden bağışıktır. Hatta eleştirilebilir olduğu düşünülemez bile… Dokunulmazdır. Deyim yerindeyse bir tür küçük Tanrı’dır! Bu nedenle mürit bağımlı bir “kişiliktir”. Ne aklı, ne vicdanı, ne de irfanı hürdür. Özgürlüğü ve bağımsızlığı bir karakter özelliği haline getirememiş olduğundan, aklının değil şeyhin kılavuzluğuna ihtiyaç duyar. Birey olduğunu sanır, ama ağanın marabasından, padişahın dalkavuğundan farkı yoktur. Bunun için de kendi eksikliğini, boyun eğdiği şeyhini yücelterek gidermeye çalışır. Ve sonunda şeyh uçar! Ama o güzel deyimde belirtildiği gibi, şeyhi uçuran mürittir aslında! Bu zihinsel yapı çerçevesinde şekillenen kulluk ilişkisi, günümüz Türkiye’sinde sadece tarikatlarda ve cemaatlerde değil, siyasal partilerde de egemendir.

TSK, BOP ve Türban
Güneş Operasyonu
Tahmin, Tevil ve Takdir
Siviller ve Askerler
ABD ve AB'nin Kucagindaki Yönetim
ABD’nin Hedefi
Hain?
Genelkurmay Başkanları
Bir Türkiye Analizi
12ler
ABD ve Darbeler
ABD Hizmetindeki F-16'lar  
Ordu

Bu bağlamda Türk siyasal yaşamında bir başka aktör öne çıkmakta, en azından kitlelerin gözünde bir umut haline gelmektedir: Türk Silahlı Kuvvetleri ya da ordu… Bu nedenle (belki biraz paradoksal görünebilir) ordunun da en az siyasal partiler kadar eleştirel bir gözle değerlendirilmesi, mercek altına alınması zorunludur. Öte yandan eleştiri bir beklenti ile yapılır. Ne kadar sert olursa olsun, özünde bir umudu, bir değişim beklentisini içerir. Ne olduğu ve yıllardır aynı çizgide ısrarla devam etmeleri nedeniyle de artık değişemeyecekleri ortaya çıkmış “parti” denilen laik tarikatların eleştirilmesi zaman kaybından başka bir şey değildir artık.

Asker ve Siyaset

Ordu bağlamında düşünmeye başlayınca ilk akla gelen soru, askerin siyasal yaşamda bir etkisi, bir rolü, bir ağırlığı olup olmadığıdır. Kısacası, asker siyasetin dışında mıdır Türkiye’de? Bu soruyu yanıtlamadan önce, bir parantez açıp bir noktayı açıklığa kavuşturmak yanlış anlaşılmamak için zorunludur. Bu yazı çerçevesinde “ordu” derken işaret etmek istediğim, ordu adına karar alıcı konumda olanların varlığıdır. Yaptığımız konuşmalarda, yazılarımızda aslında bu karar alıcıları eleştiriyor ya da destekliyoruz. Bu alınan kararlar neticesinde şekillenen ordunun tavrı ve izlediği politikalar, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin her üyesi (ya da üyelerinin çoğunluğu) tarafından paylaşılmakta mıdır bilinmez, ama bizim ordumuzun en önemli özelliklerinden biri disiplin anlayışıdır. “Emir, demiri keser” biçiminde de ifade edilen bu özellik, en basit bir “er-erbaş” ilişkisinde geçerli olduğu gibi, hiyerarşinin en üst basamakları için de geçerlidir. Bu durumda herhangi bir konuda ordu içinde bir oy ya da görüş birliği olmasa bile, son tahlilde en üst makamlarda ve kilit konumlarda olanların demiri bile kesen emirleri bağlayıcı olur. Onun için ordu soyutlaması, siyasal ilişkiler düzleminde, aslında ordunun yönetiminde kilit konumda olanları ve onların tutumlarını simgeler.
Kuşkusuz bütün siyasal sistemler, bir anlamda, belli bir askeri gücün varlığına dayanır. Dolayısıyla askerin mutlak anlamda siyaset dışı olduğunu iddia etmek zaten mümkün değildir. Ama Türkiye’de askerin siyasete ilgisinin birçok başka ülkeden daha farklı ve yoğun olduğu da su götürmez bir gerçektir. Türkiye’nin tarihsel, kültürel, sosyal koşullarından ve dışa bağımlığından kaynaklanan bu ilginin ve askerin siyasetle iç içeliğinin gerekli olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur, ama bunun bir olgu olduğu inkâr edilemez. Siyasetle bu derece iç içe olan bir kurum, ister istemez onun yarattığı kirlenmeden ve yıpranmadan da etkilenir. Hele ki Türkiye gibi emperyalizme bağımlı bir ülkede, siyasal yaşamın gelgitleri orduyu da vurur ya da ordu da aslında bu gelgitler çerçevesinde bir rol sahibidir zaten.

Ordunun tavrı, izlediği politikalar ve tutumu

O zaman orduyu, siyasal-ideolojik ilişkiler düzleminde siyasi partilerle aynı kategoride değerlendirmemek için ordunun partilerden farklı bir siyasal duruş ve yöneliş içinde olması; üstelik bu duruş ve yönelişin salt söylemle sınırlı kalmayıp, siyasal pratiği belirleyecek bir eylemliliği, kısacası somut açılımları da içermesi gerekmez mi ? Açık konuşmak gerekirse, örneğin yukarıda siyasal partileri eleştirirken değindiğimiz konulardan hangisinde ordunun tutumu bu partilerinkinden daha tutarlıdır ya da farklıdır? TSK’nin karşı olmadığını Genelkurmay Başkanı’nın defalarca açıkladığı AB’ye tam üyelik konusunda mı? Kaldı ki AB üyelik sürecinin Türkiye’ye getirdikleri ve Türkiye’yi getirdiği nokta da artık gözlerden saklanamayacak şekilde ortadadır ve Türkiye’nin egemenliği ile ulusal bütünlüğünü tehdit eden bir içeriktedir. Ya da ondan habersiz adım at(a)madığımız ABD ile ilişkilerde mi? Veya sosyoekonomik düzen ve liberal ekonomik politikalar bağlamında mı? Dünya Bankası ve IMF reçeteleri hakkında mı? Özelleştirmeler konusunda mı? Türban meselesinde mi?

Belki bir tek DTP-PKK konusu bu çerçevede değerlendirilemez. Zira ben bugüne kadar bölücülerle tokalaşan, Kürtçüleri Meclis’e taşıyan bir asker görmedim. Bugünden sonra da böyle bir şey olacağını sanmıyorum. Ama kimi çevrelerce “Kürt sorunu” diye adlandırılan sorunun ortaya çıkmasında ve bugünkü duruma ulaşmasında emperyalist güçlerin etkisi ve desteğinin varlığı da reddedilemez. Ne yazık ki Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de bu eksende, yani emperyalizm karşısında çok tutarlı bir çizgi içinde olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Bu konuyu güncel somut bir örnekle açalım.

26 Nisan tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir haber “MGK’dan Kuzey Irak’a Yeşil Işık…” başlığını taşımaktaydı. “Şubat ayında Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin Ankara ziyaretine onay veren MGK, önceki gün Ankara’nın diyalog kurmadığı bölgesel Kürt yönetimi ile temas için kapı araladı. Bu aşamada daha önce planlanmış dört aşamalı süreç devreye sokulacak. Sürecin ilk aşamasını bölgesel Kürt yönetiminin Başbakanı Neçirvan Barzani ile temas oluşturacak.” diyen haber, “bölgesel Kürt yönetimi… Türkiye’nin PKK ile mücadele konusundaki beklentilerini” karşılarsa daha sonraki aşamaların gerçekleşeceğini bildiriyordu. “Buna göre Türk yetkililerinin Kuzey Irak’ta Neçirvan Barzani ile görüşmesi ya da Neçirvan Barzani’nin Türkiye’ye davet edilmesi söz konusu olacaktır.” Daha sonra da “bölgesel Kürt yönetimi lideri Mesut Barzani ile temas gündeme gelecek. Bunun da yine Barzani’nin Ankara’ya davet edilmesi ile gerçekleştirilebileceği” belirtilmektedir.

Bu haberin Cumhuriyet’te yayınlandığı gün, aynı sayfada yer alan bir başka haber de “bir binbaşı, bir er şehit…” başlığını taşımaktaydı. “Bir binbaşı, bir er şehit…” başlıklı haber bölgesel Kürt yönetiminin “Türkiye’nin PKK ile mücadele konusundaki beklentilerini”, bir bakıma nasıl karşıladığının da bir göstergesidir. Türkiye, birkaç ay önce Kuzey Irak’a bir sınır ötesi askeri harekât gerçekleştirdiğinde, harekâtın ilk gününden itibaren Türk askerinin Irak topraklarından çekilmesi ve harekâta son vermesini sürekli dile getiren “Bölgesel Kürt Yönetimi” değil miydi? Türkiye’nin Genelkurmay Başkanı, daha birkaç ay önce Barzani’nin PKK’ya destek verdiğini, terörü koruyup kolladığını söylemiyor muydu? Barzani-Talabani ikilisi “kedimizi bile vermeyiz” diyerek PKK’lı teröristlere kol kanat germiyor muydu? “Bölgesel Kürt Yönetimi” lideri Barzani, PKK’nın terörist eylemleri karşısında Kürtleri kastederek “Onlar kendi kaderlerini kendileri belirleyecekler. Türkiye’de bu Kürt sorunu için hiçbir askeri çözüm yolu yoktur” demiyor muydu? Ne çabuk unutuldu bunlar? Ve şimdi MGK, Kuzey Irak’a yeşil ışık yakıyor!

Milli Güvenlik Kurulu, 

Cumhurbaşkanı’nın başkanlığında hükümetin belli üyeleri, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları’ndan oluşan anayasal bir kurumdur. Barzani liderliğindeki “Bölgesel Kürt Yönetimi” ise, ABD emperyalizminin emri ve desteği ile Kuzey Irak’ta kurulan kukla devlettir. O kukla devlet, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) temel taşlarındandır ve BOP’un amaçlarından biri de Türkiye’yi bölmektir.

Türkiye’nin milli güvenliğinden sorumlu olanların bu kukla devleti tanıma yolunda adım atıp, yeşil ışık yakmaları nasıl değerlendirilmelidir? Kendini “BOP Eş Başkanı” ilan eden Başbakan’ın ve siyasal iktidarın bu tanıma konusundaki hevesi anlaşılabilir! Peki, ya asker? Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları? MGK üyesi olan komutanlarımız, Barzani’nin artık terör ve teröristle bir ilişkisinin olmadığını mı düşünmektedirler? Türkiye’nin milli güvenliği ile ilgili kararlar alan bu kuruldan, askerlerin onay vermediği bir karar çıkabilir mi?

“Sözde-Özde Atatürkçülük?”

Öte yandan yakın geçmişte yaşananlar bağlamında düşünürsek, siyasal partilerin 22 Temmuz 2007 sonrasında devleti teslim almak için atağa kalkan AKP’ye karşı dirençli ve tutarlı bir muhalefet sergiledikleri pek iddia edilemez. Ne var ki, ordunun da etkili muhalif bir tavır aldığı söylenemez. “Sözde-özde Atatürkçülük” nutukları atanlar, 22 Temmuz sonrasında ne yazık ki tek kelime söylememiş, tek bir tepki göstermemişlerdir. “Düşündüğümüz zaten biliniyor” diye yaşananları geçiştirmişlerdir. Oysa merak edilen düşünülenler değil, yapılacak olanlardı. Türkiye neler yapıldığını da yaşayarak öğrenmiştir! 22 Temmuz seçimlerinden sonra ordu ile hükümet arasında adı konulmamış bir uyumun varlığından bahsetmek mümkündür. Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt, Başbakan’ın Kasım 2007 başında gerçekleşen ABD gezisi öncesinde “Dışişleri Bakanlığı ile uyum içindeyiz. Başbakan’ın ABD ziyaretinin sonuçlarını bekliyoruz. Artık oyalanmayacağız. Askerle hükümet arasında bir uyumsuzluk varmış gibi gösterilmesi de doğru değil. Devlet bir bütündür” demekte bir sakınca görmemiştir.

Kuşkusuz asker ile siyasi iktidarın uyum içinde hareket etmesi devlet ciddiyetinin gerektirdiği bir davranıştır. Dolayısıyla Genelkurmay Başkanı’nın açıklaması da teorik olarak ve genelde doğrudur. Ne var ki Türkiye’nin bugünkü koşullarında riayet edilmesi gereken bir duyarlılık mıdır bu? Mevcut “yasal” hükümetin ne olduğunu, amacını, niyetlerini ve bugüne kadar yaptıklarını yaşayarak görüyoruz. Birçok yurtseverin, Atatürkçünün kaygılandığı gibi ulusun, vatanın ve devletin geleceği gerçekten tehlikedeyse ve o tehlikeyi küçümsememek gerekiyorsa, bu tehlikenin ortaya çıkmasında mevcut “yasal” hükümetin sorumluluğu ve rolü mutlaktır. Onun için her ne nedenle olursa olsun, böyle bir siyasi iktidarla uyumu korumak, bunun olması gerektiğini söylemek, üzerinde ciddi bir şekilde düşünülmesi lazım gelen ve sorgulanmayı gerektiren bir davranıştır.
Ordunun da izlediği çizgi günümüzün siyasal partilerinden pek bir farkı olduğunu söylemek oldukça zordur Bu çerçeveden bakıldığında ordunun da izlediği çizgi bakımından günümüzün siyasal partilerinden pek bir farkı olduğunu söylemek oldukça zordur. İşte bu nedenle, Türk siyasal yaşamında bir kör dövüşü yıllardır sürüyor. Özal gidiyor, Çiller geliyor; Derviş gidiyor, Şimşek geliyor; Yılmaz gidiyor, Erdoğan geliyor. Kimi zaman muhtıralar veriliyor! Kimilerine göre ordu, kimilerine göre de iktidar rejimin teminatıdır, ilericidir, çağdaştır vs… Laiklik, herkesin kafasına göre tanımladığı, bir anlamda her niyete yenen bir muz haline getirilmiş tir! Bütün bunlara rağmen ABD’nin etkisi ve baskısı hep Türkiye’nin üzerindedir. Çünkü teminatı kim olursa olsun, rejim ABD’nin istediği rejimdir. Uygulanan program hep aynı programdır. Kazananlar hep aynı, kaybedenler de hep işçi, emekçi, köylü, memur, esnaf, kısacası halktır.

Türk Silahlı Kuvvetleri kimin yanındadır?

Peki, Türk Silahlı Kuvvetleri kimin yanındadır? Somut konuşalım, IMF reçetesi ya da Dünya Bankası programlarının uygulanmasını isteyenlerin mi, yoksa o uygulama sonucu işsizlik ve sefalete mahkûm olanların mı? Eğer ikincisinin yanındaysa, bu ülkede emperyalizmin ekonomik programı son 30 yıldır neden aralıksız uygulanmaktadır? TÜPRAŞ özelleştirilirken, TEKEL ve OYAK satılırken tepki gösteren tek bir asker olmamıştır! Tıpkı susarak alkışlayan partilerimiz gibiydi ordu da… Oysa TÜPRAŞ, her şey bir yana, TSK’nin ana ikmal kaynağıdır. Bu durum askeri hiç mi rahatsız etmemiştir? “İncirlik kapatılsın” diyen etkili konumdaki tek bir komutanımız çıkmamıştır bugüne kadar. Üstelik Genelkurmay Başkanı, Türkiye hakkındaki niyetlerini artık sağır sultanın bile duyduğu AB’yi savunmakta, “TSK’nin AB’ye karşı olamayacağını” ilan etmekte, Genelkurmay İkinci Başkanı “BOP takdire şayandır, makul bir girişimi desteklemeye istekliyiz” demektedir! ABD ile stratejik müttefikliği sorgulayan ve karşı çıkan, AB hayali ile gözü bağlanmamış askerleri bekleyen emekliliktir! Ama Türk askerinin kafasına çuval geçiren sözde “stratejik müttefik”, PKK ile masaya oturmamız gerektiğinden bile bahsedebilmekte; PKK, tüm AB ülkelerinde yasal olarak faaliyet gösterebilmektedir artık!

“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler”
Dost, acı söyler demişler. İnsan sevdiğini eleştirir. Az ya da çok bir umut, bir beklenti şekillendirir eleştiriyi. Orduyu eleştirmemizin nedeni de budur. Peki, AB ve ABD hayranı olanların bu eleştirilere vermesi gereken yanıt, “hain edebiyatı” ekseninde mi olmalıdır?

Yaşananlara baktığımızda, “günümüz koşullarında ordu ile partilerimizin savundukları politikalar arasında ne fark var?” diye sormamak elde mi? Belki “bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler” denebilir. Ne var ki, bu “beyaz” üzerinde de düşünülmelidir artık.

1“Parti” Nasıl Kurulur?

Geçenlerde sanal ortamdaki tartışma gruplarından birinde bir avukat tarafından gönderilen bir çağrıya rastladım. Bu mesajda bir Türkiye değerlendirmesinden sonra, “Büyük Millet Partisi”nin kurulması için çağrı yapılıyordu. Bilmem ki, bu davete icabet edecek birileri olacak mı? Ne var ki, dikkatimi bu çağrı değil de, bu çağrıya verilen yanıtlardan biri çekti. Şöyle yanıtlanıyordu bu parti kurma daveti:
“Benim şu ana kadar edindiğim bilgi ve deneyimlere göre, parti inşası böyle çağrılarla olmaz. Parti kuracak olan irade, kurmay kadroyu bir araya getirir. 

Bu kadro bir program hazırlar. Hazırlanan bu program ve partinin kadrosu ilan edilir. Hem kadro, hem de program hemen hemen eşit önemdedir. Programı benimseyen dışarıda kalmış kişiler de kısa sürede kadroya katılır. “
İşte Türkiye’de siyaset tam da bu nedenle ölüdür! Ülkemiz, işte bu nedenle bir “siyasi partiler mezarlığı” haline gelmiştir. İki sayfa yazı yazıp parti kurmaya çağrı yapmak gerçekten de eleştirilmeyi hak ediyor. Evet, ilanla, çağrıyla parti kurulmaz. Ne var ki, bunu eleştiren kişinin yaklaşımının da bu çağrıyı şekillendiren zihniyetten bir farkı var mı?

Deniliyor ki “Parti kuracak olan irade, kurmay kadroyu bir araya getirir. Bu kadro bir program hazırlar. Hazırlanan bu program ve partinin kadrosu ilan edilir.”
Nedir o “irade”? Halk mı, belli bir sınıf mı, belli bir zümre mi?

              Meçhul!

Dahası o “kurmay kadro” nasıl tespit ediliyor? Kim onu “kurmay” olarak atıyor? Yetkiyi kimden alıyor?

Açıktır ki, “kurmaylığı” kendinden menkul…

Sonuçta, işte kendini “kurmay” olarak adlandıran ve çoğunlukla topluma tepeden bakan bir avuç muhteris, oturup bir program hazırlıyor ve sözde “parti” kuruyor. Sonra da o programı benimseyip kendisine “askerlik” yapacak, her söyleneni sorgusuz sualsiz uygulayacak parti kadrolarını aramaya başlıyor! Bu maya tutarsa parti kurulmuş oluyor!
Bu durum Türkiye’de çok karşılaşılan bir manzaradır. Böyle bir yapıda ne yaratıcılık olur, ne katılımcılık, ne üretkenlik… Bu kafa yapısı hiçbir zaman halkla bütünleşemez, hatta halka ulaşamaz bile. Türkiye’de türlü iddialarla ortaya çıkan partilerin en temel açmazı da budur.

“Parti” adı verilen bu tarikatlar aslında üye değil, mürit aramaktadır! Programı değil, “kutsal kitabı” vardır. Parti üyesi olan müritler, o programda ne yazdığını bile bilmezler. “Program” olarak oluşturulan metnin ne anlama geldiği, günün birinde birileri tarafından ortaya konulduğunda da apışıp kalırlar, kafaları karmakarışık olur! Çünkü ne o programın oluşturulması sırasında görüşleri sorulmuştur, ne de daha sonra o konuda özgürce konuşup değerlendirme yapma, katkıda bulunma imkânları vardır. Ne yapılacağına, ne tür politikalar uygulanacağına parti lideri-şeyhi ve yakın çevresi karar verir, buna boyun eğmek de partinin “çelik disiplini” gibi fiyakalı laflarla yutturulmaya çalışılır üyelere. Parti adı verilen bu tür “siyasal tarikatlar” kendi içlerinde demokratik olmadıkları için toplumu da demokratikleştiremezler en nihayetinde. Süreç, o sözde “kurmayın” iradesi ile şekillendiği için, o “kurmay” da ölmeden liderlik koltuğunu terk etmez. Seçim yenilgisi, siyasal skandal vs. nafile… İnsan, hiç malını mülkünü bırakıp gider mi?
Bugün Türkiye’nin ihtiyacı bu tipte yeni partiler kurarak var olan hurdalığa yeni katkılar yapmak değildir. Bu yapıyı değiştirebilmektir. Partileri, “lider mülkü” olmaktan, “tek adam partisi” halinden kurtarmaktır.

Somut birkaç soru soralım. Örneğin bugün CHP’de “ikinci adam” kimdir? Diyelim ki, Baykal Hakk’ın rahmetine kavuştu, parti kimin Genel Başkanlığı altında toplanır, yola hangi liderlikle devam eder, varlığını sürdürebilir? Aynı şeyi, MHP, DSP, İP ve diğerleri için de söylemek mümkündür. Çünkü bu partilerin hiçbirinde “ikinci adam” bırakılmamıştır! Bu tek adam egemenliğinin devam etmesi için, liderden sonra yedekte bekleyen bir “ikinci adam”ın var olmasının gerekliliği değildir kastettiğim. Şu andaki yapıda egemen olan lider (yani şeyh!), kendisinden başkasına, bir alternatife kesinlikle tahammül edemez. Kendi iktidarına olası bir tehdittir çünkü o “ikinci adam”! Onun için her şeyi lider-şeyh ve onun seçtiği yakın çevresi belirler. Programı, tüzüğü, politikaları, stratejiyi, taktiği, her şeyi… Partililerden de uyması, itaat etmesi beklenir. Sorgu, tartışma, öneri, katkı yok! İtaat eden, iyi partilidir; karşı çıkan, “hain”!

Bu kısır ve baskıcı zihniyetin doğal sonucu da parti sayısının sürekli artmasıdır. Çünkü parti içi muhalefet, nefes alacak kanal bulamayınca, dışarıya akar ve yeni bir örgütlenmeye gider. Ne var ki, o da “tek adam” zihniyetinin egemen olduğu siyaset okulunda yetiştiğinden, yeni parti de bu anlayışta şekillenir. Bu süreç, sonuçta siyasal parçalanmışlık ve birbirine benzer yapıların oluşturduğu bir partiler mezarlığı yaratır. Türkiye’deki siyasal partiler mevzuatı da bu sakat yapının yaşamasına ve kendini yeniden üretmesine elverişlidir. Türkiye’nin hali, bugün budur ne yazık ki…

Ülkede kaç siyasal parti olduğunu bilen var mı? Ya da kaç “sol” parti olduğunu? Veya siyasi yelpazede aynı yerde bulunan kaç parti olduğunu? Bir önceki seçimde, diyelim ki CHP’ye oy verenlerden bir kısmının, bir sonraki seçimde MHP’ye kayması işte bu nedenle hiç şaşırtıcı değildir. Seçmenin gözünde seçim, bir tür deneme-yanılma eylemidir! Ya da filanca partinin merkez sağdan ya da soldan transferlerle kendi çıkmazına çözüm aramaya çalışması yahut falanca partinin her seçimde yerinde saymasına rağmen, parti içi yapıda yaprak kımıldamaması… Bunlar, bildik olaylardır Türkiye’nin siyasal partiler hayatında…

Milletin siyasetten uzak durmasının bir nedeni de bu değil mi? Siyaseti, bir tür “esnaflık” haline getiren bu “kifayetsiz muhterislerin” varlığı ve tahakkümü, çürüme ve siyasal yozlaşmanın önemli nedenlerinden biridir.


***

İSLAM VE SİYASET

İSLAM VE SİYASET 

Atilla İlhan.,
9 Temmuz 1994 

'Yavuz' Sultan Selim'den başlayarak, Osmanlı padişahları, Halife-i ruyizemin'dirler, yani yeryüzü Müslümanlarının halifesi; tarihe meraklı olanlar bilir, 
II Abdülhamid'e gelinceye kadar, Osmanlı sultanları, halifeliği o kadar ciddiye almamışlardır; onun işi ciddiye almasıysa, acaba onun aşırı dindarlığından mıydı, yoksa Alman gizli servislerinin onu kullanarak, Almanya'nın rakipleri İngiltere ve Fransa'nın Müslüman sömürgelerini kışkırtıp, onları zayıf düşürmek istemesinden mi? Gazi Mustafa Kemal, o türden bir pan/ islamizm'in de, o türden bir pan/turanizm'in de reddedilmesi gerektiğini söylerken, elbette bunların gerisinde hangi hınzırlıklann yattığını biliyordu. 

İyi de Osmanlı hahfesi, niye Devlet-i Âliyye'nin 'satvet' (yükseliş) döneminde İslamcı bir politikaya yandaş olmamış da, 'fetret' (çözülüş) döneminde ondan medet ummuş? Bu kritik sorunun cevabını Olivier Roy, şöyle veriyor: Geleneksel İslam'da 'düzen' kendinden emindir; emir-ül-mümin hükmeder, ulema bir yandan onu 'kitaba' göre denetler; bir yandan da toplumsal alanda 'kanunnameler' üretir; toplum dokusu gevşektir, hatta 'siviltoplum' nitelikleri arzeder; üstelik iktidar (siyasi toplum) karşısında, onu pek de umursamaz gibi bir tutumu vardır. 

XVLI1. yy. sanırım dönüm noktası: Osmanlı orduları, Hıristiyan orduları karşısında ilk mağlubiyetlere uğruyorlar; 

Devlet-i Âliyye'nin aleyhine olan anlaşmalar birbirini izliyor: Karlofça 1699; Pasarofça 1718, Küçük Kaynarca 1774, vs. Osmanlı, böyle bir hale 'tedbir iktiza edince' 'kefere'den hisse kapacak yerde Kur'an'a ve Sünnet'e dönerek kurtulacağını sanıyor; başka türlü söylersek, dinde Ortodoksluk 'fetretle başlamaktadır; bu da elbet, 'satvet' döneminde din bahsinin o kadar da sıkı tutulmadığının bir kanıtı, açık bir kanıt! Olivier Roy, İslamcılık' adım, işte bu Kur'an'a ve Sünnet'e dönüş hareketine vermiş! 

Ona bakarsanız, bu dönüş hareketi, Batı sömürgeciliğine bir tepki hareketidir: 
yeryüzünü parselleyen emperyalizmin ortak özelliği Hıristiyanlık sayılmıyor mu, ondan kurtuluş çaresini Müslümanlığın içinde, öz cevherinde, kitabında arıyor; yüzyılımız boyunca İslamcılığın önde gelen adları arasında Cemalettin Efgani, 
Raşit Rıda, Muhammed Abdul, Müslüman Kardeşler'in kurucusu Hasan el Benna ve Cemaat-i İslami'nin önderi Ebulüla el Mevdudi sayılıyor. 

Bir bakıma İslamcılık, geleneksel Müslümanlık içindeki bir 'silkiniş', hatta bir 'özeleştiri!' Çünkü o zamana kadar hesaba katılmamış iki noktayı gündeme almaktadır: geleneksel Islamda egemen olan ulema'nın gücünü ve konumunu, bir; ayrıca Hıristiyan âleminin ceffelkalem reddedilmesindeki yanlışlığı, iki! İslamcı hareket, ulemayı 'içtihat kapışım kapatıp' İslamcı düşünceyi dondurduğu için suçlamıştır; Kur'an ve Sünnet dışındaki kaynaklan, bu sebepten dışlıyor, yani neyi, şerhi, felsefeyi, fıkhı, vs! Dahası o güne kadar 'küfürdür, 'keferenin eseridir' diye ulema'nın dışladığı, hor gördüğü Batı medeniyetine, Özellikle teknolojisine tartışılmaz üstünlüğü dolayısıylailgi gösteriyor. Olivier Roy'ya bakarsanız, bu ilgi basbayağı bir hayranlık mertebesindedir. 

Bu kadar mı, hayır! 

Geleneksel Islamda mümin'in camide olması, şeriat'a uyması yetiyor!.. 
Orucunu tut, namazını kıl, zekâtım ver, Islamı ahlâktan şaşma, yeter! İslamcı hareket, bu kadarla yetinmiyor, zira geleneksel İslamın bu tutumu yüzünden Hıristiyan Batı önünde yenik düştüğü fikrindedir; bunu aşmak için de, bireylerin değil, toplumların Müslümanlaşması fikrini önerir; ne demek bu, siyasi ve toplumsal eylem yoluyla, İslamın iktidarı ele geçirmesi demek değil mi? 

İlginç olan odur ki, Olivier Roy o ilginç eserinde ('Siyasal İslam'ın İflası', Metis Yayınları, 1994) Humeyni'yi ve İran'daki hareketi de, Erbakan'ı ve Refah hareketini de, İslamcılık hareketi içinde saymaktadır. 

***

21. YÜZYILIN ENERJİ DENKLEMİ VE TÜRKİYE. BÖLÜM 4

 21. YÜZYILIN ENERJİ DENKLEMİ VE TÜRKİYE. BÖLÜM 4


Türkiye Enerji Kaynakları, Sercan DURMUŞOĞLU,Enerji Politikaları, Küresel aktörler,Jeotermal Enerji, Nükleer Enerji, Güneş Enerjisi, Hidrolik Enerji, Yenilenebilir Enerji Kaynakları, Petrol, Doğalgaz, Kömür, Rüzgâr Enerjisi, 


      Türkiye bölgesel uzantıları ile üç farklı düzlemin merkez noktasında olan bir ülke olarak bu coğrafi konumunu enerji hedefleri içerisinde oluşturduğu dış 
politikalarında kullanarak avantaj elde etme şansına sahiptir. Türkiye oluşturduğu 
dış politikalar ile açmaz ve açılımlarıyla sahip olduğu bu üç ayrı bölgenin ortak 
avantajlarını birleştirerek küresel bir enerji terminali ve gücü olma şansına sahiptir. 
Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin en önemli önceliği sürdürülebilir kalkınmayı 
istikrarlı şekilde sağlamak ve artmakta olan enerji ihtiyacını en doğru çalışmalar ve dış politikalarla, bağımlılıktan kurtulmayı sağlamaya yönelik çalışmalar yaparak karşılamaktır. Türkiye konumu itibariyle, batının en doğusunda, doğunun da en batısında ve kuzey, güney eksenin tam ortasında, dünya enerji kaynaklarının yaklaşık % 70'ine sahip olan, kuzeyde Rusya, doğusunda Orta Asya ülkeleri ve güneydoğusunda Ortadoğu bölge ülkelerine komşu olan stratejik önemi muazzam bir ülkedir. İçerisinde bulunduğu coğrafyada aynı zamanda etnik, dini ve kültürel olarak etkinliğe sahip ve doğrudan bağları olan bir ülkedir. Bu coğrafya için ünlü stratejist, Zbigniew Brezinski vurguladığı ''Avrasya Bölgesi Güç Dengesi'' dünyanın geleceği ve jeostratejik dengeler ve oluşacak küresel güç dengeleri için en belirleyici faktörlerden biridir.(Brzezinski, 2012) Söylemi, son yıllar da bu coğrafyanın en hızlı büyüyen ve güçlenen devleti olarak, 21'nci yüzyılın enerji savaşında konumu ve yapısı itibariyle dikkat edilesi önemli bir konumdadır. 
Türkiye, jeopolitik konumu, tarihsel misyonu ve mevcut potansiyeli göz önüne 
alındığında büyüyen ekonomisi ile G-20 ülkeleri içerisinde olması ve beraberinde 
''Büyük Türkiye'' vizyonu ile dünyanın gelişmiş ilk 10 ülkesi içerisine girme 
hedefine ulaşmak için rasyonel ve stratejik politikalar uygulaması durumunda bu 
hedeflerine ulaşacak güce sahiptir. Türkiye, dış politika çerçevesini belirleyerek ilk 
somut adımı, 2011 yılında ''Türkiye'nin Enerji Stratejisini'' Türk Dış Politikasını 
şekillendiren AB ve NATO ile ilişkiler gibi ana konular içerisine dâhil ederek 
atmıştır. Bu bağlamda, Türkiye'nin enerji politikalarını, iki eğilim üzerinde 
incelemek mümkün olabilir. İlki enerji arz güvenliğini temini için enerji çeşitliliğini 
arttırarak ithal enerji bağımlılığında kaynak riskini minimize edecek politikalar 
oluşturarak belirlediği vizyon çerçevesinde, Doğu-Batı ve Kuzey-Güney hatları 
üstünde toplayarak enerji koridoru ve enerji merkez ülkesi hedefine ulaşmak. 
İkincisi ise, kendi mevcut enerji potansiyelini harekete geçirerek var olan fosil enerji kaynaklarını, yenilenebilir enerji kaynaklarını maksimum derecede üterime sokmak ve enerji kayıplarının önüne geçerek, enerji verimliliğini maksimum düzeye ulaştırmak hedefindedir. 

Türkiye, belirlediği hedefler doğrultusunda, enerji politikası kapsamı içerisinde 
enerji arz güvenliğini sağlamak ve jeopolitik konumunu kullanarak hedefi ''Enerji 
Koridoru ve Enerji Merkezi'' olmaktır. 21'inci yüzyılın, küresel boyutta olan enerji 
savaşında, küresel ve bölgesel aktörler ile çetin bir rekabet içerisindedir. Türkiye, 
ithal bağımlılığı gibi dezavantaj içeren sorunlara sahip olsa da, mevcut jeopolitik 
konumu ve tarihsel misyonu gereği önemli bir role ve avantaja da sahiptir. 
Dünya'nın, özellikle fosil kaynaklar olarak en önemli rezerv kaynağına sahip olan 
Orta Asya ve Ortadoğu bölgelerine yakınlığı ve ithal enerji bağımlılığı olan Avrupa 
ülkeleri içinde, köprü konumunda olması, enerji merkezi ve koridoru hedefine 
ulaşabilmesi için güçlü bir argümandır. SSCB'nin dağılmasından sonra eski 
gücünden uzak kalan Rusya, gelişen enerji kaynakları ile tekrar süper güç olmak için enerjiyi kullanmasına karşı, Türkiye hedefleri doğrultusunda, uluslararası desteği de alarak özellikle Rusya'nın bölge hâkimiyetine alternatif olabilmek için, Orta Asya Cumhuriyetleri'nin (OAC), ''engelsiz surette tasarruf edebilecekleri, enerji kaynaklarının uluslararası piyasalara serbestçe ve farklı güzergâhlardan 
nakledilmesini desteklenmesi''(T.C. Dışişleri Bakanlığı, 2011) düşüncesini 
benimsemiştir. 

Türkiye'nin Hazar Havzası'nın enerji kaynaklarına ulaşması ve Orta Asya ülkeleri ile ilişki kurmak istediği başta ABD ve AB tarafından desteklenmesi ile ideal bir 
durumu oluşturmuştur. Özellikle, Azerbaycan ile arasındaki ''Tek millet, İki Devlet'' söylemli ortak dış politika ile oluşan uygun zemin ile Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol (BTC) boru hattı ve Bakü-Tiflis-Erzurum (BTE) doğalgaz boru hatlarının hayata geçirilmesini kolaylaştırmıştır. Böylece Türkiye'nin bölge ülkelerinin enerji 
kaynaklarının dünya pazarına sunulması için Rusya'ya alternatif olma imkânı 
tanımıştır. Bu projelerin önemi, geçmişten günümüze gelişen tarihsel süreçte 
Rusya'nın bölge etkinliğini kullanarak, Türkiye'nin izlediği bölgeye ulaşma 
politikalarının başarısızlıkla sonuçlanmasına son vermesi ve bölge ülkeleri ile enerji ticareti için ilk sıcak temasın kurulmasına imkân verdiği için çok önemlidir. 
Orta Asya enerji kaynakları için Rusya en büyük bölgesel güç olmasına rağmen 
Türkiye bu bölge için Rusya kadar Çin ile mücadele edecektir. Artan enerji talebi ile Çin, bölge ülkeleri için güçlü bir pazar konumundadır. Nitekim Türkmen gazının 
İran üzerinden istenilen şekilde temin edilememesinin en önemli nedeni başta ABD ve Avrupa ülkelerinin, İran üzerinde uyguladıkları ambargo ve izolasyon nedeni olması ve var olan kaynakların batı eksenli değil, doğu eksenli eğilim göstermesine neden olmasıdır. 

Türkiye için Orta Asya bölgesi enerji kaynaklarına ulaşma hedefinde bölge ülkeleri 
ile olan ikili ve çoklu ilişkiler, oluşturulan projelerin hayata geçebilmesi için son 
derece önemlidir. Aksi halde, başta Kazakistan petrolü, Türkmenistan doğalgaz 
kaynakları, İran örneğinde yaşandığı gibi enerji talebi büyüyen Çin, Hindistan gibi 
ülkelerin artan pazar etkisiyle eksen kayması riskine neden olabilir. Yaşanılacak 
herhangi bir eksen kayması Türkiye'nin, enerji koridoru ve enerji merkezi olma 
hedefine derin zararlar verecektir. 

Türkiye'nin, enerji ve dış politika ekseninde izlediği politika ve stratejilerinin bir 
diğer önemli kısmını Ortadoğu bölgesi oluşturmaktadır. Ortadoğu bölgesi dünyanın en zengin petrol kaynaklarının bulunduğu bölgelerden biridir. Türkiye, Ortadoğu ülkelerine yönelik politikalarını belirlerken, bölge ülkeleri ile uzlaşma içerisinde bir siyaset izleyerek özellikle ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi yönünde politikalar geliştirmiştir. Son yıllarda uluslararası aktörlerin müdahaleleri ve Suriye'de var olan iç savaş bu gelişimi zorlaştırmış olmasına rağmen bölge ülkeleri ile ekonomik ilişkilerin devamı sağlanmaya çalışılmaktadır. İran ile yapılan petrol ve doğalgaz enerji ticaretinin yanı sıra Irak bölge olarak kilit rol üstlenmektedir. Yaklaşık 115 milyar varil petrol rezervi ve günlük 2 milyon varil kapasitesi olmasına karşı bu üretim kabiliyetinin % 90'nını kullanamayan Irak önemli bir yer tutmaktadır. Aynı zamanda Irak, Ortadoğu ve Arap yarımadasına açılan önemli bir kapıdır. Irak'ta, kriz zamanında yaşanılan sıkıntılar ve Hürmüz Boğazı'nın kapatılması gibi etkenlerden dolayı petrolün kuzeye doğru aktarılma perspektifi oluşmuştur. Bu durum Türkiye'nin, Kerkük boru hattı ve bölgenin diğer petrol hatları için Ceyhan'ı terminal yapma hedefi için önemli bir avantajdır. Türkiye, Kerkük petrol boru hattına paralel bir hat ile Irak doğalgazını değerlendirmek istemektedir. Ayrıca, Trans-Anadolu arasındaki boru hattı projesi de tamamlandığında Türkiye, kuzey ve güney arasındaki köprüyü büyük ölçüde tamamlamış olacaktır. 

Türkiye, 21'inci yüzyılda var olan enerji savaşında küresel ve bölgesel aktörler ile 
ikili ve çoklu ilişkilerini maksimum seviyede tutarak ''Büyük Türkiye'' olma hedefi 
doğrultusunda belirlediği enerji hedefi olan ''Enerji koridoru ve Eneri Merkezi'' 
konumunda ülke olabilmek için istikrarlı ve kararlı bir dış politika izlemek 
hedefindedir. Dünya da var olan güç savaşının enerji üzerine kuruması ve 
Türkiye'nin bu güç savaşında arzuladığı konumu ve gücü yakalayabilmek için dünya enerji savaşındaki hamleleri iyi analiz etmek çabasındadır. Elde ettiği argümanlar ile en sıhhatli dış politika eksenini oluşturmak ve özellikle küresel ve bölgesel aktörlerin güç mücadelesindeki dengeleri gözeterek kendi menfaatleri doğrultusunda başarılı olacak politikalar izlemek amacındadır. Türkiye öncelikle fosil kaynak yetersizliğini, enerji kayıpları ve yenilenebilir enerjinin üretimdeki az olan yeri gibi sorunlarına sahiptir. Bunun yanında enerjinin transferi için terör sorunu,boğazlar ve Akdeniz'de kıta sahanlığı gibi uluslararası sorunlar ile karşı karşıyadır. 21.yüzyılda verilen enerji savaşında Türkiye hedefleri çerçevesinde öncelikle belirlediği sorunları gidermek ve giderdiği sorunları ile dış politikasında güçlü ve kararlı yol izleyerek var olan enerji savaşında ''Enerji Merkezi ve Koridoru'' olarak dünyadaki konumunu güçlendirmek hedefindedir. 

3.SONUÇ 

Bu çalışma, gelişen süreç içerisinde enerjinin ülkelerin sürdürülebilir kalkınmaları ve dünya güç dengelerinde yerini alabilmesi için oluşturacağı stratejiler ve bu 
stratejiler eksenli oluşturulacak, dış politikalarının ana eksenin de enerjinin stratejik konumuna değinilmiştir. Özellikle, 21'inci yüzyılın, ana gündemi ve nedeni olan enerji kaynakları üzerinde yaşanan güç savaşında küresel ve bölgesel aktörlerin enerji politikalarına ve bu politikalar doğrultusunda Türkiye'nin enerji hedefi, geliştirdiği politikalar ve oluşturduğu enerji politikalarının komşuları ile ilişkilerine etkisinden bahsedilmiştir. Çalışmadan anlaşıldığı gibi Türkiye, enerji bağımlısı bir ülkedir. Yetersiz fosil kaynak yapısı ve enerji verimliliğinin düşük seviyelerde olması, gelişmekte olan yapısı ve sürdürülebilir kalkınmasının kapsamında, enerji ihtiyacının giderek artacağı tespit edilmiştir. Türkiye, fosil kaynak yetersizliğinin etkisini en aza indirgeyebilmek için yenilenebilir enerji kaynaklarından maksimum verim elde edebilmek amacındadır. Çıkartılan kanunlarla yerli ve yabancı yatırımcıların ilgisini çekerek iç piyasada bir enerji çeşitliliği ile yatırımları arttırmak istenmiştir. Türkiye'nin, yenilenebilir enerji potansiyeli oldukça yüksektir ve Kyoto protokolü çerçevesinde temiz enerjiye yönelişi arttırarak enerji çeşitliliğini arttırmaya çalışmaktadır. Hidroelektrik santraller, Rüzgâr santralleri ve Güneş santrallerinden elde edebileceği önemli miktarda enerji potansiyeli bulunmaktadır. 

Bu potansiyelden yararlanabilmek için Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) ve benzer kurumların araştırmalarını en doğru şekilde yaparak, kurulacak olan 
tesislerden maksimum verim elde etmek zorundadır. Türkiye, iç politikasında bu hedeflerde iken, enerji politikaları ekseninde ortaya koyduğu vizyon ve hedef, 
''Enerji Merkezi ve Koridoru olan Merkez Ülke'' olmaktır. 

Türkiye'nin, coğrafi konumu ve dünya enerji kaynaklarını incelendiğinde Türkiye'nin dünya fosil enerji kaynaklarının büyük bir kısmına sahip olan Ortadoğu, Orta Asya bölgelerine yakınlığı ve aynı zamanda enerji aburu Avrupa ülkeleri ile arasında merkez köprü olacak bir konumda da olduğu gerçeği ile karşılaşılmaktadır. 

Enerji bağımlılığının, dış politikalarında kısıtlayıcı bir etki yaratmasına karşı jeostratejik konumu ile bu kısıtlılığın önüne geçebilme imkânına sahiptir. Türkiye, 
dünyada verilen enerji savaşında küresel ve bölgesel aktörler ile yakın ilişki içerisindedir. ABD, Rusya ve AB arasında ki güç savaşında belirleyici rol üstlenmek ve dünyada ki konumunu güçlendirmek isteyen Türkiye, aynı zamanda bölge ülkeleri ile ikili ve çoklu ilişkiler kurarak hedeflerine ulaşmak isterken, bölgesel aktörler ile rekabet halindedir. 

ABD, Soğuk Savaş döneminden sonra yakaladığı tek süper güç konumunu kaybetmemek için içinde bulunduğumuz çok kutuplu güç sisteminde kendisine 
tehlike oluşturacak bir yapılanmanın önüne geçme hedefi içerisindedir. 
AB enerji oburu bir topluluktur. Özellikle, toplum refahının ve sürdürülebilir kalkınmanın temeline oturan enerjiye bağımlılığı AB'nin yumuşak karnıdır. İzlediği 
politikalar ile öncelikle enerji arz güvenliğini sağlamak hedefindedir. 

Rusya, SSCB'nin dağılmasından sonra 21'inci yüzyılın temel gündem maddesi olan enerji kaynaklarına sahip olması, Ortadoğu ve Orta Asya bölgelerine yakınlığı ve 
bölge ülkeleri ile olan ilişkileri ile oluşan yapısını enerji süper gücü olarak kullanarak tekrar dünya süper gücü olmak hedefindedir. 

 Türkiye, küresel güçlerin bu güç savaşı içerisinde aktif bir rol izlediğini görmekteyiz. Özellikle komşu ülkeleri ile geliştirdiği ilişkileri ve beraberinde 
oluşturduğu büyük projeler ile Doğu-Batı ve Kuzey-Güney enerji koridoru, Enerjide merkez ülke olma hedefi için güçlü adımlar atmıştır. Bir tarafı üretici kaynak ülkeler, diğer tarafı enerji oburu tüketici ülkelerle çevrili olan Türkiye, coğrafi konumunu etkin kullanarak geliştirdiği projeleri kazan-kazan politikasını 
benimseyerek hayata geçirmektedir. 

Türkiye bu süreç içerisinde en önemli avantajı olan jeopolitik konumu ve özellikle bölge ülkeleri ile olan tarihsel ve kültürel dinamiklerini harekete geçirmesi 
hedeflediği ''Büyük Türkiye'' vizyonuna ulaşmasındaki en önemli argümanıdır. 
Son olarak Türkiye, dünya siyasetini, bölgesel gelişmeleri ve özellikle dünya enerji teknolojileri ve kaynaklarını doğru analiz ederek anlamalı ve hedefleri doğrultusunda geliştirmekte olduğu konumunu, sürdürülebilir kalkınması için enerji politikalarına yansıtarak gelişmiş ülkeler seviyesine çıkmanın yolunu bulmalı ve geliştirdiği teknolojileri, projeleri ve güçlü konumunu kullanarak dünyaya milli güç unsuru olarak servis etmeli ve dünya aktörleri içerisinde yerini almalıdır. 

KAYNAKÇA 

AKOVA, İsmet(2008). "Yenilenebilir Enerji Kaynakları". Nobel Yayın Dağıtım. Ankara. 
Arı Tayyar(2004), Irak, İran ve ABD: Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya, Alfa Yayınları, İstanbul, 224. 
ATAMAN, A.Rüya(2007). "Türkiye'de Yenilenebilir Enerji Kaynakları". Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 
Kamu Yönetimi ve Siyaset Anabilim Dalı. Ankara. ss. 97. 
Aydoğan Metin(2003), AB'nin Neresindeyiz?: Tanzimattan Gümrük Birliğine, İstanbul, Kum Saati Yayınları, s. 170. 
BERNAL, Richard L(2002). "The Aftershock of 9/11: Implications for Globalization and World Politics". University of Miami. The Dante B. Fascell 
North-South Center. Working Paper Series. Paper No: 10. September. 
Best Antony, H.M.Hanhimaki, Joseph A. Maiolo, Kirsten E. Schulze(2006), Uluslararası Siyasi Tarih, Yayın Odası, İstanbul, : 219. 
BRZEZİNSKİ, Zbigniew(2012). "Strategic Vision: America and the Crisis of Global Power". New York Basic Books. 
Çevre ve Orman Bakanlığı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü(2011), “Çevre ve Temiz Enerji:''Hidroelektrik”, Haz.,Özcan DALKIR ve Elif ŞEŞEN, Ankara, MRK 
Matbaacılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti., : 14. 
Çolakoglu Selçuk(2004). “Şanghay İşbirliği Örgütü’nün Geleceği Ve Çin”, Uluslararası İlişkiler, Cilt:1 Sayı:1, s.177. 
Dünya Enerji Konseyi Türk Milli Komitesi(2013), Enerji Raporu. 
EDİGER, Ş.V(2007). "Enerji Arz Güvenliği ve Ulusal Güvenlik Arasındaki İlişki". Enerji Arz Güvenliği Sempozyumu. Genel Kurmay ATASE Başkanlığı. Stratejik 
Araştırma ve Etüt Merkezi (SAREM). Genelkurmay Basımevi. YayınNo. 47. Ankara. 
ENERJİ ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı(2012). "Hidroelektrik Enerjisi Nedir?". 
         http://www.eie.gov.tr/yenilenebilir/h_hidrolik_nedir.aspx 
Etemoğlu, A.B. ve İşman, M.K.(2004),‟Enerji Kullanımının Teknik ve Ekonomik Analizi”, Mühendis ve Makine Od.'’, Cilt 529, s.19-23. 
European Comission (2000), Annex 1,'' Tecnical Background Document - Security of Energy Supply'' ,(Summary), Green Paper, COM (769) 
İsmail Hakkı İşcan(2002). Küresel Değişimin Getirdiği Yeni Stratejilerle Enerji Güvenliği Sorunu ve Türkiye. Avrasya Etütleri, 22: 87-117 
Pamir Necdet(2005). AB’nin Enerji Sorunsalı ve Türkiye, Stratejik Analiz Dergisi, Cilt No 6, Sayı 67, Kasım. 
Karluk, R.(2002). Türkiye Ekonomisi, Beta Basın Yayım, Ankara, s.239- 255. 
SATMAN, Abdurrahman(2006). "Dünya Enerji Kaynakları". Türkiye Enerji ve Kalkınma Sempozyumu. TASAM. Nisan. UEA(2012) - World Energy Outlook. 
UĞURLU, Örgen(2006). "Türkiye'de Çevresel Güvenlik Bağlamında Sürdürülebilir Enerji Politikaları". Yayımlanmamış Doktora Tezi. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Çevre Bilimleri Anabilim Dalı. Ankara. 
ÜNAL, Mustafa(2011). "Rus Dış Politikasında Enerjinin Rolü ve AB Enerji Politikasına Etkisi". Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü AB ve 
Uluslararası Ekonomik İlişkiler Anabilim Dalı. Ankara. 
Vladimir Putin(2005). '' Opening Address to the Meeting of Security Council of Russia on the Role of Russia in Guaranteeing International Energy Security'', 22 December. 

***

21. YÜZYILIN ENERJİ DENKLEMİ VE TÜRKİYE. BÖLÜM 3

 21. YÜZYILIN ENERJİ DENKLEMİ VE TÜRKİYE. BÖLÜM 3


Türkiye Enerji Kaynakları, Sercan DURMUŞOĞLU,Enerji Politikaları, Küresel aktörler, Jeotermal Enerji, Nükleer Enerji, Güneş Enerjisi, Hidrolik Enerji, Yenilenebilir Enerji Kaynakları, Petrol, Doğalgaz, Kömür, Rüzgâr Enerjisi, 

2.3. Rusya'nın Enerji Politikaları 

SSCB'nin dağılmasının ardından yenidünya düzeni oluşmaya başlasa da Rusya, 
SSCB'nin dünya ya mirası olarak kalmıştır. Rusya, Aralık 2005'teki Ulusal Güvenlik Konseyi toplantısında kendine ''enerji süper gücü'' olma hedefi koymuş tur ve V. Putin tarafından dünya kamuoyuna resmen ilan edilmiştir.(Putin, 2005) Rusya, süper güç olma hedefleri doğrultusunda ülke politikasını ve bu eksen çerçevesinde dış politikasını özellikle V. Putin iktidara gelmesi ile birlikte enerji kaynakları üzerine kurgulamış, enerji konusunda büyük atılımlar ve yatırımlar yaparak Gazprom'u dünya şirketi haline getirmiştir. 

Rusya, özellikle kendi kaynaklarını ve dünya enerji kaynaklarının büyük bir kısmına sahip olan Ortadoğu ve Orta Asya bölgelerindeki hâkimiyetini muhafaza ederek ağırlıkla Orta Asya enerji kaynaklarını dünya pazarına kendi üzerinden ulaştırmak istemektedir. Rusya'nın bölgeye yönelik dış politikasının temel hedefi istikrar, sınır güvenliği ve işbirliği olmuştur.(Çolakoğlu, 2004) Rusya'nın enerjiye ve enerji güvenliği üzerine olan politikalara vermiş olduğu ağırlık bu politikaların doğru kullanılmasıyla elde edilecek siyasi ve ekonomik güç ile tekrar süper güç olma yolunda şansını ve ihtimalini arttırmaktadır. Bu nedenle, Rusya'nın enerjiye ve enerji güvenliği üzerine olan politikalara vermiş olduğu ağırlık bu politikaların doğru kullanılmasıyla elde edilecek siyasi ve ekonomik güç ile tekrar süper güç olma yolunda şansını ve ihtimalini arttırmaktadır.(Unal, 2011) 

Rusya'nın yapısını incelediğimiz zaman gelişiminde ve dış politikasın da enerjinin 
kapladığı hacmi tahmin etmek zor olmayacaktır. Rusya'nın geçmişten günümüze 
gelen tarihsel misyonu ve sahip olduğu enerji potansiyeli nedeniyle dünyada ve 
bulunduğu bölgede stratejik bir güçtür. Bu stratejik konumunu güçlendirmek ve 
21.yüzyılda yaşanan enerji savaşı içerisinde enerji güvenliğini sağlamak için daha 
devletçi politikalar izlemektedir. Bu politikalar özellikle doğalgaz üretimi ve boru 
hatlarıyla dağıtımı, sektöründeki üstünlüğünü koruması anlamına gelmektedir.(Ediger, 2007) 

Rusya'nın izlediği sert ve devletçi politikalar AB ve ABD gibi diğer küresel 
rakiplerini rahatsız etmektedir. AB'nin Rusya'ya alternatif üretme çabasına, Rusya 
''böl ve yönet'' stratejisi ile karşılık vermektedir. Birlik üyeleri ile ikili şekilde enerji anlaşmaları yapan Rusya, Birliğin bütünsel etkisini kırmak ve kendisine olan bağlılığını arttırmak istemektedir. Kuzey Akım projesi ile Almanya'ya doğalgaz akışı sağlaması ve bunu ikili anlaşma eşliğinde yapması ve Bulgaristan ve Yunanistan ile Güney Akım projesi yapması, uyguladığı bu strateji üzerinde önemli birer örnektir. Ayrıca SSCB'nin dağılması ile bağımsızlıklarını kazanan Orta Asya bölge ülkeleri ile direk temas halinde olarak hâkimiyetini sürdürmek istemektedir. 

Bölge ülkelerinin dünya pazarına açılan kapısı olmak ve böylelikle Orta Asya 
bölgesinin enerji güzergâhını ve kaynak hâkimiyetini elinde bulundurmak 
istemektedir. 11 Eylül olayları ile Amerika'nın Afganistan'a yerleşmesi ve son 
yıllarda Türkiye'nin bölgeye olan ilgisi ve geliştirdiği politikaları hayata geçirmesi 
Rusya'nın bölge hâkimiyetine zarar vermiştir. Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan 
temelli oluşturulan Bakü-Tiflis-Ceyhan(BTC) petrol boru hattı ve Bakü-Tiflis-
Erzurum(BTE) doğalgaz boru hattı, Rusya'nın bölge üzerindeki hâkimiyetine zarar 
veren önemli gelişmelerdir. BTC' ye Kazakistan'ın da katılması ve petrol aktarması bölgede gelişen yeni siyasi hareketliliğin belirtisidir. Bölge ülkeleri Rusya dışında alternatifleri değerlendirerek tam bağımsızlık için adım atmaktadır lar. Rusya, tüm yaşananlara rağmen bölgenin en önemli gücü olmaya devam etmektedir. Özellikle Nabucco projesinin hayata geçirilmesini engelleme çabaları ve Orta Asya bölgesi için AB, Türkiye ve ABD ile verdiği rekabette Çin ve İran odaklı strateji izlemesi güçlü bir stratejik hamledir. Rusya'nın, Güney Osetya'yı işgal etmesi, Kırım'ın işgali gibi sıcak çatışma ortamları yaratmasının temelinde bölge üzerindeki enerji savaşında hâkim güç olduğunu göstermek istemesidir. 
Ortadoğu ve İran, Rusya için çok önemli konumdadır. İran'daki nükleer program 
içerisinde aktif yer alması, İran üzerindeki ambargo zamanında İran ile arasındaki 
iyi ikili ilişkileri koruması, Rusya'yı bölgede etkin kılan nedenlerden biridir. Bu 
nedenle, İran enerji kaynaklarının batıya aktarımı konusunda batı ile ilişkileri iyi ve batının kontrolünde bir İran oluşumunu asla istememektedir. Ayrıca Rusya'nın son olarak Ortadoğu bölgesinde ABD öncülüğünde AB ve Türkiye'nin etki alanının 
gelişmesini kendisinin ülke menfaatlerine ters düştüğünden hareketle bölgede silahlı bir müdahale ile taraf olması yaşanılan enerji savaşında gerilimin bir hayli artmasına neden olmuştur. ABD, AB'nin Rusya üzerinde uyguladığı yaptırımlar karşısında ekonomik olarak zorlanmasına karşın Rusya'nın, Çin ile yapmış olduğu uzun süreli enerji anlaşması ise bir nebze nefes almasını sağlamıştır. Çin ile izlenen bu stratejik yakınlaşma ileride Rusya ve Çin arasında güçlü bir ikili rekabet oluşmasına zemin hazırlama riskini barındırmaktadır. Rusya'nın yaşadığı ambargoyu kendine fırsat bilen Çin hem artan enerji talebini daha ekonomik karşılama imkânı bulmuş hem de Rusya ile kurduğu stratejik ortaklık ile Orta Asya bölgesine yakınlaşmıştır. 

Rusya yaşadığı ekonomik sıkıntılara rağmen askeri ve mevcut kaynak gücü ile 
21.yüzyılın enerji savaşında üstün yanları olan güçlü bir aktör gözükmektedir. Fakat ekonomisinin yarısından fazlasının enerji kaynaklarının gelirlerine bağlı olması, alt yapı verimsizliği zayıf tarafları olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüm bunlara rağmen Rusya, 21. yüzyılın yaşadığı enerji savaşında gerek bölgeye yakınlığı gerek mevcut gücü gerekse tarihsel bütünlüğü göze alındığında en önemli küresel aktörlerden biri olarak daima yaşanan enerji savaşının içerisinde güçlü bir aktör olarak bulunacaktır. 

2.4. Çin'in Enerji Politikaları 

Çin, enerji tüketiminde ABD'den sonra gelen ve son yıllarda ortalama %9-11 
büyüme hızı ile dünya denkleminde etkin rol alma kabiliyetinde olan güçlü ülkedir. 
Çin, 1979 yılından itibaren ekonomik büyümeye önem vermiş ve bunun içinde 
kurduğu ekonomik bağlarla savaş ve çatışmalardan kaçınarak ''Barışçıl Kalkınma'' 
stratejisi çerçevesince bir dış politika oluşturmuştur. Ekonomik kalkınma ve askeri 
gücüyle ve barışçıl stratejisi sayesinde bölgede hızla büyüyerek ve küresel denklem içerisinde hâkimiyet kurma eğilimi içerisindedir. Bu anlamda, Kafkasya ve Orta Asya bölgesindeki yatırımları ile dikkat çekmektedir. 
Çin, özellikle enerji arzı noktasında rezervlerini doğru kullanma eğiliminde 
olmuştur. Buna rağmen artan yurtiçi enerji talebi karşılamakta zorlanan Çin, 2035 yılında enerji ithalatının %70'in üstüne çıkacağı düşünülmektedir. Sera gazı 
problemlerine rağmen en büyük rezerv kaynağı olan kömür santralleri ile enerji 
arzını iç dinamikleri ile sağlamaya çalışırken, bölgede yaptığı yatırımlarla 
büyümesine ve enerji arzı noktasında ihtiyaçlarını karşılama çabasındadır. Çin, 
1990'lı yıllarda başlayan enerji sektöründeki özelleştirmeye dayalı yapılandırma 
çalışmalarını başlarken, 1998'den itibaren de petrolde devlet kontrolünü 
güçlendirmeye çalışmaları yapmıştır. Orta Asya ve Ortadoğu bölgelerinde Rusya ve ABD ile çatışmaktan uzak bir siyaset izleyen Çin, bölgede Batı ve Rus şirketlerinin verimli görmedikleri bölgelere devlet destekli firmalarını sokarak yayılma politikası uygulamıştır. 

Çin'in bu politikaları yakın vade de bir tehlike gözükmese de uzun vade de Türkiye, Rusya ve İran'ın Orta Asya bölgesi için en çetin rakip olarak, tehlikeli boyutlara gelecek bir rekabetin ana unsuru olacaktır. ABD'nin, İran'a uyguladığı ekonomik ambargo karşısında ılımlı bir politika izleyen Çin, ABD'yi karşısına almadan İran ve Rusya yanlısı bir politika izleyerek, İran ile petrol karşılığında teknoloji, mühendislik hizmetleri, silah ticareti gibi ticaret yollarını ilerletip İran'dan enerji temin etmektedir. Çin izlediği u barışçıl siyaset ile hem Ortadoğu hem de Orta Asya enerji pazarlarına güçlü ve rahat şekilde giriş yapma şansına sahip olmuştur. ABD'nin, Rusya üzerinde kurduğu ambargodan yararlanan Çin, 40 yıllık süre ile 30 milyar m³'lük anlaşması ile Rusya'yı rahatlatırken, kendine de sürekli bir enerji akışı anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşma ile Orta Asya pazarına önemi bir etki yapan Çin bölge enerji kaynaklarının eksen kayması içinde alternatif oluşturmuştur. 

AB ve ABD'nin uyguladığı yaptırımlara karşı, Çin'in bu yapmış olduğu anlaşma bir 
bakıma da dünya aktörlerine meydan okuma anlamını ve varoluşunu dile getirmek olarak algılanabilir. Çin'in küresel güç olma ve sürekliliğini sağlamada belirlediği barışçıl ve yumuşak dış politikası ile bölgedeki hâkimiyet alanını genişletmesinin yanı sıra büyümenin getirdiği riskliliği verimliliğe dönüştürerek minimize edebilmesi ve içyapısındaki düzensizlik ve dengesizliği çözümleme yeteneği büyüme ve küresel aktör olan, Çin'in gizli sırrı olarak ayrıca analiz edilmesi gereken bir özelliğidir. Çin var olan dinamik gücü ve izlediği politikalar ekseninde 21.yüzyılın enerji savaşında dikkatle izlenmesi gereken bir aktördür. 

2.5. Türkiye'nin Enerji Politikaları 

 Türkiye mevcut enerji kaynakları göz önüne alındığında kendi kendine yetebilen bir ülke değildir. Ayrıca hızla artan enerji ihtiyacını karşılamak durumundadır. Türkiye, enerji kaynakları adına kısıtlı olmasına karşı, jeopolitik konumu ve gelişen teknoloji, yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırımı ile bunu en asgari koşullara indirme şansı bulunan bir ülkedir. Fakat Türkiye'nin çok uzun yıllara dayanan bir enerji stratejisi yoktur. Uzun yıllara dayanan Soğuk Savaşın, ideolojik kutuplaşması veya 1980-1988 yılları arasında süren İran-Irak savaşı gibi dış etkenlerin yanında, 1970 ve 1980'ler süresince kırılgan bir iktisadi yapısının olması, iç etkenler, uzun yıllar boyunca geniş çaplı ve uzun soluklu bir enerji politikasının geliştirilememesin de önemli sebeplerdendir. Özellikle dünya enerji rezervlerinin büyük bir kısmına sahip komşu ülkeler ve bölge ülkeleri ile kurulamayan ilişkiler bugün oluşturulmak istenen dış politika ve ticaret için dezavantaj olarak gözükmektedir. 

Türkiye'nin, son yıllarda izlediği ''komşularla sıfır sorun'' politikası ve istikrarlı 
büyüyen ekonomik ve siyasi yapıya sahip olan bir ülke olması transit potansiyelini 
ve ticari yatırımlar için uygunluğunu ön plana çıkartmaktadır. Ayrıca tüketici 
konumundaki ülkelerin enerji ihtiyacı kadar üretici olan ülkelerinde pazar ve tüketici ihtiyacı söz konusu olduğu enerji denkleminde hem kendi pazarı hem de Avrupa pazarına açılan güvenli ve ekonomik güzergâh oluşu önemli bir avantaj 
oluşturmaktadır. Sahip olduğu bu avantajlı potansiyeli ile Türkiye, jeostratejik 
konumu ile bir enerji koridoru olarak kullanmaya çalışmaktadır. İzlediği doğru dış 
politikalar, ikili ve çoklu enerji anlaşmaları ile enerji çeşitliliğini sağlayarak enerji 
arz güvenliğini temin etmek istemektedir. 

Türkiye'nin hedeflediği ''Büyük Türkiye'' vizyonu içerisinde ki enerji politikasının 
hedefi ''Enerji Merkezi ve Koridoru'' olarak açıklaması ve bunun içinde coğrafi 
konumunu avantaj olarak ön plana çıkarması mevcut konjonktür içerisinde doğru bir eğilimdir. Bu jeostratejik konumu ve enerji hedefi içerisinde Balkanlar, Orta Asya ve Ortadoğu bölgelerinin Türkiye'nin enerji politikaları için içerdiği anlamları şu şekilde özetleyebiliriz. 

Balkanlar; Türkiye'nin dış politikası içerisinde geliştirdiği enerji politikasının en 
önemli sütunlarından bir tanesidir. Şöyle ki, Enerji üretimi, enerjinin taşınması gibi etkenlerin ekseninde ülkelerin yaşamış olduğu en büyük sorun olan pazar sorunun sonlanabilmesi için var olan en önemli pazar olan Avrupa ülkelerine açılan kapıdır. 
Ortadoğu; Siyasi dengesizliklerin yanı sıra Ortadoğu, küresel güçlerin enerji 
savaşlarına adres olmuş en önemli bölgedir. Büyük enerji kaynaklarına rağmen 
istikrarsız siyasi yapısı ve oluşumları ile stratejik bir konumdadır. Türkiye'nin enerji arz güvenliği için kaynak ve Arap yarım adasına açılan kapısı olması Ortadoğu bölgesinin önemini arttırmaktadır. 

Orta Asya; Ortadoğu'dan sonra Kafkasya tarih boyunca en ciddi enerji savaşlarına 
ev sahipliği yapmıştır. SSCB'nin tarihe mal oluşunu takip eden günler de yeni 
Rusya'nın bölgedeki etkinliğini kaybetmemek için girişimleri, Çin'in bölgedeki 
boşluktan yararlanarak yaptığı manevralar, ABD'nin ve batı dünyasının aynı 
çerçevede fırsatlardan yararlanmak üzere devreye girişi ve Ankara'nın oluşturduğu enerji politikaları kapsamında tarihi, kültürel ve reel politik dinamikleri ile rekabetin politik anlamda yaşandığı en şiddetli arenadır. 


***