28 Mayıs 2017 Pazar

” Akp’yi 10 Yıldır Ayakta Tutan Benim ! ” BÖLÜM 1




”Akp’yi 10 Yıldır Ayakta Tutan Benim!”
BÖLÜM 1


'' Elimden gelse, bütün dünya okullarının programlarına; 
'İNSANIN İNSANI SÖMÜRMEMESİ' adlı bir ders koyardım.''

Aydınlıkçılar

 ” Akp’yi 10 Yıldır Ayakta Tutan Benim! ”

 16 Eylül  2014 


“ Biz Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz.”*/

“ Devlete aitiz ama Türk ulusçuluğuna ait değiliz.”*/

* Öcalan ile BDP Heyetinin Görüşme Tutanaklarından Belgeler:*

*/– ” AKP’yi 10 yıldır ayakta tutan benim. Derhal bu söylemi terk etmesi lazım. Biz AKP’yi çıkartan gücüz.” /*

 ” Sayın Altan bilirsin İslamcıların 40 yıllık rüyasıydı, rüyalarını gerçekleştirdik. Biz AKP’ye iktidarı altın tepside sunduk.”



Ergenekon_Öcalan
http://www.t2174a.com/wp-content/uploads/2014/09/ergenekon_ocalan.jpg

- ”Başbakan MİT’e darbe yapılınca sıranın kendisine geldiğini gördü, Başbakan vatana ihanet suçundan tutuklanacaktı…/*
 */Genelkurmay Başkanı’nın /*(İlker Başbuğ) tutuklanması da budur. O güce Cevat Öneş ‘Darbe’ dedi. Bu yüzden ben devreye girdim, yardımcı olayım dedim.”/*

*/- ”MİT’i düşürseydiler. Türkiye’de tüm kaleler düşmüş olacaktı. Hakan Fidan tutuklansa, sonra sıra Başbakan’a gelecekti. Benim bu süreci canlandırmam, 
Darbeyi engelleme sorumluluğu… Darbeyi önleyebileceğimi fark ettim ve süreci başlattım.”/*

*/- ”Ben bir darbeyi sezdim. Cezaevi müdürüne ‘Hakan Bey’i /*(MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı kastediyor)*/yalnız bırakmamak gerekir’ dedim.
Sözlü, yazılı iletişime geçtim, 5 ay önce tekrar kanal açıldı, diyalog başladı.”/*

- Öcalan: */Başkanlık Sistemi düşünülebilir. Biz Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz. Biz AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz./*

Öcalan: (Altan Tan’a dönerek)*/ Sen sağdaki örgütleri bilirsin. Kontrgerilla ABD merkezlidir. Yargı ve Emniyeti ele geçirdiler. MİT askerlerden güçlü çıktı, 
Savcı çağırdı gitmediler. Bana göre bir direniştir. Erdoğan bunların burnundan fitil fitil çıkarır. İnşallah diyelim./*

*/Kimse kusura bakmasın, ben İslam’a sol jargonla bakmam. Kürt halkının da dini inancı kuvvetlidir. 1969’da Kısakürek’in gizli bir toplantısına gittim./*

- Altan: /Tarikatlarda Örgütlendi./

- Öcalan: */Geliştirin benden daha iyi biliyorsun./*

- Sırrı: /Anayasa’da en büyük tartışma vatandaşlık tanımında yaşanıyor. Kandil diyor ki mutlaka Kürt halkının varlığı zikredilmeli, çünkü
azınlıklar denilince gayrimüslimler anlaşılıyor, ki bu doğru bir tespit./

- Öcalan: /(Sırrı’nın sözünü keserek yeniden araya girdi)/ */Vatandaşlık maddesini sana yazdırıyorum, ‘Özgür iradesiyle Türkiye Cumhuriyeti’ne
bağlılığını ifade eden her birey Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır./*

*/Devlete aitiz, ama Türk Ulusçuluğuna ait değiliz. Türk ulusçuluğu bu ülkenin yüzde 10’unu bile karşılamaz. Millet, Arap, Türk ve Kürdü de
kapsar. Ama millet-i hakime değil./*

*/Millet kavramı hem kolektiftir, hem bireyselliği içerir /*(Altan’a dönerek)*/Millet İslam enternasyonalizmini ifade eder. Peygamber,
‘Arabın Aceme üstünlüğü yoktur’ diyor. Evrensel kavramlara gidelim. Tekilden uzağız. Ortak bir milletin üyesiyiz…/*

Görüşme Tutanakları
http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/iste-ocalan-ve-bdp-heyetinin-gorusme-tutanaklari-haberi-68965 

Öcalan Davası gerekçeli kararı
https://tr.wikisource.org/wiki/%C3%96calan_davas%C4%B1_gerek%C3%A7eli_karar%C4%B1


APO, MARKSİZM-LENİNİZM’DEN NEDEN, NE ZAMAN VAZGEÇTİ?

Apo ile ilgili,
http://www.t2174a.com/wp-content/uploads/2014/09/apo_ile_ilgili.jpg

Şule Çizmeci / Milliyet/

19 Ağustos 1995, Çarşamba


PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Batılı yayın organlarındaki röportajlarında örgütün ambleminden orak-çekici çıkaracağını açıklaması akıllarda 
“Apo Marksizmden dönüyor mu?” sorusunun doğmasına yol açtı./

Apo sadece amblem değişikliği yapacaklarını duyurmakla kalmadı, komünist partilere özgü olan “Genel Sekreter” kavramının kaldırılacağını, bunun yerine 
“Genel Başkan” ifadesinin kullanılacağını açıkladı. Hatta PKK’nin açık açık “Marksist-Leninist bir örgüt olmadığını” ifade etti. 

Neden“ Köklü ” bir değişikliğe kalkıştığının gerekçesini 1995′de Alman ARD televizyonunda yayınlanan röportajda şöyle açıkladı:/

“Sosyalist partilerin çözümsüzlüğü ortaya çıktı. PKK hiçbir zaman Marksist-Leninist formüller temelinde gelişen bir hareket olmamıştır. 
PKK Marksist-Leninist değildir.”

 Perinçek’in İddiaları

Peki sosyalist kanatta PKK liderinin açıklamaları nasıl karşılandı?

İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’e göre Apo’nun “Marksizmden döndüğü çok açık” PKK’nın Körfez Savaşı’ndan sonra programı ve
stratejisini değiştirdiğini belirten Perinçek, şöyle konuştu:

“Kuzey Irak’taki Talabani-Barzani modelini örnek aldı. Bu modelin özü şu: Kendini ezdirdikten sonra Batı’nın özellikle ABD’nin müdahalesini
sağlayıp güdüm altında bir devletçik yaratmak. Bunun başarıya ulaştığını gördü. Şimdi aynı örneği Türkiye’de gerçekleştirmek istiyor.”

Perinçek’e göre PKK ehlileştiriliyor, Batılılaştırılıyor. Doğu Perinçek, bu konuda şunları söylüyor:/

“Yeni Dünya Düzeni içinde Apo bir rol talep ediyor. ABD’ye açıkça ‘Ben senin Ortadoğu kahyalığını yapabilirim.’ diyor. ABD şu an buna olumlu
bir cevap vermiş değil çünkü Türkiye önemli. Bu strateji Marksizmle taban tabana zıt. Çünkü emperyalizmle işbirliğini omurgalıyor. Batı’ya
kendisini kabul ettirmesi için Marksizmin bütün hatıralarını, izlerini ve kalıntılarını terk etmesi gerekiyor. Bunun için çekiçten, oraktan
vazgeçiyor. ABD’ye selam gönderiyor. Dinci kuvvetlere yaklaşıyor. İslamı en geçerli çözüm olarak ilan ediyor.”

(19 Temmuz 1995 tarihli Milliyet gazetesi, Şule Çizmeci haberi)


*Bakın Apo Neler Söylüyor?*


“Apo Kemalist olmuş diyebilirler. Mustafa Kemal bir devrimciydi. 19. yüzyılın bilimine dayanıyordu. Ben ise 21. yüzyıl bilimine dayanıyorum” 

Demokratik cumhuriyet Atatürk’ün hediyesidir. Bunu geliştirmek bizim görevimizdir.

Mustafa Kemal’in 1920 lerde yaptığı neyse benim 2000’ lerde yaptığım odur”. (Ocak 2004 notları)/

“Son vasiyeti Gençliğe Hitabesinde vardır.” (2004 Notları) /

“M. Kemal’in Bursa Nutku’nda gençliğe söyledikleri vardır. Sizde okumalısınız. Öneriyorum. Gençliğe yönelik olarak cumhuriyeti biz kurduk
siz geliştirin demişti” (14.05 03)/

“1920′lerdeki M. Kemal’in çağdaş misyonunu günümüzde üstlenmişim.”

“Bunlar M. Kemal’i de anlamıyorlar. Mustafa Kemal’e ulus-devletin kurucusudur diyorlar. O günün koşullarında doğrudur ama o,
özgürlükçüdür. Onun için bağımsızlık ve özgürlük esastır. Milliyetçiliği de devletçiliği de özgürlük için gerektiği kadar kullanmıştır. O dönemde
yapabileceği başka bir şey yoktu. Fırsat buldukça inceliyorum. O da benim gibi çok okuyormuş; sabahlara kadar. Benim okuduğum türden
kitaplar okuyormuş. Devletler, medeniyetler tarihi, politika üzerine ve daha birçok kitap okumuştur. Mustafa Kemal, kendi çağındaki bütün
filozofları okumuştur. Kendi döneminde ve koşullarında ne yapsın, ancak onları yapabildi. Avrupa medeniyetini, batı medeniyetini hedef aldı,
mürşit olarak bilimi gösterdi. Bu gün yapmış olsaydı, o da bizim yaptıklarımızı yapacaktı.” (Av. Not. Ekim 2006)./

“ M. Kemal 70 yaşındaki bir Kürd yaşlısının elini öpmüştür.”

“Türkiye’nin yumuşak karnı kuzey Irak’tır. Burada milliyetçi Kürdler eliyle İngiliz ve ABD tarafından bağımsız bir Kürd devleti kurulmak
isteniyor. İsrail vari bir Kürd devleti kurulmak isteniyor ve bu kuzeyi de kapsıyacaktır. Devletin buna dikkat etmesi gerekir.” (2003, Özgür Gündem)


Sonraki Avukat Görüşmelerinde; 

“Barzani ailesi Sabetaycı (Yahudiliğini gizleyerek Müslüman olduğunu söyleyen Yahudilere deniliyor) bir kökenden geliyor, onun için
Yahudilerle özel ilişkileri vardır.”

“Bunların savaş çıkarmayacakları, Şeyh Sait gibi yapmayacakları ne malum? Barzani ve Talabani kırk yıl sessiz kaldılar, sonrada Irak’ı bu
hale getirdiler. Türkiye’nin önüne derinleştirilmiş Sevr’i koyacaklar.” (Ocak 2004 notları)

“Ben 1920’lerdeki M. Kemal’in çağdaş misyonunu üstlenmişim. O dönem M. Kemal’e karşı yapılan Kürd ayaklanmaları gericidir”

“Bin yıllık bu diyalog hayatidir. Anadolu’ya girişle başlayan bu diyalog Çanakkale’ye kadar devam eder. Alpaslan, Yavuz Selim, M.Kemal’de
bu stratejik ittifakın önemini zamanında görmüşlerdi.”


Bir başka görüşmede;

“Devletin temel ilkelerine, üniter yapısı, anayasal kurumlarına karşı değiliz. Bizim bu kurumlarla bir sorunumuz yoktur. Bireysel haklar ve
kültürel haklar önemlidir.”

“Bizim taleplerimiz MİT müsteşarının dile getirdiği görüşlerinden daha fazlası değildir” (Şubat, 2007 notları).


Başka bir görüşmede; 

“Bizi tasfiye etmek istiyorlar. Eğer bizi tasfiye ederlerse, bazı Kürd partileri hazırdır. Devreye bunlar girecekler. Daha fazla taleple
Türkiye’nin önüne gelecekler. Bunları Türkiye’de elbette gören bazı kesimler var. Mehmet Ağar biraz görüyor”.

“Üniter devlet sorunumuz yoktur. Misak-i Milli sınırlarını tartışmıyoruz.”(10. 03. 2007)

Abdullah Öcalan başka bir Avukat görüşmesinde: 

“Sorgu sürecinde senin güvenliğin önemli dediler. (…) Bana da birşey yapabilirler, çünkü devlete karşı çizgi var.” (21.01.04, Avukat not)./

Rucan Keleş / 05.04.07/

Abdullah Öcalan’ın açıklamaları
http://www.rizgari.com/modules.php?name=Rizgari_Niviskar&cmd=read&id=1047



OSMAN ÖCALAN’ın Röportajı:

Yeni Akit gazetesi Röportajından (//23 Kasım 2012, Cuma)


“Ben çocuklarımı dağa göndermem. Bizim jenerasyonumuzun hayatı dağda mücadele vererek geçti. Öcalan ailesi olarak biz Kürtlere önemli
hizmetler ettiğimize inanıyoruz. Ancak benim çocuklarımın dağa çıkmalarını istemem. Benim büyük oğlum Fırat, “baba ben ne zaman gerilla
olacağım” diye soruyor. Ben de “hayır sen gerilla olmayacaksın” diyorum.

Ben solcu değilim. PKK içerisinde solcu-Alevi ittifakı çok etkin, ben buna karşıyım. Ben Müslüman kimlikli muhafazakar demokratım. Eşim beş
vakit namazlıdır. Lise yıllarındayken üç yıl oruç tutmuştum. Aradan geçen uzun süreden sonra ben ilk kez bu yıl oruç tuttum.” 

1958 yılında Şanlıurfa’da doğdu. Öcalan ailesindeki 7 kardeşin en küçüğü. 20 yaşında katıldığı PKK’da 26 yıl boyunca aktif olarak yer
aldı. Örgüt içerisindeki kod adı ‘Ferhat’tı. 1986′da PKK’nın lider kadrosuna girdi ve Abdullah Öcalan ‘ın yakalanmasının ardından örgütte
kısa sürede yükseldi. Apo tarafından eleştirilmesine rağmen PKK’da başkan yardımcılığına kadar yükseldi.

PKK’dan ayrılmadan önce silahlı mücadele döneminin geçtiğini ve siyaset zemininde mücadele verilmesini istediği için örgüt tarafından dışlandı.
Kendi ifadesiyle “Ergenekon-örgüt-dış güçler üçgeninde dönen dolaplar” nedeniyle hedef alındığı için PKK’dan 1 Haziran 2004′te ayrıldı. İran
Kürtlerinden olan ve örgütten kaçan Jiyan kod adlı Keve Suci ile evlenerek Erbil’in Koysancak kasabasına yerleşti. Ekmek fırını açarak
esnaflığa başladı. Keve Suci’den iki erkek çocuğu oldu. Şiddetli geçimsizlik sebebiyle Keve Suci’den boşandı ve çocuklarını yanına aldı.
Şubat 2008′de ikinci evliliğini Kuzey Irak’ın Dohuklu 22 yaşındaki Zozan ile yaptı. İkinci evliliğinden ‘Abdullah’ adını verdikleri 8 aylık bir
çocuğu var. Hayvan besiciliği de yapan Osman Öcalan, maddi sıkıntı çektiği zamanlarda bölgenin ileri gelen aşiret reislerinden yardım
aldığını söylüyor…

Osman Öcalan, Örgütten neden ayrıldığını anlattı
http://www.timeturk.com/tr/2012/11/23/osman-ocalan-ben-oglumu-daga-gondermem.html


Öcalan ve Burkayla Kurt Sorunu

http://www.t2174a.com/wp-content/uploads/2014/09/ocalan_ve_burkayla_kurt_sorunu.jpeg

APO’NUN KÜRTÇE BİLMEDİĞİNİ İTİRAF EDİYOR!

(Oral Çalışlar’ın Abdullah Öcalan ile röportajından: Yıl, 1993)


ÇALIŞLAR: Apo Kürtçe öğrenmeye başladı diye bir haber çıkmıştı. Kürtçe öğrenebildiniz mi?

ÖCALAN:Hiç öğrenemiyorum. Kürtçem çok zayıf. Sıradan bir kişi bu konuda benden güçlüdür. Bazı bilgi birikimleri vardır. Bu konuda hafızam
zayıftır. Hafızam bazı konularda ise çok güçlüdür…”

(Oral Çalışlar, Öcalan ve Burkay’la Kürt Sorunu, s.29, Pencere Yayınları, Birinci Baskı: Eylül 1993.)


O Artık Amerikan Malı!

Apo, itina ile ‘Ergenekon Davası’na dahil edilmedi. Halbuki Apo’nun baş destekçileri Perinçekler, Yalçın Küçükler Ergenekon sanığı olarak
müebbet hapisle yargılandılar.

Apo neden bu davadan muaf tutuldu?

Çünkü o, yeni oluşumla birlikte saf değiştirmişti. Artık Amerikancıydı. O yüzden hükümet ile hükümetin emrindeki MİT ile üç yıldır OSLO ve
İMRALI görüşmeleri sürüyordu.

Hatta Apo, Fethullah Hoca’ya selam bile gönderiyor, yazdığı mektubunu islami motiflerle beziyordu:


“… farklı ırklarla, dinlerle, mezheplerle kardeşçe ve dostça birlikte yaşayan, birlikte inşa eden Kürtler…” “bizim kavgamız hiçbir ırka, dine, mezhebe karşı 
olmamıştır.”

“Türk halkı bilmeli ki, Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır.
Gerçek anlamda bu kardeşlik hukukunda fetih, inkar, red, zorla asimilasyon ve imha yoktur, olmamalıdır.”

“Zaman … helalleşmenin zamanıdır.”

“Hz. Musa, Hz. İsa, ve Hz. Muhammet’in mesajlarındaki hakikatler, bugün yeni müjdelerle hayata geçiyor, …”



”Yaşamak istiyorum” diyen Apo! (1 Haziran 1999 – Salı) Yaşamak İstiyorum 

http://webarsiv.hurriyet.com.tr/1999/06/01/120593.asp


http://www.t2174a.com/wp-content/uploads/2014/09/a_1.jpg

Yunanlı Nato Generali ”özgürlük savaşçıları”nı eğitiyor!

Papandreu’nun NATO’cu generali de PKK’lilere Bekaa’da eğitim vermişti…

NATO generali“Özgürlük Savaşçıları” nı eğitti. Bu konuyu NOKTA dergisi kapak haber yapmıştı…


PKK’DE İÇ İNFAZLAR

Abdullah Öcalan *Mehmet Ali Birand* ile yaptığı röportajda PKK terör örgütünde dörtte bir oranında iç infaz yapıldığını açıklıyordu.

Abdullah Öcalan, M. Ali Birand’a şöyle demişti:


“… Geçtiğimiz dönemde Türkiye Cumhuriyeti ile savaşmaktan çok daha fazla parti içi mücadele yaptık. Çok tasfiye yapıldı. Kadroların dörtte
biri tasfiye oldu. Hem gerilladan hem partiden. 

TC’NİN BİZE VERDİRTTİĞİ KAYIPLARDAN DAHA FAZLA KAYIP VERDİK…”

M. Ali Birand, Apo ve PKK, (s. 272), Milliyet Yayınları.

Apo & M. Ali Birand Görüşmesi

https://www.youtube.com/watch?v=ICozxiENssM&list=UU-D5upxq6L4RhVg7G_64r6A


AVRUPA’DA İLK İNFAZLAR:

Birand Kitabi

http://www.t2174a.com/wp-content/uploads/2014/09/birand_kitabi.jpg

Güvenlik güçlerine teslim olan ve savcılığa ifade veren Ş.B.’nin anlattıklarına göre Avrupa’da düzenlenen ilk infaz 1984 yılında İsveç’te meydana geldi.

Örgütün Avrupa’daki etkin isimlerinden Enver Ata’nın bazı tutumları sorunlu bulundu. Örgüt tarafından bir otobüs durağında öldürüldü.

Ardından onunla sıkı ilişki içinde olduğu bilinen Zülfü Gök 7 Ağustos 1984′te, Almanya’da arabasının içinde kurşunlandı.

HAKi KARER (Türk kökenli lider adayı): PKK’nın Türk asıllı kurucularından olan Ordulu Haki Karer, Öcalan ile birlikte siyasi
faaliyetlere başladığında onu gölgede bırakan bir duruşu vardı. Karer’in zaman zaman öne çıkması Öcalan’ı rahatsız etti. 18 Mayıs 1977′de,
Gaziantep’te bir kahvehanede şüpheli bir şekilde vuruldu. Bacağından yaralanan Karer hastaneye götürüldü ancak kan kaybından öldü.

ELEŞTİRİYE STOCKHOLM’DE KURŞUN:

Avrupa Sorumlusu Çetin Güngör, örgütün kongresinde yöneticilerin faaliyetlerini eleştirdi. Ajan olduğu gerekçesiyle 1984′te Stockholm’de
öldürüldü. Semir kod adlı militan 12 Eylül darbesi sonrasında Avrupa’daki PKK faaliyetlerini örgütlemişti./

BANYO KÜVETİNDE ASİTLE:

12 Eylül darbesinde yakalanıp 11 yıl Diyarbakır Cezaevi’nde kaldıktan sonra tahliye olan Ali Rıza kod adlı Mehmet Çimen, Almanya’da üst
kademeyle görüş ayrılığına düştü. Suriye’ye çağırıldı. Örgüt kararıyla Banyo küvetinde üzerine Asit dökülerek infaz edildi.

SIRTINDAN VURDULAR:

PKK-MK üyeliğine kadar yükselen Dr. Nasır kod adlı Faruk Bozkurt, hain ilan edilen örgüt üyelerinden. Öcalan’ın yakalanmasından sonra, sorguda
verdiği ifadeler ve takındığı tutuma bakarak, ‘liderimiz kontra olmuş’ dedi. Çetecilik yapıyor suçlamasıyla tutuklandı. Nasır’ı sırtından vuran
örgüt, ‘kaçarken öldürüldü’ söylentisini yaydı.

SEVDİĞİ KADININ ÖNÜNDE ÖLÜM:

Avrupa’da PKK’nın önemli isimlerinden Mehmet Tunç hakkında Paris’te tanıştığı bir kadınla aşk yaşadığı gerekçesiyle infaz kararı çıkarıldı.
Hevi isimli kadının önünde öldürüldü.

ALMANYA’DA EVLİLİK OYUNU İLE İNFAZ:

Hogir kod adlı Cemil Işık, yönetimle ters düşünce hain ilan edildi. PKK yönetimi Işık’ı öldürmek için bir kadın görevlendirdi. Kadın terörist,
evlilik vaadi ile kandırdığı Işık’ı infaz etti.

ROMANYA’DA SİLAHLI SALDIRI:

Örgütün kurucu isimlerinden olan ve Erzincan-Tunceli sorumluluğu yapan Yıldırım Merkit, ajan-işbirlikçi ilan edildi. Romanya’da uğradığı
silahlı saldırı sonucu öldürüldü.

METİN DEĞER: Ajan olmakla suçlanıp, aylar süren işkenceli soruşturmanın ardından infaz edildi. 
OSMAN TiM: 1992 sonunda İstanbul’da bir PKK hükümlüsü tarafından boğuldu.
NAZİME AKTÜRK: 1999 İmralı Konsepti’ne karşı çıkan grupla hareket etti. Ajanlık suçlamasıyla öldürüldü.

Ölüm Çukurunu kendine kazdırdılar

Örgütün iç infazlarına kurban giden militanlardan biri de Davut kod adlı Resul Altınok. Örgüt adına bir çok Avrupa ülkesinde faaliyetlerde
bulundu ve yöneticilik yaptı.

Altınok’un öldürülme nedeninin Apo ile yaşadığı fikir ayrılığı olduğu iddia ediliyor. Teröristlerin itiraflarına göre 1982′de, PKK’nın II.
Kongresi için Şam’a çağrıldı.

Şam’a gelince Öcalan’ın görevlendirdiği iki kişi tarafından bir hücre evine götürüldü. Ali Haydar Kaytan ve Ömer Altun, Altınok’a önce bir
çukur kazdırdı ve ardından çukurun içinde kafasına kurşun sıktı.

BALDIRINDAN ŞiŞLEYEREK ÖLDÜRDÜLER

FAYSAL DUMLAYICI: PKK’nın kuruluş aşamasında yer alan Kani Yılmaz, Apo İmralı’ya konulduğunda Avrupa’da yer bulamamasının sorumlusu olarak
gösterildi. İki PKK ajanının aracına yerleştirdiği bomba ile 10 Şubat 2006′da öldürüldü.

ŞAHİN DÖNMEZ: Öcalan’ın kendisine ihanet ettiğini öğrenince TSK ile işbirliği yapmak istedi. Cezaevinden çıkar çıkmaz tetikçiler tarafından
öldürüldü./

ŞAHİN BALİÇ: Öcalan’ın yardımcılığını yapıyordu. Bağlanarak beton hücreye konuldu. Ellerine ve ayaklarına çiviler çakılıp, baldırlarından
şişlenerek öldürüldü.

ZEKİ YILMAZ: Örgüt içi demokrasi eksikliğinden söz edince öldürüldü.

MEHMET ŞENER: PKK genel sekreter yardımcılığına kadar yükseldi. Sakine Cansız’ın nişanlısıydı. Ajan oldukları suçlamasıyla iki tetikçi
tarafından kurşunlandı. Şahin Baliç’i sorgulayan Şener, bir yıl sonra aynı akıbete uğramış oldu.

ŞÜKRÜ KARAKUŞ: 1982′de Bekaa Vadisi’nde*“Türkiye’de eylem yapmak için uygun zaman değildir”* dediği için Mahsun Korkmaz tarafından kurşuna
dizildi.

CEMİLE MERKİT: Öcalan’ın talimatıyla altı aylık bebeğini düşürdü. Mayıs 1982′de, Bekaa Vadisi kayalıklarında öldürüldü.

MURAT BAYRAKLI: 5 Haziran 1984′te Batı Berlin’de, bir çöp konteynerinde yakıldı.

İZZETTİN EVCİL: 1984 sonlarında, PKK içerisinde muhalif çizgi oluşturduğu gerekçesiyle öldürüldü.

MUSTAFA ÖMÜRCAN: Örgüt talimatlarına karşı gelmek suçundan idam edildi.

MAHMUT BİLGİLİ: 12 Eylül döneminde PKK davalarına bakan bir avukattı. Mart 1987′de Hollanda’da bir lokantada öldürüldü. Cesedi parçalanarak
kanalizasyon çukuruna atıldı.

MEHMET TUNÇ: Bir dönem Avrupa’da PKK yapılanması içinde yer aldı. Şam’a çağırılıp öldürüldü.

HALİL KAYA: PKK’nın III. Kongresi’nde genel sekreter birinci
yardımcılığına getirildi. Öcalan’ın talimatıyla kurşuna dizildi.

ALİ ÖMÜRCAN: PKK’nın kurucu üyelerinden. Lübnan’da Cemil Bayık tarafından sorgulanarak idam edildi.

Kaynak: Bugün gazetesi


***


 ” Akp’yi 10 Yıldır Ayakta Tutan Benim ! ” BÖLÜM 3



 ” Akp’yi 10 Yıldır Ayakta Tutan Benim ! ” BÖLÜM 3



” TÜRK ULUSÇULUĞU FAŞİST ”

Öcalan ve BDP Heyetinin Görüşme Tutanakları 


“Türk Ulusçuluğu Faşist,

“Burada Türkiye Cumhuriyeti de olmayabilir sadece Türkiye de olabilir. Ulus aidiyeti ile devlet aidiyetini karıştırmayın. Bunu CHP ve MHP
dedirtiyor. Sizin Türk ulusçuluğu dediğiniz faşist bir örgütlenmedir. Alet olamayız. Devlete aitiz, ama Türk ulusçuluğuna ait değiliz. Türk
ulusçuluğu bu ülkenin yüzde 10’unu bile karşılamaz. Millet, Arap, Türk ve Kürdü de kapsar. Ama millet-i hakime değil.

Millet kavramı hem kolektiftir, hem bireyselliği içerir (Altan’a dönerek) Millet İslam enternasyonalizmini ifade eder. Peygamber,
‘Arabın Aceme üstünlüğü yoktur’ diyor. Evrensel kavramlara gidelim. Tekilden uzağız. Ortak bir milletin üyesiyiz. Bu Türk ulusçuların
kastettiği şey değil. Böyle ele aldığımız zaman bunu Türk ulusalcıları da kabul edebilir.

Hedefimiz ne? 
'' Kürt Türk ilişkilerinin özgür bir temelde anayasal bir ifadeye kavuşturmak istiyorum.”

Abdullah Öcalan (Öcalan ve BDP Heyetinin Görüşme Tutanakları)

Öcalan ve BDP heyetinin görüşme tutanakları
http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/iste-ocalan-ve-bdp-heyetinin-gorusme-tutanaklari-haberi-68965?fb_action_ids=457189061016520&fb_action_types=og.recommends&fb_source=aggregation&fb_aggregation_id=246965925417366


TECAVÜZCÜ APO!

Abdullah Öcalan; Osman’ın eşi Zehra’yı yanına, yani yoğunlaşma evlerine aldı ve yüzlerce kişinin önünde;

“Bizim Osman da ben kadın seviyorum diyor. Ulan aşağılık adam, sen kim, kadın sevmek kim. Kadını sevseydin, sevdiğin kadın yanında olurdu. Oysa ki onun seviyorum dediği kadın şu anda benim yanımda. Öyle ki ne yapıyorsam yanımdan ayrılmak istemiyor. Beni ona tercih etmiş olmalı ki
git desem de gitmiyor.'' diyordu…


Osman Öcalan ve Zehra Okcu
http://www.t2174a.com/wp-content/uploads/2014/09/osman_ocalan_zehra_okcu.jpg

Osman Öcalan ve Zehra Okcu, Zehra daha sonra bir çatışmada ölür…

Osman Öcalan’ın Anlatımı:

“30 yıllık bu tahakkümün son kurbanı Osman Öcalan olmuş gibi görünüyor. 

Geçen hafta yazdığı bir yazıda eski örgütü PKK’nın kadın – erkek ilişkilerini yasaklayan tutumundan yakınırken “örgüt jargonu” ile bir
imkansız aşk hikayesi anlatıyor:


“1991’de Zehra Okçu arkadaşla ilişkilendim. Oluşan bağlılığı gidermek ve ilişkilenmemek için direndimse de başaramadım. Aşk denilen olayı ilk
kez yaşıyordum. Geliştirdiğim ilişki her ikimize de pahalıya patladı.
Zehra arkadaş 1997’de şehit düşünce tövbekar oldum. 2003’te Keve arkadaşı tanımam bu duruma son vermeme yol açtı. Keve arkadaşa derin bir
duygu ile bağlandım. Direnmeyi bir tarafa bırakarak ilişkimi açıkça ilan ettim”. 

Linki gör  http://www.tetedeturc.com/home/spip.php?article650

Öcalan’ın tecavüz ettiği kadınlar

http://www.ankaraport.net/haberler/788/iste-ocalanin-tecavuz-ettigi-kadinlar.html


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR




***

Erdoğan Saray, Putin Devlet Yönetiyor



Erdoğan Saray, Putin Devlet Yönetiyor

Yazar: Tuğçe Varol

Son dönemde Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olduktan sonra “Başkanlık” sistemi ve “tek adamlık” hayali kurmasının en önemli idolünün Rusya Devlet Başkanı Putin olduğu algısı var. Oysa ki iki lider arasındaki en önemli fark, Erdoğan’ın Saray ve çevresini (Partisini), Putin’in ise bütün Rusya’yı ve hatta bölgesini yönetmesidir. Erdoğan’ın iktidara gelmesinden itibaren gelişen Türk-Rus ilişkilerinin en önemli başlığını enerji kalemi oluşturuyor ve enerjideki işbirliği ve yeni projeler nedeniyle dış politikadaki anlaşmazlık halleri atlatılıyordu. Ancak Kırım’ın ilhakı sırasında dahi iki ülkenin diplomatik olarak bir sorun yaşamamasına rağmen Ankara açısından Suriye konusunda Rusya’ya hep bir had bildirme hep bir uyarı söylemi devam ediyordu. Fakat hem Erdoğan ve partisinin artık tek başına Rusya ile ilgili enerji kararlarını alamaması ve Rusya’ya ihtiyacı olan izinleri verememesi, hem de gelecekte Erdoğan ve partisinin güç kaybetme ihtimalinin olması, Putin’in artık daha fazla Erdoğan’a kendi açısından “tahammül” etmek zorunda olmadığı kararı aldığını gösteriyor.

Hatırlanacak olursa 10 Ekim 2012 yılında (tam 3 yıl önce) Türkiye, Suriye’ye gitmekte olan bir Rus yolcu uçağını Ankara’ya zorla indirmişti. 

Bir gün sonra Erdoğan’ın yaptığı açıklamaya göre; uçakta Rusya’nın Suriye’ye (Esad’ın ordusuna) gönderdiği askeri mühimmat vardı.[1] 

Davutoğlu’na göre de “aldıkları istihbarata göre” uçakta sivil uçuşlarda bildirim yapılması gerekip de olması meşru olan unsurlar dışında unsurlar vardı.

[2] Havaalanında 9 saat tutulan uçakta neler bulunduğu bugüne kadar tam olarak açıklanmazken, Rus yetkililer krizi son derece diplomatik bir dil kullanarak atlattılar.[3] Tam da Şam’a giden Rus uçağı Ankara’da aranırken, Türkiye’nin doğusunda başka gelişmeler oldu. İran’dan gelen doğal gaz boru hattının geçiş yaptığı Ağrı’da boru hattında patlama oldu ve bunlardan birisinde askerlerin oradan geçişi hesaplanarak 28 asker de yaralandı. Erdoğan ve Davutoğlu, Rusya’ya “uluslararası hukuk” hatırlatmalarında bulunurken, dönemin Enerji Bakanı Taner Yıldız ise Rus Gazprom yetkililerine daha fazla gaz göndermeleri için ricada bulunuyordu. Taner Yıldız’ın cümleleri Erdoğan ve Davutoğlu’ndan daha diplomatikti çünkü Yıldız, doğal gaz kesintisinin uzun sürmesinin ne demek olduğunu çok iyi biliyordu. Yıldız’ın basına söylediği cümlesi aynen şöyleydi: “Bir telefon kadar yakın dostlarımızdan gaz talep ettik”. O sırada Rus uçağı Ankara’da bulunuyordu ve Erdoğan ve Davutoğlu uzun “uluslararası hukuk” konuşmaları yapıyordu. Türkiye’ye acilen istediği fazla gazı pompalayan Gazprom’un açıklaması ise çok manidardı: “İyi ki kışın olmadı”.[4] 

Bir başka deyişle; “bu sefer gazımız var ama bir dahaki sefere bakarsınız olmaz”.

Şimdi gelelim “Sarayı” yönetmekle meşgul Erdoğan ve Putin arasındaki son gelişmelere. Suriye’ye giden Rus askerleri ve uçaklarının Türk boğazları ve İran hava sahasını kullanarak gittiği biliniyor. Dolayısıyla Türkiye, Ağustos ayından itibaren Rus askerinin Boğazlardan geçişini izliyor. Tam da o sıralarda Türk Akım’ı doğal gaz boru hattı projesi donduruluyor. Son olarak da projenin 63 bcm olarak planlanan kapasitesinin yarıya indirildiği duyuruldu ki bu projede daha çok değişiklikler olabilir. Projenin kapasitesi tekrar arttırılabilir, rotası tekrar değişebilir hatta Bulgar-Yunan Akım’ı haline bile gelebilir. Önemli olan şu; Putin artık gelecekte Erdoğan ile iş yapma ihtimalinin azaldığını anlamış gibi hareket ediyor. Büyük ihtimalle Erdoğan’dan sözünü aldığı projeler, Erdoğan’ın parlamentodaki gücünü kaybetmesi nedeni ile gerçekleşemeyecek veya gecikecek ve ayrıca Suriye meselesinin de Kremlin’e göre artık halledilmesinin zamanı gelmişti.

Bundan böyle Ankara, Türkiye’nin güneyinde Rus askeri varlığını her zaman yakınında hissetmeye başlayacaktır. Üstelik daha Rus hava operasyonlarının başlamasının ilk günlerinde Rus uçakları iki kez Türk hava sahasını ihlal ederek varlıklarını hissettirmeye başladılar bile. Rusya tarafından Türkiye’ye önce navigasyon hatası ve daha sonra teknik hata açıklamaları yapılmış olsa da Rus uçaklarının kasten Türk hava sahasını ihlal ettiklerini düşünmekteyim. Böylelikle hem Erdoğan’ın refleksleri deneniyor hem de Türkiye’ye sınırlarını hatırlatan bir mesaj veriliyor: “Rusya, Suriye’de alışsan iyi olur”.

6 Ekim itibariyle Moskova’da konuyla ilgili açıklamalarda bulunan Rusya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Mariya Zaharova’nın sözlerinin satır araları ise yine Türkiye’ye mesajlarla dolu. İlk altı çizilmesi gereken açıklaması: “...uluslararası koalisyona şu anki şartlarda katılmamız mümkün değil. Zira uluslararası koalisyon uluslararası hukuka uygun hareket etmiyor.” Böylelikle Ruslardan ilk “uluslararası hukuk” uyarısı gelmiş oldu. Bu açıklamayı Türkiye’nin de çok iyi düşünmesi gerekiyor keza Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Suriye’ye giden tırlar haberi” Rusya tarafından gerektiğinde kendisine hatırlatılabilir. İkincisi ise: BBC muhabirinin Rusya’nın Türkiye’nin hava sahasını bir daha ihlal etmeyeceğine dair garanti verip vermeyeceği yönündeki sorusuna “İhlal etmemeye çalışacağız” dedi.[5] Türkiye tarafının hava sahasının ihlali nedeniyle esip gürleme sesleri gelirken, Rusya tarafından bir daha olmaz garantisi gelmiyor. 

Neden?

Maalesef Rus uçaklarının Türk hava sahasını ihlal etmesi ile ilgili hem Erdoğan hem de Davutoğlu’ndan diplomatik terminolojiden uzak, hamaset dolu açıklamalar gelmekte. Putin de çok iyi biliyor ki Erdoğan ve Davutoğlu’nun yerine gelebilecek yeni Türk hükümeti ile Suriye konusunda çok daha farklı ve ortak çıkarlar doğrultusunda bir politika izleyebilecektir ve IŞİD ile mücadeleyi ön plana alabilecektir. Olası yeni Erdoğan gücünün hissedilmeyeceği bir hükümet ile de Rusya yine enerji çalışmalarını devam ettirebilir. Uluslararası ilişkilerde kişiler gider, devletler ve çıkarları baki kalır.

Diğer yandan eğer 1 Kasım seçimlerinden “tek adam” rejimi çıkacak olursa, Putin şimdiden, Erdoğan’ı ve “Saray’ına” sınırlarını hatırlatıyor. O nedenle Moskova uçağının Ankara’da olduğu sırada, İran’dan gelen doğal gaz boru hattının patlatılmasının Erdoğan ve Davutoğlu tarafından hatırlanması gerekiyor. Rusya ister doğal gazı keser, ister bakarsınız boru hatlarında teknik sorunlar olur, PKK boru hatlarını patlatır durur ya da bakarsınız Türkiye’den Suriye’ye giden tırlarla ilgili bir hatırlatma olur. Artık orası Kremlin’in satrançta hangi taşı oynayacağı ile ilgili bir durum. Kısacası Saray’ın doğal gazı kesilmez ve ısıtırsınız ama Ankara-İstanbul gibi büyükşehirler kışın ortasında 15 gün elektriksiz kalırsa, askerinizi bile hareket ettiremez hale gelebilirsiniz.

Putin, hem “Erdoğan’lı” hem “Erdoğan’sız” bir Türkiye’ye karşı önlemlerini alırken Davutoğlu ise “beni seçerseniz Başkanlık” sistemini getireceğiz diyor, Erdoğan ise 1 Kasım genel seçimleri için Avrupa’da partisi için seçmenlerden oy istiyor. Bu sırada ise Rus uçakları, ABD uçaklarının yanından geçerek IŞİD hedeflerini ve diğer muhalif silahlı birimleri vuruyor. O nedenle Erdoğan Saray yönetirken, Putin Devlet yönetiyor.

DİPNOTLAR;

[1]Al Jazeera, “Erdoğan: Uçakta Mühimmat Vardı”, 12 Ekim 2012, http://www.aljazeera.com.tr/haber/erdogan-ucakta-muhimmat-vardi
[2]CNNTÜRK, “Suriye Yolcu Uçağı Jetlerle Ankara’ya İndirildi”, http://www.cnnturk.com/2012/turkiye/10/10/suriye.yolcu.ucagi.jetlerle.ankaraya.indirildi/680131.0/
[3]RT, “Turkish PM claims diverted Syria-bound plane was carrying munitions for Damascus”, 12 Ekim 2012, https://www.rt.com/news/erdogan-turkey-plane-munition-russia-200/
[4]Tuğçe Varol, “Doğal Gaz Boru Hatları Neden Patlatılıyor?”, 21YYTE, 30 Ekim 2012, http://www.21yyte.org/tr/arastirma/enerji-ve-enerji-guvenligi-arastirmalari-merkezi/2012/10/30/6779/dogal-gaz-boru-hatlari-neden-patlatiliyor
[5]Sputnik News, “Zaharova: Gerekli Açıklama Savunma Bakanlığı Tarafından Türkiye’ye İletildi”, 6 Ekim 2015, http://tr.sputniknews.com/rusya/20151006/1018190108/rusya-turkiye-hava-sahasi-abd-isid-zaharova.html

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/enerji-ve-enerji-guvenligi-arastirmalari-merkezi/2015/10/11/8319/erdogan-saray-putin-devlet-yonetiyor

26 Mayıs 2017 Cuma

TARİHİMİZE DÜŞEN KARA LEKE İDAMLARIN İÇ YÜZÜ BÖLÜM 2




 TARİHİMİZE DÜŞEN KARA LEKE İDAMLARIN İÇ YÜZÜ  BÖLÜM 2


       İnönü’nün Son Temasları ve Mektubu

       İnönü – Gümüşpala – Alican’ın ortak mektubu: Bu iç siyasi liderin 11 Eylül 1961’de  Gürsel’e bir mektup göndererek, ondan idamların onaylanmamasını talep ettiklerinden bahsedilir. (Adem Çaylak, Osman Bölükbaşı ve Siyasal Hareketi, Ankara, 2010, s. 472)
İnönü’nün 13 Eylül 1961 tarihli mektubu: İnönü’nün idamların hemen arifesindeki bunları önlemeye yönelik son girişimlerinde biri, 13 Eylül 1961’de Gürsel’e mektup yazmak oldu. Bilginer’e göre bu mektup, noter tasdikli olarak gönderildi ve Kızılay Büyük Postaneden postaya verildi. (Recep Bilginer, Üç İktidar Üç Hayal Kırıklığı, s. 273)
İnönü’nün kendisi mektup yazdığına dair,  “Defter Notları”na 13 Eylül 1961’de, “13 Eylül Çarşamba, Gürsel’e mektup yazdım” notunu düşer.  “Orgeneral Cemal Gürsel” hitap başlıklı mektubunda özetle şunlar yer alıyordu: Ölüm cezalarının tasdiki, Anayasaya göre MBK’nin tasdikine bağlı olacaktır. Ölüm kararlarının tasdik ve infazı, milli menfaatlere her surette aykırıdır. Artık eskimiş olan siyasi suçlardan idam, siyasi partiler arasında ve memlekette mânen huzur oluşmasını imkansız kılacak, ruhlardaki daimi bir yarayı işletmekten geri kalmayacaktır. Meselenin diğer bir önemli tarafı, MBK’nin idam kararlarını onaylamaya mecbur bırakılması, haksız ve kanunsuzdur. Ordu adına yapılan bir idam onaylaması, millet nezdinde orduya karşı çare bulunmaz bir kırgınlık doğuracaktır. Siyasi suçlardan dolayı idam artık bugün yeryüzünde kalmamıştır. “MBK üyelerinin ellerindeki aziz emaneti, vahim bir itibar buhranına maruz bırakmayacaklarını hulus ile ümit ediyorum… Üstün saygılarımın kabulünü istirham ederim sayın Orgeneralim.” (Mithat Perim, Yassıada ve İnfazların İçyüzü, s. 168)
       İnönü’nün mektubu yazıldığı gün Gürsel’in eline ulaşmış (hızlı posta ile), Gürsel onu aynı gün MBK’ne ulaştırmak için Fahri Özdilek’e vermişti. Mektup, 15  Eylül 1961 günü akşamı, MBK toplantısında idamların onaylanması toplantısı yapılırken buraya getirildi. Komite üyesi Küçük, “Mektubun okunmasına izin verilmedi”  şeklinde yazar. (Sami Küçük,Rumeli’den 27 Mayıs’a, İstanbul, 2008, s. 126) “Okunmamışsa”,  Komite üyeleri üzerinde bir etkisi olmayacak, böylece İnönü’nün son girişimlerinden birisi de sonuç vermeyecektir.
Polatkan ve Menderes ailelerinin isteği üzerine İnönü’nün en son girişimi:  15 Eylül günü Yassıada Mahkemesi kararları açıklanınca, eşleri idama çarptırılan aileleri “infaz edilecekler” korkusuyla bir telaş sardı. Evleri, akrabaları ve yakın dostları tarafından dolduruldu. Bunlar ailelerden, olup biten her şey üzerinde İnönü etkili olduğu için, “Gidin İnönü ile görüşün, belki idamları önler” dediler. Bunun üzerine Polatkan ve Menderes’in aileleri İnönü’nün evine koştular. Önce, Polatkan’ın eşi ve çocukları geldiler. Görgü tanığı Toker’in yazdıkları: “Gözyaşları içindeydiler. İsmet Paşa’nın eline öptüler; ondan şefaat rica ettiler. İsmet Paşa da ve bilhassa kayınvalidem (Mevhibe Hanım) son derece derin bir üzüntünün içindeydiler. İsmet Paşa derhal elinden geleni yapacağını söyledi. ‘Ne olur, geç kalmayın Paşam’ diyorlardı. Onlar gittiler.”(Metin Toker, İsmet Paşayla 10 Yıl, C.III, Akara, 1967, s. 213)
Yine İnönü’nün damadı Toker’in yazdıklarına göre, Polatkan’ın ailesi gittikten hemen sonra Menderes’in eşi Berrin Menderes, İnönü’ye telefon ederek randevu ve “İsmet Paşa’nın şefkati”ni istemişti.  Hemen harekete geçeceğini söyleyen İnönü, “İnşallah hayırlı bir netice alırız” dedi. Saat 9.5 idi. İnönü,  Gürsel’le görüşmek için hemen Başbakanlığa gitti. “Gürsel’le görüşmesi uzun sürmedi. Aldığı haber açıydı: Zorlu ve Polatkan hakkındaki hükümler sabaha karşı İmralı’da infaz edilmişti. Fakat Menderes henüz komadan çıkmamıştı, onun için o Yassıada’daydı. İsmet Paşa.
-‘Onu kurtarmak lazım’ dedi.
Gürsel bunu nasıl yapacağını, yapabileceğini bilmiyordu. Kendisinin bu konuda bir veto hakkı yoktu. Yetkili kurul MBK idi ve MBK kararını vermişti. İsmet Paşa şiddetle ısrar etti:
-‘Menderes’i kurtarmak lazımdır. Onun hakkındaki hükmü tekrar Komiteye götürünüz.’
Gürsel müteredditti ve kudreti hakkında eskisi kadar iyimser değildi. Saat 11’de parti liderlerini Bölükbaşı hariç, Başbakanlıkta toplantıya çağırmıştı.
-‘Teşrif ederseniz tekrar görüşürüz’ dedi.
İsmet Paşa, Menderes hakkındaki hükmün de bu arada infaz edilmeyeceğine dair teminat istiyordu. Gürsel bunu  vermekte fütur (gevşeklik) gösterdi.  Halbuki artık ipleri kendisi çekmiyordu.  İsmet Paşa Ayten sokağa (evine) döndü. Berrin Menderes’in ziyareti bu sırada oldu.
Bayan Menderes’in gözleri yaşlı, fakat vakurdu.
-‘Paşa hazretleri, onu ancak siz kurtarabilirsiniz…’ diyor ve ağlıyordu. Gözleri yaşlı olan başka biri, kayınvalidemdi.
-‘Paşam, Hanımefendinin hakkını ver’ diye Bayan Menderes’i destekliyordu. İsmet Paşa iki yaslı kadına Gürsel’le o sabahki temasını kısaca söyledi, Menderes’in hayatta olduğunu, 11’de tekrar toplanılacağını bildirdi.
-‘Merak buyurmayınız, ne mümkünse onu yapacağım, Temin etmemiz gereken husus bir acele tertibin önlenmesidir’ diyordu…
Liderler toplantısı için saat 11’de İsmet Paşa yeniden Başbakanlığa gitti…
Gürsel durumu anlattı. Zorlu ve Polatkan hakkındaki idam kararı infaz edilmişti. Menderes’in hastalığı devam ediyordu…
Sesini yükselten İsmet Paşa oldu: ‘Adam hasta, Yatakta. Hasta, hasta yataktan kaldırıp mı asacaksınız? Ele güne karşı ne diyeceğiz… Komiteyi toplarsınız yeniden görüşürsünüz…
Öteki liderlerin hepsi de İsmet Paşa’nın sözleri istikametinde konuştular. Menderes’in kurtarılması umumi bir istekti. Gürsel, mutat veçhile kararsızdı… Gürsel, arzulanan teminatı gene vermedi…” (Metin Toker, İsmet Paşayla 10 Yıl, C. III, s. 214)
Liderler toplantısı bitmiş, İnönü eve dönmüştü.  Gürsel’den “Cevabı Sunay versin” diye telefon geldi. İnönü,  Genel Kurmay Başkanı Sunay ve yanında bulunan Dışişleri Bakanı Selim Sarper’le görüşmek için saat 16’da Başbakanlığa geldi. İnönü, Menderes’in idamının durdurulmasını bir de Sunay’a anlattı. Sunay da mütereddit davranmış, olumlu bir cevap vermemişti. Bir ara İnönü’ye dedi: “ Paşam, belki de şu anda, biz burada konuşurken İstanbul’da Adnan Menderes’i asmışlardır bile…”  Gerçekten de Menderes o gün saat 14. 30’da İmralı’da asılmış, iş bitmişti. İnönü’nün artık yapacağı bir iş kalmamıştı. (Metin Toker, İsmet Paşayla 10 Yıl, C. III, s. 216)
Aydın Menderes de annesi ile birlikte İnönü’ye gittiklerini ve İnönü’nün verdiği cevabı şöyle anlatır: “Oturduk. Annem sözü uzatmadan ‘Paşam, Adnan’ı siz de tanırsınız Bu millete ve memlekete en ufak bir zararı dokunuş değildir. İdamı çok büyük haksızlık olur. Muhakkak ki sizin sözünüz geçerlidir. Şükran duyuyoruz, bu yolda lütfedip girişimlerde bulunduğunuzu da işittik Bir kere daha tekrarlarsanız umulur ki sonuç verebilir’ dedi. İsmet Paşa cevaben ‘Evet mektup yazdım, elimden gelenleri yaptım. Ancak bunlar çılgın vaziyetteler. Bir türlü söz dinletemiyorum. Yeni bir teşebbüs öncekinden farklı bir sonuç doğurmayacaktır… Hakkında karar ne olursa olsun Adnan Menderes’ten size ve çocuklarınıza kötü bir isim kalmayacaktır’ dedi…
Bizim, daha doğrusu annemin söyledikleri zaten bitmişti. İşittiklerimizi de işitmiştik. İzin istedik, kalktık, ayrıldık.” (Aydın Menderes, Babam ve Ben, s. 227)

İdamların Önlenmesinde İnönü Samimi mi idi?

        İdamların önlenmesi konusunda İnönü’nün daha işin basından beri sonuna kadar, bunların önlenmesinde “samimi idi”, “samimi değildi” tartışmaları devamlı yapılmış, genelde “samimi değildi” yönünde görüşler ortaya konulmuştur.
İnönü’nün samimi olmadığını genelde DP’liler dile getirmişlerdir. Bunlardan bazılarının görüşleri şöyledir:
Firuzan Tekil: “Bu infazlar karşısında büyük isim İnönü’nün hiçbir fikir kavgası vermeyişi, rejim üstüne bir inancı değil, bir inançsızlığı ifade etmektedir. O meşum infazlara karşı olmak başka, onlar engel olma davranışı başkadır. Şu var ki, anlaşılan ilerideki ikbal günlerinin risk edilip edilmemesi ağır basmıştır.” (Firuzan Tekil, İnönü Menderes Kavgası, İstanbul, 1989, s. 205)
Muhittin Güven: “CHP lideri İnönü’nün son dakika koyduğu ağırlığı ile gerekeni yerine getirmekte hakiki manâda değil, şekli bir halin oluşuna inanmışımdır. Çünkü,  olagelen kendi dışında ve kendine karşı değildi. Ama, ‘yapmadı’  dedirtmemek de lazım geliyordu.” (Muhittin Güven, Sehpa Altında Politika, Tercüman, 1 Haziran 1989)
Necmettin Önder: “Komitecilerin ağababaları dahi (Cemal Gürsel), darbenin ilk günü ayağının tozuyla ‘Emrinizdeyim Paşam’ diye bağlılık gösterisinde bulunmuştu. Elbette bu heyet üzerinde de hatırı sayılır etkisi olacaktı. Böyle önemli ve hayati bir konuda yapılması gereken ciddi ve samimi teşebbüs üstünkörü, yasak savma kabilinden bir mektup olmamalı idi. Onlarla ya gidip konuşabilir, ikna etme çabası gösterebilir ya da bazılarını davet ederek bir diyalog kurabilirdi. Halbuki o, inkar edilmez politik tecrübesiyle bu idamlar faciasının ileride doğuracağı tepkiyi ve kamu vicdanında meydana getireceği şifasız yarayı önceden bildiği için buna kendi açısından materyal sağlamakla yetinmeyi tercih etmişti. Böylece, tarih ve tarihçileri de aldatabilecek sinsi bir siyasi yalanı tezgahlamış oluyordu.” (Necmettin Önder, Siyasi Hesaplaşma Yahut 27 Mayıs, s. 223)
Fikri Karanis: “Yassıada’da  idam kararları verildikten sonra, muhalefet lideri İnönü ile Cemal Gürsel’in, infazları durdurmak için çaba sarfettikleri bilinmekte ve söylenmektedir. Ancak, çabaların içtenliği; onların  zamanlaması ve biçimindeki tutarsızlıkla orantılı olmalıdır.  Eğer sarfedildiği iddia edilen çabalar, tutarlılıktan yoksun ise, onlara çaba değil, halk deyimi ile ‘yasak savma’ denir ki gayretler de genellikle bu türdendir. Gürsel’in çabasına ise, çabadan ziyade ‘şaşkınca girişimler’ demek daha doğru olur.” (Fikri Karanis, Koltuk Değnekli Demokrasi ve 27 Mayıs Darbesi, s. 492)
Samet Ağaoğlu: “Paşa idamlardan önce MBK’ne yazdığı fikir, siyaset, üslup bakımından gerçekten kuvvetli bir mektupla idamların yapılmamasını istedi. Ama bu isteğini, Türk milletine ve dünyaya ilan etmedi. Bu ilanı yapsa idi Komite üç idamı katiyen kabul etmezdi. Hatta, Aydemir grubunun rivayet edilen baskısına rağmen tasdik etmezdi. Talat Aydemir Komiteye idamları kabul ettirecek kadar kuvvetli olsa idi, bizzat İnönü hükümeti zamanında tenkil edilerek asılabilir miydi?” (Samet Ağaoğlu, Demokrat Parti’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri, İstanbul, 1972, s. 114)
Nusret Kirişçioğlu: “İnönü seçimlerde Yassıada kararları lehinde pek konuşmadı. Bu susuşun kasti olduğu ise sonradan ortaya çıktı.
İnönü, güya idamlara aleyhtar imiş ve mâni olmak için teşebbüse geçmiş de muvaffak olamamış hissini verecek bir mektup düzenledi. Bu mektup ilgililere zamanında verilmemişti.  Ama yine de kandırılmış bir iki gazetede böyle bir mektuptan bahsedildi. Böylece İnönü’nün idamlara karşı olmadığı hissi yayılmak istendi. Bu tertip İnönü’nün seçimlerdeki sükutunun mahiyetini ortaya vurmaktan öteye bir fayda sağlayamadı; hatta bir bakıma da geri tepti. Çünkü İnönü’nün idamları istediği biliniyordu.” (Nusret Kirişçioğlu, Kaeyseri Cezaevinde Bir Yıldönümü Yassıada İmralı Kayseri Gerçekleri C. I, İstanbul, 1967, s. 111)
Rıfkı Salim Burçak: “CHP lideri İsmet İnönü, 13 Eylül 1961 günü, yani Yassıada kararlarından iki gün önce Cemal Gürsel’e yazdığı mektupta mahkemeden idam cezası çıkması halinde bunun infaz edilmemesini istemiş, fakat infazları önleyememiştir. Oysa, 13 Kasım tasfiyesinden sonra yeniden oluşturulan MBK’ sindeki üyeler CHP’yi açıktan destekleyen ve İnönü’nün etkisi altında bulunan kişilerdi. Böyle iken, İnönü nasıl olup da MBK nezdinde etkili olamadı?
Ayrıca,  İsmet Paşa infazları önleme yolundaki gayretlerini açıktan yürütmemiş, bu konudaki görüşlerini doğrudan doğruya halka aktarmamıştır. Sonradan,  Deniz Gezmiş’le arkadaşlarını idamdan kurtarmak maksadıyla  açtığı mücadelenin tersine olarak,  teşebbüsleri sessizce yapmıştı.
İnönü,  infazlardan 15 gün önce Ankara Merkez Komutanı Kurmay Albay Selçuk Atakan’ı evine çağırarak ondan, idamlara mâni olmalarını istemiştir.  Atakan’ın İnönü’ye verdiği cevap şudur: ‘Sizi ordu hâlâ sever, siz niye kalkıp idamların yapılmaması yolunda bir beyanat veriyorsunuz?’ İnönü bu soruyu şu sözlerle karşılamıştır: ‘Şu anda benim bir fonksiyonum yok!’
İnönü gibi, ordu üzerinde her zaman güçlü bir tesir ve nüfuza sahip tarihi bir şahsiyetin, doğrudan doğruya halka hitap edebilmek için, üzerinde resmi bir sıfat ve fonksiyonunun bulunmasına elbette ki ihtiyaç yoktu.
İnfazlar konusunda CHP’de ne gibi görüşler bulunduğu hakkında etraflı bilgilere sahip değiliz. Ama partinin genel sekreteri Bülent Ecevit,  bir konuşmasında bu hususta çok dikkate şayan  bir açıklama yapmıştır: CHP’nin başından idamlara başından aleyhtar olduğunu ve hele İnönü’nün kapı kapı  dolaşarak idamları önlemeye çalıştığını söyledikten sonra parti Meclisindeki  müzakerelere temasla, idamlara taraf olanların da  aleyhtar olanların da bulunduğunu anlatmış ve taraf olanlardan birinin sözlerini nakletmiştir: ‘Bizim köylümüz kuvvetten anlar, birkaç kişi asılmalı ki, halk yola gelmelidir.”(Rıfkı Salim Burçak, Türkiye’de Milli İradenin Zaferi, Ankara, 1994, s. 102)
DP’lilerin dışında bir kısım gazeteci yazarlar ve daha başkaları da idamların önlenmesi konusunda İnönü’nün samimi  olmadığı üzerinde durmuşlardır. Bunların görüşleri şöyledir:
Bedii Faik (Akın): “İdamları durdurmak için geç atılan adım… Her şeyden önce bir hakikati  hemen belirtmek gerek:  Eski iktidar sahiplerine ölüm cezası verilmemesi, arzusunu veya fikrini sadece İnönü’ nün,  o da son dakika yazılmış, bir mektubuna bağlamak kadar, kokusu besbelli bir oyun güç gösterilir.
Siyasi mahkumlara ölüm cezası uygulanmaması tavsiye ve ricaları, ihtilalin ilk aylarından itibaren, uluslar arası platformda idi. İngiliz Kraliçesinden, Amerikan Cumhurbaşkanına, İspanya Devlet Başkanından, Hindistan Başbakanına kadar, pek çok dost devlet ve hükümet ricalinin bu konudaki temennileri, buradaki elçiler vasıtasıyla, hem her makama ulaştırılmış bulunuyordu…
İnönü, siyasi hasımlarının idam edilmelerine samimi  olarak karşı idiyse, teşebbüsünü daha o günlerde yapmalı değil miydi? Siyasi mahkumlara ölüm cezası verilmesini doğru bulmayan ve  buna karşı olan bir lider, yabancı devlet başkanlarının  teşebbüsleriyle hazır belirmiş olan böyle bir fikrin, hemen üstüne atılıp o teşebbüs katarına kuvvetli bir lokomotif olmak varken, ne yapmıştır? Tam tersine; bütün dost devletlerinin  temennilerini, çeşitli kompleksler içinde önemli sayıp saymamak arasında bocalayarak, kâh çalımlı, kâh kararsız tavırlar takınan, devlet yönetiminde tecrübesiz askerlerin bu haline seyirci kalmıştır. Böylece, idam fikrinin daha fazla perçinlenmeden, daha çok macunlaştırılmadan hafifletilmesinin belki de mümkün olduğu günleri, hiçbir teşebbüste ve telkinde bulunmadan geçirmiştir.
Samimi olan hareket, şüphesiz yabancı devlet erkanınki idi. İdam kararları bir emrivaki olduktan sonra, infaz durdurmanın güçlülüğünü, ölüm cezalarını verdikten sonra geri çevirmenin zorluklarını, onların bilip de İnönü yaşındaki bir tecrübenin bilmemesi her halde düşünülemez. Ama eğer maksat, ben kurtarmayı istemiş, hem de bunu bütün gayretine rağmen kabul ettirememiş olmak ise, tabii o zaman yapılacak şey elbette tam son dakikada ortaya atılmaktadır.” (Bedii Faik, İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci, s.24)
Cüneyt Arcayürek: “Berrin Menderes, Yüksel Menderes’in bana anlattıklarına göre, İsmet Paşa’ya, ‘Şimdi, efkârı umumiyeye Menderes’in infazının durdurulması gerektiğini açıkça söyleyebilirsiniz’ dedi.
İsmet Paşa, ‘Bunu yapamam diye anıt verdi.
Bunun dışında elinden ne geliyorsa yapabileceğini söyledi.
‘Elinden gelen’ ise, Menderes’in asılmasının önüne geçilmesini, idam cezasının hapis cezasına çevrilmesini dileyen bir mektubu, ancak infazın yapıldığı gün Devlet Başkanı, Başbakan Gürsel’e göndermekti. Sonra bu girişim, İsmet Paşa’nın, Menderes’i ipten kurtarmak için ‘elinden gelen her şeyi’ yaptığının bir kanıtı olarak ortaya sürülecek, gerektiğinde bir savunma, gerektiğinde bir iftihar belgesi olarak kamuoyuna sunulacaktı.
Gürsel’in çevresine göre ise, İsmet Paşa’nın mektubu PTT aracılığıyla gönderilmişti. Yenişehir Postanesinden atılmıştı.
Elbette, kanıtlanması zor bir savdı bu.”(Cüneyt Arcayürek, Yeni Demokrasi Yeni Arayışlar 1960 – 1961, Ankara,1985, s.55)
Muammer Aksoy: “İdamlar, müebbet hapse çevrilebilir endişesi parti meclisinde kendisini gösterdiği zaman gidip Devlet Başkanı Gürsel’le hemen temasa geçmesi ve bu işi garanti atına almayı istedik. Kendisine teminat verildiğini bildirdi bize. İnönü geldi. ‘Teminat verildi, müsterih olun’ dedi. Fakat sonra bu işin döndüğünü ve infaz edildiğini duyduğu zaman gayet üzgün olarak yine parti meclisinde, sonradan durumun değiştiğini, maalesef çok büyük bir üzüntü ile ifade etti.” (Bedri Baykam, 27 Mayıs İlk Aşkımızdı, s. 54)
Menderes’in avukatı  Burhan Apaydın’ın söylediklerine göre de İnönü  samimi değildi: “İsmet Paşa’nın idamların yapılmaması için  gösterdiği çaba, kendisinin  27 Mayıs hareketinin  işbirlikçisi ve etkileyici rolünü gizlemek amacına yöneliktir. Yargılamalar, duruşmalar hukuka aykırı olarak yapılırken İsmet Paşa hiç itiraz etmemiş ve âdeta idamları beklemiştir… Yassıada kararlarının nereye  gideceği aşikârken, İsmet İnönü idam kararlarının çıkmaması için hiçbir gayret göstermemiştir. En mühimi, gayri meşru bir kuruluş olan YAD’ın  yaptığı duruşmalarının sonunda idam kararları verileceği aşikâr olduğu halde bunun önüne geçmek için hiçbir ciddi harekette bulunmamıştır… İsmet Paşa’nın bu hareketi (mektup yazması) tarih karşısında kendisini sorumluluktan kurtarmak içindir. Yoksa idamların yapılmasını gerçekten önlemek amacına yönelik  olduğunu düşünmüyorum.” (Menderes’in Avukatı Burhan Apaydın’ın Anıları, s. 138)
Bütün bu görüşleri özetle değerlendirir ve biraz da bu satırların yazarının yorumlarını katarsak şunlardan bahsedebiliriz:
1-İdamların önlenmesi konusunda İnönü’nün tavırlarından, “İdamların durdurulması konusunda etkili olamadım,  beni devre dışı bıraktılar” demek istediği anlaşılmaktadır. Bir kere, darbeden önce ve sonra İnönü’yü “yanılmaz ve istekleri göz ardı edilemez” statüsünde görerek onu “tek meşruiyet kaynağı” olarak değerlendiren darbecilerin onun bir dediğini iki etmemeleri lazımdı. “İdamlar hariç” denilerek hiçbir sözünden çıkmamışlardır.
Darbeden önce, “Atatürkçülük bizim için bir dindi. İnönü’yü de Atatürk’ten ayırmak mümkün değildi” diyen darbecilerin, bu sebepten İnönü’nün kedilerinden istediği bir talebini yerine getirmemeleri mümkün değildi.
“Müdahaleyi İnönü’den aldığımız ‘Şartlar uygun olursa ihtilal olur’  fetvası üzerine yaptık” diyen darbecilerin ve darbeden sonra da “Emrinizdeyiz paşam, senin emirlerin bizim için Peygamber buyruğudur” diyen darbecilerin  ve onların meydana getirdiği MBK’nin, bu sebepten de İnönü’nün isteklerini ret etmeleri düşünülemezdi.
Bu durumda, İnönü’nün MBK üyeleri ile idamların önlenmesi konusunda hiçbir isteği olmadığı, “oldu” diye gösterilenlerin, “zevahiri kurtarmak” için yapıldığı ve ciddi bir istek olarak iletilmediği anlaşılmaktadır.
2-“İnönü yüksek sesle dile getirse idi idamlar olmazdı” denilen ve İnönü’nün bunu yapmaması kendisinin “Kanun ve Meşruiyet adamı” olup, mahkeme süreci devam ederken mahkemeyi etkilememek için bunu yapamayacağı üzerinde durulursa da bu doğru değildir. Bir parti lideri olarak Bölükbaşı, bunu “yüksek sesle” dile getirirken İnönü’nün getirmemesine hiçbir sebep yoktu. “İnönü’nün meşruiyeti” ise, İnönü meşru olmadığını darbeden önce, kanunlara ve teamüllere aykırı olarak “Şartlar uygun olursa darbe olur” diyerek yüksek sesle gayri – meşru bir beyan vermesi onu yönelik bu tezi çürütmektedir.
İnönü’nün yüksek sesle dile getirmemesi, “gizlice idama taraftarı olduğuna” yorumlanabilir. Zira, YAD yargıçları üzerinde İnönü en az darbeciler kadar etkili olup, onun sözünden çıkmazlar, büyük bir ihtimalle idam cezası vermezler, verseler bile bir kısım idam cezalarında olduğu gibi üç idamı  da kendileri müebbet hapse çevirebilirlerdi.
3-Bazı görüşlere göre, “İnönü hiç mektup yazmadı” görüşünde de doğruluk payı vardır. Bir kere bunun, Arcayürek’in ifade ettiği üzere “Yenişehir Postanesine verildi”  denmesi ispatlanamazdı.
Sonra, mektubun yazıldığının o günlerde hiç bilinmeyip, 1966’da bir gazetede açıklanması (Akşam, 17 Ağustos 1966) “yazılmadığı” konusundaki şüpheleri iyice artırmaktadır. CHP, 1965 seçimlerinde 1961 seçimlerini nazaran iyice gerilemiş, halkın ona oy verilmemesi partililer arasında yorumlanırken, “27 Mayısa destek vermek, idamları durdurmamak bizim aleyhimize olmuştur” değerlendirmesi de dikkate alınarak, “İdamlar konusunda masun oldukları, İnönü mektup yazıp önleyemediği” iddiası ile  seçmeni yeni bir seçim dönemi için kazanmak uğrunda 1966’da böyle bir mektup uydurulmuş olabilir.
İdam günlerinde mektubun gerçekten yazılmış olduğu bilinse bile; bir kere bu idam kararları MBK’de onaylandıktan sonra “zamansız” yazılması yanında, ikinci olarak,   böyle bir mektup gerçekten MBK toplantısına gelmişse “okunmadı” denmesi yanlış olsa gerektir. İnönü için  “Sen bizim peygamberimizsin” diyen komite üyelerinin bunu okutmaması mümkün değildi. Demek ki, mektup gelmemiş, darbeciler daha sonra idamların yapılması konusunda “İnönü’nün hatası ve tarihi sorumluluğu bulunmadığı”nı ileri sürerek ona bir kıyak yapmak için “mektubu okumadığı”  uydurmasında bulunabilirler.
4-O günlerde CHP kitlesinin büyük bir kısmı idamlardan yana idi. Bu kitle nezdinde bir oylama olsa idi “İdam edilsin” oyu fazla çıkardı. Bu kitlerinin bütün endişesi,  10 yıllık Menderes dönemi boyunca Menderes’i CHP – İnönü’nün en büyük rakibi olarak görmeleri ve hele Menderes idam edilmeyip darbeden sonra siyasete yeniden dönerse, onun yine partileri için en büyük engel olarak görmeye devam edeceklerinden “idam edilerek ortadan kaldırılması” en iyi çözüm yolu olarak görülmüş, İnönü de “Amansız rakibim” dediği Menderes için böyle bir tabloyu arzu ettiğinden idam taraftarı olmuş olabilir.
5- İdamlar kamuoyunda büyük tepki almış olup, bundan büyük bir kitle rahatsız olmuş, bu kitle nezdinde “Darbeyi İnönü azmettirdi” denildiği gibi,  “İdamları da İnönü yaptırdı” propagandasının yapılması, CHP – İnönü’yü çok güç durumda bırakmış, bunun üzere bunlar, “ İdamların olmaması için İnönü büyük çaba harcadı” karşı propagandasına girişmişler, bununla idamlar konusu CHP- İnönü nezdinde “siyasi istismar” konusu yapılmış  “tarihi sorumluktan kurtulmak” meselesi olarak ortaya çıkmış ve varlığını yine aynı şekilde sürdürmüştür.
Alpaslan Türkeş’in  İdamlar Yapılmasın Mektubu

      Mektubun yazılışı: 14’lerin başı olan Türkeş ve 14’ler için idamlar konusunda hep “14’ler tasfiye edilmesi idi idamlar olmazdı” denilmiştir. Bunun bir tezahürü olarak, Türkeş, hatıralarında Yeni Delhi’de “sürgün” de bulunurken Gürsel’e mektup yazdığından bahseder. 7 Eylül 1961’de gönderilen mektupta özetle şunlar yer alıyordu: Adaletin işine karışılamayacağı, idam kararları çıksa bile bunun mutlaka “tadil edilerek hafifletilmesi” gerektiği, ölüm cezalarının infazının yurt içi ve yurt dışında milletimizin aleyhine olacağı, “milletimizi bölen kin ve garaz duygularının şiddetlenerek 27 Mayıs’ın amacı olan Milli Birlik ruhunun geliştirilmesini güçleştireceği”, Geçici Anayasa ile idam kararlarının onaylanması yetkisinin Milli Birlik Komitesi’ne verildiği, 13 Kasım’dan sonra ise Temsilciler Meclisi (Kurcu Meclis) kurulduğu için, bu sebepten idamları onaylama yetkisinin bu meclise geçtiği ve bunun incelemesinin yapılarak son onay hakkının bu meclise verilmesi gerektiği yer alıyordu. (Alpaslan Türkeş, Türkiye’nin Meseleleri, 1967, s. 225)
Mektubun bir etkisinin olmayışı: Türkeş’in mektubunun Gürsel’in eline ulaşıp ulaşmadığı bilinmiyor. O günün teknik imkanlarıyla ulaşmamış olması gerekir.  İnfazlar mektubun yazılışından bir hafta sonra yapılacaktır. Mektup ele geçse ve MBK’nin önüne gelse bile dikkate alınmazdı. İnönü’nün mektubu alınmadık ve okunmadıktan sonra. Ayrıca, MBK üyelerinin 13 Kasım 1960 darbesi sebebiyle Türkeş’e zaten alerjileri vardı.
Türkeş, Hulusi Turgut’a anlattığı hatıralarından, bu mektubundan bahisle, idamlarının onaylanmasının Kurucu Meclis tarafından yapılması gerektiği,  Menderes’in idamının son anda Yassıada’dan “kaçırılarak”, teamüllere aykırı olarak gündüz yapıldığından ve idamlarda Silahlı Kuvvetleri Birliği’nin (SKB) etkili olduğu üzerinde durdu. (‘Hulusi Turgut, Türkeş’in Anıları Şahinlerin Dansı, s. 325)

Yabancı Devlet ve Hükümet Başkanlarının damlarının Yapılmamasını İstemeleri

       Türkiye’de idamların yapılacağı günlerde, “siyasi idamlar” konusunda dünya siyasi konjonktürüne hâkim hava, bu idamların infaz edilmemesi idi. Pek çok ülkede birçok devlet ve hükümet başkanlarına ait idam cezaları çıktığı halde, bunların infazı yapılmamış, hayatları bağışlanmıştı.
Bu havanın etkisinde birçok ülkenin devlet ve hükümet başkanları Devlet ve Hükmet Başkanı Gürsel’e mektuplar yazarak idamların yapılmamasını istemişlerdi. Mektubu gelenler, ABD Başkanı Kennedy, İngiliz Kraliçesi, Fransız Devlet Başkanı De Gaulle ve Pakistan Devlet Başkanı Eyüp Han ve Vatikan’dan Papa idi. Bu mektuplar Gürsel’i, idamların yapılmaması konusunda etkilemiş, “Hepsi, kansız bir ihtilal yaptınız; bu çok güzel bir şey. Kansız olarak devam edin diyorlar. Ben de bu fikirdeyim” demişti (Amil Artus’un Anıları, Milliyet, 24 Mayıs 1987)
İdamlar yapılınca, dış ülkelerden tepki aldı. İngiltere’de Türklere kiralık ev verilmedi.  İtalya’da Türk arabaları tamir edilmedi. Birleşmiş Milletlerde Zorlu’nun konuştuğu kürsü önünü idamını protesto için siyah bir çelenk konuldu. (Recep Bilginer, Üç İktidar Üç Hayal Kırıklığı, s. 274)

MBK – Kuvvet Komutanları Toplantısında İdamlar Lehine Esen Hava

       13 Eylül 1961’de MBK ile Kuvvet Komutanları, Yassıada Mahkemesinden idam kararları çıkarsa, bunların infaz edilip edilmemesi hakkında tavır belinlemek için toplandılar. MBK üyeleri, infazların yapılması ve yapılmaması yönünde görüş belirttiler. Komuta kademesinin görüşlerini Genelkurmay Başkanı Sunay açıkladı. Şunları söyledi: “ Tartışmalara katılmak niyetinde değiliz. Zira bu hukuka sahip olmadığımızı biliyoruz. Ordu, Yassıada’da Yüksek Adalet Divanından çıkacak kararların Yüksek Komitece aynen uygulanacağını ümit etmektedir. Ölüm cezası çıkmaz ise hoşnutsuzluk olabilir. Bu, asla baskı ve tazyik demek değildir. Ordu, MBK’ne inanmaktadır. Allah yardımcınız olsun.” (Suphi Karaman, 30 Yıl Sonra 27 Mayıs, Cumhuriyet, 2 Haziran 1990)
MBK – Kuvvet Komutanları toplantısında idamlar konusunda “ordunun tavrının ne olacağı” öğrenilmek istenilmişti. Sunay’ın yaptığı konuşma, idamlara karşı olan ılımlı MBK üyelerini ürküttü, idam taraftarlarını sevindirdi (Ahmet Er, 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e Hatıralarım, Ankara, 2003, s. 105). Sunay’ın konuşmasında gecen “mutlaka idam kararı çıkması” gerektiği ve bunların “aynen uygulamasını” istemesi bunu doğurmuş, Sunay’ın MBK’ nin alacağı her kararına saygılı olacaklarını da dile getirmesi, idamların infazına “yeşil ışık” yakmasına yorumlanmıştı.

Yassıada Kararlarının Açıklanmasından Önce MBK Toplantısı

       İdamların infazı konusunda BMK’ nin son tavrını belirlemek üzere bu toplantı, 14 Eylül 1961’de gündüz TBMM’de saat 10’da başladı, akşam saat 17’de bazı komutanların da kalmasıyla Jandarma Genel Komutanlığı karargahında devam etti.
Bu toplantılarda MBK üyeleri, idamların lehine ve aleyhine konuşmuşlar, aleyhine konuşanların ağırlıkta olduğu görülmüş, toplantıya katılan komutanlardan özellikle şu isimlerin idamların mutlaka infaz edilmesi yönünde ısrarlı oldukları görülmüştür:  J. Gen. K. Tuğ G. Abdurrahman Doruk, KKK Personel Başkanı Tuğ. G. Namık Ünal, Hv. KK Kurmay Başkanı Tuğ G. Hüsnü Özkan, Dz. KK Kurmay Başkanı Tuğ. A.  Turgut Kunter, J. Gen K. Mv. Kur Alb. Emin Arat, 28. Tümen K. Kur. Alb. Nuri Hazer, Hv. Alb.  Fevzi Arsın, Harp Okulu Komutanı  Kur. Alb. Talat Aydemir, J. Okulu K. Kur. Alb.   Necati Ünsalan. (Suphi Karaman, 30 Yıl Sonra 27 Mayıs, Cumhuriyet,  2 Haziran 1990) Bu subayların tamamı, Ordu içinde MBK dışında kurulan ve adına Silahlı Kuvvetler Birliği Cuntası denilen cuntaya mensup subaylardı.
Bu toplantıdan da anlaşılan, 13 Eylül toplantısında Sunay’ın idamlara “Yeşil ışık” yakması yanında, 14 Eylül toplantısında üst düzey bazı komutanların da idamlardan yana kesin tavır almaları, “ordu idamları kesin olarak istiyor” a yorumlanmıştır.

    İdamların Onayı ve İnfazının Aceleye Getirilmesi  

       İdamların onaylanması ve infazı aceleye getirildi. Buna sebep, idamların yapılmasında kararlı olanlarca zaman uzarsa idamların engelleneceği korkusundan ileri geliyordu.
Yassıada Mahkemesi kararları 15 Eylül 1961’de açıklanınca, idamlarına karar verilen 15 kişi, elleri kelepçelenerek infazlarının yapılacağı İmralı adasına götürülerek burada hücrelere kondular. Hapis cezası alanlardan siyasi mahkumlar Kayseri cezaevine, sivil bürokrat mahkumlar ise Adana ceza evine uçaklarla taşındılar.
        15 Eylül’de saat 15’de sanıklara cezalarının tebliği tamamlandıktan hemen sonra, idam kararlarının acele onaylanmasını sağlamak için  Yassıada’dan bir helikopter kaldırıldı. Evraklar, Yeşilköy havaalanından bir jet uçağı ile Ankara’ya getirildi. Mürtet havaalanına inen uçaktaki evraklar, hemen bir helikopterle Gülhane Askeri Tıp Akademisinin bahçesine getirilerek, buradan da bir araba ile   idamları onaylamak için hemen toplanan MBK toplantı salonuna getirildi. Evrakların getirilmesi için bir deniz albayı ile bir hava binbaşısı görevlendirilmişti. Gürsel gelince, görüşmeler saat 18 de başladı. Saat 20.30’da 15 idamdan üçünü onaylama ve diğerlerini müebbet hapse çevirme kararı çıktı. Kararların infazı için tanzim edilen evraklar yine aynı yolları takip ile uçaklar ve helikopterler kaldırılarak Yassıada’ya geçe yarısına doğru ulaştırıldı.  İdamına onay çıkanlardan  Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan gece saat 2 de idam edildiler.  (Dünya, 16 Eylül 1961)

Subayların  İdamları Onaylatmak İçin  TBMM’de Baskı Uygulaması

     Ordunun temayülü “idamların yapılması” yönünde ortaya çıkınca, idam yanlısı subaylar tarafından, MBK’nin onay toplantısı sırasında, üyelerine baskı yapmak için Meclisin içi ve dışının bunlar tarafından silahlı olarak sarıldığı görüldü.   
       “O akşam Meclis, silahlı yüzlerce subayla doluydu.” ( Metin Toker, İsmet Paşayla 10 Yıl, C. III, Ankara, s. 213)
“Albaylar Cuntası (SKB)  MBK’nin toplanmakta olduğu Meclis binasının etrafını ve içini sarmıştı. Halim Menteş’in kumandasında hava birlikleri, Meclis Muhafız Taburunu enterne (görev dışı) etmiş, polis ve memurları göndermişti. Meclisin içi makineli tabancalarla mücehhez havacı subayların kontrolü altındaydı.  Etraftan kuş uçurtulmuyordu. Cuntanın karargâhı halindeki Jandarma Subay Okulu’nda ise Talat Aydemir, Necati Ünsalan, Emin Arat, Selçuk Atakan ve Turgut Alpagut toplu halde bulunuyorlar, olayı yakından izliyorlardı. Halim Menteş, Meclisin içinde ve dışında aldığı emniyet tertibatını saati saatine karargâha bildiriyordu. Maksat şuydu: MBK şayet verilen idam cezalarını tasdik etmezse Cunta idareye el koyacak, Komite üyelerini tevkif edecekti.” (Erdoğan Örtülü, Üç İhtilalın Hikayesi, Konya, 1977, s. 170)
İdamlara karışı olanlardan MBK üyesi Sami Küçük ‘ün anlattıklarına göre de, Meclis’in giriş koridorları da havacı subaylarla dolmuştu. Bunlar, “Ölüm kararını onaylamazsanız, biz onlarla birlikte sizi de öldüreceğiz” diye bağırıyorlarmış. Yine Küçük’ün anlattıklarına göre onaylama olmazsa SKB darbe yapacakmış: “Komiteye, bize bir haber geldi. Silahlı Kuvvetler Birliği hepimizi öldürecek ve yönetime el koyacak. Komite üyeleri dahil hepimiz şoke olmuştuk. SKB,  kararların onaylanmasını, aksi halde dediklerini uygulamaya koyacaklarını söylüyorlardı.” (Kemal Bağlum, Bir Dönemin Uyuyan Kulağı, s. 240)
MBK son kararını vermek için toplantıya başladığı sırada, üyelerin çoğu idamların onaylanmasına karşı idiler. Onların bir kısmını kararlarından vazgeçirerek idam yanlısı oy kullanmalarına işte Meclisin içinde ve dışında estirilen bu silahlı baskı havası olmuş, üyelerin hür iradeleri   tecelli etmemiştir.
Sami Küçük’ün hatıralarında anlattığına göre, MBK üyelerinden Mehmet Özgüneş, idamlara karşı olduğu halde, Talat Aydemir’in kendisini ölümle tehdit etmesi üzerine, idamlar lehine oy kullandığını ve bundan “vicdan azabı” duyduğunu söylemiştir: “İdamlardan iki gün sonra Mecliste komisyon odasında otururken kapı açıldı. Komisyon üyesi Mehmet Özgüneş içeri girdi. Sandalyesine oturur oturmaz bana dönerek, ‘Albayın çok vicdan azabı çekiyorum. Biliyorsunuz ki ben idamlar aleyhindeydim. Fakat idamlar lehine oy kullandım. İdamların karara bağlanacağı gün öğleden sonra Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir telefon ederek benimle görüşmek istediğini bildirdi. Mecliste buluştuk. Bana, ‘Yüce Divanın oybirliği ile  aldığı idam kararlarının Silahlı Kuvvetler Birliği olarak yerine getirilmesini, yani idamların yapılmasını istiyoruz. İdamlar aleyhine oy kullananların akıbetlerinin ölüm olacağını bildirmek isterim. Ona göre hareket et’ diyerek ayrıldı. Ben bu uyarıya uyarak idamlar lehinde oy verdim. Dün arabayla Kızılay’dan geçerken, Suphi Karalan ile sizi yürürken gördüm. Size bir şey yapılmamıştı. Öldürülme korkusuyla vicdani kanaatin dışında oy kullandığım için şimdi vicdan azabı çekiyorum’ dedi. Kendisini teselli etmeye çalıştım.” (Sami Küçük, Rumeli’den 27 Mayıs’a, s. 128)
MBK’den Üç İdam Kararının Çıkması

       Devlet, Hükümet ve MBK Başkanı Gürsel’in başkanlığında saat 18’de başlayan idamların onaylanması tartışmaları çok uzun sürdü. Gürsel ve üyelerin çoğunluğu, idamların yapılmamasından yana idi. İdam yanlıları da bastırıyorlardı. Tartışmalar bitecek gibi değildi. İdam yanlılarını tatmin için “mutlaka baş verme” gibi bir düşünce havası ortaya çıkmıştı. Yeni bir formül ortaya atıldı. “Yüksek Adalet Divanında idamlarına oy birliği ile karar alınanlar idam edilsin” denildi. Bunlar, Bayar, Menderes, Zorlu ve Polotkan’dı. Teklif oya sunuldu. 9 aleyhte, 13 lehte oy çıktı. Aleyhte oy kullanan Komite üyeleri şunlardı: Cemal Gürsel, Fahri Özdilek, Sıtkı ulay, Sami Küçük, Osman Köksal, Suphi Karaman, Suphi Gürsoytrak, Selahattin Özgür,  Kâmil Karavelioğlu. Lehte oy kullananlar:  Mucip Ataklı, Muzaffer Yurdakuler, Fikret Kuytak, Ekrem Acuner, Sezai Okan, Vehbi Ersü, Kadri Kaplan, Haydar Tunçkanat, Kadri Kaplan, Refet Aksoyoğlu, Mehmet Özgüneş, M. Şükran Özkaya,  Emanullah Çelebi. (Sami Küçük, Rumeli’den 27 Mayıs’a, s. 127)
Bu dört idam kararı dışındaki 13 idam  müebbet hapse çevrildi. Celal Bayar’ın idam kararı onaylandı, sonra, 65 yaşını doldurması gerekçe gösterilerek idamı  müebbet hapse çevrildi. Bu karar Bayar’a iletildiğinde, “Çok sevindi. Birden heyecanlandı. Doğrusu ben bu kararı beklemiyordum dedi. MBK’ne muhabbetlerinin iletilmesini istedi.” (Ahmet Er, 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e Hatıralarım, Ankara, 2002, s. 99)
MBK’nin idamların onaylanması ile ilgili kararı 58 sayılı tebliği ile 16 Eylül 1961’de kamuoyuna şöyle açıklandı:
“ 1- Yüksel Adalet Divanınca ölüme mahkum edilen sanıklardan sakıt Reisicumhur Celal Bayar, sakıt Başbakan Adnan Menderes, sakıt Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve sakıt Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın ölüm cezaları Milli Birlik Komitesi’nin  15 Eylül 1961 günü ve 75 nolu kararı ile tasdik edilmiştir.  Ancak,  sakıt Reisicumhur Celal Bayar, 65 yaşını bitirmiş olması dolayısıyla verilen ölüm cezası müebbet ağır hapse tahvil edilmiştir.
2-Ölüm cezasına mahkum edilen, Refik Koraltan, Agâh Erozan, İbrahim Kirazoğlu, Hamdi Sançar, Nusret Kirişçioğlu, Bahadır Dülger, Emin Kalafat, Baha Akşit, Osman Kavrakoğlu, Zeki Erataman’ın cezaları da 15 Eylül 1961 günü 75 nolu kararla müebbet hapse çevrilmiştir.
Tebliğ olunur.” (Dünya, 16 Eylül 1961)



Bayar’ı İdamdan Kurtaran Sebepler

Bayar’ı idamdan kurtaran sebep yalnızca 65 yaş sınırı  olmadı. Bunda, Milli Mücadele’ye katılması ve Atatürk’e bağlılığı da büyük rol oynadı. Milli Mücadele’de, Ege’de Yunan işgali karşısında “Galip Hoca” adıyla çeteler kurmuş, bu işgale direnmiş, Atatürk’ün başbakanı olmuş, “Atatürk seni sevmek milli ibadettir” diyerek herkesten çok ona bağlılığını göstermişti.
Papa Roncalli’nin de büyük etkisinden bahsedilir. “Dünyanın en küçük fakat en etkili devletlerinden birisi olan Vatikan’ın başında Türkiye’de uzun yıllar yaşamış bir Papa vardı.Papa Roncalli  Bayar’ın şahsi dostu idi. Ve Celal Bayar, bu dostluk sayesinde idamdan kurtulmuştur.” ( Rasim Ekşi, Yassıada Çığlığı, İstanbul, 2005, s. 76)
Celal Bayar, Cumhurbaşkanı olamadan önce, Vatikan’ın Türkiye’de, Türkiye’nin Vatikan’da  Büyükelçilikler açmasına izin verilmemiş, bu, Bayar Cumhurbaşkanı olunca verilmişti.
Ayrıca, Gürsel’in “Yaşlıdır, nasıl olsa hapiste ölecektir” düşüncesi ile hareket ederek onu idamdan kurtardığı, bunda Yassıada mahkemesinde “vakur duruşu”nun da etkili olduğu üzerinde durulur.

Menderes’in İntihar Girişimi ve İdamının Gecikmesi

       14 Eylül’ü 15 Eylül’e bağlayan gece idi. Ertesi gün Yassıada Ada Mahkemesi kararları açıklanacaktı. Menderes günlük olarak kullanılması için kendisine verilen uyku hapı ekuanilden 33 tanesini içmeyerek biriktirmiş, adı geçen gece bu hapların hepsini içerek komaya girmiş, ardından hemen bir doktorlar grubu çağrılarak tedavisi yapılarak komadan kurtarılmıştı. Bu haliyle Menderes, hakkında verilen Yassıada Mahkemesi kararlarını ne dinleyebilmiş ne de idamının infazı için İmralı adasına diğer idam mahkumlarının yanına götürülememişti.
Menderes komadan çıktıktan sonra, intihar sebebini Yassıada Komutanı Güryay’a anlatırken,  ölmeyi öteden beri düşündüğünü söylemiş ve kendi isteği ile bu işe kalkıştığından bahsetmiş. (Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor,s. 359)
Menderes’in intihar girişimi muammalarla doludur. İdam cezası alıp mutlaka infaz edileceğine inandığı için  kendi canına kendisi mi kıymak istemiştir? Daha başka sebeplerden olarak iddia edildiği üzere “Zehirlenerek öldürülmek ve buna intihar etti” süsü verilmek mi istenmiştir?  Bu ihtimal ile ilgili olarak Nazlı Ilıcak tarafından “Menderesi Zehirlediler” isimli kitap yazılmıştır. Ilıcak’ın iddiasına göre, Menderes uyku hapları alarak komaya germemiş,  lüminal iğnesi yapılarak zehirlenmek suretiyle öldürülmek istenilmiştir. Bu yola başvurulmasının sebebi şu imiş: “Menderes’in asılmasının büyük tepki uyandıracağı tahmin ediliyor, halkın galeyana gelmesinden korkuluyordu.” (Nazlı Ilıcak, Menderes’i Zehirlediler, İstanbul, 1989, s. 43)
        Menderes’in avukatı Burhan Apaydın da hatırlarında, Menderes’in zehirlenmek istendiği ve aceleye getirilip hasta hasta asıldığından bahseder. Apaydın, Menderes’in 33 adet ekuanil hapı içerek intihara kalkışmadığını, bunu kendisinin de denemesi sonucu mümkün olmadığını, lüminal iğnesi  yapılarak baygın hale getirildiğini, tedavisinin hastanede yapılması gerekirken, çağrılan doktorlara yaptırıldığını, hasta ve şuuru yerinde olmadığı halde idam edildiğini (hasta olanlar, kanun gereği iyileştikten sonra  idam edilirler), bu sebepten  katillik suçu işlendiği  üzerinde durur. (Menderes’in Avukatı Burhan Apaydın’ın Anıları, s. 92)

İdamları İnfaz İçin Subayların İmralı’da Toplanması

        Yassıada Mahkemesinden idam kararları çıkmasını ve bunların mutlaka infazını özellikle genç subayların istedikleri üzerinde durulur. Olup bitenleri Yassıada Komutanı Güryay hatıralarında şöyle anlatır: “Adada (İmralı’da) 200’den fazla subay vardı. Kimlerdi bunlar? Nerelerden nasıl, niçin gelmişlerdi?…
Yanıma gelen Binbaşı Agâh: ‘Bir subaylar heyeti sizinle görüşmek istiyor’ dedi… Gelsinler bakalım dedim.  İçeriye  8 subay girdi, evvela omuzlarına baktım: Rütbeleri en yüksek olanlar binbaşı idiler. Üçü yüzbaşı, geri kalanı da üsteğmen…
İleriye çıkan bir subay: ‘Komutanım, dedi, bizim öğrendiğimize gör, Milli Birlik Komitesi, Yüksek Adalet Divanının verdiği idam hükümlerini tasdik etmeyerek, müebbet hapisliğe çevirecekmiş. Bu ne demek?  Suçlu asmaktan korkuları varsa, Türk ordusunu temsilen orada hâlâ neden oturuyorlar? İhtilalin gösterdiği sabır, merhamet, nezaket yetmez mi? Hükümlerine uygun davranmayacak idiyseler o Yüksek Adalet Divanını neden kurdular?’
Ve nihayet, son baklayı da ağzından çıkardı:
‘Biz buraya kararlı olarak geldik: Şayet duyduklarımız doğruysa, onların yerine getirmekten korktukları kararları, burada biz infaz edeceğiz.’
Durum son derece önemliydi: Onlar, İmralı adasına kolayca hâkim olacak kadar kalabalıktılar.
Nerede toplanmışlar? İmralı adasına nasıl, hangi araçlarla gelebilmişler? Bilmiyordum.” (Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor, s. 347)
Bu olup bitenlerin ardından Güryay, 200 kişilik subay topluluğunun huzuruna çıkarak onlara hitap eder. Yaptığı konuşmada, MBK’nin idamlar konusunda henüz herhangi bir karara varmadığını, söylenenlerin yanlış olduğunu, MBK’nin idamlar konusunda bir itirazı varsa, buna karşı dikilmenin kendileri gibi küçük rütbeli subaylara değil,  rütbeleri büyük olanlara ait olacağı, adadaki mahkumların canının korunmasından kendisinin sorumlu olduğunu, kendisinin kurşunlara hedef olmadan, onları feda etmeyeceği üzeride durarak adadan çekip gitmelerini söyler ve ardından adayı terk ederler. Güryay, bu olup bitenlerin ardından “Büyük bir faciayı ben önledi” şeklinde yazar. (Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor, s. 348)

                       Fatin Rüştü Zorlu’nun İdamı   

    16 Eylül gecesi ilk infazı yapılan Zorlu oldu. Yassısada görevlileri ve savcıların huzurunda idam edildi. Kanunlara aykırı olarak avukatları çağrılmadı. Görgü tanığı Güryay’ın anlattıklarına göre Zorlu,  hücresinden çıkarılarak idamını izleyecek heyetin bulunduğu salona getirildi. İdam korkusu ile sarsılmamış, metin bir davranışı vardı. “Kendisine okunan kararı bütün heyecanları kenara itebilmiş kesin bir metanetle dinledi. Ondan sonra ailesine mektup azması için başsavcıdan müsaade istedi. Kağıt ve kalemi verdiler, oturdu ailesine mektup yazdı. Ben ellerine dikkat ediyordum, hiç titremiyordu. Mektubu bitirdikten sonra başsavcıya verdi ve yine abdest almak için müsaade istedi.” Zorlu,  Başsavcı Egesel ve Güryay’la bir müddet konuştu. Kimseye dargın olmadığını söyledi ve herkesten helallik istedi.  Güryay’la konuşurken, “”Kumandanım bir ricam daha var: Ben asılanların kaçıncısı oluyorum? Ne baştan ne de sondan dedim.” (Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor, s. 354)  Zorlu ve bütün idam mahkumları hücrelerinde tecritli olarak bulundukları için olup bitenlerden habersizdiler.
“Zorlu, ölüme gerçekten zorlu bir metanetle gitti. O kadar ki, hatta mahut gömleğin üzerine giydirilmesinden sonra, kendisine dini telkinde bulunan hocanın, Arapça kelimeleri telaffuzunda düştüğü hataları düzeltti.
Kollarını arkadan bağlarken başsavcıya son bir ricada bulundu: Ellerinin önden bağlanmasını istedi. Fakat bunun kanunen imkansızlığı kendisine anlatıldı.
Beraberce sehpaya doğru yürüdük. Ne masaya ne de masa üzerindeki sandalyeye çıkarken yardım istemedi. Hatta, heyecandan eli titreyen cellada:
‘Oğlum, ne titreyip duruyorsun?  İlmik senin değil, benim boynuma geçecek’ dedi.
Sonra adetâ kendisini uçsuz bucaksız bir boşluğa atar gibi:
‘Allah memleketi korusun, haydi Allahaısmarladık!’ dedikten sonra ayaklarının altındaki sandalyeyi itmek işini de kimseye bırakmadı.
Boyu uzun olduğu için ayakları masaya basmıştı. Cellat masayı itti: Ona bu kadarcık da iş düşmüş bulunmasaydı, Zorlu sanki asılmış değil, intihar etmiş gibi olacaktı.” (Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor, s. 115)      
      Zorlu’nun idam edileceği sırada ailesine yazdığı mektup  şöyle idi: “Sevgili anneciğim, Emelciğim, Sevinççiğim ve ağabeyciğim, şimdi Cenabı Hakkın huzuruna çıkıyorum. Huzur içindeyim. Benim için üzülmeyin. Sizlerin salim ve huzur içinde yaşamanız beni daha müsterih edecektir. Bir ve beraber olun, Allah’ın taktiri böyle imiş. Hizmet ettim ve şerefimi daima muhafaza ettim. Anne, siz sevdiklerimi muhafaza edin. Ve Allahın inayetiyle onların huzurunu temin edin.
Hepinizi Allah’a emanet eder, tekrar üzülmemenizi ve hayatta berdevam olarak beni huzur içinde bırakmanızı rica ederim.
Allah memleketi korusun!…” (Mithat Perim, Yassıada ve İnfazların İçyüzü, s. 252)
       
Hasan Polatkan’ın İdamı

      Zorlu’nun ardından Polatkan’ın idamı yapıldı.  Polatkan, Zorlu gibi idam anında metin olamadı.  Güryay’ın idam anını anlatışı: “Gardiyanlar Hasan Polatkan’ı getirdiler. Polatkan, tek kelime ile bitikti. Bütün reflekslerini kaybetmiş bulunan vücudu, ancak kollarındaki gardiyanların desteği ile ayakta durmaktaydı.                       
       Okunan kararı dinlemiş, anlamış olduğunu hiç sanmıyorum.
Biraz sonra, hocanın yaptığı dini telkini çok zor tekrarladı.
Yüzü, bir ölününkünden de sarıydı.
Gömlek giydirildi. Elleri arkasına kelepçelendi, gardiyanların kolunda sehpaya götürüldü ve hüküm infaz edildi.” (Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor, s. 352)
Güryay, Emin Çölaşan’la olan röportajında yukarıdaki yazdıklarına ilaveten daha başka şeyler söyledi. İdam olmak korkusundan büyük heyecan ve korkuya kapılan Polatkan, sehpaya çıkmadan önce bu ruh halinin etkisinde ölmüş olabilir miydi? Güryay, “Belki de ölüsü asıldı” dedi. (Emen Çölaşan, Tarihe Not Düşen Söyleşiler, s. 109)
Polatkan’ın asıldığında saatler 03.5’i gösteriyordu.
Bayar, bu idamları öğrenince çok üzüldü. Fakat soğutkanlılığını korudu. “Artık bunları unutalım, ileriye bakalım” dedi. (Mithat Perim, Yassıada ve İnfazların İçyüzü, s. 275)
16 Eylül günü, kanun gereği Zorlu ve Polatkan’ın  idam infaz kararları, ailelerinin oturduğu evlerin kapılarına asıldı.

                    MBK’nin 59 nolu Bildirisi
    
Bu bildiri, Zorlu ve Polatkan’ın idamlarını 16 Eylül 1961 tarihinde kamuoyun duyuran bildiri  olup, aynen şöyle idi:
“ 1- Sakıt Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile sakıt Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın, Milli Birlik Komitesi tarafından tasdik edilen idam hükmü, 16 Eylül 1961 günü sabaha karşı infaz edilmiştir.
2- Hakkında idam hükmü tasdik edilen diğer suçlu sakıt Başbakan Adnan Menderes’in mezkur (adı geçen) vakitte hastalığı devam ettiğinden hükmü infaz edilmemiştir.” (Dünya, 17 Eylül 1960)

     Menderes’in İdamını Son Anda Önleme Çabaları

     Zorlu ve Poatkan’ın idamından sonra hiç olmazsa, hastalığı devam eden ve bu sebepten infazı yapılamayan Menderes’in idamdan kurtarılması için 16 Eylül sabahı Ankara’da nasıl bir yoğun trafik yaşandığını yukarıda anlatmıştık. Özellikle İsmet İnönü, bunda büyük bir rol oynamış, Gürsel ile görüşerek, “Menderes’i kurtarmak lazımdır, onun hakkındaki hükmü tekrar komiteye götürün demişti.”
Bu olup bitenler karşısında Gürsel çok şaşkın, ne yapacağını bilemez bir duruma düşmüştü. Onun da aklından geçen Menderes’in idamının durdurulması idi. Buna bir formül bulmak için zamana ihtiyaç duymuş olacak ki, yapılan yoğun görüşmeler trafiğinin ardından Gürsel, MBK’nin İstanbul İrtibat Bürosu ve Yassısada Komutanı Güryay’ı telefonla arayarak onlara Menderes’in idamının geciktirilmesi talimatını verecekti.
İstanbul’daki üst düzey komutanlar, genç subaylar, MBK İrtibat Bürosu çalışanları idam taraftarı oldukları ve Gürsel’den gelecek “idamın geciktirilmesi” isteğini hissetmiş oldukları için, 16 Eylül günü mümkün mertebe Gürsel ile muhatap olmayarak Menderes’in son anda durdurulacak idamını önlemek için onu acele idam etmek için hareket geçtikleri görüldü.
Gürsel’in 16 Eylül’de İstanbul ile telefon trafiği saat 9. 15’de başlamış, önce  I. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı  Cemal Tural ile, 28 inci Tümen Komutanı Faruk Güventürk’ü aramış, bunları yerinde bulamamış, üçüncü telefonu  Radyoevi Komutanı Hv. Kur. Alb. Turan Çağlar’la yapmış, ona aradığı iki komutanı bulamadığından bahisle, bunların nerede olduklarını sormuştu. Çağlar verdiği cevapta, Tural’ın Trakya’ya gittiğini, Güventürk’ün ise teftişte bulunduğunu söylemişti. Bunun üzerine Gürsel Çağlar’a Yassıada ile temas kurması emrini verince, Çağlar ona itiraz etmiş, “Paşam, biliyorsunuz, Yassıada ile ancak İrtibat Bürosu temas edebilir, lütfen orayı aramalısınız.” (Bedii Faik, İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci, s. 23)
Gürsel’in bu telefon trafiğini değerlendiren Dünya gazetesi başyazarı Bedii Faik, bu telefon trafiğinde bir “gariplik ve samimiyetsizlik” bulunduğundan bahseder. İdam kararları tasdik edildikten sonra infazların yerine getirilmesi, orduya değil yine MBK’nin İstanbul İrtibat Bürosunu verilmişti. “Aslında Gürsel’in daha başından itibaren tek makul hareket bu idi (Öncelikle İrtibat Bürosunu araması). Manâsız olan, Orduyu araması ve  aklın alamayacağı taraf, Tural’ı ve Güventürk’ü bulmuş olsa bile onların bu konuda hiçbir kanuni yetkilerinin olmadığını unutur görünmesi ve Yassıada davalarının her safhasıyla tek ilgili kuruluş olan İrtibat Bürosunu hiç hatırlamaz olmasıdır.” (Bedii Faik, İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci, s.23)
Gürsel’in Menderes’in idamını durdurmak için ilk telefon edeceği yer İstanbul İrtibat Bürosu ve Yassıada Komutanı Güryay olmalı idi. Yukarıdaki telefon trafiğinin ardından Gürsel’in buralarla telefon trafiğine geç başladığı anlaşılıyor. İrtibat Bürosu’nu arar, burada da bir sorumlu bulmaz. En sonunda Güryay’ı arar. Fakat, Güryay’ya da ulaşamaz. Sanki o gün “maksatlı” bir şekilde İstanbul’da bütün komutanlar  “kayıplara” karışmıştır. Anlaşılan, bütün bu komutanlar, Gürsel ile muhatap olmayıp onun idamın geciktirilmesi isteğini yerine getirmemek için ortalıkta görünmemişlerdir.
Gürsel, Yassıada Komutanı Güryay’ı aradığında karşısına Yassıada’da görevli ve Silahlı Kuvvetler Birliğine mensup “Deli Remzi” sıfatıyla anılar Binbaşı Remzi Oral çıkar. Oral, olup bitenleri bir sonuç değerlendirmesi olarak şöyle anlatır: “Ada kumandanının Ankara’dan arandığı  haberi gelince telefona ben çıktım.
Gürsel’e:
-Buyurun Komutanım ben yüzbaşı Remzi dedim.
Gürsel telaşlıydı. Hâlâ ada komutanıyla konuştuğunu sanıyordu.
-Tarık, dedi, beni dinle, çok önemli!
Adnan Menderes’in  idamını geciktirmemizi istedi. Korktuğumuz başımıza gelmişti. Gürsel’e bir kez daha kendimi tanıtıp Ada Kumandanının Menderes’i alıp İmralı’ya götürdüğünü ve cezasının da büyük bir ihtimalle  infaz edilmiş olabileceğini söylemek zorunda kaldım.
Gürsel’in üzüntüsünü, ses tonundan anladım.
-Eyvaaaah, diyerek telefonu kapattı.
Durumu Ada Kumandanı Tarık Güryay’ya bildirdim. Adnan Menderes’i acele hücumbota bindirip İmralı’ya gönderdik. Sonu malum. İdam cezalarının sabaha karşı uygulanması gerektiği de ilk kez Menderes’le bozulmuş oldu. Adnan Menderes 14. 20’de idam edildi.” (Örsan Öymen, Bir İhtilal Daha Var, İstanbul, İstanbul, 1986, s. 332)
Ada Komutanı Güryay ise, hatıralarında Gürsel’in telefonunu çıkıp onunla görüştüğünü yazar: “Neden sonra, dalgınlıktan beni telefon zili sıçrattı.
Karşımdaki:
‘Tarık, diyordu, Adnan Menderes’i bir yere gönderme!’
Menderes’i  kurtarabilmesi muhtemel olan tek adamı, Gürsel’in sesiydi bunu söyleyen.
Sayın Gürsel’e durumu anlattım: Doktorlar gelmişler, ‘İdamına mâni bir hali yok’ anlamında bir rapor vermişlerdi. Başsavcı Egesel’le hâkimler de onu alıp İmralı’ya götürmüşlerdi.
Bu sözleri söylerken gözlerime ilişen duvar saati 12’yi çeyrek geçiyordu: Menderes ve ötekiler İmralı adasına belki henüz varmamışlardı bile. Gürsel’e söylediklerime, hemen şunu da ilave ettim:
‘Orgeneralim, şayet Menderes’e dair bir emriniz varsa, bunu İmralı’ya derhal bildirebilirim.’
Neler olmuştu bilmiyorum, fakat Sayın Gürsel:
‘Yok, hayır’ dedi ve ilave etti:
‘Yapılacak bir şey yok: Olan olmuş artık.’
Ve Menderes’in bağlanabileceği son kurtuluş ümidi de bu sesle kesilmiş oldu.
Nitekim, saat 14.30’da telsizle beni arayan vazifeli subay hükmün, saat 14’ü tam 26 geçe  infaz edildiğini bildirdi….
Ne çare? Gürsel’in dediği gibi: Olan olmuştu artık!…” (Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor, s. 365)
İdamların yapılmasının aktif taraftarlarından Talat Aydemir’in itiraf ettiği üzere, Gürsel’in telefonlarla aradığı bütün kimseler idam taraftarları idiler: Cemal Tural, Faruk Güventürk ve Yassıada Başsavcısı  Atalay Egesel bunlardandı.
MBK İstanbul İrtibat Bürosu Komutanı Namık Kemal Ersun’un anlatılarına göre, Ankara’dan İstanbul’a gelen “Menderes’in idamını geciktirin”  telefonları karşısında en büyük rahatsızlığı  Cemal Tural duymuş, idamın geceye bırakılmayarak gündüz saat 14’de yapılmasını o sağlamıştı. (Osman Deniz, Parola: Harbiyeli Aldanmaz, İstanbul, 2003, s. 30)


Adnan Menderes’in İdamı

      Kanunda yazılı olduğu şekliyle idamlar sabaha doğru infaz edilirler. Nitekim, yukarıda gördüğümüz üzere Zorlu ve Polatkan’ın idamları böyle  yapılmıştı. Menderes’te bu geleneğin bozularak idamının çabuklaştırılması, idamının önlenmesi uğurunda Anakara’daki yoğun trafik ve ardından Gürsel’in telefon emri ile idamın geciktirileceğini anlayan idam taraftarlarının işi aceleye getirilip Menderes’i gündüz astıkları anlaşılmaktadır.
MBK, 16 Eylül 1961 günü Menderes’in iyileştiğine dair 60 nolu şu bildirisini yayınlamıştı: “Yassıada Garnizonu Hastanesi  Baştabipliğinden bildirilmiştir.
Sakıt Başbakan Adnan Menderes’in sağlık durumu salâha (iyiye)  doğru gitmekte olup, bugün 17 Eylül 1961 cumartesi günü sigara içmek, gazete okumak isteğinde bulunmuştur.” (Dünya, 17 Eylül 1961)
Yayınlanan bu bildiri ile kamuoyuna “Menderes iyileştiği için idamına bir engel kalmadı” mesajı verilmek istenmişti.
Menderes, 16 Eylül günü iyileşmişse, infazının 17  Eylül geçesi yapılması gerekirdi. Bunun böyle olmayıp, 16 Eylül günü saat 14. 30’da yapılması, son anda idamını engelleme girişimlerini akim bırakmak için olmuş, Menderes idam edilmek için saat 11’de İmralı adasına götürülmüştü.
Menderes de Zorlu gibi, idama giderken metanetini bozmadı. İki imam ona dini telkinde bulundu. Menderes onlara şunları söyleri: “Hoca efendiler, sizin yapmak istediğiniz vazifeyi, kendi kendime bizzat ifa ettim. Müsterih olunuz. Allah’a şükredeceğim. Kadere inanan insanlar daima huzur içinde olurlar:” (Mithat Perim, Yassıada ve İnfazların İçyüzü, İstanbul, s. 333)
Menderes, idam önlüğü giydirilmiş olduğu halde, iki gardiyanın arasında idam sehpasına  doğru metanetle yürüdü. İdamını izleyenler sehpanın başına toplanmışlardı. İdam masasına çıkarıldı.  Son sözünü söylemesi istenince şunları söyledi: “Size dargın değilim. Sizin ve diğer zavallıların iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyoruz. Onlara da dargın değilim. Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki:
-Hürriyet uğruna ortaya koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız için size müteşekkirdir (teşekkür eden).  İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme bu kadar metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz? Şunu da söyleyeyim ki, milletçe bir gün kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendilerinizi yine ben 1950’de olduğu gibi, kurtarabilirdim.  Dirimden korkmayacaksınız.  Ancak millet ile el ele vererek, ölüm ölünceye kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Buna rağmen merhametim yine sizinle beraberdir.” (Mithat Perim, Yassıada ve İnfazların İçyüzü, s. 325)
Cellat  tarafından yağlı ip Menderes’in boynuna geçirildi. .Bu sırada sarf ettiği son sözleri şunlar oldu: “Milletim sağ olsun, memleket var olsun!”.  Kelimeyi şahadet getirdikten sonra, yüksek sesle “Allah” diye bağırdığı  sırada ayaklarının  altındaki sandalye celal tarafından çekilerek infazı gerçekleştirilmiş, tam bu sırada bazı sivillerin sivil ve jandarma erlerinin ağladıkları görülmüştü.
İdam sırasında, idamları müebbet hapse çevril lerden  Kur’a bilenler yüksek sesle Kur’an okumaya başlamışlardı. Bayar, Menderes’in son sesi “Allah” sesini  duyunca, yüzü sapsarı olmuş, çok üzülmüş, “Neden onu astılar da beni asmadılar” demiş, “Beni assalardı da onu asmasalardı. Biz yaşlandık o gençti…. O gençti…. Bizi assaydılar” şeklinde konuşmasını sürdürmüştü.  (Cevdet Perim, Yassıada ve İnfazların İçyüzü, s. 336)
Menderes’in idam edildiği 17 Eylül Pazar günü hava açık ve güneşli imiş. Bazı görgü tanıklarının yazdıklarına göre, Menderes’in sehpasının üzerini lokal bir bulut gelmiş, inceden bir yağır yağmış, üzerinden nereden geldikleri belli olmaya “yeşil kuşlar” uçmuş. (M. Kemal Biberoğlu, Demokrat Parti Sonrası ve Anılarım, Ankara, 1977, s. 65)
Menderes’in idamı tamamlanınca,  durum bütün yurda telsi anonsu ile “ Ameliyat yapılmıştır… Operasyon tamam olmuştur” şeklinde bildirildi. Ardından, Milli Birlik Komitesi şu bildirisi ile infazın yapıldığını ülkeye ilan etti:
“1-Ord. Prof. Sedat Tavat, Amiral Bristol Hastanesi Dahiliye Servisi Şefi D. Nevzat Yeğinsu ve Yassıada  Garnizon Hastanesi  tabiplerinden Dr. Ahmet Karahanlıoğlu, Dr. Zeki Kebapçıoğlu ve Dr.  Sedat Yürütken’den müteşekkil heyet tarafından düşük Başvekil Adnan Menderes’in sıhhi  muayenesi yapılmış ve sıhhi durumunun tamamen normale döndüğü raporla tespit edilmiştir.
2-Yüksek Adalet Divanınca verilen ve Milli Birlik Komitesince tasdik edilen idam cezası hükmü infaz edilmiştir. Tebliğ olunur.” (Cumhuriyet , 18 Eylül 1961)
Zorlu ve Polatkan’ın idamlarında olduğu gibi, Menderes’in de idam hükmü bir hafta süre ile ailesinin oturduğu evin kapısında asılı kaldı. Menderes’in oğlu Aydın Menderes’in anlattıklarına göre, bu sırada Devletin bir “garip davranışı”na şahit olundu. Menderes’i idam etmek için satın alınan  ipin masrafı ailesinden istenmiş. (Aydın Menderes, Babam ve Ben, s. 231)

Menderes’in Oğlu Yüksel’e Vasiyetnamesi     

Yıllar sonra, Menderes’in idam edilmeden önce oğlu Yüksel Menderes’e bir vasiyet yazdığından bahsedildi. Bununla ilgili olarak Hürriyet gazetesinin 1 Haziran 1967’de attığı manşet şöyle idi: “Menderes’in Vasiyetnamesi”. Haberinde, Menderes’in oğlu Yüksel Menderes’e şu yedi öğüdü yer alıyordu:

“Oğlum Yüksel’e Allahım’dan sözlerimin sana ulaşmasını niyaz ediyorum.
1-Sureti kat’iyede etrafına inanmayacaksın.
2-Bankadan para alınmasına asla tavassut (yardım etmek) etmeyeceksin.
3-Beşeri zaaflarım dışında benim suçlu olduğuma kat’iyen inanmayınız.
4-Cesaretinizi hiçbir surette kaybetmeyiniz.
5-İnandığınız şeyi, tahakkuk ettiremiyorsan bir an için mevkiinden ayrıl.
6-Bütün bu olanlardan sonra da benim mefkurem olan millet ve vatanını varlığınla hizmet etmekten fariğ (vazgeçmiş) olma.
7-Ruhumla daima sizin yanınızda olacağım. Sizi şefkatle anıyorum.
Ben hakkımı helal ediyorum. Siz de hakkınızı bir kere daha helal edin…” (Hürriyet, 1 Haziran 1967)

  Menderes’in bu vasiyetnamesi doğru ise, (Yüksel Menderes, böyle bir vasiyetnamenin olmadığından bahseder), bu vasiyeti ile hayatının bir “otokritiği”ni 
yapmaktadır.  Menderes’i hep, etrafındaki insanların harcadığından bahsedilir. Hatta bu uğurda, Menderes’in yakınlarından Nimet Arzık tarafından “Menderes’i 
İpe Götürenler” isimli bir kitap yazılmıştır. Etrafı, Menderes’i devamlı “aldatmış”, bu sebepten gerçekleri göremeyen Menderes bunların “kurban”ı olmuştur.
“Menderes, 26 Mayıs 1960’da Başbakanlıktan istifa etse idi 27 Mayıs darbesi olmazdı” denilmiştir. Menderes bu hatasını, vasiyetinin 5 inci maddesinde dile 
getirmiştir ki, geçici bir süre de olsa istifa etmemesinden yakınmıştır. Menderes’in bu vasiyetini, “DP ve Menderes’in mirasçısı ve devamı” olduğunu söyleyen 
Süleyman Demirel tutmuştur. Askerlerin sıkıştırması karşısında başı darda kaldıkça, meşhur laf “Şapkasını alıp kaçmış”, fakat bir müddet sonra aynı makamlara 
hem de daha yükseklerine (1993’ de   Cumhurbaşkanı olması) gelmiştir.
İmralı’dan Topkapı’ya
      
       Tarihimizde, siyasi idamlardan olarak en çok tartışılan ve haksızlığı herkes tarafından kabul edilen Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamları olmuştur. 
Neredeyse tamamen sebepsiz yere ve ciddi suç unsurları bulunmadan asılmışlar, darbeciler ve onların etkisindeki Yassıada Mahkemesi tarafından neredeyse 
tamamen, suçlu olsun, olmasın, “27 Mayıs’ın meşruluğunu ispatlamak” gibi bir garip ve yakışıksız ana gerekçe etrafında idam cezasına çarptırılmışlar 
ve infazları yapılmıştır.
Bir kere, idamların yapılmasına, başta komitenin başkanı Gürsel olmak üzere MBK üyelerinin çoğunluğu  karşı idiler. İdamların onaylanması için yapılan 
16 Eylül 1961 tarihli son toplantı da bile idam aleyhtarları çoğunlukta idiler. Bunun birden bire idamlar lehine dönmesi, Meclisin silahlı subaylarla sarılı olmasının sonucu, MBK üyelerine idamlar lehine karar çıkmazsa “öldürülme ve darbe yapma korkusu” verilerek, oylamada hür iradelerinin tecelli etmesine imkan verilmemiş, son anda  “korku” sonucu birkaç üyenin idamlar lehine oy kullanması üç idamın onaylanması ve infazına yol açmıştır.
27 Mayıs Darbesi ve Rejiminin puslu ve baskılı havası dağıldıkça ve insanlarımız serbest iradeleriyle düşünmeye başladıkça, 27 Mayıs Darbesinin ve idamlarının haksızlığı daha iyi gün ışığına çıkmaya başlamıştır. Daha 27 Mayıs Rejiminin ertesi İsmet İnönü’nün başbakanlığı günlerinde Yassıada Mahkemesinde ceza alanların affı gündeme gelmiş, İnönü zamanında kademeli olarak başlayan af, Başbakan Süleyman Demirel döneminde (1965 – 1971) tamamlanmış, üstelik Demokrat  Partililere uygulanan “siyaset yapma yasağı” da 1969’da kaldırılmıştır.

Zaman geçtikçe 27 Mayıs darbesi ve idamlarının haksızlığı daha iyi anlaşılmaya başlanmış, Başbakan Özal dönemine (1983 – 1993) gelindiğinde darbe mağdurlarının “itibarlarının iadesi” ve İmralı’da mezarları bulunan Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın mezarlarının buradan taşınması karaları çıkmıştır.
22 Mayıs 1987  tarih ve 3377 sayılı kanunla üç mezarın nakilleri kararı alınmış ve Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın isimlerinin tesisleri verilmesi kabul edilmiştir. Buna ek olarak, 11 Nisan 1990’da alınan bir kararla  “itibarları iade” edilmiş, üç mezarın nakli büyük bir törenle İstanbul – Topkapı’da yaptırılan “anıt mezar”a idam yıldönümleri 16 Eylül 1990’da taşınmıştır.

Menderes, Zorlu ve Polatkan, her idam yıl dönümlerinde “devlet töreni” ile anılmakta, haklarında methiyeler yapılmaktadır. Onların devrilmesine ve idamına sebep olanların ise isimleri unutulmuş, mezarlarının bile nerelerde olduğu bilinmemektedir.


http://www.kayserihakimiyet2000.com/tarihize-dusen-kara-leke-idamlarin-icyuzu/

***