28 Aralık 2017 Perşembe

RECEP TAYYİP ERDOĞAN: BİR DEĞİŞİMİN HİKAYESİ SÜLEYMANİYE KRİZİ 7 EKİM TEZKERESİ BÖLÜM 5

RECEP TAYYİP ERDOĞAN: BİR DEĞİŞİMİN HİKAYESİ SÜLEYMANİYE KRİZİ VE 7 EKİM TEZKERESİ  BÖLÜM 5


B. Bilgiye Açıklık

Liderlerin dış kaynaklardan gelen bilgiye ne kadar açık olduğu, liderlik stilinin belirlenmesindeki diğer bir önemli husustur. Erdoğan açısından bu konu
değerlendirildiğinde iki noktaya dikkat çekmek gerekmektedir. Birincisi, Erdoğan’ın dış politika konusunda birlikte çalıştığı danışmanlardır. Erdoğan’ın iktidara gelişinden bu yana en çok tartışılan konulardan birisi danışmanların seçimi ve danışmanlara verilen yetkilerin fazlalığı olmuştur.
Erdoğan’ın en önemli danışmanlarından Ömer Çelik, onun bilgiye açık oluşunu “interaktiflik” kavramı ile açıklamakta ve teyit etmektedir. Ona göre Erdoğan, siyasi çizgisi interaktif olarak oluşmuş bir liderdir ve “Erdoğan siyaseti” aşağıdan yukarıya dinamiklerle oluşmuştur.438 Kısacası Erdoğan kararlarının oluşması sürecinde dışarıdan gelen verilere oldukça önem vermekte, kararlarını alırken dış girdileri göz önünde bulundurmaktadır.

Çalışmanın ikinci bölümünde de belirtildiği gibi, dış politikaya ilişkin bir değerlendirme yapıldığında Erdoğan’ın dört danışmanının dikkat çektiği
görülmektedir. Davutoğlu, Zapsu, Bağış ve Çelik, dış politika konusunda Erdoğan’ın fikirlerinde en çok etkiye sahip olmuş olan danışmanlarıdır. Yaşar Yakış ve Şaban Dişli ise zaman zaman Erdoğan’ın dış politika konularında önemli rol oynamıştır. Süleymaniye krizi sürecinde danışmanların ABD’ye Irak politikasına ilişkin taahhütlerde bulunduğundan bahsedilmektedir. Örneğin 2003 yılında yaşanan Irak krizi ve tezkere görüşmeleri sırasında Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği görevini yürüten Faruk Loğoğlu, Amerikan tarafının yaptığı ve tezkerenin geçmemesinde etkili olan hataların başında, Türk resmi makamlarının verdiği mesajlar yerine “back-channel (arka kanal)” olarak adlandırılan Erdoğan’ın Danışmanlarının “Tezkere geçecek” yönünde verdiği mesajlara itibar etmelerinin geldiğini açıklamıştır.439




VİDEO;
https://www.youtube.com/watch?v=9LW48zH3ntQ
Çuval Olayı - Ne Notası Müzik Notası mı ? - Video

Ancak Erdoğan’ın bütün danışmanlarının Irak’a askeri müdahale konusunda aynı düşünceye sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. Örneğin Davutoğlu,
bölgedeki belli başlı ülkelerle görüşmek suretiyle Irak’ın ABD ile zıtlaşmaktan caydırılabileceğini savunmaktaydı. Davutoğlu’na göre böylece ABD’nin müdahalesi ve dolayısıyla Türkiye’nin zor durumda kalması engellenebilirdi.440

Bu görüş özellikle 1 Mart tezkeresi döneminde dikkate alınmış, Gül çeşitli bölge ülkeleriyle görüşerek uzlaşma zemini aramaya çalışmıştır. Erdoğan da
başlangıçta bu düşünceye sahipken, özellikle Irak Savaşı’nın ABD tarafından kazanılması sonrasında Türkiye’nin de ulusal çıkar algılamasının değişmesi
neticesinde Irak’a asker göndermeye sıcak bakmıştır. 

Bunda koşulların değişmesininve Irak’ta bir siyasi yönetimin bulunmamasının da etkisinin olduğu söylenebilir.
Kısacası Erdoğan, birbirinden temel noktalarda farklı düşüncelere sahip danışmanlarla çalışmış, karar alma sürecinde farklı görüşleri dinleyerek koşullara en uygun olan kararı almaya çalışmıştır. Bilgiye açıklık açısından önemli olan ikinci husus ise, Erdoğan’ın kendi dar çevresinin dışından gelen bilgilere ne kadar  açık olduğudur. Bu noktada da verilebilecek güzel bir örnek, Irak’a asker gönderilmesine ilişkin kararın alınması sürecinde Dışişleri, Genelkurmay ve MİT 
yetkililerinin rapor hazırlamak üzere Irak’a gönderilmesidir.

Erdoğan, Irak'a asker gönderme sürecine ilişkin Irak'ta incelemelerde bulunmak üzere, Dışişleri Bakanlığı, MİT ve Genelkurmay yetkililerinden oluşan bir
heyeti Irak’a göndererek bir rapor hazırlamalarını talep etmiştir. Hazırlanan rapora göre ise Irak halkının bölgede yabancı asker istemediği, ancak Türk askerine daha sıcak baktığı belirtilmiştir. Bu durum, Türk askerinin Irak’ta istikrarı sağlamak amacıyla gönderilmesi düşüncesine olumlu bir katkı yapmıştır.441

Kohen de bu noktaya dikkat çekerek, Erdoğan’ın Irak'a asker gönderme konusunda kararını aceleye getirmek istememesinin doğru bir yaklaşım olduğunu belirtmektedir. Erdoğan’ın önce bütün ilgili kurumların ve birimlerin görüşlerini aldığını, gereken sondajların yerinde yapıldığını ve kararın kapsamlı bir değerlendirmeden sonra verildiğini belirtmektedir.442

Bu iki husus birlikte ele alındığında, Erdoğan’ın karar alma sürecinde dışarıdan gelen bilgilere açık olduğu ve karar almadan önce mevcut farklı görüşleri
ve verileri mümkün olduğunca inceleyerek en uygun çözümü bulmaya çalıştığı söylenebilir. Dolayısıyla Erdoğan’ın, bilgi toplamaya ve önemli kişilerle istişarelerde bulunmaya önem verdiği için, Hermann ve diğerlerinin “bilgiye açıklık” değişkenine ilişkin olarak belirttiği ikinci tip lider grubunda değerlendirilmesi gerekmektedir.


C. Motivasyon

Siyasi liderlerin içsel veya dışsal etkenler doğrultusunda motive oldukları birinci bölümde belirtilmişti. Buna göre içsel motivasyon bir ideoloji veya bir grup
çıkarından; dışsal motivasyon ise ortamdaki kişilerden belirli bir geri dönüş (kabul, onay, güç, destek, takdir, statü, vb.) almak arzusundan kaynaklanmak tadır.443
Erdoğan’ın Irak’a askeri müdahale konusunda ABD ile birlikte davranma kararını nasıl aldığı incelendiğinde, motivasyon açısından bunun iki temel nedeni
bulunduğunu söylemek mümkündür. Bunlardan birincisi ABD ile seçimden önce kurduğu ve bu çalışmanın ikinci bölümünde ayrıntılarıyla ortaya koyulmuş olan iyi ilişkileri sürdürme isteği; ikincisi dış politikaya önem verdiğini göstererek iç politikada kendisine yönelik şüpheleri ortadan kaldırma ve meşruiyet sağlama
niyetidir.

Erdoğan daha önce de belirtildiği gibi seçimden önce ve sonra ABD’nin üst düzey yöneticileri ile defalarca görüşmüştür.444 Kimilerine göre bu görüşmeler
sonucunda Erdoğan ABD’ye özellikle Irak’a askeri müdahaleye yönelik bir takım taahhütlerde bulunmuştur.445 Bu nedenle meclise girmediği dönemde bile ABD
taleplerini karşılamak üzere Gül hükümeti üzerinde yönlendirici rol oynamış, ancak daha önce de belirtilen çeşitli nedenlerle 1 Mart tezkeresi mecliste kabul
edilmemiştir.

Erdoğan bu nedenle 1 Mart tezkeresinden sonra da ABD’ye verdiği taahhütleri yerine getirmek için girişimlerde bulunmuş, hatta Süleymaniye krizinden
önce de Irak’ta bulunan ABD kuvvetlerine askeri destek katkısı önerilmesini sağlamıştır. Süleymaniye krizinden sonra da, diğer bütün karar alıcılar ilk
tepkilerinde sert çıkışlar yaparak ABD ile ilişkilerin gözden geçirilmesi gerektiğini ima ederken, Erdoğan bu olayın ABD ile ilişkilere zarar vermemesi gerektiğini
vurgulamıştır. Bu nedenle 7 Ekim’e giden süreçte Erdoğan’ın ilk ve en önemli motivasyonunun ABD’ye verdiği taahhütler olduğu söylenebilir.

İkinci olarak Erdoğan, dış politikayı AKP’nin meşruiyetini sağlamaya yönelik bir araç olarak kullanmıştır. AKP’ye ve Erdoğan’a yöneltilen en büyük eleştirilerden
birisi, Milli Görüş geleneğinin devamı oldukları yönündedir. Erdoğan Milli Görüş geleneğinden koptuğunu vurgulamak için “Milli Görüş gömleğini çıkarttık” ifadesini kullanmış olsa da, yaşanan değişimin toplumsal ve siyasi olarak kabul edilebilmesi için bunu kanıtlamak gereği duymuştur.

Bunu yolu olarak ise Milli Görüş düşüncesinin karşıt olduğu en önemli konu olan Batı ile ilişkiler kullanılmıştır. Erdoğan AB ve ABD ile yakın ilişkiler kurarak
toplumsal ve siyasi meşruiyet kazanmaya çalışmış, bir yandan AB ile müzakerelerin başlaması için çalışmalar yaparken diğer yandan da ABD ile ilişkilerin iyi olabilmesi için o dönem açısından tek yol olan Irak’a asker göndermeyi seçmiştir. Bunda başarılı olduğunu ve çabalarının ABD tarafından takdir edildiğini ise önce Ocak 2004 tarihinde kendisine Amerikan Yahudi Kongresi tarafından verilen cesaret ödülü; daha sonra ise Sea Island (ABD)’deki toplantıda 2004 yılının aynı ayında açıklanan BOP’a ABD tarafından eşbaşkan olarak layık görülmesi doğrultusunda tespit etmek mümkündür.

Kısacası Erdoğan Irak’a asker gönderme konusunda bu iki unsur doğrultusunda motive olmuş ve kararı alırken bu noktalar önem taşımıştır. Bu nedenle Erdoğan’ın Irak’a asker gönderilmesine ilişkin dış politika kararını dışsal motivasyon faktörleri doğrultusunda aldığı söylenebilir.

SONUÇ

Bu çalışmada, Dış Politika Analizi yaklaşımı doğrultusunda Recep Tayyip Erdoğan’ın liderlik özellikleri ele alınmıştır. İnsanı psikolojik ve sosyolojik
bakımdan koşullanmış biçimiyle anlamaya çalışan DPA kapsamında geliştirilmiş çeşitli analiz modellerinden birisi olan Hermann ve diğerlerinin liderlik analizi
yöntemi, bir dış politika krizi doğrultusunda liderlerin dış politika karar alma süreçlerinin incelenmesi yoluyla liderlik tipleriyle ilgili tespitlerin yapılmasına
olanak sağladığı için, Erdoğan’ın liderlik özelliklerinin analiz edilmesinde bu yöntem kullanılmıştır.

Çalışmanın en önemli sonuçlarından birisi, Süleymaniye krizi ve 7 Ekim tezkeresi sürecinde izlediği karar alma süreci doğrultusunda Erdoğan’ın “Karizmatik
lider” özelliklerine sahip olduğudur. Siyasi engellerle başa çıkma, bilgiye açıklık ve motivasyon unsurları doğrultusunda bir değerlendirme yapıldığında, Erdoğan’ın 7 Ekim tarihinde Irak’a asker gönderme tezkeresini meclise sunma kararında siyasi engellere meydan okuyan, bilgiye açık ve dışsal motivasyona sahip bir lider olduğu ortaya çıkmaktadır. Tablo-2’ye göre bu veriler ışığında bir değerlendirme yapıldığında, Erdoğan’ın karizmatik lider kategorisine girdiği görülmektedir.
Karizmatik liderlerin en temel özelliklerinin, içsel ya da dışsal faktörler doğrultusunda belirlemiş oldukları hedeflerine iç politikadaki diğer karar alıcıları da angaje etmeye çalışmak olduğu söylenebilir. 

Bu sayede diğer karar alıcıları da sürece dâhil edebilen karizmatik liderler, hedeflerini gerçekleştirebilmelerine kolaylık sağlayan kuvvetli bir desteğe sahip olmaktadır.446

Erdoğan da bu doğrultuda, göreve gelmeden önce gündemine aldığı konulardan en önemlisi olan ABD ile iyi ilişkiler sürdürmek ve Irak’ta ABD’ye
destek olmak amacıyla Süleymaniye krizi ve 7 Ekim tezkeresi sürecinde diğer karar alıcıları, yani Genelkurmay Başkanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Cumhurbaşkanı ve Meclis Başkanı’nı sürece dâhil etmeye çalışmış, özellikle Süleymaniye krizinin hemen ardından ABD ile ilişkiler açısından olumsuz görüşlere sahip olan
Genelkurmay Başkanlığı ve Dışişleri Bakanlığı’nın süreci sahiplenmesini sağlamıştır. Bunda başarılı olduğunu gösteren en önemli nokta, Cumhurbaşkanı
Sezer’in ikna edilmesi sürecinde doğrudan Erdoğan’ın değil, süreci sahiplenen Genelkurmay Başkanlığı ve Dışişleri Bakanlığı’nın rol oynamış olmasıdır.
Karizmatik liderlerin diğer bir özelliği, içinde bulundukları kriz ortamını kendi lehlerine çevirmeyi becerebilmeleridir. Böylece kendi amaçlarına ulaşabilmek
için en elverişli yolları kendisine sunan bilgileri ve görüşleri araştırarak, bu bilgi ve görüşler doğrultusunda kendi amaçlarına ve kararlarına meşruiyet kazandırmaktadır.
Dolayısıyla bu tip liderlerin bilgiye açık olarak konuya ilişkin mümkün olan her türlü veriyi hesaba dâhil ettikleri, ancak daha sonra bu verileri seçici bir şekilde kullanarak kendi amaçlarına hizmet eden veriler doğrultusunda etrafındakileri ve kamuoyunu yönlendirdikleri söylenebilir.

Karizmatik bir lider olarak Erdoğan, Süleymaniye baskını sonrasında içinde bulunduğu durumdan yararlanarak durumu kendi lehine çevirmek konusunda
oldukça başarılı olmuştur. Baskından sonra oluşan ortamı, ABD ile bozulmuş olan ilişkileri yeniden şekillendirmek için bir fırsat olarak görmüş ve bu fırsatı
değerlendirmeyi bilmiştir. Bu doğrultuda Irak’a asker gönderilmesi durumunda iç ve dış ortamdan nasıl tepkiler gelebileceğini araştırmış, çeşitli uzmanların görüşlerinden yararlanmış ve sonunda tezkerenin meclise sunulmasına karar vermiştir.

Karizmatik liderlere ilişkin yapılabilecek belki de en ilginç yorum, bu tip liderlerin hata yapmaktan kaçınmak ve hedeflerine ulaşabilmek için çok ince ve hassas bir strateji izledikleri ve bu nedenle bir sonraki adımlarını tahmin etmenin zor olmasıdır.447 Erdoğan, Süleymaniye krizi ve 7 Ekim tezkeresi sürecinde aldığı  karar açısından hassas bir strateji izlemiş, iç kamuoyunda oluşan ABD düşmanlığına rağmen arkasındaki siyasi desteği riske etmekten kaçınmayarak koşulları kendi lehine çevirmekte başarılı olmuştur.

Karizmatik liderler üzerine yapılmış diğer bazı araştırmalar da Erdoğan’ın liderlik özelliklerinin anlaşılmasına yardımcı olabilir. Örneğin Halis Çetin,
karizmatik liderlerin toplumla içselleştiğini; bir ideolojinin, bir dinin, bir geleneksel iktidarın, kısaca bir meşruiyetin bir kişide cisimleştiğini belirtmektedir. 
Bu yaklaşıma göre, karizmatik liderin kamuoyu gözündeki algılanma biçimi, eşsiz bir tarihsel, toplumsal ve siyasal misyon ile örtüşmektedir.448

Erdoğan örneğinde de toplumun bazı kesimlerinin İslamcı, diğer bazı kesimlerinin muhafazakâr, hatta kimilerinin de demokrat ve liberal görüşlerinin lider üzerinde cisimleştiği, bu nedenle karizmatik lider olmanın getirdiği güçle Erdoğan’ın hem iç, hem de dış politikada hareket sahasını genişletebildiği görülmektedir.
Erdoğan’ın bu denli geniş bir meşruiyet zeminine sahip olmasının nedenleri İkinci Bölüm’de ayrıntılarıyla açıklanmıştır. İslamcı geçmişi, hitabet yeteneği, 28 Şubat
süreci sonrasındaki demokratik açılımları ve çeşitli nedenler doğrultusunda ortaya çıkan özellikle mağduriyetinden kaynaklanan nedenler, Erdoğan’ın bir dış politika meselesine ilişkin aldığı kararı, iç siyasi engellere ve kamuoyunun onaylamamasına rağmen uygulamaya koyabilmesinin en önemli çıkış yollarından birisidir.

Kendisini “Organik lider”449 olarak tanımlayan Erdoğan, içinden geldiği halkın dilinden anlayan bir liderdir. Bu açıdan hem kamuoyunun talep ve beklentilerini tahmin  edebilmekte, hem de gerektiği zaman kamuoyunu kendi iç ve dış politika amaçları doğrultusunda yönlendirebilmektedir. Erdoğan bu sayede iktidara geldikten  sonra da birçok konuda önemli adımlar atarak Türkiye’nin siyasi ve ekonomik yapısını, ayrıca dış politikasını değiştiren ve dönüştüren bir lider olmuştur.

Çalışmanın ikinci bölümünde ortaya koyulduğu gibi Erdoğan’ın, Siyasal İslam’ın “sistemle uzlaşma” ihtiyacının bir ürünü olarak nitelendirilebileceği gerçeği
de hesaba katıldığında, bu uzlaşmayı korumak amacıyla karizmatik liderlik yeteneği sayesinde Süleymaniye Krizi’ne rağmen 7 Ekim tezkeresi kararının alınması sürecinde belirleyici olmuş, liderlik özellikleri nedeniyle bu amacını gerçekleştirmekte başarılı olmuştur.

Bu çalışmadan çıkartılabilecek diğer bir sonuç, karizmatik liderlerin Türk dış politikası karar alma mekanizması üzerinde belirleyici olabileceği ve diğer faktörlere rağmen bu politikayı yönlendirmekte başarılı olabileceği gerçeğidir. Süleymaniye krizinde görüldüğü gibi iç siyasi aktörler, bürokrasi ve iş dünyasından 7 Ekim tezkeresinin çıkartılmasına ciddi bir muhalefet olduğu halde Erdoğan, tezkerenin meclise gönderilmesi kararını almış ve Türk dış politikası açısından belirleyici olmuştur. Dolayısıyla, Erdoğan’ın liderlik özelliklerine sahip liderlerin Türk dış politikasında belirleyici olması muhtemeldir.

Çalışmanın sonuçlarından bir diğeri, Erdoğan'ın gerçekten siyasi ve kişisel olarak bir değişim geçirdiğidir. 28 Şubat sürecinde Milli Görüş'ten Muhafazakâr
Demokrasi'ye doğru bir değişim geçiren Erdoğan'ın bu çalışmada ele alınan laiklik, demokrasi ve hukuk devleti kriterleri açısından yaşadığı değişimin tutarlılığı, bu değişime ilişkin eleştiri ve şüphelerin yersiz olduğuna işaret etmektedir. Bu değişime ilişkin hususlar İkinci Bölüm’de ayrıntılarıyla ele alınmıştır. Bu bölüm aynı zamanda bir diğer amacı da Erdoğan’ın değişimine ilişkin mevcut tartışmaların ötesine geçerek değişim sürecini ve sonuçlarını kategorik olarak ortaya koymaya çalışmıştır.
Alman Frankfurter Allgemeine gazetesinde Erdoğan'ın artık yalnızca son derece dar bir kesim tarafından İslamcı olarak damgalandığını, laikçi seleflerinin
hepsinden çok daha fazla demokrasi savunuculuğu yapmakta olduğunu belirten bir makale, bu çalışmanın söz konusu değişime ilişkin olarak vardığı sonucu da özetler niteliktedir.450

Bu tezin bir diğer sonucu ise, Erdoğan'ın yaşadığı siyasi ve kişisel değişiminin bir uzantısı olarak, dış politika anlayışının geçirdiği değişimdir.
Erdoğan'ın bir Milli Görüşçü olarak temelde karşı çıktığı Batı (özelde ABD ve AB) ve İsrail ile ilişkiler, anti-Siyonizm ve Kıbrıs karşıtlığı gibi konulara yukarıda
belirtilen değişim sürecinden sonra tamamen farklı bakmakta olduğu görülmekte dir.

Bu sonuç bölümünün yazılması sırasında Erdoğan'ın, Suriye sınırındaki mayınlı bölgenin İsrail tarafından temizlenmesi ile ilgili anlaşmaya yönelik olarak
“İsraillilere, Yahudilere peşkeş çekilecek” şeklindeki eleştirilere verdiği yanıt da bu argümanı pekiştirir niteliktedir: "Bu kadar basit mi küresel sermaye, şu dinden, bu dinden geldi diye ’Eyvah Türkiye elden gidiyor’ demek. Bu faşizan bir yaklaşımın sonucuydu. Bu hatalara zaman zaman biz de düştük ama aklıselimle düşününce, şöyle bir başımızı iki elimizin arasına aldığımızda hakikaten ne yanlışlar yapmışsınız diyorsunuz."451

Son olarak, karizmatik liderlikle ilgili bazı noktalara dikkat çekmek yerinde olacaktır. Karizmatik liderlikle ilgili Hermann’ın geliştirdiği açıklamaların yanında,
bu liderlik türünü tanımlamak için kullanılan birçok farklı yaklaşım geliştirilmiştir.

Karizmatik liderliğe ilişkin ilk teori’nin Weber tarafından ortaya koyulmuştur.452
Weber, bu çalışmasında karizmayı bir otorite kaynağı olarak ele almıştır. Weber’den bu yana çok sayıda siyasetçinin ve sosyal bilimcinin karizmayı
tanımlamaya ve karizmanın neden ve sonuçlarını belirlemeye çalıştıkları görülmektedir.453 Çeşitli yazarların bakış açılarına göre farklılaşmakla birlikte, bugün üzerinde genel bir uzlaşıya varılmış bir tanım vermek gerekirse karizma, liderin nitelik ve davranışları; liderliğin yer aldığı durum ya da koşullar ve toplumun gereksinimlerinin etkisiyle oluşan bir güç olarak tanımlanabilir.454

Karizmatik liderlik çalışmalarında Robert House’ın yaklaşımı dikkat çekicidir. House, karizmatik liderlerin üç temel özelliği olduğunu belirtmektedir.
Bunlar, yüksek bir özgüvene sahip olma, yüksek bir etkileme gücü ve baskın olma ihtiyacı duyma ve son olarak kendi inançlarının ahlaki yönden doğru olduğuna diğerlerini güçlü bir şekilde ikna etme olarak özetlenebilir.455

Bernard Bass ise House'un kuramına ek olarak, karizmatik liderlerin halkın coşku ve macera duygusunu harekete geçirerek halkta tutum ve davranış değişimi
gerçekleşmesini teşvik ettiklerini belirtmektedir.456

6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

RECEP TAYYİP ERDOĞAN: BİR DEĞİŞİMİN HİKAYESİ SÜLEYMANİYE KRİZİ 7 EKİM TEZKERESİ BÖLÜM 4

RECEP TAYYİP ERDOĞAN: BİR DEĞİŞİMİN HİKAYESİ SÜLEYMANİYE KRİZİ VE 7 EKİM TEZKERESİ  BÖLÜM 4


C. Siyasal Yapı ve Bürokrasi

1. Yasama

Tezkerenin onaylanmasında tek yetkili kurum olan TBMM, Irak’a asker göndermeye ilişkin kararın oluşturulması sürecinde herhangi bir rol oynamamıştır.
İktidar ve muhalefet partilerinin milletvekillerinden çeşitli tepkiler gelmesine rağmen, bu tepkiler karar alma sürecini etkilememiş, meclis karar alma süreci
üzerinde bir rol oynayamamıştır.

Ancak asker göndermeye ilişkin olarak ABD ile yürütülen görüşmelerin her aşamasında, TBMM tarafından alınacak olan kararın önemli olduğu vurgulanmıştır.
Bunun en önemli nedeni, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kullanılmasına izin verme yetkisinin Anayasa’nın 92. maddesi doğrultusunda TBMM’de bulunmasıdır.
TBMM’ye sunulan bir yetki tezkeresinin kabul edilebilmesi için Anayasa’nın 96. maddesinde öngörülmüş olan salt çoğunluğun elde edilmiş olması
gerekmektedir.405 Bu nedenle, daha önce meclise getirilen 1 Mart tezkeresinin geçmemiş olması, hükümet açısından tezkerenin meclise sunulmasına kritik bir önem kazandırmıştır.

Özellikle Meclis Başkanı Arınç’ın tezkereye karşı olması, Erdoğan’ı zor durumda bırakan bir nokta olmuştur. Meclis Başkanı’nın yönettiği oturumlarda bile
oy kullanamamasına rağmen, 1 Mart oylamasında Meclis İçtüzüğü’nün 70. maddesini esnek işleterek kapalı oturum yapma görüşmelerini basına açık yapması, AKP milletvekillerinin muhalefet milletvekillerince yapılan konuşmalar 406 sonucunda kamuoyu baskısına maruz kalma olasılığını doğurmuştur. Bu nedenle Erdoğan, Arınç’ın ikna edilmesine önem vermiştir.

İkna sürecinde başarılı olunduğunu ise Arınç’ın şu sözleri göstermektedir: “Koşullar 1 Mart öncesine göre farklıdır. O zaman toplum da ben de ABD askerinin Türk toprağına yerleşmesine tepki duyuyorduk. Oysa şimdi asker giderse, istikrara katkı sağlamak için, ulusal çıkarlar doğrultusunda gitmiş olacak.”407
Tezkerenin meclise sunulduğu tarihin de önemli olduğu belirtilmektedir. Bunun nedeni, 12 Ekim'de yapılacak AKP Kongresi öncesinde tezkereyi Meclis'e
sunmanın, Irak'a asker gönderme fikrine karşı olan AKP milletvekilleri arasında da caydırıcı bir etkiye sahip olacağının hesaplanmış olabileceğidir.408

2. Yürütme

Yürütmenin çok başlılığı, Türk siyasal yaşamının her alanında olduğu gibi dış politika alanında da karşılaşılan temel sorunlardan birisi olarak kabul edilebilir.409
Dış politika oluşumu sürecinde bakanlar kurulunun yanı sıra cumhurbaşkanlığı makamının da etkili olması nedeniyle bu birimlerin her biri ayrı ayrı ele alınacaktır.

a) Cumhurbaşkanlığı

Cumhurbaşkanı Sezer, 1 Mart tezkeresi öncesinde olduğu gibi 7 Ekim tezkeresine ilişkin olarak da uluslararası meşruiyetin sağlanması gerektiğini, bu
nedenle BM’den gelecek kararın beklenmesinin gerekliliğini vurgulamıştır.
12 Ağustos tarihinde Köşk’te yapılan bir zirvede ise özellikle Genelkurmay tarafından ortaya koyulan gerekçeler Sezer’in bu konudaki ısrarından vazgeçmesinde ve ulusal çıkarlar çerçevesinde bir karar alınması fikrine yakınlaşmasını sağlamıştır.
Genelkurmay tarafından toplantıda, Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması, yani Kürt devleti kurulmaması, PKK’nın Türkiye açısından bir tehdit olmaktan
çıkarılması ve ABD’yle ilişkilerin yeniden canlandırılması amacıyla Türkiye’nin Irak resminin dışında daha fazla kalmaması gerektiği vurgulanmıştır.410
Uluslararası meşruiyet ısrarı nedeniyle “Köşk'ü ikna” zirvesi olarak adlandırılan toplantıda hükümet ve Genelkurmay'ın gerekçelerini dinleyen Cumhurbaşkanı Sezer, kararı Meclis'in vereceğini belirtmiştir. Zirveden çıkan en önemli sonuç ise, Irak'a asker göndermek için Birleşmiş Milletler kararının beklenmeyeceği dir.411 Toplantı sonrasında Cumhurbaşkanlığı tarafından yapılan açıklamada uluslararası meşruiyet konusuna atıfta bulunulmaması, bunun yerine ulusal çıkarlara vurgu yapılması, Sezer’in hükümete dolaylı olarak destek verdiği şeklinde yorumlanmıştır.412

b) Bakanlar Kurulu

Türkiye’de dış politika kararlarının oluşturulması ve yürütülmesi bakanlar kurulunun sorumluluğundadır. Bakanlar Kurulu’nun üyeleri, Anayasa’nın 112.
maddesi uyarınca hükümetin genel siyasetinin, dolayısıyla dış politikanın yürütülmesinden birlikte sorumludur. Ancak dış politika kararları üzerinde etkili olan odakların dış politika sürecinde birlikte oynadıkları rollerin anlaşılabilmesi için bu aktörlerin fiili etkilerinin ve birbirleriyle karşılıklı ilişkilerinin de incelenmesi gereklidir.413

(1) Başbakanlık

Başbakan Erdoğan’ın konuya yaklaşımı ve bu doğrultuda aldığı kararlar “Bireysel Faktörler” bağlığı altında ele alınacağı için, Başbakanlık faktörünün konu  açısından    ne anlam ifade ettiği bu başlık altında ayrı olarak ele alınmayacaktır.

(2) Dışişleri Bakanlığı

Gül, Süleymaniye krizinin hemen ardından yaptığı sert çıkışta daha sonra ısrarcı olmamış, özellikle 22-26 Temmuz tarihleri arasında ABD’ye gerçekleştirdiği
ziyaret sonucunda Irak’a asker gönderilmesi kararının meclisin takdirinde olduğunu belirterek, karara karşı olmadığını ifade etmiştir.

Gül’ün Washington ziyareti, Türkiye’nin 1 Mart ve sonrasında ortaya çıkan Süleymaniye krizi sonucunda ABD ile ilişkilerde ortaya çıkan hasarı gidermek
amacıyla Irak’a asker gönderilmesi sürecini hızlandırmıştır. Bu durum, Gül’ün Ankara’ya dönüşünde BM kararının şart olmadığını ve asker gönderme kararının
meclisten geçmesinin mümkün olduğunu belirtmesinden de anlaşılabilir.414
Gül’ün BM kararlarına değil ulusal çıkarlara vurgu yaptığını şu cümlelerinde de görmek mümkündür: “Birleşmiş Milletler kararında biz başından beri çok ısrar
ediyoruz. Yeni bir BM kararı pek çok şeyi kolaylaştırır, rahatlatır. Ama BM kararı çıkmayacaksa, onu da düşünmemiz gerekir… Güvenlik Konseyi üyesi ülkelerin
çabaları var. Eğer onların çabaları yetmiyorsa, bizim çıkarımıza bakmamız lazım. Biz BM kararı bir taraftan olsun diye gayret ediyoruz, ama biz BM kararı için kilit
ülke değiliz. Dolayısıyla olmuyormuş gibi de düşünülebilir.”415

(3) Diğer Kurumlar

Süleymaniye krizi ve izleyen süreçte dış politikayla doğrudan ilişkili olan kurumlar dışında diğer kurumların etkisinin bulunduğunu söylemek zordur. Süreç içerisinde Erdoğan, Gül ve Özkök dışında, konu ile ilgili önemli bir açıklama yaparak sürecin akışı üzerinde etkisi olan kişi ve kurumlar olduğu söylenemez.
Ancak birkaç noktaya dikkat çekmek yararlı olacaktır. 5 Ağustos 2003 tarihinde Başbakanlıkta gerçekleştirilen zirvede konuşan İçişleri Bakanı Aksu, Topluma Kazandırma Yasası’nı gündeme getirerek, yasanın terörle mücadelenin bir parçası olduğunu belirtmiştir. Bu doğrultuda Aksu, Türkiye’nin Kuzey Irak
konusundaki kırmızı çizgilerinden birisi olan terör konusunda ABD ile her türlü işbirliğine açık olunması gerektiğini belirtmiştir.416

Ayrıca Irak’taki durumun araştırılması ve Türk askerinin bölgede nasıl karşılanacağının incelenmesi için Ağustos ayının başında Irak’a gönderilen inceleme heyetinde Dışişleri ve Genelkurmay yetkililerinin yanında MİT görevlileri de yer almıştır. MİT Başkanı Atasagun 5 Ağustos’ta gerçekleştirilen Başbakanlık zirvesinde de yer alarak karar alma sürecine dâhil olmuştur.
Diğer kurumların söz konusu dönemde ABD ile ilişkiler veya Kuzey Irak konusunda önemli bir etkide bulunmadıkları söylenebilir.

3. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)

Süleymaniye’de 11 Türk askerinin gözaltına alınması, TSK tarafından büyük bir tepkiyle karşılanmıştır ve yukarıda da belirtildiği gibi Özkök, bu olayın taraflar
arasındaki en büyük güven bunalımına neden olacağını belirtmiştir.
ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı'nın Tampa'daki komuta devir teslim törenine katılmak üzere ABD'de bulunan Ege Ordu Komutanı Orgeneral Hurşit Tolon, Süleymaniye olayları üzerine Genelkurmay Başkanlığı'ndan gelen emirle, bu törene katılmayacağını ve Tampa'daki 2 Türk irtibat subayının da geri çekileceğini bildirmiştir.

Tolon, Türk askerlerinin yerlerinin ve sayılarının bilinmesine rağmen ABD'nin bu girişiminin, NATO müttefikliğine ve dostluğa sığmadığını ifade ederek,
olayın ABD’nin bölgedeki bazı gruplarla birlikte hazırlamakta olduğu bir senaryonun parçasını oluşturduğunu belirtmiştir.417
TSK’nın Süleymaniye olaylarına tepkisinin temelini, 6 Mayıs 2003 tarihinde ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz tarafından yapılan açıklamanın
oluşturduğu söylenebilir.418 Bu açıklamada Wolfowitz, Türkiye’nin ve özellikle de bazı kurumların ABD’yi hayal kırıklığına uğrattığını, bu kurumların başında da Türk Ordusu’nun geldiğini belirtmiş ve ordunun 1 Mart tezkeresi sırasında siyasi otoritelere daha fazla “yardımcı” olması gerektiğini öne sürmüştür.

Dolayısıyla Wolfowitz, Türkiye’ye yönelik eleştirilerinin merkezine TSK’yı koyarak, Türkiye’nin bir bedel ödemek zorunda olduğunu ve bu bedelin
sorumlusunun da TSK olduğunu vurgulamıştır. Bu nedenle TSK başlangıçta, Süleymaniye olaylarının doğrudan kendisine yönelik olduğunu değerlendirmiş ve bu nedenle ABD’ye yönelik büyük bir tepki ortaya koymuştur.
Ancak olaylardan sonra oluşturulan ortak çalışma grubunun çalışmalarının tamamlanmasından sonra Genelkurmay 2. Başkanı Büyükanıt taraflar arasında güven bunalımından ziyade iletişim sorunları olduğunun görüldüğünü, bundan sonra eşgüdüme gidileceğini belirtmiştir.419

Süleymaniye olayları, Genelkurmay tarafından yapılan “Görüşmeler yararlı oldu” açıklamasından sonra kapatılmış420, ortak çalışma grubunun toplantılarından
konu yeniden gündeme getirilmeksizin, önce BM kararı doğrultusunda elde edilecek uluslararası meşruiyet; ardından ise Türkiye’nin kırmızı çizgileri doğrultusunda tanımlanan ulusal çıkarlar çerçevesinde Irak’a asker gönderilmesi konusu üzerinde yoğunlaşılmıştır.

TSK’nın Irak’a asker gönderilmesi konusuna ilişkin kamuoyuna yaptığı açıklama ise 10 Ağustos tarihinde gerçekleşmiştir. Birinci Ordu Komutanlığı’na atanan Büyükanıt bu tarihte açıkça “Irak’ta risk büyük ama komşumuzda yangın varsa gözümüzü kapatamayız, bigâne kalamayız” açıklamasını yapmıştır.421
Wolfowitz’in 6 Mayıs tarihinde TSK’ya yönelttiği eleştiriyi de yanıtlayan Büyükanıt,

TSK’nın liderlik görevini yerine getirmediği eleştirisinin yanlış olduğunu ve  TKS üzerinden siyaset yapmaması gerektiğini belirtmiştir.
Kısacası TSK’nın Süleymaniye krizinin hemen sonrasında Irak’a asker göndermeye ilişkin bir düşüncesi olduğunu söylemek zordur. Ancak zaman
içerisinde, hükümet tarafından yapılan telkinler ve ABD ile gerçekleştirilen ortak çalışma grubu toplantıları sonrasında, özellikle de kendisine ABD tarafından daha
önce yapılmış olan suçlamayı kabul etmediğini göstererek Türkiye’nin ulusal çıkarlarını korumak konusunda liderlik sorumluluğunu yerine getirdiğini vurgulamak amacıyla, Irak’a asker gönderilmesine sıcak baktığını açıkça belirtmeye başlamış; hatta sürecin ilerleyen günlerinde de bu konuyu sahiplenerek Cumhurbaşkanı’nı ve kamuoyunu ikna etmek için çalışmalar yapmıştır.

4. Milli Güvenlik Kurulu (MGK)

MGK’nın 1 Mart tezkeresinin çıkmamasında doğrudan bir etkisinin olduğunu söylemek mümkün olsa da422, Süleymaniye krizi sonrasında yaşanan süreç üzerinde önemli bir etkisi olmamıştır. Hatta bu konuyla ilgili MGK’dan bir politika önerisi bile ortaya koyulmamıştır. Örneğin Süleymaniye baskınından sonra gerçekleştirilen ilk toplantı olan 25 Temmuz tarihli toplantıda Irak konusuna değinilmemiş, yapılan açıklamada yalnızca “Ülkemizin güvenlik ve asayişini etkileyen iç ve dış gelişmeler… gözden geçirilmiş ve alınması gereken ek önlemler üzerinde durulmuştur” ifadesi kullanılmıştır.423

Ağustos ayında gerçekleştirilen toplantıda ise Irak’ta meydana gelen gelişmeler kapsamlı olarak ele alınmıştır. Yapılan açıklamada, Irak’ta barış ve
istikrarın sağlanması ve Irak’ın yeniden yapılandırılması için uluslararası ortamda meydana gelen gelişmelerin değerlendirildiği belirtilerek, Türkiye’nin Irak’taki
istikrarsızlığın bir an önce sona ermesini öncelikli politika hedefi olarak gördüğü vurgulanmıştır. Bu doğrultuda “ulusal yararlara” uygun politikalar izlenmesi gerekti belirtilmiştir.424

Son olarak 19 Eylül tarihinde gerçekleştirilen toplantıda ise, ulusal çıkarların ve güvenliğin etkinlikle korunması amacıyla Irak’ın en kısa sürede ulusal birlik ve
bütünlük içinde esenliğe kavuşması, ayrıca bölgede güvenlik ve istikrarın sağlanması yönünde Türkiye’nin verebileceği destek ele alınmıştır.425

D. Basın, Kamuoyu ve İş Dünyası

Türkiye’de de tüm dünyada olduğu gibi, Irak’a askeri müdahale konusunun gündeme geldiği ilk andan itibaren önemli bir kamuoyu tepkisi oluşmuştur. Bu tepki 1 Mart tezkeresinin geçmemesinin temel nedenlerinden birisi olarak kabul edilmektedir. Kamuoyundaki tepkiden çekinen AKP milletvekillerinin, özellikle de
seçimden yeni çıkmanın ürkekliği içerisinde tezkereye hayır oyu verdikleri söylenebilir.

2003 yılının Şubat ayında, dünyanın önde gelen araştırma şirketlerinden Strateji GFK tarafından gerçekleştirilmiş olan bir ankete göre Türkiye'de halkın
yüzde 90'ı savaşa karşı bir tutum sergilemektedir. Aynı araştırmaya göre halkın yüzde 83'ü de Türkiye'nin Irak konusunda ABD ile birlikte hareket etmesine karşı çıkmaktadır.426

Özel’e göre kamuoyu, hükümetin asker gönderme arzusunun gerçekte ulusal çıkar kaygılarına değil, ABD'ye hoş görünme kaygısına bağlı olduğuna inandığı için, asker gönderme kararına yönelik tepki ortaya koymuştur. Özellikle Süleymaniye krizinin sonuçları, kamuoyunda oluşan bu tepkinin artmasına neden olan temel hususlardan birisi olmuştur.427

Süleymaniye krizi sonrasında hükümetin Irak’a asker göndermek üzere yeni bir tezkere için adımlar attığı günlerde de kamuoyundaki tepkiler artarak devam
etmiştir. Yaklaşık 154 örgütün bir araya gelerek oluşturduğu “Irak'ta Savaşa Karşı Koalisyon”, tezkerenin TBMM'de reddi sonrasında, yapılan etkinlikleri daha geniş insan grupları ve bireylere ulaşacak tarzda örgütlemek üzere Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu'nu oluşturmuştur. Bu tepkiler 7 Ekim günü zirveye çıkmış, tezkere oylaması öncesinde ve sonrasında pek çok yerde eylem yapılmıştır. AKP Genel Merkezi, TBMM, İstanbul Boğaziçi Köprüsü gibi yerler, tepkilerin ortaya koyulduğu yerlerden bazılarıdır.428

Basın kuruluşlarının ise tezkereye yönelik genel olarak olumlu veya olumsuz bir tavır sergilediğini söylemek mümkün değildir. Çeşitli basın-yayın kuruluşlarında
tezkerenin çıkartılmasını savunan ve 1 Mart tezkeresinden ders alınması gerektiğini vurgulayan yayınlar yapıldığı gibi, Süleymaniye krizinin yarattığı ortamda yeni bir tezkerenin gönderilmesinin Türkiye’nin ulusal gurur ve uluslararası saygınlığına olumsuz etki yapacağını belirten yayınlar da yapılmıştır. Bu nedenle basın yayın kuruluşlarının alınan karar üzerinde olumlu ya da olumsuz bir etki yaptığının belirtilmesi yanlış olacaktır.

İş dünyası kuruluşları ise Irak’a asker gönderme konusunda farklı görüşlere sahip olmuşlardır. TOBB sürecin başından itibaren, Türkiye'nin Irak'a asker
göndermesi ve Irak'ta bulunması yanlısı olmuştur. 1 Mart tezkeresini destekleyen TOBB, 7 Ekim tezkeresine de destek vermiştir. TÜSİAD ile MÜSİAD ise süreç içerisinde görüş değiştirmiştir. 1 Mart tezkeresini savunan TÜSİAD, 7 Ekim tezkeresine karşı çıkmış, asker gönderilmemesi gerektiğini vurgulamıştır. MÜSİAD ise 1 Mart tezkeresine karşı çıkmasına rağmen 7 Ekim tezkeresini destekleyen bir tutum sergilemiştir. Her iki kurum da görüşlerinde olan değişimin nedenini, gelinen noktanın farklı olmasıyla açıklamıştır.429

IV. Bireysel Faktörler: Erdoğan’ın Liderlik Açısından Analizi

Çalışmanın birinci bölümünde, liderlerin dış politika açısından değerlendirilebilmesi amacıyla Hermann ve diğerleri tarafından geliştirilmiş olan
yaklaşım ortaya koyulmuştu. Bu bölümde ise söz konusu kriterler kullanılarak Erdoğan’ın değerlendirmesi yapılacak ve dış politika açısından nasıl bir liderlik tipi sergilediği belirlenmeye çalışılacaktır. Bu değerlendirme, Erdoğan’ın Süleymaniye krizi ve 7 Ekim tezkeresi sürecinde sergilediği dış politika ele alınarak ve “Siyasi engellerle başa çıkma”, “bilgiye açıklık” ve “motivasyon” kriterleri kullanılarakgerçekleştirilecektir.

A. Siyasi Engellerle Başa Çıkma

Birinci bölümde ele alındığı gibi, siyasi engellere meydan okuyan liderler, karşılaştıkları sorunlara daha hızlı çözümler bularak sorunun üstesinden daha rahat gelmektedir. Siyasi zamanlama becerisi ve uzlaşı arayışı gibi özelliklere sahip olan liderlerin ise çevrelerindeki tepkilere daha duyarlı ve kamuoyunun görüşleri doğrultusunda karar almaya daha eğilimli oldukları kabul edilmektedir.430
Genel olarak bakıldığında bir karar alıcının önündeki en önemli siyasi engellerden birisinin siyasi muhalefet olması beklenmektedir. Ancak 7 Ekim
tezkeresi örneğinde, mecliste bulunan tek muhalefet partisi olan CHP’nin sergilediği muhalefetin, alınacak olan kararı etkileyebilecek boyutta olmadığı söylenebilir.
Bunun en önemli nedeni, AKP’nin tezkere kararını tek başına alabilecek meclis çoğunluğuna sahip olmasıdır.

Cumhurbaşkanı ve meclis başkanının tutumları da diğer siyasi engeller olarak
kabul edilebilir. Ancak gerek Sezer gerekse de Arınç, daha önceki bölümlerde
belirtildiği gibi, özellikle 5 ve 12 Ağustos’ta gerçekleştirilen iki toplantıdan
hükümetin iradesi sonucu ikna edilebilmiştir.

Uluslararası ve ulusal kamuoyları ise, en yoğun baskı ortaya koyan siyasi engeller olarak ortaya çıkmaktadır.431 Özellikle ulusal kamuoyu 1 Mart tezkeresinde etkisini ortaya koymuş, AKP milletvekillerinin tezkere karşıtı oy kullanmasına neden olmuştur. 7 Ekim tezkeresine giden süreçte de kamuoyunun savaş karşıtlığı artarak devam etmiş, bu baskıya rağmen Erdoğan kamuoyunun tepkisine meydan okuyarak tezkere kararını almıştır.

En önemli siyasi engel olarak kabul edilebilecek olan parti içi muhalefet ise Erdoğan’ı en çok zorlayan engellerden birisi olmuştur. Örneğin AKP Dışişleri
Komisyonu Başkanı Mehmet Dülger, ABD'nin Irak'ta “işgalci” olduğunu vurgulayarak, Irak halkının telef olmasına neden olacak bir şeyin içine girilmemesi gerektiğini belirtmiştir. Dülger, BM devreye sokulmaksızın ve uluslararası meşruiyet sağlanmaksızın Türkiye'nin Irak’a asker göndermesinin doğru olmayacağını savunmuştur.432

TBMM İdare Amiri Abdullah Çalışkan ise, “ABD'nin Irak'tan tasını tarağını toplayıp gitmesi” gerektiğini belirterek, böyle bir durumda Irak'a asker
gönderilmesinin, ABD'nin bekçiliğinin yapılması anlamına geleceğini vurgulamıştır.
Gaziantep Milletvekili Nurettin Aktaş, tezkere gelirse 1 Mart’ta olduğu gibi yine karşı çıkacağını belirtirken, İstanbul Milletvekili Emin Şirin, “askerimizin kafasına
çuval geçirilirken”, yeni bir tezkerenin getirilmesinin hükümet için çok büyük bir sükutu hayal olacağını ifade etmiştir.433

Kısacası, önündeki en büyük iki siyasi engel olan kamuoyu ve parti içi muhalefet karşısında Erdoğan, uzlaşma arayışı içinde bir tutum sergilememiş ve her
iki engele de meydan okuyarak, kendisine gelecek tepkilerin karar alma sürecinde caydırıcı bir unsur olmasını engellemiştir.
Örneğin Erdoğan’ın 12 Ekim'de yapılacak AKP Kongresi öncesinde tezkereyi Meclis'e sunarak434, bu durumun Irak'a asker gönderme fikrine karşı olan AKP
milletvekilleri arasında caydırıcı bir etkiye sahip olacağını hesaplamış olduğu söylenebilir.435 Ayrıca Erdoğan, tezkere oylaması öncesi yapılan grup toplantısında, “Bugün elimizi taşın altına koymazsak yarın hiçbir şekilde söz sahibi olamayız”436 şeklinde konuşarak tezkere kararının alınmaması durumunda ulusal çıkarların zedelenecek olmasından dolayı milletvekillerinin de sorumlu olacağını belirtmiştir.

Dolayısıyla söz konusu kararda uzlaşı sağlanıp sağlanmaması değil ulusal çıkarların korunup korunmamasının önemli olduğunu vurgulamıştır. Böylece Erdoğan aynı zamanda, grup kararı olmaksızın parti disiplinini sağlayarak liderliğini de ispatlamıştır.437

Sonuç olarak Erdoğan, Süleymaniye krizi ve 7 Ekim tezkeresi sürecinde siyasi engellere boyun eğmemiş, aksine Irak’a asker gönderme kararını alırken bu
engellere meydan okumuştur.

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

RECEP TAYYİP ERDOĞAN: BİR DEĞİŞİMİN HİKAYESİ SÜLEYMANİYE KRİZİ 7 EKİM TEZKERESİ BÖLÜM 3

 RECEP TAYYİP ERDOĞAN: BİR DEĞİŞİMİN HİKAYESİ SÜLEYMANİYE KRİZİ VE 7 EKİM TEZKERESİ  BÖLÜM 3


B. Erdoğan’ın Pozisyonu

Yukarıdaki hususlara ek olarak, Erdoğan’ın baskın lider olabilmek için gerekli koşulları sağlayıp sağlamadığının da analiz edilmesi, Erdoğan’ın karar alma
birimi olup olmadığının daha net şekilde ortaya koyulmasına yardımcı olacaktır. Bu koşulların analiz edilebilmesi için Tablo-1’de bulunan grafikten yararlanılacak tır.
Birincisi, çalışmanın ikinci bölümünde de belirtildiği gibi Erdoğan iktidara geldiği andan itibaren, hatta iktidara gelmeden önce bile, özellikle ABD ve AB ile
ilişkiler çerçevesinde olmak üzere, dış politika konularına aktif bir ilgi ve katılım ortaya koymuştur. Erdoğan henüz Refah Partisi’nin İstanbul Beyoğlu İlçe Başkanı iken dönemin ABD Büyükelçisi Morton Abramowitz ile görüşmeye başlamış ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı olduğu dönemde de bu görüşmeler devam etmiştir.386 

Ayrıca okuduğu bir şiir nedeniyle hapis yatmasının ardından Temmuz 2000’de ABD’ye giden Erdoğan, burada başta Yahudi ağırlıklı kuruluşlar ve ABD’li
Yeni Muhafazakârların (neocon) düşünce kuruluşu “American Enterprise Institute” olmak üzere önemli düşünce kuruluşları ile bir araya gelmiştir.
Erdoğan ayrıca henüz milletvekili ve dolayısıyla başbakan olmadığı dönemde, 10 Aralık 2002 tarihinde, ABD’ye yeniden giderek başta Bush olmak üzere birçok üst düzey ABD dış politika karar alıcısı ile yüz yüze görüşmeler gerçekleştirmiş tir.387 
Danışmanı Cüneyt Zapsu tarafından organize edilen bu görüşmelerde ABD’nin Irak’a müdahalesinde Türk askerinin de kullanılmasına yönelik ilk ipuçları ortaya çıkmış, kimilerine göre Erdoğan bu görüşmelerde Bush’a askeri destek vermek konusunda söz vermiştir.

Bu görüşmeler ışığında, Irak’a asker gönderme kararının daha 2002 yılının sonlarında alındığını, 1 Mart tezkeresinin çeşitli nedenlerle388 başarısız olması
nedeniyle de bu sürecin kesintiye uğradığını söylemek mümkündür. Süleymaniye krizi ise Erdoğan’ın önüne bu kararın gerçekleştirilmesi açısından bir fırsat vermiştir.
Kriz boyunca Erdoğan’ın ABD ve Irak harekâtı aleyhinde olumsuz bir ifade ortaya koymaması ve ilişkilerin bozulmamasına özen göstermesi de bu durumun nedenleri arasında sayılabilir.

İkinci olarak, gerek Erdoğan, gerekse de çevresindeki karar alma çemberi (danışmanları, kabine üyeleri, Genelkurmay ve bürokrasi) tarafından, Süleymaniye baskını bir kriz olarak algılanmış ve Kuzey Irak politikası açısından belirlenmiş olan kırmızı çizgilerin zarar göreceği endişesi nedeniyle sorun, bölücü PKK terörü bağlamında rejime karşı bir tehdit olarak algılanmıştır. Üçüncüsü, Süleymaniye baskını sonrasında ortaya çıkan sorunun çözülebilmesi için yüksek seviyede  diplomatik girişimlerde bulunulması gerekmiş, bu girişimlere yönelik ilk adımlar ise Erdoğan tarafından atılmıştır. 
Erdoğan olayın duyulmasının hemen ardından Beyaz Saray’ı aramış, Bush’a ulaşamayınca Başkan Yardımcısı Cheney ile görüşmüş ve konunun derhal çözülmesi  için girişimlerde bulunulmasını talep etmiştir. Cheney’in “Askerlerinizin durumu çok iyi” telkinine karşın Erdoğan, “Ben hapis yatmış biriyim. 
Gözaltında, hapiste olan kişinin durumunu bana anlatmayın bunu kabul edemem, çabuk o çocukları serbest bırakın”389 şeklinde konuşmuştur.
Bu girişimler doğrultusunda oluşturulan ortak çalışma grubunun çalışmaları sonucunda kriz durulmuş ve tarafları tatmin edici sonuçlar elde edilmiştir.
Çalışmaların neticesinde Türkiye’nin Irak’taki ABD güvenlik güçlerine destek olmak amacıyla Irak’a askeri destek göndermesi noktasına gelinmiş ve bu konu krizi izleyen iki haftalık bir süreç sonunda bizzat Erdoğan tarafından, resmi bir karar olmamasına rağmen kamuoyuna açıklanmıştır.

Görüldüğü gibi Süleymaniye krizi ve Erdoğan bağlamında, liderlerin “baskın lider” olarak karar alma süreci üzerinde kontrol kurması için Hermann ve diğerleri tarafından ortaya koyulan dört önkoşuldan üçünden bahsetmek mümkündür. Ayrıca Erdoğan’ın karar alma yetkisini diğer aktörlere delege etmediği ve karar alma sürecine dâhil olan rejim-dışı aktörler bulunmadığı da hesaba katıldığında, Erdoğan’ın Süleymaniye krizi ve 7 Ekim kararı açısından baskın lider olarak davrandığı ortaya çıkmaktadır.

Bu noktada, alınan karar üzerinde ne gibi faktörlerin rol oynadığının ortaya koyulması, hem söz konusu dış politika olayında Türk dış politikası karar alma
mekanizmasının nasıl çalıştığının, hem de karar alma biriminin hareket alanının yapısının belirlenmesi açsından oldukça önemlidir.

III. Karara Etki Eden Faktörler

Kararın alınmasına etki eden faktörler, uluslararası, ulusal ve bireysel düzeylerdeki faktörler olarak ele alınacak, ayrıca bireysel faktörler başlığı altında
Erdoğan’ın liderlik özellikleri açısından analizi gerçekleştirilecektir. Bu analiz gerçekleştirilirken, bu çalışmanın birinci bölümünde ele alınmış olan Hermann ve
diğerlerinin geliştirdiği liderlik tipleri analiz yöntemi kullanılacaktır.

A. Uluslararası Düzeydeki Faktörler

Uluslararası faktörler açısından göz önünde bulundurulması gereken konulardan birisi, Türkiye’nin Irak’a asker göndermesine AB ve İslam dünyası tarafından verilebilecek tepkilerin Türk karar alıcıları tarafından nasıl algılandığıdır.

Arap Birliği’nin Kahire'de gerçekleştirdiği toplantıda, hiçbir Arap ülkesinin Irak'a asker göndermemesine karar verilmiştir. Ancak Türkiye'nin Irak'a asker
göndermesi konusunda Arap resmi çevrelerinde veya basınında herhangi bir tepki ortaya koyulmamıştır. Ayrıca Azerbaycan ve Kazakistan gibi Arap olmayan diğer bazı Müslüman ülkeler de, Irak'a asker gönderme kararı vermiştir.390

Öte yandan aynı dönemde AB de Irak’a asker gönderme konusunda belirli bir politikaya sahip değildir. Başta İngiltere olmak üzere İspanya, Hollanda, Polonya ve Bulgaristan'a kadar pek çok ülke, Irak'a asker yollama kararı almıştır. Buna karşılık Fransa ve Almanya asker gönderilmesine karşı tavır almıştır.
Bu nedenle Türkiye’nin asker göndermeye karar vermesi halinde, ne İslam ülkelerinden ne de AB’den bir tepki gelmesi beklenmemiştir. Dolayısıyla uluslararası dengeler açısından Türkiye’nin asker göndermesine yönelik olumsuz bir engel ile karşılaşılmamıştır.

Uluslararası faktörler açısından değerlendirilmesi gereken bir diğer nokta ise uluslararası meşruiyet konusudur. Özellikle Sezer ve Arınç’ın 1 Mart tezkeresi
öncesinde olduğu gibi 7 Ekim tezkeresine ilişkin olarak da uluslararası meşruiyetin sağlanması ve bu nedenle BM’den gelecek kararın beklenmesi gerektiğinde ısrarcı olması nedeniyle, uluslararası meşruiyet konusu önemli bir faktör haline gelmiştir.

5 Ağustos tarihinde Erdoğan başkanlığında Başbakanlıkta gerçekleştirilen geniş katılımlı toplantıda391 Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Uğur Ziyal, Mart sonundan
bu yana Irak’taki istikrar gücüne asker gönderilebileceği belirtilmesine rağmen bu süre boyunca Türkiye tarafından BM koşulunun hiç öne sürülmediğini belirtmiştir.
Ziyal, bu nedenle şimdi BM kararı talep etmenin Türkiye’nin kendisini ABD nezdinde komik duruma düşüreceğini ve güvensizliğin artmasına neden olacağını
ifade etmiştir.392

Toplantı sonucunda, BM kararı çıkması durumunda bunun olumlu bir durum olacağı, ancak ulusal çıkarların BM kararına bağlanması lüksüne sahip olunmadığı için Türkiye’nin yoluna BM kararı şartı olmaksızın devam etmesi gerektiği kararı alınmıştır.

14 Ağustos tarihinde BM tarafından alınan 1500 sayılı karar ise Irak’ta bir BM gücü oluşturulmasına onay vermemiş, ancak ABD işgal güçlerince atanan 25
kişilik Irak Geçici Hükümet Konseyi’ni onaylamıştır. BM’nin bu kararı Türkiye tarafından olumlu karşılanmış, karardan sonra Dışişleri Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı, “Bu karar sonrasında Irak'tan davet bekliyoruz. Askerin gidişi kolaylaştı” değerlendirmesi yapmıştır.393 

Bunun nedeni ise, konseyin bazı ülkelere davet yapmasını sağlayan bu kararın, Türkiye'nin asker göndermesinde de kolaylaştırıcı etki yapabileceği anlamına gelmesidir.

Öte yandan uluslararası faktörler açısından Irak konusundaki en büyük sorunlardan birisi, uluslararası kamuoyu olmuştur. ABD’nin Irak’a askeri müdahale gerçekleştirme kararı aldığı günden itibaren başlayan uluslararası tepkiler, özellikle küreselleşme, ABD ve savaş karşıtı bir uluslararası kamuoyu oluşmasına neden olmuştur. ABD’de ve dünyanın çeşitli yerlerinde sayısı on binlerle ifade edilen katılıma sahip çok sayıda savaş karşıtı gösteri düzenlenmiş tir. Örneğin 15 Şubat 2003 tarihinde gerçekleştirilen “Irak'ta Savaşa Hayır” eyleminde 70 ülke ve 600 kentte aynı anda eylemler gerçekleştirilmiştir. 15 Şubat Dünya Barış Günü'nde ABD’ye yönelik gerçekleştirilen bu eyleme Londra, Berlin ve New York’ta 500'er bin; Roma'da ise 1 milyon kişi katılmıştır.394
ABD’ye yönelik bu tepkiler 20 Mart’ta başlayan savaş sonrasında artış göstermiş ve zaman zaman ABD’ye destek olan ülkelere de yönelmiş, dolayısıyla
Türkiye de uluslararası kamuoyunun büyük tepkisiyle karşılaşmıştır.395
Aynı dönemde dünyanın çeşitli yerlerinde yayın yapan basın kuruluşları, Irak'taki savaşta ABD’nin karşısında dünya kamuoyunun bulunduğunu, süper gücün
karşısında silah olarak barışı, adaleti ve insanlığın değerlerini savunan büyük bir gücün bulunduğu vurgulayan yayınlar gerçekleştirmiştir. Uluslararası kamuoyunun tepkileri o boyuta ulaşmıştır ki, 22 Ağustos 2003 tarihinde BM Genel Sekreteri Kofi Anan, Amerika ve İngiltere'nin Irak'ta yaptıklarına ilişkin olarak uluslararası kamuoyunu ikna etmemeleri halinde gelecekte büyük sorunlar yaşanacağını belirtmiştir.396

B. İdeoloji ve Ulusal Çıkarlar

Türk siyasal ve bürokratik hayatındaki hâkim ideoloji olan Atatürkçülük açısından bakıldığında, en temel ilke olan barışçılık ilkesine ilişkin bir analiz yapmak
gerektiği ortaya çıkmaktadır. Barışçılık ilkesi ve “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” düsturu doğrultusunda Türkiye, ABD’nin Irak’a müdahalesi çerçevesinde asker göndermenin her aşamasında, Türk askerinin bölgede barışçıl amaçlarla bulunacağını ve asıl amacının bölgedeki barış ve istikrara katkıda bulunmak olduğunu vurgulamıştır.397

Ulusal çıkarlar açısından göz önünde bulundurulması gereken en önemli unsur ise, Türkiye’nin Kuzey Irak’a ilişkin politikası bağlamında belirlediği “kırmızı
çizgiler”dir. Kamuoyuna “kırmızı çizgiler” olarak yansıyan ve Türkiye’nin Irak politikasına ilişkin temel ilkelerini oluşturan noktalar, 27 Aralık 2002 günü
gerçekleştirilen MGK toplantısında belirlenmiştir. Bunlara göre, Türkiye, Irak’ta bir savaş olması durumunda yeniden sınırlarına mülteci akını olacağı, PKK’nın bu
ortamda Türkiye’ye yeniden sızarak silahlı eylemlere başlayacağı, Kuzey Irak’taki Kürt gruplar arasında olabilecek rekabet sonucu kargaşa çıkacağı, nihayet Kürtlerin

Kerkük’ü ele geçireceği endişesi taşımaktaydı ve bu durumların gerçekleşmesini kırmızı çizgiler olarak kabul ediyordu.398

Kırmızı çizgiler doğrultusunda, savaştan sonra özellikle Kuzey Irak’taki Kürt grupların faaliyetleri sonucunda Irak’ın toprak bütünlüğünün tehlikeye gireceği ve bundan dolayı hem Kuzey Irak’ta bulunan Türkmenlerin hak ve çıkarlarının zarara uğrayacağı hem de Türkiye’de yaşanan Kürt sorununun yeniden artış göstereceği gibi endişeler, Türkiye’yi savaş sonrası oluşan ortamda Irak’a asker göndererek bölgedeki barış ve istikrara katkı sağlamaya, böylece ulusal çıkarlarını korumaya yönlendirmiştir.399

Tezkan, tezkere konusunda asıl tartışılan konunun, uluslararası meşruiyet ile ulusal çıkarlar arasından hangisinin tercih edileceğine ilişkin olduğunu
belirtmektedir.400 Uluslararası faktörler bölümünde değinildiği gibi uluslararası meşruiyet Irak’a asker gönderilmesi açısından önemli bir tartışma konusu olmuştur.
Özellikle Sezer ve Arınç, uluslararası meşruiyetin sağlanması gerektiğinde ısrar ederek, BM’den gelecek kararın beklenmesini istemişlerdir.
Ancak 5 Ağustos’ta Başbakanlıkta gerçekleştirilen zirvede alınan karar doğrultu sunda ulusal çıkarların sahip olduğu önem ve kırmızı çizgilerin taşıdığı
kritik anlama odaklanılması nedeniyle, 12 Ağustos 2003’te Çankaya Köşkü’nde gerçekleştirilen zirveden sonra açıklanan bildiride “uluslararası meşruiyet” değil,
“ulusal çıkarlar” vurgulanmıştır. Bu durum kamuoyunda, asker gönderilmesinin ancak Türkiye’nin ulusal çıkarlarının kabul edilmesi halinde mümkün olduğuna
yönelik olarak ABD’ye bir mesaj şeklinde değerlendirilmesi gerektiği şeklinde yorumlanmıştır.401

Kohen, devletlerin ulusal çıkar ile meşruiyet arasındaki zor tercihi, çoğu kez birinci şık lehinde yaptıklarını; bu bağlamda karar alıcıların Irak’a asker
gönderilmesi konusuna da pragmatik bir gözle baktıklarını belirtmektedir.402
Çankaya köşkünden yapılan açıklamada “Irak konusunun, eşgüdüm çalışmalarının ardından ulusal çıkarların gerektirdiği biçim ve ölçüde demokratik karar alma süreci içinde belirleneceğinin” belirtilmesi de bunun bir göstergesidir.403
Bila ise Hükümetin ve Genelkurmay'ın Irak'a asker gönderme eğilimini, “dolaylı stratejik tutum” olarak tanımlamaktadır. Bu görüşe göre 1 Mart tezkeresi
sürecinde stratejik tutum olarak ABD'nin taleplerini kabul etme eğilimine giren hükümet, bu tutumunu Meclis kararına dönüştürememiştir. Öte yandan hükümet
bugünkü koşulların asker göndermek açısından 1 Mart koşullarına göre “ehvenişer” sayılabileceği düşüncesinden yola çıkarak, bu kez dolaylı stratejik tutumla siyasi hedeflerin veya en azından bu hedeflere yakın sonuçların alınabileceği değerlendirmesini yapmış ve Irak’a asker gönderme kararı almıştır.404

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

RECEP TAYYİP ERDOĞAN, BİR DEĞİŞİMİN HİKAYESİ SÜLEYMANİYE KRİZİ 7 EKİM TEZKERESİ BÖLÜM 2

 RECEP TAYYİP ERDOĞAN: BİR DEĞİŞİMİN HİKAYESİ SÜLEYMANİYE KRİZİ VE 7 EKİM TEZKERESİ  BÖLÜM 2


B. Konunun Algılanması

Süleymaniye baskını, uzun geçmişe sahip Türkiye-ABD ilişkilerini derinden sarsan bir etki yaratmıştır. Olay hem 1 Mart tezkeresinin kabul edilmemesinden
dolayı ABD tarafında Türkiye’ye karşı oluşan güvensizliği, hem de ABD'nin Kuzey Irak'ın kaygan zemininde kışkırtmalara kolayca alet olabileceğini göstermiştir. Konu, çeşitli karar alıcılar tarafından aşağıdaki şekillerde algılanmıştır.

Olayların ardından konuşan Başbakan Erdoğan, “Tamamen çirkin bir olay… Böyle bir ittifak içerisinde olan bir ülkenin, müttefikine böyle bir davranışta bulunması, hiçbir siyasi üslupla ifade edilemez” şeklinde konuşmuş 348, Dışişleri Bakanlığı’n dan yapılan yazılı açıklamada ise “ABD ile ilişkilerimize de yansımaları olabilecek bu olayla ilgili tüm gelişmeler çok yakından izlenmekte ve değerlendirilmektedir” ifadeleri kullanılmıştır.349
Cumhurbaşkanlığı tarafından yapılan açıklamada, Amerikan askerlerince dost ve müttefik bir ülkenin askerlerine karşı girişilen saldırgan davranışın hiçbir
gerekçeyle açıklanamayacağı ve mazur görülemeyeceği belirtilerek, “Türkiye ve ABD arasında mevcut ittifak ilişkileri de çıkarılan sonuçlar ve yapılan  değerlendir meler ışığında iki ülke çıkarlarına hizmet edecek bir doğrultuda devam edecektir” ifadesi kullanılmıştır.350

Gelişmeler diplomatik kulislerde, ABD'nin Ankara'dan Kuzey Irak'taki askeri varlığını üç ay içinde çekmesini istediği şeklinde yorumlanmış; kamuoyunda ise

Türkiye'nin hata yaptığını kabul etmesi ve özür dilemesi için Türk askerinin taciz edilerek cezalandırılmaya çalışıldığı öne sürülmüştür.351
Kimi yetkililer ise bu konunun ABD yönetimi tarafından verilen bir mesaj olmadığını, olayın münferit bir olay olduğunu vurgulamıştır. Bunun nedeni olarak
ise, ABD yönetiminin aynı günlerde, 1 Mart tezkeresinin geçmemesine rağmen Türkiye’ye 1 milyar dolar yardım yapılmasına yönelik olarak Kongre’ye teklif
götürüldüğünü belirtilmektedir.352

Ancak Amerikan yönetimi Süleymaniye’de yapılanın yanlış olduğunu kabul etmemiş, yalnızca yöntemi abartılı bulduğunu belirtmiştir. Yani Türk askerleri
tutuklanırken başlarına çuval geçirilmemiş olsa ve askerler daha kısa süre içerisinde serbest bırakılsa, ortada önemli bir sorun bulunmayacağını belirtmişlerdir. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld de “Askerlerimiz, askerlerinizi ellerindeki sağlam kanıtlara dayanarak engelledi” diyerek, Süleymaniye baskınının ABD tarafından resmi olarak planlanmamış olsa da ABD’nin planlarına uygun olduğunu teyit eden bir açıklama yapmıştır.353

Olaylar muhalefet partileri tarafından ciddi şekilde eleştirilmiş, DYP “Ültimatom verilmeli”; ANAP “Seferberlik ilan edilmeli”; CHP ise “Cumhurbaşkanı'nın başkanlığında Bakanlar Kurulu toplanmalı, Genelkurmay ve MİT'le de koordinasyon sağlanarak gerekli her türlü önlem alınmalıdır” şeklinde
açıklamalar yapmıştır. Öte yandan MHP’nin açıklamasında, hükümetin sergilediği duyarsızlıktan dolayı özür dilemesi gerektiğini belirterek, “AK Parti iktidarı artık
ayağını denk almalı, haddini iyi bilmelidir” ifadesi kullanılmıştır.354 Ayrıca Ankara ve İstanbul’da Amerikan Büyükelçiliği ve Konsolosluğu önünde protesto eylemleri gerçekleştirilmiştir.

Genelkurmay Başkanı Özkök ise, olayın ilişkilerdeki en büyük güven bunalımı olduğunu belirterek, “Bunun mahalli bir olay olarak değerlendirilmesinde
güçlük çekiyorum” şeklinde konuşmuştur. Özkök, milli onur ve TSK'nın onurunun, Türkiye ve ABD arasındaki ilişkiler kadar önemli olduğunu belirtmiştir.355

Baskın haberinin 4 Temmuz günü Ankara'ya ulaşmasının ardından Ankara- Washington arasında gerilimli anlar yaşanmış, Erdoğan ile ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney arasında gerçekleştirilen görüşme çerçevesinde Süleymaniye'de Türk ve Amerikalı heyetler bir araya gelmiştir. Heyetlerin görüşmeleri sonucunda 6 Temmuz günü Türk askerleri serbest bırakılmıştır.356

Sami Kohen, kriz günlerinde her iki tarafın sahip olduğu niyetleri yorumladığı bir makalesinde, Türkiye’nin hem Türkmenleri korumak, hem PKK - KADEK’i saf dışı etmek, hem de oradaki Kürtleri gözaltında tutmak için Kuzey Irak’taki askeri varlığını sürdürmek zorunda olduğunu; ABD’nin ise savaşta kendisine tam destek veren Kürtlere en azından bölgesel yönetimin başına geçmelerine yardımcı olmak niyetinde olduğunu, yani Talabani ve Barzani’nin bölgedeki Türk askeri varlığından duyduğu rahatsızlığı dikkate almak zorunda kaldığını belirtmektedir.357

Gelişmeler sonrasında basında, “Türk-Amerikan ilişkilerinin acilen yeniden tanımlanmasına ihtiyaç”358 olduğu, “Washington’la Ankara’nın ilişkileri bir an önce yeni bir kalıba dökmeleri”359 gerektiği, “Kuzey Irak’taki durumun ilişkileri olumsuz etkilememesi için, Türkiye ile ABD’nin bu bölge ile ilgili politikalarını açık biçimde konuşup bir eşgüdüm sağlamasının”360 iyi olacağı belirtilmiştir.

C. Konunun Tanımlanması ve Yorumlanması

Konuya ilişkin olarak Erdoğan, “Bu çirkin olayla ilgili girişimler sonucunda oradaki 11 askerimiz bırakılmıştır. Şimdi bunu sürekli gündemde tutmamız, sürekli ABD ile olan dostluk münasebetlerimizi adeta bozmaya yönelik bir virüs haline getirmemiz bana göre çirkindir. Atalarımız güzel söylemiş: Öfke ile kalkan, zararla oturur. Yani biz öfke ile kalkıp ondan sonra bedel ödeyemeyiz. Bu olaydan sonra iki taraf komisyonlarını oluşturdu. Bu komisyonlar çalışmalarını sürdürüyor.

Temennimiz odur ki, bu olay daha güzel gelişmelere neden olsun. Birbirimizi daha iyi anlamaya neden olsun”361 şeklinde konuşarak, olayların ilişkiler açısından olumsuz yanlarına değil, yeni fırsatlar ortaya çıkarttığına vurgu yapmış; olaylar sonrasında işbirliği açısından yeni bir adım atılacağının ilk sinyallerini vermiştir.

Türk ve ABD heyetlerinin bir araya gelerek sorunu çözmek için çalışmalar yapmasının da Erdoğan ile Cheney arasında gerçekleştirilen görüşme çerçevesinde gerçekleşmiş olduğu göz önünde bulundurulduğunda bu durum, olayın tanımlanması ve yorumlanması açısından Türk tarafındaki ilk adımın Erdoğan tarafından atıldığını göstermektedir. Erdoğan 8 Temmuz tarihinde yaptığı konuşmada, bu atılan adımın bundan sonraki süreç için tarafları birbirine daha yakın kılacağını ve Irak’taki gelişmeleri çok daha yakın bir kontrol altında tutmaya neden olacağını düşündüğünü belirtmiştir.362

Ortak araştırma grubunca gerçekleştirilen çalışmalar sonucunda ise, Irak'ta daha iyi bir eşgüdüm ve işbirliği sağlanması kararlaştırılarak, gelecekte bu gibi
olayların tekrar etmesinin önlenmesi için her türlü tedbirin alınması konusunda görüş birliğine varılmıştır.363

Dışişleri Bakanı Gül, Türkiye'nin müttefikliğine en çok ihtiyaç olduğu bir dönemde ABD veya onu Irak'ta temsil edenlerin yanlış yaptığını belirterek, “Bu
olayda kaybeden ABD olmuştur, Türkiye olmamıştır. Bunu da göreceksiniz” şeklinde konuşmuştur.364 Dolayısıyla Gül’ün olaya yönelik ilk yorumları, ABD’ye
yönelik önemli oranda tepki içermektedir. Gül olayı Erdoğan gibi değerlen dirmemiş, olayın sonuçlarının Türkiye-ABD ilişkileri açısından olumsuz olacağını ifade etmiştir.

Özkök ise olayların ABD yönetiminin veya Amerikan silahlı kuvvetlerinin politikası olduğunu zannetmediğini belirtmiş, ancak temas edilen kişilerin
seviyelerinin yüksekliği ve olayın sona ermesine kadar geçen sürenin uzunluğu dikkate alındığında, bunun sadece mahalli bir olay olarak değerlendirilmesinin
mümkün olmadığını belirtmiştir365. Bila, taraflar arasında derin bir güven bunalımı yaşandığının bizzat Özkök tarafından ifade edilmesinin, ordunun ABD ile olan ilişkilerin geleceği açısından endişe taşıdığının bir göstergesi olduğunu belirtmektedir.366

Aynı günlerde, eski cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından, bu sorunun çözülmesi için tezkere konusunun yeniden gündeme getirilmesi ve Türkiye’nin
bölgede asker bulundurmasının meşrulaştırılması gerektiği ilk defa şu sözlerle dile getirilmiştir: “Ne işiniz var burada diye soruyorlar bize. Bir yanıt vermemiz lazım…
Ya çıkacaksın, ya da buradaki varlığını tümüyle yeni, açık bir statüye bağlayacaksın.”367

Genelkurmay 2. Başkanı Büyükanıt ise ortak çalışma grubunun çalışmalarını izleyen günlerde, taraflar arasında güven bunalımından ziyade iletişim sorunları
olduğunun görüldüğünü, bundan sonra eşgüdüme gidileceğini belirtmiştir.368 Bu ifadeler doğrultusunda, olayın ilk ortaya çıktığı anlarda ordunun sahip olduğu
görüşlerinde zaman içerisinde, özellikle de ortak çalışma grubunun çalışmaları neticesinde yumuşama olduğu söylenebilir.
Kısacası özellikle Dışişleri ve TSK soruna ilk başlarda güven bunalımı olarak bakarak, ABD ile olan ilişkilerin geleceğinden endişe duyduklarını belirtirken,
Erdoğan bu olayın ABD-Türkiye ilişkilerinin olumlu bir yönde yeniden yorumlanması bakımından bir fırsat olduğunu düşünmektedir. Bu süreç içerisinde Erdoğan’ın girişimiyle oluşturulan ortak çalışma grubunun çalışmaları sonucunda da yeni bir düzenlemeyle Türkiye’nin Kuzey Irak’ta asker bulundurması seçeneği gündeme gelmeye başlamıştır.

D. Kararın Alınması

20 Mart 2003 tarihinde kabul edilen ve Türk hava sahasını ABD uçaklarına açan 6 aylık tezkerenin süresi 20 Eylül’de dolmuştur. ABD, Irak’taki savaşın ardından beklediği istikrar ortamını sağlayamamış olması ve askerlerine yönelik saldırılar ın her geçen gün artması nedeniyle, Irak’ı yeniden yapılandırmak için müttefik arayışına girmiştir. Bu aşamada Türkiye’nin Irak’a asker yollaması yeniden gündeme gelmiştir.369 Bu işbirliği, 8,5 milyar dolarlık kredi içeren güçlü bir
ekonomik bir yardım paketiyle birlikte tartışılmaya başlanmıştır.370

6 Ekim’de TBMM Başkanlığı’na sunulan “Gereği, kapsamı, sınırı ve zamanı hükümet tarafından belirlenecek şekilde Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının Irak’ta güvenlik ve istikrara katkı yapmak amacıyla Irak’a gönderilmesine ve bu kuvvetlerin görev ve kullanılmasına ilişkin gerekli düzenlemelerin hükümet tarafından yapılmasına Anayasa’nın 92. Maddesi uyarınca bir yıl süreyle izin verilmesine dair

Başbakanlık Tezkeresi”371, 7 Ekim 2003 tarihinde TBMM’de gerçekleştirilen oylama sonucunda Irak’a asker gönderilmesine ilişkin tezkere 358 oyla kabul edilmiştir.372
Erdoğan yaptığı açıklamada, bu iznin Türkiye'nin amaçlarına uygun biçimde değerlendirileceğini ve iznin kullanılmasının ilgili taraflarla yapılacak görüşmelerin seyrine ve sonucuna bağlı olacağını belirtmiştir. Ayrıca bu tezkereye ilişkin olarak Türkiye'nin önceliğinin PKK/KADEK unsurlarının tamamen temizlenmesi olduğunu açıklamıştır.373

E. Kararın Uygulanması

7 Ekim tarihinde tezkerenin TBMM’den geçmesine rağmen, ABD ile Türkiye arasında Irak’a asker gönderilmesinin şart ve koşulları açısından bir anlaşma
sağlanamamıştır. ABD tarafından Türk askerinin en sıkıntılı bölge olan “Ambar Mıntıkası”nda görev yapılmasının teklif edilmesine rağmen Türkiye askerinin Kuzey Irak’ta bulunmasında ısrarcı olmuş, bu nedenle tezkerenin uygulanmasına ilişkin iki taraf arasındaki müzakereler askıya alınmıştır.374

Öte yandan Iraklı Kürtler, Arap aşiretleri, Şiiler, bazı Türkmenler ve Geçici Hükümet Konseyi üyeleri Türkiye’nin Irak’a asker göndermesine karşı çıkmıştır.

Özellikle Sünni üçgenindeki Araplar, “Türk askerinin akıbetinin ABD askerleri gibi olacağın, Türkiye’ye her gün cenaze gönderileceğini” belirterek, tezkerenin
uygulanmasına karşı olduklarını açıkça ortaya koymuşlardır. Irak’ta yardımcı askeri güçlere şiddetle ihtiyacı olan ABD bile Kürtleri ve Şiileri Türk askeri konusunda ikna edememiştir. Örneğin Irak Cumhurbaşkanı Talabani, “ABD Türk askerini Irak'a çağırırsa istifa edeceğimi söylemiştim” şeklinde konuşarak, Irak'a Türk askeri gelmesi konusuna kesinlikle karşı olduğunu vurgulamıştır.375

Irak’tan gelen tepkiler sonucunda Powell, Gül’ü arayarak “Irak'ta şu anda asıl sorun güvenliğin sağlanması olmaya devam ediyor. Biz mevcut durumla başa çıkmak için yeterli gücümüz olduğuna inanıyoruz. Bu konuda Iraklılarla yapılacak işbirliğinin yeterli olacağına inanıyoruz” sözleriyle, tezkerenin uygulamaya
koyulmaması gerektiğini vurgulamıştır. Gelişmeleri değerlendiren hükümet ise 7

Kasım tarihinde, yurtdışında asker bulundurulmasına izin veren tezkerenin kullanılmasını askıya almıştır. Dolayısıyla 7 Ekim 2003 tarihli tezkere uygulamaya koyulmamıştır.
Tezkerenin uygulanmasını ABD’nin istememesinin esas anlaşılabilir nedeni ise, ABD’nin bu aşamada kendi planları açısından Türkiye’yi Irak’ta görmek
istememesidir. Türkiye’nin Irak’a asker göndermesi halinde Irak’taki yapılanmada da söz sahibi olmak istemeye kalkışması, savaşta ABD’nin yanında aktif rol alan  Kürtlerin pozisyonunu zayıflatacağı için ABD’nin bunu göze almak istemediği söylenebilir.376

II. Karar Alma Birimi;

Çalışmanın birinci bölümünde de belirtildiği gibi karar alma birimine ilişkin olarak bu çalışmada temel alınan yaklaşıma göre karar alma birimleri konuya ve
zamana bağlı olarak gruplar, koalisyonlar veya baskın lider olabilmektedir.

Türk dış politikası karar alma mekanizmasında etki sahibi olması muhtemel kişi ve kurumların, zamana ve konuya bağlı olarak Cumhurbaşkanı, Başbakan,
Dışişleri Bakanı ve Genelkurmay Başkanlığı olduğunu söylemek mümkündür. O halde 7 Ekim tezkeresine konu olan asker gönderme kararında karar alma biriminin tespit edilebilmesi için, bu kişi ve kurumların Irak’a asker gönderme konusunda Süleymaniye krizi sonrasında takındığı tavrı incelemek gereklidir. Bu sayede kararın grup veya koalisyon mu yoksa baskın lider (bu durumda Başbakan Erdoğan) tarafından mı alındığı ortaya koyulabilecek tir.

A. Diğer Aktörlerin Pozisyonu

Süleymaniye baskınının ardından Cumhurbaşkanlığı tarafından yapılan ilk açıklamada, olayın başından itibaren gerek hükümetin, gerekse de Dışişleri
Bakanlığı’nın ve Washington'daki büyükelçiliğin, ayrıca Genelkurmay Başkanlığı’nın olayın sürekli olarak içinde olduğu ve gelişmelerin bu kurumlarca
yakından takip edildiği belirtilmiştir. Açıklamada, yukarıda belirtilen makamların yapmakta olduğu girişimler bulunduğu için, Cumhurbaşkanlığı tarafından o aşamada bunun ötesinde bir girişimde bulunmaya gerek görülmediği belirtilmiştir.377

Genelkurmay ise krizin hemen ardından ortaya koyduğu sert tavrın aksine, zaman içerisinde Irak’a asker gönderme kararının doğru olacağını savunmuş, hatta Cumhurbaşkanı’nın ikna edilmesinde en büyük pay TSK’ya ait olmuştur. Büyükanıt, uluslararası meşruiyette diretmenin doğru olmadığını belirterek, “Olması mümkün olmayan kararları beklerseniz yanlış karar verirsiniz. 

Kapımızın yanı başındaki yangına kayıtsız kalamayız” ifadelerini kullanarak,        Cumhurbaşkanı Sezer ve diğer çevreleri ikna etmekte rol oynamıştır.

Ancak Büyükanıt, asker gönderme kararının TSK’nın kararı olmadığını ve siyasi bir karar olduğunu belirtmiş, “TSK verilen her türlü görevi yapma imkân ve
kabiliyetine sahiptir. TSK'ya görev verilirse, her şeyi yapmaya muktedirdir.

Zamanlıca verilecek karar en doğrusu olur. Kararsızlık en kötüsüdür” ifadeleriyle hükümetin karar alma sürecini hızlandırmasını beklediklerini belirtmiştir.378
Irak’a asker gönderilmesi konusu, ilk olarak 20 Temmuz tarihinde Erdoğan tarafından gündeme getirilmiştir. Erdoğan, ABD'nin, bölge için Türkiye'den asker
talep ettiğini açıklayarak, gerekli hazırlıkların başladığını belirtmiştir. Erdoğan Türkiye’nin ABD ile stratejik ortaklığını gayet ileriye götürmekte olduğunu
söyleyerek “Öfkeyle kalkıp zararla oturulmamıştır” şeklinde konuşmuştur.379

Erdoğan’ın açıklamaları üzerine konu hakkında görüşleri sorulan ABD'nin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson ise, Irak'ta görev yapacak İstikrar Gücü'ne
Türkiye'nin katılması konusunun, ABD'nin Merkez Kuvvetler Komutanı Orgeneral

John Abizaid ile ABD'nin Avrupa'daki kuvvetlerinin komutanı ve NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı Orgeneral James Jones'un 18 Temmuz günü
Ankara'daki temasları sırasında gayri resmi olarak gündeme getirildiğini belirtmiştir.380 

Pearson ayrıca Gül'ün Washington ziyaretinde konunun netlik kazanacağını belirtmiştir.381

Erdoğan’ın asker gönderme konusundaki net tavrına rağmen aynı günlerde Dışişleri Bakanı Gül, resmi bir talebin henüz söz konusu olmadığını, taraflar arasında görüş alışverişinde bulunulduğunu belirtmiştir. Yetkin bu durumu, Başbakan Erdoğan'ın ABD ile ilişkileri düzeltmek için Irak'a asker göndermenin gereğine inanmış olduğu, Dışişleri Bakanı Gül'ün ise bu konuda tereddüt beslediği şeklinde yorumlamaktadır. Yetkin ayrıca, Irak'ta ABD önderliğinde uluslararası güç kurulmasını ilk öneren ve Türkiye'nin böyle bir güce katılabileceğini ilk ortaya atan tarafın da zaten, 1 Mart paniği içindeki Başbakan olduğunu belirtmektedir.382
Kısacası, bu hususlar doğrultusunda Cumhurbaşkanı’nın alınan karara doğrudan katılmadığı, aksine bazı hususlarda çekimser kaldığı; ayrıca çalışmanın
ilerleyen bölümlerinde de görüleceği gibi hükümet tarafından kendisinin ikna edilmesine yönelik olarak çabalar sarf edildiği görülmektedir. Bu nedenle Sezer’in alınan kararda karar alma birimi içerisinde bulunmadığını söylemek mümkündür.

Öte yandan Genelkurmay Başkanlığı, Süleymaniye krizi öncesinde Erdoğan’la sürekli istişare içerisinde olarak Irak’a asker gönderilmesine sıcak bakmasına rağmen, Süleymaniye baskınından sonra ABD’ye tepkili bir yaklaşımı ön plana çıkartmış ve sürekli olarak taraflar arasında güven bunalımı olduğunu
vurgulamıştır. Ancak Erdoğan’ın iradesi doğrultusunda taraflar arasındaki ilişkilerin kopartılmaması ve görüşmelerin sürdürülmesi sonucunda, Genelkurmay’ın görüşleri de kriz öncesi duruma yeniden dönmüştür.

Dışişleri Bakanlığı ise yukarıda da belirtildiği gibi ilişkilerin yeniden kurulmasına temkinli yaklaşmış, Erdoğan’ın resmi olmayan bir asker talebine bile hemen olumlu yanıt vermesine rağmen Gül resmi bir talep olmadığını ve konunun hükümet tarafından istişare edileceğini belirtmiştir.
Bu durumda, kriz döneminde özellikle Genelkurmay ve Dışişleri’nin görüşlerinde değişim meydana gelmesine ve bu değişimin zaman içerisinde yeniden
asker gönderme doğrultusunda şekillenmesine rağmen, kriz öncesinde ve sonrasında Erdoğan’ın asker göndermeye ilişkin görüşlerinde bir değişiklik olmaması nedeniyle, sürecin Türkiye’ye ilişkin kısmının Erdoğan tarafından yönlendirildiğini ve süreç boyunca karar alma biriminin Erdoğan olduğunu öne sürmek yanlış olmayacaktır.

Bu doğrultuda Kışlalı da, 7 Ekim tezkeresi sürecinde Erdoğan dışında hiçbir karar alıcının çıkıp “Irak’a asker gönderilmeli” ya da “gönderilmemeli” demediğini;
tüm ilgili kurumların yalnızca görüşlerini ortaya koyup kararı Erdoğan’a bıraktığını belirtmektedir.383

AKP döneminin ve Erdoğan’ın genel dış politikasına ilişkin olarak öne sürülen birtakım değerlendirmelerin incelenmesi de, Erdoğan’ın baskın lider olarak
karar alma birimi olduğunu ortaya koymaya yardımcı olacaktır.

Örneğin Uzgel, dış politikanın AKP için bir meşruiyet aracı olduğunu ve özellikle ABD ve AB ile ilişkilerin, içeride laiklik ve Kemalizm gibi çeşitli nedenlerle meşruiyet sorunları yaşayan iktidar için meşruiyet sağlayıcı unsurlar olduğunu belirtmektedir.384 Bu çerçeveden bakıldığında ABD ile ilişkilerin özellikle    iktidarın ilk aylarında bozulması AKP’nin önüne önemli bir sorun olarak çıkmıştır.

Bu ilişkilerin bozulması açısından en önemli dönüm noktası 1 Mart tezkeresi; düzelmesi açısından en önemli dönüm noktası ise 7 Ekim tezkeresi olmuştur.
Ayrıca Loğoğlu’na göre de, 1 Mart tezkeresi ve Süleymaniye’de Türk subaylarının başlarına çuval geçirilmesi, Türkiye-ABD ilişkilerinde ciddi bunalımlara yol açmış olaylardır ancak, iki ülke kısa süre içerisinde bunların üstesinden gelebilmiş ve aralarındaki bağı korumayı sürdürebilmiştir.385

Her ne kadar uygulanmamış olsa da, 7 Ekim tezkeresi ile asker gönderilmesine ilişkin kararın alınması, taraflar arasındaki ilişkilerin uçuruma yönelmesini önlemiş kısa bir sürede ilişkilerde düzelme olmasa da zaman içerisinde karşılıklı güvenin yeniden inşa edilmesini sağlamış, örneğin ilk olarak aynı yılın
Kasım gündeme gelen Büyük Ortadoğu Projesi konusunda ABD ile AKP hükümetinin işbirliği içerisinde hareket etmesine olanak sağlayan bir ilişki düzeyi
korunmuştur. Dahası bu süreçte, 2007 yılının sonunda Türkiye’nin Kuzey Irak’ta PKK’ya yönelik olarak gerçekleştirdiği sınır ötesi operasyonda istihbarat paylaşımı noktasının da ortaya koyduğu bir düzelme yaşanmıştır.

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

RECEP TAYYİP ERDOĞAN: BİR DEĞİŞİMİN HİKAYESİ SÜLEYMANİYE KRİZİ 7 EKİM TEZKERESİ BÖLÜM 1

 RECEP TAYYİP ERDOĞAN BİR DEĞİŞİMİN HİKAYESİ SÜLEYMANİYE KRİZİ VE 7 EKİM TEZKERESİ  BÖLÜM 1


.

SÜLEYMANİYE KRİZİ VE 7 EKİM TEZKERESİ SÜRECİNDE ERDOĞAN,

I. Süleymaniye Krizi ve 7 Ekim Tezkeresi Süreci,

ABD’nin Irak’ta gerçekleştireceği operasyona destek olmak amacıyla “Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin
Türkiye'de bulunması için Hükümet'e yetki verilmesine ilişkin Başbakanlık Tezkeresi’nin” 1 Mart 2003 tarihinde TBMM’de reddedilmesi, hem Türkiye – ABD
ilişkileri açısından bir dönüm noktası olarak ilişkilerin bozulmasına neden olmuş, hem de Türkiye’nin Kuzey Irak politikası, dolayısıyla terörle mücadele açısından
önemli sorunların ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Tezkerenin kabul edilmemesi üzerine 20 Mart’ta, hem Türk askerinin Irak’a gönderilmesine hem de ABD’nin Türk hava sahasını kullanmasına izin veren yeni bir tezkerenin kabul edilmiş olmasına rağmen, 1 Mart tezkeresinin kabul edilmemesi Türkiye-ABD ilişkilerinde önemli bir kırılma yaşanmasına ve iki müttefik ülke arasında karşılıklı güvensizliğe yol açmıştır.330 ABD Irak hususunda Türkiye’yi dışlayan bir politikası izlemeye başlamış ve Türkiye’nin bölgeye ilişkin kaygılarını görmezden gelmiştir.

Özellikle tezkereyi izleyen dönemde yaşanan ve Çuval Krizi olarak da adlandırılan Süleymaniye baskınıyla 11 Türk askerinin gözaltına alınmasının net olarak açığa  çıkartmış olduğu bir güven bunalımı yaşayan ilişkiler, 2003 yılının sonbahar aylarından itibaren yeniden AKP hükümetinin gündemine girmiş ve çözüm yolları aranmıştır.

Bu doğrultuda Erdoğan hükümeti, yeni bir tezkere perspektifinde yeni bir Irak politikası oluşturma çabasına girmiştir. Sünni aşiretlerle temas kurulması, Dışişleri, MİT ve Genelkurmay heyetlerinin Irak’ta çeşitli ziyaretler gerçekleştirmeleri331, Kürt grupları ile ilişkilerin yeniden değerlendirilmesi, Irak için özel temsilci atanması332 ve yeni tezkere öncesi bir TBMM heyetinin Irak'ta çeşitli temaslar gerçekleştirmesi, bu çerçevede atılan adımlardan bazılarıdır.

Bu noktada Uzgel, Erdoğan’ın Süleymaniye olayını hiç üstüne alınmamayı becerebildiğini ve bunun bir başarı olduğunu belirtmektedir.333 Irak'a asker
gönderilmesine yetki veren yeni tezkere, 7 Ekim'de Meclis'te kabul edilmiştir. Bu tezkerenin ABD ile ilişkileri eski durumuna getirmeye ve Türkiye’nin Kuzey Irak’a
ilişkin kaygılarını ortadan kaldırmaya yeterli olmamasına rağmen, Türkiye-ABD ilişkilerindeki krizin bu tezkere sayesinde sona erdiği kabul edilebilir.334 

Hatta kimi yazarlar bu kararın Türkiye’nin 21. yy.da aldığı ilk önemli karar olduğunu belirtmiştir.335

Iraklı Kürtlerin Türk askerini Irak’ta istememesi ve ABD'nin Kürtlerin düşüncesine sıcak bakması nedeniyle tezkerenin uygulanması konusunda hükümetin ısrarcı olmaması ise hem ABD hem de Irak'la yeni bir krizi önlemiş ve her iki ülkeyle ilişkilerin rayından çıkmasını engellemiştir.336 Böylece Türkiye Irak'ta savaşmadığı halde, Irak topraklarında koalisyon komutası altında değil, kendi komutası altında asker bulunduran tek ülke konumuna gelmiştir.
Süleymaniye baskını ve bu baskının yarattığı kriz ortamını izleyen 7 Ekim tezkeresinin sahip olduğu bu önem nedeniyle, bu süreçte liderin oynadığı rolün
incelenmesi, Erdoğan’ın nasıl bir liderlik tipine sahip olduğunun ortaya çıkartılması açısından önem taşımaktadır.

Bu inceleme gerçekleştirirken hem karar alma mekanizmasının nasıl işlediği, hem karara etki eden faktörlerin neler olduğu, hem de Erdoğan’ın bu süreçte nasıl bir liderlik izlediği ortaya koyulacaktır.

Bu bölümde, AKP hükümetinin iktidara geldiği 3 Kasım 2002 tarihinden başlayarak II. Körfez Krizi’nin gelişimi ele alınacak; 1 Mart tezkeresi sonrasında
Süleymaniye baskını ile birlikte Türkiye ile ABD arasında yaşanan sorunlar ve Türkiye’nin Kuzey Irak politikasının yüzleştiği durum doğrultusunda 59. hükümet
tarafından TBMM’den tezkere isteme kararının hazırlanma süreci analiz edilecektir.

A. Olayların Gelişimi 337

3 Kasım 2002 seçimlerinin sonucunda AKP oyların %34,2’sini alarak TBMM’de 363 sandalye kazanmıştır. Ancak Erdoğan siyasi yasağı nedeniyle
milletvekili seçilemediği için Başbakanlık görevini Abdullah Gül üstlenmiştir. Seçimden sonra 3 Aralık 2002'de ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul
Wolfowitz ile Dışişleri Bakan Yardımcısı Marc Grossman Türkiye’ye gelerek Başbakan Gül, AKP lideri Erdoğan, Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış, Dışişleri
Müsteşarı Uğur Ziyal, Savunma Bakanı Vecdi Gönül ve Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Büyükanıt görüşmeler gerçekleştirmiştir.

ABD’nin Türkiye’den destek talebine ilişkin resmi teklif, Wolfowitz tarafından Gül’e yapılmıştır. Teklife göre Türkiye savaşın ana ikmal ve tali harekât
üssü olacak; Merkez Komutanlığın Katar'daki ana üsten sonraki ikinci büyük komuta merkezi İncirlik'te kurulacak; Türkiye'deki bazı üs ve limanlar hem ikmal hem operasyon amacıyla kullanılacak; kuzey cephesi askerleri Türkiye'de konuşlanacak; Diyarbakır tali koordinasyon merkezi, Silopi taktik harekât merkezi olacak ve Türk sınırları ABD ve İngiltere birliklerine açılacaktı.

Söz konusu işbirliğinin üç aşamalı olarak yürümesi düşünülmüştü:

1- ABD, Türkiye'de kullanacağı üslerde incelemelerde bulunacaktı. Böylece limanların kapasiteleri, örneğin derinliklerinin ağır tonajlı gemilere uygun olup
olmadığı; kara ve demiryollarının taşıma kapasiteleri ve rotaları; hava üslerinin ne büyüklükte uçakların iniş kalkışına izin verdiği gibi noktalar belirlenecekti. Bu
aşamaya “üs incelemesi” adı verilmişti.
2- İkinci aşama, “üs hazırlama” aşamasıydı. İlk aşamada saptanan eksiklikler yoğun bir teknik çalışma ve inşaat faaliyetiyle giderilecekti. Bu amaçla yabancı
askeri personelin Türkiye'ye gelişine izin verilmesi gerekiyordu.
3- Üçüncü aşama fiziki harekâttı. 60 bin ABD ve İngiltere askeri, bunların kullanacağı tüm araç ve silahlar Türkiye'ye üslenecek ve gerektiğinde savaşmak
üzere Irak'a girecekti.

Gül, hükümetin yetkisi içindeki bazı konularda olumlu yanıt verilebileceğini, ancak tam işbirliği kararının Meclis tarafından alınması gerektiğini belirtmiştir.
Ayrıca üs inceleme izni verebileceklerini, bunun için Türkiye'de konuşlu Amerikan personeli kullanılırsa, TBMM iznine tabi olmaksızın incelemenin
gerçekleştirilebileceği, aksi halde Anayasa'nın 92'nci maddesi gereği Meclis'ten izin alınması gerekeceğini belirtmiştir.

Bu isteklere karşılık olarak ABD ise, Irak'ın bütünlüğünün bozulmayacağını, yani kuzeyde bir Kürt devleti kurulmayacağını taahhüt etmiştir. Ancak Türkiye,
harekâtın planlama aşamasına katılma, ekonomik zararlarının karşılanması, savaş sonrasında Irak'ın yeniden inşasında asli unsur olma gibi birtakım talepleri de öne sürmüştür.

ABD’li uzmanlar 15 Ocak günü İstanbul Kurtköy'deki Sabiha Gökçen Havalimanı'nda; 16 Ocak’ta ise Mersin'in Tarsus İlçesi'ndeki Yenice Tren
İstasyonu’nda incelemelere başlamıştır. Daha sonra ise İskenderun limanı, Gaziantep, Mersin, Mardin ve Çorlu’ya kadar birçok yerde incelemeler
gerçekleştirilmiştir.

17 Ocak’ta Çankaya Köşkü'nde Cumhurbaşkanı Sezer'in başkanlığında konuya ilişkin olarak gerçekleştirilen zirveye Başbakan Gül, Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Özkök ile bazı bakanlar katılmıştır. Zirvede, ABD'nin Irak'a olası askeri operasyonu konusunda Türkiye'ye ilettiği talepler gözden geçirilmiş ve belirlenen
yanıtlar ABD'ye iletilmiştir.

TBMM’de 6 Şubat günü yapılan kapalı oturumda, Türkiye'deki askeri üs ve tesisler ile limanlar için gerekli yenileşme, geliştirme, inşaat ve tevsi çalışmalarıyla ilgili olarak ABD'ye mensup teknik ve askeri personelin üç ay süreyle Türkiye'de bulundurulmasına, bununla ilgili gerekli düzenlemelerin hükümet tarafından yapılmasına ilişkin Başbakanlık Tezkeresi kabul edilmiştir.

Aynı tarihlerde Başbakan Gül, Irak sorununun barışçı yollardan çözümü konusunda Suriye, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve İran'ın Ankara büyükelçileri ile bir araya gelmiş, kendi inisiyatifiyle “barışçı çözüm” girişimi başlatarak daha sonraki tarihlerde İstanbul ve Şam’da, Irak’a komşu ülkelerin temsilcileriyle bu çabalarını sürdürmüştür.

Türkiye öte yandan, Irak’ta bir savaş olması durumunda sınırlarına mülteci akını olacağı, PKK/KADEK’in bu ortamda Türkiye’ye yeniden sızarak silahlı
eylemlere başlayacağı, Kuzey Irak’taki Kürt gruplar arasında olabilecek rekabet sonucu kargaşa çıkacağı, nihayet Kürtlerin Kerkük’ü ele geçireceği gibi endişelere sahipti. Ankara, “kırmızı çizgiler”338 olarak tanımlanan bu olaylarla karşılaşılmaması için; ayrıca karşılaşılması halinde Kuzey Irak’a askeri müdahalede bulunmak için planlar yapmakta ve ABD ile sıkı görüşmeler yürütmekteydi. Bu sırada 15 Şubat günü yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında, kırmızı çizgilerin ihlali halinde alınacak önlemler gözden geçirilmiştir.

ABD ise Irak’a kuzeyden cephe açılmasına olanak sağlanan tezkerenin en geç 18 Şubat'a kadar kabul edilmesi için askeri olduğu kadar diplomatik yönden de
Türkiye’ye baskı yapmaya devam etmiştir. Baskıların da sonucunda, 6 ay süreyle Türkiye'de yabancı asker bulundurulması ve Türkiye'nin yurtdışına asker
gönderilmesine ilişkin tezkere 24 Şubat’ta Bakanlar Kurulu'nda imzaya açılmıştır.

Bu süreçte Cumhurbaşkanı Sezer, tezkerenin ve ABD’nin askeri müdahalesinin uluslararası hukuk açısından meşru olmadığını, bu nedenle müdahaleye ilişkin bir BM kararı olmaksızın tezkerenin geçmemesi gerektiğini  belirtmiştir. 

Asker göndermeye ilişkin olarak ABD ile Türkiye arasında hazırlanan Mutabakat Zabıtlarında eksik kalan unsurların, özellikle Kuzey Irak'ta işbirliği, Türkmenlerin 
durumu ve ekonomik paketteki bazı taleplerin tamamlanması, ABD yönetimi tarafından Türkiye'nin çabalarının takdir edildiği ve zarar görmesi halinde 
destekleneceğini belirten bir mektup yazılması, Kongre'de Türkiye'nin aldığı askeri borçların faizinin silinmesi doğrultusunda süreç başlatılması gibi 
beklentilerle 341 tezkere oylaması TBMM Genel Kurulu'nda 1 Mart günü gerçekleştirilmiştir.

Kamuoyunda “1 Mart tezkeresi” olarak bilinen “Yurtdışına Asker gönderme ve Türkiye'de yabancı asker bulundurma” tezkeresi için gerçekleştirilen oylamaya
533 milletvekili katılmış; 264 kabul, 250 ret, 19 çekimser oy kullanılmıştır. Kabul oyları salt çoğunluğa (267) ulaşamadığı için tezkere kabul edilmemiştir. AKP
içerisinden 66 milletvekili tezkereye ret oyu verirken, 19 milletvekili çekimser oy kullanmıştır.

Tezkereye karşı açıklamalar yapan TBMM Başkanı Bülent Arınç, “Hükümete sesleniyorum: Sizden tezkere değil, 2003 bütçesini bekliyoruz”339
diyerek tezkerenin kabul edilmemesi yönünde iradesini ortaya koymuştur. Başbakan Yardımcısı Ertuğrul Yalçınbayır ise, tezkerenin uluslararası meşruiyeti olmadığını vurgulayarak, tezkere geçmezse demokrasinin güçleneceğini belirtmiştir.

Tezkere oylamasının 27 Şubat’ta yapılması TBMM gündemine alınmıştır. Ertesi gün MGK’nın aylık olağan toplantısı gerçekleştirileceği için Gül başkanlığındaki AKP hükümeti, MGK’dan çıkacak kararı beklemeyi tercih etmiştir.

Bu nedenle tezkere oylaması için Meclis, 1 Mart Cumartesi günü toplantıya çağrılmıştır. MGK toplantısından bir gün önce partisinin Meclis grubunu olağanüstü toplayan AKP lideri Erdoğan, tezkereye olumlu oy verilmesi yönünde milletvekillerine telkinde bulunmuş, ancak bağlayıcı grup kararı alınması için bir
girişimde bulunmamıştır.

28 Şubat’ta gerçekleştirilen MGK toplantısından, tezkereye yönelik herhangi bir karar çıkmamış, toplantıya ilişkin basın bildirisinde sadece “ABD'nin Irak'a olası
askeri müdahalesi konusunda, ABD ile yapılan müzakerelerde ulaşılan sonuçlar değerlendirilmiştir” ifadesine yer verilmiştir.340

Oturumu yöneten Meclis Başkanı Arınç, “Bu karar önünde herkes şapka çıkarmalıdır. Bu tezkerenin tekrar aynı şekilde Meclis'e gelmemesi siyaseten doğru olacaktır” demiştir. Başbakan Gül ise düzenlediği basın toplantısında, “TBMM'nin verdiği karara söyleyecek bir şey yok. Her şey demokratik bir süreç içinde gerçekleşti” ifadesini kullanmıştır. Tezkerenin reddedilmesinin ardından ABD tarafından Türkiye'deki üs ve limanlarda başlatılmış olan modernizasyon
çalışmalarını da askıya alınmıştır.

Irak Savaşı’na gelinceye kadar Türkiye ve ABD’nin Irak konusunda her zaman işbirliği içinde olmasına rağmen, özellikle 1 Mart tezkeresinin kabul
edilmemesi nedeniyle ilişkilerde sorunlu bir dönem başlamıştır.342

9 Mart’taki Siirt seçimlerinde milletvekili seçilerek başbakan olan Erdoğan başkanlığındaki Bakanlar Kurulu, Türk askerinin Kuzey Irak'a gönderilmesi ve ABD uçaklarının Türk hava sahasından geçişlerine izin verilmesine ilişkin yeni bir Başbakanlık tezkeresini 19 Mart’ta TBMM'ye göndermiş ve kabul edilmiştir. 20
Mart günü ise ABD'nin Irak operasyonu, savaş uçakları ve seyir füzelerinin Türk havasından geçerek Irak’ta belirlenen mevzileri vurmasıyla başlamıştır.
Savaş beklenenin aksine kısa bir süre içerisinde sonuçlanmış ve 1 Mayıs’ta Irak savaşının bittiği ABD Başkanı Bush tarafından ilan edilmiştir. Böylece kuzey
cephesi olmadan ABD Irak’la savaşamaz görüşünün bir yanılgı olduğu da ortaya çıkmıştır. Kuzeyde ise beklenildiği gibi Kürtler savaşta ABD’ye yardım
etmişlerdir.343 Savaşın da sona ermesiyle birlikte ABD, destek bulamadığı için Türkiye ile ilişkilerini gözden geçirmeye başlamış; örneğin stratejik ortak ifadesini daha az kullanmaya başlamıştır. ABD'nin tepkisi savaş öncesi başlatılan ekonomik işbirliği toplantılarına da yansımış, projeler rafa kaldırılmıştır.

Haziran ayının ortalarında Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Uğur Ziyal ABD’yi ziyaret ederek, ilişkilerin onarılmasına yönelik birtakım adımlar atılması gerektiği
konusundaki hükümet görüşlerini ABD makamlarına aktarmıştır. 

Ziyal burada özellikle Irak konusuna değinerek, Amerika’nın Irak’ta başarılı olmasının Türkiye’nin çıkarına olacağını belirtmiş ve Irak’ta yeniden yapılandırma projeleri konusunda Amerikan yönetimine Türkiye’nin nasıl katkı sağlayacağına dair birtakım öneriler iletmiştir.344 

Öneri paketinde, siyasi ve ekonomik katkı önerilerinin yanı sıra Irak'ta istikrar gücüne katkı önerisi de yer almıştır.

Yetkin, Irak’a Türk askeri gönderme fikrini yeniden öne süren tarafın Türkiye olduğunu ve bu fikrin Başbakan Erdoğan’ın talimatıyla ortaya atıldığını
belirtmektedir.345 Bu fikrin özellikle 21 Mayıs tarihinde Özkök ve Erdoğan arasında gerçekleştirilen bir toplantıdan sonra ortaya çıktığı ve hem hükümet hem de ordu tarafından 1 Mart’ın telafisi olarak görüldüğü belirtilmektedir. Özellikle Erdoğan, ABD’yle ilişkilerin düzelmesi, Irak’ta söz sahibi olunması ve daha da önemlisi Kuzey Irak’ta PKK varlığı ile mücadele edilmesi için Türkiye’nin ABD ile yeni bir askeri işbirliği yapması gerektiğini düşünmekteydi.

Ancak Kuzey Irak’ta bulunan Kürt grupların verdiği bilgiler doğrultusunda Süleymaniye'deki Türk Özel Timi Bürosu'nu 4 Temmuz günü basan 100 kadar ABD askeri ve kendileriyle işbirliği yapan Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) peşmergeleri, 3'ü subay, 8’i astsubay olmak üzere 11 Türk askerini başlarına çuval geçirerek gözaltına almış ve Kerkük'e götürmüştür. Bu olay Türkiye-ABD arasındaki ilişkilerin çok ciddi bir krize girmesine neden olmuştur.

   Amerikan makamları daha sonra yaptıkları açıklamalarda, Türk askerlerinin Kuzey Irak’ta ABD tarafından kurulmak istenen istikrarı bozmak için gerçekleştirilen sabotaj faaliyetlerinin bir parçası olduğunu belirterek 346, hem Türkiye’nin bölgedeki askeri varlığına yönelik olumsuz tavrını ortaya koymuş, hem de bu varlığın ortadan kaldırılması için Türkiye’ye üstü kapalı bir tehditte bulunmuştur.

Gözaltına alınan Türk askerleri resmi tatilden ve ABD makamlarının işi ağırdan almasından dolayı ancak 2 gün sonra serbest bırakılmış ve olay Türkiye'de
uzun süre tartışılmıştır. Süleymaniye olayı bir anlamda Türkiye’nin Kuzey Irak politikasında bir dönüşüme neden olmuştur. Kuzey Irak’taki Türk – Amerikan
işbirliğinin parametreleri değişmiş, bölgede bulunan Türk askerlerinin bundan böyle Amerikan yetkilileri tarafından sorun çıkarma potansiyeline sahip unsurlar olarak değerlendirileceği bir dönem başlamıştır.347

Bu tarihten sonra Türkiye ile ABD arasındaki krizin boyutu ve önemi hükümet tarafından fark edilmeye başlanmış ve 7 Ekim tezkeresine giden süreç başlamıştır.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***