Namık Kemal Ersun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Namık Kemal Ersun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Mayıs 2017 Cuma

TARİHİMİZE DÜŞEN KARA LEKE İDAMLARIN İÇ YÜZÜ BÖLÜM 2




 TARİHİMİZE DÜŞEN KARA LEKE İDAMLARIN İÇ YÜZÜ  BÖLÜM 2


       İnönü’nün Son Temasları ve Mektubu

       İnönü – Gümüşpala – Alican’ın ortak mektubu: Bu iç siyasi liderin 11 Eylül 1961’de  Gürsel’e bir mektup göndererek, ondan idamların onaylanmamasını talep ettiklerinden bahsedilir. (Adem Çaylak, Osman Bölükbaşı ve Siyasal Hareketi, Ankara, 2010, s. 472)
İnönü’nün 13 Eylül 1961 tarihli mektubu: İnönü’nün idamların hemen arifesindeki bunları önlemeye yönelik son girişimlerinde biri, 13 Eylül 1961’de Gürsel’e mektup yazmak oldu. Bilginer’e göre bu mektup, noter tasdikli olarak gönderildi ve Kızılay Büyük Postaneden postaya verildi. (Recep Bilginer, Üç İktidar Üç Hayal Kırıklığı, s. 273)
İnönü’nün kendisi mektup yazdığına dair,  “Defter Notları”na 13 Eylül 1961’de, “13 Eylül Çarşamba, Gürsel’e mektup yazdım” notunu düşer.  “Orgeneral Cemal Gürsel” hitap başlıklı mektubunda özetle şunlar yer alıyordu: Ölüm cezalarının tasdiki, Anayasaya göre MBK’nin tasdikine bağlı olacaktır. Ölüm kararlarının tasdik ve infazı, milli menfaatlere her surette aykırıdır. Artık eskimiş olan siyasi suçlardan idam, siyasi partiler arasında ve memlekette mânen huzur oluşmasını imkansız kılacak, ruhlardaki daimi bir yarayı işletmekten geri kalmayacaktır. Meselenin diğer bir önemli tarafı, MBK’nin idam kararlarını onaylamaya mecbur bırakılması, haksız ve kanunsuzdur. Ordu adına yapılan bir idam onaylaması, millet nezdinde orduya karşı çare bulunmaz bir kırgınlık doğuracaktır. Siyasi suçlardan dolayı idam artık bugün yeryüzünde kalmamıştır. “MBK üyelerinin ellerindeki aziz emaneti, vahim bir itibar buhranına maruz bırakmayacaklarını hulus ile ümit ediyorum… Üstün saygılarımın kabulünü istirham ederim sayın Orgeneralim.” (Mithat Perim, Yassıada ve İnfazların İçyüzü, s. 168)
       İnönü’nün mektubu yazıldığı gün Gürsel’in eline ulaşmış (hızlı posta ile), Gürsel onu aynı gün MBK’ne ulaştırmak için Fahri Özdilek’e vermişti. Mektup, 15  Eylül 1961 günü akşamı, MBK toplantısında idamların onaylanması toplantısı yapılırken buraya getirildi. Komite üyesi Küçük, “Mektubun okunmasına izin verilmedi”  şeklinde yazar. (Sami Küçük,Rumeli’den 27 Mayıs’a, İstanbul, 2008, s. 126) “Okunmamışsa”,  Komite üyeleri üzerinde bir etkisi olmayacak, böylece İnönü’nün son girişimlerinden birisi de sonuç vermeyecektir.
Polatkan ve Menderes ailelerinin isteği üzerine İnönü’nün en son girişimi:  15 Eylül günü Yassıada Mahkemesi kararları açıklanınca, eşleri idama çarptırılan aileleri “infaz edilecekler” korkusuyla bir telaş sardı. Evleri, akrabaları ve yakın dostları tarafından dolduruldu. Bunlar ailelerden, olup biten her şey üzerinde İnönü etkili olduğu için, “Gidin İnönü ile görüşün, belki idamları önler” dediler. Bunun üzerine Polatkan ve Menderes’in aileleri İnönü’nün evine koştular. Önce, Polatkan’ın eşi ve çocukları geldiler. Görgü tanığı Toker’in yazdıkları: “Gözyaşları içindeydiler. İsmet Paşa’nın eline öptüler; ondan şefaat rica ettiler. İsmet Paşa da ve bilhassa kayınvalidem (Mevhibe Hanım) son derece derin bir üzüntünün içindeydiler. İsmet Paşa derhal elinden geleni yapacağını söyledi. ‘Ne olur, geç kalmayın Paşam’ diyorlardı. Onlar gittiler.”(Metin Toker, İsmet Paşayla 10 Yıl, C.III, Akara, 1967, s. 213)
Yine İnönü’nün damadı Toker’in yazdıklarına göre, Polatkan’ın ailesi gittikten hemen sonra Menderes’in eşi Berrin Menderes, İnönü’ye telefon ederek randevu ve “İsmet Paşa’nın şefkati”ni istemişti.  Hemen harekete geçeceğini söyleyen İnönü, “İnşallah hayırlı bir netice alırız” dedi. Saat 9.5 idi. İnönü,  Gürsel’le görüşmek için hemen Başbakanlığa gitti. “Gürsel’le görüşmesi uzun sürmedi. Aldığı haber açıydı: Zorlu ve Polatkan hakkındaki hükümler sabaha karşı İmralı’da infaz edilmişti. Fakat Menderes henüz komadan çıkmamıştı, onun için o Yassıada’daydı. İsmet Paşa.
-‘Onu kurtarmak lazım’ dedi.
Gürsel bunu nasıl yapacağını, yapabileceğini bilmiyordu. Kendisinin bu konuda bir veto hakkı yoktu. Yetkili kurul MBK idi ve MBK kararını vermişti. İsmet Paşa şiddetle ısrar etti:
-‘Menderes’i kurtarmak lazımdır. Onun hakkındaki hükmü tekrar Komiteye götürünüz.’
Gürsel müteredditti ve kudreti hakkında eskisi kadar iyimser değildi. Saat 11’de parti liderlerini Bölükbaşı hariç, Başbakanlıkta toplantıya çağırmıştı.
-‘Teşrif ederseniz tekrar görüşürüz’ dedi.
İsmet Paşa, Menderes hakkındaki hükmün de bu arada infaz edilmeyeceğine dair teminat istiyordu. Gürsel bunu  vermekte fütur (gevşeklik) gösterdi.  Halbuki artık ipleri kendisi çekmiyordu.  İsmet Paşa Ayten sokağa (evine) döndü. Berrin Menderes’in ziyareti bu sırada oldu.
Bayan Menderes’in gözleri yaşlı, fakat vakurdu.
-‘Paşa hazretleri, onu ancak siz kurtarabilirsiniz…’ diyor ve ağlıyordu. Gözleri yaşlı olan başka biri, kayınvalidemdi.
-‘Paşam, Hanımefendinin hakkını ver’ diye Bayan Menderes’i destekliyordu. İsmet Paşa iki yaslı kadına Gürsel’le o sabahki temasını kısaca söyledi, Menderes’in hayatta olduğunu, 11’de tekrar toplanılacağını bildirdi.
-‘Merak buyurmayınız, ne mümkünse onu yapacağım, Temin etmemiz gereken husus bir acele tertibin önlenmesidir’ diyordu…
Liderler toplantısı için saat 11’de İsmet Paşa yeniden Başbakanlığa gitti…
Gürsel durumu anlattı. Zorlu ve Polatkan hakkındaki idam kararı infaz edilmişti. Menderes’in hastalığı devam ediyordu…
Sesini yükselten İsmet Paşa oldu: ‘Adam hasta, Yatakta. Hasta, hasta yataktan kaldırıp mı asacaksınız? Ele güne karşı ne diyeceğiz… Komiteyi toplarsınız yeniden görüşürsünüz…
Öteki liderlerin hepsi de İsmet Paşa’nın sözleri istikametinde konuştular. Menderes’in kurtarılması umumi bir istekti. Gürsel, mutat veçhile kararsızdı… Gürsel, arzulanan teminatı gene vermedi…” (Metin Toker, İsmet Paşayla 10 Yıl, C. III, s. 214)
Liderler toplantısı bitmiş, İnönü eve dönmüştü.  Gürsel’den “Cevabı Sunay versin” diye telefon geldi. İnönü,  Genel Kurmay Başkanı Sunay ve yanında bulunan Dışişleri Bakanı Selim Sarper’le görüşmek için saat 16’da Başbakanlığa geldi. İnönü, Menderes’in idamının durdurulmasını bir de Sunay’a anlattı. Sunay da mütereddit davranmış, olumlu bir cevap vermemişti. Bir ara İnönü’ye dedi: “ Paşam, belki de şu anda, biz burada konuşurken İstanbul’da Adnan Menderes’i asmışlardır bile…”  Gerçekten de Menderes o gün saat 14. 30’da İmralı’da asılmış, iş bitmişti. İnönü’nün artık yapacağı bir iş kalmamıştı. (Metin Toker, İsmet Paşayla 10 Yıl, C. III, s. 216)
Aydın Menderes de annesi ile birlikte İnönü’ye gittiklerini ve İnönü’nün verdiği cevabı şöyle anlatır: “Oturduk. Annem sözü uzatmadan ‘Paşam, Adnan’ı siz de tanırsınız Bu millete ve memlekete en ufak bir zararı dokunuş değildir. İdamı çok büyük haksızlık olur. Muhakkak ki sizin sözünüz geçerlidir. Şükran duyuyoruz, bu yolda lütfedip girişimlerde bulunduğunuzu da işittik Bir kere daha tekrarlarsanız umulur ki sonuç verebilir’ dedi. İsmet Paşa cevaben ‘Evet mektup yazdım, elimden gelenleri yaptım. Ancak bunlar çılgın vaziyetteler. Bir türlü söz dinletemiyorum. Yeni bir teşebbüs öncekinden farklı bir sonuç doğurmayacaktır… Hakkında karar ne olursa olsun Adnan Menderes’ten size ve çocuklarınıza kötü bir isim kalmayacaktır’ dedi…
Bizim, daha doğrusu annemin söyledikleri zaten bitmişti. İşittiklerimizi de işitmiştik. İzin istedik, kalktık, ayrıldık.” (Aydın Menderes, Babam ve Ben, s. 227)

İdamların Önlenmesinde İnönü Samimi mi idi?

        İdamların önlenmesi konusunda İnönü’nün daha işin basından beri sonuna kadar, bunların önlenmesinde “samimi idi”, “samimi değildi” tartışmaları devamlı yapılmış, genelde “samimi değildi” yönünde görüşler ortaya konulmuştur.
İnönü’nün samimi olmadığını genelde DP’liler dile getirmişlerdir. Bunlardan bazılarının görüşleri şöyledir:
Firuzan Tekil: “Bu infazlar karşısında büyük isim İnönü’nün hiçbir fikir kavgası vermeyişi, rejim üstüne bir inancı değil, bir inançsızlığı ifade etmektedir. O meşum infazlara karşı olmak başka, onlar engel olma davranışı başkadır. Şu var ki, anlaşılan ilerideki ikbal günlerinin risk edilip edilmemesi ağır basmıştır.” (Firuzan Tekil, İnönü Menderes Kavgası, İstanbul, 1989, s. 205)
Muhittin Güven: “CHP lideri İnönü’nün son dakika koyduğu ağırlığı ile gerekeni yerine getirmekte hakiki manâda değil, şekli bir halin oluşuna inanmışımdır. Çünkü,  olagelen kendi dışında ve kendine karşı değildi. Ama, ‘yapmadı’  dedirtmemek de lazım geliyordu.” (Muhittin Güven, Sehpa Altında Politika, Tercüman, 1 Haziran 1989)
Necmettin Önder: “Komitecilerin ağababaları dahi (Cemal Gürsel), darbenin ilk günü ayağının tozuyla ‘Emrinizdeyim Paşam’ diye bağlılık gösterisinde bulunmuştu. Elbette bu heyet üzerinde de hatırı sayılır etkisi olacaktı. Böyle önemli ve hayati bir konuda yapılması gereken ciddi ve samimi teşebbüs üstünkörü, yasak savma kabilinden bir mektup olmamalı idi. Onlarla ya gidip konuşabilir, ikna etme çabası gösterebilir ya da bazılarını davet ederek bir diyalog kurabilirdi. Halbuki o, inkar edilmez politik tecrübesiyle bu idamlar faciasının ileride doğuracağı tepkiyi ve kamu vicdanında meydana getireceği şifasız yarayı önceden bildiği için buna kendi açısından materyal sağlamakla yetinmeyi tercih etmişti. Böylece, tarih ve tarihçileri de aldatabilecek sinsi bir siyasi yalanı tezgahlamış oluyordu.” (Necmettin Önder, Siyasi Hesaplaşma Yahut 27 Mayıs, s. 223)
Fikri Karanis: “Yassıada’da  idam kararları verildikten sonra, muhalefet lideri İnönü ile Cemal Gürsel’in, infazları durdurmak için çaba sarfettikleri bilinmekte ve söylenmektedir. Ancak, çabaların içtenliği; onların  zamanlaması ve biçimindeki tutarsızlıkla orantılı olmalıdır.  Eğer sarfedildiği iddia edilen çabalar, tutarlılıktan yoksun ise, onlara çaba değil, halk deyimi ile ‘yasak savma’ denir ki gayretler de genellikle bu türdendir. Gürsel’in çabasına ise, çabadan ziyade ‘şaşkınca girişimler’ demek daha doğru olur.” (Fikri Karanis, Koltuk Değnekli Demokrasi ve 27 Mayıs Darbesi, s. 492)
Samet Ağaoğlu: “Paşa idamlardan önce MBK’ne yazdığı fikir, siyaset, üslup bakımından gerçekten kuvvetli bir mektupla idamların yapılmamasını istedi. Ama bu isteğini, Türk milletine ve dünyaya ilan etmedi. Bu ilanı yapsa idi Komite üç idamı katiyen kabul etmezdi. Hatta, Aydemir grubunun rivayet edilen baskısına rağmen tasdik etmezdi. Talat Aydemir Komiteye idamları kabul ettirecek kadar kuvvetli olsa idi, bizzat İnönü hükümeti zamanında tenkil edilerek asılabilir miydi?” (Samet Ağaoğlu, Demokrat Parti’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri, İstanbul, 1972, s. 114)
Nusret Kirişçioğlu: “İnönü seçimlerde Yassıada kararları lehinde pek konuşmadı. Bu susuşun kasti olduğu ise sonradan ortaya çıktı.
İnönü, güya idamlara aleyhtar imiş ve mâni olmak için teşebbüse geçmiş de muvaffak olamamış hissini verecek bir mektup düzenledi. Bu mektup ilgililere zamanında verilmemişti.  Ama yine de kandırılmış bir iki gazetede böyle bir mektuptan bahsedildi. Böylece İnönü’nün idamlara karşı olmadığı hissi yayılmak istendi. Bu tertip İnönü’nün seçimlerdeki sükutunun mahiyetini ortaya vurmaktan öteye bir fayda sağlayamadı; hatta bir bakıma da geri tepti. Çünkü İnönü’nün idamları istediği biliniyordu.” (Nusret Kirişçioğlu, Kaeyseri Cezaevinde Bir Yıldönümü Yassıada İmralı Kayseri Gerçekleri C. I, İstanbul, 1967, s. 111)
Rıfkı Salim Burçak: “CHP lideri İsmet İnönü, 13 Eylül 1961 günü, yani Yassıada kararlarından iki gün önce Cemal Gürsel’e yazdığı mektupta mahkemeden idam cezası çıkması halinde bunun infaz edilmemesini istemiş, fakat infazları önleyememiştir. Oysa, 13 Kasım tasfiyesinden sonra yeniden oluşturulan MBK’ sindeki üyeler CHP’yi açıktan destekleyen ve İnönü’nün etkisi altında bulunan kişilerdi. Böyle iken, İnönü nasıl olup da MBK nezdinde etkili olamadı?
Ayrıca,  İsmet Paşa infazları önleme yolundaki gayretlerini açıktan yürütmemiş, bu konudaki görüşlerini doğrudan doğruya halka aktarmamıştır. Sonradan,  Deniz Gezmiş’le arkadaşlarını idamdan kurtarmak maksadıyla  açtığı mücadelenin tersine olarak,  teşebbüsleri sessizce yapmıştı.
İnönü,  infazlardan 15 gün önce Ankara Merkez Komutanı Kurmay Albay Selçuk Atakan’ı evine çağırarak ondan, idamlara mâni olmalarını istemiştir.  Atakan’ın İnönü’ye verdiği cevap şudur: ‘Sizi ordu hâlâ sever, siz niye kalkıp idamların yapılmaması yolunda bir beyanat veriyorsunuz?’ İnönü bu soruyu şu sözlerle karşılamıştır: ‘Şu anda benim bir fonksiyonum yok!’
İnönü gibi, ordu üzerinde her zaman güçlü bir tesir ve nüfuza sahip tarihi bir şahsiyetin, doğrudan doğruya halka hitap edebilmek için, üzerinde resmi bir sıfat ve fonksiyonunun bulunmasına elbette ki ihtiyaç yoktu.
İnfazlar konusunda CHP’de ne gibi görüşler bulunduğu hakkında etraflı bilgilere sahip değiliz. Ama partinin genel sekreteri Bülent Ecevit,  bir konuşmasında bu hususta çok dikkate şayan  bir açıklama yapmıştır: CHP’nin başından idamlara başından aleyhtar olduğunu ve hele İnönü’nün kapı kapı  dolaşarak idamları önlemeye çalıştığını söyledikten sonra parti Meclisindeki  müzakerelere temasla, idamlara taraf olanların da  aleyhtar olanların da bulunduğunu anlatmış ve taraf olanlardan birinin sözlerini nakletmiştir: ‘Bizim köylümüz kuvvetten anlar, birkaç kişi asılmalı ki, halk yola gelmelidir.”(Rıfkı Salim Burçak, Türkiye’de Milli İradenin Zaferi, Ankara, 1994, s. 102)
DP’lilerin dışında bir kısım gazeteci yazarlar ve daha başkaları da idamların önlenmesi konusunda İnönü’nün samimi  olmadığı üzerinde durmuşlardır. Bunların görüşleri şöyledir:
Bedii Faik (Akın): “İdamları durdurmak için geç atılan adım… Her şeyden önce bir hakikati  hemen belirtmek gerek:  Eski iktidar sahiplerine ölüm cezası verilmemesi, arzusunu veya fikrini sadece İnönü’ nün,  o da son dakika yazılmış, bir mektubuna bağlamak kadar, kokusu besbelli bir oyun güç gösterilir.
Siyasi mahkumlara ölüm cezası uygulanmaması tavsiye ve ricaları, ihtilalin ilk aylarından itibaren, uluslar arası platformda idi. İngiliz Kraliçesinden, Amerikan Cumhurbaşkanına, İspanya Devlet Başkanından, Hindistan Başbakanına kadar, pek çok dost devlet ve hükümet ricalinin bu konudaki temennileri, buradaki elçiler vasıtasıyla, hem her makama ulaştırılmış bulunuyordu…
İnönü, siyasi hasımlarının idam edilmelerine samimi  olarak karşı idiyse, teşebbüsünü daha o günlerde yapmalı değil miydi? Siyasi mahkumlara ölüm cezası verilmesini doğru bulmayan ve  buna karşı olan bir lider, yabancı devlet başkanlarının  teşebbüsleriyle hazır belirmiş olan böyle bir fikrin, hemen üstüne atılıp o teşebbüs katarına kuvvetli bir lokomotif olmak varken, ne yapmıştır? Tam tersine; bütün dost devletlerinin  temennilerini, çeşitli kompleksler içinde önemli sayıp saymamak arasında bocalayarak, kâh çalımlı, kâh kararsız tavırlar takınan, devlet yönetiminde tecrübesiz askerlerin bu haline seyirci kalmıştır. Böylece, idam fikrinin daha fazla perçinlenmeden, daha çok macunlaştırılmadan hafifletilmesinin belki de mümkün olduğu günleri, hiçbir teşebbüste ve telkinde bulunmadan geçirmiştir.
Samimi olan hareket, şüphesiz yabancı devlet erkanınki idi. İdam kararları bir emrivaki olduktan sonra, infaz durdurmanın güçlülüğünü, ölüm cezalarını verdikten sonra geri çevirmenin zorluklarını, onların bilip de İnönü yaşındaki bir tecrübenin bilmemesi her halde düşünülemez. Ama eğer maksat, ben kurtarmayı istemiş, hem de bunu bütün gayretine rağmen kabul ettirememiş olmak ise, tabii o zaman yapılacak şey elbette tam son dakikada ortaya atılmaktadır.” (Bedii Faik, İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci, s.24)
Cüneyt Arcayürek: “Berrin Menderes, Yüksel Menderes’in bana anlattıklarına göre, İsmet Paşa’ya, ‘Şimdi, efkârı umumiyeye Menderes’in infazının durdurulması gerektiğini açıkça söyleyebilirsiniz’ dedi.
İsmet Paşa, ‘Bunu yapamam diye anıt verdi.
Bunun dışında elinden ne geliyorsa yapabileceğini söyledi.
‘Elinden gelen’ ise, Menderes’in asılmasının önüne geçilmesini, idam cezasının hapis cezasına çevrilmesini dileyen bir mektubu, ancak infazın yapıldığı gün Devlet Başkanı, Başbakan Gürsel’e göndermekti. Sonra bu girişim, İsmet Paşa’nın, Menderes’i ipten kurtarmak için ‘elinden gelen her şeyi’ yaptığının bir kanıtı olarak ortaya sürülecek, gerektiğinde bir savunma, gerektiğinde bir iftihar belgesi olarak kamuoyuna sunulacaktı.
Gürsel’in çevresine göre ise, İsmet Paşa’nın mektubu PTT aracılığıyla gönderilmişti. Yenişehir Postanesinden atılmıştı.
Elbette, kanıtlanması zor bir savdı bu.”(Cüneyt Arcayürek, Yeni Demokrasi Yeni Arayışlar 1960 – 1961, Ankara,1985, s.55)
Muammer Aksoy: “İdamlar, müebbet hapse çevrilebilir endişesi parti meclisinde kendisini gösterdiği zaman gidip Devlet Başkanı Gürsel’le hemen temasa geçmesi ve bu işi garanti atına almayı istedik. Kendisine teminat verildiğini bildirdi bize. İnönü geldi. ‘Teminat verildi, müsterih olun’ dedi. Fakat sonra bu işin döndüğünü ve infaz edildiğini duyduğu zaman gayet üzgün olarak yine parti meclisinde, sonradan durumun değiştiğini, maalesef çok büyük bir üzüntü ile ifade etti.” (Bedri Baykam, 27 Mayıs İlk Aşkımızdı, s. 54)
Menderes’in avukatı  Burhan Apaydın’ın söylediklerine göre de İnönü  samimi değildi: “İsmet Paşa’nın idamların yapılmaması için  gösterdiği çaba, kendisinin  27 Mayıs hareketinin  işbirlikçisi ve etkileyici rolünü gizlemek amacına yöneliktir. Yargılamalar, duruşmalar hukuka aykırı olarak yapılırken İsmet Paşa hiç itiraz etmemiş ve âdeta idamları beklemiştir… Yassıada kararlarının nereye  gideceği aşikârken, İsmet İnönü idam kararlarının çıkmaması için hiçbir gayret göstermemiştir. En mühimi, gayri meşru bir kuruluş olan YAD’ın  yaptığı duruşmalarının sonunda idam kararları verileceği aşikâr olduğu halde bunun önüne geçmek için hiçbir ciddi harekette bulunmamıştır… İsmet Paşa’nın bu hareketi (mektup yazması) tarih karşısında kendisini sorumluluktan kurtarmak içindir. Yoksa idamların yapılmasını gerçekten önlemek amacına yönelik  olduğunu düşünmüyorum.” (Menderes’in Avukatı Burhan Apaydın’ın Anıları, s. 138)
Bütün bu görüşleri özetle değerlendirir ve biraz da bu satırların yazarının yorumlarını katarsak şunlardan bahsedebiliriz:
1-İdamların önlenmesi konusunda İnönü’nün tavırlarından, “İdamların durdurulması konusunda etkili olamadım,  beni devre dışı bıraktılar” demek istediği anlaşılmaktadır. Bir kere, darbeden önce ve sonra İnönü’yü “yanılmaz ve istekleri göz ardı edilemez” statüsünde görerek onu “tek meşruiyet kaynağı” olarak değerlendiren darbecilerin onun bir dediğini iki etmemeleri lazımdı. “İdamlar hariç” denilerek hiçbir sözünden çıkmamışlardır.
Darbeden önce, “Atatürkçülük bizim için bir dindi. İnönü’yü de Atatürk’ten ayırmak mümkün değildi” diyen darbecilerin, bu sebepten İnönü’nün kedilerinden istediği bir talebini yerine getirmemeleri mümkün değildi.
“Müdahaleyi İnönü’den aldığımız ‘Şartlar uygun olursa ihtilal olur’  fetvası üzerine yaptık” diyen darbecilerin ve darbeden sonra da “Emrinizdeyiz paşam, senin emirlerin bizim için Peygamber buyruğudur” diyen darbecilerin  ve onların meydana getirdiği MBK’nin, bu sebepten de İnönü’nün isteklerini ret etmeleri düşünülemezdi.
Bu durumda, İnönü’nün MBK üyeleri ile idamların önlenmesi konusunda hiçbir isteği olmadığı, “oldu” diye gösterilenlerin, “zevahiri kurtarmak” için yapıldığı ve ciddi bir istek olarak iletilmediği anlaşılmaktadır.
2-“İnönü yüksek sesle dile getirse idi idamlar olmazdı” denilen ve İnönü’nün bunu yapmaması kendisinin “Kanun ve Meşruiyet adamı” olup, mahkeme süreci devam ederken mahkemeyi etkilememek için bunu yapamayacağı üzerinde durulursa da bu doğru değildir. Bir parti lideri olarak Bölükbaşı, bunu “yüksek sesle” dile getirirken İnönü’nün getirmemesine hiçbir sebep yoktu. “İnönü’nün meşruiyeti” ise, İnönü meşru olmadığını darbeden önce, kanunlara ve teamüllere aykırı olarak “Şartlar uygun olursa darbe olur” diyerek yüksek sesle gayri – meşru bir beyan vermesi onu yönelik bu tezi çürütmektedir.
İnönü’nün yüksek sesle dile getirmemesi, “gizlice idama taraftarı olduğuna” yorumlanabilir. Zira, YAD yargıçları üzerinde İnönü en az darbeciler kadar etkili olup, onun sözünden çıkmazlar, büyük bir ihtimalle idam cezası vermezler, verseler bile bir kısım idam cezalarında olduğu gibi üç idamı  da kendileri müebbet hapse çevirebilirlerdi.
3-Bazı görüşlere göre, “İnönü hiç mektup yazmadı” görüşünde de doğruluk payı vardır. Bir kere bunun, Arcayürek’in ifade ettiği üzere “Yenişehir Postanesine verildi”  denmesi ispatlanamazdı.
Sonra, mektubun yazıldığının o günlerde hiç bilinmeyip, 1966’da bir gazetede açıklanması (Akşam, 17 Ağustos 1966) “yazılmadığı” konusundaki şüpheleri iyice artırmaktadır. CHP, 1965 seçimlerinde 1961 seçimlerini nazaran iyice gerilemiş, halkın ona oy verilmemesi partililer arasında yorumlanırken, “27 Mayısa destek vermek, idamları durdurmamak bizim aleyhimize olmuştur” değerlendirmesi de dikkate alınarak, “İdamlar konusunda masun oldukları, İnönü mektup yazıp önleyemediği” iddiası ile  seçmeni yeni bir seçim dönemi için kazanmak uğrunda 1966’da böyle bir mektup uydurulmuş olabilir.
İdam günlerinde mektubun gerçekten yazılmış olduğu bilinse bile; bir kere bu idam kararları MBK’de onaylandıktan sonra “zamansız” yazılması yanında, ikinci olarak,   böyle bir mektup gerçekten MBK toplantısına gelmişse “okunmadı” denmesi yanlış olsa gerektir. İnönü için  “Sen bizim peygamberimizsin” diyen komite üyelerinin bunu okutmaması mümkün değildi. Demek ki, mektup gelmemiş, darbeciler daha sonra idamların yapılması konusunda “İnönü’nün hatası ve tarihi sorumluluğu bulunmadığı”nı ileri sürerek ona bir kıyak yapmak için “mektubu okumadığı”  uydurmasında bulunabilirler.
4-O günlerde CHP kitlesinin büyük bir kısmı idamlardan yana idi. Bu kitle nezdinde bir oylama olsa idi “İdam edilsin” oyu fazla çıkardı. Bu kitlerinin bütün endişesi,  10 yıllık Menderes dönemi boyunca Menderes’i CHP – İnönü’nün en büyük rakibi olarak görmeleri ve hele Menderes idam edilmeyip darbeden sonra siyasete yeniden dönerse, onun yine partileri için en büyük engel olarak görmeye devam edeceklerinden “idam edilerek ortadan kaldırılması” en iyi çözüm yolu olarak görülmüş, İnönü de “Amansız rakibim” dediği Menderes için böyle bir tabloyu arzu ettiğinden idam taraftarı olmuş olabilir.
5- İdamlar kamuoyunda büyük tepki almış olup, bundan büyük bir kitle rahatsız olmuş, bu kitle nezdinde “Darbeyi İnönü azmettirdi” denildiği gibi,  “İdamları da İnönü yaptırdı” propagandasının yapılması, CHP – İnönü’yü çok güç durumda bırakmış, bunun üzere bunlar, “ İdamların olmaması için İnönü büyük çaba harcadı” karşı propagandasına girişmişler, bununla idamlar konusu CHP- İnönü nezdinde “siyasi istismar” konusu yapılmış  “tarihi sorumluktan kurtulmak” meselesi olarak ortaya çıkmış ve varlığını yine aynı şekilde sürdürmüştür.
Alpaslan Türkeş’in  İdamlar Yapılmasın Mektubu

      Mektubun yazılışı: 14’lerin başı olan Türkeş ve 14’ler için idamlar konusunda hep “14’ler tasfiye edilmesi idi idamlar olmazdı” denilmiştir. Bunun bir tezahürü olarak, Türkeş, hatıralarında Yeni Delhi’de “sürgün” de bulunurken Gürsel’e mektup yazdığından bahseder. 7 Eylül 1961’de gönderilen mektupta özetle şunlar yer alıyordu: Adaletin işine karışılamayacağı, idam kararları çıksa bile bunun mutlaka “tadil edilerek hafifletilmesi” gerektiği, ölüm cezalarının infazının yurt içi ve yurt dışında milletimizin aleyhine olacağı, “milletimizi bölen kin ve garaz duygularının şiddetlenerek 27 Mayıs’ın amacı olan Milli Birlik ruhunun geliştirilmesini güçleştireceği”, Geçici Anayasa ile idam kararlarının onaylanması yetkisinin Milli Birlik Komitesi’ne verildiği, 13 Kasım’dan sonra ise Temsilciler Meclisi (Kurcu Meclis) kurulduğu için, bu sebepten idamları onaylama yetkisinin bu meclise geçtiği ve bunun incelemesinin yapılarak son onay hakkının bu meclise verilmesi gerektiği yer alıyordu. (Alpaslan Türkeş, Türkiye’nin Meseleleri, 1967, s. 225)
Mektubun bir etkisinin olmayışı: Türkeş’in mektubunun Gürsel’in eline ulaşıp ulaşmadığı bilinmiyor. O günün teknik imkanlarıyla ulaşmamış olması gerekir.  İnfazlar mektubun yazılışından bir hafta sonra yapılacaktır. Mektup ele geçse ve MBK’nin önüne gelse bile dikkate alınmazdı. İnönü’nün mektubu alınmadık ve okunmadıktan sonra. Ayrıca, MBK üyelerinin 13 Kasım 1960 darbesi sebebiyle Türkeş’e zaten alerjileri vardı.
Türkeş, Hulusi Turgut’a anlattığı hatıralarından, bu mektubundan bahisle, idamlarının onaylanmasının Kurucu Meclis tarafından yapılması gerektiği,  Menderes’in idamının son anda Yassıada’dan “kaçırılarak”, teamüllere aykırı olarak gündüz yapıldığından ve idamlarda Silahlı Kuvvetleri Birliği’nin (SKB) etkili olduğu üzerinde durdu. (‘Hulusi Turgut, Türkeş’in Anıları Şahinlerin Dansı, s. 325)

Yabancı Devlet ve Hükümet Başkanlarının damlarının Yapılmamasını İstemeleri

       Türkiye’de idamların yapılacağı günlerde, “siyasi idamlar” konusunda dünya siyasi konjonktürüne hâkim hava, bu idamların infaz edilmemesi idi. Pek çok ülkede birçok devlet ve hükümet başkanlarına ait idam cezaları çıktığı halde, bunların infazı yapılmamış, hayatları bağışlanmıştı.
Bu havanın etkisinde birçok ülkenin devlet ve hükümet başkanları Devlet ve Hükmet Başkanı Gürsel’e mektuplar yazarak idamların yapılmamasını istemişlerdi. Mektubu gelenler, ABD Başkanı Kennedy, İngiliz Kraliçesi, Fransız Devlet Başkanı De Gaulle ve Pakistan Devlet Başkanı Eyüp Han ve Vatikan’dan Papa idi. Bu mektuplar Gürsel’i, idamların yapılmaması konusunda etkilemiş, “Hepsi, kansız bir ihtilal yaptınız; bu çok güzel bir şey. Kansız olarak devam edin diyorlar. Ben de bu fikirdeyim” demişti (Amil Artus’un Anıları, Milliyet, 24 Mayıs 1987)
İdamlar yapılınca, dış ülkelerden tepki aldı. İngiltere’de Türklere kiralık ev verilmedi.  İtalya’da Türk arabaları tamir edilmedi. Birleşmiş Milletlerde Zorlu’nun konuştuğu kürsü önünü idamını protesto için siyah bir çelenk konuldu. (Recep Bilginer, Üç İktidar Üç Hayal Kırıklığı, s. 274)

MBK – Kuvvet Komutanları Toplantısında İdamlar Lehine Esen Hava

       13 Eylül 1961’de MBK ile Kuvvet Komutanları, Yassıada Mahkemesinden idam kararları çıkarsa, bunların infaz edilip edilmemesi hakkında tavır belinlemek için toplandılar. MBK üyeleri, infazların yapılması ve yapılmaması yönünde görüş belirttiler. Komuta kademesinin görüşlerini Genelkurmay Başkanı Sunay açıkladı. Şunları söyledi: “ Tartışmalara katılmak niyetinde değiliz. Zira bu hukuka sahip olmadığımızı biliyoruz. Ordu, Yassıada’da Yüksek Adalet Divanından çıkacak kararların Yüksek Komitece aynen uygulanacağını ümit etmektedir. Ölüm cezası çıkmaz ise hoşnutsuzluk olabilir. Bu, asla baskı ve tazyik demek değildir. Ordu, MBK’ne inanmaktadır. Allah yardımcınız olsun.” (Suphi Karaman, 30 Yıl Sonra 27 Mayıs, Cumhuriyet, 2 Haziran 1990)
MBK – Kuvvet Komutanları toplantısında idamlar konusunda “ordunun tavrının ne olacağı” öğrenilmek istenilmişti. Sunay’ın yaptığı konuşma, idamlara karşı olan ılımlı MBK üyelerini ürküttü, idam taraftarlarını sevindirdi (Ahmet Er, 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e Hatıralarım, Ankara, 2003, s. 105). Sunay’ın konuşmasında gecen “mutlaka idam kararı çıkması” gerektiği ve bunların “aynen uygulamasını” istemesi bunu doğurmuş, Sunay’ın MBK’ nin alacağı her kararına saygılı olacaklarını da dile getirmesi, idamların infazına “yeşil ışık” yakmasına yorumlanmıştı.

Yassıada Kararlarının Açıklanmasından Önce MBK Toplantısı

       İdamların infazı konusunda BMK’ nin son tavrını belirlemek üzere bu toplantı, 14 Eylül 1961’de gündüz TBMM’de saat 10’da başladı, akşam saat 17’de bazı komutanların da kalmasıyla Jandarma Genel Komutanlığı karargahında devam etti.
Bu toplantılarda MBK üyeleri, idamların lehine ve aleyhine konuşmuşlar, aleyhine konuşanların ağırlıkta olduğu görülmüş, toplantıya katılan komutanlardan özellikle şu isimlerin idamların mutlaka infaz edilmesi yönünde ısrarlı oldukları görülmüştür:  J. Gen. K. Tuğ G. Abdurrahman Doruk, KKK Personel Başkanı Tuğ. G. Namık Ünal, Hv. KK Kurmay Başkanı Tuğ G. Hüsnü Özkan, Dz. KK Kurmay Başkanı Tuğ. A.  Turgut Kunter, J. Gen K. Mv. Kur Alb. Emin Arat, 28. Tümen K. Kur. Alb. Nuri Hazer, Hv. Alb.  Fevzi Arsın, Harp Okulu Komutanı  Kur. Alb. Talat Aydemir, J. Okulu K. Kur. Alb.   Necati Ünsalan. (Suphi Karaman, 30 Yıl Sonra 27 Mayıs, Cumhuriyet,  2 Haziran 1990) Bu subayların tamamı, Ordu içinde MBK dışında kurulan ve adına Silahlı Kuvvetler Birliği Cuntası denilen cuntaya mensup subaylardı.
Bu toplantıdan da anlaşılan, 13 Eylül toplantısında Sunay’ın idamlara “Yeşil ışık” yakması yanında, 14 Eylül toplantısında üst düzey bazı komutanların da idamlardan yana kesin tavır almaları, “ordu idamları kesin olarak istiyor” a yorumlanmıştır.

    İdamların Onayı ve İnfazının Aceleye Getirilmesi  

       İdamların onaylanması ve infazı aceleye getirildi. Buna sebep, idamların yapılmasında kararlı olanlarca zaman uzarsa idamların engelleneceği korkusundan ileri geliyordu.
Yassıada Mahkemesi kararları 15 Eylül 1961’de açıklanınca, idamlarına karar verilen 15 kişi, elleri kelepçelenerek infazlarının yapılacağı İmralı adasına götürülerek burada hücrelere kondular. Hapis cezası alanlardan siyasi mahkumlar Kayseri cezaevine, sivil bürokrat mahkumlar ise Adana ceza evine uçaklarla taşındılar.
        15 Eylül’de saat 15’de sanıklara cezalarının tebliği tamamlandıktan hemen sonra, idam kararlarının acele onaylanmasını sağlamak için  Yassıada’dan bir helikopter kaldırıldı. Evraklar, Yeşilköy havaalanından bir jet uçağı ile Ankara’ya getirildi. Mürtet havaalanına inen uçaktaki evraklar, hemen bir helikopterle Gülhane Askeri Tıp Akademisinin bahçesine getirilerek, buradan da bir araba ile   idamları onaylamak için hemen toplanan MBK toplantı salonuna getirildi. Evrakların getirilmesi için bir deniz albayı ile bir hava binbaşısı görevlendirilmişti. Gürsel gelince, görüşmeler saat 18 de başladı. Saat 20.30’da 15 idamdan üçünü onaylama ve diğerlerini müebbet hapse çevirme kararı çıktı. Kararların infazı için tanzim edilen evraklar yine aynı yolları takip ile uçaklar ve helikopterler kaldırılarak Yassıada’ya geçe yarısına doğru ulaştırıldı.  İdamına onay çıkanlardan  Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan gece saat 2 de idam edildiler.  (Dünya, 16 Eylül 1961)

Subayların  İdamları Onaylatmak İçin  TBMM’de Baskı Uygulaması

     Ordunun temayülü “idamların yapılması” yönünde ortaya çıkınca, idam yanlısı subaylar tarafından, MBK’nin onay toplantısı sırasında, üyelerine baskı yapmak için Meclisin içi ve dışının bunlar tarafından silahlı olarak sarıldığı görüldü.   
       “O akşam Meclis, silahlı yüzlerce subayla doluydu.” ( Metin Toker, İsmet Paşayla 10 Yıl, C. III, Ankara, s. 213)
“Albaylar Cuntası (SKB)  MBK’nin toplanmakta olduğu Meclis binasının etrafını ve içini sarmıştı. Halim Menteş’in kumandasında hava birlikleri, Meclis Muhafız Taburunu enterne (görev dışı) etmiş, polis ve memurları göndermişti. Meclisin içi makineli tabancalarla mücehhez havacı subayların kontrolü altındaydı.  Etraftan kuş uçurtulmuyordu. Cuntanın karargâhı halindeki Jandarma Subay Okulu’nda ise Talat Aydemir, Necati Ünsalan, Emin Arat, Selçuk Atakan ve Turgut Alpagut toplu halde bulunuyorlar, olayı yakından izliyorlardı. Halim Menteş, Meclisin içinde ve dışında aldığı emniyet tertibatını saati saatine karargâha bildiriyordu. Maksat şuydu: MBK şayet verilen idam cezalarını tasdik etmezse Cunta idareye el koyacak, Komite üyelerini tevkif edecekti.” (Erdoğan Örtülü, Üç İhtilalın Hikayesi, Konya, 1977, s. 170)
İdamlara karışı olanlardan MBK üyesi Sami Küçük ‘ün anlattıklarına göre de, Meclis’in giriş koridorları da havacı subaylarla dolmuştu. Bunlar, “Ölüm kararını onaylamazsanız, biz onlarla birlikte sizi de öldüreceğiz” diye bağırıyorlarmış. Yine Küçük’ün anlattıklarına göre onaylama olmazsa SKB darbe yapacakmış: “Komiteye, bize bir haber geldi. Silahlı Kuvvetler Birliği hepimizi öldürecek ve yönetime el koyacak. Komite üyeleri dahil hepimiz şoke olmuştuk. SKB,  kararların onaylanmasını, aksi halde dediklerini uygulamaya koyacaklarını söylüyorlardı.” (Kemal Bağlum, Bir Dönemin Uyuyan Kulağı, s. 240)
MBK son kararını vermek için toplantıya başladığı sırada, üyelerin çoğu idamların onaylanmasına karşı idiler. Onların bir kısmını kararlarından vazgeçirerek idam yanlısı oy kullanmalarına işte Meclisin içinde ve dışında estirilen bu silahlı baskı havası olmuş, üyelerin hür iradeleri   tecelli etmemiştir.
Sami Küçük’ün hatıralarında anlattığına göre, MBK üyelerinden Mehmet Özgüneş, idamlara karşı olduğu halde, Talat Aydemir’in kendisini ölümle tehdit etmesi üzerine, idamlar lehine oy kullandığını ve bundan “vicdan azabı” duyduğunu söylemiştir: “İdamlardan iki gün sonra Mecliste komisyon odasında otururken kapı açıldı. Komisyon üyesi Mehmet Özgüneş içeri girdi. Sandalyesine oturur oturmaz bana dönerek, ‘Albayın çok vicdan azabı çekiyorum. Biliyorsunuz ki ben idamlar aleyhindeydim. Fakat idamlar lehine oy kullandım. İdamların karara bağlanacağı gün öğleden sonra Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir telefon ederek benimle görüşmek istediğini bildirdi. Mecliste buluştuk. Bana, ‘Yüce Divanın oybirliği ile  aldığı idam kararlarının Silahlı Kuvvetler Birliği olarak yerine getirilmesini, yani idamların yapılmasını istiyoruz. İdamlar aleyhine oy kullananların akıbetlerinin ölüm olacağını bildirmek isterim. Ona göre hareket et’ diyerek ayrıldı. Ben bu uyarıya uyarak idamlar lehinde oy verdim. Dün arabayla Kızılay’dan geçerken, Suphi Karalan ile sizi yürürken gördüm. Size bir şey yapılmamıştı. Öldürülme korkusuyla vicdani kanaatin dışında oy kullandığım için şimdi vicdan azabı çekiyorum’ dedi. Kendisini teselli etmeye çalıştım.” (Sami Küçük, Rumeli’den 27 Mayıs’a, s. 128)
MBK’den Üç İdam Kararının Çıkması

       Devlet, Hükümet ve MBK Başkanı Gürsel’in başkanlığında saat 18’de başlayan idamların onaylanması tartışmaları çok uzun sürdü. Gürsel ve üyelerin çoğunluğu, idamların yapılmamasından yana idi. İdam yanlıları da bastırıyorlardı. Tartışmalar bitecek gibi değildi. İdam yanlılarını tatmin için “mutlaka baş verme” gibi bir düşünce havası ortaya çıkmıştı. Yeni bir formül ortaya atıldı. “Yüksek Adalet Divanında idamlarına oy birliği ile karar alınanlar idam edilsin” denildi. Bunlar, Bayar, Menderes, Zorlu ve Polotkan’dı. Teklif oya sunuldu. 9 aleyhte, 13 lehte oy çıktı. Aleyhte oy kullanan Komite üyeleri şunlardı: Cemal Gürsel, Fahri Özdilek, Sıtkı ulay, Sami Küçük, Osman Köksal, Suphi Karaman, Suphi Gürsoytrak, Selahattin Özgür,  Kâmil Karavelioğlu. Lehte oy kullananlar:  Mucip Ataklı, Muzaffer Yurdakuler, Fikret Kuytak, Ekrem Acuner, Sezai Okan, Vehbi Ersü, Kadri Kaplan, Haydar Tunçkanat, Kadri Kaplan, Refet Aksoyoğlu, Mehmet Özgüneş, M. Şükran Özkaya,  Emanullah Çelebi. (Sami Küçük, Rumeli’den 27 Mayıs’a, s. 127)
Bu dört idam kararı dışındaki 13 idam  müebbet hapse çevrildi. Celal Bayar’ın idam kararı onaylandı, sonra, 65 yaşını doldurması gerekçe gösterilerek idamı  müebbet hapse çevrildi. Bu karar Bayar’a iletildiğinde, “Çok sevindi. Birden heyecanlandı. Doğrusu ben bu kararı beklemiyordum dedi. MBK’ne muhabbetlerinin iletilmesini istedi.” (Ahmet Er, 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e Hatıralarım, Ankara, 2002, s. 99)
MBK’nin idamların onaylanması ile ilgili kararı 58 sayılı tebliği ile 16 Eylül 1961’de kamuoyuna şöyle açıklandı:
“ 1- Yüksel Adalet Divanınca ölüme mahkum edilen sanıklardan sakıt Reisicumhur Celal Bayar, sakıt Başbakan Adnan Menderes, sakıt Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve sakıt Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın ölüm cezaları Milli Birlik Komitesi’nin  15 Eylül 1961 günü ve 75 nolu kararı ile tasdik edilmiştir.  Ancak,  sakıt Reisicumhur Celal Bayar, 65 yaşını bitirmiş olması dolayısıyla verilen ölüm cezası müebbet ağır hapse tahvil edilmiştir.
2-Ölüm cezasına mahkum edilen, Refik Koraltan, Agâh Erozan, İbrahim Kirazoğlu, Hamdi Sançar, Nusret Kirişçioğlu, Bahadır Dülger, Emin Kalafat, Baha Akşit, Osman Kavrakoğlu, Zeki Erataman’ın cezaları da 15 Eylül 1961 günü 75 nolu kararla müebbet hapse çevrilmiştir.
Tebliğ olunur.” (Dünya, 16 Eylül 1961)



Bayar’ı İdamdan Kurtaran Sebepler

Bayar’ı idamdan kurtaran sebep yalnızca 65 yaş sınırı  olmadı. Bunda, Milli Mücadele’ye katılması ve Atatürk’e bağlılığı da büyük rol oynadı. Milli Mücadele’de, Ege’de Yunan işgali karşısında “Galip Hoca” adıyla çeteler kurmuş, bu işgale direnmiş, Atatürk’ün başbakanı olmuş, “Atatürk seni sevmek milli ibadettir” diyerek herkesten çok ona bağlılığını göstermişti.
Papa Roncalli’nin de büyük etkisinden bahsedilir. “Dünyanın en küçük fakat en etkili devletlerinden birisi olan Vatikan’ın başında Türkiye’de uzun yıllar yaşamış bir Papa vardı.Papa Roncalli  Bayar’ın şahsi dostu idi. Ve Celal Bayar, bu dostluk sayesinde idamdan kurtulmuştur.” ( Rasim Ekşi, Yassıada Çığlığı, İstanbul, 2005, s. 76)
Celal Bayar, Cumhurbaşkanı olamadan önce, Vatikan’ın Türkiye’de, Türkiye’nin Vatikan’da  Büyükelçilikler açmasına izin verilmemiş, bu, Bayar Cumhurbaşkanı olunca verilmişti.
Ayrıca, Gürsel’in “Yaşlıdır, nasıl olsa hapiste ölecektir” düşüncesi ile hareket ederek onu idamdan kurtardığı, bunda Yassıada mahkemesinde “vakur duruşu”nun da etkili olduğu üzerinde durulur.

Menderes’in İntihar Girişimi ve İdamının Gecikmesi

       14 Eylül’ü 15 Eylül’e bağlayan gece idi. Ertesi gün Yassıada Ada Mahkemesi kararları açıklanacaktı. Menderes günlük olarak kullanılması için kendisine verilen uyku hapı ekuanilden 33 tanesini içmeyerek biriktirmiş, adı geçen gece bu hapların hepsini içerek komaya girmiş, ardından hemen bir doktorlar grubu çağrılarak tedavisi yapılarak komadan kurtarılmıştı. Bu haliyle Menderes, hakkında verilen Yassıada Mahkemesi kararlarını ne dinleyebilmiş ne de idamının infazı için İmralı adasına diğer idam mahkumlarının yanına götürülememişti.
Menderes komadan çıktıktan sonra, intihar sebebini Yassıada Komutanı Güryay’a anlatırken,  ölmeyi öteden beri düşündüğünü söylemiş ve kendi isteği ile bu işe kalkıştığından bahsetmiş. (Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor,s. 359)
Menderes’in intihar girişimi muammalarla doludur. İdam cezası alıp mutlaka infaz edileceğine inandığı için  kendi canına kendisi mi kıymak istemiştir? Daha başka sebeplerden olarak iddia edildiği üzere “Zehirlenerek öldürülmek ve buna intihar etti” süsü verilmek mi istenmiştir?  Bu ihtimal ile ilgili olarak Nazlı Ilıcak tarafından “Menderesi Zehirlediler” isimli kitap yazılmıştır. Ilıcak’ın iddiasına göre, Menderes uyku hapları alarak komaya germemiş,  lüminal iğnesi yapılarak zehirlenmek suretiyle öldürülmek istenilmiştir. Bu yola başvurulmasının sebebi şu imiş: “Menderes’in asılmasının büyük tepki uyandıracağı tahmin ediliyor, halkın galeyana gelmesinden korkuluyordu.” (Nazlı Ilıcak, Menderes’i Zehirlediler, İstanbul, 1989, s. 43)
        Menderes’in avukatı Burhan Apaydın da hatırlarında, Menderes’in zehirlenmek istendiği ve aceleye getirilip hasta hasta asıldığından bahseder. Apaydın, Menderes’in 33 adet ekuanil hapı içerek intihara kalkışmadığını, bunu kendisinin de denemesi sonucu mümkün olmadığını, lüminal iğnesi  yapılarak baygın hale getirildiğini, tedavisinin hastanede yapılması gerekirken, çağrılan doktorlara yaptırıldığını, hasta ve şuuru yerinde olmadığı halde idam edildiğini (hasta olanlar, kanun gereği iyileştikten sonra  idam edilirler), bu sebepten  katillik suçu işlendiği  üzerinde durur. (Menderes’in Avukatı Burhan Apaydın’ın Anıları, s. 92)

İdamları İnfaz İçin Subayların İmralı’da Toplanması

        Yassıada Mahkemesinden idam kararları çıkmasını ve bunların mutlaka infazını özellikle genç subayların istedikleri üzerinde durulur. Olup bitenleri Yassıada Komutanı Güryay hatıralarında şöyle anlatır: “Adada (İmralı’da) 200’den fazla subay vardı. Kimlerdi bunlar? Nerelerden nasıl, niçin gelmişlerdi?…
Yanıma gelen Binbaşı Agâh: ‘Bir subaylar heyeti sizinle görüşmek istiyor’ dedi… Gelsinler bakalım dedim.  İçeriye  8 subay girdi, evvela omuzlarına baktım: Rütbeleri en yüksek olanlar binbaşı idiler. Üçü yüzbaşı, geri kalanı da üsteğmen…
İleriye çıkan bir subay: ‘Komutanım, dedi, bizim öğrendiğimize gör, Milli Birlik Komitesi, Yüksek Adalet Divanının verdiği idam hükümlerini tasdik etmeyerek, müebbet hapisliğe çevirecekmiş. Bu ne demek?  Suçlu asmaktan korkuları varsa, Türk ordusunu temsilen orada hâlâ neden oturuyorlar? İhtilalin gösterdiği sabır, merhamet, nezaket yetmez mi? Hükümlerine uygun davranmayacak idiyseler o Yüksek Adalet Divanını neden kurdular?’
Ve nihayet, son baklayı da ağzından çıkardı:
‘Biz buraya kararlı olarak geldik: Şayet duyduklarımız doğruysa, onların yerine getirmekten korktukları kararları, burada biz infaz edeceğiz.’
Durum son derece önemliydi: Onlar, İmralı adasına kolayca hâkim olacak kadar kalabalıktılar.
Nerede toplanmışlar? İmralı adasına nasıl, hangi araçlarla gelebilmişler? Bilmiyordum.” (Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor, s. 347)
Bu olup bitenlerin ardından Güryay, 200 kişilik subay topluluğunun huzuruna çıkarak onlara hitap eder. Yaptığı konuşmada, MBK’nin idamlar konusunda henüz herhangi bir karara varmadığını, söylenenlerin yanlış olduğunu, MBK’nin idamlar konusunda bir itirazı varsa, buna karşı dikilmenin kendileri gibi küçük rütbeli subaylara değil,  rütbeleri büyük olanlara ait olacağı, adadaki mahkumların canının korunmasından kendisinin sorumlu olduğunu, kendisinin kurşunlara hedef olmadan, onları feda etmeyeceği üzeride durarak adadan çekip gitmelerini söyler ve ardından adayı terk ederler. Güryay, bu olup bitenlerin ardından “Büyük bir faciayı ben önledi” şeklinde yazar. (Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor, s. 348)

                       Fatin Rüştü Zorlu’nun İdamı   

    16 Eylül gecesi ilk infazı yapılan Zorlu oldu. Yassısada görevlileri ve savcıların huzurunda idam edildi. Kanunlara aykırı olarak avukatları çağrılmadı. Görgü tanığı Güryay’ın anlattıklarına göre Zorlu,  hücresinden çıkarılarak idamını izleyecek heyetin bulunduğu salona getirildi. İdam korkusu ile sarsılmamış, metin bir davranışı vardı. “Kendisine okunan kararı bütün heyecanları kenara itebilmiş kesin bir metanetle dinledi. Ondan sonra ailesine mektup azması için başsavcıdan müsaade istedi. Kağıt ve kalemi verdiler, oturdu ailesine mektup yazdı. Ben ellerine dikkat ediyordum, hiç titremiyordu. Mektubu bitirdikten sonra başsavcıya verdi ve yine abdest almak için müsaade istedi.” Zorlu,  Başsavcı Egesel ve Güryay’la bir müddet konuştu. Kimseye dargın olmadığını söyledi ve herkesten helallik istedi.  Güryay’la konuşurken, “”Kumandanım bir ricam daha var: Ben asılanların kaçıncısı oluyorum? Ne baştan ne de sondan dedim.” (Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor, s. 354)  Zorlu ve bütün idam mahkumları hücrelerinde tecritli olarak bulundukları için olup bitenlerden habersizdiler.
“Zorlu, ölüme gerçekten zorlu bir metanetle gitti. O kadar ki, hatta mahut gömleğin üzerine giydirilmesinden sonra, kendisine dini telkinde bulunan hocanın, Arapça kelimeleri telaffuzunda düştüğü hataları düzeltti.
Kollarını arkadan bağlarken başsavcıya son bir ricada bulundu: Ellerinin önden bağlanmasını istedi. Fakat bunun kanunen imkansızlığı kendisine anlatıldı.
Beraberce sehpaya doğru yürüdük. Ne masaya ne de masa üzerindeki sandalyeye çıkarken yardım istemedi. Hatta, heyecandan eli titreyen cellada:
‘Oğlum, ne titreyip duruyorsun?  İlmik senin değil, benim boynuma geçecek’ dedi.
Sonra adetâ kendisini uçsuz bucaksız bir boşluğa atar gibi:
‘Allah memleketi korusun, haydi Allahaısmarladık!’ dedikten sonra ayaklarının altındaki sandalyeyi itmek işini de kimseye bırakmadı.
Boyu uzun olduğu için ayakları masaya basmıştı. Cellat masayı itti: Ona bu kadarcık da iş düşmüş bulunmasaydı, Zorlu sanki asılmış değil, intihar etmiş gibi olacaktı.” (Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor, s. 115)      
      Zorlu’nun idam edileceği sırada ailesine yazdığı mektup  şöyle idi: “Sevgili anneciğim, Emelciğim, Sevinççiğim ve ağabeyciğim, şimdi Cenabı Hakkın huzuruna çıkıyorum. Huzur içindeyim. Benim için üzülmeyin. Sizlerin salim ve huzur içinde yaşamanız beni daha müsterih edecektir. Bir ve beraber olun, Allah’ın taktiri böyle imiş. Hizmet ettim ve şerefimi daima muhafaza ettim. Anne, siz sevdiklerimi muhafaza edin. Ve Allahın inayetiyle onların huzurunu temin edin.
Hepinizi Allah’a emanet eder, tekrar üzülmemenizi ve hayatta berdevam olarak beni huzur içinde bırakmanızı rica ederim.
Allah memleketi korusun!…” (Mithat Perim, Yassıada ve İnfazların İçyüzü, s. 252)
       
Hasan Polatkan’ın İdamı

      Zorlu’nun ardından Polatkan’ın idamı yapıldı.  Polatkan, Zorlu gibi idam anında metin olamadı.  Güryay’ın idam anını anlatışı: “Gardiyanlar Hasan Polatkan’ı getirdiler. Polatkan, tek kelime ile bitikti. Bütün reflekslerini kaybetmiş bulunan vücudu, ancak kollarındaki gardiyanların desteği ile ayakta durmaktaydı.                       
       Okunan kararı dinlemiş, anlamış olduğunu hiç sanmıyorum.
Biraz sonra, hocanın yaptığı dini telkini çok zor tekrarladı.
Yüzü, bir ölününkünden de sarıydı.
Gömlek giydirildi. Elleri arkasına kelepçelendi, gardiyanların kolunda sehpaya götürüldü ve hüküm infaz edildi.” (Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor, s. 352)
Güryay, Emin Çölaşan’la olan röportajında yukarıdaki yazdıklarına ilaveten daha başka şeyler söyledi. İdam olmak korkusundan büyük heyecan ve korkuya kapılan Polatkan, sehpaya çıkmadan önce bu ruh halinin etkisinde ölmüş olabilir miydi? Güryay, “Belki de ölüsü asıldı” dedi. (Emen Çölaşan, Tarihe Not Düşen Söyleşiler, s. 109)
Polatkan’ın asıldığında saatler 03.5’i gösteriyordu.
Bayar, bu idamları öğrenince çok üzüldü. Fakat soğutkanlılığını korudu. “Artık bunları unutalım, ileriye bakalım” dedi. (Mithat Perim, Yassıada ve İnfazların İçyüzü, s. 275)
16 Eylül günü, kanun gereği Zorlu ve Polatkan’ın  idam infaz kararları, ailelerinin oturduğu evlerin kapılarına asıldı.

                    MBK’nin 59 nolu Bildirisi
    
Bu bildiri, Zorlu ve Polatkan’ın idamlarını 16 Eylül 1961 tarihinde kamuoyun duyuran bildiri  olup, aynen şöyle idi:
“ 1- Sakıt Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile sakıt Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın, Milli Birlik Komitesi tarafından tasdik edilen idam hükmü, 16 Eylül 1961 günü sabaha karşı infaz edilmiştir.
2- Hakkında idam hükmü tasdik edilen diğer suçlu sakıt Başbakan Adnan Menderes’in mezkur (adı geçen) vakitte hastalığı devam ettiğinden hükmü infaz edilmemiştir.” (Dünya, 17 Eylül 1960)

     Menderes’in İdamını Son Anda Önleme Çabaları

     Zorlu ve Poatkan’ın idamından sonra hiç olmazsa, hastalığı devam eden ve bu sebepten infazı yapılamayan Menderes’in idamdan kurtarılması için 16 Eylül sabahı Ankara’da nasıl bir yoğun trafik yaşandığını yukarıda anlatmıştık. Özellikle İsmet İnönü, bunda büyük bir rol oynamış, Gürsel ile görüşerek, “Menderes’i kurtarmak lazımdır, onun hakkındaki hükmü tekrar komiteye götürün demişti.”
Bu olup bitenler karşısında Gürsel çok şaşkın, ne yapacağını bilemez bir duruma düşmüştü. Onun da aklından geçen Menderes’in idamının durdurulması idi. Buna bir formül bulmak için zamana ihtiyaç duymuş olacak ki, yapılan yoğun görüşmeler trafiğinin ardından Gürsel, MBK’nin İstanbul İrtibat Bürosu ve Yassısada Komutanı Güryay’ı telefonla arayarak onlara Menderes’in idamının geciktirilmesi talimatını verecekti.
İstanbul’daki üst düzey komutanlar, genç subaylar, MBK İrtibat Bürosu çalışanları idam taraftarı oldukları ve Gürsel’den gelecek “idamın geciktirilmesi” isteğini hissetmiş oldukları için, 16 Eylül günü mümkün mertebe Gürsel ile muhatap olmayarak Menderes’in son anda durdurulacak idamını önlemek için onu acele idam etmek için hareket geçtikleri görüldü.
Gürsel’in 16 Eylül’de İstanbul ile telefon trafiği saat 9. 15’de başlamış, önce  I. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı  Cemal Tural ile, 28 inci Tümen Komutanı Faruk Güventürk’ü aramış, bunları yerinde bulamamış, üçüncü telefonu  Radyoevi Komutanı Hv. Kur. Alb. Turan Çağlar’la yapmış, ona aradığı iki komutanı bulamadığından bahisle, bunların nerede olduklarını sormuştu. Çağlar verdiği cevapta, Tural’ın Trakya’ya gittiğini, Güventürk’ün ise teftişte bulunduğunu söylemişti. Bunun üzerine Gürsel Çağlar’a Yassıada ile temas kurması emrini verince, Çağlar ona itiraz etmiş, “Paşam, biliyorsunuz, Yassıada ile ancak İrtibat Bürosu temas edebilir, lütfen orayı aramalısınız.” (Bedii Faik, İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci, s. 23)
Gürsel’in bu telefon trafiğini değerlendiren Dünya gazetesi başyazarı Bedii Faik, bu telefon trafiğinde bir “gariplik ve samimiyetsizlik” bulunduğundan bahseder. İdam kararları tasdik edildikten sonra infazların yerine getirilmesi, orduya değil yine MBK’nin İstanbul İrtibat Bürosunu verilmişti. “Aslında Gürsel’in daha başından itibaren tek makul hareket bu idi (Öncelikle İrtibat Bürosunu araması). Manâsız olan, Orduyu araması ve  aklın alamayacağı taraf, Tural’ı ve Güventürk’ü bulmuş olsa bile onların bu konuda hiçbir kanuni yetkilerinin olmadığını unutur görünmesi ve Yassıada davalarının her safhasıyla tek ilgili kuruluş olan İrtibat Bürosunu hiç hatırlamaz olmasıdır.” (Bedii Faik, İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci, s.23)
Gürsel’in Menderes’in idamını durdurmak için ilk telefon edeceği yer İstanbul İrtibat Bürosu ve Yassıada Komutanı Güryay olmalı idi. Yukarıdaki telefon trafiğinin ardından Gürsel’in buralarla telefon trafiğine geç başladığı anlaşılıyor. İrtibat Bürosu’nu arar, burada da bir sorumlu bulmaz. En sonunda Güryay’ı arar. Fakat, Güryay’ya da ulaşamaz. Sanki o gün “maksatlı” bir şekilde İstanbul’da bütün komutanlar  “kayıplara” karışmıştır. Anlaşılan, bütün bu komutanlar, Gürsel ile muhatap olmayıp onun idamın geciktirilmesi isteğini yerine getirmemek için ortalıkta görünmemişlerdir.
Gürsel, Yassıada Komutanı Güryay’ı aradığında karşısına Yassıada’da görevli ve Silahlı Kuvvetler Birliğine mensup “Deli Remzi” sıfatıyla anılar Binbaşı Remzi Oral çıkar. Oral, olup bitenleri bir sonuç değerlendirmesi olarak şöyle anlatır: “Ada kumandanının Ankara’dan arandığı  haberi gelince telefona ben çıktım.
Gürsel’e:
-Buyurun Komutanım ben yüzbaşı Remzi dedim.
Gürsel telaşlıydı. Hâlâ ada komutanıyla konuştuğunu sanıyordu.
-Tarık, dedi, beni dinle, çok önemli!
Adnan Menderes’in  idamını geciktirmemizi istedi. Korktuğumuz başımıza gelmişti. Gürsel’e bir kez daha kendimi tanıtıp Ada Kumandanının Menderes’i alıp İmralı’ya götürdüğünü ve cezasının da büyük bir ihtimalle  infaz edilmiş olabileceğini söylemek zorunda kaldım.
Gürsel’in üzüntüsünü, ses tonundan anladım.
-Eyvaaaah, diyerek telefonu kapattı.
Durumu Ada Kumandanı Tarık Güryay’ya bildirdim. Adnan Menderes’i acele hücumbota bindirip İmralı’ya gönderdik. Sonu malum. İdam cezalarının sabaha karşı uygulanması gerektiği de ilk kez Menderes’le bozulmuş oldu. Adnan Menderes 14. 20’de idam edildi.” (Örsan Öymen, Bir İhtilal Daha Var, İstanbul, İstanbul, 1986, s. 332)
Ada Komutanı Güryay ise, hatıralarında Gürsel’in telefonunu çıkıp onunla görüştüğünü yazar: “Neden sonra, dalgınlıktan beni telefon zili sıçrattı.
Karşımdaki:
‘Tarık, diyordu, Adnan Menderes’i bir yere gönderme!’
Menderes’i  kurtarabilmesi muhtemel olan tek adamı, Gürsel’in sesiydi bunu söyleyen.
Sayın Gürsel’e durumu anlattım: Doktorlar gelmişler, ‘İdamına mâni bir hali yok’ anlamında bir rapor vermişlerdi. Başsavcı Egesel’le hâkimler de onu alıp İmralı’ya götürmüşlerdi.
Bu sözleri söylerken gözlerime ilişen duvar saati 12’yi çeyrek geçiyordu: Menderes ve ötekiler İmralı adasına belki henüz varmamışlardı bile. Gürsel’e söylediklerime, hemen şunu da ilave ettim:
‘Orgeneralim, şayet Menderes’e dair bir emriniz varsa, bunu İmralı’ya derhal bildirebilirim.’
Neler olmuştu bilmiyorum, fakat Sayın Gürsel:
‘Yok, hayır’ dedi ve ilave etti:
‘Yapılacak bir şey yok: Olan olmuş artık.’
Ve Menderes’in bağlanabileceği son kurtuluş ümidi de bu sesle kesilmiş oldu.
Nitekim, saat 14.30’da telsizle beni arayan vazifeli subay hükmün, saat 14’ü tam 26 geçe  infaz edildiğini bildirdi….
Ne çare? Gürsel’in dediği gibi: Olan olmuştu artık!…” (Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor, s. 365)
İdamların yapılmasının aktif taraftarlarından Talat Aydemir’in itiraf ettiği üzere, Gürsel’in telefonlarla aradığı bütün kimseler idam taraftarları idiler: Cemal Tural, Faruk Güventürk ve Yassıada Başsavcısı  Atalay Egesel bunlardandı.
MBK İstanbul İrtibat Bürosu Komutanı Namık Kemal Ersun’un anlatılarına göre, Ankara’dan İstanbul’a gelen “Menderes’in idamını geciktirin”  telefonları karşısında en büyük rahatsızlığı  Cemal Tural duymuş, idamın geceye bırakılmayarak gündüz saat 14’de yapılmasını o sağlamıştı. (Osman Deniz, Parola: Harbiyeli Aldanmaz, İstanbul, 2003, s. 30)


Adnan Menderes’in İdamı

      Kanunda yazılı olduğu şekliyle idamlar sabaha doğru infaz edilirler. Nitekim, yukarıda gördüğümüz üzere Zorlu ve Polatkan’ın idamları böyle  yapılmıştı. Menderes’te bu geleneğin bozularak idamının çabuklaştırılması, idamının önlenmesi uğurunda Anakara’daki yoğun trafik ve ardından Gürsel’in telefon emri ile idamın geciktirileceğini anlayan idam taraftarlarının işi aceleye getirilip Menderes’i gündüz astıkları anlaşılmaktadır.
MBK, 16 Eylül 1961 günü Menderes’in iyileştiğine dair 60 nolu şu bildirisini yayınlamıştı: “Yassıada Garnizonu Hastanesi  Baştabipliğinden bildirilmiştir.
Sakıt Başbakan Adnan Menderes’in sağlık durumu salâha (iyiye)  doğru gitmekte olup, bugün 17 Eylül 1961 cumartesi günü sigara içmek, gazete okumak isteğinde bulunmuştur.” (Dünya, 17 Eylül 1961)
Yayınlanan bu bildiri ile kamuoyuna “Menderes iyileştiği için idamına bir engel kalmadı” mesajı verilmek istenmişti.
Menderes, 16 Eylül günü iyileşmişse, infazının 17  Eylül geçesi yapılması gerekirdi. Bunun böyle olmayıp, 16 Eylül günü saat 14. 30’da yapılması, son anda idamını engelleme girişimlerini akim bırakmak için olmuş, Menderes idam edilmek için saat 11’de İmralı adasına götürülmüştü.
Menderes de Zorlu gibi, idama giderken metanetini bozmadı. İki imam ona dini telkinde bulundu. Menderes onlara şunları söyleri: “Hoca efendiler, sizin yapmak istediğiniz vazifeyi, kendi kendime bizzat ifa ettim. Müsterih olunuz. Allah’a şükredeceğim. Kadere inanan insanlar daima huzur içinde olurlar:” (Mithat Perim, Yassıada ve İnfazların İçyüzü, İstanbul, s. 333)
Menderes, idam önlüğü giydirilmiş olduğu halde, iki gardiyanın arasında idam sehpasına  doğru metanetle yürüdü. İdamını izleyenler sehpanın başına toplanmışlardı. İdam masasına çıkarıldı.  Son sözünü söylemesi istenince şunları söyledi: “Size dargın değilim. Sizin ve diğer zavallıların iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyoruz. Onlara da dargın değilim. Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki:
-Hürriyet uğruna ortaya koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız için size müteşekkirdir (teşekkür eden).  İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme bu kadar metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz? Şunu da söyleyeyim ki, milletçe bir gün kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendilerinizi yine ben 1950’de olduğu gibi, kurtarabilirdim.  Dirimden korkmayacaksınız.  Ancak millet ile el ele vererek, ölüm ölünceye kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Buna rağmen merhametim yine sizinle beraberdir.” (Mithat Perim, Yassıada ve İnfazların İçyüzü, s. 325)
Cellat  tarafından yağlı ip Menderes’in boynuna geçirildi. .Bu sırada sarf ettiği son sözleri şunlar oldu: “Milletim sağ olsun, memleket var olsun!”.  Kelimeyi şahadet getirdikten sonra, yüksek sesle “Allah” diye bağırdığı  sırada ayaklarının  altındaki sandalye celal tarafından çekilerek infazı gerçekleştirilmiş, tam bu sırada bazı sivillerin sivil ve jandarma erlerinin ağladıkları görülmüştü.
İdam sırasında, idamları müebbet hapse çevril lerden  Kur’a bilenler yüksek sesle Kur’an okumaya başlamışlardı. Bayar, Menderes’in son sesi “Allah” sesini  duyunca, yüzü sapsarı olmuş, çok üzülmüş, “Neden onu astılar da beni asmadılar” demiş, “Beni assalardı da onu asmasalardı. Biz yaşlandık o gençti…. O gençti…. Bizi assaydılar” şeklinde konuşmasını sürdürmüştü.  (Cevdet Perim, Yassıada ve İnfazların İçyüzü, s. 336)
Menderes’in idam edildiği 17 Eylül Pazar günü hava açık ve güneşli imiş. Bazı görgü tanıklarının yazdıklarına göre, Menderes’in sehpasının üzerini lokal bir bulut gelmiş, inceden bir yağır yağmış, üzerinden nereden geldikleri belli olmaya “yeşil kuşlar” uçmuş. (M. Kemal Biberoğlu, Demokrat Parti Sonrası ve Anılarım, Ankara, 1977, s. 65)
Menderes’in idamı tamamlanınca,  durum bütün yurda telsi anonsu ile “ Ameliyat yapılmıştır… Operasyon tamam olmuştur” şeklinde bildirildi. Ardından, Milli Birlik Komitesi şu bildirisi ile infazın yapıldığını ülkeye ilan etti:
“1-Ord. Prof. Sedat Tavat, Amiral Bristol Hastanesi Dahiliye Servisi Şefi D. Nevzat Yeğinsu ve Yassıada  Garnizon Hastanesi  tabiplerinden Dr. Ahmet Karahanlıoğlu, Dr. Zeki Kebapçıoğlu ve Dr.  Sedat Yürütken’den müteşekkil heyet tarafından düşük Başvekil Adnan Menderes’in sıhhi  muayenesi yapılmış ve sıhhi durumunun tamamen normale döndüğü raporla tespit edilmiştir.
2-Yüksek Adalet Divanınca verilen ve Milli Birlik Komitesince tasdik edilen idam cezası hükmü infaz edilmiştir. Tebliğ olunur.” (Cumhuriyet , 18 Eylül 1961)
Zorlu ve Polatkan’ın idamlarında olduğu gibi, Menderes’in de idam hükmü bir hafta süre ile ailesinin oturduğu evin kapısında asılı kaldı. Menderes’in oğlu Aydın Menderes’in anlattıklarına göre, bu sırada Devletin bir “garip davranışı”na şahit olundu. Menderes’i idam etmek için satın alınan  ipin masrafı ailesinden istenmiş. (Aydın Menderes, Babam ve Ben, s. 231)

Menderes’in Oğlu Yüksel’e Vasiyetnamesi     

Yıllar sonra, Menderes’in idam edilmeden önce oğlu Yüksel Menderes’e bir vasiyet yazdığından bahsedildi. Bununla ilgili olarak Hürriyet gazetesinin 1 Haziran 1967’de attığı manşet şöyle idi: “Menderes’in Vasiyetnamesi”. Haberinde, Menderes’in oğlu Yüksel Menderes’e şu yedi öğüdü yer alıyordu:

“Oğlum Yüksel’e Allahım’dan sözlerimin sana ulaşmasını niyaz ediyorum.
1-Sureti kat’iyede etrafına inanmayacaksın.
2-Bankadan para alınmasına asla tavassut (yardım etmek) etmeyeceksin.
3-Beşeri zaaflarım dışında benim suçlu olduğuma kat’iyen inanmayınız.
4-Cesaretinizi hiçbir surette kaybetmeyiniz.
5-İnandığınız şeyi, tahakkuk ettiremiyorsan bir an için mevkiinden ayrıl.
6-Bütün bu olanlardan sonra da benim mefkurem olan millet ve vatanını varlığınla hizmet etmekten fariğ (vazgeçmiş) olma.
7-Ruhumla daima sizin yanınızda olacağım. Sizi şefkatle anıyorum.
Ben hakkımı helal ediyorum. Siz de hakkınızı bir kere daha helal edin…” (Hürriyet, 1 Haziran 1967)

  Menderes’in bu vasiyetnamesi doğru ise, (Yüksel Menderes, böyle bir vasiyetnamenin olmadığından bahseder), bu vasiyeti ile hayatının bir “otokritiği”ni 
yapmaktadır.  Menderes’i hep, etrafındaki insanların harcadığından bahsedilir. Hatta bu uğurda, Menderes’in yakınlarından Nimet Arzık tarafından “Menderes’i 
İpe Götürenler” isimli bir kitap yazılmıştır. Etrafı, Menderes’i devamlı “aldatmış”, bu sebepten gerçekleri göremeyen Menderes bunların “kurban”ı olmuştur.
“Menderes, 26 Mayıs 1960’da Başbakanlıktan istifa etse idi 27 Mayıs darbesi olmazdı” denilmiştir. Menderes bu hatasını, vasiyetinin 5 inci maddesinde dile 
getirmiştir ki, geçici bir süre de olsa istifa etmemesinden yakınmıştır. Menderes’in bu vasiyetini, “DP ve Menderes’in mirasçısı ve devamı” olduğunu söyleyen 
Süleyman Demirel tutmuştur. Askerlerin sıkıştırması karşısında başı darda kaldıkça, meşhur laf “Şapkasını alıp kaçmış”, fakat bir müddet sonra aynı makamlara 
hem de daha yükseklerine (1993’ de   Cumhurbaşkanı olması) gelmiştir.
İmralı’dan Topkapı’ya
      
       Tarihimizde, siyasi idamlardan olarak en çok tartışılan ve haksızlığı herkes tarafından kabul edilen Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamları olmuştur. 
Neredeyse tamamen sebepsiz yere ve ciddi suç unsurları bulunmadan asılmışlar, darbeciler ve onların etkisindeki Yassıada Mahkemesi tarafından neredeyse 
tamamen, suçlu olsun, olmasın, “27 Mayıs’ın meşruluğunu ispatlamak” gibi bir garip ve yakışıksız ana gerekçe etrafında idam cezasına çarptırılmışlar 
ve infazları yapılmıştır.
Bir kere, idamların yapılmasına, başta komitenin başkanı Gürsel olmak üzere MBK üyelerinin çoğunluğu  karşı idiler. İdamların onaylanması için yapılan 
16 Eylül 1961 tarihli son toplantı da bile idam aleyhtarları çoğunlukta idiler. Bunun birden bire idamlar lehine dönmesi, Meclisin silahlı subaylarla sarılı olmasının sonucu, MBK üyelerine idamlar lehine karar çıkmazsa “öldürülme ve darbe yapma korkusu” verilerek, oylamada hür iradelerinin tecelli etmesine imkan verilmemiş, son anda  “korku” sonucu birkaç üyenin idamlar lehine oy kullanması üç idamın onaylanması ve infazına yol açmıştır.
27 Mayıs Darbesi ve Rejiminin puslu ve baskılı havası dağıldıkça ve insanlarımız serbest iradeleriyle düşünmeye başladıkça, 27 Mayıs Darbesinin ve idamlarının haksızlığı daha iyi gün ışığına çıkmaya başlamıştır. Daha 27 Mayıs Rejiminin ertesi İsmet İnönü’nün başbakanlığı günlerinde Yassıada Mahkemesinde ceza alanların affı gündeme gelmiş, İnönü zamanında kademeli olarak başlayan af, Başbakan Süleyman Demirel döneminde (1965 – 1971) tamamlanmış, üstelik Demokrat  Partililere uygulanan “siyaset yapma yasağı” da 1969’da kaldırılmıştır.

Zaman geçtikçe 27 Mayıs darbesi ve idamlarının haksızlığı daha iyi anlaşılmaya başlanmış, Başbakan Özal dönemine (1983 – 1993) gelindiğinde darbe mağdurlarının “itibarlarının iadesi” ve İmralı’da mezarları bulunan Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın mezarlarının buradan taşınması karaları çıkmıştır.
22 Mayıs 1987  tarih ve 3377 sayılı kanunla üç mezarın nakilleri kararı alınmış ve Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın isimlerinin tesisleri verilmesi kabul edilmiştir. Buna ek olarak, 11 Nisan 1990’da alınan bir kararla  “itibarları iade” edilmiş, üç mezarın nakli büyük bir törenle İstanbul – Topkapı’da yaptırılan “anıt mezar”a idam yıldönümleri 16 Eylül 1990’da taşınmıştır.

Menderes, Zorlu ve Polatkan, her idam yıl dönümlerinde “devlet töreni” ile anılmakta, haklarında methiyeler yapılmaktadır. Onların devrilmesine ve idamına sebep olanların ise isimleri unutulmuş, mezarlarının bile nerelerde olduğu bilinmemektedir.


http://www.kayserihakimiyet2000.com/tarihize-dusen-kara-leke-idamlarin-icyuzu/

***

26 Eylül 2015 Cumartesi

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL ÖNCESİ VE SONRASI BÖLÜM 31




TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 
12 EYLÜL  ÖNCESİ VE SONRASI  
BÖLÜM 31


UZAK GÖRÜŞLÜ BİR CUMHURBAŞKANI


‘Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulacak

1975 yılının ilk aylarında Güneydoğu’da terör ve şiddet eylemleri tırmanışa geçti.
MGK’de Siirt, Urfa, Hakkâri ve Diyarbakır’da sıkıyönetim ilan edildi.
“Ancak söz konusu illerde sıkıyönetim ilanına gidilebilmesi için” dedi Baransel:
“TBMM’nin onayı gerekiyordu. Meclis’teki görüşmelerde CHP ve AP sıkıyönetime karşı çıktı. İlk oylamada sıkıyönetim isteği reddedildi. İkinci oylamaya geçilmeden Meclis Başkanı oturumu bir sonraki güne bıraktı.
Oylamaya geçileceği gün Korutürk, Genel Sekreter Fuat Bayramoğlu ile hukuk başdanışmanı Çoker’i ve beni erkenden odasına çağırdı.
Odada ayakta duruyordu. Bir şeye canı sıkıldığında genellikle odanın içinde bir elini cebine sokarak bir aşağı bir yukarı dolaşırdı. Masasına oturdu. Karşısındaki koltuklarda yerimizi aldık.
Korutürk, ileride Ortadoğu’da bir Kürt devleti kurulabileceğinden söz etti.
Bu yer için Irak’ın kuzeyinde Kerkük’ü de içine alan toprakların düşünülebileceğini anlattı.

‘Kürt vatandaşlarımızı ayaklandıracaklar’

Burada kurulacak bir Kürt devletinin başta Amerika olmak üzere, yakın müttefikleri İngiltere ve Fransa’nın da desteğini göreceğini söyledi.
Eğer gerçekleşirse, bunun Türkiye için büyük bir tehlike doğuracağını, bu gelişmelerin ileride Güneydoğu Anadolu Bölgemizden toprak isteme küstahlığına kadar gidebileceğini ifade etti. Ardından politikacılara sitem etti: ‘Siyasi partilerin oy avcılığı uğruna bu hayati tehlikeyi bir türlü görmek istememelerine doğrusu akıl erdiremiyorum. Dilerim Türkiye, geleceği görmeyen muhteris politikacılar yüzünden ileride ağır bedeller ödemez. Beni asıl üzen, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ün partisinin bu konularda gerekli hassasiyeti göstermemesidir.’
Korutürk, Ecevit’e olan güven ve sempatisini giderek yitirdiğini belirtti ve sonra ‘Olmaz efendim’ dedi: Bu kadar da anlayışsızlık olmaz. Neredeyse ‘Ne haliniz varsa görün’ demek geliyor içimden. Dil bilen genç bir politikacı. Ama maalesef tecrübesiz.
Doğu’da bir Kürt devleti kurma düşüncelerinin ne kadar ciddi olduğunu ileride anlayacak. Belki önümüzdeki yıllarda. Güneydoğu’da yaşayan Kürt vatandaşlarımızı kandırarak ayaklandıracaklar. Ellerine silah verip çatışmalara itecekler. İşte o zaman Ecevit bölgede sıkıyönetim ilanını kendisi isteyecek... Sonra iş işten geçmiş olacak.”
İş işten -belki- geçmedi ama Korutürk’ün 1975’lerdeki -kuşku yok gelip geçen bütün hükümetlere uyarıları- özellikle 2 binli yıllarda gerçekleşti.
Dışarıdan içeriden destek gören PKK terör örgütü 1980’lerde ortaya çıktı.
Ayrılıkçı Kürtler elde silah dağlardan kentlere indi. Parlamentoda temsil edilmeye başlandı. Kuzey Irak’ta bir devletin bütün altyapılarını tamamlayan Barzani’nin Kürt devletini ilan etme hazırlığı günlerce gündemde kaldı.
Hâlâ Türkiye Cumhuriyeti oldubitti aşamasına gelen bu kuşkuyu bertaraf etmiş değil. Binlerce insanı ve askeri şehit etti. PKK hâlâ kan dökmeye devam ediyor.
Kürt Devleti ise şimdilik uykuda!..

Bunalımlardan bunalımlara...

1 MAYIS 1977


Fakat 1. MC döneminde bunalımlar bunalımları, olaylar olayları izledi. 2384 kişinin öldüğü, 8149 binanın yıkıldığı Diyarbakır depremi… ve 1 Mayıs 1977’de DİSK’in Taksim Meydanı’nda düzenlediği işçi bayramı mitinginin sonuna doğru açılan ateş 34 kişiyi öldürdü. Yüzlerce kişi yaralandı. Kim, hangi örgüt ateş açmıştı, bir türlü saptanamadı. Facia sol grupların çatışmasına, kontrgerillaya bağlandı.

Olay Köşk’te büyük bir şok etkisi yaptı.

2 Mayıs günü Korutürk, “Son derece karamsar ve sinirli idi” ’den olayın nasıl geliştiğini dinledi.
Gazetelerden derlediği haberleri sunarken Baransel, o günkü gazetelerde Ecevit’in “olayın bir tertip olabileceği kuşkusu taşıdığına” ilişkin değerlendimesini anımsattı.
Biraz sert bir sesle bu görüşe katılmadığını ifade etti…
….1 Mayıs’tan birkaç gün önce Cumhurbaşkanı bir sohbet sırasında 1 Mayıs’ta olaylar çıkabileceğinden kuşku duyduğunu bildirmişti. O gün öğleden sonra Güvenlik Müşaviri Kemal Özçelik ile sohbet ederken konu 1 Mayıs mitingine geldi. MİT raporlarında olay çıkabileceği şeklinde değerlendirmeler olduğunu ve bunları Cumhurbaşkanı’na anlattığını söyledi.
1 Mayıs olaylarından sonra (Cumhuriyet Senatosu’nun tabii üyesi, 27 Mayıs’ı gerçekleştirenlerden oluşan) Milli Birlik Grubu, MİT raporlarının açıklamasını istedi, ama açıklanmadı.


SEÇİME DOĞRU:

5 HAZİRAN 1977

Olaylı, yer yer kanlı seçim propagandası başladı ve 1 Mayıs’tan sonra ikinci bir olayın şoku ile Türkiye çalkalandı.
29 Mayıs 1977 günü birlikte seçim gezisine olduğumuz CHP lideri Ecevit’e, İzmir, Çiğli Havaalanı’nda bir suikast girişimine tanık olduk. Korutürk olayları izliyor ve bu sıralarda kimi resimlere bakarak “Bu MSP ne yapmak istiyor? Şeriat kanununu ve İslam hukukunu ülkede geçerli kılmak istiyor. Atatürk devrimlerinin tam karşısında. Bu ne cüret! Ne yazık ki demokrasinin cilvesi bu” diyor ve sonra “ tarafsızlık beni kahrediyor” diye devam ediyordu: “Bağrıma taş basıp bu konularda konuşamıyorum. Partilerin samimiyetsiz durumlarından nefret ediyorum. Hepsi işlerine geldiği gibi ve çıkarlarını ön plana alarak hareket ediyorlar. Hele iki büyük parti CHP ve AP, birbirilerini kötülemekten başka hiçbir şey yapmıyorlar.
Tabii iktidar olmak için gücendirmemek prensibi.
Şu anda hükümet yok. Ben Meclis’in bana verdiği yetkiyle TSK’ nin başkomutanı olarak bu seçimin huzur ve güven ortamında geçmesini sağlayacağım. Ordu her zaman olduğu gibi benim ve demokrasinin yanındadır. Ordu tarafsızdır ve hiçbir partinin yanında değildir. Sandıktan ne çıkarsa ona itibar edecektir. İsterse komünistler çıksın…”


O GÜN VE SONRASI

5 Haziran 1977 Genel Seçimleri; hem sevindirici hem de dramatik kimi sonuçlara yol açtı. O günün gecesi başkent Ankara o günlere dek yaşadıklarına benzemeyen olaylar izledi.
Türkiye genelinde esen rüzgâra bakarsak “Karaoğlan” Bülent Ecevit tek başına iktidara geliyordu.
Sandıklar açıldıkça dört bir yandan gelen haberler bu beklentiyi doğrulayacak içerikteydi.
5/6 Haziran sabahı parti genel merkezinin balkonunda görünen Ecevit, sokağı dolduran binlerce kişinin alkışları, çığlıklar ve davul sesleri arasında kalabalığa doğru elini uzattı.
Kalabalık sustu. “Şimdiden” dedi: “222 milletvekili kazandığımız belli oldu. Tek başına iktidar olmak için sadece 4 milletvekili kazanmamız gerekiyor. Sanıyorum öğleye doğru bu sonuç da alınacaktır.”
Kalabalık patladı. Güneşin ilk ışıklarıyla birlikte başkentte yer yer “iktidar, iktidar” haykırışları duyuluyordu. Grup grup insanlar hangi aracı bulurlarsa ona biniyor ve kentin diğer bölgelerine akın ediyor ve 1950’den beri ilk kez CHP’nin tek başına iktidara geldiğini duyuruyorlardı...
Sabaha karşı CHP’de illerden alınan sonuçlara göre yapılan hesaplar; CHP’nin 222, AP’nin 173, MSP’nin 28, MHP’nin 9, CGP’nin 1 milletvekili çıkardığını gösteriyordu.
450 milletvekilliğinden 437’sinin partilere göre dağılımı belli olmuştu, henüz 13 milletvekilliğinden kesin sonuç alınamamıştı. Ama Genel Sekreter Yardımcısı Ali Topuz’un kalabalığa açıkladığına göre, “CHP öndeydi”.
AP lideri ne yapıyordu, nasıl değerlendiriyordu sonuçları?
Parti genel merkezinden aldığı bilgilerle seçimi yitirdiğini elbette anlamıştı ama, renk vermiyor, “Köyleri bekleyelim. Asıl oy oralardan gelecek” diyordu.
Oysa AP yöneticileri gece yarısından sonra parti genel merkezinden ayrılmaya başlamışlardı.
6 Haziran sabahı sevinç, yerini düş kırıklığına bıraktı.
13 milletvekilliğinin hangi partiler arasında paylaşıldığı kesinlik kazandı.
Yüzde 41.39 oyla CHP 213, yüzde 36.89 oyla AP 189, yüzde 8.57 oyla MSP 24, yüzde 6.42 oyla MHP 16, yüzde 1.87 oyla CGP 3, yüzde 1.85 oyla DP 1, yüzde 2.49 oyla bağımsızlar 4 milletvekilliği kazanmışlardı.
CHP tek başına iktidara 13 adım yaklaşmış ancak güvenoyu için gerekli olan 226 rakamını tutturamamıştı.

Enis Akdağ

17 06 2010

1977 genel seçimlerinden birinci çıkan CHP güvenoyu sınırına ulaşamadığı için iktidar yine ortada kalmıştı
Çankaya zor durumda
Çankaya bu sonuçtan memnun değildi. İktidar yine ortada kalmış; Korutürk’ü zorlayacak bir sonuç vermişti.
Ne yapacaktı? Kuşku yok demok- ratik gelenekler neyi gerektiriyorsa buna göre hareket edecek, parlamentoda en çok milletvekili ile temsil edilen partiye, CHP’ye hükümeti kurma görevini verecekti.
CHP Genel Başkanı’na gönderdiği mektupta; Atatürk ilkelerini ve anayasada yazılı esasları titizlikle koruyacak... Milli birlik ve beraberliği her türlü dar particilik anlayışının üstünde tutacak bir hükümet kurmasını istiyordu.
Bu mektupta sözünü ettiği öğelere bakılırsa Korutürk; CHP’nin MSP ile bir koalisyon kurmasını istemiyordu.
Olaylar öyle gelişti ki... Önce CHP lideri, Başbakan Ecevit, AP ve MHP ile görüşmeyeceğini ilan etti.
MSP ve CGP ile görüştü. Tek başına iktidar olma umutlarının arttığını söyledi.
Ecevit’in partilerle görüştüğü sırada Korutürk’ün değerlendirmelerini Baransel anlattı:
“MHP neyse ama sayın Ecevit’in AP ile görüşmemekte direnmesini doğru bulmuyorum. Parlamentoda 190 sandalyeye sahip bir parti görmezlikten gelinemez. Kaldı ki daha birçok sorunun çözümünde CHP’nin AP ile işbirliği yapması gerekir.
Ayrıca mektupta da değindiğim gibi ‘dar bir parti anlayışı’ dışında kalma ilkesine, Sayın Ecevit bu tutumuyla ters düşmüştür.”
Cumhurbaşkanı bu sözleri doğrultusunda harekete geçti.
18 Haziran 1977 günü Ecevit’i Köşk’e davet etti. Baransel’e söylediği düşüncelerini CHP liderine de yinelemiş olmalı ki; Ecevit, görüşmeden sonra “Bu aşamada AP Genel Başkanı ile de görüşme gereğini duyduğunu” açıkladı.
Bu aşamada bu görüşmeden olumlu bir sonuç çıkması beklenmiyordu. CHP ile AP sürekli kavgalıydılar. CHP lideri MHP’yi kanlı sağ sol çatışmalarında sağın temsilcisi olarak görüyordu.
Ecevit, Demirel’le buluştu. Tabii bir sonuç çıkmadı. Demirel, Ecevit’in isteklerini geri çevirdi.
Başbakan’ın hükümet kurma turları tamamlanmış oldu.
Ecevit Köşk’e geldi. Bir an önce hükümeti kurmak istiyordu. Ama ortak yoktu.
Bu, bir CHP hükümeti olacaktı!
Köşk’ün Bakanlar Kurulu listesini onaylayacağını umut ediyordu ve herhalde 213 milletvekili ile kurduğu hükümetin Meclis’ten güvenoyu alacağı umudundaydı.
Başta AP ve MSP ile MHP, Ecevit hükümetine karşı derhal ve ağır biçimde yüklenmeye başladılar.
Korutürk’ün kabine listesini onaylamasını istiyorlardı.
21 Haziran 1977 Salı günü Ecevit, cebinde Bakanlar Kurulu listesi Köşk’e geldi.
Bakanlar Kurulu listesinde Korutürk’ün isteğiyle kimi ufak tefek değişiklikler yapıldı.
Köşk, Bakanlar Kurulu listesini onayladı.

Kıyamet koptu.

Hükümete derhal “Çankaya Hükümeti” damgası vuruldu.
Kulis derhal faaliyete geçti. Şu soru yanıt arıyordu:
CHP hükümeti güvenoyu alabilecek miydi?
Baransel gülüyor: “Sayın Korutürk’e basında ve siyaset dünyasında saldırılar sürerken ben de nasibimi aldım. Biliyorsun, Fikret Otyam’ın kızı Elvan’la evlenmemize sen önayak olmuştun. Yakın çevre içinde gördükleri bana da ‘solcu yazarın damadı’ diye saldırdılar.”
Bu özel anıdan sonra Baransel, basının ve partilerin saldırılarına ve Korutürk’ün değerlendirmelerine geçti:
“Kim ne yazarsa yazsın, kim ne derse desin verdiğim kararın çok isabetli olduğuna inanıyorum. Bundan zerre kadar endişem yok.
İç ve dış baskıların kesinlikle etkisi söz konusu değil. Arzu ederdim ki Cephe Hükümeti yeni hükümete normal bir devir teslim işlemi yapsın. Bu olmadı. Kaygı verici bir durum. Bu telaş nedendir? Köprüler niye hemen atılır. On gün içinde her şey belli olacak.
Hükümet güvenoyu alırsa göreve devam edecek, demokratik mekanizma yeniden işleyecek.
Cephe Hükümeti’nin günahları ve sevapları ile tarihe geçmesi lazım. AP Genel Başkanı memleketi hükümetsiz bırakmamak için büyük çaba göstermiş ve Cephe Hükümeti’ni kurmuştur. Ancak kurulan böyle bir hükümetin yürümeyeceği daha başından belliydi. Ancak başka demokratik alternatif de yoktu.
Şimdi ikinci bir cephe hükümeti modelini oluşturmak istemesi hakikaten insanı şaşırtıyor.”
Ecevit güvenoyu almayı beklerken Demirel, Ecevit hükümetinin güvenoyu almaması için kolları sıvamış, eski ortaklarıyla görüşmelere başlamıştı.
Ecevit’in hükümet kurma görevini aldığı günün gecesi Demirel’le konuştum.
Seçim gecesi CHP’de zafer şenlikleri yapılırken bir grup partili otobüslerle Demirel’in Güniz Sokak’taki evinin önüne gitmiş, “Nazmiye pabucu yarım / Çık dışarı oynayalım” diye bağırmıştı.
Demirel o geceyi, o seslenmeleri anımsayınca sinirinden yerinde duramıyor ve:
“Hadi bakalım, olsun hükümet. Nasıl olacakmış görelim!” diyordu.
217 evet oyuna karşı 229 oyla Ecevit hükümeti güvenoyu alamadı. (21 Haziran 1977 - 21 Temmuz 1977). Milliyetçi Cephe kazanmıştı!

Kazandı mı kaybetti mi?..

2. MC Hükümeti yola çıktı. CHP ise Korutürk’ü, hükümeti kurma görevi verirken Ecevit’e yazdığı mektubun içeriği nedeniyle eleştiriyordu. Oysa Baransel’in söylediğine göre Korutürk’ün o mektubu yazmayı düşündüğü günlerde CHP’nin bütün ağır topları Köşk’le sıkı temas içindeydiler. Hükümetin güvenoyu alamaması üzerine bu kez mektup üzerinden Cumhurbaşkanı’na yüklenmeye, mektubun “Ecevit’in manevra alanını daralttığını” söylemeye başlamışlardı.
MC’nin yeniden bir araya gelmesini Köşk’ün engellemesini istiyorlardı. Korutürk, geleneği devam ettirdi ve seçimde ikinci parti konumuna gelen AP lideri Demirel’e görev vermeye hazırlandı.
5 Temmuz 1977’de Demirel’i davet ederken danışmanı Çoker ile basın danışmanı Baransel’e, Demirel’e vermeyi düşündüğü bir mektup hazırlamalarını istedi. Ecevit’e verilen mektubun bir benzerini hazırladılar. Mektubu Cumhurbaşkanı’nın onayına sundular; Korutürk’ün yüzü solgundu. Mektubu okudular, dikkatle dinledi.
Sonrasını Baransel’den öğrenelim: “Evet, dedi Cumhurbaşkanı, hazırladığınız mektupta üzerinde durulan görüşler gerçekleri yansıtıyor. Ancak Demirel bunlardan da çeşitli manalar çıkarıp, mektuptaki ifadelere dayanarak polemik yoluna gidebilir. Ayrıca bize karşı son derece ölçüsüz ve insafsız davranan bu zata böyle zarif ifadelerle seslenmek doğrusu içimden gelmiyor.”
Mektup yerine hükümeti kurma gö- revi verdiğini ifade eden kısa bir yazıyla yetinildi. Görev verirken Ecevit’le bir buçuk saat konuşan Korutürk’ün Demirel’i kabulü üç dakika sürdü.
Cumhurbaşkanı; “Demirel’in yönelttiği ağır suçlamaların altında kalmak istemediğini bu hareketiyle göstermek istemişti”.
Demirel, MSP ve MHP ile 2. MC’yi kurdu. (21 Temmuz 1977-9 Ocak 1978)


12 Eylül kapıyı aralıyor...

1977 yılının Ağustos ayında Cumhurbaşkanı Korutürk, yaz dönemi çalışmaları için İstanbul-Florya Köşkü’nde iken kısa aralıklarla Başbakan Demirel, Genelkurmay Başkanı Semih Sancar ve Milli Savunma Bakanı Sadettin Bilgiç ile görüştü.
Görüşmelerin konusu Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na yapılacak atamaydı.
Yakın çevresine söylediğine göre Korutürk, atama konusunda hükümetle aynı görüşte değildi.

Olay patladı ve gelişmeler şöyle seyretti:


Kara Kuvvetleri Komutanı Namık Kemal Ersun’du. Geçmişte Silahlı Kuvvetler içindeki bazı kıpırdanmalarda etkin roller oynamıştı ve politikacıları ülke sorunlarının çözümünde yetersiz buluyordu. Başbakan Demirel’e sempati duymadığını çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarda ifade etmişti.
O sırada bir olay yaşandı. 3. Ordu’da Kolordu Komutanı olarak görev yapan Korgeneral Ali Fethi Esener, Keban Barajı’nın açılış töreninde Başbakan Demirel’e bir plaket verdi. Ersun Paşa bu olaydan duyduğu memnuniyetsizliği bir mektupla Genelkurmay Başkanı Sancar’a bildirdi.
Politikacılara şirin görünme amacını taşıyan bu hareketin cezalandırılmasını istedi.
Ersun Paşa, 2. MC Hükümeti işbaşına geldikten bir süre sonra görev süresi bitmeden emekliye sevk edildi.
Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na üç orgeneral adaydı: 1. Ordu Komutanı Orgeneral Adnan Ersöz, 2. Ordu Komutanı Orgeneral Şükrü Olcay ve 3. Ordu Komutanı Orgeneral Ali Fethi Esener!
Kıdem sırasına göre kuvvet komutanlığına Adnan Ersöz’ün gelmesi gerekiyordu. Fakat Demirel, Ali Fethi Esener’in Kara Kuvvetleri Komutanı olmasını istiyordu.
Başbakanlık Esener’le ilgili kararnameyi Korutürk’e gönderdi.
Cumhurbaşkanı bu atamaya şiddetle karşı çıktı. Korutürk “Askerlikte hiyerarşi çok hassas bir konudur. Bunun bozulması bazı sakıncaları da beraberinde getirir” diyordu.

Başbakan ise Esener’de direniyordu.

Köşk ile Başbakanlık arasında yazışma trafiği başladı.
Sonunda çözümle ilgili formül bulundu. 30 Ağustos’ta üç orgeneral emekliye sevk edildi ve aynı gün…
...12 Eylül’ün liderleri sahneye girdi
Üç yıl sonra 12 Eylül 1980 darbesinin lideri olacak, Ege Ordu Komutanı Orgeneral Kenan Evren, 30 Ağustos 1977’de Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na atandı. Korutürk’ün görevi sona erdikten sonraki dönemlerde de, 12 Eylül’den sonra da Köşk’te basın danışmanlığına devam eden Ali Baransel’e Kenan Evren’in anlattığına göre önünde kıdemli üç orgeneral varken Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na atanacağını “aklının ucundan bile geçirmiyormuş”!..
3. Ordu’da süresini tamamladıktan sonra emekli olmayı bekliyormuş ve bu nedenle eşiyle İzmir’de aldığı bir evin eşyalarını yavaş yavaş yerleştirmeye başlamışlar.
30 Ağustos günü öğleden sonra makam odasında çalışırken Cumhurbaşkanlığı Hukuk Danışmanı Fahri Çoker telefonda Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na atanma kararnamesinin imzalandığını söylemiş. Baransel’e söylediğine göre “çok şaşırmış”.
Altı ay sonra Genelkurmay Başkanlığı’na getirildi.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Semih Sancar’ın görev süresi iki yıl uzatılmıştı.
Dolaşan söylentilere göre Sancar’ın görev süresinin bir yıl daha uzatılmasına 2. MC Hükümeti’nden sonra işbaşına gelen Ecevit Hükümeti karşı çıkıyordu.
Sonraki gelişmeleri Baransel, Evren’den dinlemiş:
“Beni o günlerde Milli Savunma Bakanı Hasan Esat Işık ziyaret etti. Genelkurmay Başkanı olarak Ecevit’in beni düşündüğünü, ancak Sancar’ın görev süresinin bir yıl daha uzatılmamasının ordu içinde bir rahatsızlık yaratıp yaratmayacağı konusunda endişeleri olduğunu bildirdi. Ben de Hasan Esat Bey’e, ‘Sayın Bakan siz hiç merak etmeyin. Koskoca Silahlı Kuvvetler, Genelkurmay Başkanı’nın görev süresi bir yıl daha uzatılmıyor diye rahatsızlık duymaz. Böyle bir işleme tavır koyan Genelkurmay Başkanı’nın arkasından kimse gitmez’ dedim. Sonra atamam gerçekleşti.”
Tabii Orgeneral Kenan Evren, ordu geleneğine göre Sancar emekli olunca Genelkurmay Başkanlığı’na Kara Kuvvetleri Komutanı’nın geleceğini biliyordu. Kara Kuvvetleri Komutanı da kendisi idi. Evren, “Kısa süre sonra Ecevit’le Hasan Esat Işık beni ziyaret ettiler. Ben de iade-i ziyarette bulundum” diyor.



Enis Akdağ

18 06 2010


Korutürk, doktor heyetinin raporuna göre görevine devam edip etmeme yönünde karar alacağını açıkladı Sağlığı bozuluyor 1978’in Temmuz ayında yaz çalışmaları için İstanbul’a giderken birkaç gün Abant’ta kaldı. Beşinci gün Cumhurbaşkanı’nın aniden ciddi bir rahatsızlık geçirdiği Çankaya Köşkü’ne iletildi. Korutürk aynı gün Ankara’ya döndü, istirahate çekildi. Abant’ta nefes alıp vermekte güçlük çekerek uyanmıştı. Yükseklik sorunu tetiklemişti.
Köşk kapısında karşılanan Korutürk, halsiz ve solgun görünüyordu.
Özel doktoru İlhan Uğurtaş’a “sağlık durumum çalışmama engel bir noktaya gitmeye başlarsa bir doktorlar heyeti teşkil edilmesini ve bu heyetin vereceği rapora göre hareket edeceğini” söyledi, talimat verdi. Görevini yapamayacağı doktor raporu ile saptanırsa Cumhurbaşkanlığı görevinden istifa edecekti!
28 Temmuz’da hastaneye götürüldü. Gülhane Askeri Tıp Fakültesi Hastanesi.
Ağustos ortalarında hastaneden taburcu edildi. İki ay rapor alarak İstanbul-Florya Deniz Köşkü’ne gitti.

Cumhurbaşkanlığı’na Senato Başkanı Sırrı Atalay vekâlet etti.

2. MC AP’den istifa eden milletvekillerinin oylarıyla düşürüldü.
Görev yine Ecevit’e verildi.
Korutürk’ün gönlünde yine CHP-AP koalisyonu vardı. Böyle bir hükümetin ülkeyi cephelere ayrılmışlıktan kurtarabileceğini düşünüyordu.
Zira sağ-sol çatışması giderek büyüyor, yoğunlaşıyor. Her gün insanlar öldürülüyordu.
O günü anlatan Baransel; “Korutürk, Ecevit’le yaptığı görüşmede 2. MC hükümetinin çok kritik bir zamanda iktidara geldiğini ve kısa sürede düştüğünü de hatırlattıktan sonra, ‘Bundan ders almalısınız’ demişti; geniş tabanlı bir hükümetin gücü ortada. Oysa bağımsızların sizi destekleyeceklerini belirten bir organik bağıları yok. Nasıl güveniyorsunuz?” diyor.
Oysa Cumhurbaşkanı’nın böyle konuşmasını gerektiren bir hareketlilik vardı. Adalet Partisi’nden arka arkaya istifalar başlamıştı.
CHP lideri Ecevit, İstanbul’da Güneş Moteli’nde kimi AP milletvekilleriyle görüştü.
Partilerinden ayrılır bağımsız olarak hükümeti desteklerlerse, her birine bakanlık görevi vaat etmişti.
Ecevit, 213’ü tamamlayacak milletvekillerini arıyordu ve bulmuştu.
CHP lideri artık AP’den ayrılanlarla hükümet olmayı kafasına koymuş ve yola çıkmıştı.
Korutürk’ü dinleyecek durumda değildi.
Örgüt ve kamuoyunun baskısı altındaydı. 213 milletvekili ile hükümet olamayışını sürekli eleştiriyordu.
Ecevit, Batı ülkelerinde böyle kritik rakamlarla kurulan birçok hükümet olduğunu söyleyince, Korutürk, o ülkelerin şartlarıyla Türkiye’nin şartlarını aynı ölçüler içinde değerlendirmemek gerektiğini hatırlattı Ecevit’e.
Amacı açıktı: AP’den ayrılarak bağımsızlaşan milletvekillerinin desteğiyle 2. MC hükümetini düşür-müştü. Yine onların desteğiyle hükümeti kuracaktı.
AP’den ayrılan 11 milletvekilinin 10’nuna kabinde yer vermesi siyasal tansiyonu daha da yükseltti. Demirel ile Ecevit’in arası artık kapanmayacak biçimde açıldı.
Bu arada anarşi ve terör olayları giderek tırmanıyordu.
3. Ecevit hükümeti 6 Ocak 1978’den 12 Kasım 1979’a kadar görevde kaldı.
1979’daki ara seçim, Ecevit hükümetinin sonu oldu.
Demokratik rejimin sonunun başlangıcı!
Bülent Ecevit hükümeti sırasında toplumsal olaylar patlak verdi. Maraş katliamı bunların en önemlisiydi
Terör ve anarşi ortanın solu-sağı dinlemiyor
Ecevit’in -Güneş Moteli gibi- kişiliğine yakışmayan bir serüvenden sonra hükümeti kurması, eleştiriden çok destek aldı.
Fakat terör ve anarşi azgın dalgalar gibiydi.
Sokağa çıkılmaz duruma gelmişti. Can güvenliği yok sayılıyordu.
Ecevit hükümeti sırasında çok önemli toplumsal olaylar patladı.
16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi önünde sol görüşlü öğrencilerin üzerine bomba atıldı. 6 kişi öldü.
Malatya Belediye Başkanı Hamid Fendoğlu (17 Nisan 1978) evine gönderilen bombalı paketin patlaması sonucu öldürüldü.
Bedrettin Cömert öldürüldü (9 Ekim 1978). Ankara’da 7 TİP üyesi öğrenci kaldıkları evde ülkücü komandolar tarafından katledildiler.
İTÜ Elektrik Fakültesi Dekanı Bedri Karafakioğlu öldürüldü (20 Ekim 1978).
Ve… Kahramanmaraş katliamı (23 Aralık 1978).

Baransel, katliamı Köşk’ten anlatıyor:

“Kahramanmaraş’ta bir sinemaya atılan bir bombanın solcular tarafından planlandığı iddiası inanılmaz gelişmelere sahne oldu. Bu olayın ardından CHP ve TÖB-DER binalarına saldırılmış, ardından da iki öğretmen evlerine giderken vurularak öldürülmüşlerdi.
Öldürülenlerin cenaze töreninde halkın kışkırtılmasıyla Aleviler ve Sünniler arasında çıkan olaylar, zamanında durdurulamayınca olanlar oldu. Cami önünde toplanan sağ görüşlü oldukları öne sürülen kalabalık, silah ve sopalarla şehir merkezine yürüyerek CHP’lilerin ve Alevilerin üzerine, işyerlerine saldırıya geçti. Bu çatışmalar arasında üç kişinin, ‘sol görüşlü’ polislerin tabancasından çıkan kurşunla öldürüldüğü haberi, olayları inanılmaz boyutlara ulaştırdı.
Saldırganlar, bütün şehirde solcu Alevi avına çıktı. Evler yakılıyor, ele geçirilenler katlediliyordu.
9 Aralık’ta başlayıp 23 Aralık’a kadar bütün şiddetiyle devam eden olayların bilançosu korkunçtu.
105 kişi ölmüş, çok daha fazlası yaralanmış, yüzlerce ev ve işyeri yıkılmış, insanlar sokaklarda kalmışlardı.
Olaylar üzerine o güne kadar sıkıyönetim uygulamasının karşısında olan Ecevit, 13 ilde sıkıyönetim öngören tasarıyı Meclis’e sunmak zorunda kaldı
Zorunda kalmıştı; günlerce aralarında sıkıyönetim ilan etmekle etmemek konusunda tartışmışlardı.
Hamido’nun paketle gelen bombayla öldürülmesinden sonra Malatya’ya gittim ve oradan da Kahramanmaraş’a…
Olaylar patlat vermemişti ama kent barut kokuyordu.
Toplum öylesine gergindi ki… Burada yakın günlerde bir şeyler olacağı elle tutulurcasına belliydi. Oradan gazeteye -Hürriyet’e- geçtiğim haberlerde, Maraş’ın büyük olaylara gebe bir kent olduğunu belirtmiştim.
Ankara’ya dönüşümde -oradan verdiğim haberleri okumuş olacak- Cumhurbaşkanı Korutürk aradı. İzlenimlerimi anlattım, orada devlet yok, edim.
Bir gazeteci olarak benim görebildiklerimi devletin sezmemesi olanaklı mıydı?
Çankaya’nın kaygılı olduğu ses tonundan, anlaşılıyordu.
Birkaç gün geçti. Kahramanmaraş katliamı patladı.”
“Yüz çizgilerinden okudum. Korutürk olaydan derin bir acı duyuyordu” diyor Baransel. Cumhurbaşkanı duygularını, yargılarını şöyle açıklamıştı:
“Ne yazık ki ateşle oynamanın korkunç tehlikelerini göremeyen ya da kestirmek istemeyen bazı kişi, kuruluşlar ve politikacılar da siyasi çıkar için el altından mezhep ayrılıklarından yararlanma yoluna girmişlerdir.”

BİR GİRİŞİM

Cumhurbaşkanı Korutürk ülkeyi içine düştüğü çaresiz durumdan, ancak bir CHP-AP hükümetinin çıkarabileceği inancını hiç yitirmedi. Görevinin son yıllarında bu konuda bir girişim başlattı. “CHP-AP koalisyonunu mümkün kılabilmek için” bir büyük gazetenin öncülük yapmasını düşünüyordu. Baransel’e “Milliyet gazetesi başyazarı Abdi İpekçi saygın ve etkili bir gazeteci. Benim düşüncelerimi ona anlatsak, kendisi de bunu haber yapsa, köşesinde müdafaa etse çok iyi olur. Bunu sağlayabilir misin” diye sordu. Baransel gazete nezdinde gereken girişimlerde bulundu, yokladı. Abdi İpekçi’den haber geldi. Köşk’ün görüşlerini gazetenin birinci sayfasında haber yapacağını, köşesini de bu konuya ayıracağını bildiriyordu. Haber “Çankaya Köşkü CHP-AP Koalisyonu İstiyor” manşetiyle çıktı ve.. beklendiği gibi büyük tepkiyle karşılandı. Köşk’ün görüşlerinin ya Cumhurbaşkanı’nı ya da Köşk Genel Sekreteri kanalıyla açıklandığını savunan Demirel; “Anlaşılıyor ki Çankaya Köşkü’nde karnından konuşanlar türemiştir” diyordu. AP lideri ima yoluyla Baransel’i hedef alıyordu. Kahramanmaraş olaylarının yarası kapanmadan Türk basın, düşün ve yazın yaşamı bir darbe yedi. Abdi İpekçi evinin yakınında öldürüldü. (1 Ocak 1979)

Morali bozuk, bitkin bir cumhurbaşkanı
Sıkıyönetimin uzatılması Meclis’te Ecevit’le Demirel arasında sert tartışmalara neden oldu ve tartışma Silahlı Kuvvetler üzerinde yoğunlaşınca Korutürk, devreye girmek zorunda kaldı: “Türk ordusu politikanın dışında tutulmalıdır!”
İki lider arasındaki gerginlik sürerken Ecevit’in kısa süre önce AP’den ayrılan Hasan Korkut’u Devlet Bakanlığı’na ataması ve atamayı Köşk’ün onaylaması AP liderini adeta çileden çıkardı.
Demirel, iki yakın arkadaşı İhsan Sabri Çağlayangil’le Nuri Bayar’ı Köşk’e gönderdi. Genel Sek-reter Haluk Bayülken’le konuşan AP’liler şu mesajları iletiyorlardı:
“Cumhurbaşkanı bu tutum ve davranışlarıyla partiler demokrasisini ağır bir şekilde zedelemiştir.
Türkiye’deki bunalımın temelinde Cumhurbaşkanı vardır.
Bundan sonra Cumhurbaşkanı ile hiçbir şekilde görüşmeyeceğim.
Cumhurbaşkanı’nın tutumunu meydanlarda kınayacağım.
Cumhurbaşkanı’nın taraf oldığu ortada. CHP’yi tutuyor...Köşk’ü töhmet altında bırakan bir gelişme.


- Eve geldim. Eşim Köşk’ten arandığımı ve hemen gelmemin istendiğini söyledi” diyor Baransel:
“Köşk’te Haluk Bayülken ile Prof. İlhan Öztrak oturuyordu, olay anlatıldı. Bayülken AP’lilerle yaptığı konuşmayı anlatmak için Korutürk’ün konutuna gitti, geldi.
Cumhurbaşkanı’nın Demirel’e iletilmek üzere öngördüğü mesajın ana hatları şöyleydi: Bize, bu bağımsız bakanın atanmasından önce duyarlılıklarını açıkça bildirebilirlerdi. Cumhurbaşkanının AP ile karşı karşıya getirilmesi doğru olmaz. Demirel daha toleranslı davranmalı. Bunu kendisinin devlet adamlığı tecrübelerinden ve hassasiyetinden beklerim.”
Mesaj Demirel’e iletildi, ama AP lideri tatmin olmadı. Aynı gün AP Başkanlık Divanı yayımladığı bildiride Korutürk’ü ağır bir dille suçladı.
Köşk’ü Ecevit hükümetine alet olmakla itham ediyordu.
Bizi odasına çağırdı ve ben Korutürk’ü böylesine morali bozuk, bitkin ve sarsılmış görmedim. Yüzü kıpkırmızı olmuş, elleri titriyor, kuruyan boğazını ıslatmak için sık sık su içiyordu.
Mesela Meclis Başkanı’na bir mektup yazıp tarafsızlığını kaybedip kaybetmediğinin oylanarak belirlenmesini istedi. Bizler de anayasa ve yasalarda böyle bir hüküm ve geleneğin olmadığını belirterek yatıştırmaya çalıştık. Fakat düşüncelerimizi bir türlü kabul ettiremedik.
Şöyle diyordu: “Biliyorum anayasada böyle bir hüküm yok. Ama lütfen bunun bir yolunu bulun. Eğer benim tarafsızlığımı kaybettiğime karar verilirse, Meclis’te böyle bir kanaat varsa ben yerimi, bulacakları tarafsız bir cumhurbaşkanına bırakmaya hazırım!”
Çaresiz kaldık, Meclis Başkanı’na bir mektup yazdık. Korutürk, tarafsızlığını yitirmiş olup olmadığı konusunda TBMM’nin birleşik oturumunda karar verilmesi yönünde böyle bir başvuruyu yasal yönden yapmanın mümkün olmadığını anımsattıktan sonra bu hakkın kendisine verilmesi için gereken yasal yol ve yöntemlerin oluşturulmasını istiyordu. Olanağı olmayan bir girişimdi, ama Korutürk’ün amacı duruşunu kamuoyuna bu yoldan duyurmaktı.
O sırada Meclis Başkanı olan Cahit Karakaş (CHP), Korutürk’e moralini düzeltmeye yardımcı olacak bir yanıt verdi: “Sayın Cumhurbaşkanı, Yüce Meclis’in zatıâlinize karşı her zaman tam bir güveni olmuştur. Bundan sonra da olmaya devam edecektir.”


Enis Akdağ

19 06 2010

Siyasi gerginliklerin yoğunlaştığı dönemde Korutürk, orduyu politikanın dışında tutmak için büyük çaba harcadı Askeri müdahaleye karşı Baransel’e sordum: Siyasal gerginliklerin alabildiğine yoğunlaştığı, anarşi ve terörün ülkeyi kan gölüne çevirdiği günlerde birtakım çevreler (hatta sorumlu kişiler) Silahlı Kuvvetler’in yönetime el koymasını açıktan söylemeye başladıkları günlerdi o günler. Bu durumda Cumhurbaşkanı’nın tavrı neydi?

Duraksamaksızın yanıtladı: “Korutürk Silahlı Kuvvetler’in yönetime el koymasına daima karşı çıktı” dedi ve bir sohbet sırasında Cumhurbaşkanı’nın bu konuda kendisine söylediklerini aktardı:
“Göreve başladığından bu yana orduyu politika dışında tutmak için büyük çaba gösterdim.
Parlamenter sistemin kendi kuralları içinde işlemesi gerektiğine olan inancımı her şart ve ortamda korudum. Hür demokratik parlamenter sistemlerde her türlü çözüm yeri milletin iradesinin temsil edildiği TBMM’dir…
...Bana bende olmayan yetkiler kullandırılmak isteniyor. Bu yönde kamuoyu oluşturulmak isteniyor. Böyle bir kapı açıldığında demokratik parlamenter sistemin sağlıklı işlemesi mümkün olur mu?
Başkomutanlığım hatırlatılıyor. Ben önce TBMM’nin manevi kişiliğini temsil ediyorum. Temsil ettiğim Meclis’e karşı, başkomutanlığımı nasıl kullanırım?..
Kendilerinden aldığım vazifeyi, kendilerini ortadan kaldırmak için nasıl kullanırım?”

Bir kez daha hükümet kurdurdu

17 Ekim 1979’da Cumhuriyet Senatosu ara seçimi ve boş olan 5 milletvekilliği için ara seçimlerinde iki parti arasında yine kıran kırana bir mücadele yaşandı.
Kimi iddialara karşın AP, beş senatörlük ve beş milletvekilliği kazandı.
Bej bej diye ünlenen seçim sonuçları belli olur olmaz CHP lideri Bülent Ecevit; “milletin teveccühü Adalet Partisi lehine olmuştur” dedi ve Korutürk’e istifasını verdi.
Seçimi kazanan Demirel’e yine hükümet olma yolu açılmıştı ama:
Bu hükümet 1970-80 arasında kurduğu son hükümet oldu. 12 Eylül sabahı darbe ile sona erdi.
6. Demirel (azınlık) hükümeti. (12 Kasım 1979’dan 12 Eylül 1980’e)
MSP’nin dışarıdan destek ve güvenoyu verdiği azınlık hükümeti dönemi ilginç gelişmelere sahne oldu.
12 Eylül darbesini dokuz ay önceden haber veren ordu uyarı mektubu olayı yaşandı.


UYARI MEKTUBU


Türkiye’yi sarsan, bir süre sonra 12 Eylül 1980 günü TSK’nin yönetime müdahalesinin öncüsü; “uyarı mektubu” baştan sona ilginç bir öykü.
27 Aralık 1979 Perşembe günü Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren yanında emir subayı saat 17.00’de Cumhurbaşkanı Korutürk ile mutat haftalık görüşmesini yapmak üzere Köşk’e geldi.
Görüşmeye on dakika vardı. Köşk’ün mavi salonunda oturdu. Tam saatinde başyaver, Evren Paşa’nın yanına gitti ve Cumhurbaşkanı’nın kendisini beklediğini söyledi.
Evren önce kravatını, sonra saçlarını düzeltti. Hızlı adımlarla makam odasına yürüdü. Düşünceli bir hali vardı. Yüzü solgundu.
Görüşme yaklaşık bir saat sürdü. Evren Paşa yorgun ve dalgın, Köşk’ün uzun koridorunu geçti. Arabasına bindi, gitti.
Baransel, Evren’den sonrasını anlatıyor:
“Yaver kapıyı açık bırakmıştı. Korutürk yaveri vasıtasıyla masasındaki notlarını çantasına yerleştirdikten sonra ayağa kalktı. Sıkıntılı zamanlar yaptığı gibi pencereden bir süre Ankara’yı seyretti. Odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaştı. Kendisini beklediğimiz küçük salondan bize selam vererek geçti. Merdivenlerden üst kattaki özel konutuna girdi. Korutürk’te bir tatsızlık ve gariplik sezdik. 28 Aralık Cuma sabahı biraz düşünceliydi.
Çankaya Köşkü ve Türkiye yeni yıla umutlarla girdi.
Pazartesi günü önüme gelen randevu çizelgesinde Korutürk’ün saat 17.00’de Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarını kabul edeceği yazılıydı.
Biraz şaşırdım. Cumhurbaşkanı Genelkurmay Başkanı ile görüşmesini perşembe günü yapardı. Acaba hafta başında yılın ilk gününde böyle bir görüşmeye neden gereksinmişti? Acaba yine terör konusu muydu? Zira terör ve anarşi sıkıyönetimlere karşın şiddetini giderek arttırıyordu.
Genel Sekreter, Evren’i karşılamak üzere Köşk’e gitmiş, bu arada Evren’le kısa bir görüşme yapma olanağı bulmuştu:
Evren, Bayülken’e; ‘Eğer siyasi partiler hizaya getirilmezse durumu hiç de iyi görmüyorum. Olacak şey değil, bu ne büyük sorumsuzluk? Birisi başaramazsa öteki adeta memnun kalıyor. Keza tayin ve nakil furyası almış başını gidiyor. Bu uygulamalar toplum içinde ikiliğe sebep oluyor. Bütün bunları Sayın Cumhurbaşkanına anlatacağım’ demişti.


HÜRRİYET’TE UYARI MEKTUBUNUN ÖYKÜSÜ

Bir gazetecilik olayı
Baransel: “Bir gün sonra, 2 Ocak 1980 sabah büroda günlük basın brifingi için çalışırken Hürriyet’te Cüneyt Arcayürek imzasını taşıyan bir haberle irkildim.
Birinci sayfadan iri puntolarla yer alan haberde, TSK’nin Cumhurbaşkanı’na bir uyarı mektubu verdiği yazılıyordu.
Tam o sırada nöbetçi yaver arayarak, Cumhurbaşkanı’nın acele beni görmek istediğini bildirdi.”
Söz sırası Arcayürek’e geldi. O da Türk basınını atlattığı uyarı mektubu haberini nasıl aldığını anlattı:
“Bir gün önce 1 Ocak 1980 Salı günü öğleden sonra bürodan eve geldim.
Yılın ilk günüydü. Sokaklar bomboştu. Gazete büroları dingindi.
Sağlı solu aradım. Biraz kitap okudum. Günlük haberleri TV’den izleyeceğime tuttum radyoyu açtım. 19.00 haberlerini dinledim.
Kısa bir haberdi.
Öteki haberler arasında dikkat çekmiyordu.
Habere göre Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, üç kuvvet komutanı ve Jandarma Komutanı ile birlikte Çankaya’ya çıkmışlar, Cumhurbaşkanı Korutürk’le bir görüşme yapmışlardı.
Önce önemsemedim... Fakat bir süre sonra haberin günü ve saati dikkatimi çekti.
Bildiğim kadarıyla Genelkurmay Başkanı her perşembe Cumhurbaşkanı ile mutat haftalık görüşmesini yapardı.
Oysa bugün günlerden salıydı.
Üstelik “ziyarette” Genelkurmay Başkanı yalnız değildi. Çankaya’ya dört kuvvet komutanı ile beraber gitmişti.
Bu işte bir anormallik vardı.
Olaya daha başka gözle bakmak zorunluydu. Hemen her gün pek çok çevrede olağanüstü terör ve anarşi olayları karşısında TSK’nin müdahale edeceğinden söz ediliyordu. Kulislerde ordu müdahalesinin artık gün sorunu olduğu öne sürülüyordu.
Liderler dışındaki parti yöneticilerinden ordunun artık dayanamaz hale geldiğine değinen değerlendirmeler dinliyorduk.
O zaman soru güçleniyordu: Bayram değil seyran değil. Komutanlar bir salı günü hep birlikte Cumhurbaşkanını neden ziyaret etmişlerdi?
Köşk’ü aradım. Ali Baransel bilgisi olmadığını söyledi. Genel Sekreter Haluk Bayülken’e sordum. Ziyarete olağanüstü bir anlam vermedi.
Kuşkularım daha da arttı. Öteden beri tanıdığım, saygı duyduğum Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülent Ulusu’yu aradım; yeni yılını kutladım ve pat diye sordum:
“İçinde bulunduğunuz koşulları, çözüm yollarını Sayın Cumhurbaşkanı’na sözlü olarak mı bildirdiniz, yoksa… Yazılı bir metin mi verdiniz?” dedim.
Tok bir sesle yanıtladı:
“Yazılı!”
Metnin içeriği telaşına kapıldım. Arka arkaya sorular sordum.
Oramiral “metinde bildiğin şeyler var” dedi... Nasıl “bir şeyler?”:
Soru üzerine soru.
1 Ocak gecesi saat 20.30’a doğru İstanbul’u, Hürriyet’i aradım ve haberi yazdırdım.
Özetle şöyleydi haber: “Cumhurbaşkanı Korutürk’le dün saat 17.00’de bir saat görüşen Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ve kuvvet komutanları, bütün anayasal kurumları, ülkeyi içinde bulunduğu tehlikelerden ve çıkmazlardan kurtarmak için birliğe, dayanışmaya ve birbirilerini desteklemeye çağıran bir metin verdiler.”
Tabii haberde Oramiral Ulusu’nun adını vermiyordum.
“Bir TSK yetkilisi Cumhurbaşkanı’na verilen metinle ilgili olarak şunları söyledi:
‘Bu metnin 12 Mart muhtırasından farkı ilgilileri yani bir partiyi veya partileri değil, bütün anayasal kuruluşları olumlu yönde uyarmaktan ibarettir. Sanırım Cumhurbaşkanı bu yazılı metni Türk kamuoyuna sunacaktır.
Eğer uyarımızı içeren önemli hususlar yerine gelmeyecek olursa, geriye elbette tek bir alternatif kalıyor.
Düşününüz; bir yandan anarşi öte yandan ekonomik sıkıntılar ve ülkeyi bölmeye yönelik hareketler karşısında Türkiye’nin tek güvencesi ve bir anayasal kuruluş olan TSK susup kalamazdı. Bütün anayasal kuruluşlar akıllarını başlarına devşirip gereken tedbirler manzumesini süratle almak zorundadırlar. Kısır çekişmeler partiler arasındaki kavgalar sorunları giderek büyütmektedir’.”
Askeri yetkiliye sordum:
“Ya partiler sıralanan önlemleri almazlarsa o zaman?”
“O zaman” dedi. “Yönetime el koyarız!”
Haberde sadece bu son soru ve yanıtı yer almadı.
“Ordu Uyarı Mektubu” haberi 2 Ocak 1980 günü Hürriyet’te patladı.
Yalnız tarihte yanılmıştım.
Mektubu 1 Ocak’ta Cumhurbaşkanı’na verdiklerini yazıyordum.
Oysa uyarı mektubunu Genelkurmay Başkanı Orgeneral Evren 27 Aralık 1979 günü Cumhurbaşkanı Korutürk’e vermiş… Ancak Cumhurbaşkanı sonradan öğreneceğimiz kendine özgü nedenlerle mektubu bir haftaya yakın süre -Demirel’in ifadesiyle- “cebinde taşımış” partilere vermemişti.

32 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEK..,


***