30 Temmuz 2017 Pazar

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 22


28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 22


4.5. Tarihi MGK Kararları Öncesi Yaşananlar ve Önlemler Paketi 

 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan MGK toplantısında alınan kararlardan önceki 
dönem, bu süreci hazırlayan etkenlerden oluşmaktadır. MGK Kararlarının alınmasıyla bir kesinti olmamış, aksine sürecin daha yeni başladığı ortaya çıkmıştır ( Arikan, 2010, s.119). 28 Şubat süreci ile başlayan olaylar, 28 Şubat 1997 MGK Toplantısı ve 406 sayılı MGK Kararlarının alınması ile devam etmiş olmakla beraber gelişen bütün olaylar sonrasında artık TSK yaşanan bütün bu gelişmeler karşısında olaylara müdahil olmak istemiş ve ilk hamle olarak 28 Şubat 1997 MGK Toplantısında ortaya çıkmıştır. 
Türk siyasi tarihinde askeri müdahaleler genel olarak her 10 yılda bir vuku bulmuş olmakla beraber 28 Şubat sürecine kadar 3 klasik askeri müdahale yaşanmıştır. 28 Şubat 1997 askeri müdahalesi “post-modern darbe” olarak isimlendirilmiş olmakla beraber sebep, sonuç ve sonrasında ki yansımaları ile Türk demokrasi tarihinde derin ve büyük yaraların açılmasına neden olmuştur. 

Demokrasi tarihimize damgasını vuran 28 Şubat süreci, 28 Şubat 1997 MGK 
Toplantısı ve 406 sayılı MGK Kararlarının alınması ile Türk Demokrasisi yeni bir 
döneme girmiş olmakla beraber artık bu süreç içerisinde bazı çevreler tarafından düğmeye basılmış ve bir kısım güç odakları Refah-Yol Hükümeti’ni harekete geçirmek için farklı yollar ve çeşitli girişimler içerinde bulunmaya başlamışlardı. Süleyman Kocabaş, bu gelişmeler içerisinde Akşam gazetesinin yazarlarından Behiç Kılıç’ın, 21 Aralık tarihli yazısına atfen şöyle aktarmaktadır, “Atina’da bir grup para babasının liderliğinde, bu geziye katılan medya patronlarının bir araya geldikleri ve üç ay içerisinde hükümeti devirme kararları aldıkları anlatılıyor… Bunun hükümeti devirmenin ilk adımı olduğu belirtiliyor.” Aynı şekilde bu sivil kuvvetlerin iktidarı devirmek için saldırılarını artırma kararı aldıkları belirtilmektedir. Bu güç odakların ilk hedefi hükümeti yıkmak ikinci hedefleri ise tekelci sermayenin Pazar egemenliğini sağlayacak hükümeti kurmaktı. Bu istekler ve hedefler TSK’nı de hevesli tutumuyla hedefine ulaşacaktı” (Kocabaş, 1998, s.12) şeklindeki açıklamaları ile sivil hükümetlerin üzerindeki ordu ve askeri bürokrasinin etkilerini görmememiz açısından oldukça önemlidir. 

28 Şubat 1997 Askeri müdahalesi post-modern darbe olarak tanımlanmış 
olmakla beraber, 28 Şubat gerçekte ilkesel olarak darbelere izin vermemesi gereken anayasal yapının, anayasal normların yapı bozumuna uğratılması suretiyle gerçekleştirilen “Anayasal Darbedir”. Açık darbeler anayasaya rağmen ve karşı yapıldığı halde, 28 Şubat anayasal mekanizmalarla yapılmıştır. Çünkü bu darbe anayasal bir kurum yani MGK kararıyla ve bu kararın altında Refah-Yol Hükümeti Başbakanı Necmettin Erbakan’ın imzasıyla yapılmıştır. Başbakanın imzası ile 28 Şubat 1997 MGK Toplantısı, bir süreç haline sokulmuştur (Arikan, 2010, s.119). 

RP ile TSK arasındaki gerginlik her geçen gün artmaktaydı (Özer, 2011, s.80). 
Askerin artık müdahale etmesi bütün çevreler tarafından beklenen bir tutum olmuştu. Asker artık yavaş yavaş harekete geçmeye başlamış ve sivil hükümet üzerindeki etkisini gösterir duruma gelmiştir. RP cephesi ise de kamuoyundan, medyadan, siyasetten ve TSK’dan yükselen bu tepkilere karşısında duyarsızdı ve gelişen olayları görmezden gelerek vurdumduymaz bir tavır takınmaktaydı. Başbakan Necmettin Erbakan’ın son grup toplantısında “Fesat merkezi olmayacağız; fesattan etkilenmeyeceğiz; fesadı etrafa yaymayacağız” ve yine son bakanlık divanındaki “Üst düzey komutanlarla aramız iyi, alt düzey subaylar gerginlik yaratıyor” sözleri Başbakan Erbakan’ın olayı küçümsediğinin ve gerçekleri görmezden geldiğinin en güzel kanıtıdır (Bayramoğlu, 
2001, s.109). 

Ali Bayramoğlu’na göre “Başbakan Erbakan, bu tavrını ve üzerindeki bu siyasi 
görüşleri umursamamakla beraber içinden çıkılacak durumu ve üzerinde ki baskıları hafifletmek için farklı stratejilerin ve hamlelerin içerisinde olduğu bilinmekteydi:” 

1. “Laiklik; temelinde ortaya çıkan gerilimi hafifletmek. Bir yandan bu gerilimin 
müsebbibi olarak medyaya ve ince politikalarından hareketle TSK’nın içindeki bazı “sinirli” ama komuta kademesine sirayet etmeyen “ehemmiyetsiz” unsurlara işaret etmek. Sonuçta bu sorunun pek önemli olmayan bir sorun olmadığı imajını vermek. 

2. 28 Şubat 1997 tarihinde yapılacak olan kritik MGK toplantısında, TSK’ni teskin edeceği bir konuşma yapmak. 

3. Hepsinden önemlisi yeni medya atağıyla gündemi değiştirmeye çalışmak. Daha doğru bir deyişle, gündemin merkezine ekonomik politikaları ve bu doğrultularda ki gelişmeleri oturtmak.” 

Bütün bu gelişmeler yaşanırken tarihi MGK Toplantısına sayılı günler kalmıştı. 
Kamuoyu başta olmak üzere medya organları ve TSK yaşanan bütün bu gelişmeleri yakından takip etmekle beraber, RP’nin ve Refah-Yol Hükümeti’nin bütün faaliyetleri adeta mercek altına alınmıştı. Bununla beraber 28 Şubat MGK Toplantısından bir gün önce yapılan Bakanlar Kurulu Toplantısında ise yapılacak olan tarihi MGK Toplantısı hakkında görüşmeler yapılmış ve yapılacak toplantıya çeşitli atıflarda bulunarak açıklamalar yapılmıştır. 

Bakanlar Kurulu toplantısında Tansu Çiller “Bu hükümet kurulduğundan bu 
yana sürekli olarak önüne engeller konuldu” diye sözlerine başladı ve sonrasında ise şu açıklamalarda bulundu: 

“Ancak birliğimizi muhafaza edersek bu engellerin aşılması kolay olacaktır. Her 
engelin aşılmasından sonra hükümetimiz daha da güçlenecektir. Hükümetimiz başarılı oldukça, muhalefet partilerini de korku sarmaktadır. Başta ordu olmak üzere çeşitli kurumların yapmış olduğu olanca muhalefete ve ülkenin gerçek resmini çıkaramayan bir medya anlayışı ile karşı karşıyayız. Buna rağmen hükümet birliğini muhafaza etmiştir. Bu hükümet en az 2000 yılına kadar devam edecektir. Çünkü hükümetin başarısını, ancak uzun vadeli bir strateji ile halka mal etmek mümkündür” şeklindeki açıklamaları ile hükümetin içinde bulunduğu durumu izah etmekle beraber, sağlam strateji ve planın güvencesini veriyordu. Tansu Çiller konuşmasının devamında ise: 

 “Bu hükümet koalisyonudur. Ancak iki parti de ortak sorumluluk taşımaktadır. 
Partiler kendi tabanlarına mesaj verebilirler. Ancak hükümetler bu konumun 
üzerindedir. Çünkü hükümetler sadece parti tabanların değil, Türkiye’nin hükümetidir. Çokseslilik olsun, ama her kafadan bir ses çıkmasın. Eğer bugün tansiyon yüksekse bunu düşürmek iktidarın görevidir. Bu hükümet bir ailedir. Bu bakımdan hiçbir ferdin bu konumun dışında konuşmaması lazımdır. Ayrıca bu aile toplantısından hiçbir ferdin toplumsal tansiyonu yükseltecek bir yaklaşım içine girmemesi gereği vardır. Merak etmeyin, zaman bizi haklı çıkaracaktır. Yeter ki bu zamanı kazanalım. Kader birliği içerisindeki bir ailenin yapmış olduğu toplantıda, bu ailenin bir ferdi ruhu ile konuşuyorum.” 

Tansu Çiller’in bu konuşması salonda büyük coşku ve içtenlikle karşılanmış 
olmakla beraber, Tansu Çiller’den sonra sözü Başbakan Necmettin Erbakan almış ve Tansu Çiller’e teşekkürleri ile şükranlarını sunmuştur (Aksoy, 2000, s.200-201). 

4.6. 28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kurulu Toplantısı 

4.6.1. Toplantıda Anlatılanlar 

MGK Toplantıları ayda bir kez yapılıyordu. Toplantılara hükümet cephesinden 
Başbakan, İçişleri Bakanı, Dışişleri Bakanı ve Milli Savunma Bakanı katılmakla 
beraber asker kanadından ise Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve MGK Genel Sekreteri katılıyordu. MGK Toplantılarında Türkiye’nin iç ve dış güvenlik meselelerinin, stratejik hedeflerinin tartışıldığı bu toplantıları Cumhurbaşkanı yönetiyordu. Önce bürokratların katıldığı bir toplantı oluyor sonra da devletin zirvesinin katıldığı toplantı oluyordu. Sonra devletin zirvesi bürokratlarının katıldığı ilk toplantıda konuşulanları kendi aralarında değerlendiriyorlardı. Konuşulan sorunlar ve çözüm için izlenecek yollar, toplantı sonrasında hazırlanan bir bildiri ile kayıtlara geçiriliyordu. Bu bildiri o günün hükümeti için bir tavsiye niteliğinde idi (Birand-Yıldız, 2012, s.207). 

28 Şubat 1997 tarihinde yapılan MGK Toplantısının kendinden önceki yapılan 
MGK Toplantılarından farklı olmakla beraber, toplantı öncesi ve sonrası yaşananlarda Türkiye gündemini uzun yıllar meşgul etmiştir. 28 Şubat 1997 MGK Toplantısına damgasını vuran “irtica tehdidi” ilk defa Refah-Yol Hükümeti zamanında gündeme gelmemiş olmakla beraber ANAP lideri Turgut Özal zamanında da gündeme gelmiştir. 

Ancak yaşanan bu “irtica tehdidi” 28 Şubat sürecinde ki olduğu gibi büyük bir yankı uyandırmamıştır. Özellikle 28 Şubat sürecine gelinmeden önce, 12 Eylül 1980 Askeri darbesi ile oluşturulan MGK, çeşitli kuruluşların temsilcilerinin katılımı ile iki kurul oluşturulmuş ve irticai akımların durumu ele alınmıştır. Bu kurumlar tarafından oluşturulan raporlarda daha çok dönemin İslami kesimi olan “Süleymancılar” üzerinde durulmuştur. Bu gelişmeler üzerine dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren, MİT’ten irticai akımlar üzerine bir rapor hazırlanmasını istemiştir. Bunun en önemli nedeni ise Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Başbakan’ı Turgut Özal’ın tutumundan şüpheleniyordu. 

Ancak Cumhurbaşkanı Evren’in bu kuşkusu boşa çıkmış ve bunu çeşitli 
açıklamalarında gündeme getirmiştir. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in MİT’e vermiş olduğu bu görev sonucunda önüne neredeyse konu ile ilgili boş bir dosya gelmesi ile beraber, Cumhurbaşkanı Evren, bu seferde ayrıntılı bir araştırma yapmak için MGK’ni görevlendirmiştir (Öztürk-Yurteri, 2011, s.180). 

28 Şubat 1997 MGK Toplantısı öncesinden gazete manşetlerinde ve televizyon 
haber bültenlerinde 28 Şubat 1997 Cuma günü yapılacak olan MGK toplantısının uzun süreceği ve son derece tartışmalı geçeceğine dair haberler yapılmaya başlanmış idi. Bu gazete manşetlerinden verilen haber başlıkları ve televizyon bültenlerinden verilen haberler gergin olan siyaset atmosferini ve kamuoyunu iyice etkisi altına almıştı. 

Bütün bu gelişmeler paralelinde meydana gelen siyasi ve sosyal olaylar 
sonucunda ortaya çıkan kutuplaşma atmosferi ve gerginlikler sonucu 28 Şubat sürecinin kilometre taşları olarak bir bir döşenmiş olmakla beraber tarihi MGK günü yaklaşmış idi. Bazen Başbakan Erbakan ve arkadaşları askeri kanadın eline bazı fırsat ve imkânları vermiş olsa da, her olay abartılı bir şekilde kamuoyuna sunulmuş, medya, sivil toplum örgütleri ve yargıdan istifade etmek suretiyle psikolojik harekât ilk günlerden itibaren başarı ile sürdürüldü (Ilıcak, 2013, s.111). 

Özellikle 28 Şubat 1997 MGK Toplantısının günler öncesinden uzun ve 
tartışmalı geçeceği ifade ediliyordu. Toplantıda; irtica ve şeriat konusu, Kurul’un asker üyeleri tarafından ses bantları, videokasetleri tüm belge ve kanıtlarıyla ortaya konuluyordu. MİT, Emniyet Genel Müdürlüğü, TSK vb. güvenlik ve istihbarat makamlarının ortak çalışmaları ile hazırlanan yaklaşık 70 sayfalık rapor, Başbakan ve Başbakan Yardımcısının en ufak bir itirazına fırsat vermeyecek şekilde ayrıntıları ile kurul üyelerine açıklanıyordu. Bu 70 sayfalık raporun bazı önemli maddelerine bakacak olduğumuzda; 
. Demokratik, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin düşman ve hedef gören bu 
hareketlerin amacı Türkiye’de şer’i hükümlerle yönetilen bir İslam devleti 
kurmaktır. 
. Kökten dinci hareketler bu amaçlarına, tebliğ, cemaat ve cihat yoluyla 
ulaşabileceklerini ifade etmekle beraber, amaçlarına ulaşmak için halkı silahlı 
bir mücadeleye sürüklemek ve bir İslam devleti kurmak istiyorlardı. Bununla 
beraber cemaat ve tarikatlar bir kurum şeklinde hareket eder hale gelmiştir. 
. Dini akımlar ise, daha çağdaş bir örgütlenmeyi benimseyerek, dernek, vakıf, 
Kur’an kursu, özel yurtlar, üniversiteye hazırlık kursları ve özel kolejlere önem 
veriliyor ve bu maksatla çok geniş kesimlere hitap ediliyor, etkileri altına 
alınıyordu. Bu anlamda örgütlenmeyi sağlayan bu kurumların finansal 
kaynakları da kimi sivil toplum örgütleri ve zengin iş adamları tarafından 
sağlanıyordu (Sunulan raporda bunların isimleri açıkça ilan ediliyordu) 
(Bölügiray, 1999, s.34-35). 

Tarikatların ve RP’nin faaliyetleri ve icraatları uzun süredir askerlerin dikkatini 
çekiyordu. Ancak durumun detaylı olarak ele alınması ilk defa RP’nin büyük bir seçim başarı ile çıktığı 1994 yılına rastlaması ve MGK Genel Sekreterliği’nin konu ile ilgili (irtica dini akımlar) büyük bir çalışma içerisine girmesi ile gündeme gelmiştir. Özellikle dönem içerisinde “irtica tehdidi” konuları üzerine inceleme ve araştırmalar yapılmış olmakla beraber “İslam’ın Gerçeği” adlı bir kitap hazırlanmıştır (Öztürk-Yurteri, 2011, s.180-181). 

24 Aralık 1995 yılında yapılan genel seçimlerden büyük bir zafer ile çıkan RP 
ülke gündeminde ve siyaset yaşamında oldukça uzun süreli tarihi bir olgununda 
temellerini atmış idi. Refah-Yol Hükümeti’nin kurulmasından sonra basın ve medya organları, askerin yeni silahı olarak işlev görmeye başlamıştır. Basın ve medya organları, Refah-Yol döneminde, TSK’nın siyaseti doğrudan yönlendirme çabalarını laik, demokratik Cumhuriyet’in güvencesi ve teminatı olarak görmüş; siyasete yapılan fiili müdahaleleri ya alkışlayarak gündeme getirmiş ya da göz ardı etmiştir. Bununla beraber, askeri müdahalelerin doğal ya da sıradan bir siyasi gelişme olduğu fikrinin kabul görmesi yönünde faaliyetini sürdürerek, iktidar mücadelesinin gerçek taraflarının RP ile TSK olduğu fikrini topluma benimsetmeye ve bunu meşrulaştırmaya çalışmıştır. 

TSK’nın kendi tarihinde ilk kez medyayla bu tarzda ve bu yoğunlukta ilişkiler içine girmesi, bu dönemin gerçekten ilginç bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak, sivil otorite ve askeri otorite arasındaki ilişki giderek çatışma niteliğine bürünmüştür (Başkaya, 1999 s. 353). 

28 Şubat 1997 MGK Toplantısı’nın gündeminin irtica olayları olacağı bir aya 
önce ki MGK Toplantısı’nda kararlaştırılmıştı. Hükümet üyeleri ve komutanlar 
Çankaya Köşk’üne giderlerken laik kamuoyu, iş çevreleri, üniversiteler ve askerin evi olan kışlalar son derece huzursuzluk içerisinde idi (Birand-Yıldız, 2012, s.207). Başbakan Erbakan’ın söylemleri ve icraatları laik, demokratik Cumhuriyet’e karşı bir tehdit olarak algılanırken Tansu Çiller ise her fırsatta “Rejimin teminatı biziz” diyordu. 

İşte 28 Şubat 1997 MGK Toplantısı bu söylemler etrafında şekilleniyordu. 28 Şubat 1997 de toplanacak MGK gündeminin irtica ve şeriat konularının olacağı belli olunca, hükümetin iki kanadı da Cumhurbaşkanı ve askerlerle yapılan görüşmeler oldukça dikkat çekici olmakla beraber amaç; yapılacak toplantının havasını bir nebze de olsa yumuşatmaktı. Ancak sanılanın aksine askeri kanat MGK’ya ellerinde kalın dosyalarla birlikte hazırlıklı gelmişlerdi. Laik demokratik Cumhuriyet’in komutanları ile tarihi MGK Toplantısı başlayacak idi. 

Yaşanan bütün bu olaylar üzerine siyasetin tansiyonu iyice yükselmiş ve 28 
Şubat 1997’de yapılacak MGK toplantısı öncesi Türkiye’de gerilim iyice artmıştır. 
MGK Genel Sekreteri Org İlhan Kılıç, toplantıdan bir gün önce Cumhurbaşkanı 
Süleyman Demirel’le görüşerek, toplantıda 18 maddelik bir liste sunacaklarını ifade etmiş, Cumhurbaşkanı Demirel de bu konuyu Başbakan Erbakan’la paylaşmıştır. Konuyu her aşamasında çok dikkatli bir şekilde takip etmiş olan Süleyman Demirel olacakları sezmişçesine daha önceden koalisyon ortaklarını uyarmaya çalışmıştır. 17 Ocak’ta Genelkurmay’dan brifing almış, 27 Ocak’taki MGK toplantısından önce Necmettin Erbakan’ı yazılı olarak uyarmış ve ülkede yaşanan rahatsızlığı dikkate almasını istemiş, daha sonra bunu Şubat ayında tekrarlamıştır (Arikan, 2010, s.106). 


28 Şubat 1997 MGK Toplantısından önce, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 
Başbakan Necmettin Erbakan, Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller ve Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı, yaklaşık 10 dakika süren kısa bir toplantı yapmışlardır. MGK öncesi yapılan bu ön toplantı niteliğinde ki görüşmede, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel; üyelere gergin ve tartışmalı geçeceği MGK atmosferi öncesinde kısa bir konuşma yapmış ve sonrasında toplantı salonuna geçilmiştir (Kazan, 2013, s.267). Toplantı öncesinde gündem ve siyasi yaşam üzerinde oldukça etkili olan basın ve medya temsilcileri çeşitli fotoğraf kareleri aldıktan sonra salondan çıkartılmışlardır. 

28 Şubat 1997 MGK Toplantısı saat 15.10’da başlamış idi. Toplantıya 
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Necmettin Erbakan, Başbakan 
Yardımcısı Tansu Çiller ve Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Milli 
Savunma Bakanı Turhan Tayan, İçişleri Bakanı Meral Akşener, Kuvvet Komutanları Org. Hikmet Köksal, Ahmet Çörekçi ve Teoman Koman ve Ora. Güven Erkaya katılmış olmakla beraber Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Necdet Seçkinöz, MGK Genel Sekreteri Org. İlhan Kılıç, Emniyet Genel Müdürü Alaattin Yüksel, OHAL Valisi Necati Bilican, Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı Korgeneral Çetin Saner ve MGK Genel Sekreter Yardımcısı Korgeneral Necdet Timur’da katılmıştır (Kazan, 2013, s.267). MGK toplantı gündemi ve süresinin 3 saat olarak planlanmıştı. Ancak toplantının “Özel Müzakere” bölümünde “irtica tehdidi” konusunun ele alınması ile MGK toplantısı 8,5-9 saat sürmüş ve Türkiye’nin siyasi yaşamında uzun süreli bir dönüm noktası oluşturmuştur. 

28 Şubat 1997 MGK Toplantısında özellikle öncesi ve sonrasında etkin rol ve 
konumda olan basın ve medya kuruluşlarının haberlerine göre MGK Toplantısı 
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in kısa bir sunuş konuşması ile başlamış ve 
OHAL’in 9 ilde 4 ay kadar daha uzatılması, terör örgütü PKK ile mücadelede MED TV yayınlarının izlenmesinin önlenmesi konuları yer almıştır. Görüşülen bu konulardan sonra ise, MİT tarafından hazırlanan “Radikal Dinci Akımların Rejime Etkileri” başlıklı irtica raporları okunması ve sonrasında Emniyet Genel Müdürlüğü ile Dışişleri Bakanlığının iç ve dış güvenlik raporlarının okunması ile devam etmiştir. MGK Toplantısı bu şekilde devam ederken Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı Korgeneral Çetin Saner, Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlanan irtica ile ilgili ayrıntılı bir rapor takdim etmiştir. Takdim edilen bu raporda; “Radikal dinci akımların, vakıflar aracılığı ile örgütlenmesin den, çeşitli tarikatların Türkiye’de ki coğrafi dağılımına, Anadolu’da oluşan sermaye şirketlerinden, merkezi Almanya’da olan Avrupa Milli Görüş Teşkilatı’nın Türkiye’de ki örgütlenmesine ve bu örgütlenmenin silahlı eylem aşmasına geldiğine (!)” dair gazete haberlerinden derlenmiş her türlü bilgi vardı. MGK Toplantısında sunulan bu raporlardan sonra Emniyet Genel Müdürü 
Alaattin Yüksel, OHAL Valisi Necati Bilican ve Genelkurmay İstihbarat Dairesi 
Başkanı Korgeneral Çetin Saner saat 18.00 sıralarında toplantıdan ayrılmışlardır. 
Sunulan bu raporlardan sonra kurul üyeleri, raporları müzakere süreçlerine geçmişlerdir. 
Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı söz alarak özetle şu konuşma yı yapmıştır: 

“TSK, demokrasiye inanmaktadır. Bizim için laiklik, demokrasi kadar önemlidir. 
Din ahlaktır. Ahlaksız bir adamın dini de olmaz. Dindarlıkla siyaset, birbirine 
karıştırılmamalıdır. MGK’da, Türkiye’nin birçok meseleleri görüşülmektedir. Özellikle, komşularımızla ilişkilerde, bir düşman çemberinin içindeyiz. Böyle bir dönemde, Cumhuriyet’in temel ilkeleri konusunda, toplumda, yaygın bir tartışma ortamı yaratılmaktadır. Köktendinci akımlar, Türkiye’de psikolojik bir rahatlama içindedir. Destek alarak yavaş yavaş, laik demokratik Cumhuriyet’i değişmeye yönelik, hazırlıklara girişmektedirler” şeklindeki açıklamaları ile Türkiye’nin içinde bulunduğu “irtica ve şeriat” tehlikesini ve laik demokratik Cumhuriyet düzeninin gerekliliğini anlatmaktadır. 

Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı’dan sonra Kuvvet 
Komutanları söz alarak çeşitli konuşmalar yapmış olmakla beraber MİT Raporuna ve irtica raporlarına dayanarak laik demokratik Cumhuriyet’e vurgu yaparak Refah-Yol Hükümeti’nin 8 aylık faaliyetlerinden örnekler vererek şu şekilde konuşmalar yapıyorlardı: 

. “Son dönemlerde, açılan cami sayısıyla, okul sayısı, örgün eğitim ile Kur’an 
kursları arasındaki fark dikkat çekicidir. 
. Laikliğe, Anayasaya, Atatürk İlke ve İnkılapları ile devrim yasalarına aykırı 
davranışlar, özendirilip, yüreklendirilmek tedir. 
. Bazı Hükümet üyeleri, tavırları ve açıklamaları ile birlikte, laikliğe, Atatürk İlke 
ve İnkılaplarına, Anayasaya ve yasalara aykırı hareket etmektedirler. 
. Özellikle Erzurum, Yozgat, Sultanbeyli ve Kayseri’de şeriat devleti özentileri 
organize durumdadır. 
. Tutuklanarak ceza evine konulan Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız, 
yargılanıp cezalandırılmalıdır. 
. Kur’an Kursları ve İmam-Hatip Okulları, irtica faaliyetleri için önemli bir 
kaynak haline gelmiştir, derhal 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmelidir. 
. Tarikat liderlerinin, bir başbakan tarafından onurlandırılması ve ön plana 
çıkarılması, devrim yasalarına aykırı bir davranıştır. 
. Dergâh ve tarikat faaliyetleri artmış, oysaki devrim yasaları, bunların mutlaka 
kapatılmasını gerektirmektedir. 
. Tarikatlar, vakıflar aracılığı ile örgütlenmekte, köktendinci finans kuruluşları, 
radyo ve TV kanalları kurmakta ve bunlar aracılığı ile halkımız rejime karşı 
kışkırtılmaktadır. 
. Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın Alevi vatandaşları ile ilgili sözleri, toplumsal 
barışı tehlikeye düşürecek niteliktedir. 
. Sonuç olarak Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlanmış olan öneriler 
MGK Kararları olarak kabul ve ilan edilmeli ve gereği yerine getirilmelidir.” 

MGK 28 Şubat 1997’de toplanacaktı. Artık gerilim ortamı devletin her 
kademesinde fark edilir hale gelmişti. Komuta kademesi MGK’ya vaktinden önce 
gelmişti. Yapılacak MGK Toplantısının tek bir özel gündemi vardı oda “irtica tehdidi” idi. MGK Toplantılarının rutin sunumlarının yapılmış ve asıl gündemi teşkil eden irtica konusu ele alınacağı özel bölüme geçilmişti (Öztürk-Yurteri, 2011, s.180). Genelkurmay Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı ve MİT tarafından gerekli hazırlıklar yapılmış ve olmakla beraber bürokratlar toplantı salonundan ayrılmış ve sadece kurul üyeleri kalmıştır. 

Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı’dan sonra Kuvvet 
Komutanları söz almış ve genel olarak yukarıdaki konuşmaları yapmışlardır. MGK Gündemine baktığımızda ülkenin gündemi ve sorunları yerine daha ziyade Refah-Yol Hükümeti’nin 8 aylık faaliyetlerini ve icraatları anlatılmakla beraber özellikle şeriat tehdidi ön plana çıkarılmıştır. Bununla beraber özellikle Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan ve Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller MGK’da yaptıkları konuşmalarda askerin konuşmalarına yakın bir tavır sergilemekle beraber, askerlerin önerilerine sıcak baktıklarını belirtirler. Ancak Tansu Çiller konuşmasında yine de demokrasi vurgusu yapmayı ihmal etmedi: 

“Demokratik rejimin kesintiye uğrayacağı yolunda ki iddialar, Batı nezdinde 
Türkiye’yi zor duruma sokmaktadır. Demokrasinin de laikliğinde teminatı biziz. Bundan kimsenin şüphesi olmasın” şeklindeki açıklamaları ile demokrasiye olan inancını ortaya koymuştur. 

Genel olarak toplantıda konuşanlar ve toplantıda konuşulan gündemler böyle 
olmakla beraber asıl iddiaların sahibi RP lideri ve Refah-Yol Hükümeti Başbakanı 
Necmettin Erbakan toplantı boyunca sakin görünüyordu. Başbakan Erbakan söz sırası kendisine geldiğinde, görevliden, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in önünde duran Anayasayı kendisine getirmesini rica ettikten sonra sakin bir üslupla şunları söyledi: 

 “Önce, tüm üyelerin, samimi duygularını içtenlikle dile getirmiş olmasından dolayı, bütün arkadaşlarıma teşekkür ederim. Son zamanlarda, bazı odaklar, Refah-Yol Hükümeti ile TSK’yı, karşı karşıya getirme gayreti içindeler. Biz, RP ve Refah-Yol Hükümeti olarak, hiçbir zaman rejimi değiştirme gayreti içinde olmadık ve olmayız. Biz, laikliğin din düşmanlığı olarak gösterilmesine karşıyız ve laikliğin, her fırsatta inançlı insanlara karşı kullanılmasından rahatsızlık duyuyoruz.” 

Ancak, Türkiye’de laiklik, bazı çevreler tarafından din düşmanlığı şeklinde 
anlaşılıyor. Laiklik, din düşmanlığı olarak algılanmamalıdır. Biz, Avrupa ve 
Amerika’da ki laiklik uygulaması ne ise, ülkemizde de, aynen öyle olmasını istiyoruz. Buna karşı dindarlıkta, laiklik karşıtı olmak, demek değildir. 

Refah-Yol Hükümeti olarak, gayemiz devlet-millet kaynaşmasını temin etmektir. 
Bu bakımdan, hükümetimiz hakkında yapılan bu propagandalar, maksatlıdır. Refah-Yol Hükümeti’nin, bugüne kadar laiklik karşıtı hiçbir bir icraatı olmamıştır. Birkaç partinin yaptığı bazı hareket ve sarf ettiği sözlerin hükümet icraatı gibi algılanmaması gerekir. 

Kurulun asker üyesi arkadaşlarımız, bazı tekliflerde bulundular. Bu teklifler, 
MGK Kararı haline getirilsin, dediler. Anayasayı korumak, elbette hepimizin görevi, ancak anayasa bir bütündür. Anayasayı korumak, bütününü korumakla olur. Onun için ben, şimdi size, anayasanın 2’nci maddesini okuyacağım, ama yarısını değil tamamını okuyacağım… Önce yapılan teklifler bu madde de ki prensiplere uygun mu değil mi ona bakmak lazım. Biz MGK olarak sadece laikliği değil bu madde de yazılı olan hususların her birinin korumakla yükümlüyüz… 

Görülüyor ki, bu madde de toplumun huzuru var, milli dayanışma faktörü var, 
adaletle muamele ilkesi var, insan haklarına saygı var. Bunların her birinin, ayrı ayrı dikkate almak zorundayız. Yapılan önerileri, önce bu kriterler açısından 
değerlendirmemiz gerekir. Vakit hayli geç oldu, ama müzakerelere devam edebiliriz… 

Toplantının uzaması, dışarıda bazı tedirginliklere yol açabilir derseniz, toplantıyı 
yarına erteleyelim, yarın kaldığımız yerden devam edelim, ama mutlaka tartışalım. 

İsterseniz yapılan bu teklifleri MGK Genel Sekreterliği’ne gönderelim, onlar bu 
Anayasal kriterler açısından teklifleri incelesin, ondan sonra önümüze getirilsin, 
konuşalım.” 

Başbakan Necmettin Erbakan’ın konuşması bu şekilde devam ederken, 
Erbakan’ın sözünü kesen Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel şu öneride bulundu: 

“MGK Genel Sekreterliği’nde bu incelemeyi yapmak için, ne yeterli hukuk 
müşaviri kadrosu var, ne hukuk uzmanları. Bence Genel Sekreter bunları, bir yazı ile hükümete göndersin, incelemeyi hükümet yaptırsın!” 

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in MGK gündemine yapmış olduğu bu teklif 
çok yerinde olmakla beraber, teklif tüm üyeler tarafından tartışılmadan kabul edildi. 
Böylece, Genelkurmay Başkanlığı tarafından tavsiye karar haline getirilmesi için 
yapılan öneriler MGK Kararı haline getirilmeksizin Başbakanlığı gönderilmek üzere MGK Genel Sekreterliği’ne tevdi edildi. 

Böylece yoğun basın ve medya ilgisi ile beraber saat 15.00’da başlayan 28 Şubat 1997 MGK Toplantısı yoğun ve tartışmalı gündemlerle beraber yaklaşık olarak 8,5-9 saatlik toplantı sonrasında gece yarısı 24.00’a doğru yine aynı yoğun basın ve medya ilgisi altında sona ermiştir (Kazan, 2013, s.267-270). 28 Şubat günü 8,5-9 saat süren MGK toplantısının ardından yayımlanan 18 maddelik bildiriyle, başta inanç ve ibadet özgürlüğü, basın özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü, kılık kıyafet özgürlüğü, eğitim özgürlüğü, vb. konulara yönelik tartışmalar kamuoyunun gündemine oturmuştur (Öcal, 2009, s.16). 

Tarihi 28 Şubat 1997 MGK Toplantısı uzun ve tartışmalı gündem ve konuların 
sonucunda saat 24.00’a doğru sona ermiştir. MGK sonrasında ise sıra, 28 Şubat 
sürecinde oldukça etkili olan, sürecin öncesi ve sonrasıyla topluma yön veren, gazete manşetleri ile adeta ülke gündemini ve siyaset atmosferini tayin etmiş olan medya ve basın kuruluşlarına dağıtılacak “Milli Güvenlik Kurulu Bildirisi’nin” hazırlanmasına gelmişti. 

Başbakan Necmettin Erbakan, öncesinde Genelkurmay Başkanlığı’nın 
önerilerine göre ayrıntılı bir şekilde hazırlanan taslak bildiri metnine itiraz etmiştir. Başbakan Erbakan’ın bu itirazı üzerine Kurul’un asker üyeleri yeniden yazılacak olan bildiride, “Sincan” ve “Türban” gibi tartışmalı konularında metinde yer almasını istemişlerdir. Bu düşünce üzerine Başbakan Necmettin Erbakan, MGK Bildirisi’nde özel konulara yer verilmemesini, genel ifadelerle yetinilmesini istiyordu. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’de aynı Başbakan Erbakan gibi düşünüyor, yayınlanacak MGK Bildirisi’nde sivil ifadelerin olmamasını ve kamuoyunu rahatlatacak bir üslubun kullanılmasını istiyordu. Bu görüşler ile beraber uzun süren müzakereler sonrasında askeri kesimin laiklik konusunda ki endişe ve kaygıları ile Başbakan Erbakan’ın hazırlanacak bildirinin yumuşatılması yönünde ki önerileri dikkate alınarak ortak bir formül bulundu ve bildiri o gece hazırlanıp basına dağıtıldı (Kazan, 2013, s.270-271). 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


23 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 21

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 21


4.3. Türk Silahlı Kuvvetlerdeki Durum 

Türkiye ve Refah-Yol Hükümeti 28 Şubat 1997 MGK toplantısına doğru 
giderken özellikle ülke gündeminde siyasi tansiyon oldukça yüksekti. Özellikle 28 Şubat öncesinde başta kamuoyu ve medya olmak üzere, TBMM, Cumhurbaşkanlığı ve TSK huzursuzluk içerisindeydi. Ancak yaşanan bu olaylar Hükümet Cephesinden rahat bir ortam varmış gibi lanse ediliyor ve ortada bir sorunun olmadığını iddia ediliyordu. 

Refah-Yol Hükümeti’nin bu rahat tavırları karşısında, şeriat ve irtica adeta 
tırmanışa geçmiş, ülke genelinde bir huzursuzluk ortamı oluşmuş, öfkeli halk içerisinde kutuplaşmalar meydana gelmiş olmakla beraber “Yaşasın Şeriat” diyen grupların yanında “Türkiye laiktir laik kalacak” diyen gruplarında ortaya çıkması ile ülkede ki siyasetin tansiyonu daha da yükselmiş ve gergin geçecek günleri adeta bekler olmuştuk (Bölügiray, 1999, s.31). 

“Türkiye laiktir laik kalacak” diyen grupların varlığı her geçen gün artmakla 
beraber, TSK’da da kıpırdanmalar ortaya çıkmaya başlamış idi. RP’nin kurulduğu ilk günlerden itibaren takip etmiş olduğu politikalar ülke gündeminde tepkiyle karşılanmış olmakla beraber ordu tarafından da yakından takip edilmiştir. Refah-Yol Hükümeti’nin kurulması ile başlayan bu süreç uzun yıllar ülke gündemini meşgul etmiş ve beraberinde bu iktidara başta ordu olmak üzere laik ve demokratik çevreler tarafından bir tepki oluşturulmuştur. Refah-Yol Hükümeti’ne hem kendi tabanından hem de ülkede ki komuta kademesi tarafından tepkiler gelmekle beraber duyulan rahatsızlık şu şekilde anlatılmaya çalışılıyordu; 

“Aşırı dinci akımlar toplumun ve devletin geleceğine karşı önemli bir tehdit 
oluşturmaktadır ve bu nedenle gerekli önlemler alınmalı… Bir kısım halk kesiminde ve hatta kimi siyasilerde gözlenen, irticanın ancak bir ordu müdahalesi ile önlenebileceği TSK’yı rahatsız etmektedir… RP’nin kendi radikal tabanını yatıştırmak amacı ile TSK’yı siyasete çekmek ve siyaset malzemesi yapmak istemesi tepkilere neden olmaktadır… YAŞ kararları sonucu irtica eylemlerinden ötürü ordu ile ilişkileri kesilen personel konusunda dincilerin TSK’yı yıpratan eylemleri sürmekte ve bu kişiler RP’si tarafından korunup işe alınmaktadır… (Bölügiray, 1999, s.31) bu şekildeki açıklamalar TSK’yı rahatsız etmekle, ordu duyduğu bu rahatsızlığı her ortamda dile getiriyor ve yetkili makamlara bildiriyordu. Özellikle TSK, ikili görüşmelerde Başbakan ve 
Hükümet üyelerine, YAŞ toplantılarında doğrudan Başbakan Erbakan’a, irtica ve şeriat tehlikesinin her geçen gün yükseldiğini iddia ederek hükümete yazılı açıklamalar yapılması, komutanların katılmış olduğu davet ve törenlerde ki açıklamaları, Cumhurbaşkanı’nın askeri törenlere katılımı gerçekleştiğinde Cumhurbaşkanı’na konu ile ilgili duydukları rahatsızlığı dile getirmeleri, yapılan MGK toplantıları vb. her vesile ile hükümeti uyarma yoluna gidiyorlardı (Bölügiray, 1999, s.32). 

TSK’nın bu konu ile ilgili duymuş olduğu rahatsızlık iyice artmış olmakla 
beraber 9-10 Aralık 1996 tarihinde ki MGK’nın gündemini irtica konusu oluşturmuş, Başbakan Erbakan’a verilen brifingde, iç ve dış tehdit kapsamında “İrticanın PKK’dan daha öncelikli bir tehdit” olduğu anlatılıyordu. İrtica sorunu, ilk kez Dz. Kuv. Kom. Ora. Güven Erkaya tarafından 1996 Ağustos ayı MGK toplantısında ele alınmıştır. Dz. Kuv. Kom. Ora. Güven Erkaya tarafından açılan konuda Cumhurbaşkanı’na “Burada hep terörü konuşuyoruz; ancak bir süredir aşırı dinci akımlar tırmanıyor ve ben bir yıldır bu konunun burada ele alındığına şahit olmadım… Televizyonlarda rejim değişikliği tartışılıyor. Bu durunda ne yapacağız? İrtica bir tehdit mi değil mi? Bunu gündeme alalım ve tartışalım… Uygun görürseniz hükümete tavsiye niteliğinde kararlar alalım…” şeklinde açıklama yapan Dz. Kuv. Kom. Ora. Güven Erkaya’dan sonra Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, bu öneriyi değerlendireceğini söylüyor ancak aylar 
geçiyor ve bu konu MGK gündemine alınmıyordu. Güven Erkaya, 1997 Ocak ayında konuyu tekrardan Cumhurbaşkanı’na hatırlatmakla beraber, “Ülkede şeriat ve irtica tehdidinin her geçen gün arttığı, dinin siyasete alet edildiği, laik Cumhuriyet’in temellerinin sarsıldığı…” Şeklinde açıklamalar yaparak tekrardan konuyu gündeme getirmeye çalışıyordu (Bölügiray, 1999, s.33). 

Ülke gündemini Dz. Kuv. Kom. Ora. Güven Erkaya’nın irtica ile ilgili sözleri 
oluşturmuştu. İrticanın bir numaralı tehlike olduğunu dile getiren Güven Erkaya; “İrtica, PKK’dan tehlikeli, “Aşırı dinci akımlar Türkiye'nin birinci sorunu haline geldi” şeklinde ki sözleri ile beraber “irtica” Şubat 1997’de MGK gündeminde ele alınmaya başlanmış idi. İrtica ve şeriat tehlikesi gün geçtikçe artmakta ve büyük bir potansiyel güç haline geliyordu. İrtica ve şeriatın kaygı ve korkusu tüm toplumu etkisi altına almıştı, buna karşın halkta biriken tepkilerde patlama noktasına gelmişti. Bu nedenlerden dolayı Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel irtica ve şeriat konularını gündeme almak zorunda kalmış ve TSK’nın konu ile duyduğu rahatsızlık Anayasal zemine taşınmış oluyordu. 

28 Şubat 1997 MGK toplantısı öncesi ülkenin ve siyasetin bu gergin atmosferi 
içerisinde nasıl bir çözüm yolunun bulunacağı merak konusu idi. Öncelikle bu gergin atmosferden kurtulmak için 4 seçenek üzerinde durulmuş ve kamuoyu bir nebzede olsa rahatlatılmaya çalışılmıştır. 

1. Refah-Yol Koalisyonu, seçim yılı olan 2000 yılına kadar iktidarda kalır. Bu 
durumda var olan gerginlik, belirsizlik ve bunalım artarak sürer, sonu belirsiz 
bir durum yaratabilir. 
2. Erken bir seçime gidilir. Bu durum içerisinde şuan olduğu gibi parçalanmış 
hükümetler, güçsüz ve istikrarsız koalisyonlar gelebilir. 
3. DYP’den vatansever ve sağduyu sahibi, ülke çıkarlarını kişisel çıkarlarının 
üzerinde gören yeteri sayıda milletvekili istifa ederek, Meclis dengelerinin 
Refah-Yol Hükümeti’nden kurtarıp yeni bir koalisyon kuracak şekilde değiştirebilir. 

4. Askeri rejim gelebilir. Bu ise istenmeyen bir seçenek olmakla beraber yeni 
sorunlar demektir (Bölügiray, 1999, s.33). 

Ülkenin geleceği bu şekilde görülürken siyasette tansiyon hiç düşmüyordu. 28 
Şubat süreci böyle bir atmosfer ve gündem içerisinde başlamakla beraber yapılan MGK toplantısının sert ve tartışmalı geçeceği Genelkurmay Başkanlığı’nın MGK’ya sunacağı raporun ana hatlarının günler öncesinde basında yer almasından anlaşılıyordu (Bölügiray, 1999, s.33). 

4.4. 28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kurulu’nun Toplanma Süreci 

27 Ocak 1997 günü yapılan bir önceki MGK toplantısında, irticai faaliyetler 
nedeniyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nde baş gösteren rahatsızlığın Dz. Kuv. Kom. Ora. Güven Erkaya tarafından tekrar dile getirilmesi üzerine, 28 Şubat tarihli MGK toplantısında “irticai faaliyetler” konusu ele alınmıştır (TBMM, 2012, s.1032).Toplantı gündeminin şekillenmesi sonrası, 28 Şubat’tan günler önce, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, gazetelerde yayımlanan açıklamasında, “Varlığını Cumhuriyete borçlu olan her kuruma sesleniyorum. Cumhuriyete, demokratik, laik rejime sahip çıkın” diyerek adeta birilerini uyarma ihtiyacı duymuştur. Basın ve medya organlarının kullanan Cumhurbaşkanı Demirel, adeta yaklaşmakta olan tehlikeyi anlamış olmakla beraber laik ve demokratik Cumhuriyet’in teminatı olan kesimlere mesaj gönderiyordu. 28 Şubat 1997 MGK’nın toplanma süreci öncesinde hükümetin yapmış olduğu faaliyetler 
neticesinde ülkede siyasi tansiyon her geçen gün yükselmekte idi. Refah-Yol Hükümeti döneminde özellikle yaşanan olaylar 28 Şubat sürecini hazırlayan gelişmeler arasında yer almış ve süreç üzerinde oldukça etkili olmuştur. 

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in hem Başbakan Erbakan’a hem de Tansu 
Çiller’e askerle konuşmaları yönünde ısrar ettiği öne sürülmüştür. Nitekim Refah-Yol Hükümeti iktidardan düştükten sonra Yalçın Doğan’la yaptığı röportajda Cumhurbaşkanı Demirel şunları söylemiştir: “Dilimde tüy bitti. İkisine de defalarca söyledim. Toplantıdan bir gün önce bile askerlerle görüşselerdi… Onların rahatsızlıklarını dinleselerdi, gelişmeler farklı olurdu” (Komisyon, 2012, s.174). Toplantının bir gün öncesinde, bazı gazetelerde kime ait olduğu belli olmayan “Türkiye yarın başka bir Türkiye olacak” başlıklı ilanlar yer almış ve 28 Şubat 1997 MGK’nın 

Türkiye gündemi için ne kadar önemli olduğunu bizlere göstermekle beraber uzun sürecek bir olay ve olgular zincirini de beraberinde getirecekti. 

28 Şubat Süreci, 28 Şubat 1997’deki MGK toplantısından hemen önce başlayan 
ve toplantı sırasında da bir süre devam eden bir süreç değildir. Ordu ve asker, 28 Şubat 1997’ye kadar olan dönemde, olaylardan duyduğu rahatsızlığı meşru platformlarda dile getirmişlerdir (Özgan, 2008, s.74). 28 Şubat süreci bir anda ortaya çıkmış bir olay olmayıp uzun süreli olguların bir ürünü şeklinde ortaya çıkmış ve etkileri uzun süreli olmuştur. Özellikle TSK’nın çeşitli kademelerinde görev yapan kuvvet komutanları ve askerler zaman zaman medya üzerinden durumu değerlendirmekle beraber konuşmalarında da hükümetin takip etmiş olduğu politikaları sert bir dille eleştiriyorlardı. 31 Ocak 1997 Kudüs Gecesi ve sonrasında Sincan sokaklarında tankların gövde gösterisi yapması hükümete bir ikaz niteliğinde olmakla beraber yaşanan süreç üzerinde de etkili olmuştur. 

Emekli Org. Kemal Yavuz’un 21 Ocak 1996’da katılmış olduğu bir televizyon 
programındaki konuşması, dönem içinde askerin tutum ve düşünceleri hakkında 
ayrıntılı bilgiler vermesi açısından oldukça önemli idi. “TSK, Anayasa’da belirtilen hususlara hangi parti ne kadar yakınsa, o partiye o derece yakındır. Hangi parti Anayasa’da belirtilen Atatürkçülük, Cumhuriyet ve demokrasi ilkelerine tavır alırsa TSK da o partiye tavırlıdır” (Cevizoğlu, 2001, s.57) şeklindeki açıklamaları ile askeri kanadın Refah-Yol Hükümeti ile olan ilişki ve tavrını anlamamız açısından oldukça önemlidir. 

Örneğin Erzurum Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek RP 
hedef alan ve onun iktidarına karşı olan tavrını şu açıklamaları ile ifade ediyordu. Tuğgeneral Osman Özbek RP’ni hedef alan bir konuşmasında şunları söylemiştir; “Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir. Tüm siyasi partiler, tüm gruplar bir kere bu temelde anlaşmalıdır. Tabii fikir ayrılığı olacaktır. Ama sen kalkıp da “Hayır efendim ben devleti yıkacağım, ben demokrasiyi tanımam, ben laikliği tanımam dersen”, yap da görelim o zaman… Nasıl yapacaksın? Değiştiremezsin, Atatürk ve arkadaşlarına, dedelerimize sor, sana tükürürler” (Aksoy, 2000, s.216) şeklinde açıklaması ile TSK’nın Refah Partisi ve onun iktidarına olan tavrını açıkça ortaya koyuyordu. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Tuğgenerali iktidar partisine ve Başbakana adeta 
meydan okumaktaydı. Artık siyasi durum demokratik ortamdan çıkmıştı ve ülke sorunlu bir sürece gebeydi (Özer, 2011, s.89). Yaşanan bu olumsuz olaylar ülkede ki siyasetin nabzını tutan medya organları tarafından kamuoyuna duyuruluyor ve adeta yaklaşmakta olan krizin haberini veriyorlardı. Bunun yanında özellikle 28 Şubat sürecini hazırlayan gelişmelerin başında; RP’nin kamuda türbanı serbest hale getireceği, karayolu ile hacca gidilmesi, kurban derilerinin toplanması, Taksim’e ve Çankaya’ya cami krizlerini, kadın televizyon  muhabirine saldırı, Kudüs Gecesi ve Sincan Olayları ile beraber yeni krizler yaratarak bu süreç daha da tırmandırılıyordu. 

Ülke gündeminin her geçen gün ısındığı ve siyasette ki tansiyonun yükseltildiği, 
RP ve iktidarına karşı günaşırı bir tepki ve aleyhte bir atmosfer oluşturulması gayreti açıkça ortaya çıkmış, Kasım 1996’da başlayan haber, yazı ve yorumlarda; “şeriat”, “tarikat”, “şeyh” “İran”, “Taliban”, “Afganistan” , “Kuran Kursları”, “İmam-Hatip” başlıklı haber ve yazılar 28 Şubat MGK’sının toplumsal altyapısının oluşturulması için işlendiği gözlenmiştir. Haberler içerisinde dikkat çekenler arasında toplumun neredeyse tüm kesimlerine dönük açık bir tehdit ve baskı göndermesinin yapıldığı gözlenmiştir (Komisyon, 2012, s.76). 

Refah-Yol Hükümeti’nin 1995'te kurulmasından sonra medya ve basın organları, 
askerin yeni silahı olarak işlev görmeye başlamakla beraber ülke gündemine adeta manşetleri ile yön veriyordu. Medya, Refah-Yol döneminde, Silahlı Kuvvetleri’n siyaseti doğrudan yönlendirme çabalarını demokrasinin güvencesi olarak görmüş; siyasete yapılan fiili müdahaleleri ya alkışlayarak gündeme getirmiş ya da göz ardı etmiştir. Hatta askeri müdahalelerin doğal ya da sıradan bir siyasi gelişme olduğu fikrinin kabul görmesi yönünde faaliyetini sürdürerek, iktidar mücadelesinin gerçek taraflarının RP ile TSK olduğu fikrini topluma benimsetmeye ve bunu meşrulaştırmaya çalışmıştır. TSK'nin kendi tarihinde ilk kez medyayla bu tarzda ve bu yoğunlukta ilişkiler içine girmesi, bu dönemin gerçekten ilginç bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak, sivil otorite ve askeri otorite arasındaki ilişki giderek çatışma niteliğine bürünmüş ve süreç içerisinde aktif olarak rol üstlenmiştir. (Başkaya, 1999 s.353). 

28 Şubat sürecinde özellikle basın-yayın ve medya organları etkin bir rol 
üstlenmekle beraber âdete sürece yön veren kurumlar arasında yerini almıştı. 28 Şubat 1997 tarihine kadar yapılan MGK Toplantılarının hiçbiri, 28 Şubat 1997 tarihindeki kadar medya ilgisine mazhar olmamıştı. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyükşehirlerden gelip köşk kapısını kamp yerine çeviren ulusal medya ve televizyonların canlı yayın arabaları, en popüler haber spiker ve yorumcuları, yazılı basının köşe yazarları, yabancı gazeteciler vb. yerli ve yabancı bütün basın kuruluşları heyecanlı bir bekleyiş içerisindeydiler. Bununla beraber zaten 28 Şubat 1997 MGK’nın uzun süreceği ve tartışmalı geçeceğini basın-yayın ve medya organları tarafından ifade edilmiş ve kamuoyunda o hava günler öncesinden oluşturulmuştur (Kazan, 2013, s.266). 

. “En Kritik MGK” (18 Şubat 1997 Sabah) 
. “Erbakan MGK’da Terleyecek” (24 Şubat 1997 Radikal) 
. “Gözler Cuma’da” (26 Şubat 1997 Hürriyet) 
. “Herkes Çok Gergin” (26 Şubat 1997 Sabah) 
. “Erbakan Tırmandırıyor” (26 Şubat 1997 Radikal) 
. “Kritik MGK Bugün” (28 Şubat 1997 Haber) 
. “MGK Toplantısında Beşi de Konuşacak” (28 Şubat 1997 Sabah) 
. “Tarihi MGK Toplantısı” (28 Şubat 1997 Akşam) 


Yukarıda ki gazete ve haber başlıkları 28 Şubat 1997 MGK Toplantısı öncesinde 
kamuoyunun ve siyaset atmosferinin nabzını göstermesi açısından oldukça önemlidir. 
Basın-yayın ve medya organları tarihi MGK Toplantısına göstermiş olduğu bu ilgi ve alaka Refah-Yol dönemi ve 28 Şubat dönemi içeresinde ki medyanın ne kadar etkin bir rol oynadığını göstermesi açısından oldukça önemlidir. 

28 Şubat MGK’sından önce Susurluk Olayı, Başbakan Erbakan’ın Libya 
ziyareti, cezaevlerinde çıkan isyanlar, siyasi suikastlar, yolsuzluklara karışan 
siyasetçiler ve ülkenin peşini bir türlü bırakmayan asker ve aydın vesayetçiler, halkın belli bir kesiminde sivil uyanışı doğurmuştur. Kitlelerin seçtiklerinin bir süre sonra atanmışların gölgesi altında kalması, hukuksuzluğun herkese etki etmesi halkta çeşitli örgütlenmelere neden olmuştur. “Süpürge Eylemleri, Karanlıktan Çıkmak İçin 1 Dakika Aydınlık Eylemleri” bunlardan birkaçıdır. Bu eylemler, sivil otoriteye halkın varlığını bir kez daha hatırlatmak için yapılmış eylemlerdir. Ancak ne yazık ki ülkenin en önemli olayına bile “fasa fiso” diyen zihniyet, bu eylemleri önemsememiş “mum söndü oynuyorlar” ifadelerini kullanmış ve toplumun dokusunu hissedememiş, tepkileri ciddiye almamıştır. Bu da zaten hükümete karşı var olan tepkiyi daha çok artırmıştır (Tüylü, 2012, s.84). 

28 Şubat 1997 MGK’sından önce toplanan 1996 yılı Aralık ayı sonunda ve 1997 
yılının Ocak ayında toplanan MGK’da yaşananlar, Cumhurbaşkanı Süleyman 
Demirel’in Genelkurmay Başkanlığı’na davet edilmesi ve kendisine verilen brifingler; Cumhurbaşkanı Demirel’in, gelmekte olan askeri müdahaleyi bütünüyle görmesini sağlamış olmakla beraber kendisini de bu süreç içinde önemli bir yere yerleştirmesini mümkün kılmıştır. 

28 Şubat tarihindeki olağan MGK toplantısından bir gün önce dönemin MGK 
Genel Sekreteri Org. İlhan Kılıç, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e giderek ertesi gün yapılacak MGK toplantısına askeri kanadın 18 maddeden oluşan bir hazırlıkla geleceğini bildirmiş ve bu hazırlığın bir örneğini de Cumhurbaşkanına vermiş, Cumhurbaşkanı da bunu dönemin Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’e vermiştir. 
Sonradan yapılan açıklamalardan ve yayınlanan eserlerden, dönemin Başbakan 
Yardımcısı Tansu Çiller’in, ertesi gün yapılacak MGK toplantısı öncesinde, ordunun komuta kademesinin hem emekliye sevk edilmesini hem de darbe girişimi suçlamasıyla yargı önüne çıkarılması hazırlığı yaptığı ancak, hükümet ortağı Necmettin Erbakan’ın buna yanaşmaması ve uzlaşmacı bir tavır sergilemesi nedeniyle, Tansu Çiller tarafından yapılan hazırlığın gerçekleşmediği anlaşılmıştır (Özgan, 2008, s.75). 

28 Şubat 1997 tarihindeki olağan MGK toplantısından önceki yaşanan olaylar 
genel olarak böyle gelişme göstermiş olmakla beraber özellikle başta yargı ve üniversite gibi ülkenin önemli kurumları Genelkurmay Karargâhına önemli ziyaret ve temaslarda bulunmuşlardır. Bu ziyaretler, ordunun ve askerlerin endişe ve isteklerinin hem daha yakından anlatılmasına hizmet etmiş hem de bu kesimlerden destek gördüğüne işaret etmiştir. Bütün bu gelişmelerden sonra yapılan 28 Şubat toplantısında irticai faaliyetlere karşı alınması gereken önlemler belirlenmiş ve hükümetin bunları uygulamasına karar verilmiştir (Özgan, 2008, s.75). 

28 Şubat 1997 MGK toplanma süreci genel olarak yukarıda ki gibi şekillenmiş 
olmakla beraber toplantının resmi süreci şu şekilde planlanmış idi; “MGK Genel 
Sekreterliği, Genel Sekreter imzasıyla 3 Ocak 1997 tarihinde Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğine gönderdiği yazının ekinde, 28 Şubat 1997, Cuma günü saat 15.00'te Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde yapılacak MGK olağan toplantısı gündemi 
gönderilmiştir. Yazıda, “Kurul toplantıları hakkında gereksiz ve yanlış yorumlara 
meydan verilmemesi bakımından gündem ve gizlilik dereceli takdim konuları hakkında "BİLMESİ GEREKEN PRENSİBİNİN" uygulanması, toplantı gündeminde yer verilen takdimlerle ilgili koordinasyon toplantısının, 25 Şubat 1997, Salı günü saat 14.00'te MGK Genel Sekreterliğinde yapılacağı, bu toplantıya Genelkurmay İstihbarat Başkanı, MİT Müsteşarı, Emniyet Genel Müdürü ve OHAL Vali Yardımcısı dışında sadece MGK'da takdim yapacak personelin katılacağı” ifade edilmiştir” (Komisyon, 2012, s,153). 

28 Şubat MGK Toplantısının resmi süreci yukarıda ki şekilde planlanmış 
olmakla beraber özellikle 28 Şubat 1997 tarihinde yapılacak MGK toplantısına ilişkin toplantı gündemi, MGK Genel Sekreteri Org. İlhan Kılıç imzasıyla 31 Ocak 1997 tarihinde Başbakanlığa, Genelkurmay Başkanlığına, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcılığına, Milli Savunma Bakanlığına, İçişleri Bakanlığına, Kuvvet 
Komutanlıklarına, Jandarma Genel Komutanlığına, MİT Müsteşarlığına, Emniyet Genel Müdürlüğüne, OHAL Bölge Valiliğine “gereği” için, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğine ise “bilgi” için gönderilmiş (Komisyon, 2012, s.155) olup toplantı gündemi ve başlıkları şu şekilde ifade edilmiştir. 

Özellikle toplantının 1’inci gündem maddesi “Güvenlik Faaliyetleri”, 2’nci 
gündem maddesi “Özel Takdimler”, 3’üncü gündem maddesi ise “Özel Müzakereler” olarak ifade edilmiştir (TBMM, 2012, S.1033). 28 Şubat MGK Toplantısı gündemi olarak açıklanan bu 3 gündem başlığı ve toplantı gündemi incelendiğinde MGK Toplantısının toplam sürenin 3 saat olarak planlandığı görülmektedir. Ancak MGK Toplantı gündemi umulan 3 saatlik zaman diliminin aksine 8,5-9 saat sürdüğü bilinmektedir. Toplantının 3’üncü gündem bölümünde ifade edilen “Özel Müzakereler” bölümünde 28 Şubat döneminin en önemli siyasi nedenleri arasında yer alan ve laik-demokratik Cumhuriyet’in ilkeleri ile bağdaşmayan “irtica ve şeriat” konuları ele alınmıştır. 

28 Şubat MGK Toplantısının 2’nci bölümünü oluşturan “Özel Takdimler” 
bölümünde, söz konusu “irtica tehdidi” ne ilişkin olarak, sadece mevcut durum ortaya konulmamış, aynı zamanda bu tehdide karşı siyasi, ekonomik, hukuki, eğitsel, sosyo-kültürel alanlarda alınması öngörülen tedbirler bir paket halinde Kurul üyelerine sunularak konunun önemine vurgu yapılmak istenmiştir. Öte yandan, daha önce yirmi dakika içinde sunulması planlanan bu 41 sahifelik takdimin bu süre zarfında tamamlanamayacağı aşikârdır. Nitekim RP’li Adalet Bakanı Şevket Kazan, “Başbakan Necmettin Erbakan’ın bu takdim karşısında çok şaşırdığını ve tepki gösterdiğini” ifade etmişlerdir. 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1


22 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 20

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 20

TEZİN DÖRDÜNCÜ BÖLÜMÜ 

4. 28 ŞUBAT 1997 MİLLİ GÜVENLİK KURULU KARARLARI ve SONUÇLARI 

Refah-Yol Hükümeti’nin, kurulduğu günden itibaren iç ve dış politikada göstermiş olduğu siyasi tavırlar, şeriat ve irtica olaylarının hep gündemde olduğu, irticai tutum hareketleri ve davranışları, laik ve demokratik siyasi kesim, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları basın-yayın organları, medya ve TSK başta olmak üzere, ülkenin tüm kesimlerinde giderek artan olaylar ve bunların sonucunda ortaya çıkan tepkilerçeşitli olayları da beraberinde getirmiş idi. 

27 Ocak 1997 günü yapılan bir önceki MGK toplantısında, irticai faaliyetler nedeniyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nde baş gösteren rahatsızlığın Deniz Kuvvetleri 
Komutanı Oramiral Güven Erkaya tarafından tekrar dile getirilmesi üzerine, 28 Şubat tarihli MGK toplantısı gündemine “İrticai Faaliyetler” konusu da ele alınmıştır (Komisyon, 2012, s.154). 

Genel olarak ülkede çeşitli kesimler büyük bir huzursuzluk içeresinde idi. Şeriatçılar başta olmak üzere bütün dini kesimler adeta huzursuzdu, ne zaman laik ve demokratik Cumhuriyet’i yıkıp da yerine şeriatçı bir yönetim kurulacak düşüncesi içerisinde bekliyorlardı. Bunun yanında laik demokratik kesim de tıpkı dini kesim gibi huzursuz bir atmosfer içeresinde idi. Çünkü şeriatçıların laik ve demokratik düzeni yıkacaklarından endişe ederlerken bunları kimin durduracağı zihinlerde yer etmişti. 
Bunların yanı sıra asker ise içten içe huzursuzluğunu dile getirmeye başlamış idi. Asker tamamen hükümet üzerinden faaliyetlerini yürütmekle beraber bu hükümetin irticai faaliyetlerini önlemek için gerekli olan önlemlerin bir an önce alınması yolunda önemli adımların atılması gerektiğine inanıyordu (Bölügiray, 1999, s.23-24). 

28 Şubat Kararları öncesi artık düğmeye basılmıştı, bazı çevreler ve güç odakları Refah-Yol Hükümetine karşı harekete geçmek için girişimlerde bulunulmaya başlamıştı (Özer, 2011, s.79). Bu durum başta kamuoyu ve medyayı etkisi altına almış olmakla beraber durum hükümet cephesinden tamamen farklı bir tutum içerisinde izlenmekte idi. 

Bununla beraber yetkili makamlardaki durum ve en önemli unsur olan TSK’da ki durum tamamen farklı olmakla beraber; kamuoyu, medya, hükümet, yetkili makamlar ve TSK 28 Şubat öncesi tavırlarını ortaya koymuş ve 28 Şubat MGK Kararları öncesi durumu şöyle özetlemişlerdir. 

4.1. Kamuoyu ve Medyadaki Durum 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından devlet içerisinde zaman zaman yolsuzluk, rüşvet ve iltimas olayları gündeme gelmiş olmakla beraber çoğu zaman bu olaylar karşısında devlet ve hükümetler hiçbir faaliyette bulunmamışlardır. Refah-Yol iktidarı döneminde kadar çoğu yolsuzluk, hırsızlık, çürümüşlük ve yozlaşmışlık karşısında sessiz kalan çoğunluk Refah-Yol iktidarı döneminde Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve demokratik yapısının her geçen gün biraz daha yıkılması karşısında nihayet harekete geçmiş ve artık sesini çıkarmaya başlamıştı (Bölügiray, 1999, s.24). Bu yaşanan olaylar “Susurluk Olayı” ile daha da farklı bir anlam ve önem kazanmış “yolsuzluk, çete, irtica” faaliyetleri ile bu dönem içerisinde mücadele edilmeye başlanmış idi. 

Kamuoyu içerisinde o dönem oldukça etkili olan şeriat ve irtica konuları toplumda büyük bir panik ve endişe yaratmış olmakla beraber, belli bir kesimi temsil etmeyen ya da bir gruba ait olmayan insanlar tarafından çeşitli eylemler başlatılmıştı. Bu eylemler içerisinde en dikkat çekeni ise “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” adı verilen eylemler ön plana çıkmış ve kendilerine “Yurttaş Girişimi” adı verilen gruplar tarafından yapılmıştır. 1-29 Şubat günleri süresince her gece saat 21.00’de evlerin büyük çoğunluğu elektriklerini 1 dakika süre ile yakıp söndürürmüşlerdir. Bu eylemler daha çok İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde başlayıp tüm yurda yayılan bir eylem haline gelmiştir, elinde siyasi bir gücü olmayan ve sistem karşısında her zaman ezilen kesimler bu pasif ama etkili eylem yoluna gitmişlerdir. Bu eylem planlarının yanında kimi insanlarda sokaklarda küme küme toplanmaya şarkılar ve türküler söyleyerek, düdük çalarak, alkış tutarak, tencere ve tavalara vurarak yapılan bu 
eylemi sesli bir protestoya dönüştürüyorlardı. “Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi” dalga dalga yayılırken, ilk kez böyle bir protesto eylemi olduğu için dünyanın da ilgisini çekmiş olmakla beraber olay uluslararası medyanın da gündemine girmiştir (Bölügiray, 

1999, s.24). Bu eylemcilerin amacı “Temiz Devlet-Temiz Toplum” sloganı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin tarafsız yurttaşları olarak yaşanan bu olaylara tepkileri göstermek idi. 

“Sessiz Çoğunluk” taraftarları; “Bir yandan konuşmaya değer hiçbir haklı sözü olmadığı halde konuşanlar, öte yanda konuşulacak çok şeyi olduğu halde susan, 
susturulan toplum, toplum olarak yaşamda bize sunulan sessiz çoğunluk rolünü bu sefer reddediyoruz” (Bölügiray, 1999, s.25) vb. açıklamaları ile düzen, adalet, hak, hukuk, laiklik ve demokrasi vurgusu yapmışlardır. Bu eylemler gün geçtikçe Refah-Yol Hükümeti aleyhine bir krize dönüşmekle beraber özellikle Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın eylemciler için “Mum Söndü” oyununu ile benzerlik göstermesi şeklindeki açıklamaları ile olaylar daha da ateşlenmiş ve başta kamuoyu olmak üzere Alevi vatandaşların tepkisini çekmiştir. Kuşkusuz bu olay ilk ve en büyük sivil hareket olması açısından dikkat çekmiş ve etkileri uzun yıllar sürmüştür. 

Belli bir kesimi temsil etmeyen ya da bir gruba ait olmayan insanlar tarafından ortaya konulan bu eylemlerin yanında işçi, işveren, sağ ve sol gruplar, esnaf, doktor, avukat vb. tüm demokratik ve laik kitle örgütlerinin bir araya gelmesi ile oluşan “Sivil Toplum Örgütleri’nin” oluşturduğu TÜRK İŞ, DİSK, TÜSİAD, KESK, TOBB vb. örgütlü grupların yöneticileri parti liderlerini ziyaret ediyor ve isteklerini anlatıyorlardı. Bu gruplar genel olarak “siyasi partilerin ve parlamentonun kamuoyunun beklenti ve isteklerine cevap veremediği, halkın gerisinde kaldığı, Atatürk’ün şahsına ve temsil ettiği çağdaşlaşma anlayışına yönelik saldırıların olduğu, laik Cumhuriyet düzenini şeriat tehlikesi altına girdiği, çetelerin ve mafyanın devleti ve kurumlarını ele geçirmeye çalıştığı, meclisin halktan kopuk olduğu” (Bölügiray, 1999, s.26) vb. söylemleri kamuoyunun rahatsızlığını dile getirmiş olmakla beraber Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller’in bu durum karşısında sessiz kalmış olmaları olayların daha da rahatsız verici bir 
hala gelmesine sebep olmuştur. 

Kamuoyundaki gelişmeler ve huzursuzluk ortamı genel olarak böyle olmakla beraber özellikle o dönemde toplumda büyük bir etkisi olan ve yaşanan olaylara yön verebilen medya organları açısından ise durum tüm detayları ile ele alınıyor ve kamuoyuna yansıtılıyordu. 

28 Şubat Süreci MGK Kararları öncesi durum medya açısından ele alınacak olur ise; laik, demokratik ve bağımsız medya her geçen gün rejim, laiklik ve demokrasi kavramalarını yıkmak isteyen RP’nin yaptığı her irticai olayı, her yanlış olayı ve her yolsuzluğu sonuna kadar araştırıyor, buluyor ve kamuoyunda gözler önüne seriyordu. Bu nedenlerden ötürü medya ve hükümet arasında şiddetli bir kavga sürüp gidiyordu (Bölügiray, 1999, s.26). 

4.2. Hükümet Cephesindeki Durum 

28 Şubat süreci MGK Kararları öncesi durum genel olarak kamuoyu ve medyada geniş bir yer tutmuş olmakla beraber özellikle Hükümet Cephesi’nden de yakından takip edilmekte idi. Refah Partisi; 27 Mart 1994 yerel seçimleri ve 24 Aralık 1995 genel seçimlerinden büyük bir başarı ile çıkmış olmasının yanında özellikle yerel yönetimlerin çoğunu ele geçirmiş olması, kamuoyunda büyük bir yankı oluşturmuştur. Bununla beraber özellikle RP’nin yerel yönetimlerdeki bu seçim başarısı ve çoğunluğu ele geçirmiş olması ve RP öncesi bazı belediye başkanlarının yolsuzluk ve rüşvet iddiaları halk nezdinde sindirilmeye çalışılmış olmakla beraber Anayasa ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleri etrafında çalışan başkanlar ise halk tarafından takdir ile karşılanmıştır. 

RP’nin yerel yönetimlerdeki bu seçim başarısı 24 Aralık 1995 genel seçimleri ile devam etmiş ve RP’ni iktidara getirmiştir. Gelişen bu olaylar ile beraber özellikle yerel ve genel idarede ki RP’nin laik ve demokratik düzeni yıkma girişimleri ve bu yönde faaliyetler düzenlemeleri toplumun laik ve demokratik çevreleri tarafından tepkiyle karşılanmış ve giderek bu durum daha da yoğunlaşmıştır. 

Refah-Yol Hükümeti, kendi dönemi içerisinde yararlı işler yapmış olsa da yaratılan rejim bunalımından ötürü kamuoyunun bu yapılan yararlı işleri hiç kimsenin görmesi beklenemezdi, çünkü bütün ülkenin tartıştığı tek konu “Rejim Bunalımı” idi. Bu siyasi atmosferin mimarı ise Refah-Yol Hükümeti’nin kendisiydi. RP toplumda yükselen bu gergin atmosferi daha da tırmandırıyor, Adnan Menderes iktidarı gibi, “Ben iktidarım istediğimi yaparım” mantığı ile hareket ediyordu (Bölügiray, 1999, s.29-30). 
Bu gergin siyasi atmosfer karşında RP kendisini ikazda bulunanlara karşı ise tamamen umursamaz bir tavır sergiliyor ve ortağı DYP ise aynı tavrı takınıyordu. Refah-Yol Hükümeti dönemi içerisinde her gün Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve demokratik düzenin sarsan bir başka olay gündeme geliyordu. Bu olayların en önemlileri irtica eylemleri, şeriat isteği yönünde ki bazı siyasilerin konuşmaları, medyayı ve yerel yönetimleri baskı altına almak, Genelkurmay Başkanlığı’nın statüsünü değiştirerek TSK’yı MEB (Milli Eğitim Bakanlığı) gibi kendi hâkimiyeti altına sokmak istenmesi gibi çabaları gösteren Refah-Yol Hükümeti ayrıca irticanın siyasi simgesi olan türbanın yasallaşması ve bu konuda ki Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamamaya çalışması, Taksim’e ve Çankaya’ya cami projeleri, karayolu ile hacca gidilmesi, kurban derilerinin toplanması vb. gibi konuları gündemine alan Refah-Yol Hükümeti yeni yeni tartışmalara ve bunalımlara sebep oluyordu (Bölügiray, 1999, s.30). 

Refah Partisi, “Bürokrasiye hâkim olamazsanız hükümete de hâkim olamazsınız” kuralından hareketle uzun yıllar öncesi önemli görevler için hazırladıkları kişileri günümüzde devletin ve yerel yönetimlerin en etkin kadrolarına getirme girişimini sürdürmekle beraber RP, Türkiye Cumhuriyeti’ne uygun gördüğü şeriat rejiminin önünü açmak ve gerekli zemini oluşturmak için, bir yandan inkılap kanunlarını, özellikle Tevhid-i Tedrisat Kanunu, kıyafet kanunu, medeni kanun ve toplum yaşamını düzenleyen diğer kanunları delmeye çalışmakta, yönerge, genelge ve şifahi talimatlarla bu kanunları savsaklayıp ihlal ederken bir yandan da hazırladıkları önerge ve kanun teklifleriyle muhalefete ve kamuoyuna hissettirmeden bu kanunları değiştirmeye çalışmaktadır (TBMM, 2012, s.987). 

Necmettin Erbakan, lideri olduğu Refah-Yol Hükümeti dönemi içerisinde dış politikada 28 Şubat sürecinin siyasi nedenlerini hazırlamış olmakla beraber adeta Batı’yı arka plana atmış ve dışlamış idi. Batı karşısında sergilemiş olduğu bu olumsuz tutumun aksine Doğu ile daima yakınlaşma politikaları sergilemiştir. Özellikle Orta Doğu ile olan ilişkilerini geliştirme yoluna gitmiş, çeşitli İslam ülkelerine resmi ziyaretler gerçekleştirmiş ve bu ziyaretler sonucunda büyük bir tepki ile karşı karşıya kalan Refah-Yol Hükümeti âdete 28 Şubat öncesi siyasi nedenleri hazırlamış gibiydi. 

Başbakan Erbakan, …“Bugün Türkiye’de demokrasi var, devlet-millet kaynaşması var. Bu uyum sadece iki parti arasında değil; hükümetin, Cumhurbaşkanı ve ordu ile arasında da tam bir işbirliği ve uyum var” diyorsa da bunun tam tersine RP ve DYP dışında, hükümetin hiç kimse ile ne işbirliği ne de uyumu söz konusuydu. Cumhurbaşkanının ikazlarını dinlemeyen, kulak arkası eden, kamuoyunun tepkilerini “fesatlar” diye niteleyen, medyanın eleştiri ve uyarıları için ise “Bir kısım medyanın uydurması” şeklinde itham ediyordu (Bölügiray, 1999, s.30). 

Birçok Refahlı milletvekili ve yöneticisi, Genel Merkez’in “Faaliyet alanınıza girmeyen işlere karışmayın, partimizi güç durumda bırakacak tutum ve davranışlardan sakının” diye uyarı genelgelerine karşın, irtica yanlısı tutum ve davranışları daha da hızlanarak ilerliyordu. RP’si ile DYP arasında bu bakımdan gerginlik yaşanıyor, Tansu Çiller sık sık “Ben Laikliğin Garantisiyim” şeklinde açıklamalar yapıyordu. DYP lideri Tansu Çiller bu durum karşısında bir şey yapmıyor sadece seyretmekle kalıyordu (Bölügiray, 1999, s.30-31). 

4.3. Yetkili Makamlardaki Durum 

28 Şubat süreci içerisinde MGK Kararları öncesi durum genel olarak kamuoyu 
ve medyada büyük bir yer tutmuş olmakla beraber özellikle Hükümet içinde de ayrı bir tutumun sergilenmesini beraberinde getirmiştir. Özellikle yetkili makamların başında TBMM ve Cumhurbaşkanlığı makamları gelmekte idi. 

TBMM içerisinde ki atmosfer ve gergin hava siyaset yaşamına da yansımıştır. 
Meclis, tamamen kilitlenmiş, çalışamaz duruma gelmiş, ülkenin yığınla yaşamsal 
sorunu ve halkın umutla beklediği konulara çözüm bulmaktan uzak, sürekli boş 
tartışmalarla ya da kulis sohbetleri ile vakit öldüren bir görüntü içerisinde idi 
(Bölügiray, 1999, s.26). TBMM’nin bu tutumu ülkede tırmanan şeriat tehlikesi ve irtica eylemleri ile artan olaylar karşısında tamamen pasif bir konumda olmakla beraber, artan bunalımlar karşısında tedbir almaktan uzaktı. DYP’nin RP’ye bağımlılığı gözlenirken, mecliste ki diğer partiler ise kendi aralarında örgütlenmişlerdi. Meclis’in bu dağınık hali 12 Eylül dönemlerini hatırlatmakla beraber, ülkede her kesim ve insanlar her gün ayağa kalkarken, hemen hemen bütün partilerin milletvekillerinde de derin bir karamsarlık ve bıkkınlık gözlemleniyordu (Bölügiray, 1999, s.26-27). Oysaki ortada bulunan bu 
sıkıntılı durumu meclis ve milletvekilleri oluşturmakla beraber yine çözüm yolunu da kendilerinin bulması gerekmekteydi. Ancak tek sorun ise milletvekillerinin kendi istek ve sağduyularına uymak yerine liderlerinin hâkimiyeti dışına çıkmamaları ve kendi özgür düşüncelerini ifade edememeleri idi. 

28 Şubat süreci içerisinde yine yetkili makamların başında Cumhurbaşkanlığı 
makamı da gelmekte idi. Özellikle TSK’nın şeriat ve irtica konusunda ki kaygı larının iletildiği Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, yaptığı ikili görüşmeler de konuya değinmekle beraber ayrıca mektuplar yazarak da görüşlerini açıklıyordu. Başbakan Erbakan’a, Haziran 1997 ye kadar toplamda 64 mektup gönderilmiş, hiç kuşkusuz mektupların içeriği ülkede yaşanan şeriat ve irtica konuları olmakla beraber, laik Cumhuriyet yönetiminin geleceği, laiklik ve Cumhuriyet’in temel ilkelerinin korunması vb. gibi konular yer almıştır. Bunun yanında ayrıca Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği yolu ile Adalet ve İçişleri Bakanlıklarına da irtica ile ilgili mektuplar gönderiliyordu (Bölügiray, 1999, s.27). 

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in bu görüşlerinin ardından yakın çevresi ile 
olan diyaloglarında; “Yaşanan sorunların kaynağını hem hükümet hem de TSK 
açısından ele aldım ve anlattım” diyordu. “Ortada ciddi bir sıkıntı ve huzursuzluk 
ortamı var. Bu durum ve uyarılarım karşısında Başbakan Erbakan ve Çiller’in beni anladığını sanmıyorum…” şeklinde ki açıklamaları oldukça dikkat çekmekteydi. Bu açıklamalarının yanında yine Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel; “Yaşanan bunca olaya kayıtsız kalmalarını anlamıyorum” şeklinde yine açıklama yaparak bunun yanında meclisteki gruplardan da şikâyetçi idi. Muhalefet gruplarında ki bu kilitlenme ortada bulunan huzursuzluğa yeni kaygıları da beraberinde getiriyordu. Cumhurbaşkanı; hem hükümet hem de mecliste ki muhalefet partilerinin tutumlarından memnun olmamakla beraber adli makamlar ve mahkemelerden de hoşnut değildi. Cumhurbaşkanına göre; “Adalet çalışmıyor, laik ve demokratik düzene karşı işlenen suçlar var ama adalet mekanizması buna karşı yeterli ölçüde işlemiyor” şeklindeki açıklamaları ve bunun yanında irtica ve şeriat tehlikesinden RP’nin zararlı çıkacağını 
ancak bunları anlattığına rağmen iki cephenin de bunları anlamadığını söylüyordu (Bölügiray, 1999, s.28). 

Yaşanan tüm bu olumsuzluklara rağmen Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 
adeta bir denge unsuru teşkil ediyordu. Çünkü Refah-Yolcuları TSK’yı siyasete 
çekmemeleri için uyarırken, tırmanan irtica ve TSK’ya yönelik saldırılar karşısında kışkırtılan komutanlara soğukkanlılığı elden bırakmamalarını öğütlüyordu. Bu olumlu ikazlar TSK açısından anlaşılmış olmakla beraber, Refah cephesinde ise bu uyarıları dikkate alan yoktu. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel; 28 Şubat’tan birkaç gün önce 

Yalçın Doğan’la yapmış olduğu görüşmede “Bunların ayaklarının yere basmadığını” söylüyordu ve bunun yanında nitekim Cumhurbaşkanı Demirel’in hem Erbakan’a hem de Çiller’e askerle konuşmaları yönünde ısrar ettiği öne sürülmüştür. Nitekim Refah-Yol Hükümeti iktidardan düştükten sonra Yalçın Doğan’la yaptığı röportajda Demirel şunları söylemiştir: “Dilimde tüy bitti. İkisine de defalarca söyledim. Toplantıdan bir gün önce bile askerlerle görüşselerdi… Onların rahatsızlıklarını dinleselerdi, gelişmeler farklı olurdu. Toplantının bir gün öncesinde, bazı gazetelerde kime ait olduğu belli olmayan “Türkiye yarın başka bir Türkiye olacak” başlıklı ilanlar yer almıştır (Komisyon, 2012, s.154). 

Tüm bu olumsuzluklara karşın Cumhurbaşkanı Demirel 28 Şubat öncesinde 
halkı yatıştırmaya çalışmakla beraber, Cumhuriyet’in temel niteliklerinin 
değiştirilmesinin söz konusu olmayacağını ifade ediyordu. Cumhurbaşkanı Demirel’e göre halk Cumhuriyet’i yıktırmaz, laik ve demokratik düzenden vazgeçmezdi. Cumhuriyet, laik ve demokratik rejimin güvence altında olduğunu izah etmeye çalışıyordu (Bölügiray, 1999, s.28-29). 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1

21 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***