20 Aralık 2014 Cumartesi

Dersim’de kimlik araştırması İkinci bölüm: Dersim’in alevi olmuş Ermenileri



Dersim’de kimlik araştırması İkinci bölüm: Dersim’in alevi olmuş Ermenileri






.






Hranouch Kharatian
Etnolog

Etnolog Hranuş Kharatyan, makalenin ikinci bölümünde 20. yüzyıl boyunca asıl kimliklerini saklamış olan Dersim'in Alevileş(tiril)miş Ermenilerine odaklanıyor. Kharatyan’a göre Ermenilerin Alevileş(tiril)me süreci 19. yüzyıl'da yavaş ve istikrarlı bir şekilde devam etti. 20. yüzyıl’da, özellikle 1915 Ermeni Soykırımı’ndan ve 1938 Dersim katliamından sonra hızlandı. Ermenilerle Alevileri ayırt etmeyi neredeyse imkansız kıldı. Bugün, Dersim'de 'Ermeni' olmak Ermenilik köklerine ait hatıraları hatırlatır.


Çeşitli yazarların ifadelerine göre, 20. yüzyılın başında, Dersim’de nüfüsün yaklaşık üçte biri “Armani” denilen Ermenilerden oluşuyordu ama onlar kendilerine  "Hay" diyorlardı. Ermeni kimliği aşağıdaki harici işaretler ile karakterize edilmekteydi: Hıristiyanlık, Ermeni dili, Ermeni isimleri, bazı popüler ayinler ile  giyim ve mutfak konusundaki bazı farklılıklar: Geleneksel olarak Ermeniler daha kültürlüydü, çoğu yanında bir dini okul bulunan bir kiliseye sahip köylerdeydiler ve Konstantinopolis Ermeni Patrikhanesi ile  Erzincan ve Harput piskoposluklar ile bağları vardı.

Diğer bir deyişle, Dersim Ermenileri, milli kurumları ile az çok donanmışlardı ve nüfusları orada dağılmışsa da, onların genel olarak eğitim, bayramlar, hac ve bir iç toplumsal hiyerarşiye dayalı, örgütlü ulusal bir hayatları vardı.  Ancak onlar, yerel kaynakların uygunluğu için iç çatışmalara karışmadan Dersim’deki sosyal tabakanın altında yer almaktaydılar. Onların mülklerini ele geçirmek çok kolaydı; çünkü hırsızlığın Dersim’de sıradan bir varoluş aracı olduğu ve Ermenilerin bu yaşam tarzını paylaşmadıkları kabul edilirdi.
Buna ek olarak, bunların büyük bir kısmı  Osmanlı İmparatorluğu tarafından  Dersim’e boyun eğdirmek için başlattığı düzenli girişimlerine karşı ayaklanmaya  karışmamaya dikkat ediyorlardı.  Sadece Osmanlı saldırılarına karşı Dersim’in kendini savunma operasyonlarına aktif bir şekilde katılan aşiret liderleri görüşmelere davet edilirdi ama bunların da sayıları azdı. Özellikle Dersim iç kanunlarına göre Mirakianların aşiret olarak kabul edildikleri bilinmektedir.
19. yüzyılda, çeşitli nedenlerle, Ermenilerin bir kısmı Dersim’den göç etti ve diğer bir kısmı da alevi oldular, böylece Ermenilerin sayısı giderek azaldı. Kürtleşme ve sünnileşme aşamasında olan Ermeniler de vardı. Din değiştirme genellikle bütün kasabalar ve  özellikle köyler tarafından yapılırdı, bireysel bir iş değildi. Alevi ve sünni olmuş Ermeniler , aşiret sisteminde yer alarak Dersim’in benzer sosyal tabakalarında hızlı bir şekilde uyum sağlamaktaydı. Yine de unutulmamalıdır ki, Ermenilerin din değiştirmesi 19. yüzyıldan önce daha fazlaydı ve belgesel kaynaklar eskiden Ermenilerin bazen aşiretler oluşturduğunu, Dersim iç kanunlarına göre  diger aşiretler arasında yer edinmek için bunun silah zoruyla olduğunu göstermektedir. Ermenilerin kitlesel din dönüşümü en azından  17. yüzyılda[1]başlamış ve 19. yüzyılda öyle bir dereceye ulaşmıştır ki Ermenileri Alevilerden sadece dıştan değil aynı zamanda karşılıklı yaşam tarzları birbirine çok benzediği ölçüde sosyo-kültürel planda da ayırt etmek bir hayli zordu.
Ancak alevi denen nüfusun büyük bir kısmı ermeni kökenini hatırlardı. Dahası bunlar, ermeni kalan akrabalari ile bağlarını korumuştur. Hatta ailenin bir tarafının Alevi, diğer tarafının da ermeni olduğu zamanlar olurdu. “ Dedem, dedesinin amcasının bazen Aziz Karapet Havlor Manastırı[2]’ndan bile büyük olduğunu anlatırdı”; “Atalarımın Ermeni olduğu söylenir. Amcamın çocukları ise Dersimce  konuşsalar da milli köklerini muhafaza etmektedirler”, “Ter-Ovan Köyü’nün Kürtleri, ermeni köklerini asla inkar etmezlerdi ve Tevrech-Koulap’in torunu, Aghoudjan evinin Piri Seyit Ali, Tanrı’nın Kutsal Annesi (Tiramayr) ‘dan daha büyük olan evinin Piri Ter-Ovan’dan gururla bahsederdi”; “Karapaşa Süleyman Ağa’nın Torunu olarak adlandırılan Karapaşa aşireti lideri, eski rahibin soyundan geliyordu” vs...
Dersim’in nüfusu, alevileşmiş ermenilerin köylerini, örneğin Hozat bölgesinden Ipkale’yi (Mèlikabèrd), Ulukale’yi  (Mazgirt),Balou bölgesinden Memgan’i, Toujik-Papa dağının yamacında yer alan Toujik’i,  Mal Dağı’nın Tzil diye adlandırılan güney yamacında yer alan Mameg’i ( Mamik), Mamgoun Aşireti’ne ait olan Tahar’i,  Mamgoun ve Seyh Hassanan Aşiretleri’ne ait olan Pir Sultan’ı, Izol’u, Tcharsantjag yöresinden Mokhnti’yi, Ovacık yöresinden Tiravan’i, Sekioutli gibi daha birçok köyü mükemmel bir şekilde tanırdı. Ermeni yazarların Dersim hakkındakı gözlemleri ve notları, Dersim Alevilerinin en azından bir kısmının Ermenilerin alevişmesinin belleklerinde koruduklarını göstermektedir. Örneğin Adranik bu konuda şöyle yazmaktadır “ Hepsi değilse de, en azından Dersimlilerin büyük bir kısmı atalarının ermeni olduklarını düşünürler.”( ve bu konuda örnekler vermektedir)[3].
Ermenilerin yavaş ve sürekli biçimdeki alevileşme süreci, Ermenilerin ve Dersimli Alevilerinin   çok benzer bir yaşam tarzı paylaştığı sonucuna varmıştır. Alevileşmis Ermeniler,  uyumlu biçimde hıristiyanlıktan önceki ve sonraki ayinleri, çok sayıda tamamen ermeni ve hıristiyan unsurları sentezleyen  Dersim aleviliğini uygulamaya devam ettiler. Alevilerin geleneksek sözlü anlatıları, alevilerin ve Dersim Ermenilerinin soylarının tarihinin yanısıra sosyo-dini geçmişlerini günümüze aktarmaktadırlar. Dolayısıyla, Dersim Alevilerinin “massalaner” hikaye kahramanlarının çoğu, yerel "Ermeni Keşiş" ve yabancı "baba" dan ödünç alınırken, gerek Aziz Georges ( Hazreti Illsa, Keder Elia) ve Aziz Serge Kiliseleri gibi ibadet yerleri  veya Anahit ve" Anahit fonksiyonların mirasçısı Ana Fatima, " gibi eski ibadet yerleri ve hatta Mesrop Machtots (" Masroup ") vb. , Dersim halkının tarihsel geçmişinde çeşitli roller oynamaktadır.
Halk etimolojisine göre, "Dersim" kelimesi 17. yüzyılın başında  alevi olmuş  Rahip Ter Simon (Tersimon, Dersimon) adından türemiştir. "Dersim'in ayakta kalan tek manastırı" olan Halvor Aziz Karapet Ermeni Manastırı, Ermeniler ve Dersim Kızılbaşları için çok büyük bir öneme sahipti.(...)“Havlor Aziz Karapet herkesindir ve herkes onun içindir. Bütün Ermeni ve Kürtler, ona benzer şekilde büyük bir saygı göstermekte ve yılda bir veya iki kez Dersim’in her köşesinden değerli hediyeler ve kurbanlarıyla buraya kutsal ziyaretlerini yapmaya gelmektedirler." Kızılbaşların, hıristiyan anıtlarının yanısıra ibadete açık kiliselere bağlılığını gözlemleyen Adranik "Dersim halkının inancının, Ermenilerinkinden daha güçlü olduğunu" ve "Kürtlerin Ermenilerden daha fazla iman sahibi oldugunu" yazmaktadır.
Dersim Alevilerinin genellikle Ermeni kökenli olduğu varsayımı üzerinde durmaksızın, hem Hıristiyan Ermenilerin hem de Alevilerin, Dersim Kızılbaş Alevilerinin birçoğunun ermeni kökenli olduklarını kabul ettiği gerçeğini göz önüne alalım sadece. Ermenilerin alevileşme olayının büyüklüğü öznel bir değerlendirme sonucu olsa bile,  Ermeni karşıtı projeleri gizlice düzenleyen mercilerin,  Ermeni-Alevi siyasi bir birlik olasılığından korkmaları için malzeme bulduklarından emin olabiliriz. Ayrıca, Dersim’deki Kürt-Sünni "Hamidiye" silahlı grupları tarafından gerçekleştirilen 1890'lardaki katliamlar sırasında, bir takım Kızılbaş Alevi kabileleri, Sünni karşıtı bir konum benimsemiş ve  Ermenilere karşı işlenen suçlara katılmaktan kaçınmışlardır.[4]
Kızılbaş Alevilerin görünüşteki bu Ermeni yanlısı tavrı, Ermeni karşıtı bir siyaset yürüten iktidarı endişelendiremediğini söylemek mümkün değildi. Türkler;  “Aleviler ile Ermeniler arasındaki mesafe, soğan ve kabuğu arasındakinden daha büyük değildir" atasözünü göz ardı etmemekteydiler.[5]
Sünnileri kendilerinden ayıran Kızılbaşların özel kimlik vurgusu aynı zamanda Genç Türkler’i de  endişelendiriyordu. Bununla mücadele etmek için, Genç Türkler, "Ermeni bağlamda" bahaneler arıyorlardı. Ayrıca,  Genç Türk Rıza Nur, "Kızılbaş-Türkler" ile Sünniler arasındaki kimlik ayrımının Abdül Hamit'in emri altında geliştirilen "sahte Ermeni propagandasının sonucu" olduğunu söylediğinde, Genç Türklerin bu konudaki genel görüşünü az çok tercüme etmekteydi.[6]
Hiç kuşku yok ki,  yetkililerin Dersim’in Kızılbaş Alevilerine yönelik siyasi tutumu, en az yüz elli yıldan beri sadece zıt sünniliğe karşı aleviliğin özgünlüğünden değil; aynı zamanda belirli bir Alevi-Ermeni geçmişin varlığından meydana gelmiştir ve hala da meydana gelmektedir. Her halükarda, 1915’teki Ermeni soykırımının hazırlığı ve gerçekleşmesi,  sonraki adımın öldürülme riski ile kendi Alevi kimliklerinden feragat etmeye zorlanabileceklerine derinden ikna olmuş Dersim Alevileri arasında epey heyecana neden olmuştur.[7]
Bu korku, 1915 öncesi ölçüsünde değilse bile en azından 1915 yılında, Alevi cemaatinin "Ermeni boyutu"nu  "azaltmak" için ciddi bir neden oldu ve bu tarihten sonra da sorun olmaktan çıktı. Alevilerin yanısıra 20. yüzyıldan önce alevi olmuş Ermeniler, çok önemli olmamasına rağmen, Dersim Alevileri’nin "Ermeni boyutu"nu hızla unutmayı yeğlediler.
Ancak, 20. yüzyılın başında, hem Ermeniler hem Kızılbaş Alevileri mümkün olduğunca unutturmayı yeğlemişti ki Kızılbaş aleviliği topluluğu bünyesindeki Ermeni öğesinin varlığı mümkün olsa; 1915 soykırımı, 1938’deki Alevilerin ve Dersim Ermenilerinin yok edilmesi, sonrasında takip eden zulümler gibi bilinmesi gereken 20. yüzyılın olayları, Dersim Alevilerinde yeni kimlik sorgulamalarına ilham vererek  ermeni kozunu yeniden canlandırdı.
1938 yılına kadar, Ermeni topluluklarının, görünüşte Dersim'in dağlık alanlarında varlıkları sürdürdüklerini  ve burada Hıristiyanlar kadar Aleviler tarafından da büyük saygı gösterilen ünlü Halvor Aziz Karapet Manastırı’nı işletmeye devam ettikleri bilinmektedir. Bu manastırın patlatılarak yıkılması, 1938’deki Dersim katliamlarının başlamasını tetiklediği düşünülür.
1938 Dersim Olayları, her türlü Ermeni kimliğinin tezahürüne  derhal bir son verdigi gibi, aynı zamanda özellikle Hıristiyan Ermeni nüfusu için de önemli olmuştur. Dersim’de bulunan son Ermeniler de kendilerine Ermeni dilinde konuşmayı yasaklayarak böylece tamamen alevi oldular ve civardaki halk,  alevi olmuş köyleri iyi tanıdıklarına rağmen, ne söz konusu köylerde ne de Dersim’in genelinde ermeni hayatına dair en ufak bir lafın bile işitildiği görülmemiştir. 2011’deki görüşmelerim sırasında, çoğu insan bana, Dersim’de Ermenilere ait en ufak bir belirtinin bile nasıl tamamen ortadan kaybolduğunu anlattılar. İşte bana anlatılanlar arasından kısa bir hikaye.
Tunceli’de yaşayan 40 yaşındaki İbrahim’in 2011’de derlenmiş öyküsün özeti.
“ Biz Vardenik Köyü’ndeniz, ya da daha doğrusu babam Vardenik’tendi, her neyse ben de orada doğdum. 1994 yılında askerler Vardenik’i yıkıp bize orda yasamayı yasakladılar. Şimdi Tunceli'de yaşıyorum. Vardenik büyük bir köydü. Hepsi Ermeni veya alevi olmuş Ermenilerdi. Biz kendimiz Haydaran[8] aşiretindeniz; ama ben nasıl ve ne zaman bu aşirete dönüştüğümüzü bilmiyorum; çünkü önceleri anne ve babam hala Ermeniyken, onlar Mirakian aşiretindeydiler. Bu belki 1938 ya da daha dogrusu 1915’ten sonra gerçekleşmiş olabilir. 1915 yılında köy hasar görmedi çünkü köye girilmedi.  Ama 1938 yılında köye döndük ve nüfus katledildi. Herkes burada Haydaran ve Demalar Aşiretlerinin eski Ermenilerden geldiğini bilir. 1938 katliamları, 1915’tekiler gibi aynı değildi. 1938’den önce, casuslar raporları yapıyor, şüpheli kişi ve köylerin listelerini hazırlıyorlardı. Ve sonra katliamlar bu listelerden yola çıkarak gerçekleşti... 1938’de Dersim Katliamları sırasında özellikle Ermeniler katledildiler. O zamanlar Vardenik Köyü  tamamen boşaltılmış, köyün nüfusu iki yaşındaki çocukların bile katledildiği Kocakoç’a götürüldü. Öyle bir katliama uğramışlardı ki cesetleri bile bulunamadı. Dedemler de bundan nasibini almışlar. Sadece babam, bir dağ köyünde gizlenerek ordan kaçmayı başarmış. O, sekiz yaşındaymış. Büyüdüğünde kendisi gibi yetim kalan diğer çocuklarla birlikte 1945-1947 yılları arasında Vardenik’e geri dönmüşler. Toplamda otuz kişiymişler. Katliamlar çoktan tamamlanmıştı. Babam köye döndükten sonra Alevi olmuş. Aynı babam gibi 1938’de burdan kaçmayı başarabilen  diğerleri de köye döndüklerinde Alevi olmuşlar. Bu zaten 1940'lardan sonraydı. Fakat 1980'lerde, devlet yine köyü boşaltmaları için insanları zorlamıştır. Ve 1993 yılında henüz ayrılmamış olanlar katliam edilerek öldürülecekleri korkusuyla gitmeye zorlandılar. O günden günümüze kadar Verdenik’e gitmek yasak. Ben bile hala ebeveynlerimin Ermenice konuşabildiklerini bilmiyorum... Belki de biliyorlardı, ama  konuşmazlardı. Onlar bizim yanımızda asla Ermenice konuşmamışlardır. Ermenice konuşmak genellikle tehlikeliydi. Benim yaşıtımda hiç kimse Ermenice bilmez. Ailem, özellikle dedemler, Hıristiyan ve Ermeniydi. Babalarımız 1938’den sonra Alevi olmuşlar. Babam bana İbrahim adını verdi çünkü bu Abraham anlamına gelir ve bir Ermeni adıdır. Babam bu ismi bilerek seçti çünkü bu isim,  Ermeni isimleri arasında yer alır. Türkiye'de başka bir isim koymak mümkün değildi. Bu 1930’larda yasaktı ve herkesin bir Türk Müslüman ismi taşımak zorunda olduğu zamanlardı. Bugün, burada  Ermeni kalmadı. Hepimiz Alevi olduk. Ama herkes kimin Ermeni kökenli olduğunu bilir. Bütün bunlardan sonra bizi ermeni ya da alevi diye ayırmanın ne farkı var çünkü her halükarda hükümet her ikisini de sevmiyor? "


Dersim’in mevcut nüfusu içindeki Ermeni boyutu nedir? Bu soruya herkesin cevap verebilmesi şüphelidir. Çünkü Ermeniler bir yandan 20. yüzyıl boyunca kendi kimliklerini gizlemeyi tercih etmiş, diğer yandan da Aleviliği benimsedikten sonra Ermeni ve Aleviler arasındaki evlilikler artmış sonra da yaygınlaşmıştır. 1993-1994 yıllarında dağdaki nüfusun zorunlu göçüne kadar, bölgede yaşayan Alevi olmuş Ermeniler arasında bazı iç ermeni evlilikleri  yerini korumuşsa da, hemen sonrasında yirmi yıl boyunca, Ermenilerin kendi aralarında evlilikleri hala arzu edilmiş olsa bile bunu pratikte yürütmek imkansız hale gelmiştir. Karma evlilikleri teşvik etme ve Ermeni kimliğini unutmaya mahkum etme çabaları, görünürdeki veya resmi Ermenililik karakterini özellikle de Alevi Ermeniliği silmekle sonuçlanmıştır. şu an Dersim’de Ermeni olmak, sadece Ermeni aslın hatırasını ifade etmektedir.

Metzkert (Mazguert)’teki Danabouran Köyü’nde görüştüğüm Alevi olmuş Ermeni birinin, kimliği hakkında oldukça belirsiz bir fikri vardı: “Ben Ermeni değilim, ben de herkes gibiyim, ama bana neden Ermeni olduğumu soylediklerini anlamıyorum. Biz burda Kürtçe konuşuruz. Mazkert’te Kürtçe konusulur. Hartchik nehrinin bu tarafında herkes Kürtçe konuşur. Ve Hartchik nehrinin diğer tarafında ise Dersimlice[9] yani Zazaca konuşulur. Nazimiye, Ovacik, Kozat ve Bolomerik’te Zazaca konuşulur. Çemeskezik’te Türkçe konuşulur. Ben bizzat Zazaca bilmem ama herkesin Türkçe konustuğu bilinir.” ( Konuştuğum kişinin karısı,” kocasının sadece Türkçe’yi bildiğini, ne Kürtçe ne de Zazaca bildiğinin” altını çiziyor.) “Birbirimize ne kadar çok benzesek de biz aleviyiz, oysa Alevi; müslümandır, ama burda Ermeni olduğumuz söylenir. Bize sinirlendiklerinde, bize gavur, gavurun çocukları derler. Neden bize gavur gibi davranırlar? Benim çocuklarım İstanbul’dalar. Birçoklarımızın çocukları İstanbul’dalar. Orası hiç kimsenin, kimin nereden geldiğini, kim olduğunu, ne olduğunu bilmediği büyük bir şehir.”


20. yüzyıldan önce, çok önceden alevi olanların,  kökenlerine göndermede bulunmamaları ve  “Kızılbaş-Alevi-Zaza” kimliği üzerinde elle tutulur somut bir  iç çatışma yaşamamaları dikkat çekicidir. Onların nihai Ermeni geçmişleri  hala bazı kültürel alışkanlıkları ile ispat edilebilir. “Dersim Kızılbaşlarında ne zaman bir çocuk hastalansa, hemen bir Ermeni kilisesine götürülür, ona kilise yöresinde yerden çıkan kaynak suyu verilir ve kurban kesilir. Bu tür şeyler Dersim’de yaygındır ancak sadece alevi çevresinde.” Buna benzer olaylar Dersim’in her tarafında gözlemlenmektedir, ancak sadece bir Alevi çevresinde.

Bugün hiç olmadığı kadar, terim seçimi tartışmaları, kimliklerini adlandırmaktan önce , Dersim Alevilerinde kendi varoluşsal durumunu zayıflatan keskin ve çelişen güçlü duygular doğurmaktadır. Ve herkese kökene bağlı, geleneğe dayanan, tarihi, siyasi, duygusal, külturel ve dini kanıtlar zoruyla sözcük dağarcığı fikrini geliştirmek düer.





[1] (20) Adranik, op. Cit., s. 64,161,162. G.Haladjian, op. cit., s. 33, 84, 249, 256 vs. G. A. Yerevanian, “Tcharsantja Ermenilerinin Tarihi”, Beytouth, 1956, s. 133 (ermenice)
[2] Adranik, op. Cit., s. 161-162
[3] Adranik, op. Cit., s. 161-162
[4] G. A. Yerevanian, op. Cit. 1956, s. 65 (ermenice)
[5] Tankut, Hasan R., « Zazalar hakkinda sosyolojik tetkiler ». M. Bayrak,”Açik-Gizli/ Resmi-Gayriresmi Kürdoloji Belgeleri” Ankara. Özge, 1994 (1935), s. 470-3. Cf. White 1908, s. 230. White, George E., "Some non-conforming Turks", Moslem World”, 1918, s. 246.
[6] Riza Nur, “Hayat ve Hatiratim. Riza Nur-Atatürk Kavgasi”, Istanbul, 1992, t. 3, s. 112.
[7] Dersim’in Zazaca konusan Alevileri bunu hatta 2011’de onaylamaya devam ediyorlardi.
[8] Haydaran (hollandaca: Haytaran) Dersim’in Alevi Asiretleri
[9] Ermeni dilinde edebi olarak ( Dersim’den) “Dersimlice” diyerek konustugum kisi, zaza diline gondermede bulunuyordu. Bu şekilde, kimlik terminolojisi sozcugu, Dersim’in Alevi Zazalarina ait olan “Dersimlice” ifadesiyle  zenginleştirilmiş.


..

Dersim’de kimlik araştırması Birinci Bölüm: Dersim’in alevi olmuş Ermenileri




Dersim’de kimlik araştırması Birinci bölüm: Dersim’in alevi olmuş Ermenileri..,









Ermenistanlı etnolog Hranouch Kharatyan Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze izlenen Türkleştirme politikalarının Dersimliler üzerindeki etkisini inceliyor. Osmanlı'dan günümüze Dersim'in farklı toplulukları kimliklerini farklı şekillerde tanımladılar. Ama onların tanımlarından bağımsız olarak devletler her dönemde bu toplulukları yakından izledi.

Türkiye Cumhuriyeti’nde "kimlik hakkının" geçirdiği evrimler
Türkiye halkına « Türk » kimliğinin yoğun bir şekilde aşılanması ve « Türk» isminin verilmesi programı politik, ideolojik-kültürel ve zorlayıcı idari yöntemler aracılığı ile modern bir ulus devlet yaratmak için Kemal Atatürk tarafından düzenlenmiştir.
Bu program büyük bir başarı ile 1990 yılına kadar sürdürülmüştür (eğitim, tarihi açıklamalar, sosyopolitik makaleler, yer ve kişi adlarının Türkçeleştirilmesi, edebiyat, idari ve hatta pedagojik görevlerden Türk olmayan kişilerin uzaklaştırılması vb.).  Hasılı,  önemli sayıda Kürt, Arap, Rum, Laz ve Kafkas ve Balkan (Arnavut, Bulgar, Sırp vs.) köken diğer halk ve Ermeni soykırımı'ndan sağ kalanlar, derinden veya gözle görülür bir şekilde Türkleştirilmişlerdir.
Aslında başka çıkış yolları yoktu.  Çünkü "Türk olmayanlar"ın konumlarının uygulama ile ortaya konulduğu  (Hıristiyanlar en alt kademede, Aleviler bir üst kademede, sonra Sünni Araplar ve Kürtler ve Sünni Türkler en üst kademede) bir kast sistemine resmen entegre edilmiş olmalarının haricinde,  sadece bir  « Türk » sosyal statüsünü değiştirebilir, memur olabilir,  kariyer yapabilir, bir devlet okulunda ders verebilir, mali, kültürel, politik ve sair tüm alanlarda sürekli işkenceye maruz kalmaktan kurtulabilirdi. 
« Türk olmak » kolaydı:  Türkçe konuşmak, Sünni Müslüman olmak ve « Türk » olarak adlandırılmak yeterliydi, bu da gelecek nesilin Türk sosyokültürel ve politik hayatına entegre olmasına en azından bir şans vererek, siyasi ve idari baskılardan ve sosyal olarak acınacak bir halde olmaktan kurtulmayı sağlayacaktı. Böylece, toplumda « Türk » kimliğini oluşturan etkenlerin en az onla çarpılması, ve çok yakın zamana kadar çok dinli ve bir çok etnik gruba sahip bir Türkiye’nin etnik-dini imajının hızlı ve ani bir şekilde değişmesi için, toplumun laikleşmesi ve kimliğin Sünni-Türkleştirilmesi programı kemalist Türkiye’de ciddi bir direnişle karşılaşmadan başarı ile uygulanmıştır.
« Türkleştirme » siyasi programının genel başarısının önemli bir kısmı, özellikle bilindiği kadarı ile aileler veya gruplar tarafından muhafaza edilmiş sözel hatıralara dayanan geçmişi bilmeme ve kitlenin kültür değişiminden kaynaklanmaktadır. Uniter Türkiye’nin ulusal tarihi olaylarının yeni anlatımı, Türkiye’nin « Türk olmayan » geçmişinden oldukça başarılı bir şekilde bahsetmekten kaçınır ve hatta kendi içinde « Türk olmayan » bir nüfusun varlığından söz etmeyi de ihmal eder. Hatta, Ermeni ve Rumların hemen hemen tamamının XXci asrın ilk yarısında yok edildiği, Lozan konferansının resmen tanınmalarını Türkiye’ye mecburi kıldığı Ermeni, Rum ve Musevi azınlıklar, tarihi, sadece sıkı yıllık bir kontrolün konusunu teşkil eden (bu kontrolün günümüzde de varlığını sürdürdüğü) ve sadece Türk hocalar tarafından verilen, Türk ulusal tarihinin resmi versiyonuna göre kendi ulusal okullarında öğrenme hakkına sahiptirler.
Geçmiş ve tarihle ilgili olarak, izole gruplarda nesilden nesile taşınmış sözlü hatıralardan başka, gerçekten de resmi tarih bilgi kaynağı dışında herhangi başka bir bilgi kaynağı mevcut değildir.  Bir zamanlar zengin tarih yazımı geleneğine sahip ve bu konuda eğitimli Ermeni ve Rum soykırım kurbanı nesil dahi sözlü anı dışında, geçmişle ilgili başka bir bilgi kaynağına sahip değildir. Bu şartlarda Türk « ulusal tarihi », gerçekten de diğer etnik kimliklerin varoluşuna kadar ve geçmişin hatırasını dahi maskeleyebilecek, orta sınıf Türk ulusalcılığını oluşturan güçlü bu faktöre dönüşmüştür. Toplumun eğitilmesi ile 1950 yılından itibaren yayılmaya başlayan Türk « ulusal tarihi », Türk toplumunun genel olarak kabul ettiği tek şeydi ve esas değilse bile kamu söylemlerinin kanıtlayıcı tek örneğiydi.
1970’li yıllarda Türkiye’nin resmi laikleşme programında bir değişiklik yapıldığı görülmektedir. Diyanet İşleri'nin faaliyetleri pekiştirilmiştir, şöyle ki o zamana kadar okullarda seçmeli ders olarak okutulan din mecburi bir ders halini almıştır. Sünni imamların dualarının katılması ile yeni camilerin inşa edilmesi gerçekte imamların dualarını ve camileri tanımayan Alevi cemaate de empoze edilmeye başlanmıştır. Tabii ki Aleviler bu değişimi hükümetin Sünni dini uygulamaya Alevi çocukların mecburi katılımını ve camilerin inşa edilmesinin arttırılmasını Alevi köylerinin için zorunlu kıldığı göz önüne alınırsa, tabii ki Aleviler bu değişimi kaçıncı zorunlu Sünnileştirme girişimi olarak değerlendirmişlerdir. Bu durum Alevilerin "gizlilikten" kurtulmalarına ve açıkça ortaya çıkmalarına vesile olacaktır. Türk toplumunun gözündee sadece folklorik bir anlamı olan Alevilik böylece adeta yeniden dirilir ve çeşitli tartışmalara vesile olur.
Kürt kimliğinin yeniden ifade edilmesi ve ulusal kurtuluşu ile ilgili başlamış olan operasyonlar, Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ve Türk ordusu arasındaki silahlı çatışmalar ve ayrıca medyada ve genel alanda « Kürt » kelimesinin etnik anlamda sık sık kullanılması « Türk tekliği » sorunu ile ilgili soru işaretleri ortaya çıkarmıştır. « Laik » ve « Müslüman »  arasındaki birlikte yaşama ikiliği toplumsal tartışmaların konusunu teşkil etmeye başlamıştır. Ayrıca, 1960-1970 yılları arasında sosyalist düşüncelerinden dolayı mahkûm edilmekten kaçarak Avrupa’ya sığınan Türkler,  kritik bir revizyonun konusunu teşkil eden, ulusal tarihle saptanan, Türk kimliğini şüpheye düşüren analizlerin  -1980-1990 yıllarında dahi – Türkiye’de görülmeden önce Türkiye’nin başka bir tarihine karşı durmak zorundadırlar.
1990’lı yılların ayrı grupların özel kimliklerinin gittikçe yılmaz tezahürleri ve Türk toplumunun genel kimlik krizi açısından bir dönüm noktası oluşturduğu söylenebilir. Hatta bazı analistler bir « kimlik yetkisi » döneminden söz etmektedirler. Fakat, gerçekte Türkiye azınlıklarının uzun süredir deklare edilmemiş kimliklerle yaşamaları ve ne olursa olsun değişiklere maruz kalmış olmaları dolayısı ile, bu geçiş yıllarını belirtmek için bir « dini-etnik kimliklerin serbest bırakılması» döneminden söz edilebilir.

Dersim’de « kimliklerin serbest bırakılması»


Türkiye’de 1990 yılında başlayan kimliklerin serbest bırakılması dönemi sadece Alevi kimliğinin tekrar doğuşuna sebebiyet vermemiştir, fakat açıkça « Avrupa’daki Alevi mülteciler alanında olduğu gibi tüm ülkede Alevi kimliğini (…) ortaya çıkarmıştır. Alevi entellektüeller ve yöneticiler Alevi tarihini, geleneklerini ve kimliğini tanımlamayı kararlaştırmışlardır.»1
Martin Van Bruinessen’e göre, Aleviler Kemalizm altında, Aleviliği bir dini kimlik dışında bir sosyal-demokrat ideoloji olarak düşünmeye alışmışlardır, dini tekdüzelik resmi politikası, bu şekilde Alevilere özgü kimlik problemleri analizi ve Aleviliğin tekrar doğmasına olanak vererek, alevi dini-sosyal kimlik üzerine tartışmaların tekrar başlatılmasına onları mecbur kılmışlardır2.
Başlangıçta, Dersim halkının yeni kimlik arayışı, Sünni Kürtler arasında canlı bir tavırla gelişen etnik-ulusal hareketinin dışında tutarak büyük bir ihtimalle Dersim'le ilgili güçlerinden emin olabilecekleri şekilde yetkililer tarafından da desteklenmiştir. 1976 yılında Hürriyet gazetesinde yayınlanan bir makalede, Dersim’i belirtmek için ilk defa « Alevistan »  kelimesinin kullanıldığı görülmüştür3Fakat Dersim Alevilerinin kimliklerinin tekrar doğuşuna dair yetkililer korkuya kapılmışlardır. Çünkü Aleviler Türk toplumunun üyesi olarak değil, kendi istekleri olan özel kimlikle ilgili azınlık olarak Kürt hareketlerine karşı organize olmuşlardır, oysaki buraya kadar « Alevi », « Zaza », « Kızılbaş » gibi tabu ilan edilen olan tanımlar su yüzüne çıkmışlardır.
Avrupa’da bulunan Zazaca konuşan sünniler ve Alevilerin bir kısmı genel Kürt topluluğunda Zazaca yayın yapmaya bile başlamış ve azınlıkta kalsa da kendine özgülüğünü koruyan bu kimliğe bir yer ayırmıştır. 1980’li yılların sonunda, Zaza ismini taşıyan yayın yeni bir terimi ortaya atmıştır : Zazaların yurdu olan, Zazaca konuşan sünnilerin yaşadığı, böylece Dersim'i ve Murat nehrinin aktığı bölgeyi içine alan yeni bir bölgeyi "Zazastan" kelimesiyle tanımlamıştır.
Alevi kimliği ile ilgili yoğun tartışmalar Alevi entellektüellerin kültürel bir festival düzenledikleri Sivas şehrindeki Madımak oteli'nin 2 Temmuz 1993 tarihinde yakılması ile sekteye uğramıştır.  Otuz yedi Alevi entellektüel ve iki otel çalışanı hayatını kaybetmiştir. Madımak otelinde meydana gelen yangına ve Alevi entellektüellerin ölümüne Dersim dağlık bölgesine Alevi halkının 1993-1994 yılı yetkililer tarafından zorunlu kılınan göçü de eklenmiştir. 
Göç ettirilenler 1938 katliamından kaçan, daha sonra baba ocağına geri dönerek dini-etnik geleneksel ilişkileri tekrar kurabilmiş ve Alevi hayat tarzı sürdüren Dersimlilerdir. Fakat daha sonra, önce jandarma denetiminde olan ve daha sonra yıkılan evlerine sürgün edilenlerin geri dönmesi yasaklanmıştır4. Sonuç olarak, kimliklerin serbest bırakılması evresinde Dersim Alevilerinin kimlik ve kültürel birliği yeni bir belirsizlik dönemine girerken hayatta kalmanın temel olanaklarından yoksun olarak Dersim'e dönenlerin büyük bir kısmı Türkiye’nin farklı şehirlerine ve başka bir kısmı da başta Almanya olmak üzere Avrupa’ya sığınmıştır,

Dersimlilerin günümüzdeki kimlik söylemi
Bugün, kimlik tanımları konusunda yürütülen tartışmalar Dersimlileri sık sık meşgul etmektedir. Az sayıda Sünni Türkler ve Kurmanci konuşan Sünni Kürtler dışında, 2011 yılının yazında Dersim’de çalıştığım sırada saptadığım kimlikler « Alevi »,  « Kürt Alevi », « Kızılbaş », « Alevi kızılbaş », « Kürt Kızılbaş », « Zaza Alevi », « Kürt Zaza » kelimeleri ile tanımlanmaktaydı5.  Bu, her zaman, örneğin « Zaza Kürdü » sözcüğünün Zazaca konuşan birini belirttiği anlamına gelmemektedir, çünkü Alevi inancından olup kendisinin « Kürt » olduğunu düşünenler de vardır. Hatta, bir "Alevi ve Zazaca konuşan bir kişinin" kendisini Kürt olarak tanımlamayacağı şeklinde bir kural yoktur. Bu arada, « Alevi » ve « Kızılbaş » isimleri herkes tarafından kabul edilen, anlaşılır ve jenerik kelimeler olarak benimsenmektedirler.

Dersimlilerin özel ve ortak kimlik geçmişi
Dersim halkının ortak kimliği hatırlandığı kadar her durumda problem yaratmıştır. XIX. asrın sonuna kadar Dersim Kızılbaş Alevilerinde « kendilerine has » ortak bir kimliğin belirli tezahürü görülmediği sanılmaktadır. Genel olarak « Kürt » sözcüğü kullanılmata idi, Ermeni din adamı Garèguin Servandztian Dersim’i ziayertinden sonra şöyle yazmıştır : « Bu Kürtlerin dili Zazacadır,  ve dinleri Kızılbaştır »6Hiç kuşku yok ki, Garèguin Servandztian  « Kürt » etnik kökenini « Zazaca » dilinden ve « Kızılbaş » dininden ayırmaktadır.
Kürt Alevilerin Etnik kimliği Üzerine Tartışmalar adlı eserinde, Martin Van Bruinessen cumhuriyet öncesi Türkiye döneminde bu aşiretleri belirtmek için kendisinin « Kızılbaş » ve « Kürt » sözcüklerinden başka  bir sözcük bulamadığını yazmıştır7.
Gerçekten de, Dersim halkını anımsayarak, Ermeni yazarlar çoğu kez « Dersim Kürtleri » arasında bir ayırım yapmak istemişlerdir, ve çoğu kez « Kızılbaş » sözcüğünü « Alevi » ve hatta « Zaza » sözcüğü ile birleştirmişlerdir. Bu bölgeyi çok iyi tanıyan ve Dersim’de yaşamış bir yazar olan Antranik kendi halkını tanımlamak için « Kürt » sözcüğünü kullanarak « Kürt »8 ve « Dersimli »9 sözcüklerine öncelik vermiştir, bunu bazen tüm Dersim halkını (Ermeniler ve Türkler haricinde), bazen Kurmanci konuşan Sünnileri ve çoğu kez de « Sünni Kürtlerden » ayırdığı ve « Kızılbaş Kürt10 » veya Müslüman Kürt » olarak adlandırdığı « Kızılbaşları» belirtmek için yapmıştır. 
Dersim halkını belirtmek için, örneğin Dersim’de doğan ve orada 1914 yılına kadar çalışarak belgeler toplayan Guèvorg Haladjian da özellikle "Kürt" kelimesini kullanmakta idi, fakat "Kızılbaş" yerine  "Alevi"  tanımını kullanmaya başladı, bunun karşılığı da "Alevi Kürt"tür11.
Dille ilgili olarak da aynı farklılıklar mevcuttur. Örneğin, G.Haladjian Torit köyünde Kürt ağa Munzur’la yaptığı konuşmayı hatırlamaktadır :  "Amcamın oğulları Alevice konuşur (…) "12. « Alevice »  ifadesi buradadolambaçsız olarak Sünni Kürtler tarafından da konuşulan bir Zaza dilinin varlığını ve yaratıcısının « Alevi »  topluluğuna, « Aleviliğe », « bize » verdiği değeri göstermektedir.
Birinci Dünya Savaşı boyunca, N.Adonts adlı Ermeni tarihçinin, Kürtlere özgü özel bir kimlik gibi algılanan Dersim halkına "dujikler"13dediği görülmektedir : « Dujikler olarak adlandırılan Dersim Kürtlerinin kökeni aynı zamanda oldukça şüphelidir »14. « Zaza » sözcüğünü de kullandığı görülmüştür:  "Ermenistan’daki Kürt halkının en eski tabakasına neden « Zaza » denilmektedir?Sorunun kökeni kolayca açıklanabilecek terimlerde değil onların içeriğindedir »15Böylece, cumhuriyet öncesi Türkiye döneminde « Kürt » ve « Kızılbaş »  sözcüklerinin sık sık olmazsa da « Alevi » ve « Zaza » kelimeleri kadar kullanıldığı açıkça görülmektedir.
Dersim halkı genellikle kendilerini tanımlamak için ortak sözcükler kullanmamışlardır. Kendi aralarında ailelelerinin, yani aşiretlerinin isimlerini kullanmaktaydılar. Andranik ileri gelen aşiretleri şu şekilde sayar:  Izoller, Palanagalar, Kıranlar, Haytaranler, Tjipan (veya Tjipranlar), Alanlar, Tujikler,  Kuteler,  Apasanlar,  Halvorek (veya Halvoruklar),  Şeyh Hasanlar,  Mamikler, Miraguyan (veya Miraklar), Kureşanlar, Karatşollar,  Yusufanlar, Kuzuçanlar16. G. Haladjian Alevi aşiretlerini bu aile serisinden ayrırır : "Kut vadisindeki Tujik dağı yamaçlarında sayıları 120 000’den fazla olan yerliler, hepsi Alevi isimleri Haytaran, Kıran, Tjipran, Alan, Mirak Apasan vs. olan aşiretler bulunmaktaydı ».17
Hans-Lukas Kieser, Kızılbaş-Alevilerin kendilerini izole etmeye ve korumaya mecbur kılan Osmanlı devletinde XVII. asırdan itibaren maruz kaldıkları olumsuz muameleler ve buna bağlı olarak kamuoyu tarafından red edilmelerini Dersim Alevilerinin farklı kimliğinin oluşumda rol oynadığını ifade eder. Hans-Lukas Kieser‘e göre Türkiye’de resmi olarak bu topluma yapılan baskı ve hoşgörüsüzlük politikası Kızılbaş-Alevi kimliğinin oluşmasına sebebiyet vermiştir18.
Sultan II. Abdülhamid zamanında Kürt Hamidiye gruplarının kurulmasının bu azınlığın kimlik ayrılıkçılığında temel rolü üstlendiği düşünülmektedir. 1880 yıllarında, atlı ordu kurma hakkını birçok Sünni Kürt boylarına veren Sultan II. Abdülhamid « Dersim Kürtleri » olarak adlandırılmış Kızılbaş-Alevilerin bunlara dahil olmasına müsaade etmemiştir.  Mekteb-i Aşiret’te öğrenim görmek ve silahlı militer gruplara dahil olabilme hakkına sadece Sünnilerin sahip olması bunun kanıtını oluşturmaktadır. Kızılbaşlar bu reddi Kürt ve Aleviler arasındaki uçurumu kazan, politik bir ayrımcılık olarak yorumlamaktadırlar.
Gerçekten de, Dersim Kızılbaş-Alevileri, XIX. asrın sonuna kadar özgül kimlik problemlerine özel olarak sahip değildiler. Dersim Alevileri ve Sünnileri bağımsız bir düzen içinde yaşamakta ve zaten sadece toplumsal yönden değil nüfus olarak da kendilerinden aşağı bie seviyede kabul edilen yerli Ermeni topluluğunu de egemenlikleri altına almışlardı. Dersim’de sosyal yapı aşiret kabilesi tipinde idi ve aşiretler dini bir ilkeye göre –Sünniler, Aleviler, Ermeni Hıristiyanlar- organize oldukları için sosyal ilişkiler kimliğe göre yürümemekte ve kuvvete dayalı, aşiret ve aile bağlarına göre işlemekteydi.
XIX. yüzyılın sonuna kadar Dersim’de yukarıdan aşağı etki eden bir iktidar görülmez. Burada ne mahkeme, ne polis ne de ordu vardı.  Anlaşmazlıklar aşiret reisleri tarafından ve ananevi hukuka göre çözülürdü. Hepsi silahlıydı ve her bir aşiret boyu bireysel olarak kuvvet ve silahla haklarını korumaktaydı. Bu sosyal organizasyonun stabilitesi etnik köken-dil-din kimliği kaynaklı anlaşmazlıkları önlerdi, buna göre gruplar arasında etnik köken-dil-din ayrımı yapma imkanı yoktu. Dersim’de, Alevi veya Sünni olma durumu birinin diğerinden üstün olma avantajına sahip olmasına yol açmıyordu. Sünniler askeri gruplar kurma hakkını elde ettikten sonra daha avantajlı hale geldiler. Kürt Hamidiye Alayları'nın başlıca görevi doğudaki topraklarda yaşayan Ermenilere baskı uygulamak ve katletmek olduğuna göre Dersim Alevileri'nin uzak ama dikkate değer bir Ermeni kökenine sahip olmasının Osmanlı'nın bu alayları kurma kararında rol oynamış olması mümkündür.

(1) David Zeidan, Aralık 1995, “Osmanlı Alevileri” (İngilizce)http://www.angelfire.com/az/rescon/ALEVI.html
(2) “Kurds, Turks and the Alevi revival in Turkey".Profesör Martin Van Bruinessen, http://www.uga.edu/islam/alevivanb.html Orijinaline: http://www.let.ruu.nl/oriental_studies/mvbalevi.htmlsitesinden ulaşılabilir)
(4) Bu yasak ve polis gözetimi günümüzde de devam etmektedir. Boşaltılmış köylere girmek hala çok zordur. (H. Kh.).
(5) Bazı araştırmacılar Türk Alevileri ve Türkmenleri (Bektaşiler ve Tahtacılar) Dersim Kızılbaşlarından ve Kürtlerden ayrı tutmaktadırlar. Paul White Dersim Kızılbaşları'nın « Kürt » adını sadece özellikle Türklerle olan mücadelelerinde Anadolu Kürtlerinin desteğini alabilmek ve kendileri hakkında hiçbir şey bilmeyen dış dünyanın dikkatini mücadelelerine çekebilmek için kabul ettiklerini ileri sürmektedir.  (Paul White, “Ethnic Differentiation among the Kurds: Kurmancо, Kizilbash and Zaza",http://members.tripod.com/~zaza_kirmanc/research/paul.htm).
(6) Garèguin Servandztiants, "Eserler", cilt 2, Erevan, 1982, s. 396 (Ermenice).
(7) Martin van Bruinessen, "Alevi Kürtlerin Etnik kimlikleri Üzerine Tartışmalar",http://www.let.uu.nl/~martin.vanbruinessen/personal/publications/Alevikurds.htm
(8) Andranik, "Dersim’e seyahat", Tiflis, 1900, p. 22, 23, 32, 90, 98, 100, 134, 137, 138 140, 141, 142, 143, 144, 145, 148, 149, 199, 200, 213.
(9) Ibidem, p. 15, 100, 102, 103, 105, 106, 120, 122, 128, 139, 140, 152, 153, 155, 160, 161.
(10) Ibidem, p. 157-158.
(11) G. Haladjian, "Dersim Ermenilerinin Etnografyası ""Ermeni Etnografyası ve Folkloru » dergisinde, cilt 5, Erevan, 1975, p. 69, 76-77, 96, 254, 256, 263 (Ermenice).
(12) G. Haladjian, ibidem, p. 256.
(13) Doujik, Toujik: Bazı XIX. yüzyıl yazarlarının Dersim halkını belirtmek için kullandıkları ulu Dersim dağının adı.
(14) Nicolas Adonts, Ermeni sorunu, s. 108.
(15) Nicolas Adonts, ibidem, p. 108.
(16) Andranik, "Dersim’e yolculuk", op. cit. p. 151.
(17) G. Haladjian, « Dersim Ermenilerinin Etnografyası "", op. cit., p. 263.
(18) Hans-Lukas Kieser, "Doğo Anadolu misyonerlerine Alevilerin cevapları ile ilgili birkaç not » (XIX.-XX. asırlar)", Basel, İsviçre, http://www.hist.net/kieser/pu/responses.html (İngilizce).

http://repairfuture.net/index.php/tr/kimligi-ermenistan-dan-bak-s/dersim-de-kimlik-arayisi-1-boelum-dersim-kimlikleri
..

18 Aralık 2014 Perşembe

100. Yılında Teşkilat-ı Mahsusa ve Türk İstihbaratçılığı




100. Yılında Teşkilat-ı Mahsusa ve Türk İstihbaratçılığı.,


Bir stratejik araştırma merkezi olarak önemli siyasa üretimi merkezli çalışmalara imza atan 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü akademik alanda da önemli araştırmalar ve çalışmalar yapmaya devam ediyor. 2014 yılı içerisinde Enstitümüzün düzenleyeceği akademik kongrelerden birisi de  Kuruluşunun 100. YılındaTeşkilat-ı Mahsusa ve Türk İstihbaratçılığı başlığını taşıyacak. Aralık 2014’de yapılacak olan kongre sadece Teşkilat-ı Mahsusa adlı efsanevi istihbarat teşkilatımız ile ilgili olmayıp bütün Türk istihbarat tarihini kapsayacak.
Teşkilat-ı Mahsusa esasen bir parti istihbaratı olarak 1911’de faaliyetlerine başlamış ise de resmi bir kurum olarak Harbiye Nezaretine bağlı kurulması Ağustos 1914 bazı kaynaklarda ise Kasım 1914 olmuştur. Teşkilatı Mahsusa ve Türk istihbaratçılığının önemli isimlerinden Hüsamettin Ertürk, Teşkilat-ı Mahsusa’nın amacını şöyle anlatmaktadır:  “Bu teşkilatın gayesi, bir taraftan bütün İslamları bir bayrak altında toıplamak, bu suretle Panislamizme vasıl olmaktır. Diğer taraftan da Türk ırkını siyasi bir birlik içinde bulundurmak, bu bakımdan da Pantürkizmi hakikat sahasına sokmaktır.”
Enver Paşa’nın bir yandan Emiri Efendi’nin İttihat ve Terakki programındaki panislamizmden, diğer taraftan da Ziya Gökalp’in pantürkizminden ilham aldığı muhakkaktır. Birinci Dünya Savaşı’nın sonlanması ile tasfiye edilen bu kısa ömürlü istihbarat teşkilatının Türk istihbarat tarihine vurmuş olduğu damga ömrünün kısalığına rağmen
Teşkilat-ı Mahsusa’nın önde gelen isimleri arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminin de önemli isimleri vardır.Binbaşı Süleyman Askeri, Eşref Sencer Kuşçubaşı, Yakup Cemil, Dr. Bahattin Şakir, Mithat Şükrü Bleda, Fuat Balkan, İsmail Canbolat, Filibeli Hilmi Bey, Nuri Kıllıgil Paşa, Halit Kut Paşa,  Ali Fethi Okyar, Ali Çetinkaya, Ahmet Fuat Bolca, Nuri Conker, Rauf Orbay öne çıkan isimlerdir.
Teşkilat-ı Mahsusa hataları ve sevapları ile kuruluşunun 100. Yılında anılmayı hak ederken, Türk İstihbaratı da tarihsel gelişimi içinde artık akademik bir platformda değerlendirmeyi hak etmektedir.  İstihbarat, gizli saklı takip, dinleme, fotoğraf çekme, film çekme gibi son günlerdeki gelişmelerin de bir neticesi olarak algılansa dahi bunlar değildir. Bu yukarıda sıralanan eylemler şüphesiz istihbarat toplama eylemlerinin bir bölümü olmakla beraber, istihbarat esas olarak ANALİZ’dir. Bu anlamda istihbarat denilince aklımıza gelmesi gereken ilk husus 007 James Bond değil, küçük bilgi kırıntılarını ve ipuçlarını bir araya getirerek sonuca varan polis dedektifi Sherlock Holmes’dür.
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü tarafından düzenlenecek olan kongrede Çin belgelerinde Hun istihbaratından başlanarak bugüne değin Türk istihbaratının geçirdiği aşamalar konularında uzman olan akademisyenlerin ve Türk istihbaratında görev yapmış araştırmacıların sunacağı tebliğler ile ele alınacak ve tartışılacaktır. Bu Kongre gerçekten tartışmalı olacak çünkü İlber Ortaylı ve Murat Bardakçı gibi Türk tarihçiliğinin değişik alanlardaki önemli isimleri 26 şubat 2012 ve 12 Şubat 2012’de  yazdıkları yazılarda Teşkilat-ı Mahsusa’nun gerçek anlamda bir parti ve devlet istihbarat teşkilatı olarak varlığının dahi tartışılabileceğini ileri sürmüşlerdir.
Şurası kesindir ki istihbarat her şeyden önce bir entelektüel faaliyettir ve güdük beyinler ile güçlü entelektüel faaliyetler yapılamaz.
Öte yandan güçlü beyinlerinde güçlü bir entelektüel istihbarat faaliyeti yapması, güçlü bir istihbarat kültürü geleneği içinde gelişmelerine bağlıdır. Yoksa, en yetenekli ve zeki bir istihbarat analizcisi dahi, bulunduğu ortam içinde sönüp gidecektir. İstihbarat kültürünün ve geleneğinin oluşması ise istihbaratın Yıldız Sarayı’nın veya Yenimahallenin yüksek duvarlarının arkasından çıkarak, üniversitelere, kütüphanelere, lisan kurslarına, kongrelere, panellere, düşünce kuruluşlarına katılması, onlar ile kendi şartları içinde eklemlenmesi, istihbaratı tılsımlı bir alan olarak görmekten kurtulup, entelektüel bir faaliyet olarak görmesi ile mümkündür. İstihbarat ile ilgili bu tür kongreler, paneller, tebliğler, kitaplar istihbarat kültürünün ve geleneğinin güçlenmesine yardımcı olacaktır.
Kongreye tebliğleri ile katılmak isteyenler tebliğ konu ve özetlerini uozdağ61@gmail.com adresine Konu: İstihbarat Kongresi başlığı ile  yollayabilirler.

..

Polis ve jandarma dikkat: PKK çok ciddi bir alana el attı


Polis ve jandarma dikkat: 

PKK çok ciddi bir alana el attı



Bir süreden buyana PKK taraftarları futbol maçlarını tahrik için zemin olarak kullanmaya başladılar. Bu çok önemli toplumsal gelişmelerin tetikleyicisi olabilir. Bir hukukçu arkadaşım twitter üzerinden Yugoslavya iç savaşı öncesinde futbol maçlarında çıkan olaylara dikkatimi çekti. Kamu hukuku, soykırım ve Balkanlar konusunda uzman olan Dr. Gözde Kılıç Yaşin’den rica ettim ve bana Yugoslavya iç savaşı öncesinde gerçekleşen futbol merkezli çatışmalar ile ilgili bir bilgi notu hazırladı. Aşağıda bu nottan alıntılar yapacağım: 
Yugoslavya’da bölünme öncesinde bir zamanlar tüm Yugoslavların gururu ve takımı olan Kızılyıldız artık Sırp aşırı milliyetçiliğinin en büyük bayrağı olmuştu. Dinamo Zagrep de artık sadece Hırvatların takımıydı. İç Savaşı tetikleyen Kızılyıldız-Dinamo maçından üç yıl önce Sırp ve Hırvatların birlikte forma giydikleri Yugoslavya Ümit Milli takımı dünya şampiyonu olmuştu.
13 Mayıs 1990’da Kızılyıldız-Dinamo maçının galibi baştan belliydi. Kızılyıldız Zagreb’e şampiyonluğunu kutlamaya gidiyordu. İki tarafın aşırı milliyetçileştirilerek saldırganlaştırılmış fanatikleri henüz maç başlamadan birbirilerinin arabalarını ateşe vererek savaşı başlattı. Kızılyıldız’ın kendilerini “Kahramanlar” olarak adlandıran Delije taraftar grubundaki 3 bin kişi, yanlarında tel örgüleri imha edecek asit sülfüriklerle Zagreb’e gelmiş, liderleri Arkan eşliğinde 10 bin kadar Zagrebli ile iç savaşın bir nevi provasını yaptılar.
O dönemde Zagrep polisi multietnikti ancak olaylar başlayınca amirlerini de dinlemeyerek etnik gruplarına göre kavgada yerlerini aldılar. Çoğu Sırp kökenliydi ve Dinamo taraftarlarına coplarla saldırdı.  Sırp taraftarlar sülfürik asitle tel örgüleri eritip Dinamo Zagreb’in Kötü Mavi Çocuklar’ına saldırdı, onlar da bıçaklarla karşılık verdi.
Kızılyıldızlı Delije’lerin lideri olan Arkan, Kaplanlar adıyla dünyaca meşhur olan cinayet ve tecavüz çetesinin nüvesini Kızılyıldızlı holiganlardan oluşturdu. Hatta daha da güçlü bir çete kurmak için bir kez daha futbolu devreye soktu. Bu futbol savaşının tek günahkarı Sırplar değildi, en baştan itibaren Hırvatlar da en az Sırplar kadar savaş suçlusuydu.
Halihazırda 1980’li yıllarda Hırvat aşırı milliyetçiliğinin en büyük kalesi olan Dinamo Zagreb’in Maksimir Stadı artık yasa dışı silah ticaretinin en büyük merkezlerinden birisine dönüşmüş, Dinamo’nun armasındaki damalı bayrak Hırvatistan’ın yeni bayrağı olmuştu. Birçok Hırvat savaş suçlusu, iç savaş esnasında Sırp ve Boşnak kadınlara tecavüz ederken, Split ve Dinamo marşları söyleyecek, Sırplar da Kızılyıldız ve Partizan marşlarını savaş çığlıklarına dönüştürerek aynı iğrenç muameleyi Hırvat ve Boşnak kadınlara yapacaklardı.
Sırbistan ve Hırvatistan Euro 2000 elemelerinde aynı gruba düştü. Her iki maç da beraberlikle sonuçlanırken, saha dışında taraftarlar birbirlerinin arabalarını yaktılar. Sonradan Fenerbahçe forması giyecek olan Mirkoviç, Hırvat Jarni’yle birbirlerini boğazladıktan sonra oyundan atıldı ve Sırp aşırı milliyetçileri Çetnik’lerin selamını vererek sahayı terk etti. Zaten Hırvatistan’ın yeni damalı forması İkinci Dünya Savaşı’nda Naziler ile işbirliği yapan Hırvat faşistleri Ustaşaların bayrağı ile aynıydı!
n İngiltere’deki futbol şiddetini anlatan Football Factory filminin Tommy Jones’u  holiganizm üzerine belgesel çekmeye gittiğinde Belgrad’ın köhne bir barında Zare adlı bir Partizanlı’nın bir Hajduk Split’li tribün liderine nasıl tecavüz ettiğini kendisinden geçerek anlattığı anda belki de ilk kez futboldan tiksindi çünkü Balkanlar’da futbol savaş, savaş da futboldu!
Bunlardan Yaşin’in çıkardığı sonuçlara gelince: “Futbol,  aşırı milliyetçiliğin canlandırılması ve kitleselleştirilmesi için kullanılan bir enstrüman olabilir. Futbol taraftarları holiganlaşmaya yatkındır, tüm marşlar insanlar üzerinde gururu arttıran ve saldırganlaşmaya yatkınlaştıran bir etki uyandırır, sahalarda da marşlar kullanılarak taraftarların enerjisinin ” öteki “ olarak belirlenene yönlendirilmesi sağlanabilir. Sadece bir etnik kökenin “öteki” olması gerekmez futbol, aynı etnik köken ve aynı din/mezhep ve aynı dil grubundan olan kişiler arasında dahi farklı takımları tutmaktan ötürü düşmanlaşma yaratabilen bir enstrümandır. Bir futbol takımına dönük aşırı duyguların tribünlerin etki altına alınması sayesinde milli duygulara dönüştürülmesi mümkündür. Bu milli duyguların aşırılaştırılması, taraftarların kısa sürede canavara dönüşecek birer saldırgana çevrilmesi son derece kolaydır.”
Sonuç olarak emniyet güçlerinin derhal statlar için yeni bir strateji geliştirmesi şart olmuştur. PKK’nın statları terörizmi kitleselleştirmek amacı ile kullanmasına izin verilmemelidir. Öte yandan Güneydoğu Anadolu’da bazı takımların yönetimlerine PKK sızlamalarının olduğu görülmektedir. Bu sızmalara karşı futbol federasyonunun derhal önlem alması gerekmektedir.