27 Kasım 2018 Salı

Küreselleşmeci Neoliberalizme Karşı Nasıl Bir Yol İzlenebilir? BÖLÜM 1

Küreselleşmeci Neoliberalizme Karşı Nasıl Bir Yol İzlenebilir? BÖLÜM 1


Prof. Dr. Cihan Dura (*) 
(*) 21. Yüz Yyl Türkiye Enstitüsü Ekonomik Araştırmalar Grubu üyesi. Emekli Öğretim üyesi. 1986’da Enka Bilim ve Sanat Birincilik Ödülü’nü, 
1990'da Kültür Bakanlığı Bilgi Yılı Araştırma Eser Yarışması Birincilik Ödülü’nü kazanmıştır.

Türkiye'de Genellikle Eleştiri yapılır, Çözüm yolu pek gösterilmez. 

    Bu eksiklik, uygulanmakta olan neo Liberal politikalar için de geçerlidir. 

Neoliberalizme karşı hangi alternatif politikalar uygulamaya konulabilir? Bu konudaki çalışmalar bildiğim kadarıyla azdır. Ben de kendi hesabıma, bu konuda 
sistemli ve etraflı bir çalışma ortaya koyduğumu söyleyemem. Önerilerim oldu, ancak dağınık ve farklı bağlamlardaydı. 
Okuduğunuz çalışmada bu eksikliğimi gidermeye, görüşlerimi ayrı bir metinde sistemli ve toplu olarak bir araya getirmeye çalıştım. Ancak okuyunca göreceğiniz gibi önerilerim geneldir, birer ilke niteliğindedir. 

Somut amaç ve araçların belirlenmesi; daha kapsamlı, çok boyutlu ve çok daha uzun çalışmalar gerektirmektedir. 
Çalışmamı üç başlık altında sunuyorum: 

“ Sorunların kaynağı ”, 
“ Ne Yapılabilir” ve 
“ Sonuç”. 

1) SORUNLARIN KAYNAĞI 

“Sorunların kaynağı” olarak şunu görüyorum: XVI. yüzyIldan bu yana Batı'nın dünyayı ekonomik ve siyasal olarak “İşgal” projesi ve bu amaçla kullandığı başlıca silahlar… 

A) Derin Merkez ve Emperyalizm 

1) Batı Emperyalizmi tarihte iki temel üzerinde yükselmiştir: Biri sömürgeciliktir, diğeri ise teknik ilerleme. Sömürgecilikle teknolojik ilerleme bir arada gitmiştir. Avrupa ilk talan ve katliamlarını Amerika'da gerçekleştirmiştir. 
Ardından Asya'ya, Çin'e, Hindistan'a, Ortadoğu'ya, en sonra Afrika'ya kadar uzanmıştır. Zengin Batı kendisini sanayileşmeye ve refaha götüren sermaye birikiminin büyük bir kısmını bu yoldan, yani sömürgecilikle gerçekleştirmiştir. Sömürgecilik ve emperyalizm, farklılaştırılmış görüntüler arkasında günümüzde de devam etmektedir: 

Demokrasi, Neoliberalizm, küreselleşme, serbest piyasa gibi maskeleri kullanarak her yerde, Türkiye'de değişmez hedeflerini aynı inat ve kararlılıkla gerçekleştirmeye çalışmaktadır. 

2) Bugünün kökleri tarihtedir. Tarihimizde 1838 yılı ve sonrasında olup bitenler günümüz Türkiye'sinin sorunlarına ışık tutar. Emperyalizmin Türkiye'ye 
girişi, esas itibariyle 1838 İngiliz-Osmanlı Ticaret Antlaşması ile başlamıştır. 

Tarih ancak aklını kullanmayan toplumlar için bir tekerrürdür. Akıllı toplumlar içinse, bir plânın gerçekleştirilmesinden ibarettir. Osmanlı'nın ekonomik 
çöküşü, İngiltere ile yapılan 1838 Serbest Ticaret Antlaşması'yla ivme kazanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin geriye gidişi ise 1945'den itibaren 
ABD ile imzalanan ikili antlaşmalar ve Avrupalı emperyalist devletlerle yapılan 1963 Ankara Antlaşması ile başlamıştır. “ Demokrasi ”ye geçiş esas itibariyle Atatürkçü atılımdan geriye dönüşün önünü açmıştır. 

3) Emperyalizm vahşetini dünyanın başına belâ eden, Çirkin Batı'dır. O Çirkin Batı'dır ki ekonomik gücünü ve buna bağlı olarak refahını artırdıkça, ulaştığı üstün ve ayrıcalıklı konumu kaybetmemek için, politik bakımdan da güçlü olmanın gerekli olduğunu gördüğünden, küresel ölçekte örgütlenmeye 
girişmiştir. Nihaî hedefi büyük bir olasılıkla, Derin-Merkez'in egemen olduğu, diğer bütün ulusların -bazıları parçalanarak- uyruk haline getirildiği 
bir “Tek Dünya Devleti”nin kurulmasıdır. Derin Merkez'i şöyle tanımlıyorum: 

Batı'da asıl güç ve gerçek karar makamı kaynağı olup, dünyadaki servetin çok büyük bir kısmını elinde tutan, az sayıda Amerikalı kapitalistten oluşan, bütün diğer ülkeleri kontrol altında tutan büyük finans tekelleri grubudur. IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi çoğu “uluslararası” örgütler Derin-Merkez'in nüfuz ve etkisi, hattâ emri altındadır. Derin-Merkez her ülke içinde bir işbirlikçi kesimle ortak çalışır. Bundan başka Derin Merkez'in hizmetinde olup tüm ülkelere yayılmış özel ajanları olan ekonomik tetikçiler Derin-Merkez'in küresel şirketleri için, yani ulus ötesi Şirketler için çalışır. 

4) Eğer Derin Merkez, yurt içinde bir takım müttefikler bulmamış olsaydı, meşum emellerine hiçbir ülkede ulaşamaz, dolayısıyla küresel plânında 
başarılı olamazdı. Bu müttefikleri artık tanıyoruz: Onlar Atatürk'ün nitelemesiyle “dâhilî bedhahlar”dır. Derin Merkez Türkiye gibi ülkelerdeki bütün kötülüklerini, esas itibariyle bu kesimin - menfaat karşılığında - sağladığı destek ve yardımla gerçekleştirmektedir. 

Bunların önemli bir kısmı Derin-Merkez tarafından korunur, beslenir ve yükseltilir. Çoğu; küresel emperyalist örgütlenme sayesinde ekonominin, 
devlet mekanizmasının, toplumsal yapılanmanın kilit noktalarına yerleşir, toplumda söz ve yetki sahibi olurlar. İşbirlikçilerin böylesine etkili olmasının 
bir sebebi de halkı dışlayan siyasal rejimlerdir. Türkiye'de uygulanan “Demokrasi” rejiminin halkımızın çıkarları ile hiçbir ilgisi yoktur. Hemen bütün 
partiler Derin-Merkez'in küresel düzenine boyun eğmiştir. Bu sebeple iktidara hangisi gelirse gelsin, sömürü düzeni değişmeyecektir. 

5) Çirkin Batı küresel ekonomik düzeni sürdürmek ve geliştirmek amacıyla çeşitli strateji ve araçlar kullanmaktadır. Bunlardan biri, benim kısaca 
merit” adını verdiğim stratejidir. Bu stratejiye göre, dünyanın diğer herhangi bir hükümeti ne zaman kendi halkının çıkarı için bir .eyler yapmaya 
çalışsa, Batı hemen bunu akim kılmak için merit stratejisini uygulamaya koymakta, bu ülkelerin gerçek anlamda ileri gitmelerini, kalkınmalarını engellemektedir. 

Neoliberalizm kisvesi altında piyasa ekonomisi, küreselleşme, yükselen piyasalar gibi parlak sloganlar kullanılarak Türkiye gibi ülkeler etki altına alınmakta, bu şekilde pazarları, doğal kaynakları, hattâ birikmiş sermaye stoku ellerinden alınmaktadır. >

    Bunun tek bir anlamı vardır: 

O ülkelerin sömürgeleştirilmesi, sanayileşme ve kalkınmalarının ebediyen engellenmesi!... Bu süreçte “yeni-sömürgeciler”in en başta gelen yardımcıları hedef ülke içindeki işbirlikçilerdir. 

6) Derin-Merkezin dünyayı ele geçirme stratejisi çerçevesinde kullandığı araçlardan biri de özel olarak ürettiği küreselleşme ideolojisidir. 

    Batı'nın (AB ve ABD'nin) hayat felsefesi olan Liberalizm; Ekonomik faaliyet ve akımların, piyasaların, mal ve faktör hareketlerinin serbest olmasını, bunların önünde olabilecek her türlü engelin kaldırılmasını ister. 
İşte bu serbestleştirmenin, dünya ölçeğinde ülkeler arasında gerçekleştirilmesi ne küreselleşme deniyor. Bense küreselleşmeyi kapitalizmin dünyaya kendi çıkarları için dayattığı, sömürgeci zihniyetin ürettiği, fetişleştirilmiş bir olgu olarak görüyorum. 

    O, Çirkin Batı'nın, özellikle ABD'nin, kendi siyasal, sosyal ve ekonomik kalıplarını bütün dünyaya dayatma aracı ve sürecidir. 

Batı'nın (Derin Merkez'in ve Merkez ülkelerinin) mevcut çıkarlarının, o çıkarları sağlayan düzenin muhafazası ve daha da ileriye götürülmesi; açıkladığım 
küresel serbestleştirmeye, yani “küreselleşme” ideolojisinin ve onun rejiminin kök salmasına bağlıdır. Aksi halde çok iyi bilmektedir ki ekonomik krizler, yokluklar ve çıkmazlar içinde çökecektir. 

 < Küreselleşmeci Neoliberalizme Karşı Nasıl Bir Yol İzlenebilir? Neoliberalizm kisvesi altında piyasa ekonomisi, küreselleşme, yükselen piyasalar gibi parlak sloganlar kullanılarak Türkiye gibi ülkeler etki altına alınmakta, bu şekilde pazarları, doğal kaynakları, hattâ birikmiş sermaye stoku ellerinden alınmaktadır. >

  Merkez ülkeler böyle bir durumda iken, dünyanın geri kalan ülkeleri (Çevre ülkeleri) henüz gelişmemi., sanayileşememiş, savunmasız, sahipsiz olarak, 
Merkez'in sömürüsüne açık bir durumdadır. Sanayileşme girişimleri “ Merit Stratejisi ” yoluyla engellenmektedir. Oysa bu ülkelerin durumlarının 
iyileşmesi, sanayileşmeleri, ilerlemeleri, Batı tarafından dayatılan liberal politikaların aksine, yeni kurulan sanayilerinin dev ulus-ötesi şirketler karşısında 
koruma altına alınmasına bağlıdır. Bunu sağlamanın olmazsa olmaz koşulu ise şudur: Ulus-Devlet yapısının muhafaza edilmesi!... Görülüyor ki Bat'nıın (Derin Merkez ile Merkez ülkelerinin) çıkarlarının gerektirdiği düzenle -Türkiye gibi- az gelişmiş, sanayileşmeleri engellenmiş ülkelerin çıkarlarının gerektirdiği düzen arasında karşıtlık vardır. İki düzen birbiri ile çatışıyor, biri diğerini dışlıyor. Batı tek çözüm yolu olarak şunu görüyor: 

Bu ülkelerin Ulus- Devletlerinin plânlı bir şekilde zayıflatılması; o ülkelerin devletlerinin, Merkez'in çıkarlarına hizmet edecek bir kalıba dökülmesi... 
işte günümüzde AB ve ABD ile kurulu ilişkiler yoluyla ve işbirlikçilerin desteğiyle Türkiye'de yapılmakta olan da budur. 

7)   <  Küreselleşmenin somutlaştığı alanlardan biri Avrupa Birliği girişimidir. >
Avrupa Birliği küreselleşmenin, Derin Merkez'in dünyayı ele geçirme projesinin bir uygulaması olduğu izlenimini vermektedir. O her üye ülkede yönetici ve paralı bir azınlığı egemen kılma ve sürekli zenginleştirme, buna karşılık halk yığınlarını köleleştirme ve yoksullaştırma projesi olarak görünmektedir. 
Her alan ve faaliyet, ülke ve dünya ölçeğinde bir mutlu azınlığın lehine düzenlenmektedir. Bunun ilk şarty hep aynıdır: ^^ Ulus devletleri önce zayıflatmak, sonra yok etmek!... Küreselleşmenin somutlaştığı alanlardan biri Avrupa Birliği girişimidir. ^^

_ Bilindiği gibi Türkiye de düşürülmüştür Avrupa Birliği tuzağına... Türkiye'yi yöneten politik ve ekonomik kadroların tam üyelik saplantıları, devletimizin ulusallık niteliğini aşındırmanın etkili bir aracı olarak kullanılmıştır AB eliti tarafından. Türkiye üyelik vaadi aldatmacasıyla istismar edilmiş, 
tehlikeli ödünler vermek zorunda bırakılmıştır. Ulusal bütünlük bozulmuş, ülke kargaşaya sürüklenmiş, sanayileşme durmuş, tarım çökmüştür. 



8) Türkiye Derin Merkez'in darbelerini en can alıcı yerlerinden almıştır. 

    Örneğin bir yandan Türkiye'nin sanayileşmesi engellenirken, bir yandan da tarım sektörüne gelişmiş ülkeler lehine işleyecek bir yapı dayatılmış.; sonuçta 
Türkiye'nin kendine özgü, güçlü, kendi kendine yeter tarımından eser kalmamıştır. 

Türkiye tarımda yabancılara en muhtaç, dışa en bağımlı ülkeler arasına girmiştir. Bu gerilemenin ana sebebi vurgulamakta yarar var - AB'nin ve ABD'nin, IMF, 
Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlar aracılığıyla Türkiye'ye dayattığı yanlış politikalardır. 

B) Derin Merkez'in Silahları 

1) Derin Merkez ve onun yönetimi altındaki ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi Merkez ülkeleri - Türkiye gibi ülkelerin kendilerine rakip bir güç haline gelmesini önlemek için başlıca altı silah kullanmaktadır. 
Bunlardan ilki serbest ticarettir. Serbest ticaret çeşitli yollardan, örneğin Avrupa Birliği gibi uluslararası ekonomik bütünleşme girişimleri yoluyla dayatılmaktadır. 
Türkiye özellikle 1995 Gümrük Birliği Antlaşması çerçevesinde bu silahın etkisi altına alınmıştır. 

2) İkinci silah ulus devletleri borçlandırmak tır. 

    Derin-Merkez'in ya da Merkez ülkelerin, Çevre ülkelerinden önemli talepleri vardır, onlara belirli politika ya da uygulamaları benimsetmek ister. 
Bu isteklerini gerçekleştirmenin en emin yolu, söz konusu ülkeleri kendilerine muhtaç duruma düşürmek ve o konumda tutmaktır. İşte bu muhtaçlığı 
sağlamanın bir yolu o ülkeleri kendilerine borçlandırmak tır. Ağlarına düşürdükleri çevre ülkelerini, içinden kolay kolay çıkamayacakları şekilde borç 
batağına batırırlar. Bunun sağlanmasında en büyük yardımcıları, o ülkede oluşturdukları işbirlikçi kadrolardır, “dahilî bedhahlar”dır. Netice olarak hedef 
ülke bir borç bağımlısı haline gelir. Böyle bir ülkenin hükümetine de tabiatıyla, elinde para olan herkes her istediği şeyi yaptırır. 

  Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk'ün aramızdan ayrılışından sonra, borç batağına özellikle 1980'li yıllardan itibaren itilmiştir. Hele AKP dönemi tam ve çılgınca bir dış borçlanma dönemi olmuştur. Artık Devlet tıpkı 1870'lerin Osmanlı Devleti gibi ancak borçla ayakta durabilmektedir. 

   Vergi gelirlerimizin çok büyük bir kısmı artık borç taksitleri ve faizlerine gitmektedir. Yeni borç talepleri Türk hükümetlerinin vereceği yeni ödünler karşılığında yerine getirilmektedir. 
   Borçlanma artık öyle bir noktaya gelmiştir ki, yalnız devletimiz değil özel sektör de, hattâ halkımız da, bireylerimiz de borç batagına batırılmış bir durumdadır. 

3) Batı'nın Çevre ülkelerine karşı kullandığı Üçüncü silah özelleştirmedir. 

   Özelleştirme bir Batı icadıdır. Batı'nın ekonomik felsefesinin, yani liberalizmin bir gereğidir. Bugün Türkiye'de yapılan özelleştirmelerin arkasında da kesinlikle Çirkin Batı vardır; o dayatmıştır bizim hükümetlerimize millet malının satılmasını. Yüzlerce tesis Türk milletinin mülkiyetinden çıkarılarak, hiç pahasına yerli ve yabancı fırsatçıların, yabancı ülkelerin mülkiyetine geçirilmiştir. Kamu tesislerini bedavaya kapatan özel sektörden bazıları aradan çok geçmeden, yüksek kârlarla bu tesisleri yine yabancılara devretmiştir. Özelleştirmenin başka daha birçok zararı dokunmuştur ülkemize. Gerçek şudur ki Türkiye'de özelleştirme AKP iktidarı ile birlikte tam bir çılgınlık, tam bir felaket şeklini almıştır. 

 <  AKP dönemi tam ve çılgınca bir dış borçlanma dönemi olmuştur. Artık Devlet tıpkı 1870'- lerin Osmanlı Devleti gibi ancak borçla ayakta durabilmektedir. Prof. Dr. Cihan Dura >

4) Merkez'in, Çevre ülkelerine karşı kullandığı Dördüncü silah yabancı sermayedir 

    Bir ülke serbest ticarete açılıp borçlandırıldıktan sonra sıra özelleştirme yaptırmaya gelmekte, bu uygulama ile birlikte ülkeye yabancy sermaye akını 
başlamaktadır. Türkiye'de bu safha esas itibariyle, “yeni sömürgeciler”e tanynan akıl almaz kolaylıklar sayesinde AKP döneminde başlatılmıştır. Yabancı 
sermaye girişi önündeki hemen bütün engeller, bütün kural ve sınırlar kaldırılmış bulunmaktadır. Oysa yabancı sermayenin bir ülkeye ne kadar 
faydası varsa, en az o kadar da zararı vardır. Türkiye AKP döneminde ekonominin kaldıramayacağı ölçüde yabancı sermaye giri.ine sahne olmu.tur, 
olmaktadır. Ekonomi en stratejik sektörleriyle âdeta bir “avlak alanı”na döndürülmüştür. Bu başıboşluğun nihaî sonucu ekonominin yabancılaşması, 
ekonominin tapusunun ulus ötesi şirketlerin eline geçmesi olacaktır. Sanayi sektöründe en stratejik tesislerimiz yabancılara satılmıştır, satılıyor. 
Madenciliği miz, enerji sektörümüz ulus ötesi şirketlere açılmıştır. 
Bu, Türkiye'nin geleceğinin karartılması, geleceğinin elinden alınması demektir. 
Türkiye'ye sıcak para girişi de bir soygun düzenine dönüşmüştür. 
AKP iktidarı halktan topladığı vergileri, halkımıza hizmet yerine faiz olarak elin yağmacılarına aktarmaktadır. 

YABANCI SERMAYENİN SEKTÖRLERE GÖRE DAĞILIMI 

Geçici Veriler, Kaynak: T.C.Merkez Bankasy (MYLYON $) 


5) Batı'nın beşinci silahı hedef seçtiği ülkeye toprak sattırmak tır Atatürk Türkiye Cumhuriyeti'nde yabancıya toprak satışını son derecede 
zorlaştırmıştı. Ne var ki toprak satışları bütün diğer belalar gibi AKP döneminde yeniden başlatıldı ve kısa sürede büyük bir ivme kazandı. Acaba 
neden gerekli gördü bunu AKP? Yüz karası iki sebepten dolayı bu yola gitti: Birincisi, Avrupa Birli.i istedi de ondan; bu emperyalist kurulu.un emir ve 
baskısına boyun eğdi. İkincisi, kolay bir finansman aracı olarak kullandı toprak satışını, tyıkı babasından miras kalan mülkü satıp savan hayırsız evlât gibi. 
Peki nedir olumsuz etkileri, yabancıya toprak satışının? İlk önemli etkisi Millî servet kaybıdır. Yabancıya toprak satışının başka sakıncaları da var. En 
tehlikeli olanı da ülke içinde zamanla bir azınlık nüfusu oluşmasıdır. Bu nüfus belli bir büyüklüğe ulaştığı zaman, bazı ekonomik ve siyasal taleplerde 
bulunabilir. Durum böyle iken - birkaç istisna dışında - aydınlarımızdan, üniversitelerimizden, hattâ ordumuzdan en küçük bir itiraz sesi dahi çıkmamaktadır. En acı olanı da budur.

6) Batı'nın diğer uluslara yönelttiği altıncı silah azınlık sorunu yaratmaktır. 

Azınlık konusu Batı'nın felsefesiyle, Liberalizmle çatışmaz. Dolayısıyla Batı hedef ülkelerde farklılıkları tahrik ve teşvik etmiştir. Türkiye'nin bir “mozaik” olduğu yalanı bu stratejinin bir ürünüdür. Dahası mevcutlarla yetinmemi., farklılığı yaratmaya da çalışmıştır. Mevcut “azınlık” kavramlarını kendi çıkarlarına göre değiştiriyor, içlerini istedikleri gibi dolduruyorlar. Böylece sözde “yeni azınlıklar” oluşturuyorlar. 

Bizim kof aydınımız ise bu görüşleri gerçek birer bilimsel veriymiş gibi, hiçbir eleştiri süzgecinden geçirmeden olduğu gibi kabulleniveriyor; siyasetçilerimiz, idarecilerimiz, iş adamlarımız da, bir ödün olarak ya da çıkar sağlamak için!... Avrupa Birliği' nin, Türkiye'nin sahiplerinden ve kurucu unsurlarından olan Alevi yurttaşlarımızı azınlık statüsüne sokma çabaları buna bir örnektir. Bundan başka yeni dini azınlık da oluşturmaya çalışıyorlar; kullandıkları araç misyonerlik tir. Papaz Bartho'yu ekümenik yapma girişimi de kuşkusuz aynı hedefe yöneliktir. 

< Yabancıya toprak satışının başka sakıncaları da var. En tehlikeli olanı da ülke içinde zamanla bir azınlık nüfusu oluşmasıdır. 
Bu nüfus belli bir büyüklüğe ulaştığı zaman, bazı ekonomik ve siyasal taleplerde bulunabilir. Prof. Dr. Cihan Dura >

II) NE YAPILABİLİR? 

Şimdi, yukarda sunduğum temel sorun karşısında “ne yapabiliriz” sorusunun yanıtına geçiyorum. Ancak sadece temel yöneliş ve ilkeleri formüle 
etmekle yetineceğim. Bunları şu başlıklar altında sunuyorum: 

Neoliberalizm, 
Avrupa Birliği, 
Borçlanma, 
Yabancı Sermaye, 
Yabancıya Toprak Satışı ve Misyonerlik, 
Tarım ve Sanayi, 
Tarih Bilinci, 
Bilim, 
Devletçilik, 
Demokrasi, 
Yönetim, 
Birlik. 

A) Neoliberalizm 

1) Kapitalizmin temel dinamiği kâr güdüsüdür. Bu güdü bir noktadan sonra girişimci (müteşebbis) denen insanı, âdeta canavarlaştırıyor. Zenginleşme 
hırsı öyle bir dereceye varıyor ki gözleri artık daha fazla paradan, daha fazla büyümeden başka bir şey görmüyor. Zenginleştikçe hırsı artıyor, 
paradan başka hiçbir de.er, hiçbir kutsal tanımıyor. Daha fazla büyümek, daha fazla kazanmak uğruna doğru, iyi, güzel ne varsa her .eyi ikinci plâna 
itiyor, gerek gördüğünde bir “Terminatör” gibi yok ediyor. Bu, patolojik bir durum, insanlık dışı, dünyanın geleceği için büyük bir tehdittir. 
Liberalizm Batı'nın dededen kalma savaş kalkanıdır, emperyalizmin dünya görüşü, kapitalizmin ekonomi felsefesidir. Bu yüzdendir ki bugün dünyada Neoliberalizm'in bayraktarlığını yapan Amerika yoksul çevre ülkeleri için büyük bir sorun, büyük bir tehdittir. Çünkü ABD'nin ihtiyaçları ile diğer ülkelerin ihtiyaçları arasında uyumsuzluk vardır. O “en güçlü, en büyük benim” diyerek dünyaya kendi ekonomik sistemini dayatıyor ve her şeyi kendi ihtiyaçlarına göre düzenlemeye kalkışıyor. Bu dayatma ise doğal olarak 

Türkiye gibi çevre ülkelerinin kendi hayatî sorunlarının çözümsüz kalmasına, hattâ daha da ağırlaşmasına yol açıyor. ABD bu küresel saldırısında başlıca engel, dolayısıyla hedef olarak ulus-devleti görüyor. 

ABD ya da onu yöneten Derin-Merkez; ulus devleti, başlyca üç yönden sıkıştırarak çökertmeye çalışıyor: Ulus üstüleştirme, bölgeselleştirme ve 
yerelleştirme… Onun yerine kendi devletini, e-devleti kurduruyor. Derin-Merkez; ulus-devleti, sosyal, politik ve ekonomik alanlardaki yetkilerini 
giderek ulus-üstü kurumlara devretmeye zorluyor. ABD'nin dünya hâkimiyeti projesinde, elindeki yeni ve en güçlü bir silah, İnternet'tir. Internet ilk kez “dünya ölçe.inde tek bir pazar” oluşturma yolunda. Ancak bu gelişme Derin-Merkez lehine, Merkez ülkelerinin lehine… Çünkü “dünya ölçeğinde pazar” derken kastedilen, “Merkez ülkelerine ait bir pazardır. Böyle bir olu.um da çevre ülkelerde daha vahim sonuçlara yol açıyor: Ulusal çıkarların 
önceliği, yerini Derin-Merkez'in, Merkez ülkelerinin çıkarlarına bırakıyor. 

Bu da Türkiye gibi Çevre ülkelerinin sanayileşmesi ve gelişmesini duraklatıyor, ulusal varlık ve benlikleri üzerindeki yozlaştırıcı etkileri şiddetlendiriyor. 

2) Dünyada apaçık olan bir emperyalizm gerçeği vardır. Neoliberalizm'e karşı mücadele, ancak bu gerçeğin görülebilmesi ve kabulü ile başlar. 
Çünkü sorunların başlıca kaynağıdır o. Ardından, şunlar yapılmalıdır: 

-Ana sorun hakkında olabildi.ince halkımız, gençlerimiz, aydınlarımız bilinçlendirilmelidir. 
Amerikan emperyalizminin, Küreselleşmeci Neoliberalizm'in 
-Derin Merkez'in dışında kalan- bütün insanlar ve bütün ülkeler için, Türkiye için büyük bir felâket ve tehlike olduğu bıkıp usanmadan anlatılmalıdır. 
-Emperyalizmle işbirliği yapan dahilî bedhahlarla mücadele edilmeli, bu “zararlılar” etkisiz hale getirilmelidir. 
-Merkez ülkeleri çok hızlı koşuyor, hızını giderek artırıyor, geri kalan ülkeleri de kendisiyle birlikte aynı hızla koşmaya zorluyor. Başka bir deyişle ulus-devlet zırhlarını çıkartmalarını dayatıyor. 
Çünkü sömürülmeleri için bu gerekli, onların hayat tarzlarını benimsemeleri gerekli. Tabii bu “sürüklenme” Türkiye dâhil hiçbir Çevre ülkesinin lehine değildir. Bu dayatmaya karşı koymak gerekir. 

< Türkiye'nin vatansever aydınları Derin Merkez'in (ABD ve AB'nin) bugün ne dediğine değil, Geçmişte ne yaptığına bakmalıdır. 
Prof. Dr. Cihan Dura >

Uygulanacak bütün ekonomi politikaları bu ölçüte göre belirlenmelidir. Tabii böyle bir politika değişikliği AKP iktidarı ve benzeri oluşumlardan beklenemez. 
Elbette insanlar küçükse, politikalar da küçük olur. Böyle bir devrime ancak Atatürkçü ve Ulusalcı hükumetler cesaret edebilir. 
-Emperyalizm dünya ölçüsünde ya.anan bir olgudur. Dolayısıyla onunla yine dünya ölçüsünde gerçekleştirilecek bir işbirliği yoluyla mücadele edilebilir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

24 Kasım 2018 Cumartesi

YENİDEN ŞEKİLLENEN ORTADOĞU VE TÜRKİYE

YENİDEN ŞEKİLLENEN ORTADOĞU VE TÜRKİYE



19.10.2014 Trabzon Haber Ajansı 
İnternet Gazetesi,

Orta Doğu coğrafyası yirmi birince asrın ilk çeyreğine yaklaştığımız şu günlerde tekrar yeniden şekillenmeye başlamıştır.

On sekizinci asrın başlarında sanayileşmeye başlayan Avrupa devletleri enerji ihtiyaçlarını karşılamak üzere gözlerini Osmanlı idaresi altında bulunan ve halkının çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu Orta Doğu coğrafyasına dikmişlerdir…

İngiliz siyaseti de denilen tabirin sahibi olan İngiltere bu hususta liderliği kimseye bırakmamıştır…

Denizin ortasında ada devleti olan İngiltere üzerinde güneş batmayan BİRLEŞİK KRALLIK adı altında sömürgeler imparatorluğunu kurarken hep bu İngiliz siyasetinden yararlanmıştır…

İngiliz siyaseti dediğimiz olgu öyle bir olgudur ki “Aslanı kediye” mahkum eden bir siyasettir…

İngiliz sömürgeler bakanlığı kendi bünyesinde oluşturduğu birimlerde sömüreceği ülkelerin yönetim kademesindeki insanların dublörlerini oluşturarak, o insanlar gibi giyim ve kuşamlarını tanzim ederek, onlar gibi yedirip içirerek hatta aile ortamını dahi sağlayarak uzaktan düşünce okuma sanatını dahi geliştirmişlerdir.

Bir vali ve çevresindeki birkaç korumasından oluşan küçük bir İngiliz’le koskoca bir vilayeti sömüren İngiliz siyaseti gücünü bu durumdan alıyordu…

Mısır’da oturan İngiliz valisine Osmanlı 1.000 asker ile kanalı geçse Mısır’ı nasıl savunacaksınız diye sorulduğunda verdiği cevap dikkate şayandır:

Savunmayız, bırakıp gideriz. Ama biz hiçbir zaman Osmanlının değil 1.000, on asker bile Mısır’a sevk edeceğine fırsat vermeyiz demiştir…

Bir asır Önce Orta Doğu coğrafyasını İngilizler böyle dizayn etmişlerdi…

Bu hususta kimlerden nasıl ve ne şekilde istifa ettiklerini isim isim saymaya gerek yok…

Bazen şeyh kılığında, bazen idareci şeklinde, bazen asker konumunda, bazen tüccar bazen, bazen v.s. girmedikleri şekil ve kılık İngiliz menfaati için kullanmadıkları yöntem kalmamıştır…

Günümüzde ise İngiliz siyasetinden beslenen ABD Orta Doğu cofrafyasını tekrar şekillendirmeye çalışmaktadır…

ABD 2005-2009 yılları arasında Dış İşleri Bakanlığı yapan ve bakanlık görevinden önce Beyaz Saray sözcülüğünde bulunan Condoleezza Rice 2002 yılında Fas’tan-Afganistan’a 26 İslam ülkesinin sınırları değişecek ifadesini kullanmıştı…

Adına önceleri GOP sonraları değiştirilerek BOP denen Orta Doğu Projesi kapsamında “EŞBAŞKANLIK” görev taksimleri dahi yapılmıştı…

Bakanlığı döneminde bu değişikliğin alt yapısını oluşturan Bayan Rice sınırları değişecek olan İslam ülkelerinde etnitise ve mezhepçilik adı altında oluşumlar ortaya çıkararak dış müdahalenin yerini içeriden müdahale ile çözmeye çalışmışlardır…

Arap Baharı ile başlayan süreç işte böyle bir çalışmanın ürünüdür…

Türkiye, Arap baharı ile başlayan süreçte İslam ülkeleri yöneticilerini hep zalimlikle suçlayarak, yönetime isyan eden muhaliflerin yanında yer almıştır.

Mısır’da önceleri kısmı başarı elde edilmiş gibi gözükse bile sonraları “Müslüman Kardeşler” yönetimden uzaklaştırılınca Türkiye burada yalnızlığa itilmiş oldu…

Diğer taraftan bütün çalışmalara rağmen Suriye’de ÉESAD” yönetimi devrilemeyince oradan gelen yaklaşık 2.000.000 mülteci de Türkiye’nin başına büyük bir sıkıntı oldu…

ESAD muhaliflerinden olan “EN_NUSRA” cephesi içerisinden çıkan ve kendilerini “IŞİD” olarak isimlendiren grup en acımasız şekilde Orta Doğu’da Müslüman katliamına çıkarak bu coğrafyayı kan gölüne çevirmişlerdir.

“IŞİD” grubu İslam’ın sembolü olan “Kelime-i Tevhidi” bayraklaştırarak İslam adına ortaya çıktıklarını iddia etmelerine rağmen günümüzde İslam’a en büyük zararı vermektedirler…

Aslında bunlar kutsalı ilahlaştırarak aşırı giden ve ilahlarına insan kurban adayan kaldanililerden de daha aşırı bir durumdadırlar…

Tam da böyle bir ortamda Türkiye’de yeni kurulan hükümetin Başbakanı “Yeni Türkiye” ismini dillendirmeye başladı… “Osmanlı modeli” ifadeleri kullanılarak TV kanallarında “Lozan antlaşması, 1924 anayasası, cumhuriyet” gibi kavramlar tartışma konusu yapılmaya başlandı…

Orta Doğu kaynayan bir kazan haline geldi. İçerisine giren yanmaktadır…

Türkiye bir taraftan bu kaynayan kazanın içerisine girmek için bütün emeğini harcarken diğer taraftan kendi içerisinde de “KOBANİ” desteği adı altında bölünme niyetli isyan denemeleri ile karşı karşıya kalmaktadır…

Bir taraftan Orta Doğu yeniden şekillenirken diğer taraftan TÜRKİYE CUMHURİYETİ de yeniden şekillendirilmeye çalışılmaktadır…

Bu gidişat tersine çevrilmez ise 2023 yılında üniter yapısı içerisinde bir TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ kalmayacaktır…

MEHMET BAŞTÜRK

www.mehmetbasturk.com                        

http://www.mehmetbasturk.com/konu_detay.php?Meczup=349

22 Kasım 2018 Perşembe

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 23

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN  ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 23


1970’ li yılların ortasından itibaren ülkede çatışmalar hız alır, sokak aralarında 
hesaplar görülür, defterler dürülür. Kamplaşma iyice artar ve sonra silahlar girer devreye. Her gün her yerde cinayetler işlenir. Cinayetler 70’ li yılların sonuna doğru katliamlara dönüşür ve sonra tepedeki isimlere ulaşır. Hala yokluk devam etmektedir, insanlar ölmektedir ama siyasiler birbirine laf yetiştirmektedir. Önlerindeki sorunu görmezler, ihtimal vermezler, yollarına devam ederler. Ne var ki askerlerin de sabrı tükenmiştir, gidişata dur denilecektir. 

12 Eylül 1980’ de ülke 3. darbeye uyanır. Kenan Evren ve beraberindeki generaller ülke yönetimine el koymuştur. Parlamento feshedilir, sendikalar- dernekler kapatılır, arkasından partiler kapatılır. Gidişata dur demeyenler de al -aşağı edilmişlerdir. Bir anda kitlesel tutuklamalar başlar. İnsanlar tutuklanır, fişlenir, hapishanelere gönderilir, işkencelerden geçirilir ve hatta bazıları idam edilir. İdam edilenlerin içerisinde yaşı tutmayan bir çocuk bile vardır. Askerler hem serttir hem tavizsiz…Ülke 12 Eylül karanlığına bürünür. 
12 Eylül aslında ne başlangıçtır ne de son. 12 Eylül en şiddetlisinden acıdır, en 
koyusundan hüzün, en derininden umutsuzluk… Çaresizliktir aslında, boyun eğmektir ve de susmak. 12 Eylül anlatılamayandır, tarif edilemeyen ve unutulamayan. Aslında bir tıkaçtır en kalınından ülkenin gelecek yıllarında boğazına oturan…Sahip çıkılamayandır ve de tartışılamayan. 12 Eylül bir milattır aslında, hiç bedende ruh bırakmayan… 12 Eylül ile birlikte Türkiye suskunluğa gömüldü. Gerek tutuklananların gerek fişlenenlerin aileleri yıllarca mağdur oldu. Ülke depolitizasyona sürüklendi. Aynı anda düşünceler de fişlendi. 80 öncesinde ülkeyi kıskıvrak sarmış olan terör bu kez devlet eliyle resmileşti. Cezaevlerinde insanlar işkencelerden geçirildi, hor görüldü. Bir insanlık ayıbı yaşandı ama bu ayıbı üstlenen de olmadı. Sayısız insan takip edilmekten bitap düştü, akıl 
sağlığından oldu. Kısıtlı yaşamdansa özgür ölmeyi tercih edenler oldu. 70' li yılların gençliği idealistti. Sağcısı olsun, solcusu olsun bir idealleri vardı ve fakat onlar da zaman içerisinde dejenerasyona uğramış oldu. 

1970' li yılların ortalarında başlayıp yıllarca Türkiye' yi kasıp kavuran siyasal şiddet olayları 12 Eylül askeri müdahalesiyle birlikte "bir gün" içerisinde hissedilebilir bir biçimde azaldı ve kısa bir süre büyük ölçüde durdu. 48 ilde sıkıyönetim uygulamasına gidildi, sokağa çıkma yasağı getirildi. Özellikle yasadışı sol örgütler hızla çökertilerek etkisiz hale getirildi. 

1983 seçimlerinin ertesine kadar süren 12 Eylül dönemi boyunca MGK her şeye hâkim oldu, her şeyi yasakladı. Sonrasında da anayasayı değiştirdi, arkasında payidar bıraktı. Zira MGK’nın 3 yıl boyunca uyguladığı her şey anayasaya dökülmüş, resmileşmişti. Anayasa bundan sonrası için de bağlayıcı hükümleriyle halkın tökezlemesine sebep olmaya devam edecekti. 

Gerek rejimin getirdikleri ve yeni anayasa gerek 24 Ocak Kararları, liberal ekonomi, serbestleştirme, özelleştirme halkı toptan cendereye almıştı. Ekonomik kararlar paket programı ekonomide iyileştirme yapılmak üzere uygulamaya konulmuş ama ekonomi dibe vurmuştu. Yolsuzluk, vurgunculuk, iş bitiricilik, yankesicilik, dolandırıcılık, mafya ve derin devlet ilişkileri 80 sonrası topluma kazandırılan kavramlar olarak belleklerde durmaktadır. 

12 Eylül sonrası artık her şey dış güçlerin planladığı ve özlediği şekildedir ki bunda en büyük rol ABD’ nindir. Büyük tehlike solcular ortadan kaldırılmış, toptan cezaevine gönderilmiş, işkencelerden geçirilmiş ve kimisi de idam edilmiştir. Sol diye bir şey kalmamıştır artık. Devlet idaresine karışacak olan da yoktur. Halk sinmiştir, korku ve dehşet her yanını kuşatmıştır. Gençlik bloke olmuştur. Ekonomi ile birlikte sanal dünyalar yaratılmış, halka umut dağıtılmış tır. Ne acı ki 80 sonrası alınan kararlar ile, liberal bakış açısı ile, 
serbestleştirme-özelleştirme mantığı çerçevesinde zengin daha zengin olmuş, fakir iyiden iyiye fakirleşmiştir. Arkasından zincirleme kitlesel göçler gelmiştir. Kentlileşme çabası ve kentlileşememe statü ayrılıklarını, yaşamsal biçim farklılıklarını ve sınıfsal çatışmaları doğurmuştur. Sonrasında herkes kısa yoldan köşe dönme sevdasına tutulacak ve kendinin olmayana sahip olmak adına her yol deneyecektir. 

Toplum depolitize edilmeye çalışılırken iktidara gelen ANAP’ın izlediği politikalar 
uzun vadede başarıya ulaşamasa da siyasal ve toplumsal bağlamda büyük vizyon değişikliklerinin olmasını sağlamıştır. İletişim teknolojilerinde meydana gelen inanılmaz değişim ve yenilikler halkın önüne kondukça tüketim çılgınlığı baş gösterecektir. Halk olmayan parası ve kısıtlı imkânlarıyla, dar bütçesiyle tüketim pastasından pay almaya girişecektir. Bu değişim rüzgârı kısa sürede ailevi değerleri yozlaştıracak ve arkasından toplumsal çöküş başlayacaktır. 

12 Eylül askeri müdahalesi sonrasında ara rejim iktidarının icraatları belleklere balyoz gibi inmiştir. Halk başta önceki buhrandan kurtulmak için tek yolun askeri rejimden geçtiğine inanmış olsa da sonrasında yaşadıkları pişmanlığına ölçüt olmamıştır. Ara rejim ile birlikte yönetenler ile yönetilenler arasında kopukluk doğmuş ve asker ile idari elit kadroların gerçekleştirilen yenilikleri topluma benimsetmeye çalışmaları ve buna dayanak olarak halkın gereken birikime sahip olmadıkları düşüncesiyle hareket etmeleri otoriter bir yönetimin sergilenmesine neden olmuştur. Demokrasiye duyulan ihtiyaç her geçen gün artmış ve fakat 
demokrasi halkın ulaşamayacağı bir yerlere kaldırılmıştır. MGK sindirmede, dayatmada ve kanı durdurmakta iddialıdır ve de başarılı. Zira Kenan Evren 11 Eylül günü akan kanın 12 Eylül ile nasıl durduğunu ‘’Bir elimde Kur’ an, Bir elimde Devlet’’ (Platon’ un Devlet Kitabı) diye açıklayacaktır. Halk da dolayısıyla dini elden bırakmayacak ve ülkenin geleceğini buna göre şekillendirecektir. 

Siyasal hayata bakan yönüyle 12 Eylül sonrası meydana gelen gelişmeler, devletçilik anlayışının yıkıldığı, sınırlı devlet anlayışının benimsendiği ve bireyin daha ön planda olduğu bir anlayışa doğru dönüşüme uğramıştır. Toplum hayat gailesine düşmüştür ki 80 sonrası bireycilik tavan yapar. Herkes kendi için ve anlık yaşamaya başlar, bencil yaşamlar had safhadadır. Vur patlasın-çal oynasın zihniyeti halkı derinden yaralar, ilişkiler erozyona uğrar. 12 Eylül amacına ulaşmıştır. Apolitik bireyler kendi kişisel ihtiyaçlarını farklı yollardan karşılar olmuştur. Nasıl olsa siyasete bulaşmıyordur. Devletin kendinden istediği budur, o da yerine getirecektir. Düşünmeyecek, sorgulamayacak, ahkâm kesmeyecektir. Zaten bunlar üzerine vazife değildir. O 80 sonrası asparagas haber yapan gazeteler, 90’ lı yıllar ile birlikte zirveye oturan TV kanalları ile uyuyacaktır, uyutulacaktır. Medyalaşma ve magazinsel basın halkı kıskıvrak ele geçirecek ve iliklerine kadar vampir edasıyla sömürecektir. Ne gençlik kalacaktır ne de ideal ana baba modelleri. Varsa yoksa avuç açma, avuç ovuşturma ve 
avuç ovuşturanlara kölelik başlayacaktır. 12 Eylül ile birlikte insanların bedenleri kalmıştır sadece, zaten MGK ruhları söküp almıştır sinsice. Safi fizikleri ile uğraşacaktır insanlar, zira rejim sonrası beyinlerin dolması bir şey ifade etmemektedir daha fazla aslında. 12 Eylül kökten çöküştür bir yerde. Demokrasi çökmüştür, askerin güvenilirliği ve karizması çökmüştür, devlet baba çökmüştür. 80 öncesi ve sonrası olmak üzere iki kavşak vardır artık Türk toplum hayatında. Ahlaki erozyon yaşanmıştır, değerler bozulmuştur, Batı’ ya adapte olabilme telaşıyla özünden kopma sağlanmıştır. 12 Eylül sonrası başka bir toplum,  bambaşka bir gençlik vardır artık. Her şeyden çok çabuk yorulan, üşengeç, düşünmeye aciz, okumayı hepten bırakan, uymacı, rahat ve de salaş, üretemeyen ama pek çok tüketen yığınlardan oluşmuştur toplum. Kimse düzeltemez artık onu, zira kendi istemedikten sonra. Uyum en güzel şeydir, derlemeyse hayat; uymamak ise hiçbir şey, acizlikse kabahat. Bu ülkede her ne yapılırsa yapılsın 12 Eylül’ ün enkazı kalkmayacaktır asla. 80 öncesi devrimcilikle uğraşan ya da ülkücü olan gençler ağır bir eziyetten geçmiştir. Zira telafisi 
mümkün olmaz. Darbe ile birlikte yaşamları sekteye uğramıştır, uğratılmıştır. Yaşadıklarını anlatanlar, anlatabilenler vardır bir de anlatamamış olanlar. Ruhları sökülmüş olanlar... İlaçları yoktur artık onların. 

Öte yandan 80’ de çocuk olanlar ise bugünün anne-babalarıdır ki onlar da dönemin anne ve babalarının çocuklarıdır. Çok çarpıcı olan ve göz ardı edilmemesi gereken şudur ki, yakınları davalarda yargılanan, işkenceler gören o zamanlarda 7-8 yaşlarında olup, en çetrefilli zamanlarında Mamak' ta kalan babaların, anaların çocukları. İçlerine acı tohumları atılmış, korku sularıyla sulanmış çocuklar. Yani şimdinin çocuk yetiştiren, çalışan anneleri, babaları....  

Ruhları ne derece sağlıklıdır acaba? 

Cevabı yoktur asla... 

Dönemin sinmiş, sindirilmiş, her şeyden korkan, gölgelerinden kaçan 
çocukları...Üstelik bugün hala korkusunu atamamış,*272 bugün hala söz söylemeye, düşünce bildirmeye korkan çocukları...12 Eylül’ ün çizdiği, yaşam hakkını ellerinden aldıkları, püskürtülmüş çocukları... 

12 Eylül unutulmaz bu ülkede dolayısıyla, unutulamaz...Unutulmasına zaten koşullar izin vermez. 12 Eylül bir kilometre taşıdır ki o taş yerinden hiç oynamaz. 12 Eylül gelişmekte olan, önü açık olan, belki de nice bilim adamı yetiştirecek olan bir ülkenin önünü kesmiştir. 

Bilinçli ya da bilinçsiz, artık çok da önemli değildir. Önemli olan bundan sonra ülkenin güneşe duracağı günlerde tekrar ayağına darbelerin dolanmamasıdır. 
Zira bedeller ödenmiştir, defterler dürülmüştür, ruhlar salkım saçak bedenler içinde durmaktadır. Dolayısıyla gerek yoktur yeni acılara, acı yaşatacaklara, acı 
yaşatanlara.

..Bir ülke kaç sefer bedel ödemelidir kendini bulana kadar zira? 
  Bedeller çoktan bir asra bedel olmuştur nasıl olsa... 272 


BİBLİYOGRAFYA 

I-SÜRELİ YAYINLAR 

A- GAZETELER 

Akşam Gazetesi 
Evrensel Gazetesi 
Gazete Habertürk 
Hürriyet Gazetesi 
Radikal Gazetesi 
Referans Gazetesi 
Sabah Gazetesi 
Star Gazetesi 
Taraf Gazetesi 
Yeni Şafak Gazetesi 
Zaman Gazetesi 

B- DERGİLER 

Akdeniz Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi 
Aksiyon Dergisi 
Cogito 
Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi 
Toplumsal Tarih Dergisi 
Üniversite ve Toplum 

II- KİTAPLAR, İNCELEME, ANILAR VE MAKALELER 

AHMAD Feroz, Demokrasi Sürecinde Türkiye, Çev. Ahmet Fethi, Hil Yayınları, İstanbul, 1994. 
AHMAD Feroz, Modern Türkiye’ nin Oluşumu, Çev. Yavuz Alogan, Kaynak Yayınları, 2. Baskı. İstanbul, 1999. 
İNSEL Ahmet, Demokrasinin Sancılı Yılları, Cumhuriyet Ansiklopedisi, Yapı Kredi Yayınları, c. 3, İstanbul, 2002. 
AKSOY Cahide (İleri), Babam Tevfik İleri, I.C., Ankara 1977. 
AKŞİN Sina, Bülent Tanör ve Korkut Boratav, Yakınçağ Türkiye Tarihi, Milliyet Yayınları, 2. Cilt, İstanbul, 2005. 
AKYAZ Doğan, Askeri Müdahalelerin Orduya Etkisi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002. 
ALKAN Türker, Gelişen Ülkelerde Aydınlar ve Siyaset, Ankara, 1977. 
ALTAN Ahmet, Darbelerin Ekonomisi, AFA Yayınları, İstanbul, 1990. 
ARCAYÜREK Cüneyt, Demokrasi Dönemecinde Üç Adam, Bilgi Yayınevi, 3. Baskı. İstanbul, 2000. 
ARCAYÜREK Cüneyt, 12 Eylül’ e Koşar Adım, Bilgi Yayınları, 2.baskı, İstanbul, 1988. 
ARCAYÜREK Cüneyt, Müdahalenin Ayak Sesleri, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2. Basım, 1986. 
ATILGAN Gökhan, Yön-devrim Hareketi/ Kemalizm ile Marksizm Arasında Geleneksel Aydınlar, Yordam Kitap, 2. Baskı, Ekim 2008. 
BALBAY Mustafa, 12 Eylül-Sol Kırımı/ 78’ liler, Cumhuriyet Kitapları, 2. Baskı, İstanbul, Kasım 2008. 
BİRAND Mehmet Ali -Rıdvan Akar, 12 Eylül, Türkiye’ nin Miladı, Doğan Kitapçılık, 5. baskı, İstanbul, Eylül-2006. 
BİRAND Mehmet Ali, DÜNDAR Can, ÇAPLI Bülent, Demirkırat- Bir Demokrasinin Doğuşu, Doğan Kitapçılık, 10. Baskı, İstanbul-2005. 
CEMAL Hasan, Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım, Doğan Kitapçılık, 2008. 
ÇAVDAR Tevfik, Türkiye’ nin Demokrasi Tarihi, İmge Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 2004. 
ÇAY Abdulhaluk, Her Yönüyle Kürt Dosyası, Boğaziçi İlmi Araştırmalar serisi:15, Ankara- 1993. 
DOĞAN İlyas, “Çok Partili Dönem ve Türkiye’de Sivil Toplum, (1945-2000)”, içinde: Kamu Hukuku Arşivi (KHukA), Cilt 10, Sayı 2, Eylül 2007. 
DURSUN, Davut, “Demokrasi Sorunu ve Türkiye”, Ed: Davut Dursun, Demokrasi Sorunu ve Türk Demokrasisi, Şehir Yayınları, İstanbul, 2001. 
ERDOĞAN Mustafa, Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset’’, Liberte Yayınları, 4.Baskı, Ankara,2003. 
ERKAN, Rüstem, Kentleşme ve Sosyal Değişme, Bilimadamı Yayınları, Ankara, 2002. 
ERSEVER Ahmet Cem, ‘’Kürtler, PKK ve Abdullah Öcalan’’, Ankara, 1993. 
ERTUNÇ Ahmet Cemil, Cumhuriyetin Tarihi, Pınar Yayınları, 2. baskı, İstanbul, 2004. 
EVREN Kenan, Kenan Evren’ in Anıları, Milliyet Yayınları, 2. Cilt, İstanbul, 1991. 
EVREN, Kenan ‘’Zorlu Yıllarım’’, Milliyet Yayınları, 1. Cilt, Mayıs 1994. 
GEREK Nüvit ‘’Siyaset Bilimi’’ Anadolu Üniversitesi, Açık öğretim Fakültesi Yayını, 1.baskı, Eskişehir, Ekim 2004 
GÖZLER Kemal, Türk Anayasa Hukuku Dersleri, Ekin Yayınları, 2. Baskı, Bursa, 2004. 
GÖZÜBÜYÜK Şeref, Açıklamalı Türk Anayasaları, Turhan Kitabevi, Ankara, 1993. 
GÜRBİLEK Nurdan, ‘’Vitrinde yaşamak- 1980’ lerin kültürel iklimi’’, Metis Yayınları, 1992. 
HALE William, Türkiye’de Ordu ve Siyaset (1789’dan günümüze), Çev. Ahmet Fethi, Hil Yayıncılık, İstanbul, 1994. 
IŞIK Mehmet, ‘’Türkiye’ nin Karanlık Penceresi’’, Karma Kitapları,1. Baskı, İstanbul, Ekim 2007. 
JASCHKE Gotthard, ‘’Yeni Türkiye’ de İslamlık’’, Çev. Hayrullah Örs, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1976. 
KARATEPE Şükrü, Darbeler Anayasalar ve Modernleşme, İz Yayıncılık, 3. Baskı, İstanbul, 1999. 
KARPAT H. Kemal, Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul, İstanbul Matbaası, 1967. 
KILINÇ Erol, ‘’İhtilal, ihtiras ve 68 kuşağı hakkında’’, Ötüken Neşriyat, 2008. 
KONGAR, Emre, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1999. 
KONGAR Emre, 12 Eylül Kültürü, Remzi Kitapevi, 5. Basım, İstanbul, Temmuz 2007. 
KONGAR, Emre, 21. Yüzyılda Türkiye 2000’li Yıllarda Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1999. 
MAVİOĞLU Ertuğrul, Asılmayıp Beslenenler / Bir 12 Eylül Hesaplaşması 1, İthaki Publishing,4. Baskı, Ağustos 2006. 
MAVİOĞLU Ertuğrul, Apoletli Adalet/Bir 12 Eylül Hesaplaşması-2, İthaki Publishing, 2. baskı, Ekim 2006. 
MAVİOĞLU Ertuğrul, Bir 12 Eylül Hesaplaşması-3/ Bizim Çocuklar Yapamadı, İthaki Yayınları-1 Baskı, İstanbul, Eylül 2008. 
MAZICI Nursen, Türkiye’de Askeri Darbeler Ve Sivil Rejime Etkileri, Gür Yayınları, 9. Baskı, İstanbul,1989. 
Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği, 12 Eylül Öncesi ve Sonrası, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2.baskı, Ankara, Aralık 1981. 
MUMCU Uğur, Kürt Dosyası, Tekin Yayınları, İstanbul, 1993. 
ÖRS Birsen, Türkiye’de Askeri Müdahaleler, İstanbul, Der Yayınları, 1996. 
ÖZBUDUN Ergun, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, 7. Baskı. Ankara, 2002. 
ÖZCAN Nihat Ali, PKK Tarihi, İdeolojisi ve Yöntemi, Asam Yay, Ankara, 1999. 
ÖZDEMİR Hikmet, Kalkınmada Bir Strateji Arayışı/Yön Hareketi, Bilgi Yayınevi, 1. Baskı, 1986. 
ÖZKAN Tuncay, Bir Gizli Servisin Tarihi (MİT), Milliyet Yayınları, 6.Baskı, İstanbul, 1999. 
ÖZTÜRK, Osman Metin, Ordu ve Politika, Gündoğan Yayınları, Ankara, 1993. 
PARLA, Taha, Türkiye’nin Siyasal Rejimi, 1980–1989, İletişim Yayınları, Üçüncü Baskı, İstanbul, 2002. 
RUSCUKLU Bülent, Demokrat Parti’ den 12 Eylül’e, Alfa yayınları, 1.basım, İstanbul, 2008. 
Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, ‘’Sıkıyönetime giden yolda vuku bulan olaylar zinciri’’ 7.cilt. 
SOYSAL Mümtaz, 100 Soruda Anayasa’nın Anlamı, Gerçek Yayınevi, 6. Baskı, İstanbul, 1986. 
SÖNMEZ Mustafa, ‘’Türkiye Ekonomisi’ nde Bunalım’’, Belge Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1982. 
ŞADİLLİ Vedat, Türkiye’ de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar, Kon yayınları, 1980. 
TANİLLİ Server, Dünyayı Değiştiren On Yıl, Say Yayınları, 3. Basım, İstanbul, 1990. 
TANÖR Bülent, İki Anayasa, Beta Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1994. 
TANÖR Bülent, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, 1789-1980, Yapı Kredi Yayınları, 9. Baskı, İstanbul, 2002. 
TANÖR Bülent ve YÜZBAŞIOĞLU Necmi, 1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa 
Hukuku, Yapı ve Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, 2001. 
TEKİN Arslan, Milliyetçi Hareket' te Yeni Dönem ve Dr. Devlet Bahçeli, 2. baskı, İstanbul 1998. 
TRENTO Angelo, Castro and Cuba : From the Revolution to the Present, Arris boks, 2005. 
TURGUT Hulusi, 12 Eylül Partileri, ABC Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1986. 
TÜRKEŞ Alparslan, Savunma, Kamer yayınları, İstanbul, 1998. 
TÜRKÖNE Mümtaz’ er, Darbe Peşinde Koşan Bir Nesil-68 Kuşağı, Nesil yayınları- 5.baskı, İstanbul, Kasım 2008. 
Türk Tarih Kurumu, 12 Eylül Öncesi ve Sonrası, TTK Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 1981. 
ULUGAY Osman, 24 Ocak Deneyimi Üzerine, Hil Yayınları, 1984. 
ÜLKÜ İrfan, Alparslan Türkeş- Fırtınalı Yıllar, Kamer Yayınları,2. baskı, İstanbul, 1998. 
VELİDEDEOĞLU Hıfzı Veldet, 12 Eylül / Karşı devrim, Evrim Yayınları,2. Baskı, İstanbul,1990. 
YAVİ Ersal, İhtilalcı Subaylar, 3.kitap, Yazıcı Yayınevi, İzmir,2005. 
YETKİN Barış, Kırılma Noktası-1 Mayıs 1977 Olayı, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları, 2. basım, Antalya, Mart 2007. 
ZÜRCHER Erik Jan, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. Çev. Yasemin Saner Gönen, İletişim Yayınları, 4. baskı, İstanbul 1999. 

III. GAZETE, DERGİ VE DİĞER INTERNET MAKALELERİ: 

AKAT Asaf Savaş, ‘’24 Ocak İstikrar Programı’’, www.akat.bilgi.edu.tr. 
AKÇURA Belma, Emekli Albay Ümit Kardaş’ la 12 Eylül’ ü Konuştuk / ‘’PKK Bu Noktaya 12 Eylül ile Geldi’’, www.milliyet.com.tr, 12 Eylül 2005. 
AKTUNA: ‘’Bizi de, Askeri de Kandırdılar’’, www.aksiyon.com.tr, 30.01.2006. 
ALTAN Mehmet, ‘’24 Ocak 1980 bir Milattır’’, Star Gazetesi, 24 Ocak 2009. 
ALTINTAŞ Hakan, ‘’Türk Siyasal Sisteminde Siyasal Partiler ve Kentleşmenin Kutuplaşma Sürecine Etkileri’’, Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi (5) 2003. 
HALİS Müjgan, Jülide Aral: ‘’Benim 68’ im mazbut ve cinsiyetsizdi!’’, Sabah Gazetesi- Pazar Sabah (ek), 05.07.2009. 
ARAS Ufuk, ‘’12 Eylül’ ün izleri’’, 12 Eylül 2008 Cuma, NTVMSNBC.COM 
AYAN Sezer, ‘’ Siyasi Yapılanma Sürecinde 1961 ve 1982 Anayasası’’,C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 8, Sayı 2, 2007. 
AYDIN Erdinç, ‘’12 Eylül Darbesi ve Ulus’ un Türk Silahlı Kuvvetleri’’, Politika Dergisi, 11/11/ 2008, http://www.politikadergisi.com/ 
BAKİ Mehmet, ‘’Numan Kurtuluş: 28 Şubat’ ta Kaybettiğimiz Tabanımızı Kazanacağız’’, Aksiyon Dergisi, 27 Ekim 2008. 
‘’Banker Kastelli Dürüst Öldü’’, Star Gazetesi-Güncel Haber, 03.06.2008. 
BARDAKÇI Murat, ‘’12 Eylül sonrası Çocuklara Konan İsimler’’, Sabah Gazetesi, 01.02.2007. 
‘’Başbuğ Alparslan Türkeş’’, www.bozkurtmhp.com.tr 
BAŞTÜRK Dicle- AKTAŞ Turan - KARAGÖZ Fikret, ‘’12 Eylül’ ün Cehennemiydi’’, Taraf Gazetesi, 12.09.2008. 
BAYER Yalçın, ‘’Türk İş Hak Arayamıyor’’, Hürriyet Gazetesi, 14.07.2009. 
BELGE Murat, ‘’12 Eylül’ den bugünlere’’, Radikal Gazetesi, 29.07.2003 
BELGE Murat, ‘’Yönetme Başarısı’’, Taraf Gazetesi, 29.06.2008. 
BERBEROĞLU Enis, ‘’Banker Kastelli 26 yıldır Ölüydü’’, Hürriyet Gazetesi, 03.06.2008. 
BERKTAY Halil, ‘’Türkiye, 12 Eylül Darbesi’ ne Adım Adım Hazırlanmıştı’’, Taraf Gazetesi, 30 Eylül 2008. 
BİLGEN Ayhan, ‘’Mesele 12 Eylül ile Yüzleşmek’’, Yeni Şafak Gazetesi, 13.09.2008. 
CAN Eyüp, ‘’Banker Kastelli’ yi Kim Öldürdü?’’, Referans Gazetesi, 03.06.2008. 
CAN Kemal, ‘’Milliyetçilik ve MHP’ nin Yükselişi’’, Gündem/Görüş: Mayıs 1999, www.gundem-online.com. 
CİZRE Ümit, ‘’12 Eylül’ ün ‘’Anti’’ Gündeminde Toplum’’, Toplumsal Tarih Dergisi, Tarih Vakfı, 31.08.2005. 
ÇİZMECİ Şule, ‘’12 Eylül’ ün Değiştirdiği Hayatlar 1’’, Radikal Gazetesi, 10.09.2006, www.radikal.com.tr 
‘’Darbenin çocukları’’, www.tokatyenidonem.com, 17 Kasım 2008. 
DURSUN Davut, ‘’24 Ocak Kararları’ nı Hatırlayalım’’, Yeni Şafak Gazetesi, 27 Ocak 2009 Salı. 
DÜNDAR Can/ AKAR Rıdvan, ‘’Ecevit’in Arşivi / 6 bölüm’’, 2. bölüm:’’Doğu’ da Devlet Yok, Apocular Örgütleniyor’’, Milliyet Gazetesi, 23 Ocak 2008. 
DÜZEL Neşe, Selim Dindar Röportajı, ‘’Üç Yılını Cehennemde Geçirdi’’, Radikal Gazetesi, 23/ 06/ 2003. 
EKİNCİ Burhan, Ertuğrul Mavioğlu: ‘‘12 Eylül Sermayenin Darbesiydi’’, Taraf Gazetesi, 12/ 09/ 2008. 
ERDEM Fazıl Hüsnü, ‘’Göstere Göstere Hayır / Darbe Anayasası’ nı Tartışmaya Açmak’’, Taraf Gazetesi, 11-07-2008. 
ERÇEL Gazi, ‘’Tarihten Bir Yaprak: 24 Ocak Kararları’’, Vatan Gazetesi, 25.01.2007. 
ETE Hatem, ‘’27 Mayıs-28 Şubat Parentezinde 12 Eylül’’/ Bürokratik Vesayet ve Otoriter Rejim/-Açık Görüş/ SETA-Siyaset, 
Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı, 14 Eylül 2008, http://www.setav.org/ 
ETE Hatem, ‘’27 Mayıs-28 Şubat Parantezi’ nde 12 Eylül’’, Açık Görüş-SETA-Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı, 14 Eylül 2008, http://www.setav.org/ 
GÖKAÇTI Mehmet Ali, ‘’Milli Türk Talebe Birliği Geri Dönerken’’, Radikal Gazetesi, 24.12.2006. 
GÖKTÜRK Yücel, Ertuğrul Kürkçü:‘’12 Mart orduyu Burjuva ordusu yaptı’’ Expressİstanbul, 18 Mart 2006, www.bianet.org. 
GÜNAY Ertuğrul, ‘’Zor Seçim: Devlet mi, Demokrasi mi?’’, Yeni Şafak Gazetesi,  13.04.2007. 
GÜZEL Hasan Celal, ‘’Ekonomik Kriz Hatıraları 2’’, Radikal Gazetesi, 30.11.2008. 
HATİPOĞLU Tahir, ‘’Dünden bugüne Üniversitede Türban’’, 
http://www.mulkiyedergi.org/index.php?option=com_docman&task=cat_view&gid=53&Itemid=2 
HEKİMOĞLU Mehmet Merdan, ‘’1982 Anayasası’ na Göre İnsan Hakları Kavramı’’, Sosyal Bilimler Dergisi, http://sbe.balıkesir.edu.tr 
H. Fırat, ‘’15-16 Haziran/ Sol hareket ve İşçi Hareketi’’, TKIP web sayfası, Haziran 1988, www.tkip.org 
HUGHES Thomas, ABD Dışişleri Bakanlığı (U.S. Department of State) : ‘’ Guevara's Death, The Meaning for Latin America’’, 
http://www.companeroche.com/index.php?id=108 
IŞIKLI Alparslan ‘’12 Mart öncesi Gençlik’’, Üniversite ve Toplum (Bilim, Eğitim ve Düşünce Dergisi), Aralık 2002, Cilt 2, Sayı 4. 
İNAL Kemal, ‘’12 Eylül ve Eğitim’’, Evrensel Gazetesi, 14/ 09/ 2008. 
İNSEL Ahmet, ‘’Kurucu Meclis’’, Radikal Gazetesi, 06 / 05 /2007. 
İpekçi ile röportaj, Cemil İpekçi: ‘’80’li Yılların Modası Gerçekten İğrençti’’, Sabah Gazetesi, http://arsiv.sabah.com.tr/2004/02/11/gun104.html 
KAHRAMAN Hasan Bülent, ‘’12 Mart Muhtırası’’ yazı dizisi, Radikal Gazetesi, 16 Mart 2001. 
KAHRAMAN Hasan Bülent, ‘’Türban, İdeoloji ve AKP’’, Radikal Gazetesi, 09.12.2002. 
KAHRAMAN Hasan Bülent, ‘’Radikalizm, Devlet ve AKP’’, Radikal Gazetesi, 13.12.2002. 
KARAN Ceyda, ‘’Portre: Rauf Denktaş’’, Radikal Gazetesi,18 Nisan 2005. 
KEMALOĞLU Nihal, ‘’12 Eylül Yapım Zihniyetiyle 12 Eylül’ e Bakmak’’, Akşam Gazetesi, 30/ 06 /2009 
Kenan Evren ile söyleşi, ‘’Kürtçe’ ye Ağır Yasak Koyduk Ama Hataydı’’, 
www.milliyet.com.tr, 07.11.2007. 
KILIÇBAY, Mehmet Ali, Zaman Gazetesi, ‘’11 -12 Eylül arasında Türkiye’’, 30.09.2002. 
KIŞLALI Mehmet Ali, ‘’Eksik Kalan Öyküler’’, Radikal Gazetesi, 26.11.2005. 
KIVANÇ Ümit, ‘’12 Eylül’ de Biz Gençtik’’, Taraf Gazetesi, 01.07.2009 
KIVANÇ Taha, ‘’Güzel İnsanlar da Ölüyor’’, Yeni Şafak Gazetesi, 6 Ekim 2002. 
KORKUT Tolga, ‘’Ekinci: Kürt Hareketi’ nin Değişimi’’, BİA haber merkezi-İstanbul, 
www.bianet.org, 12 Mart 2009 Perşembe. 
‘’Milli Görüş’ e Parti Dayanmıyor’’, www.radikal.com.tr, 23.06.2001 205 
ORTAŞ İbrahim, ‘’YÖK Kaldırılmalıdır’’, Üniversite ve Toplum/ Bilim, Eğitim ve Düşünce Dergisi, Aralık 2004, Cilt 4, Sayı 4. 
ÖVÜR Mahmut, ‘’Darbeciler yargılansın ya darbeci zihniyet?’’, Sabah Gazetesi, 13 Eylül 2008 Cumartesi. 
ÖZBUDUN Ergun, ‘’Seçim Sistemleri ve Türkiye’’/ ‘’1983 Seçim Kanunu ve Değişiklikleri’’, s.530, http:// dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/298/2768.pdf. 
PAMİR Balçiçek, Selim Dindar: ‘’Bir Daha Dünyaya Gelsem Kürt Olmak İstemem’’, Gazete Habertürk, 18/05/2009. 
Sabah’ la Serbest Ekonomi’ nin 20. Yılında Sanayi / ‘’24 Ocak Kararları Ekonomiyi Dışa Açtı- Gümrük Birliği Rekabet Gücü Kazandırdı’’, Sabah Gazetesi, 01 / 12/ 2005. 
‘’Seçim Anketleri Nedir, Ne Değildir’’, www.memurlar.net, 04.04.2009. 
Sınıf Hareketi, ‘'İşçi Hareketi Tarihinden Kesitler’’, Türkiye Komünist İşçi Partisi web sitesi, www.tkip.org, 25 Mart 2009., 
ŞAHİN Haluk, ‘’1 Mayıs 1977’ de ne oldu?’’, Radikal Gazetesi, 3 Mayıs 2006. 
ŞAHİN Haluk, ‘’Barbie, Televole Kültürünün sonu mu?’’, Radikal Gazetesi, 08.04.2006. 
ŞENSOY,Süleyman ‘’Devlet ve Anayasa ‘’Yeni Bir Anayasa Nasıl Yazılmalı?’’, TASAM (Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi), 25/12/2008, www.tasam.org. 
TOSUN Resul, ‘’Milli Görüş ve Terör’’, Yeni Şafak Gazetesi, 9 Nisan 2003 Çarşamba. 
TÜRK Hikmet Sami, ‘’Nasıl bir seçim sistemi?’', www.dergiler.ankara.edu.tr 
TÜRKER Yıldırım, ‘’Geçmiş Geçmediyse Suç Bizde’’, Radikal Gazetesi, 21.05.2000. 
TÜRKER Yıldırım, ‘’Erdal’ ı Unutmadık’’, Radikal Gazetesi, 11/12/2006. 
ULUENGİN Hadi, ‘’12 Eylül Nasıl Yargılanır’’, Hürriyet Gazetesi, 04.07.2009. 
‘’Üniversiteli Müslüman Gençlerin 30 yıllık Yürüyüşü’’, www.akyolhaber.com, 3 Ocak 2008. 
YALÇIN Soner, ‘’AKP’ nin Asıl Korkusu Nurcu-Nakşibendi kavgası’’, Hürriyet Gazetesi, 1 Haziran 2008. 
YALÇIN Soner, ‘’MHP’ nin 40 yıldır bitmeyen derdi’’, Hürriyet Gazetesi, 24 Şubat 2008. 
YANARDAĞ Merdan, ‘’Akıncılar Partisi’’ BİA Haber Merkezi, www.bianet.org, 30.11.2002. 
TOPRAK Zafer, ‘’1968’ i Yargılamak ya da 68 kuşağına Mersiye’’, Cogito (Felsefe, kültür ve düşünce dergisi), Yapı Kredi Yayınları, sayı: 14, 1998. 

DİĞER 

1982 anayasası /www.anayasa.gen.tr 
www. belgenet.com/ 12 Eylül/ 12 sıkıyönetim.html 
www.biyografi.net 
http://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/hukumetler.htm 
www. tbmm.gov.tr.secimler.genel seçimler 
tr.wikipedia.org 

EKLER: 

EK-1 

EK-2 

EK-3 


EK-4 


EK-5 


EK-6 
*12 Eylül 1980 darbesinin Newsweek haber dergisinin 22 Eylül 1980 tarihli sayısının kapağında yansıması. 


EK-7 
*12 Eylül liderleri 


EK-8 
KENAN EVREN 


EK-9: 


EK-10: 
• 12 Eylül sonrası TBMM’ den bir görüntü 


EK-11: 
ERDAL EREN MAHKEMEDE 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

272 *Bakınız: Ek 1, Ek 2, Ek 3, Ek 4, Ek 5. Tezimi hazırlarken yaptığım sözlü tarih çalışması vesilesiyle uyguladığım anketlere dönemin çocukları 
( bugün 40’ lı, 50’ li yaşlardalar) pek de itibar göstermemişlerdir. İsim beyan etmelerinin zorunlu olmadığını defalarca söylememe rağmen, insanlar anketi doldurmaktan şiddetle kaçınmışlardır. Başlarının ağrıyacağından korkmuşlar, bir şekilde sıkıntı yaşayacaklarını tasavvur etmişlerdir. Cevap verenler ise susmanın hiçbir şeye faydasının olmadığının farkında olanlardır. Düşünceleri yüzünden susturulmak istemeyenlerdir... 

Dolayısıyla uyguladığım anketlere cevap verenleri cesaretlerinden ötürü tebrik ediyor, sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum 


***

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 22

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN  ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 22


‘’12 Eylül' den nasıl etkilendik?’’ 

Çok derin. Kimi fiziki olarak, kimi benim gibi psikolojik olarak yaralandı. Ama 
topluma baktığımızda en temel olarak korku yarattığını görüyoruz. Örgütlenmekten, daha doğrusu herhangi bir şey için bile bir araya gelmekten korkuyoruz... 12 Eylül' ün en temel argümanı akan kanı durdurmaktı. Bu büyük bir yalandır. Çünkü darbecilerin kendileri çok büyük bir kan akıtmıştır, açılan büyük davaları düşünün bunların hiçbirinin akan kanı durdurmakla ilişkisi yoktur, aksine 'topluma çekidüzen vermek' le ilgisi vardır. Ve güncel olarak belki de en önemlisi, 12 Eylül bir Amerikan operasyonu idi. Meşhur 'Our boys' sözünü 
hatırlayalım. Belleksizliğin yanında bence bağlantıları kuramamak da ciddi bir toplumsal rahatsızlık. Bugün 12 Eylül' den yanaysanız ABD' den yanasınızdır, ABD' ye karşıysanız 12 Eylül' ü de sorgulamak zorundasınız. 12 Eylül ABD' nin hem bize, hem de bölgeye ilişkin planlarının bir parçasıydı.264.’’ 

80 İhtilalı’ nı henüz çok gençken karşılayanlar Amerikanvari bir toplumla karşılaştılar ve ne yapacaklarını tam kestiremediler. Özal Türkiyesi tam anlamıyla Batı’ ya sempatik görünme telaşındaydı, Amerikan gelenekleri bize çok uyar bir mod almıştı. Her şey unutulsun diye mücadele ediliyordu aslında. Dolayısıyla Amerika ne yapıyorsa aynısını uygulamak, onlara özgü alışkanlıkları pompalamak topluma zaman oyalatıyordu. Aileler zaten darbeyi görmüştü, hınca hınç acısını yaşamıştı. O yüzden her türlü çocuklarını korumak istiyorlardı. 
Çocukları her şeyden uzak dursun, başına iş açmasın, ailesini üzmesin. Hemen hemen her ailenin yaşam felsefesi olmuştu bu. Hayatlarının kalan kısmı için huzur istiyorlardı, sadece huzur. Çocukları dizleri dibinde dursun, acı görmesin, bedel ödemesin. Zira bir aile kaç sefer bedel ödeyebilirdi ki? Yaşanması gerekenleri ana-babalar yaşamış, bedeli onlar ödemişti. 

Fazlasına gerek yoktu, fazlası için zaten sabır ve yürek de yoktu. Bu-laş-ma-mak elzemdi. Türkiye' de 12 Eylül' den etkilenmeyen yok aslında. O dönemi yaşayan kuşak çok yaralı. Sınıfsal duvarlarla hayatlar birbirinden koparıldığı için acı öyle ya da böyle bugüne kadar ulaşıyor. Birçoğu hatırlamak, hakkında konuşmak dahi istemiyor. Hayatında yer edişini reddediyor, kabullenemiyor ve bir şekilde yok saymayı tercih ediyor ama yok sayarak da bir yere varılmıyor. Şüphesiz acı çıkmadıkça yürekten, vicdana oturmuş kan akmadıkça ruhlar huzur bulmuyor, bulamıyor. 

Toplumda işlerin yolunda gittiği, sınıfların nispeten ‘cicim aylarını’ yaşadığı 
önlemlerde, adaletin ezen sınıfların çıkarlarına hizmet için var olduğunu anlamak pek çokları açısından son derece zordur. Hırsızlar, katiller, yankesiciler, soyguncular, uyuşturucu kaçakçıları, tecavüzcüler, trafik canavarları, dolandırıcılar ve benzerlerinin işlediği suçlar, taviz verilmeksizin cezalandırılır iken, adalet mekanizmasının herkes adına aldığı bu kararlar, toplumu tatmin ettiği gibi, güvenlik hissinin yerleşmesine, dolayısıyla sistemin güç kazanmasına da destek verir. Aslında sınıflı toplumlarda adalet, üretimden aldıkları pay ve üretim araçları karşısındaki konumları itibarıyla asla eşit olmayanları yasalar karşısında eşitlediği içindir ki başlı başına eşitsizlik kaynağıdır. Sınıflı toplumlara özgü bir kavram olan adaletin çıplak yüzü, en çok işlerin kızıştığı dönemlerde belirginleşir. Ezilenler eskisi gibi yaşamak istemediklerini eylem ve sözleriyle ortaya koymaya başladıklarında; ezenler yaşadıkları derin krizin de etkisiyle eskisi gibi yönetemediklerinde ve bu yönetememe halinin somut ifadesi olarak ezilenlerin üzerindeki baskının dozunu arttırdıklarında; işte o zaman, sistemin alarmları çalmaya başlar. Bu alarmı ilk duyan kurumların başında ise adalet mekanizması gelir. Daha önce hoşgörü ve tahammül sınırları içinde değerlendirilen her tür eylem, her tür söz, artık yeni üretilmiş suç olarak yargılanır ve hiçbir taviz verilmeksizin en ağır biçimde cezalandırılır 265. 

Darbeden sonra ne adalet kalmıştı ne hoşgörü ne tahammül. Acı vardı; gözyaşı, ihanet, yürek ağrısı, ruh sancısı, beyinlerde sınırsız sorular. Beyin değil ruh sorguluyordu: 
Neden? 
Ben bu devlete ait değil miyim? Değil miydim? Hak istemiştim, özgürlük ve eşitlik…Acı değil, elimde kan değil, yüreğimde dayanılmaz sancılar değil…Sahip çıkılmak istemiştim, ötelenen değil…Ben devlete güvenmek istemiştim, devletin istemediği biri olmayı değil… Darbenin vahameti öyle derindi ki toplum içinde her kesimden insan patolojik ruh hali sergiliyordu. Aslında en çok 12 Eylül sonrası Türkiyesi’ nde gençlik kaybetti kendini ve de genç olmayı. O günlerde darbeyi yaşayanların çocukları silik kaldılar, kendilerini ifade edemediler, herhangi bir statü ya da misyon ile dahi 12 Eylül’ ün karanlığına bakamadı lar. Gençler sırtlarını çevirdiler olaya, zaten yönleri belirlenmişti ve iştirak edemediler davaya, davayla ilgili sorunlara. Günümüzde toplum, gençleri ancak yaşlandırmıştır. Kapalı salonlarda hiç kimsenin dinlemediği, ya da insanların zorla getirilip oturtulduğu konferanslar düzenlenerek gençlere sahip çıkılmaz. Toplumda yükselmenin en meşru yolu olan yükseköğretim kapılarını beş 
liseliden sadece birine açarak gençlik eğitilmez. Hele hele toplum depolitize edilirken, ilkokul çocuklarını yağmurda, karda kışta, Başbakan karşılamaya çıkarmakla, gençliğe hiç sahip çıkılmaz. Gençliğin kimlik kartı katılımdadır. Bir toplumda ne yapılıyorsa, gençlerin o yapılan işlere katılımı ile gençliğe sahip çıkılır. Toplumun yaptığı iş, üretimse, üretimde, eğitimse eğitimde, politikaysa politikada her aşamada gençlerin tüm etkinliklere katılımı sağlanmalıdır. Toplum ancak o zaman gençleşir. Ancak o zaman, gençler, yaşamadan yaşlanmaktan kurtulur. Ancak o zaman geçiş dönemleri belki de gereksiz olur.266. 
12 Eylül rejimi, üniversiteleri toplumsal muhalefet odakları olarak görmüş, bu işleve son vermek için üniversitelerin siyaset ve toplum ilişkilerinden tümüyle yalıtılması yolunda katı önlemler almıştır. Onları ortaöğrenim kurumu şekline sokmuş, o şekilde muhafaza etmeye çalışmıştır. Bireylerin temel hak ve özgürlükleri de aynı anda kapsama alanı dışında bırakılmıştır. Üniversiteler 80 sonrası da şeriat düzeninin hâkim olduğu alanlar haline getirilmiştir ki bundaki sorumluluk 12 Eylül’ ün YÖK’ ünde dir. 

    90 lı yılları takriben sanki biraz daha normale döner gibi oldu her şey ama değişmeyen şeyler de vardı. Korku hiç değişmedi mesela, 12 Eylül’ ün karanlığı hiç değişmedi. Bıraktığı koyu renkli hatta katran karası acı hiç değişmedi. Yürekteki, beyindeki pranga hiç çıkmadı. Sadece biraz daha bir şeyler esnekmiş gibi gösterildi. Sanal demokrasi uygulaması yapıldı. 
Sonuçta anayasanın bağlayıcı hükümleri vardı ve kolay kolay başkaldırmak mümkün değildi. 12 Eylül adalet tesis etmek için gelmişti, düzene sokmak fakat beklenilen olmadı. Hedeflere ulaşılamadı, hedef şaştı. 12 Eylül’ ün tohumları 90’ lı yıllarda filizlenmeye başladı. Sanki beyinleri boşaltılmış gençler vardı dört yanda. Üstelik bu figürler 2000’ li yıllarda sadece fizikten ibaret olacaklardı, aynı fabrikadan çıkmış, aynı tornadan geçmiş gibi kızlar ve oğlanlar türeyeceklerdi. Hiçbir amacı olmayan, hayattan beklentisi olmayan, düşünmekten aciz, sormakta mecalsiz, sırf tüketen yığınlar çıkacaktı ortaya. 

1994-1998 krizlerinden sonra, 2000 Kasımı' ndaki mali ve 2001 Şubat ekonomik krizleri ortaya çıktı. IMF-Dünya Bankası programlarında ısrar edildikçe, ekonomi kötüye gitti, krizler birbirini izledi. 2001 krizi ile Türkiye duvara toslamıştı yeniden. Ekonomisini düzeltemeyen ve dışa bağımlı yaşayan az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde sorunlar çok olurdu. Sorunlar çok oldukça da halk yorgun düşerdi. İşte Türkiye’ de ekonomisini bir türlü toparlayamadığı için sürekli sendeliyor ve halkı ile derin bir açmaza giriyordu. Darbeler de genelde bu tür ortamlarda geliyordu zaten. Ekonomik krizlere rağmen tüketim çılgınlığı durmuyordu. 80 sonrası insanlar her şeyi hızla tüketiyordu. Toplum depolitize olmuştu, gençlik susmuştu, işlem tamamdı. Yalnız tek bir gerçek vardı ki insanların hayatı kökten değişmişti. Kimse eskisi gibi olamadı, eskisi gibi yaşayamadı, eskisi gibi olmayı beceremedi. Herkes öncelikle geçmişini silmekle mükellefti, cunta öyle istemişti çünkü. Hafızalar silindi, geçmiş lekeydi nasıl olsa kazınmalıydı. İnsanlar kendilerini değiştirdiler dolayısıyla. Konuşma şekilleri değişti, düşünce tarzları, giyimleri, hayat standartları, dinledikleri müzik sonra… sevdikleri-sevmedikleri değişti, alışkanlıkları, arkadaşları-arkadaşlıkları, okudukları, tarzları… 

Bazıları aniden zengin oldular, sonra o zenginler aniden model oldular, örnek teşkil ettiler.Yeni zenginler yeni modeller haline geldiler. Tüketim çılgınlığı salgın oldu. Arkasından tele-vole kültürü geldi. ‘’Vur patlasın, çal oynasın…’’ hayatın anlamı, herkesin felsefesi oldu. Nemelazımcılık bulaştı herkese. ‘’Bana değmeyen yılan bin yaşasın!’’ en sevilen slogan oldu. Gündelik hayatın hemen her alanı televole kültürünün ürettiği değer yargıları, algılayış biçimleri ve beğeni çeşitlilikleriyle şekillendi. Özal sonrası hızla ivme kazanan popüler kimlik 
kültürü oluşturmak kentlerde havayı da değiştirdi. 90 lı yıllarda ise özel TV ve radyo kanallarıyla birlikte magazin basını toplumsal hayatın kriterlerini yerle bir etti. Sıradan hayatların yanı sıra ünlü olanların, zengin olanların, sanatçı olanların hayatları deşifre edildikçe halk bu sefer kendi hayatını irdelemeye başladı ve sonra ulaşmayı denedi, onlar gibi olmayı hedefledi. Gençler kendilerinin de TV ekranlarında gördüklerinden farklı olmadığını ve onlar gibi yaşayabileceğini düşündü. Gençlik özgürlüğe giden yolda farklılaşmayı diledi ve popüler sentezle kabuğunu attı.

‘’ Televolelere kadar toplumun hedonizm özentisi 'sosyete' denilen ve neyin nesi 
olduğu hiçbir zaman net olarak tanımlanmayan bir kesimle özdeşleştirilirdi. Televole kültürü futbolcu-manken kesimini onların yerine koydu. Böylece 'sosyete' sosyeteliğine kitlelerin gözünden daha uzak mekânlarda devam etme rahatlığına kavuştu267.’’ Türkiye' de de art arda gelen iktisadi krizlerle sarsılmış, popüler kültür darbeleriyle de başı dönmüş insanlar gerçek dünyada sahip olmadıkları 'yardım' ı TV ekranlarında aradılar, kendilerini sanal dünya ile teselli ettiler. Bu sayede toplumsal yozlaşma oldu, toplumsal çürümüşlük ivme kazandı. Gençler çürümüşlüğe alet olurken toplumun dinamikleri de değişiyordu elbet. Ana babalar da bu tekelizme öncülük etmişlerdi zira. Hep daha fazla, daha 
fazla mantığı ile kendi değerlerini de yok ediyorlardı. Akabinde insanlar toz - pembe dünyalara asıldılar ve hayallerde yaşadılar. 

90’ lı yıllar aynı zamanda medyalaşma sürecini kapsıyordu. 1980 sonrasında medya, toplumsal sorumluluklarından arınmış ve neoliberal pazar ekonomisinin gereklerine uygun biçimde sadece satış rakamlarını düşünen ve tıpkı plastik eşya üretimi yapan ya da konfeksiyon giyim eşyası üreten sıradan bir ticari kuruluş haline gelmiştir. Neticede magazinleşme olgusunu 12 Eylül yaratmıştır. 
Asıl önemlisi bilimden, ilimden uzak durdu insanlar. Okumadılar, kitaba öcü  muamelesi yaptılar. Anlık yaşamaya başladılar. Zevk için, sefa için bu dünyada olduklarını varsaydılar. Çocuklarını ‘’ya topçu olacak ya popçu’’ mantığıyla büyüttüler. Ataerkil ailelikten çıktı bu ülkede aile yapısı, anaerkil de değildi artık, çocuk erkildi. Ailelerin hayatları çocuk merkezliydi, o ne derse o oluyordu. Dolayısıyla alabildiğince özgürlük verildi çocuklara, sonra sahip çıkılamadı yapılanlara. Gençler sanki çok biliyormuş gibi ortalarda dolaştılar ama aslında hiçbir şey bilemeden kendi tükenişlerine seyirci kaldılar. Popüler kültürün kurbanı oldular. Daha fazla makyaj, daha fazla maske, daha fazla show… 

'Ben' i ön plana çıkaran sadece ve sadece kendisi için yaşayan bir nesil olduk sonunda. Komşusuna güvenmeyen, komşusunun güvenmediği apartman insanları olduk. Hoşgörüden uzak, tahammülsüz, üşengeç, tüketen ve fakat üretemeyen, egosu şişik ve fakat pasif-pısırık, kulaktan dolma-ekrandan görme yaşayan yığınlar olduk. Saygıyı yitirdik, kendimize saygıyı da elbette. Maddi olarak sınıf atlamaya çalışırken, ruhumuzu sattık, manevi olarak çöktük. 
Eskiye ait ne kadar değer varsa satılığa çıkarttık, ahlaksızlığı kendimize baz aldık. Etini göstermeyeni, kendini teşhir etmeyeni adamdan saymadık. Kendimizi küçülttük, çapımızı küçülttük, ufkumuzu küçülttük. İfadesiz olduk, kendimizi ifade edemez olduk. 12 Eylül Darbesi ile birlikte topluma dolandırıcılar, üçkağıtçılar, yankesiciler, gaspçılar, rüşvetçiler, vurguncular, hırsızlar, adam kayırmacılar, mafyacılar, iş bitiriciler ve köşe dönücüler pompalandı. Yetinme, yeterli görme duygusu insandan uzaklaştı. Hak yiyiciler ve göz yumanlar number -1 oldu. Başkasının hakkı ötekine tatlı geldi, o da o hakkı almayı denedi. 

Bütün bunlar olurken insanlar unutmayı seçtiler, unutulmayı. Her türden ahlaki ve moral çöküntünün yaşandığı, rüşvetin, fuhuşun egemen olduğu, toplumun tümüyle politik sürecin dışına itildiği Türkiye onların, cuntacıların Türkiye' sidir. Askeri rejim tarafından yasaklanmış siyasi düzen sonradan serbest bırakıldığında ortaya bir yarık çıkmıştır. Dolayısıyla bu yarık etrafında 12 Eylül’ e ve 12 Eylül sonrasına bakmak gerekmektedir. Zira sonrasında her şey çıkarlar ve güvensizlik ekseni üzerinde şekillenmiştir. Bu şekillenme elbette toplumsal çürümüşlüğü, yoz ve arabesk bir kültürü, değerler yozlaşmasını getirmiştir.   

Türkiye’ de tüketim toplumu değerlerinin yarattığı trajedi, tüketim toplumu değerler sisteminin kendi içinde kötü ve olumsuz bir nitelik taşımasından kaynaklanmaz. Birinci olarak Türkiye’ nin teknolojik bakımdan tüketim toplumu değer sistemini yaşatacak bir gücü olmamasından doğar. İkinci olarak da, ideolojik açıdan, tüketim toplumu değerlerinin, endüstriyel değerler sistemi ile desteklenmesi yerine feodal/kırsal değerler tarafından kösteklenmesinden kaynaklanır.268. 

Türkiye' de gençliğin siyasetten uzaklaştırılmasının faturası gerçekten ağır oldu. Baskı altında şekillendirilen bir sistem kırılgan yapılar üretir ve sonrasında yapıları erozyona uğratır. 80 öncesi gençlik de hatta Cumhuriyet kurulduğundan beri gençlik katılımcı bir toplumsal payda iken, toplumsal sorunların çözümünde ya da sistemin şekillenmesinde itici güç oluştururken 80 sonrasında duyarsız bir kitleye dönüşmüştür. Oysa ulusal bilinç siyasal örgütlenmesini ve toplumsallaşmayı gerçekleştirebilmek için gençliğe ihtiyaç duymaktadır. 
Ne var ki toplumun geneline bireyselcilik hâkim olmuştur ve sonrasında şiddetli bir kuşak çatışması ve iletişimsizlik taçlandırılmıştır. 

12 Eylül’ den sonra içi boşaltılmış yapılaşma elbette beyinleri ve ruhları boşaltılmış insanları da arkasından getirdi. Süreç sistemli işledi, hedefe kilitlendi. Devletin ve hukukun içi de boşaltıldı. Bu organik olmayan yapı yüzünden 2000’ li yıllarda dahi Türkiye darbe söylentileri ve darbe çığırtkanları/çığırtkanlığı ile uğraşmak zorunda bırakıldı. İç ve dış dinamikler güç birliğini hiç elden bırakmamıştı. Demokrasiye bir türlü kavuşamamış, geçmişi ile geleceği arasında köprü kuramayan Türkiye hala bazı mücadelecilerin de desteğiyle ayakta 
dik durabilme savaşı içerisindedir. 2000’ li yıllar ile birlikte bazıları için sevindirici bazıları için hiçbir anlam ifade etmeyen ama belki de bazı yaraları kapatmak için elzem olabilecek nitelik taşıyan bir gelişme ile silkelenme boyutuna gelmiştir. Nedir bu silkelenme de tetiği çeken el? 

’12 Eylül ile Yüzleşme’’ 

‘’12 Eylül yüzleşmesi, bir nostalji arayışı yada salt tarih tartışması değildir. 
Bugünlerimizi, yarınlarımızı dahası hayatımızın tüm alanları etkilemeye devam eden bir yapısal dönüm noktasıdır. Elbette her tarihi günü, öncesi ve sonrası ile birlikte ele almalıyız. Türkiye'yi 12 Eylül sürecine götüren gelişmelerle ilgili eleştirilerimizi de açık yüreklilikle yapmalıyız. Siyasetçiler, medya, gençlik hareketi temsilcileri bu özeleştiriyi mutlaka yapmalı, hepimizi askeri darbenin kucağına iten hatalarımızı cesaretle masaya yatırmalıyız. Ancak unutmamalıyız ki hiçbir gerekçe, 12 Eylül 1980 ve sonrasında yaşanan insanlık suçlarını 
meşrulaştırmaz. Resmi söylemin 12 Eylül öncesine yönelik eleştirileri büyük oranda bu amaca hizmet için kullanılmak istenmektedir.269.’’ 

‘12 Eylül’ ü yargılayalım’ fikri CHP lideri Deniz Baykal tarafından ortaya atıldı ve 
elbette destekçisi de oldu, desteklemeyeni de. Desteklemeyenlerin büyük bir çoğunluğu salt aynı acıları yaşamamak, hatırlamamak ve hatta bulaşmamak fikriyle bu atılımın karşısında duruyordu. Zira 12 Eylül’ ü yaşayıp da yürekten, sebep olanların cezalandırılmasını istemediklerinden değil. Eski defterler karıştırılmasın diyeydi… ‘’…Bu kozmetik yaklaşım beni pek ilgilendirmese bile, sonraki darbecilerin de örtündüğü dokunulmazlık zırhının parçalanması açısından bakıldığında, “sembolik” olarak amenna! Ancak, nüfusu zaten çok genç bir ülkede 12 Eylül’ ü yetişkin olarak yaşamışların oranı düşünülürse, Türkiye halkının ezici çoğunluğunun da konuyu fazla önemsediğini sanmıyorum. Artı, ben kendi hesabıma, Kemal Karpat’ ın “Demokrasi bir hoşgörü ve affetme 
rejimidir” ilkesine inanıyorum. Çektiklerimizi unuttum, böyle bir affı baştan kabulleniyorum. 

Daha önemlisi, geniş kitlelerin darbeyi ilkin “asayiş harekâtı” olarak algıladığını ve dolayısıyla, yine ilkin cidden desteklediğini nesnel bir olgu olarak saptamaktan çekinmiyorum. Ve işte tüm bunlardan ötürü de, “eski defterlerin açılmasını” gereksiz görüyorum. Biline ki, şu yaştaki bir Evren’ i mahkeme önüne çıkartmak, tıpkı Fransa’daki General Petain vakasında yaşandığı gibi, sahte bir mağdur efsanesi yaratmaktan başka işe yaramaz. Türkiye’ deki sivil demokrasi atılımına da dişe dokunur bir ivme kazandırmaz.270.’’ 

Ülke askeri rejimle değişti, değiştirildi, benliğini kaybetti. Toplum büyük bir 
başkalaşma yaşadı, evrim geçirdi. Genç olabilme yetisi ve beraberinde getirdiği değerler yok edildi. Artık 12 Eylül öncesi ve sonrası vardı bu ülkede. İki farklı boyutta yaşamış Türkiye vardı. Peki ya 12 Eylül Askeri Rejimi Paşası ne düşünüyordu? Haklı mıydı yoksa haksız mı? 
Acaba Evren’ in kafasında keşkeler var mıydı? 

‘’Keşke Cumhurbaşkanına daha fazla yetki verseydik. Cumhurbaşkanını halk 
tarafından seçtirseydik ve iki Meclis yapsaydık. Teklif vardı, konsey üyesi arkadaşlar karşı çıktı. Onu yapmadığımıza pişmanım. Partileri kapattığımıza pişmanım. İki seçimi bir arada yaptığımıza, cumhurbaşkanlığı ile anayasanın bir arada oylanmasına pişmanım. Doğru yapmadık bunu. Ama her insanın hatası vardır, hatasız kul olmaz. Öyle zannediyorum ki az hatayla bu işi bitirdik… 12 Eylül yararlı mı oldu zararlı mı oldu ben ona bakarım. Türkiye o kanlı badireden kurtuldu. Oraya dönmedi. Partiler ve parti liderleri daha olgunlaştı. Onların o 
zamanki haline bakın bir de şimdiki haline bakın. Büyük fark var. Partilerin arasındaki ilişkiler daha demokratik. 12 Eylül’ ün demek ki birçok faydaları oldu.271.’’ 

SONUÇ 

Az gelişmiş ülkelerde demokratik düzen oturmamışsa, ekonomide iyileştirme yoksa ve elbette eğitim sürecinde yenilikler ve iyileştirmeler yapılamıyorsa darbe hep halkın yanı başında durur. Az gelişmiş ülkeler modernleşme sürecine de giremedikleri ya da çeşitli sebeplerle süreci tamamlayamadıkları için, refah standartları yakalayamadıkları için ordu hep teyakkuzda durur ve tehditlere karşı savunmacılık kalkanı ile doğabilecek tehditleri püskürtme anını kollar. Şüphesiz ordunun görevi milli güvenliği sağlamak, sadece dışarıdan gelebilecek tehditlere karşı değil, aynı zamanda ülkenin içerisinden de gelebilecek tehditlere 
karşı da devleti ve milleti korumaktır. Hiyerarşik bir yapısı vardır ve emir-komuta zincirine sahiptir. Aynı zamanda amacı ‘’mevcut düzenin ve rejimin korunmasıdır.’’ Bu sebepledir ki herhangi bir ülkenin içerisinde bulunduğu olumsuz ekonomik, politik ve toplumsal durum sonucunda gerçekleşen askeri müdahaleler öncelikle politikayı ve politikacıyı etkilemektedir. 

Türkiye de bu ülkeler dâhilinde, Cumhuriyet tarihi boyunca darbelerden nasibini 
almıştır. 2 kez direkt, 1 kez dolaylı ve bir kez de kimisi tarafından (kansız olduğu için) buçuk, kimisi tarafından ‘’post-modern’’ diye ifade edilen 4 darbeye maruz kalmıştır. Bunlar sırasıyla; 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 (Post –Modern Darbe)dir. Aralarında en uzun süreli olan, 3 yılı aşkın süreyle 12 Eylül Darbesi’ dir. 12 Eylül karanlığıyla ve bıraktığı derin izlerle bugün hala ülke halkının sandığında durmaktadır. Aslında Türkiye tarihinde ordunun Osmanlı’ dan beri siyasette aktif rol oynadığı gözlemlenmiştir ve fakat bu müdahil durum Cumhuriyet sonrası dönem de kaçınılmaz olmuştur. İşte ordu 1970 yılı itibarıyla ülkenin içinde bulunduğu durumu tehlikeli bulmuş ve 
yine siper tutmaya başlamıştır. 1970' li yılların sonlarında terör olaylarının artmasıyla, Türkiye' nin bir kan gölüne dönmesini neden gösteren Silahlı Kuvvetler emir komuta zinciri içinde 12 Eylül 1980 günü de yönetime el koymuştur. Demokrasiye o sonbahar ara verilmiştir ki o sonbahar ağırlığını uzun yıllar hissettirmiş ve sanki hiç bitmemiştir. 1971 yılına kadar, 68 kuşağının taşıdığı deli bir coşkuyla, cesaretli ruhlar önce ABD’ nin emperyalist politikasına sonrasında da devletin emperyalist ülkelerle çizdiği yandaşlık misyonuna kafa tutmuş ve fakat akabinde sistemle ters düşmüşlerdi. Aslında gençler ülke 
geleceği için kendilerinin çözümlediği bir iyileştirme mekanizması devreye sokmaya çalışmış; bağımsız, demokratik ve herhangi bir ülkeye bağımlılığı olmadan da ülkenin gelişebileceğini, geliştirilebileceğini iddia etmiş ve toplumda her kesimden insanın eşit ve aynı haklara sahip olmaları gerektiğini ispatlamak üzere mücadeleye girişmişlerdi. Ne yazıktır ki mücadelelerin sonunda kendilerini ifade edemediler ve canlarını vererek ülkede gerilen ortamı huzura  kavuşturdu lar.     
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idam edilerek dönemi  sonlandırmış oldular. 

12 Mart 1971 sonrasında ülke biraz durulmuştu, dinginlik bir süre devam etmişti. Muhtıradan sonraki en önemli gelişme 1973 seçimleriydi çünkü siyaset sahnesine yeni renkler ekleniyordu. Adıyla, sanıyla, icraatlarıyla uzun yıllar kendinden çok söz ettirecek olan Bülent Ecevit bunlardan biriydi. Üstelik 73 seçimlerinde de solun oylarını zirveye taşımıştı. 14 Ekim 1973 tarihinde yapılan seçimlerde Ecevit' in başkanlığındaki CHP en fazla oyu almasına rağmen çoğunluğu kazanamayınca Ecevit çareler düşünmüş ve 26 Ocak 1974 tarihinde bir başka yeni yüz, Necmettin Erbakan liderliğinde Millî Selamet Partisi ile kurduğu koalisyon hükümetinde ilk defa başbakanlık görevini almıştır. Sonrasında Karaoğlan devri başlar ve sorunların da zirveye tırmanmasına start verilmiş olur. 1974 yılında Bülent Ecevit başbakanken, EOKA yanlısı Rumlar Kıbrıs’ ta Makarios’ a karşı darbe yaptıktan sonra Ecevit, ‘’Karaoğlan’’ sıfatına bir de ‘’Kıbrıs Fatihi’ lakabını ekletecektir. 

Zira Kıbrıs’ taki usulsüzlüğe dayanamamış, müdahale etmiş ve yaptığı çıkartma sonucu büyük zafer elde etmiştir. Ecevit’ in bir anda bu kadar şaşaya sahip olmasını egosuna anlatmak ne yazık ki zor olmuştur. Kendine sonsuz güveni yüzünden ve halkın ona çok güvendiği tezine istinaden erken seçim sevdasına tutulur ve hükümeti bozar. 

Ecevit’ in bozduğu hükümetin akabinde ülke MC hükümetlerini selamladı ve bu 
selamlaşmada bir yeni parti daha Meclis’ e girdi. Alparslan Türkeş başkanlığında MHP’ nin parlamentoya girmesi ülke için yeni tehlikelere gebeydi. Zira Süleyman Demirel 73 seçimlerinin rövanşını alabilmek adına gerekli ödünleri vermiş ve hükümeti zor şartlarda kurmuştu. Kuruluştan sonra da hükümeti ayakta tutabilmek için elinden geleni yaptı ve gerek MC ortaklarına şirin görünmek gerek hükümeti sol bir ele, Ecevit’ e kaptırmamak maksadıyla MC ortaklarının kendi yandaşlarını kullanarak ülke genelinde yaptıklarına göz yumdu. 
Koalisyonun akabinde devlet içinde güçlenen MHP ülke genelinde hâkimiyet kurma hevesine tutulur ve dört bir yandan ülkede asayiş sağlama görevi üstlenir. 

Zira 12 Eylül’ e giden süreç de bu şekilde başlamış olur. Sokaklar artık ‘’ülkücü gençlere’’ emanettir ve fakat karşılarında da devrim aşkı ile yanıp tutuşan sol meşale, devrimciler vardır. Ülke bir anda kamplaşmaya itilir, insanlar taraf tutmak zorunda bırakılır. Üniversiteler, sendikalar, okullar, kentler, sokaklar hatta aileler bölünür. Gençler bire birer piyon olur. Domino taşı etkisiyle 
bölünme devam eder. 

Siyasette de kamplaşma bitmez. Ülke sürekli siyasetçi değiştirir. Hükümetler kurulur, hükümetler bozulur. Her başa gelen lider bir öncekine ders vermek üzere oturur koltuğa ve asla o koltuğu bırakmama telaşına düşer. Yokluk vardır ülkede, alabildiğine yoksulluk. İşsizlik vardır, uzun uzun ihtiyaç kuyrukları vardır. Petrol yoktur örneğin, kömür yoktur ve de elektrik. Ekonomi tepetaklaktır, dışa bağımlılık vardır sonra. Ne acı ki hükümetin başında da üç maymunu oynayan siyasiler vardır. Onlar görmezler, duymazlar ve de bilmezler sadece birbirlerini yerler… 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

264 Şule Çizmeci, ‘’12 Eylül’ ün Değiştirdiği Hayatlar 1’’, Radikal Gazetesi, 10.09.2006, www.radikal.com.tr 
*Söyleşi : Grafiker, Barışarock Festivali’ nin mimarı ve organizatörü Ragıp İncesağır 
265 Ertuğrul Mavioğlu, ‘’Apoletli Adalet/ Bir 12 Eylül Hesaplaşması 2’’, İthaki Publishing-2. Baskı, İstanbul- Ağustos 2006, s.16 
266 Emre Kongar, ‘’ 12 Eylül Kültürü’’, Remzi Kitapevi-5. Basım, İstanbul- Temmuz 2007, s.87 
267 Haluk Şahin, ‘’Barbie, Televole Kültürünün sonu mu?’’, Radikal Gazetesi, 08.04.2006 
268 Emre Kongar, ‘’12 Eylül Kültürü’’, Remzi Kitabevi-5.basım, İstanbul- Temmuz 2007, s.294 
269 Ayhan Bilgen, ‘’Mesele 12 Eylül ile Yüzleşmek’’, Yeni Şafak Gazetesi, 13.09.2008 
270 Hadi Uluengin, ‘’12 Eylül Nasıl Yargılanır’’, Hürriyet Gazetesi, 04.07.2009 
271 Doç. Dr. Davut Dursun, - Kenan Evren’ le Söyleşi-‘’12 Eylül Darbesi / Hatıralar, Gözlemler, Düşünceler’’, Şehir Yayınları-İstanbul, Ocak 2005, s. 189 


23 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***