3 Aralık 2015 Perşembe

BU NASIL GÜÇBİRLİĞİ?



BU NASIL GÜÇBİRLİĞİ?




17 Nisan 2011 Pazar

12 Haziran seçimlerinin dört büyük siyasi güç arasında geçeceği söylenebilir:


AKP, CHP, MHP ve Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku… 


İlk üç partinin baraj sonunu olmadığı ortada… “Emek Özgürlük ve Demokrasi Bloku” isimli girişimin de ağırlıkla BDP öncülüğünde ve yönlendirmesiyle şekillendiği, BDP’nin yüzde 10 seçim barajına takılmadan Meclis’e girmesi amacıyla oluşturulduğu ve yaklaşık 20 civarında milletvekilini Meclis’e sokacak bir oy potansiyeline sahip olduğu görülüyor.


12 Haziran seçimlerine katılan bir de “Cumhuriyet için Güçbirliği”girişimi var. Ulusalcı adaylardan oluşan “Cumhuriyet için Güçbirliği”, Meclis’e girmeyi ve bir milli hükümetin kurulmasını sağlayarak AKP iktidarını yıkmayı amaçlıyor. “Cumhuriyet için Güçbirliği” çağrısı yapanlar, kamuoyuna yaptıkları “Atatürk’te Birleştik” başlıklı duyuruda birleşme nedenlerini şöyle sıralıyorlar:


Ulusal devletimizi yıkıcılardan kurtarmak… Ulusumuzu birleştirmek… Vatanımızı bütünleştirmek… Halkımızı özgürleştirmek…


“Cumhuriyet için Güçbirliği” girişimi, amacını “Cumhuriyet’i AKP’den kurtarmak” şeklinde formüle ediyor. Bu amaçla Meclis’e girmek ve AKP’yi iktidardan indirmek için Milli Hükümetin kurulmasında tayin edici rol oynamak hedefleniyor.


 




Dile getirilen birleşme nedenleri de, ortaya koyulan amaçlar da çekici… Ama gerçekçi ve inandırıcı mı? 


Öncelikle “Cumhuriyet için Güçbirliği” girişiminin sadece 28 ilde 31 seçim bölgesinde seçime katıldığını, diğer bir ifadeyle 550 milletvekilliğinden sadece 31’i için aday gösterdiğini belirtmek gerekiyor. Kısacası “Cumhuriyet için Güçbirliği” girişimi Meclis’teki sandalyelerin sadece yüzde 5,6’sı için aday gösteriyor. Eğer gösterilen bütün adaylar, yeterli oyu alıp milletvekili seçilseler bile, “Cumhuriyet için Güçbirliği” girişiminin 550 üyeli TBMM’de sadece 31 üyesiolacak!


Oysa “Türkiye partisi” olmak gibi bir iddiası bulunmayan, bütün politikasını ve siyasal stratejisini ayrılıkçı-Kürtçü hareketin taleplerine göre şekillendiren BDP’nin öncülüğü ve denetimindeki Blok bile 39 ildeseçimlere katılıyor ve 550 milletvekilliğinin 61’i için aday gösteriyor!


Ulusal devletimizi yıkıcılardan kurtarmak, ulusumuzu birleştirmek, vatanımızı bütünleştirmek, halkımızı özgürleştirmek gibi iddialı bir hedefle ortaya atılan “Cumhuriyet için Güçbirliği” girişimi, ayrılıkçı- Kürtçü hareketin ancak yarısı kadar aday gösterebiliyor!


Halkın karşısına bu tablo ile çıkıp, “Cumhuriyet için Güçbirliği” yapıyoruz, Atatürk’te birleştik, ulusal devletimizi yıkıcılardan kurtaracağız” denildiğinde, birileri çıkıp “bütün bunları gerçekleştirmek için ancak 31 kişi mi bulabildiniz? Türkiye’de bu amaçlar için mücadele edecek başka hiçbir yurtsever, ulusalcı, Atatürkçü kalmadı da 550 milletvekilliği için ancak 31 kişiyi mi aday gösterdiniz?” diye sorarsa ne yanıt verilecek acaba?


Madem amacımız Atatürk’te birleşmektir. Madem amacımız ulusal devletimizi yıkıcılardan kurtarmak, ulusumuzu birleştirmek, vatanımızı bütünleştirmek, halkımızı özgürleştirmektir. O zaman “Cumhuriyet için Güçbirliği” listelerinde, örneğin neden Banu Avar, Erdal Sarızeybek, Vural Savaş, Yılmaz Dikbaş, Bertan Onaran, Suay Karaman, Alpaslan Işıklı, Tansel Çölaşan, Osman Özbek, Talat Turhan gibi ulusalcı ve Kemalist kamuoyunun desteklediği isimlere de yer verilmiyor? Hatta başlarda bu girişime destek verdikleri kamuoyuna duyurulan Tarık Akan, Levent Kırca, Müjdat Gezen, Nihat Genç, Ferhan Şensoy gibi isimler de aday değil…


Yukarıdaki isimleri sayarken siyasi bir ayrım gözetmedim. Kuşku yok ki liste daha da zenginleştirilebilir. Ama eminim ki bu isimlerden birçoğu -12 Haziran seçimlerinde eğer sandığa gidip oy verirlerse- “Cumhuriyet için Güçbirliği” adaylarına oy vereceklerdir! Örneğin ADD Genel Başkanı Tansel Çölaşan, sürekli birlik çağrısı yapmıyor muydu? Peki, neden aday olmadı o zaman? Banu Avar, Erdal Sarızeybek, Alpaslan Işıklı gibi isimler birlik fikrinin savunucusu değil miydiler en baştan beri? Peki, seçimlerde neden aday değiller o zaman?


Bu yurtsever isimler için milletvekili adayı gösterilebilecekleri seçim çevresi mi bulunamadı acaba? Mesela Banu Avar, "Cumhuriyet için Güçbirliği" listesinden aday olan eski Burhaniye Ticaret Odası Başkanı, Balıkesirli işadamı Cemil Kartal Demir kadar halk desteğine sahip değil mi? Seçimlere girse bu işadamı kadar oy alamaz mı Banu Avar? Ya da Erdal Sarızeybek, "Cumhuriyet için Güçbirliği" listelerinden aday olan Bursalı Mali Müşavir Mehmet Alanbel’den daha az mı tanınıyor kamuoyunda? Mesala ADD Genel Yönetim Kurulu üyesiÜmit Ülgen aday oluyor da, ADD Genel Başkanı Tansel Çölaşanneden aday olmuyor peki? 


Bütün bu saydığım isimler ve akla gelebilecek diğer yurtsever- Kemalist kişiler, yoksa ulusal devletimizi yıkıcılardan kurtarmak, ulusumuzu birleştirmek, vatanımızı bütünleştirmek, halkımızı özgürleştirmek amacına ve ideallerine sahip değiller mi? Banu Avar, Erdal Sarızeybek, Vural Savaş, Yılmaz Dikbaş, Bertan Onaran, Suay Karaman, Alpaslan Işıklı, Tansel Çölaşan, Osman Özbek, Talat Turhan ve daha adı sayılabilecek birçok yurtsever-Kemalist aydın, “Atatürk’te Birleşme”yi kabul etmiyorlar mı acaba ?


Ve çoğu kişinin aklına gelen, ama sormaktan kaçındığı bir soru daha… AKP, CHP, MHP gibi partilerde milletvekili adayları parti üyelerinin fikri sorulmadan lider ve yakın çevresinin istekleri doğrultusunda tepeden belirlenirken, kısacası milletvekili aday listeleri bir liderler oligarşisinin istediği yönde şekillenirken, “Cumhuriyet için Güçbirliği” girişiminin 31 adayı kime sorularak belirlendi acaba?Bu 31 kişinin aday olmasına kim karar verdi? Eğer özgür iradeleriyle kendileri karar verdilerse, bugüne kadar her fırsatta birlik ve güçbirliği çağrısı yapan diğer yurtsever-Kemalist isimler de neden aynı şekilde davranmadılar o zaman?


Ulusumuz birleştirmek, vatanımızı bütünleştirmek gibi büyük amaçlarla ortaya atılanlar, daha kendi aralarında birleşip bütünleşemiyorlarsa, halk katında bir inandırıcılıkları olur mu?


Bugünkü haliyle “Cumhuriyet için Güçbirliği” girişiminin elde edebileceği iki sonuç var gibi görünüyor. 


Birincisi, eğer 12 Haziran seçimlerinde başarılı olamaz ve Meclis’e giremezse, bu ülkede artık Cumhuriyet ve Atatürk için güçbirliği yapacak bir kitlenin bile kalmadığı düşüncesine hizmet etmiş olacaktır. Sadece 31 adayla, belli isimlerin siyasal anlayışlarına malzeme yapılan bu Güçbirliği girişiminin, bugünkü haliyle Kemalist, ulusalcı, yurtsever tabandan beklenen desteği alamayarak, sonuçta güçbirliği düşüncesinin yıpranmasına hizmet etmesi büyük olasılıktır ne yazık ki…


İkincisi, eğer 12 Haziran seçimlerinde başarılı olup -çok uzak bir olasılık olmasına rağmen- 31 adayın 31’i de Meclis’e girse bile, bu sayıyla milli hükümet kurmanın ve AKP’yi yıkmanın mümkün olmayacağı açıktır. Bu durumda da o 31 milletvekili, bol maaşlar alacak, iki yıl sonra süper emeklilik hakkı kazanacak, belki Meclis oturumlarında 5-10 dakika konuşma imkânı elde edecektir. Ama hepsinden önemlisi, varlıklarıyla AKP-Yeni CHP egemenliğinde şekillenecek bir Meclis’e meşruiyet kazandırmış olacaklardır. Yeni dönemde, Yeni CHP’nin de desteğiyle yapılacak yeni bir anayasa ile Cumhuriyet’in temel nitelikleri ortadan kaldırılır, “Türk milleti” ifadesi bile anayasadan silinirken, bu girişimlere karşı yapılan muhalefet muhtemelen şöyle yanıtlanacaktır:


“Bu değişiklikleri yapan, milletin yasal seçimlerde seçilmiş temsilcilerinden meydana gelen TBMM’dir. Milletin iradesi tecelli etmiştir. İşte en muhalif kesimler bile Meclis çatısı altındadır, istediklerini söylemekte, özgürce muhalefet yapmaktadırlar. Ama demokrasilerde en nihayetinde çoğunluğun tercihi yönünde karar verilir. Meclis’in tercihi de bu yöndedir. Yapılanlar yasal ve meşrudur!”


“Cumhuriyet için Güçbirliği” adaylarının seçimlerde başarılı olup Meclis’e girmeleri durumunda işlevleri işte bu olacaktır: Yeni anayasaya ve bir dönem daha sürecek AKP iktidarına meşruiyet kazandırmak!


“Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir” der bir Rus atasözü… Oysa iyi niyeti, sabit fikirlilik temelinde yükselen siyasal ihtiraslara kurban edeli çok oluyor. Güçbirliği, her koşul ve dönemde, her şeyin en iyisini bilip yaptığı iddiasında olanların siyaseten saplandıkları bataklığa diktikleri son tüydür. 


http://bellek2009.blogspot.com/2011_04_01_archive.html

http://www.idealimforum.com/serdar-ant/14645-bu-nasil-guc-birligi.html


BU NASIL MECLİS



BU  NASIL  MECLİS !!





SERDAR  ANT

Haberi bu sabah Vatan gazetesinin internet sayfasında okudum. Ve “helal olsun” dedim kendi kendime, “işte demokrasi böyle olur! Bu milletin vekillerine de bu yakışır!”Habere göre “Milletvekillerinin artık özel şoförü olacak. Birer danışman ve sekreter çalıştıran milletvekilleri 1 Ekim’den itibaren bir de ‘şoför’ istihdam edecek. Şoför olarak çalışacak 3. personel lise mezunu olması halinde 2 bin 200 lira, üniversite mezunu olması halinde ise 2 bin 300 lira civarında maaş alacak.” (Vatan, 9.9.2011)

Milletvekillerimiz zaten 10 bin TL civarında bir maaş alıyorlar, ama şoför, sekreter ve danışman için devlet bütçesinden ayrılan parayı da hesaba katarsak, bir milletvekilinin devlete maliyeti aylık yaklaşık 20 bin TL’ye ulaşıyor!
Vatan’daki haber, birkaç hafta önce okuduğum bir başka haberi anımsattı bana… Milliyet gazetesinde 13 Ağustos tarihinde yayınlanan bu haberin başlığı da “İtalyanları Çıldırtan Mönü”  idi.
“Kriz nedeniyle İtalyanların kemer sıkması isteniyor ama İtalyan milletvekilleri 14 bin Euro ile Avrupa’nın en yüksek maaşını alıyor” diyen haber, İtalyan Meclis’indeki ucuz yemeklere dikkat çekiyor ve halkın buna öfkeli olduğunu duyuruyordu.  Milliyet’ten öğrendik ki “Milletvekilleri aldıkları yüksek maaşlara rağmen Meclis’te bifteği 7 liradan, kılıçbalığını 9 liradan, ançüezli spagettiyi de 4 liradan yemeğe devam ediyor”muş!
Tabii Türk milletvekillerinin Meclis Lokantası’nda hangi yemekleri kaç para ödeyerek yedikleri konusunda Milliyet’in haberinde en ufak bir bilgi yoktu. Herhalde Türkiye’de kriz yok, Türk millet de bir eli yağda bir eli balda yaşıyor olsa gerek… O nedenle TBMM Lokantası’nda yemeklerin sudan ucuz olması da kimsenin tepkisini çekmiyor. O zaman Milliyet de Meclis Lokantası’ndaki mönüyü neden haber yapsın, değil mi? Hem fincancı katırlarını da ürkütmemek, birilerinin nasırına basmamak gerek… Sonra bir yerlerden bir vergi borcu çıkartırlar, adamın feleği şaşar vallahi…
Oysa bizim Meclis Lokantası’nın mönüsü İtalyanlarınkine göre hem çeşit hem de fiyat açısından daha iştah açıcı:
Çorbalar: 50 kuruş…
Pilavlar: 50 kuruş…
Mantı: 2 TL…
Ankara tava, et sote, kuzu şiş: 4’er TL…
Köfteler: 3 TL…
İç pilavlı, piliç dolma: 2 Lira 50 kuruş…
Kuru fasulye, patlıcan musakka: 1 TL 50’şer kuruş
Türlü güveç: 1 TL…
Cacık: 50 kuruş…
Yoğurt: 75 kuruş…
Salatalar: 50 kuruş…
Tatlılar: 1 Lira 50 kuruş…
Kuver (ekmek – su, kişi başı): 50 kuruş…
Peki,  çay  ne  kadar ?
Çay  limitsiz,  aylık  40 TL…   Çatlayana  kadar  iç !
İyi  de  TBMM  Lokantası’nda  yemekler  İtalyan  Meclisi’ne  göre  neden  daha  ucuz ?
Yanıtı  basit…
Çünkü bizim milletvekillerimiz İtalyan milletvekillerinden daha az maaş alıyor. İtalyan milletvekilleri ayda 14 bin Euro maaş alırken bizim vekillerimiz 10 bin TL ile ay sonunu getirmek zorunda!
Şimdi, elinizi vicdanınıza koyun da öyle konuşun, 10 bin liracıkla geçinmek zorunda olan cefakâr milletvekilimiz 9 liraya kılıçbalığı, 4 liraya ançüezli makarna, pardon spagetti yiyebilir mi? Ne yapsın, o da pilav-kuru-cacığa talim ediyor herhalde… Her şey vatan için!
Vatan gazetesindeki haber TBMM’de 5 bin 700 personel çalıştığını, sadece TBMM Başkanı’nın Müşavir sayısının 80’i aştığını bildiriyor!
Bugün Meclis’te 550 milletvekili olduğuna ve her milletvekiline bir sekreter, şoför ve danışman tahsis edildiğine göre, milletvekilleriyle beraber bu kadronun toplam sayısı 2200 eder. Hadi diğer işler için de en fazla 1000 civarında elemanın istihdam edildiğini varsayalım, toplam 3200 kişi etti mi?
Peki, geriye kalan yaklaşık 2500 personel, hangi, amaçla istihdam ediliyor TBMM’de?
TBMM Genel Kurul toplantılarını izlerseniz, birleşimlerin genellikle 50-60, hadi bilemediniz en fazla 100 milletvekiliyle toplandığını, çoğu zaman bu sayıya bile ulaşılamadığını görürsünüz. Bu derece geniş imkânlardan yararlanan, üstelik dokunulmazlık nedeniyle milletvekili oldukları süre içinde yargılamadan bağışık olan vekillerimiz, Meclis’te sudan ucuz fiyata yemek yer, sekreter, şoför ve danışman hizmetlerinden yararlanır, her ay asgari 10 bin TL maaşını tıkır tıkır alır, iki yıl içinde süper emeklilik hakkı kazanır, ama düzenli bir şekilde Meclis Genel Kurulu’na gelip yasama faaliyetine bile katılmazlar! Katılanlar da Grup Başkanları’nın kendilerine bildirdiği doğrultuda parmak kaldırıp indirir, kürsüdeki hatibe laf atarak ya da yanındaki milletvekili arkadaşıyla sohbet ederek zaman geçirir!
İşte Türkiye’de millete “demokrasi” diye yutturulan ucubelik böyle bir şey!
Ne var ki bu tablo Türkiye’de kimseyi rahatsız etmez. Ne askeri vesayete karşı çıkıp milli iradenin egemen olması için mücadele ettiği iddiasında olanları ne de Suriye’den Libya’ya uzanan coğrafyada yaşananları yakından takip eden, bu ülkelere destek ziyaretleri yapıp “savaşa hayır” mitingleri için çağrı yapan yurtsever aydınlarımızı…

Serdar  ANT

edebiyatgazetesi

Yeni CHP nin Neresi Halkçı ?


“ Yeni CHP ” nin neresi Halkçı ?



  HALA  anla (ya) mayan  varsa  işin  özü  şudur :


CHP’de  Kemal Derviş  zihniyeti  sonunda  yönetime  gelmiş,  artık  CHP  operasyonu

tamamlanmıştır.

Haziran  2011  seçimlerinde  bir  yol  kazası  olur  da  AKP  istenilen  performansı

gösteremezse,  CHP  bu  kadrolarıyla  göreve  hazırdır  ve  AKP’nin   2002’den  beri

inançla  uyguladığı   emperyalizmin  programını  uygulamaya  devam  edecektir.

Yine  tıkır  tıkır  iç  ve  dış  borç  ödemesi  yoluyla  Türkiye   sömürülmeye  devam  edecek,

özelleştirme  adı  altında  yağma  ve  talan  sürecek,  Doğu  sorunu  Türkiye’nin  üniter

yapısını  yok  ederek  sözde  “çözülüp”  ayrılıkçılık  önemli  bir  virajı  dönmüş  olacak,  AB

yolunda  ödünlerle  ulus – devlet   tasfiye  edilmeye  devam  edilecek  ve  Afganistan’dan

Lübnan’a  kadar  uzanan  coğrafyada  ABD’ye  jandarmalık  sürecektir.

Kılıçdaroğlu’ndan  bütün  bu  konularda  AKP  politikalarına  alternatif  tek  bir  sözcük

duyduk  mu  bugüne  kadar ?

Kılıçdaroğlu’nun  söylevlerinde  “kayıkçı  kavgası”  var,  “Recep  Bey  muhabbeti”  var,

“Memur  Kemal”  lafazanlığı  var,  ama  hepsi  o  kadar…


Kişinin siyasal kimliği ve mesleki kariyeri, savunduğu değerlerin ve dünya görüşünün bir yansımasıdır.
Ne var ki, halkın büyük çoğunluğu, örneğin Batı kurumlarında kariyer yapmış olmayı, yurtsever kesimlerin değerlendirdiği gibi algılamıyor.

Harvard, Princeton, Yale ya da George Washington Üniversitesi’ni bitirmiş olmak veya King’s College ya da College of Europe’dan yüksek lisans ya da doktora derecesi almak önemli bir başarı olarak algılanıyor.
Bu üniversitelerin küresel sermayenin kontrolünde olduğu ve emperyalist devletlerin küresel çıkarlarını egemen kılmayı amaçlayan bir dünya görüşü ile eğitim yaparak eleman yetiştirdiği görülmek istenmiyor.
Ya da diyelim ki kişinin bir “iktisat profesörü” olması veya geçmişte Hazine Müsteşarlığı gibi ekonomi bürokrasisinin tepe noktalarından birinde görev yapması takdirle karşılanıyor.
Ama aynı kişinin, bugün Türkiye’nin sefalet denizinde kulaç atmasına neden olan politikaların altında imzasının olduğu umursanmıyor.
18 Aralık’ta Ankara’da toplanan CHP’nin 15. Olağanüstü Kurultayı’nda seçilen yeni Parti Meclisi’ne bu açıdan baktığımızda ilginç bir manzaranın ortaya çıktığını görüyoruz.
Öncelikle belirtilmelidir ki “Yeni CHP” ile Kemal Derviş zihniyetinin, en sonunda yönetime gelmiş olduğunu söylemek bir abartma olmaz.
Aslında Kemal Derviş’in CHP ile flörtü yeni değil.
2000-2001 mali krizlerinden sonra Türkiye’ye davet edilen Derviş, 22 yıldır görev yaptığı Dünya Bankası’ndan ayrılıp Bülent Ecevit hükümetinde Ekonomiden Sorumlu Bakan Yardımcılığı görevini üstlenmişti. “Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nın mimarı ve önde gelen uygulayıcısı olan Derviş, 2002 yılı Ağustos’unda görevinden ayrılıp İsmail Cem ve Hüsamettin Özkan ile Yeni Türkiye Partisi’nin kuruluş çalışmalarında yer aldı, bir anlamda koalisyon hükümetinin düşürülmesi ve AKP’yi iktidara getirecek bir erken seçime gidilmesinde rol sahibi oldu. Bu bağlamda CHP’ye uluslararası sermaye kesimlerinin istediği yönde bir şekil vermek amacıyla ilk hamle 2002 seçimlerinde yapıldı ve Kemal Derviş CHP’den milletvekili oldu. Ne var ki, 2002 seçimlerinden sonra CHP’de Genel Başkan Yardımcısı olma ve partinin istenilen yönde şekillendirilmesi gerçekleşmeyince, Kemal Derviş 2005 yılında (CHP üyeliğinden değil ama) milletvekilliğinden istifa etti. Yasama döneminin tamamlanmasına daha iki yıl gibi uzun bir süre varken, milletvekilliğinden istifa etmekte bir sakınca görmeyen Derviş’in asıl amacının, Türkiye’ye hizmet değil uluslararası odakların kendisinden beklediği görevleri yerine getirmek olduğu bir kere daha ortaya çıkmış oldu. Derviş eliyle uygulamaya konulan “Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” nasıl olsa 2002’de iktidara gelen AKP tarafından harfiyen uygulanıyordu. Emperyalizmin Türkiye’yi sömürgeleştiren ve bağımlılığını daha da pekiştirerek ulusal ekonomiyi tasfiye eden programının uygulanmasının AKP’den sonra da devam etmesini garanti altına almak için CHP’de Kemal Derviş eliyle yapılmak istenilen düzenlemelerin gerçekleşmeyeceğinin anlaşılması üzerine, Derviş’in milletvekilliği gibi pasif bir görev yerine yeteneklerine uygun bir makama atanması uygun görüldü. Böylece Derviş, BM Kalkınma Fonu Başkanlığı’na atanırken CHP’de dönüşüm için yapılması gerekenler 2007 seçimleri sonrasına ertelendi. Faik Öztrak, Umut Oran gibi isimler de 2007 seçimleriyle daha sonraki süreç için milletvekilliğine getirildi.


Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı seçilmesinden sonra Kemal Derviş’in adı Kurultay’dan iki ay önce bir kere daha gündeme geldi. Milliyet Gazetesi yazarı Aslı Aydıntaşbaş’ın köşesinde aktardığına göre, Kemal Derviş’le CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu Atatürk Havaalanı’nda yaklaşık 2 saat süren bir görüşme yaptı. Kemal Derviş’e, “Bize destek olmanızı bekliyoruz. Desteklerinizin devamını istiyoruz” diyen Kılıçdaroğlu’na, Derviş’in yanıtı “Ne isterseniz emrinizdeyim” olmuştu. Son kurultayda, Kılıçdaroğlu’nun “yeni CHP”sine istediği desteğin verildiği görülmüştür. Derviş zihniyeti artık yönetimdedir. Ama Kılıçdaroğlu mu Derviş’in, yoksa Derviş mi Kılıçdaroğlu’nun “emrinde” olacaktır, bu nokta tartışmaya açıktır!

Ne ilginçtir ki Kemal Kılıçdaroğlu, kamuoyunda adı ilk anılmaya başladığı günden beri hep halktan bahsediyor. CHP Genel Başkanı seçildiği kurultayda da, yeni CHP’nin yönetiminin belirlendiği son kurultayda da “halk” sözcüğü Kılıçdaroğlu’nun dilinden düşmüyor. Kürsüye “halkçı Kemal” sloganlarıyla geliyor, halktan yana olmaktan, halkın çıkarları için mücadele etmekten, halkla beraber yürümekten, halkı yoksulluktan ve yolsuzluktan kurtarmaktan bahsediyor. Kılıçdaroğlu’nun söyleminde “halk” hep var, ama parti yönetiminde “halk”ı bulmak oldukça zor.


“Devrimci” ve “halkçı” Kılıçdaroğlu’nun yeni CHP’sinin yönetiminde yer alan birkaç isim Kılıçdaroğlu’nun “halkçılığı” konusunda iyi bir fikir veriyor: Sezgin Tanrıkulu, Mesut Değer gibi ayrılıkçı Kürtçü harekete olumlu bakanlar… Hurşit Güneş, Faik Öztrak gibi Kemal Derviş’e yakın isimler… Didem Engin, Ekrem Kerem Oktay, Doğa Çiğdemoğlu, Aykan Erdemir gibi Batı üniversiteleri çıkışlı AB uzmanları… Binnaz Toprak gibi Radikal yazarları… Gülseren Onanç, Sena Kaleli, Umut Oran gibi iş dünyası temsilcileri… Bir de Enver Aysever, Ercan Karakaş gibi “salatanın sosu” kabilinden politik figürlerle merkez sağ partilerde dikiş tutturamayıp şimdi şansını yeni CHP’de denemek isteyenler var! “Halkçı Kemal”in yeni CHP’sinden insan manzaraları bunlar işte…

İnsan sormadan edemiyor: bu kadroyla mı halk için mücadele edilecek?

Ne var ki kimilerine göre işte bu isimlerle CHP Lozan’a sahip çıkacak, Kürt sorununu ulusal devlet çerçevesinde çözecek, halkçı politikalar izleyecekmiş! Beğenelim ya da beğenmeyelim AKP’ye alternatif olan CHP’den başka parti yokmuş! O zaman bu “yeni CHP”yi desteklemeliymişiz! Çünkü “muhalefete muhalefet yaparak vatansever olunmaz”mış! Bu durumda vatansever olarak kabul görmek için alkış tutulacak isimlere şimdi daha yakından bir göz atalım:


Örneğin Sezgin Tanrıkulu… Obama’nın danışmanlarından AB’li yetkililere, yabancı gazetecilerden sivil toplum temsilcilerine kadar kim Türkiye’ye gelse ille de görüşmek istedikleri bir isim… Eski Diyarbakır Barosu Başkanı, Türkiye İnsan Hakları Vakfı kurucusu Tanrıkulu, NATO Genel Sekreter yardımcısından ABD Dışişleri Bakanlığı’na kadar herkesin itibar ettiği bir “değer”… CHP’nin devletin kodlarını çözmesi için partiye giren biri…

Örneğin Faik Öztrak… 2001 yılında yaşanan ekonomik krizden sonra ekonomi yönetimine gelen yeni ekip içinde yer alıp Hazine Müsteşarlığı görevine atanan, bu dönemde uygulanmaya başlanan Kemal Derviş’in “Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nın hazırlanmasında, uygulanmasında ve uluslararası kuruluşlarla müzakeresinde bürokrasi içinde en üst seviyede koordinasyon görevini üstlenen bir başka “değer”…


Örneğin Hurşit Güneş… Kemal Derviş’in yakın dostu, aynı zamanda Asaf Savaş Akat, Deniz Gökçe, Taner Berksoy gibi liberal iktisatçıların “kankası” olan bir diğer “değer”…

Umut Oran… Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği (TGSD) Yönetim Kurulu eski başkanı olarak geçmişte Türk özel sektörünü Dünya Ticaret Örgütü, Avrupa Komisyonu ve ABD Dış Ticaret Bakanlığı’nın da yer aldığı çeşitli platformlarda temsil etmiş bir başka “değer”…
Kamil Koç Otobüsleri AŞ. Yönetim Kurulu Başkanı, Bursalı işkadını Sena Kaleli de Türkiye Kadın Girişimcileri Derneği (KAGİDER) Başkanı Gülseren Onanç da yeni CHP’nin yeni isimlerinden… Tabii bu arada Radikal gazetesi yazarı Binnaz Toprak’ı da unutmamak gerek.


Bir de Kılıçdaroğlu’nun Parti Meclisi’ne taşıdığı “prensler” ve “prensesler” var. Örneğin Didem Engin… Fransız Büyükelçiliği’ne bağlı ‘Charles de Gaulle Lisesi’ni bitirip Galatasaray Endüstri Mühendisliği’nden mezun olduktan sonra Avrupa Komisyonu Jean Monnet Bursu’nu kazanarak Belçika Bruges’deki, AB kurumları için üst düzey bürokrat yetiştiren College of Europe’de ‘Avrupa Ekonomisi’ alanında yüksek lisans yapmış bir “değer” Didem Engin… Avrupa eğitiminden sonra Ankara’ya dönen Engin, AB fonları ile yürütülen projelerin ihalelerini düzenleyen ‘Merkezi Finans ve İhale Birimi”nin kuruluşunda görev alıyor ve bir yıl kadar da ihale yöneticisi olarak görev yapıyor. Didem Engin’in “Türk şirketlerine AB başta olmak üzere Dünya Bankası, BM ve hatta Avrupa’daki kamu ihaleleri konusunda destek” veren, bunun yanında “başta DPT olmak üzere pek çok bakanlık çalışanlarına yapısal fonlar, AB proje hazırlama teknikleri, uluslararası finansman kaynakları ve lobi teknikleri üzerinde eğitim programları uygulayan” bir de danışmanlık şirketi var. Didem Engin, bu danışmanlık hizmetini CHP için de gerçekleştirecek artık!


Bilkent Üniversitesi mezunu, Harvard Üniversitesi’nden de master sahibi Aykan Erdemir’i, yine Bilkent Üniversitesi mezunu olup Jean Monnet bursuyla Hollanda’daki Leiden Üniversitesi’nde AB hukuku alanında master yapmış olan Ekrem Kerem Oktay’ı ve Tarsus Amerika Koleji mezunu, George Washington Üniversitesi’nden lisans, Londra King’s College’den de yüksek lisans sahibi olan Doğa Çiğdemoğlu’nu da bu çerçevede saymak mümkün…



Bütün bunlardan başka “devrimci” ve “halkçı” Kılıçdaroğlu’nun yeni CHP’sinin merkez sağ partilerden transferleri de var: Örneğin, Anavatan Partisi Genel Başkan Yardımcılığı yapmış Ali Arif Özzeybek ile kısa bir süre öncesine kadar Abdüllatif Şener’in Genel Başkanlığını yürüttüğü Türkiye Partisi’nde Genel Başkan Yardımcısı olarak görev yapan Bülent Kuşoğlu…


Kısacası insan bütün bu isimleri görünce, Kurultay açış konuşmasında toplumun her kesimine mavi boncuk dağıtan; işçi, memur, çiftçi, köylü, emekli, öğrenci, işsiz, kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı demeden kısacası herkese bir şeyler vaat eden Kemal Kılıçdaroğlu’nun neden konuşmasında işadamlarına pek yer vermediğini daha iyi anlıyor. Çünkü CHP yönetimi sermaye temsilcilerine teslim ediliyor! İş dünyasının vaade ihtiyacı yok, onlar zaten CHP yönetimini alıyorlar!

Aslan sosyal demokratlar gözünüz aydın, CHP’de Kemal Derviş zihniyeti sonunda yönetime gelmiş, artık CHP operasyonu tamamlanmıştır. Haziran 2011 seçimlerinde bir yol kazası olur da AKP istenilen performansı gösteremezse, CHP bu kadrolarıyla göreve hazırdır ve AKP’nin 2002’den beri inançla uyguladığı emperyalizmin programını uygulamaya devam edecektir. Yine tıkır tıkır iç ve dış borç ödemesi yoluyla Türkiye sömürülmeye devam edecek, özelleştirme adı altında yağma ve talan sürecek, Doğu sorunu Türkiye’nin üniter yapısını yok ederek sözde “çözülüp” ayrılıkçılık önemli bir virajı dönmüş olacak, AB yolunda ödünlerle ulus devlet tasfiye edilmeye devam edilecek ve Afganistan’dan Lübnan’a kadar uzanan coğrafyada ABD’ye jandarmalık sürecektir. Kılıçdaroğlu’ndan bütün bu konularda AKP politikalarına alternatif tek bir sözcük duyduk mu bugüne kadar? Kılıçdaroğlu’nun söylevlerinde “kayıkçı kavgası” var, “Recep Bey muhabbeti” var, “memur Kemal” lafazanlığı var, ama hepsi o kadar…

Bu “Yeni CHP”nin neresi halkçı?

Serdar ANT

http://www.edebiyatgazetesi.com

Beşinci Kol




Beşinci Kol




Bugün İşçi Partisi Genel Başkan Vekili olarak görev yapan Mehmet Bedri Gültekin, 1990’lı yıllarda İşçi Partisi Genel Başkan yardımcısıydı. Mehmet Bedri Gültekin, 18 Haziran 1994tarihinde, Ankara’da, İşçi Partisi Genel Merkezi’nde bir konferans verdi. Bu konferansta yapılmış konuşmanın metni, İşçi Partisi’nin yayın organı Teori dergisinin Ağustos 1994 tarihli 56. sayısında “Ulusal İnkârcılık Üzerine” başlığıyla yayınlandı.

Gültekin, bu konferansta “Siirt’teki bir Kürt açısından kimdir Mustafa Kemal? Ulusal katliam, Kürtlere katliam yapmış bir insandır. Bu da doğrudur” diyor, “Kürtlerin önemli bir kısmı açısından Şeyh Sait değer verilen bir yere oturtuluyorsa, bizim buna karşı saygılı bir tavır içinde olmamız gereklidir” şeklinde konuşuyordu.

Mehmet Bedri Gültekin, bugüne kadar bu sözlerinden ötürü ne en ufak bir özeleştiri yaptı ne de çıkıp Türk milletinden özür diledi. Buna rağmen, Mehmet Bedri Gültekin’in bu küstah sözlerini eleştirdiğim için kimileri beni İşçi Partisi ve Aydınlık düşmanlığı yapmakla, kin gütmekle suçladılar. “Canım şimdi sırası mı eski defterleri açmanın” diyerek sitem edenler de oldu, aşağılık iftira ve yalanlarla karalayarak susturmaya çalışanlar da…

Peki, amacım gerçekten kin gütmek, birilerine düşmanlık beslemek mi? 1994 yılında ifade edilmiş kimi düşünceleri, 17 yıl sonra neden gündeme getiriyorum? Son seçimde yüzde 0,19 oranında oy alabilmiş, artık kendi tabanında bile inandırıcılığı kalmamış, tükenmiş bir partinin yöneticilerinin uzun yıllar önce söylediklerinin bugün ne anlamı var?
Yukarıdaki soruları doğru bir şekilde yanıtlayıp eski defterleri açma nedeninin anlaşılabilmesi için Mehmet Bedri Gültekin’in 1994 yılındaki o konferansta söylediği bazı başka şeyleri de anımsamak gerekir. Şöyle konuşuyordu İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı:

    “…Biz her iki milletin de ulusal değerlerine saygılıyız. Her iki milletin de ulusal marşını söyleyebilmeliyiz. Bunu aslında 89-90-91’de koşulların elverişli olduğu dönemlerde Güneydoğu’da Sosyalist Parti’nin mitinglerinde ve toplantılarında yapıyorduk. Bir milletin ulusal değerlerine sahip çıkmak, diğerlerini görmezlikten gelmek veya reddetmek, düşmanlık konusu yapmak bizim tutumumuz olamaz. Her iki milletin ulusal değerlerini, ulusal şahsiyetlerini, ulusal sembollerini savunmak durumundayız.

    …Türklerin ulusal değerleri Bayrak, Mustafa Kemal, Marş; bütün bunlar Kürtler için ne ifade ediyor? Bir Türk gibi Türklerin ulusal değerlerini savunmalarını bekleyemeyiz Kürtlerden, beklemek de gerekmiyor, ayrıca doğru da değil. …Biz Kürtlerin ulusal değerlerine saygıyı Türklerin içinde propaganda ederiz, Türklerin ulusal değerlerine saygıyı da Kürtlerin içerisinde propaganda ederiz.
Görüldüğü gibi Gültekin’in iki millet derken kastettiği Kürtler ve Türklerdir! Gültekin, “Her iki milletin de ulusal marşını söyleyebilmek” gerektiğini düşünmekte ve “bunu 89-90-91’de koşulların elverişli olduğu dönemlerde Güneydoğu’da Sosyalist Parti’nin mitinglerinde ve toplantılarında” yaptıklarını söylemektedir!

Peki, koşullar elverişli olmadığında ne yapılmaktadır acaba?

Kürtlerin marşını (artık o neyse!) söylemek için koşullar elverişli değilse, o zaman da Türk bayrağı dalgalandırılır herhalde! Örneğin o konferansta konuşan parti yöneticilerinden Ali Kalan, bu konuda söyledikleriyle İşçi Partisi’nin ikiyüzlü tavrını ortaya koymaktan çekinmemiştir:

    “Hedefimiz burjuva ulusal bayrağı ilelebet dalgalandırmak değil, emeğin enternasyonalist bayrağını ülkenin milli bayrağı haline getirmektir. Ama pilavı pişirmek için suyu, yağı, bulguru bir araya getirmek lazım. ‘Pilav yapacağım, pilav yapacağım’ diye bağırarak bu malzemeleri bir araya getiremezsin. Onun için sen sınıf bayrağını istediğin kadar salla dur. Kürt Kürt’ün bayrağının peşine takılmış, Türk’ün emekçileri de Türk’ün bayrağının peşine takılmış gidiyorlarsa sen ancak uzaktan gazel okuyan bir konuma gelirsin. Hedef sınıf bayrağı altında bu halkı toparlamaktır. Biz ne Türk bayrağını ne de Kürt bayrağını bu bizim siyasi bayrağımız diye dalgalandırmıyoruz.
Mehmet Bedri Gültekin “Biz Kürtlerin ulusal değerlerine saygıyı Türklerin içinde propaganda ederiz, Türklerin ulusal değerlerine saygıyı da Kürtlerin içerisinde propaganda ederiz” diyor, ama bu, “ulusal değer” şeklinde tanımlanan kişi ve simgelere gerçek bir saygı olmasa gerek… Çünkü Mehmet Bedri Gültekin, Kürtlerin “ulusal değeri” olarak tanımladığı Şeyh Sait için saygı gösterilmesi gerektiğini öğütlerken, Türklerin ulusal değeri olan Mustafa Kemal için “Kürtlere katliam yapmış biridir, Bu da doğrudur” demekten kaçınmıyor.

Bugün Türkler için “ulusal değer” olarak tanımlanacak kişi ve kavramların neler olduğu bellidir. Gültekin de bunları saymış zaten: “Türklerin ulusal değerleri Bayrak, Mustafa Kemal, Marş…” 

Peki, Kürtlerin ulusal değerleri nelerdir ya da kimlerdir acaba? Kürt bayrağı, Kürt marşı ve Öcalan mı? İşte orası özenle gözlerden saklanıyor!

Bu “Ulusal değerlere saygı” lafı, günümüzde topluma bir “kardeşlik” edebiyatı paketiyle sunuluyor.

Örneğin 24 Temmuz tarihli Aydınlık gazetesinin sürmanşeti dikkat çekici:

    “Kardeşlik şimdi lazım”
Aydınlık’a göre “yıllardır İstanbul Zeytinburnu’nda bir arada yaşayan Türk ve Kürt yurttaşlar, 5 gündür sergilenen kışkırtmalarla karşı karşıya getiriliyor. Aydınlık olarak kardeşleri birbirine kırdırma oyununa karşı herkesi birliğe davet ediyoruz.”

Aydınlık’ın bu çağrısına hangi sağduyulu vatandaş “hayır” diyebilir ki? Ama insan, haberin hemen altında, PKK’nın ikinci adamı Murat Karayılan’ın resminin yanında yer alan “Kürtler öz savunma sistemini kursun” sözlerini okuyunca, “Aydınlık’ın sürmanşetindeki “Kürt yurttaşlar” ile Karayılan’ın çağrı yaptığı “Kürtler” farklı mı sanki?” diye düşünmeden edemiyor. Çünkü devletin de milletin de sorunlu olduğu kesim, Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı, milletimizin bir parçası olan "Kürtler" değil, Karayılan’ın çağrı yaptığı ve onun çağrısına uyan "Kürtler"… Son seçimlerde, Zeytinburnu'nun da içinde bulunduğu seçim bölgesinde PKK’nın desteklediği adaya oy veren yaklaşık 120 bin Kürt var! Bunlar için acaba hangisi önceliklidir: PKK mı, Kürt olmak mı?

Ya da şöyle soralım: PKK destekçisi ve taraftarı bu “Kürtler” mi bizim kardeşimiz?

Kuşkusuz kardeşlik karşı çıkılacak, eleştirilecek, yadsınacak bir kavram değil. Ne var ki kavramı söylem düzeyinde bırakıp içine doldurmadığımızda pek bir anlamı da olmuyor. Örneğin Mehmet Ali Ağca da bir Türk değil mi? Peki salt Türk olduğu için kutsayacak mıyız Ağca’yı?

Ne Öcalan ne de Ağca… İkisi de benim kardeşim değil!

Aydınlık’a göre kardeşlik kavramının taraflarından biri olan “Kürtler” kimlerdir acaba? PKK’ya karşı çıkan, lanetleyen Kürtler olmasa gerek, zira ne kimsenin onlarla bir sorunu var ne de onların kimseyle… Onlar zaten milletimizin ayrılmaz bir parçası, tasada ve kıvançta, iyi günde de kötü güde de can yoldaşımız…

Ama bugün PKK’ya destek veren, onun amaçlarını benimseyen ve hedeflerine varması için eylemli olarak onu destekleyen Kürtleri de kardeşimiz olarak bağrımıza basabilir miyiz? Bugün PKK= Kürtler diyebilir miyiz gerçekten? PKK ve yasal uzantıları, Türkiye’deki bütün Kürtlerin gerçek temsilcisi mi?

Ya da bir adım daha öteye gidip daha farklı bir perspektiften soralım: Varsayalım ki Türkiye’deki bütün Kürtler, PKK’nın taleplerine sahip çıkarsa, onun amaçlarını benimserse, o zaman PKK’nın varmak istediği hedef meşruiyet kazanacak ve bizler de kardeşlik adına suskun mu kalacağız?

Örneğin 2011 seçimlerinde PKK destekli adayların Hakkâri’de aldıkları oy oranı yüzde 80, Batman’da yüzde 52, Diyarbakır’da yüzde 61, Mardin’de yüzde 61, Şırnak’ta yüzde 73… Bu adaylara oy verenlerin ezici çoğunluğu, hatta hepsi Kürt… 

Peki, bu durumda ne yapacağız? Yıllardan beri emperyalizme maşalık eden, bu yolda Türkiye’yi kana bulayan PKK’yı da “kardeş” ilan ederek bağrımıza mı basacağız? O “Kürt yurttaşlar” soyutlaması içine, terör örgütü PKK’nın adaylarını destekleyenler de girecek mi? Sınırı neye göre çizeceğiz?


Resim


Örneğin Aydınlık gazetesinin 26 Temmuz tarihli sayısının başlığında BDP’nin Zeytinburnu ilçe başkan Nezir Erdemci’nin sözleri var:

    “İstanbul’dan başka gidecek yerim yok”
“Aydınlık, Zeytinburnu’nda yaşanan gelişmeleri yakından takip etti ve kardeşlik çağrılarında bulundu. Çağrımıza ilk ses veren BDP ilçe başkanı Erdemci oldu” deniliyor haberde…

Ne yalan söylemeli BDP Zeytinburnu İlçe Başkanı’nın ağzından bal damlıyor! “Türk, Kürt, Arnavut fark etmez. Bizim çocuklarımız aynı atölyelerde yan yana çalışıyor. Bu çocukları düşünmeliyiz. Bunlar birbirini vurursa ne olacak? Böyle olur mu ya! Bir arada yaşamaya mecburuz” şeklinde konuşan BDP’li ilçe başkanına yıllardan beri kan döken, Türk, Kürt demeden can alan terör örgütü PKK hakkında ne düşündüğünü sorsak, ne yanıt verir acaba?

Tabii Aydınlık muhabiri bu soruyu sormamış!

PKK’nın şehirlerdeki “Askerlik Şubesi” gibi çalışan BDP örgütlerinden hiçbir kimsenin ya da herhangi bir Genel Merkez yöneticisinin, bugüne kadar PKK terörünü kınamadığı, hatta kınamak ne kelime en ufak bir eleştiri bile yapmadığı, hatta alkışlayıp bir tehdit unsuru olarak savunduğu ortadayken, bugün bir BDP yöneticisinin gerçeği yansıtmadığı gün gibi ortada olan sözlerini kardeşlik ambalajıyla paketleyip manşetlerden sunmak acaba hangi amaca hizmet etmektir?

Ne ilginçtir ki BDP Zeytinburnu İlçe Başkanı Nezir Demirci, 2000’e Doğru dergisinin çıktığı dönemde ilgiyle okunduğunu ve tüm devrimcileri ve sosyalistleri birleştirip önünü açtığını da söylüyor! 2000’e Doğru’nun 1990’lı yıllardaki PKK yanlısı, ayrılıkçı Kürt milliyetçiliğine destek veren yayını anımsanırsa, BDP Zeytinburnu İlçe Başkanı’nın Aydınlık tarafından manşetlere taşınan sözde “kardeşlik” çağrılarının samimiyet derecesi de anlaşılabilir.

Ne var ki Aydınlık’ta bu söyleşinin yer aldığı sayfadaki bir başka haberin başlığı da şöyle:

    “Şehitlerimizi Uğurladık”
Haberi, bir şehit cenazesinde tabuta kapanmış feryat figan eden bir anayla bir babanın resmi “süslüyor”! Hemen altında da elinde babasının fotoğrafını tutan 6-7 yaşlarında bir kız çocuğu resmi…

Aydınlık bu işte!

Bir taraftan şehit haberleri yap, diğer taraftan da o askerleri katleden alçakları açıkça destekleyen bir partinin yöneticisinin yalanlarını manşetlere taşı, PKK’lı katilleri “Kürtler” adı altında meşru göstermeye çalış, bunun için de “kardeşlik” lafını ağzına sakız et…

Buna kardeşliği savunmak değil “Beşinci kol” çalışması denir!

O şehit tabutlarına kapanan, elinden acı ile feryat etmekten, beddualar savurmaktan başka bir şey gelmeyen çaresiz anaların, babaların yanına gidin ve bu “kardeşlik” laflarını onlara da söyleyin, bakalım ne yanıt alacaksınız?

Her türlü kışkırtmaya, yasaları hiçe sayan her türlü girişime, etnik çatışma yaratmayı amaçlayan her türlü kalleşçe girişime HAYIR! 

Ama “kardeşlik” gibi kavramların çekiciliğinden yararlanarak katili, kurban ile aynı kefeye koyarak aklamaya da HAYIR! 
Serdar ANT26 Temmuz 2011
http://www.guncelmeydan.com/pano/besinci-kol-serdar-ant-t28994.html
.