6 Ekim 2014 Pazartesi

10 AĞUSTOS 1920 SEVR VE 24 TEMMUZ 1923 LOZAN ANTLAŞMALARINDA ERMENİLER

.

 10 AĞUSTOS 1920 SEVR VE 24 TEMMUZ 1923 LOZAN ANTLAŞMALARINDA ERMENİLER



Ermeni meselesi denilen ve Ermeni milletinin gerçek çıkarlarından ziyade dünya kapitalistlerinin ekonomik  çıkarlarına göre halledilmek istenen mesele, Kars Antlaşması ile en doğru çözüm şeklini buldu. Asırlardan beri dostane yasayan iki çalışkan halkın dostluk bağları memnuniyetle tekrar kuruldu-  (Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün1 Mart 1922’de TBMM Üçüncü Toplanma Yılı Açış Konuşmasından)
 ——————————————————————
Günümüzde bulunduğu hassas coğrafyada her alanda kuşatılan ve küresel psikolojik saldırılarla içeriden teslim alınmaya çalışılan Türkiye’nin gündemini en fazla işgâl eden konulardan biri temelsiz “Ermeni Soykırımı” iddialarıdır.
Aslında Türkiye’nin kendi içinde böyle bir sorunu yoktur. 1923 Lozan Antlaşmasına göre azınlık statüsünde bulunan Ermeni yurttaşlarımızın diğer yurttaşlarımızdan hiçbir farkı yoktur. Tam bin yıldır Müslüman Türk toplumu ile uyum içinde kaynaşmış bir halde yaşayan Türkiye Ermenileri, tamamen dış kaynaklı ve destekli olarak geçmişte yaratılan ve bugünde ülkemiz üzerinde çıkarı olan küresel güçlerce canlı tutulan Ermeni sorunundan en fazla etkilenen ve tedirgin olan kesimdir.
Birinci Dünya Harbi galiplerince Osmanlı Devletine 10 Ağustos 1920’de Paris’in 3 Km. batısındaki Sevr kasabasında imzalatılan Sevr Antlaşması, Ermeni toplumunu umutlandırmıştır. Bu antlaşmada Ermenistan’ın özgür ve bağımsız bir devlet olarak tanınması öngörülmektedir. Buna göre kurulması öngörülen Ermenistan Devletinin sınırlarının tespiti ABD Cumhurbaşkanı Wilson’ın takdirine bırakılmıştır. Sevr Antlaşması’nı geçersiz kılan ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması’nda ise Ermeniler hakkında hiçbir hüküm yoktur.
27 Şubat 1921 Londra Konferansında Ermeni delegelerinden Boghos Nubar Paşa ve Aharunyan Efendi dinlenmiştir. Bu iki Ermeni delegesi de Sevr Antlaşması’nın yürürlükte kalması için direnmişler ve bunun için pek çok neden göstermişlerdir.
Ermeni delegeleri, Kilikya (Adana yöresi) için de özerklik istemişlerdir. Fransız delegesi; Kilikya bölgesinde durumu değiştirmenin güç olacağını, ancak Fransız Hükümetinin buradaki azınlıklara daha fazla önem vereceğini belirtmiştir. Bu konferansın önemli sonuçlarından biri de Türkiye topraklarında bağımsız bir Ermenistan kurulması yerine, Ermeniler için Doğu Anadolu’da bir “ocak kurulması” kararının çıkmasıdır.
Londra Konferansı’nda, Sevr Antlaşmasında yer alan hür ve bağımsız bir Ermeni devleti yerine, ortaya ne olduğu belirsiz bir “ocak” sözcüğü çıkmıştır. Bu değişik sözcük, Türklerin yönetimi altındaki Ermenilere özerklik sağlamak amacıyla Amerikalı misyonerler tarafından bir uzlaşma şekli olarak ortaya atılmıştır. Milletler Cemiyeti, 21 Eylül 1921’de bu ocağın Türkiye’den ayrı ve bağımsız olmasına karar vermiştir. Ermeniler ‘ocak’ kararına karşı çıkmışlar ve daima bağımsız bir Ermenistan kurulması tezini savunmuşlardır.
16 Mart 1921’de Rusya ile TBMM Hükümeti arasında Moskova Antlaşması, bilahare Kafkas Cumhuriyetleriyle Türkiye arasındaki 13 Ekim 1921’de Kars Antlaşması, Fransızlarla da 20 Ekim 1921’de Ankara Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmalarla Türkiye toprakları içinde bağımsız  Ermenistan kurulması umudu fiilen sona ermiştir.
26 Mart 1922’de İngiltere, Fransa ve İtalya Dışişleri Bakanları Paris’te bir toplantı yapmışlardır. Burada Sevr Antlaşması’nın Ermenilere tanıdığı haklar kaldırılmış ve bağımsız bir Ermenistan yerine ilk defa Londra Konferansı’nda milli bir Ermeni yurdu teşkili projesi ortaya atılmıştır. Bu toplantıdan çıkan Ermenilerin durumunu belirleyen karar özetle şu şekildedir;
” Ermenilerin durumu, bunların karşı karşıya kaldıkları müthiş felaketler ve müttefik devletlere karşı savaşta yaptıkları yardımlar dolayısıyla göz önünde tutulmalıdır. Bu maksatla Ermenilerin korunması ve durumlarına bir çare bulunması için milli bir ocak kurulması için Milletler Cemiyeti’nin yardım etmesi rica olunur.”
28 Ekim 1922’de İsviçre’nin Lozan şehrinde başlayan barış konferansında Ermeni sorunu “Azınlıklar Sorunu” konusu içinde görüşülmüştür. Azınlıklar için ileri sürülen hususlar özetle şöyledir;

-   Türkiye’de azınlıklara dil, din ve benzeri konularda bazı haklar sağlanmalı , bu haklar  Milletler Cemiyeti tarafından denetlenmelidir.
-   Hıristiyanlar askerlik yapmamalı, buna karşılık para olarak bedel vermelidir.
-   Din ve mezhep ayrıcalıklarının avantajları aynen kalmalıdır.
-   Azınlıklar için genel af çıkarılmalıdır.
-   Seyrüsefer serbestliğinin tanınmalıdır.
-   Yerlerinden göç etmiş Ermenilerin eski yerlerine dönmelerine izin verilmelidir.
-   Ermenilere Doğu Anadolu’da ve Kilikya’da bir yurt verilmelidir.”
Lozan Konferansı’nın 13 Aralık 1922 tarihli toplantısında azınlıkların korunması konusunda İngiliz delegesi Lord Curzon, şunları istemiştir;
” Şimdi Ermenilerden söz edeceğim. Bunlar yalnız birkaç batından beri karşılaştıkları, medeni âlemi dehşete düşüren zulümlerden dolayı değil, fakat gelecekleri hakkında kendilerine verilmiş  güvence nedeniyle göz önüne alınmaya layıktır.
Şimdi bir Sovyet Cumhuriyeti olan Erivan’da bir Ermeni hükümeti vardır. Bana söylediklerine göre burada 1.250.000 nüfus mevcuttur. Her taraftan gelen göçmenlerle sıkışıklık artmış ve artık kimseyi alamaz bir hale gelmiştir. Diğer taraftan Kars, Ardahan, Van, Bitlis, Erzurum’daki Ermeniler zarar görmüşlerdir.
Fransızlar Kilikya’yı (Adana çevresi) boşaltırken buradaki Ermeni halk da korkudan Fransız ordusunu izlemiştir. Şimdi bunlar Halep, İskenderun,  Beyrut şehirlerinde ve Suriye’nin Türkiye sınırı boyunca dağınık bir halde yerleşmiş durumdadır. Sanıyorum ki, evvelce üç milyon olan bu Ermenilerden şimdi Anadolu’da 130.000 kişi kalmıştır. Pek çoğu Kafkasya’ya, Rusya’ya, İran’a ve diğer komşu ülkelere dağılmışlardır.
Geleceğin Türkiye’sinde, gerek Anadolu’da ve gerek Rumeli’nde pek fazla bulunacak Ermenilerin güvenlik ve korunmaları için antlaşmaya özel bazı maddeler konulması gerekecektir. Ermenilerin kendi topraklarında oturmak istemeleri çok doğaldır. Ermenistan Cumhuriyeti toprakları, buna yetmez. Bu nedenle Türkiye’deki Ermeniler için, ister kuzeydoğu ve ister Kilikya’nın güneydoğusunda arazi verilmesi isteniyor. Durum, bu isteklerin yerine getirilmesini evvelkinden daha zor bir hale getirmiştir. Fakat biz Türk delegelerinin konu hakkındaki görüşlerini öğrenmekle mutlu olacağız.”
            Türk heyeti başkanı İsmet İnönü’nün soruya cevabı bugünkü Ermenistan yöneticilerine örnek olacak kadar sert ve kesindir;
”  Türk milleti ve Türk hükümeti, çıkarılan isyanları daima sabrı tükendikten sonra bastırma önlemlerine başvurmuş ve isyancılara karşılık vermiştir. Ermenilerin Türkiye’de karşılaştıkları bütün kötülüklerin sorumluluğu, kendi hareketlerine aittir. 1909 yılındaki Adana olayları ve yine Dünya Savaşı esnasında Anadolu’nun birçok vilayetlerinde çıkarılan isyanlar aynı trajedinin korkunç bir devamı halindedir. Belirtilen olaylardan da anlaşılacağı gibi Osmanlı Devleti içindeki gayri müslim unsurlar, yüzyıllardan beri rahat ve refah içinde yaşadıkları memleketin yöneticilerinin iyi duygularını suistimal etmedikçe Türkler bu halkın haklarını hiçbir zaman inkâr etmemişlerdir.
Türk Hükümeti ve milletinin insanlığa uymayan hiçbir hareketinden bugüne kadar bir şikâyet nedeni bulamamış olan Musevi cemaatinin gösterdiği örnek, Rum ve Ermeniler hakkındaki üzücü olayların suçunun bizzat kendilerine ait bulunduğunu ispat etmeye yeter. Bu nedenle tarih, azınlıklar sorunun iki esaslı etkenin gözden uzak tutulmamasını öğütlüyor.
Evvela bazı devletlerin azınlıkları korumak bahanesiyle memleketin içişlerine karışma arzusu konusundaki dış politik etki ve bu suretle arzulanan karışıklığın kışkırtmalar yapmak ve karşılık çıkarmak suretiyle meydana gelmesi; ikincisi böylece cesaret verilen azınlıkların bağımsız devlet kurmak için kurtulmaya karşı eğilim ve isteklerinin bilinmesi üzerine meydana gelen iç politik etkenler.
Ermenilere gelince: Türkiye Cumhuriyeti ile Ermeni cumhuriyeti arasında yapılan antlaşmalarla güçlendirilmiş olan ilişkiler, Ermeni cumhuriyeti hükümeti tarafından yapılacak herhangi bir kuşatma olanağını ortadan kaldırmıştır. Ayrıca Türkiye’de kalmaya karar vermiş olan Ermeniler, iyi vatandaş olarak yaşamanın kesin lüzumunu artık göz önünde bulundurmalıdırlar. Sonuç olarak TBMM delegeleri şu düşüncededirler;
Türkiye’de mevcut azınlıkların durumunun düzeltilmesi her şeyden evvel her nevi yabancı karışmasıyla gelecek kışkırtmaların giderilmesine bağlıdır. Bu amaca ulaşmak için her şeyden evvel Türk ve Rum halkının karşılıklı değiştirilmesi gerekir.
Karşılıklı olarak gerçekleştirilecek değiştirme önlemlerinin uygulanmasından hariç tutulacak olan azınlıkların güvenlikleri ve ilerlemeleri için en iyi güvence; gerek kanunlardan ve gerekse Türk vatandaşlığından ayrılmış olan bütün cemaatlar hakkında Türkiye’nin vereceği garanti olacaktır.”
Lozan Barış Antlaşması’nda Ermeni halkının sorunlarına hiç değinilmemiş olduğundan hayâl kırıklığına uğrayan Ermeni delegeleri, Lozan’dan ayrılırken konferansa katılan devletlere bir bildiri vermişlerdir. Bildiride özetle şöyle denilmektedir;
” Ermeni delegeleri, Lozan Konferansı komisyonlarının açıklamalarından ve basında yayınlanan barış antlaşması projesinden İtilaf Devletlerinin Ermeni sorunlarını yüzüstü bırakmış olduğunu anlamıştır. Ermeni sorununun bu defa da çözümlenmemiş olarak kalmasının Ermenilerin durumunu daha kötü bir hale getirmiş olduğunu göz önüne koymak isteriz.
Versay Antlaşması, Sevr Antlaşması, 1921’de yapılan Londra Konferansı ve 1922’deki Paris Toplantılarında Osmanlı İmparatorluğundan bazı azınlıkları  kurtarmak ve Ermenilere bir yurt sağlamak için kararlar alınmıştır. Savaş içinde, müttefikler tarafından savaşçı bir unsur; savaştan sonra da, müttefik olarak tanınan Ermenilere Lozan’da verilen sözlerin, yapılan vaatlerin yerine getirilmesini sağlayacak bir şey kararlaştırılamamıştır.
Bu koşullar altında Ermeni delegeleri olarak, Ermeniler namına, devletlerden bir defa daha hak ve adalet yolundaki acılarına bir çare bulunması için bir karar verilmesini rica ederiz. Böyle bir barışın doğuda devamlı olmayacağını belirtiriz.”
Sonuç olarak; bugün hâlâ Ermeni Sorunu’nu konuşuyor ve tedbir almak ihtiyacını duyuyorsak bunun sorumlusu Türkiye değil, Türkiyedeki milli çıkarlarını elde etmek üzere Ermeni toplumunu tamamen boş hayaller peşinde şartlandırarak adeta bir piyon gibi kullanan küresel güçlerdir.
Ekonomik ve sosyal sorunlar içinde bunalan ve ayakta kalma mücadelesi veren Ermenistan Cumhuriyeti yöneticilerinin akıllarını başlarına alması, Türkiye ile düşmanlığın Ermenistana vereceği maddi ve manevi zararları idrak etmeleri lazımdır. Burada iki ülke arasındaki güç dengesi Türkiyeden yanadır. Ermenistan her şart altında Türkiye ile iyi komşuluk ilişkilerini tesis etmek zorundadır.
Aslında sorunun 90 yıl önce çözüldüğünü Atatürk’ün  başlıktaki sözlerinden anlamak mümkündür..
Dr.Tahir Tamer Kumkale 

..

BAŞBAKANIN FITRATINDA...

BAŞBAKANIN  FITRATINDA...

 



İlber Ortaylı :

Çocuklarımızı katleder, gençlerimizi hapseder, halkı birbirine düşman eder sonra da en güzel kandil mesajlarını yazarsınız..

Başbakan Erdoğan'ın Soma'da kaybettiğimiz 301 can için Köln'de 31 kişi demesi sıfırlama içgüdüsündendir.

Başbakan vatandaşı yumruklar, müşavir tekmeler, polis katleder hâlâ "Diktatör olsam meydanlara çıkamazsınız" cahilliği.

Öyle katilsiniz ki; "Cami'ye ayakkabıyla girip içki içtiler" diye halkı yalana boğan siz, Cemevi'ne silahla girip halkı gaza boğuyorsunuz.

Öyle katilsiniz ki; istifa etmeniz gerekirken "Başarılı bir çalışmayla madenci cesetlerine ulaştık" deyip takdir bekliyorsunuz, acizler.

O kadar katilsiniz ki; Babasını, eşini, kardeşini kaybetmiş insanları gözaltına alıyorsunuz! Cenaze evine baskındır bu yaptığınız.

O kadar katilsiniz ki insanları hayatı ve ailesinin geçimi arasında seçim yapmaya mecbur bırakıyorsunuz!

O kadar katilsiniz ki; fırına ekmek almaya giden 14 yaşında bir çocuğu 15 yaşında 16 kilo bırakarak öldürdünüz. Utanın diyeceğim ama neyse..

Her faciada parmağı olana teşekkür etmek Başbakan'ın fitratında var.

Acımızı bile hep beraber yaşayamaz olduk. Ülkeyi Habil'le Kabil'e çevirdi ruh hastası herif!

O kadar cahilsin ki fıtrat dediğin şeyin aslında cinayet olduğunun farkında bile değilsin!

O kadar cahilsiniz ki katilin çapraz sorguya alınması gerektiğini anlamanız için bile 4 duruşma gerekiyor.

O kadar cahilsin ki milli bir değerde bile maddi karşılık arıyorsun.

O kadar cahilsin ki yiyemediğin şeyleri saygı değer bulmuyorsun. Çünkü biliyorsun bu ülke sana 10. Yıl Marşı'nı da Cumhuriyet'i de yedirmez.

O kadar cahilsiniz ki; Osmanlıların yıkıldığını ardından Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğunu bile bilmiyorsunuz.

O kadar cahilsiniz ki asıl haram olanın ''çalmak'' olduğunu bile bilmiyorsunuz!

O kadar hırsızsınız ki; beyninize gitmesin diye oksijeni çalmışsınız.

Beynine oksijen gitsin de öyle bir organı olduğundan haberdar olsun diye kafasında delik açmak istediğim insanlar var..

Pert olmuş makam aracı ve bakanın iki gündür değiştiremediği gömleği yüzünden mağdurlarmış!? Özetle: İnsan, insan sever; mal, mal sever.

Yüzlerce kişi hayatını kaybetmişken çıkıp "makam aracımız hasar gördü" diye açıklama yapanların mal sevgisi kendi mallıklarından gelmektedir

Diğer ülkelere bakınca bu işin fıtratında istifa var, bizimkilerde ise yüzsüzlük.

SOMA'daki maden ocağında hayatını kaybeden çocuğun yaşı 15 değil 19'muş. Yaş büyültmeyi Kenan Evren'den mi öğrendiniz! Çocuk lan daha çocuk.

Öyle beyinsizsiniz ki; sizin ihmalinizle yakınlarını kaybeden insanların protestosunu bile hükümete karşı darbe girişimi olarak görüyorsunuz

Sen, ne dersen de provokatör oluyorsun. Başbakan, vatandaşı dövünce sağduyunun dibine vurmuş oluyor. Kısacası; düzen, düzmeye devam ediyor.

Kimi bir torba kömür çıkarmak için can verir, kimi ise o bir torba kömüre para vermemek için ruhunu satar.. Burası Türkiye'dir.

Yıllardır madenlerde gerekli önlemleri almamış, bir acil durum planı hazırlamamış hükümetin nükleer santral açmasını alkışlayanlar da var.

Öğretmenler Günü'nde öğretmenlere Kadınlar Günü'nde kadınlara şiddet gösteren çocuk bayramında çocukları gözaltına alan ülkeye Türkiye denir

Lütfen çocukları Başbakan Erdoğan'ın uzanamayacağı yerlerde saklayınız.

Çok rica edicem çocuk katilleri 23 Nisan'ı kutlamasın.

Öyle cahilsiniz ki çocuklara armağan edilen bir bayramda bile çocuk gözaltına alıp devletten harçlık bekliyorsunuz..

Sizin çocuklarınız bir telefonla milyon dolarlar depolar, bizim çocuklarımız Nazım'ın da dediği gibi ''işten eve sapsarı iskelet gelir..''

Bilal'in varlığı ülkenin IQ seviyesindeki açığı kabullenmemize ve duyarlı olmamıza sebep oldu. Bu da bir gelişme.

O kadar cahilsin ki; Kur'an-ı Kerim'in kutsal bir değer olduğunu bile bilmiyorsun.
Siz dini ağzınıza alana kadar kimsenin inançlara saygısızlık ettiği yoktu.

Siz çocuklarınıza haklarının Ayşenur İslam gibiler tarafından korunduğunu öğretin onlar kendilerini korumak için daha akılcı çözümler üretir

Polisler o kadar katilsiniz ki, küçücük bir çocuğun ölümüne sebep olduğunuz için eylem yapan çocuklara bile işkence uyguluyorsunuz!

Ödünüz kopuyor değil mi? Bu çocuklar cehaletten sıyrılır, yaptığınız yanlışları farkeder, tüm zekasıyla faşizminize meydan okur diye!

Deprem sırasında Çanakkale'de bir polisin panik halinde kendini camdan attığı duyumunu aldım. Bu çözümü bütün polislere tavsiye ediyorum.

Nesli tükeniyor güzel insanların.. Bu cahillerle başbaşa kalacağız dünyada. Korkuyorum..

Taksim'in 1 Mayıs alanı olduğunu bilmeyen cahiller, 1 Mayıs'ta Taksim'e çıkmayı yasaklıyor. Tam bir ileri demokrasi örneği, tebrik ederim.

Bazı kimseler vardır ki suçlu oldukları halde kendilerini güçlü hissederler. Onları böyle düşünmeye sevkeden, kendi edepsizlikleridir.
Özetle durum şu: "Yavuz hırsız, ev sahibini bastırır."

Sadece Bilal'i eğitsek ülkedeki okur-yazar oranı yükselir. Ortalamayı öyle aşağı çekiyor embesil.

Hala TÜRGEV'i eğitime hizmet amacıyla kurulmuş bir vakıf sanan ahmaklar var. Onları ben bile eğitemem.

O kadar cahilsin ki; mağdur ettiğin onca aileyi görmezden gelip her şeyi mağdur edebiyatı yaparak unutturacağını sanıyorsun.

O kadar cahilsin ki: Gezi Parkı'nı rehin alınca tapeleri yayınlamayacaklarını sanıyorsun.

O kadar cahilsin ki; Gezi Parkı'na iş makinaları yığıp yaptığın provokasyonla yolsuzlukların unutulacağını sanıyorsun.

O kadar cahilsin ki; Gezi Parkı'nı kapatınca düşünceleri de kapattığını sanıyorsun.

O kadar cahilsiniz ki; savaş koşullarında bile Haber Alma Hakkı'na müdahale edilemeyeceğini bilmiyorsunuz!

Bu ülkenin gençlerini akıl hastası yapmaya hakkınız yok.

Bu kadar gerizekalıyı kim bu ülkeye park etti!?

Ahmak hırsızlar, çaldıkları paraların kendilerine helal olduğuna inananırlar.

O kadar cahilsiniz ki; tek bir adil kararı olmayan yargıya, müdahale edildiğini tape çıkınca fark ediyorsunuz.

Tape dinlemediğim zaman asabi bir insan oluyorum, IQ seviyem düşmese bari.

O kadar cahilsiniz ki; dininiz var diye ahlaka ihtiyacınız kalmadığını sanıyorsunuz..

Bugün ''Emir kuluyum'' diyen katiller yarın ''Allah'ın kuluyum'' demesin.

Tarih bu manyağı yazdığında tarih sayfaları olduğundan daha çok kirlenecek.

Daha halkın kendi Belediye Başkanı'nı seçmesine izin vermiyor, Cumhurbaşkanı seçtirecekmiş haspam..

AKP'ye oy verenlerin çoğu "cahil" derken insanları aşağılamıyorum, bu sadece bir durum tespiti ve ne yazık ki doğru..

Bu kadar cahil bir ülkeye nasıl toplanmış hiç anlamıyorum. Hadi bir ülkeye toplanmış, bir partiye nasıl toplanmış? Hobi olarak mı cahilsin, ek gelir mi sağlıyorsun?

Sana cahil olma demiyorum, hobi olarak yine ol.

Normal insan bedeninin 4/3'ü sudan oluşurken cahillerin bedeninin 4/1'i sudan oluşur, bu sebeple radyatör sıkça su kaynatır, beyin yanar.

İTÜ o kadar cahilsin ki, 40 ilde elektrik kesintisini "Trafoya kedi girdi" diye açıklayan birine elektrik mühendisliği diploması veriyorsun.

Oylar çalınmasın diye doğal seleksiyon geçiren bu canlı türü "seçmen"dir. Hırsızlığın meşru olduğu ülkelerde görülür.

Muhalefet o kadar yetersizsin ki: "Bu seçim bariz şaibeli!" deyip itiraz edeceğin yerde "Oylarımızı arttırdık" deyip köşene çekiliyorsun.

Pek çok seri katil, mafya bilirim. Hiçbiri bu coğrafyadakiler kadar niteliksiz değil. Roketi göndereceği ülkede yaşadığını bilmiyor salak.

O kadar suçlusun ki; suçluluk psikolojisinden dolayı sesini yükselttiğin için sesinin kısıldığının farkında bile değilsin.

Bir ülkenin gelişmiş olması için teknolojinin değil, önce insanın gelişmesi gerekir.

İnsan olmak; doğuştan gelen bir özellik değil, sonradan kazanılan bir erdemdir.

"Provokasyona gelmeyeceğiz" derken bile provokasyon yapıp ülkeyi iç savaşa götüren başbakan cahilliğinden daha büyük cahillik olabilir mi?

Halkı bölerek değil bütünleştirerek gerçek bir "lider" olunur.

Tarih katil liderleri yazsa da üniversitelerde gerçek kahramanlara saygı duyulur.

Hala "10 yıllık hizmeti görmüyorsunuz" diyenleri yokuş aşağı bir vurdursak mı? Cahil yöntemidir ama bazen işe yarar..

13 senedir iktidarın icraatlarını ve buna alkış tutanları görüyorsunuz, artık cahillere neden tahammül edemediğimi anladınız mı?

Bir ülkenin % 48'inin hırsızlara oy vereceği ortadayken ülkenin % 52'si olan çoğunluk buna engel olamıyorsa; % 52, % 48'den daha cahildir.

Kendi parasının da çalındığını anlayamayan ve "Hırsız Var" diyerek eylem yapan göstericilere müdahale eden çevik kuvvet cahilliği

Uyumayın artık cahiller çalınacak paranız bile kalmadı..

Cahillerin bile uykuları kaçar olduysa bu ülke için umut var demektir.

O cahil genlerini herhangi bi çocuğa aktarmamakla bile ülkeye büyük bir hizmet ederdin.

O kadar cahilsin ki yolsuzluğa çıkacağın çocuğun IQ'sunu ölçtürmeyi bile akıl edemiyorsun.

Bu ülkede küfredenin değil, küfretmeyenin ahlakından şüphe edin..

Şunu da şuraya bırakıyorum malum şahıslar üzerine alınsın: "Allah kimseyi çocukları siyasete alet edecek kadar haysiyetsiz bırakmasın.."

Şu saatten sonra evinize hırsız girerse itfaiye çağırın polisin hırsızı yakalamayacağı ortada hiç değilse itfaiye bir bardak soğuk su verir.

Bildiklerimi açıklasam yer yerinden oynar. Hayır yani o kadar çok şey biliyorum ki yaşanacak toplu beyin sarsıntısından yerküre etkilenir.

Herkes kendi kapısının önündeki cahili süpürse, dünya tertemiz bir yer olur..

Diğer ülkelerde; "Adalet mülkün temelidir." Türkiye'de; "Cehalet mülkün temelidir."

İlkel adamlar, ilkeli adamları anlamaz.. Sıkma sen canını Aziz'im.

Sizi kandırıyorlar çocuklar: ''Kimse uyuyarak büyümez.. Açın gözlerinizi!''

Hayır Latince rüya görmeyeceksen, niye uyursun anlamıyorum ki.

İlber Ortaylı :


KULELİ ASKERİ LİSESİNİ RANTİYECİLERE ASLA TESLİM ETMEYECEĞİZ…



KULELİ ASKERİ LİSESİNİ RANTİYECİLERE ASLA TESLİM ETMEYECEĞİZ…




Silahlı Kuvvetlerimizin subay adaylarını yetiştiren Kuleli Askeri Lisesi, 21 Eylül 1845 tarihinde “Mekteb-i Fünun-u İdadi” ismi ile Dolmabahçe Çinili Köşk’te öğretime açılmıştır.
1846-1872 yılları arasında Maçka ve Harbiye kışlalarında eğitimine devam eden Mekteb-i Fünun-u İdadi, 1872 yılında şimdiki Kuleli kışlasına taşınmış ve Kuleli Askeri İdadisi adını almıştır.
1961-1964 yıllarında delikanlılığın en güzel günlerini bu irfan yuvasında dost ve kardeşlerimle birlikte geçirdim. Kuleli mezunu olmakla hep gurur duydum.
Bu tarihi ve muhteşem eserin şimdi rant uğruna birilerine peşkeş çekilmek üzere olduğuna dair söylentiler giderek artıyor. Kapalı kapılar ardında buranın TSK elinden alınarak otel yapılmasına ilişkin olarak bazı pazarlıkların yapıldığı anlaşılmaktadır..
1966 Harbokulu ve 1964 Kuleli Askeri Lisesi Mezunları olarak mezuniyetimizin ellinci yılını 15 Kasım 2014 Cumartesi günü Lise binasında kutlayacağız.
Ben diyorum ki; 169 yıldır Türk ordusuna subay yetiştiren bu mümtaz ocağın rantiyeciler elinde yok edilmesine evet demeyeceğiz. Bu konuda her türlü demokratik tepkimizi göstererek kaleyi teslim etmeyeceğiz.
Devre yönetimlerini bu konuda yapılacak faaliyetlerde birlikte ve koordineli olarak hareket etmeğe davet ediyorum.
Değerli Kulelili Kardeşlerim;
Üç-beş turist gelecek ve para kazanılacak gibi sebeplerle bu tarih yuvasının tarihi işlevini kaybetmesine asla müsaade etmeyelim.
Birleşerek güçlü sesimizi ilgililere duyuralım.
Özellikle TSK komuta kademesini bu konuda aktif olmaya davet edelim..
Konu ile ilgili fikir ve düşüncelerinizi bekliyorum..

Dr.Tahir Tamer Kumkale
http://www.kkk.tsk.tr/askeri_lise/kuleli/01AnaSayfa/01ana.htm

19 MAYIS 2014’TE TÜRK GENÇLİĞİ

.

19 MAYIS 2014’TE TÜRK GENÇLİĞİ..,


.

Bugün Türk milleti, muvaffak olduğu her hayatî şeyin kahramanı olarak kendi ordusunu, ordusuna kumanda eden öz evlâtlarından kurulu subaylar topluluğunu, yüksek kumanda kurulunu görmektedir. (Gazi Mustafa Kemal Atatürk – 1931);


19 MAYIS 2014’DE TÜRK GENÇLiGi
Bende bu imanı yaratan kuvvet, yalnız aziz memleket ve millet hakkındaki sevgim değil, bugünün karanlıkları, ahlâksızlıkları, şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik görmemdir.(Gazi Mustafa Kemâl Atatürk – 1935)

Atatürk’ün NUTUK isimli ölmez eseri ;“1919 yılı Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyledir”sözleri ile başlar. Türk milleti ile birlikte ülkeyi işgal eden emperyalist güçlere karşı verdiği muhteşem milli mücadele anlatılarak cumhuriyeti emanet ettiği gençlere verdiği emirlerin bulunduğu “Gençliğe Hitabe “ile biter.
Bugün 19 Mayıs 2014’tür ve topraklarımızda işgal ordusu olarak yabancı asker postalları bulunmamaktadır. TBMM açıktır. Milletimiz şaibeli olsa da kendi hür iradesi ile kendisini idare edenleri seçmektedir. Türk insanı modern çağın her türlü teknolojik imkanından özgürce istifade etmektedir.
Buna rağmen insanlarımız mutsuz, huzursuz ve güvensiz olup geleceğinden emin değildir. Görünürdeki demokrasi manzarasına rağmen aynen 1919 işgalindeki gibi kendilerini baskı altında hissetmektedir. İnsanlarımız yabancı asker postalının değil, ama küresel güçlerin ekonomik, siyasi, kültürel, bilimsel, hukuki, sosyal ve psikolojik olarak her alandaki baskısını birebir hissetmektedir. Bu işgal daha çok zihinlerde kendini göstermektedir.
Bugün insanlarımızın milli kimliklerinden süratle uzaklaşarak sadece günlük basit ekonomik kazanımları peşinde koşan şuursuz ve kimliksiz kalabalıklar haline dönüştüğü görülmektedir.. 
Gazi, 19 Mayıs 1919’da topraklarımızdaki askeri işgali ortadan kaldırmak için Samsun’da kurtuluş mücadelesini fiilen başlatmıştı. O günün şartlarında silahlı işgale ancak silahla karşı konulabilirdi. İşte bu gerçekleşmiştir.. Düşmanı asker gücüyle atmanın plan ve proğramları yapılmış, milli ordu oluşturulmuş, karşı saldırıya geçilerek başarıya ulaşılmış ve genç Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.
Halbuki, bugünkü zihinsel işgalin nasıl önlenebileceğine dair bilinen kesin bir çözüm şekli dahi bulunmamaktadır. Kim nereden ve nasıl başlayacak belli değildir. 91 yıllık cumhuriyetin sağladığı demokratik kazanımların birer birer kaybolması halkımızı karamsarlığa sürüklemektedir.
Peki bu durumdan çıkış yolu yokmu dur? Varsa nedir ve kimler bunu başaracaktır.?
Çözüm vardır ve bu çözümü gençlik üretecektir. NUTUK, Türk insanına ve  Türk gençliğine her türlü olumsuzluk karşısında neleri, nasıl yapabileceklerine dair örnekler ile doludur. Nitekim, “Gençliğe Hitabe” her türlü tehlikeye karşı mücadele yolunu açıkça tarif etmektedir. 
Atatürk’ü yücelten önemli bir yönü de Türk gençliğine verdiği değerdir. Gençlik kavramı onda en yüce değer yargısına ulaşmıştır.
O, gençlik kavramını, ülkenin geleceğini emanet edeceği nesiller için kullanmış ve milleti gerileten bağnaz zihniyete karşı dayanacağı kaynağı gençlikte ve onların dinamik fikirlerinde bulmuştur. Atatürk; çağdaş ve modern ilmin hakim olduğu zihniyetle yetişecek genç kuşakların, gelecekte eserlerini ve inkilâplarını daha da geliştireceğine, onu tehlikelerden koruyarak yücelteceğine inanmıştır. Tarihte hiç bir lider O’nun kadar gençliğine güvenmemiş ve bütünleşmemiştir.
34 yaşında Çanakkale’yi yaratan, 39’unda İstiklal Harbini kazanan orduların başkomutanı olan, 42 yaşında Cumhuriyeti kurup ilk cumhurbaşkanı olan ve 50 yaşında inkilâplarının büyük kısmını tamamlayan Atatürk; taşıdığı düşünce yeniliği, ruhundaki enerji tazeliği ile yaşamının her çağında gençti. Genç yaşadı ve genç olarak aramızdan ayrıldı. O’na göre genç olmak “İlkeler ve inkilâplara inanç ve bağlılık” ile eş anlamlıydı. O diyorki; “Benim anladığım gençlik; inkilâbın fikirlerini ve ideolojisini benimseyip gelecek kuşaklara götürecek kimselerdir. Bana göre, 20 yaşında bir yobaz ihtiyar, 70 yaşında biride idealist ise zinde bir gençtir.”
Ey yükselen yeni nesil!… Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk. O’nu yücelterek yaşatacak olan sizsiniz.” Diyen Atatürk’ün Türk milletine armağan ettiği en büyük eseri Türkiye Cumhuriyeti’dir. Atamız bu eserinin muhafaza ve müdafaasını Türk gençliğine emanet etmiştir. 
Günümüz gençliği bu emaneti muhafaza edecek bilgiye, inanca ve kendine güvene sahip midir? Bizi Atatürkçü Düşünce ile yetiştiren nesillerden aldığımız feyzi, bizler günümüz gençliğine yeterince ulaştırabildik mi? İşte bu soruların cevabını Türk gençleri gezi olaylarında vermiştir.  Atatürk’e ve devrimlerine bağlılığı  günümüz gençleri Türk milletine ispat etmiştir.
Bugün Türk çocuklarına Atatürk’ün armağanı olan NUTUK, her satırı ile güncelliğini korumaktadır. “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi” ise Türk gençliğine çok anlamlı, kapsamlı ve oldukça zor görevleri yüklemektedir. Gençliğe verilen görevler çok kutsaldır. Fakat çok ağırdır. Burada istenilenlerin gerçekleştirilmesi planlı, proğramlı ve sürekli bir çalışmayı gerektirmektedir. Verilen görevler ancak şuurlu ve inançlı kitlelerin yapacakları zorlu bir mücadele ile başarılabilir.
Atatürk’ün  özlediği gençlik; parçalanmış, bölünmüş, ayrı ayrı idealler peşinde koşarak birbiriyle kıyasıya çatışan, ve nihayet yabancı ideolojilerin esiri olan bir gençlik değildir. O’nun idealindeki gençlik; Türk Milletinin müşterek eğilimlerini temsil etmelidir. Hiç bir yabancı ideolojiye alet olmamalıdır. Fikir ve inanç birliği içinde bulunmalıdır. 
Bunun için Atatürk’ün yönetici ve eğiticilere verdiği şu talimatın gereği mutlaka yerine getirilmelidir. “Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel, Türkiye’nin istiklâline, kendi benliğine ve milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir. Fertleri bu mücadele gerekleri ve vasıtalarıyla donanmayan milletler için yaşama hakkı yoktur.”
Gençlerimiz bilmelidir ki; bu kutsal vatan toprakları ve cumhuriyetimiz büyük fedakarlıklar ve dökülen kanlar karşılığı kazanılmıştır. Bugün gelinen seviyenin oluşmasında binlerce şehidin ve gazinin kanlarının harcı olduğu unutulmamalıdır. Bu vatanda Atatürk idealine ters düşen hiç bir akım yeşerme imkanı bulamamalıdır. Bu topraklarda yeşerecek filizi Atatürk dikmiş, gelişmesini ve korunmasını Türk gençliğine bırakmıştır. Bu bakımdan gençliğin görevi ve sorumlulukları ağırdır. Fakat asıl zorluk ve vebal bu gençliği yetiştirecek bizim neslin öğretmenlerinin sırtındadır.
Sonuç olarak; 19 Mayıs 2014’de Türk milleti Atatürk’ün gösterdiği hedeflere doğru bir hayli yol almıştır. Modern ve çağdaş bir dünya devleti olma yolunda da hızla ilerlemektedir. Bugün 1920’lerin 13 milyonluk Türkiyesinden çok ilerde olduğumuz kesindir. Fakat henüz Atatürk’ün idealindeki Türkiye’ye ulaştığımız da söylenemez. 
Bu ideale ulaşmak için; Türkiye Cumhuriyetini iç ve dış tehlikelere karşı koruma şuuruna erişmiş; fikren, ilmen, fennen ve bedenen kuvvetli; yüksek karakterli, bilimden güç alan ve bilimi amaç edinen; sağlıklı düşünme yeteneğine sahip olan; çalışkan ve kendine güveni olan bir gençlik yetiştirmek, devletin ve bizim nesillerimizin en önemli görevidir.

Dr. Tahir Tamer Kumkale

ÖZERK KÜRDİSTAN’I İNŞA EDECEKLERMİŞ! EDİNDE GÖRELİM.






ÖZERK KÜRDİSTAN’I İNŞA EDECEKLERMİŞ! EDİNDE GÖRELİM.









Bizim telakkimize göre, siyasi kuvvet, milli irade ve egemenlik, milletin bütün halinde müşterek şahsiyetine aittir, birdir. Taksim edilemez, ayrılamaz ve başkasına bırakılamaz. Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1930)


Hileli ve şaibeli seçimlerle bir kere daha halkın güvenini kazandığına inanan AKP tepe yönetimi, kendini 10 Ağustos 2014’teki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine odakladı. Kontrolündeki medya silahını kullanarak muhalefeti de bu konuda kendi özel gündemine kilitleyen AKP ülkenin temel sorunlarını saklıyor. Veya ülke insanı için önemli hayati konuların kamuoyunun gündemine getirilmesini önlüyor.

Bu arada Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde Diyarbakır merkezli olarak İmralı-Kandil ekseninde ve PKK kontrolünde sürdürülen Kürdistan’ın inşası da özellikle görmezden geliniyor.
Örneğin konuya ilişkin olarak medyada 4 Mayısta yer alan HDP Eş Genel Başkanı Sabahat Tuncel’in yaptığı konuşma Doğu ve Güneydoğu bölgesinin açıkça Türkiye’den kopartıldığını vurgulayan hususlar ihtiva ediyordu.
Hava saldırısında 34 kişinin yaşamını yitirdiği Uludere’de yapılan Beyazsu Kültür ve Sanat Festivali’ne katılan HDP Eş Genel Başkanı Sabahat Tuncel özetle şunları söylemiştir;
“- Şunu ifade etmek istiyorum; Önümüzdeki dönem demokratik, özerk Kürdistan’ı inşa etme süreci, aynı zamanda Türkiye’yi demokratikleştirme sürecidir. Biz Kürdistan’da kendi dilimizle, kültürümüzle, kendi kendimizi yöneteceğiz.
- Artık bunu talep eden değil, inşa eden olacağız, diğer yandan da birlikte yaşadığımız halkları da değiştireceğiz. Ankara’yı da değiştireceğiz. Ankara’nın bu inkarcı, imhacı asimilasyon politikası değişmediği sürece başımızdan bombalar eksik olmayacak, bu ülkede savaş son bulmayacaktır.
- Müzakerelerin devam etmesi bir daha bu coğrafyada savaşın yaşanmaması için bizim yapmamız gereken şeyler var. Artık sıra bizde; biz özerk Kürdistan’ı inşa edeceğiz. Türkiye ile birlikte demokratikleştireceğiz. Ortadoğu halklarıyla güzel bir gelecek kuracağız.
- Ortadoğu’da Kürt halkının özgürlük sorunu, sadece Kürtler’i özgürleştirmeyecek. Birlikte yaşadığı, Arap, Türkmen, Ermeni, Asuri, Süryani, Azeri gibi bütün halkları da özgürleştirecektir. Şimdi sıra 30 yılık bu mücadelenin kazanımlarını başka bir aşamaya taşımaktır. O yüzden yeni dönem görevimiz inşa etmektir. Yani başkasından beklemeyeceğiz. Devletten talep etmeyeceğiz. Ama önce bu sisteme, bu tekçi, bizi yok sayan, dilimizi, kimliğimizi yok sayan, hala bizi linç etmeye çalışan zihniyeti başımızdan def etmemiz gerekiyor..”
Görüldüğü gibi artık hiç çekinmeden TBMM’de ülkenin birliği ve bütünlüğü için çalışacağına dair millet huzurunda yemin eden bir milletvekili, açıkça Türkiyeyi bölüp parçalayacak Kürdistan’ın inşasının başlatıldığını, kendisi ve partisinin bunu gerçekleştirmek için çaba harcayacağını bildirebiliyor.
Cumhuriyete ve Anayasal düzene karşı olan her türlü faaliyeti soruşturmak ve bunu yapanları yargı önünde hesap vermeğe sevk etmekle görevli Cumhuriyet savcılarımız neredeler ve daha ne söylenilmesini bekliyorlar?
Yukarıdaki ifadeler anayasal suçtur. Buna rağmen TBMM’de TC milletvekili olarak görev yapan bu milletvekilimiz; hiç çekinmeden ve galip gelmiş bir komutan edasını da takınarak ülkenin üniter devlet yapısını değiştireceklerini, Kürt halkını özgürleştireceklerini, bununla ülkedeki diğer ayrılıkçı etnik yapılara da örnek olacaklarını, onlarında istiklallerini kazanmalarına yardımcı olacaklarını söyleme cesaretini gösterebiliyor.
Bu durum Türkiye’de hukuk devletinin çöküşünün ve devleti korumakla görevli kurum ve kuruluşların iflas etmiş olduğunun çok açık bir delilidir. Ayrıca artık yönetilemediğinin tescilidir.
Milletçe adeta rüyada gibiyiz. Sanki bir korku filmi izliyoruz.
Milletçe tam bir akıl tutulması yaşanıyor.
Peki bu milletvekili kime ve neye güvenerek bunları söylüyor.?
Eğer Türk ordusundan defalarca dayak yiyen ve bitirilme noktasına getirilen üç-beş bin kişilik PKK militanına güveniyorsa çok yanlış düşünüyor.
Ayrılıkçı Kürtler 1806’da Musul’da ilki gerçekleşen Babanzade Abdurrahman Paşa isyanından beri Türk ordusunun dayağını yemektedir. Her kalkışmada Türk Silahlı Kuvvetleri bunlara göz açtırmamıştır.
Peki ne olmuştur o kahraman askerlerimize? Bunlar buharlaşıp uçmamıştır..
Birileri son 7 yıl içinde çeşitli kumpaslarla Türk ordusunun üst komuta kademesini hapsederek Ordu-Millet Türkleri korkutup sindirdiğini düşünüyorsa aldanıyordur.
Çünkü Türk subayının, binlerce yıllık tecrübeyi günümüz şartlarına taşıyarak bugün küresel mihraklarca desteklenen Asimetrik Savaşta dünyanın en başarılı kadroları olduğunun unutulmaması gerekir.
Eğer siyasi irade tekrar dik durduğu ve ordusunun arkasında olduğunu gösterdiği takdirde Türk ordusunun PKK’yı çok kısa sürede tarihin çöplüğüne gönderecek gücünü muhafaza ettiğini dost ve düşman görecektir.
Bugün Türkiye, son 30 yıldır devletin bütünlüğüne, milletin bölünmezliğine yönelik resmen ilan edilmiş bir sıcak savaşı fiilen yaşamaktadır. Sıcak savaş şartlarının yaşandığı bir ortamda devletin barış döneminin yöntemleri ile yönetilmesi imkansızdır.
AKP’nin 2003’de kabul ettiği Uluslararası İkiz Yasalar ve bu yasaları eyleme sokacak AB Uyum Yasaları ile ayrılıkçı güçlere karşı devletin kendisini savunamaz hale getirdiği bir gerçektir. Bu yasalarla ülkenin parçalanmasını isteyen ayrılıkçı güçlere çok geniş serbest hareket ortamı tanınırken, devletin parçalanmasına karşı tedbir alacak devlet organlarının da eli-kolu bağlanmıştır.
PKK’nin siyasi temsilcileri her fırsatta Türkiye topraklarında bağımsız bir Kürdistan devleti kurmak istediğini açıklamaktadır. Örgüt, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Samsun-Mersin hattının doğusunda kalan bölgeyi istiyor. Türkiye’yi Kürdistan adını verdiği topraklarda işgalci güç olarak tanımlarken yandaşları da Kürdistan bayrakları taşıyor ve
Öcalan posterleri altında Türk bayrağını yakıyor.
PKK terör örgütü; devletin toprak bütünlüğüne, anayasal düzenine ve bek’asına karşı silahlı bir savaşı yürütecek kadar desteğe sahip, her alanda güçlendirilmiş ve tecrübe kazanmış organize bir teşkilattır. Örgütü yaşatan halk desteği ise ne yazık ki önlenememiştir. Ve bölge halkı örgütü güçlü görmektedir.
Devlet’in görevi; vatandaşlarının can ve mal güvenliğini ile birlikte devletin bek’asını sağlamaktır. Şimdi görülen manzara o ki, devlet vatandaşını korumakla görevli güvenlik güçlerinin güvenliğini dahi sağlayamayacak hale düşmüştür.
Oysa devletimiz güçsüz değildir. Kendini koruyacak her türlü hukuki tedbiri almış ve güvenliği ile ilgili anayasal kuruluşları oluşturmuştur. Ayrıca TC devlet kadrolarında terör olaylarına karşı yetişmiş dünyanın en tecrübeli kişileri vardır. Ama bu kadrolardan istifade edilmemektedir.
Sonuç olarak; TC. Devletine karşı kuralsız şiddet uygulayarak asimetrik savaşı fiilen yürüten PKK örgütünün istedikleri adım adım gerçekleşme yoluna girmiştir. Ne olduğunu henüz bilmediğimiz Açılım Süreci’ni başlatarak teröre karşı elindeki yasal ve teşkilatlı devlet güçlerini kullanmakta tereddüt eden yönetim, adeta köpekleri salmış ve taşları bağlamıştır.
Bugün gelinen noktada Türkiye’nin bölünmesi devletin öncelikli sorunudur. Mutlaka ve acilen çözülmelidir. Soruna acilen çözüm bulunamadığı takdirde ülkenin hızla bir iç savaşa doğru sürüklendiği gerçeği göz önünde tutulmalıdır.
30 yıldır terör baskısını yaşayan halkımızın alınacak bütün tedbirlere katkıda bulunma gayreti içinde olacağı unutulmamalıdır.


Dr. Tahir Tamer Kumkale




ERMENİSTAN’IN İLK BAŞBAKANI OVANNES KAÇAZNUNİ’NİN SOYKIRIM İTİRAFLARI



ERMENİSTAN’IN İLK BAŞBAKANI OVANNES KAÇAZNUNİ’NİN SOYKIRIM İTİRAFLARI


25  NİSAN  2014

Ermeni meselesi denilen ve Ermeni milletinin gerçek çıkarlarından ziyade dünya kapitalistlerinin ekonomik  çıkarlarına göre halledilmek istenen mesele, Kars Antlaşması ile en dogru çözüm seklini buldu. Asırlardan beri dostane yasayan iki çalıskan halkın dostluk bağları memnuniyetle tekrar kuruldu.  Gazi Mustafa Kemal Atatürk  (1922)
—————————————————————————————————
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan; TBMM’nin açılışının 94 üncü yıldönümü olan 23 Nisan 2014’te beklenmedik bir çıkışta bulunarak 24 Nisan 1915’in yıldönümünden bir gün önce Ermenistan’a taziyede bulundu. Başbakan’ın bildirisinin son bölümü şöyleydi.
Kadim ve eşsiz bir coğrafyanın benzer gelenek ve göreneklere sahip halklarının, geçmişlerini olgunlukla konuşabileceklerine, kayıplarını kendilerine yakışır yöntemlerle ve birlikte anacaklarına dair umut ve inançla, 20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz.
Aynı dönemde benzer koşullarda yaşamını yitiren, etnik ve dini kökeni ne olursa olsun tüm Osmanlı vatandaşlarını da rahmetle ve saygıyla anıyoruz.”
Asılsız soykırım iddiaları üzerine kafa yormuş, bilimsel çalışmalar yapmış, filim ve kitaplarla konuyu kamuoyunun gündemine taşımış bir kişi olarak olmayan bir konuyu olmuş gibi algılatacak bu taziye karşısında söyleyecek çok sözüm var. Ama ben bu konuda söz söylemek yerine çok daha etkili olacağına inandığım Ermenistan’ın ilk başbakanı Ovannes Kaçaznuni’nin kendisine cevap vermesini daha uygun gördüm.
Ovannes Kaçaznuni; 1918 yılı Mayıs ayından 1919 yılı Ağustos ayına yeni kurulan  Ermenistan Cumhuriyeti’nin ilk başbakanı olarak görev yapmıştır. Kaçaznuni; Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaksutyun) Partisinin kurucusu ve önemli liderlerinden biridir. Transkafkasya hükümeti ile Türkiye arasında Trabzon ve Batum’da yapılan barış görüşmelerine delege olarak katılmıştır. Transkafkasya Cumhuriyeti’nin dağılmasından sonra Ermenistan Başbakanı olmuştur.
Kaçaznuni’nin 1923’te parti konferansında sunduğu tebliğ metni sözde Ermeni soykırımı iddialarının dayandığı temelleri çürütmesi bakımından önemlidir. Rus arşivlerinde bulunup kitap haline getirilen 128 sayfalık “Kaçaznuni Raporu”, Ermeni tarihine ışık tutmakta olup tarihçiler için vazgeçilemez bir kaynak belge niteliğindedir.
Diaspora Ermenilerinin sözde soykırım iddiaları, bizzat Ermenistan Başbakanı Ovannes Kaçaznuni tarafından bu raporla açık dille yalanlanmaktadır.
Yıllarca sözde soykırıma uğradıklarını iddia eden ve dünya kamuoyunu baskı altına almaya çalışan Ermenilerin tüm sahte tezlerini çürüten Kaçaznuni 128 sayfalık raporunda çok çarpıcı şu ifadelere vermiştir;

-  Operasyona katıldık:
1914 sonbaharında, Osmanlı Devleti’nin henüz savaşan taraflardan birine katılmadığı dönemde, Güney Kafkasya’da büyük gürültüyle enerjik biçimde Ermeni gönüllü birlikleri oluşturulmaya başlandı. Birkaç hafta içinde Ermeni Devrimci Taşnaksutyun Partisi hem bu birliklerin kurulmasına hem Osmanlı Devletine karşı gerçekleştirdikleri askerî kareketlere aktif biçimde katıldı.
-  Barışı sabote ettik:
Türklere karşı ayaklandık. Barışı sabote etmek için savaştık bile. Artık hepimiz Türkler’in düşmanı olan İtilaf devletlerinin kampındaydık. Türkiye’den “denizden denize Ermenistan” talep etmekteydik. İtilaf devletlerinin ordularını Türkiye’ye göndermesi ve hâkimiyetimizi temin etmeleri için Avrupa ve Amerika’ya resmî çağrılar yaptık. Nihayet şu da var ki, var olduğumuz sürece aralıksız olarak Türkler’le savaştık. Öldük ve öldürdük. Artık, Türklere ne gibi bir güven telkin edebiliriz ki?
-  Gerçekleri göremedik:
Askerî operasyonlara katıldık. Kandırıldık ve Rusya’ya bağlandık. Tehcir doğruydu ve gerekliydi. Gerçekleri göremedik, olayların sebebi biziz. Aslında Türklerin millî mücadelesi haklıydı. Ermeni halkının Barışı reddetmesi ve silahlanması büyük hataydı.
Türklere karşı ayaklandık ve savaştık. Sevr Antlaşması gözümüzü kör etmişti. Bizim isyanımızın temelinde İtilaf devletlerinin bize vadettiği büyük Ermenistan hayali vardı. Ama biz hiç bir zaman devlet olamadık. Türkiye Ermenistan’ı diye bir devletin hayalden öte olmadığı gerçeğini göremedik.
-  Aklımız dumanlanmıştı:
Biz Ermeniler kayıtsız şartsız Rus çarlığına  yönelmiş durumdaydık. Herhangi bir gerekçe yokken zafer havasına kapılmıştık. Sadakatimiz, çalışma ve yardımlarımız karşılığında Çarlığın  Ermenistan’ın bağımsızlığını bize armağan edeceğinden emindik. Aklımız dumanlanmıştı. Kendi isteğimizi başkalarına mal ederek, sorumsuz kişilerin sözlerine büyük önem vererek, kendimize yaptığımız hipnozun etkisiyle, gerçekleri anlayamadık ve hayallere kapıldık.
-   Türkler doğru yaptı:
1915 yaz ve sonbahar döneminde Türkiye Ermenileri zorunlu bir göçe tâbi tutuldu. Türkler ne yaptıklarını biliyorlardı ve bugün onların pişmanlık duymalarını gerektirecek bir husus mevcut değildir.  Bu yöntem en kesin ve uygun olanıydı. Kızgınlık ve korku içinde bulunan biz Ermeniler, ‘suçlu’ arıyorduk ve bu suçluyu Rus Hükümeti ve onun kalleş politikası olarak belirledik. Siyasal açıdan olgunlaşmamış ve dengesiz insanlara özgü bir şaşkınlık içinde, bir uçtan diğerine savrulmaktaydık.
Rus Hükümeti’ne karşı dünkü inancımız ne denli körü körüne ve temelsizse, bugün yaptığımız suçlamalarımız da o denli körü körüne ve temelsizdi. Siyasal parti (Taşnaksutyun) olarak biz, meselemizin Rusları ilgilendirmediğini ve onların gerektiğinde bizim cesetlerimizi çiğneyerek geçip gidebileceklerini unutmuştuk.
-   Barış teklifini reddettik:
1914-1918’de emperyalistlere karşı verdikleri savaşlarında bozguna uğrayan Türkler, direnerek iki yıl içerisinde tekrar kendilerine geldiler. Yeni genç ve milliyetperver duygularla hareket eden bir nesil ortaya çıkarak, Anadolu’da kendi ordusunu yeniden organize etmeye başlamıştı. Türkiye’de millî bilinç ve kendisini savunma içgüdüsü uyanmıştı. Onlar küçük Asya’da istiklâllerini hiç olmazsa bir şekilde temin edebilmek için Sevr Antlaşması’na askerî güçle karşı koymak zorundaydılar. Bizim bu dönemde barışı reddetmemiz ve silahlanmamız ise büyük bir hataydı. Çok geçmeden sınırlarımıza askerî operasyonlar başladığında, Türkler bizimle bir araya gelmeyi ve görüşmelere başlamayı teklif ettiler. Biz ise onların bu teklifini geri çevirdik. Buda büyük bir hataydı. Bu, görüşmelerin kesin olarak başarıyla sonuçlanacağı anlamına gelmezdi ama bu görüşme sürecinde barışçı bir sonuca ulaşma ihtimalî vardı.
-   Herkes bizi kandırdı:
Kaderden şikâyet etmek ve felaketlerimizin sebeplerini kendi dışımızda aramak çok acıklıdır. Bu bizim (hastalıklı) millî psikolojimizin karakteristik bir özelliğidir ve işte Taşnaksutyun Partisi de bundan kaçamamıştır. Çünkü isteyen herkes, Fransızlar, İngilizler, Amerikalılar, Gürcüler, Bolşevikler tek kelimeyle bütün dünya bizi kolayca aldattı, atlattı ve ihanet etti. Oysa bizler safça bu savaşın Ermeniler için yapıldığına inandırılmıştık.
Osmanlı’dan, Akdeniz’e uzanan bir Ermenistan talep ettik. Derhal gönüllü birlikleri oluşturduk, Türklere karşı ayaklandık ve savaştık. İsyanımızın temelinde İtilaf Devletlerinin vadettiği Ermenistan hayali vardı, gerçeği göremedik.”
Ermenistan Başbakanı Kaçaznuni’nin 1923 yılında yapılan bu itirafının üzerinden tam 91 yıl geçmiştir. Fakat Ermeni toplumu hâlâ kandırılmaya ve küresel güçler elinde oyuncak olmaya devam etmektedir..
Şimdi bu itiraflar karşısına Başbakan Erdoğan’ın taziye mesajını koyalım ve aşağıdaki soruyu kendimize soralım;
Biz nerede yanlış yaptık ve neden bu yanlışı sürdürmeğe devam ediyoruz?
Dr. Tahir Tamer Kumkale