Talabani etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Talabani etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Şubat 2020 Salı

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE BÖLÜM 1

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE  BÖLÜM 1


Yazan: Yrd.Doç.Dr. İhsan Şerif Kaymaz* 

Özet 

Aşağıdaki makalede parçalanma sürecine girmiş olan Irak’ın durumu ve bu sürecin Türkiye üzerindeki olası etkileri değerlendirilmiştir. 

İngilizler tarafından 1921’de kurulan Irak’ın nüfusu ile ilgili genel bilgiler verildikten sonra, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan iki ana etnik grubun 
–Araplar ile Kürtlerin– göreli durumları tarihsel süreç içinde ele alınıp incelenmiştir. 

Şii Arapların Irak’taki konumları 1921’den günümüze değin yasanan gelişmeler ışığında irdelenmiş, bunların Sünnî ağırlıklı merkezi yönetimle uyuşmazlıkları, kendi aralarındaki anlaşmazlıkları ve Baas yönetiminin etkili politikaları sonunda giderek Arap ulusal kimliğini benimsemeleri anlatılmıştır. 
Bugün ülkede faaliyette bulunan baslıca Sii gruplar ve bunların ülkenin geleceği üzerindeki olası etkileri tartışılmıştır. 

Kuruluşundan beri devleti sıkı bir merkeziyetçilikle yöneten Sünnî Arapların yönetim politikalarında süreç içinde meydana gelen değişiklikler özetlenmiş, bugün gelinen noktada Sünnî ve Sii Arapların Irak’ın parçalanması tehlikesi karsısındaki yaklaşımları ele alınmıştır. 

Arapların ardından Kürtlerin durumu değerlendirilmiştir. Kürt kimliği ve Kürt sorunu hakkında özet açıklamalar yapıldıktan sonra, Irak Kürtlerinin 
devletin kurulmasından buyana merkezi yönetimle çatışmaları ve bu süreçte bölge dısı emperyalist müdahalelerin rolü yine özet olarak anlatılmıstır. 

Birinci Körfez Savaşı’nı izleyen dönemde ülkenin kuzeyinde bir “de facto” Kürdistan Devleti’nin kuruluşu, bu olumsuz gelişmeye Türkiye’nin katkısı 
ve tepkisi, ortaya çıkan “de facto” oluşumun yasama sansı irdelenmistir. Amerikan işgali sonrasında temel parametrelerin değişmesi ve bu 
değisikliğin Kürt sorununa kazandırdığı yeni boyutlar ele alınmıştır. Kürdistan Devleti’nin “de facto” bir oluşum olmaktan çıkıp, resmen tanınması 
olasılığı ve Irak’ın bölünmesi anlamına gelecek olan böyle bir durumun Türkiye’ye maliyeti değerlendirilmiştir 

Giriş 

Irak, Birinci Dünya Savaşından hemen sonra, Osmanlı imparatorluğu’na bağlı 
Musul, Bağdat ve Basra vilayetleri üzerinde, bölge dışı bir güç olan ingiltere tarafından kurulmu yapay bir devlettir. Ülke toprakları, Dicle ve Fırat nehirlerinin oluşturduğu vadi boyunca uzanmaktadır. Irak’ın coğrafî bütünlüğünü sağlayan Mezopotamya adı verilen bu nehir sistemidir. 

Günümüzde, Irak toprakları üzerinde yeni bir siyasal yapılanma süreci 
yasanmaktadır. Bu süreci yönlendiren ise yine bölge dısı bir güçtür. ABD’nin Irak’ın geleceğine iliskin hesaplarının, son derece karısık olan nüfus yapısından ve Kürtlerle Araplar arasındaki tarihsel düsmanlıktan yararlanarak ülkeyi bölmek ve kuzeyde bütünüyle kendisine bağımlı yeni bir yapay devlet yaratmak olduğu anlaşılmaktadır. 

Aşağıdaki makalede, Irak’ın nüfus yapısı ile ilgili genel bilgilerin ardından, 
ülkedeki iki ana etnik grubu oluşturan Araplar ile Kürtlerin Irak tarihindeki ve 
parçalanma sürecinin yasanmakta olduğu günümüzdeki göreli konumları ele 
alınmıştır. Ayrıca, Türkiye’nin, ulusal çıkarlarına bütünüyle aykırı olan bu süreçte izlediği ve hâlen izlemekte olduğu politikalar irdelenmiş, genel bazı değerlendirmeler yapılmıştır. 

I. Irak Nüfusunun Yapısı 

Çeşitli kaynaklar, tarihinin en parlak dönemini yasadığı 8. ve 13. yüzyıllar 
arasında, Mezopotamya vadisinin toplam nüfusunun 20 milyona yaklaştığını ileri 
sürmektedirler.1 Aynı kaynaklar, Moğol istilasının yol açtığı büyük yıkımın ardından bölge nüfusunun hızla azaldığını ve 19. yüzyılın ortalarında 1,3 milyona dek düştüğünü belirtmektedirler. Osmanlı İmparatorluğunda 1881–82/1893 döneminde yapılan genel nüfus sayımında elde edilen sonuçlar, yukarıdaki saptamayı doğrular niteliktedir. İlkel sayım teknikleri kullanılarak yapılan ve esas itibarıyla nüfusun dinlere göre dağılımının belirlenmesinin hedeflendiği bu sayımda Musul, Bağdat ve Basra vilayetlerinde toplam 1,5–2 milyon kisinin yasadığı anlasılmıştır.2 

Birinci Dünya Savasında bölge İngiliz işgali altına girmiştir. İngilizlerin 1919– 
1921 yılları arasında yaptıkları üç nüfus saptamasında yaklaşık nüfus 2,5 milyon 
olarak hesaplanmıştır. Bir sonraki nüfus saptaması, Irak’ın İngiltere’den kağıt üzerinde bağımsızlığını kazandığı 1932 yılından üç yıl sonra –1935’de– gerçekleştirilmiş ve ülke nüfusunun 3,5 milyona yükseldiği görülmüştür. Irak’ta modern anlamda ilk genel nüfus sayımı 1947’de yapılmıştır. Bunu 1957, 1965 ve 1977 sayımları izlemiştir. Irak’ın nüfusunun 1947’de 4,8 milyon, 1957’de 6,3 milyon, 1965’de 8 milyon, 1977’de ise 12 milyon olduğu belirlenmiştir. 

Bu tarihten sonra, sürekli savaşların ve ambargoların pençesinde kıvranan Irak’ta sağlıklı bir nüfus sayımı yapılmasına olanak bulunamamıştır. Çeşitli uluslar arası kaynaklar, Irak’ın nüfusunun 1987’de 16,3 milyona, 2000 yılında ise 22,7 milyona çıktığını belirtmektedir. Yıllık ortalama nüfus artı hızının %3 ila %4 gibi çok yüksek düzeylerde seyrettiği Irak’ta bugün yaklaşık 26 milyon insanın yasadığı ve bunun da %60’ını 20 yasın altındakilerin oluşturduğu 
tahmin edilmektedir.3 

Aynı dönemde, nüfus artısına koşut olarak ülkede köyden kente hızlı bir göç 
yaşanmıştır. 19. yüzyılın sonunda nüfusun 1/3’ünden fazlasını göçebe kabilelerin oluşturduğu, kentsel yerleşimin ise %20’nin altında kaldığı belirtilmektedir. Ancak bu görünüm, son 100-150 yılda büyük değişikliğe uğramıştır. Dicle ve Fırat nehirlerinin oluşturduğu vadi boyunca kurulu olan kentlerde yasayanların toplam ülke nüfusuna oranı 1957’de %28, 1965’de %44, 1977’de %64 olarak hesaplanmıştır. Bugün ise kentsel nüfusun % 80’in üzerinde olduğu sanılmaktadır.4 Fakat kırsal nüfusun hızla kentlere akması geleneksel aşiret bağlarının kırılmasını sağlayamadığı gibi, nüfusun kültürel açıdan kentlileşmesi anlamına da gelmemektedir. Tersine, Türkiye’de ve benzeri tüm ülkelerde olduğu gibi bu durum toplumsal, kültürel, ekonomik ve çevresel 
anlamda çok ciddî bozulmalara ve yozlaşmalara yol açmıştır. Bu bozulma, Irak’ın son 25 yıldır içinde bulunduğu olağan dışı koşullarla birleşince, sorunlar dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır. 

Etnik dağılımı itibarıyla, Irak nüfusunun %75’i Arap, %18’i Kürt, %5’i Türkmen, 
%1’i Asurî dir. Kalan %1’i ise İranlı, Ermeni, Yahudi gibi çesitli küçük topluluklardan oluşur. Dinsel dağılım incelendiğinde ise nüfusun %98’inin Müslüman; %1’inin Yezidî, %1’inin Hristiyan olduğu görülür. Müslümanların %60’ı Şiî dir. Arapların yaklasık % 60’ı ile Türkmenlerin bir kısmı Şiî dir. Türkmenlerin ve Kürtlerin çoğunluğu Sünnî dir. 
Yezidîler etnik olarak Kürttür. Hıristiyanlar ise çoğunlukla Asurî dir. Irak nüfusunun 26 milyon olduğunu var sayarsak, nüfusun dağılımı kabaca söyledir:5 




II. Araplar

Irak’a demografik açıdan kimliğini kazandıran Araplardır. Her dört Iraklıdan 
üçü etnik kökeni bakımından Araptır. Ancak ülke nüfusunun ana bloğunu 
oluşturmalarına karsın, son yıllara değin Araplar arasında ortak bir ulusal kimlik 
algılaması gelişmemiştir. Bunun temel nedeni, tarihsel kökleri çok eskilere dayanan mezhep ve aşiret ayrışmasının aşılamamasıdır. Söz konusu ayrısmanın ana eksenini Sünnî–Siî karşıtlığı oluşturmaktadır. 

A. Şiîler 

1. Irak Devletinin Tarihinde Şiîlerin Yeri 

Daha çok ülkenin güneyinde yasayan Şiîler, hem ülke genelinde, hem de 
başkent Bağdat’ta çoğunluğu oluşturmalarına karsın, sayısal ağırlıklarını yönetime yansıtamadıkları için Irak devletinin kurulusundan bu yana dinsel bir azınlık görünümündedirler. Ekonomik ve toplumsal gelişmişlik düzeyleri Sünnîlerin gerisindedir. Ayrıca aralarında bir bütünlük de yoktur. 

İngiliz işgalinin ilk yıllarında, işgal yönetimine karsı, Siî din adamlarının basını 
çektiği çok büyük bir ayaklanma çıkmıştır.6 1920 Haziranında başlayıp ancak ertesi yılın baslarında bastırılabilen bu ayaklanmanın hemen ardından İngilizler, Sünnî Arapların ağırlıkta olduğu Irak Krallığını kurarak basına da Serif Hüseyin’in oğlu Faysal’ı geçirmişlerdir. 50 yıl önce Mithat Paşanın yaptırdığı Bağdat Sarayında, İngiliz Yüksek Komiseri Percy Cox tarafından Faysal’a taç giydirildiği tarih olan 23 Ağustos 1921, Irak Devleti’nin resmî kurulu tarihi sayılmaktadır.7 

Ehl-i beyt anlayışında yani İslâm’ın Sia yorumunda, dinin devletle ilişkisi; ehl-i 
sünnet anlayışına göre daha mesafelidir.8 Devletin Sünnî ağırlıklı olarak yapılanması, Şiîlerin devlete daha da büyük bir kuşkuyla yaklaşmalarına yol açtı. Başlangıçta, pasif itaatsizlik sergileyerek, Faysal yönetiminin işlevsellik kazanmasını engellemeye çalıştılar. İngilizler, buna tepki olarak Siî toplumunun önderi konumundaki din adamlarını aileleriyle birlikte iran’a sürdü. Bassız kalan Siî toplumunu denetim altına almakta da güçlük çekmediler. 1924 yılında, Siî din adamlarının siyasetle uğraşmamaları, Faysal’dan özür dilemeleri ve yönetime bağlı kalmaları koşullarıyla Irak’a dönmelerine izin verildi. 

Gerek monarsi (1921–1958), gerekse cumhuriyet (1958–2003) dönemlerinde, 
Sünnî ağırlıklı Irak yönetimiyle Siî din adamları arasındaki kusku ve güvensizlik hiç eksik olmadı. Siî din adamları devletin merkeziyetçi ve seküler politikalarına soğuk yaklaşırken, Sünnî yöneticiler de Siî din adamlarının İran’la olan yakın ilişkilerini her zaman kuşkuyla izlediler. 

     İslâm dünyasında dinin siyasallaşmaya başladığı 1950’li yıllarda, Siîler de 
kendi partilerini kurdular. Ayetullah Muhammed Bekir el Sadr tarafından kurulan Dava Partisinin temel hedefi, — siyasal İslâm’ı bayrak edinen tüm benzerleri gibi— şeriata dayalı bir İslâm toplumu ve devleti yaratmaktı. Partinin siyasal söylemleri hiçbir zaman dar mezhepçilik kalıplarının ötesine geçemedi. 1960’lı ve 1970’li yıllar, Dava Partisinin etkin olduğu yıllardı. Özellikle 1968’de yönetime el koyan Baas Partisinin Siî din adamları üzerindeki baskıyı artırmasından sonra Parti, tepkisel kitle eylemlerine ağırlık verdi. 1974 ve 1977 yıllarındaki Hüseyini ye ve Asura törenleri, Baas yönetimini hedef alan protesto gösterilerine dönüştü. 9  Buna karsın, Baas yönetiminin baskısı daha da arttı. 1978’de İran’ın dinî lideri Ayetullah Humeyni Irak’tan sınır dısı edildi; 1979’da da Siî din adamlarına karsı geniş çaplı bir tutuklama kampanyası başlatıldı. 

    1 Nisan 1980’de Irak’ın dısisleri bakanı bir suikast sonucu öldürüldü. 4 gün sonra yapılan cenaze törenine ise bombalı saldırıda bulunuldu. Bunun üzerine, Dava Partisinin tüm faaliyetleri yasaklandı ve partinin kurucu lideri Ayetullah Muhammed Bekir el Sadr tutuklanarak idam edildi. Dava Partisi, 1982’den itibaren eylemlerini İran’da sürdürmeye basladı.10 Partiden ayrılan Ayetullah Muhammed Bekir el Hakim de yine aynı yıl Tahran’da Irak İslâm Devrim Yüksek Konseyini (IDDYK) kurarak İran’ın desteğiyle Baas yönetimine karsı silâhlı direnişe başladı. Iraklı Şiîler arasından toplanıp, İran tarafından silâhlandırılan gönüllülere Kuzey Irak’ta Mesut Barzani’nin denetimindeki bölgede askerî eğitim verildi. Bedir Tugayları adıyla oluşturulan paramiliter güç, İran–Irak Savası boyunca Irak içinde birçok silâhlı saldırı ve sabotaj 
eylemi gerçekleştirdi.11 

   İran–Irak Savası, Irak’ta Arap ulusçuluğunun gelisimine katkıda bulundu. 
Savaş  boyunca, Irak tarihinde ilk kez, Arap ulusal kimliğinin, dinsel-mezhepsel 
kimlikleri asan bir üst kimlik olarak algılanmaya başlandığını görüyoruz. 

Bu algılama değişikliğinin etkilerinin Baas yönetimine yansıması gecikmedi. Saddam Hüseyin’in, Irak yönetimini tek basına ele geçirdiği 1979 yılında, ordunun üst düzey komuta kadrosu Sünnî Müslümanlardan olusuyordu. Alt kademedeki subaylarla eratın 2/3’ü Siîydi. Bu durum, İran–Irak Savası sırasında Irak ordusunda ayaklanma çıkacağı beklentisini yaratmıştı. Ama öyle olmadı. Siî askerler Irak ordusuna bağlı kaldılar. Hatta savaş sırasında bir ara İran Ordusunun işgali altına giren ve nüfusunun tamamını Şiîlerin oluşturduğu güneydeki sınır bölgelerinde halk, Bağdat yönetimine bağlı kalmayı sürdürdü. İran’ın Irak Şiîlerini hedef alan ve onları İslâm devrimine katılmaya çağıran yoğun propagandası da etkisiz kaldı. Savaş boyunca, çok sayıda Şiî komutan Irak ordusunda kilit roller üstlendi. 1982’deki büyük İran saldırısını püskürten Irak ordusunun komutanı bir Şiîydi. Bütün bunlar, sava sırasında ulusal duyguların dinsel duygulara ağır bastığını gösteriyordu. Irak İslâm Devrim Yüksek Konseyine bağlı Bedir Tugaylarının yukarıda sözü edilen saldırı ve sabotaj eylemleri de, bunların arkasında İran’ın olduğu bilindiği için, Irak’taki Siî halk tarafından desteklenmedi.12 

Birinci Körfez Savasının hemen arkasından, Mart 1991’de IDDYK tarafından 
kıskırtılan bir kısım Siî halk, kuzeydeki Kürtlerle eszamanlı olarak ayaklandı. Fakat bu ayaklanma, sanılanın ve umulanın tersine Siîlerle Sünnîler arasında bir gerilim yaratmadı. Baas yönetiminin laik ve merkeziyetçi uygulamalarından rahatsız olan kimi Sünnî çevreler de Siîlerle birlikte hareket etti. Siî ayaklanması denmesinin nedeni, Siî bölgesinde çıkması ve katılanların çoğunun da Siî olmasıydı. Diğer bir ifadeyle bu, kuzeydeki Kürt ayaklanmasından farklı olarak devleti değil, rejimi hedef alan ve rejim karsıtı tüm Arap unsurların katıldığı bir ayaklanmaydı. Bu yüzden de Batılılarca desteklenmedi ve Saddam Hüseyin tarafından kolayca bastırıldı. 

Ayaklanmanın ardından Baas yönetiminin, laik ve merkeziyetçi politikalarını 
yumusatarak, dinsel motifleri daha yoğun biçimde kullanmaya basladığını ve 
Sünnîlerle Şiîleri ortak bir Irak–Arap kimliği altında birlestirmeyi amaçlayan politikaların uygulanmaya basladığını görüyoruz. Esasen, İran–Irak Savası böyle bir ulusal bütünleşmenin zemininin mevcut olduğunu kanıtlamıstı. Aradaki gelişmişlik farkını ortadan kaldırmak için, Siîlerin kendilerini daha fazla geliştirmelerine ve yönetime daha etkin bir biçimde katılmalarına olanak sağlayan adımlar atıldı. Saddam Hüseyin liderliğindeki Devrim Komuta Konseyinin yapısı, Üç Şiî Arap, üç Sünnî Arap, bir Kürt ve bir Asurî olarak yeniden düzenlendi. Yönetimden açıkça dışlanan tek grup Türkmenlerdi. Baas Partisinin yerel yönetim organları olan Bölge Komuta Konseylerinin, Siî nüfusun yoğun olduğu yerlerdeki merkezlerinde yerel Siî unsurların çoğunluğu oluşturmaları sağlandı. İçisleri Bakanlığı da Siîlere ayrıldı. Siîlerin yönetimdeki etkinliklerinin artmasına koşut olarak, Irak ekonomisindeki ağırlıkları da artmaya basladı. Eğitim düzeyi bakımından da Sünnîlerle Siîler arasındaki fark giderek  kapandı.  Bu gelişmelere bakarak, Baas yönetiminin Siîleri kazanmak ve her iki mezhebi kapsayan ortak bir Arap ulusal kimliği yaratmak yönündeki politikası nın başarılı olduğunu söyleyebiliriz.13 Bu politikanın başarısının en somut göstergelerinden birisi, Amerikan Ordusunun Irak’ı işgali sırasında Siîlerin işgale karsı, Sünnî Araplar kadar, hatta yer yer onlardan bile daha kararlı bir direniş sergilemiş olmalarıdır. 

Saddam Hüseyin’in Siîlere yönelik politikasının temelinde, doğrudan doğruya 
Siî halkını ve orta sınıfını muhatap alarak Siî halkı temsil ettikleri savındaki geleneksel dinsel ve aşiretsel önderleri devre dışı bırakma anlayışı yatıyordu. Baas yönetimi sırasında baskı altında tutulan bu feodal önderler, Amerikan işgalinden sonra yeniden güç ve etkinlik kazandılar ve Siî halkı temsil etme konusunda aralarında çetin bir rekabete giriştiler. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

21 Şubat 2015 Cumartesi

Edip Başer ve Terörle Mücadele

Edip Başer ve Terörle Mücadele  





21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                        
Terörizm ve Terörizmle Mücadele
23 Mayıs 2007 Çarşamba
Alaettin Parmaksız tarafından yazıldı.



2006 Yılında terör faaliyetlerinin artması üzerine kamuoyunda PKK’ya ve onun koruyucusu olarak gördüğü ABD karşı yükselen tepki üzerine hatırlayacağınız gibi


Sayın Başbakan yine milleti oyalamaya yönelik bir açıklama yapmıştı. Açıklamanın özeti geceler veya Bakanlar Kurulu çok şeylere gebe idi. Bu açıklamanın arkasından benim gibi konuyla ilgilenen yüzlerce kişi bunun bir tansiyon düşürme olduğunu ABD'ye sormadan AKP'nin asla bir şey yapamayacağını gazetelerde yazdık televizyon programlarında açıkladık.

Aradan birkaç gün geçmeden ABD projesi gündeme düştü. Terörle mücadele de özel temsilci atanması. Sanırım 28 Ağustosta da Emekli Orgeneral Raltson bu iş için görevlendirildi. Yine ABD tarafı karşısına da Türkiye'nin bir Emekli Orgeneral ataması istendi. Ancak sorun şuydu. Medyaya konuşan Emekli generallerin tamamı bu işin bir oyalamadan ibaret olduğunu sonuç getirmeyeceğini ve bu oyunda rol almanın ABD'nin ekmeğine yağ süreceğini ama şehit kanlarının akmaya devam edeceğini açıkladık

Çok yoğun tartışmalar oldu ve Sayın Genelkurmay Başkanı da koordinatörlük konusuna inanmadığı anlamına gelen açıklamalarda bulundu. Herkes bu görevi kabul edebilecek Emekli Orgeneral bulunabilecek mi? diye düşünürken Sayın Edip BAŞER'in bu göreve atandığı açıklandı.

Başbakanlıktan yapılan açıklamada atanan kişi hakkında Genelkurmayın da mutabakatı olduğu bildirildi. Hatta daha sonra ismin Genelkurmay Başkanı 
tarafından verildiği kamuoyuna duyuruldu.

Kamuoyu ikiye ayrılmıştı. Terörle mücadele konusunu ve bu konudaki Amerikan politikalarını yakından bilenler bu konunun asla sonuç vermeyeceğini, bu konunun Amerikanın konuyu ötelemesi için bir ortam yaratmaya yönelik olduğunu, şehit kanlarının akmaya devam edeceğini Edip Paşanın bu görevi derhal bırakmasını istedik. Hükümete yakın olanlar ABD'nin önce boğazımızı sıkmasını sonrada elini biraz gevşeterek nefes almamıza izin vermesini politika gören işbirlikçilerde bu konuyu hararetle savundular

Eylül ayında çıktığım bir televizyon programında ilerde bu günlerin tarihi yazılacağını ve bu yazılan tarihte de herkesin son rolü ile yer alacağını, Edip 
Paşanın da bu rolle anılmasının kendi geçmişindeki başarılı görevlerine ve parlak kariyerine haksızlık olacağını açı klayarak derhal istifa etmesi çağrısında bulundum. Bu şekilde çağrı yapan emeklide olsam ilk asker bendim.

Benzer çağrılar çoğalınca kendisi yapmış olduğu toplantılarda ve vermiş olduğu konferanslarda bu konuya inandığını ve çözüme katkı sağlayacağını açıkladıktan 
sonra bizim gibi düşünenleri de şiddetle eleştirmişti. Özetle bekâra karı boşamak kolaydır diyordu.

Oysa olayın ortaya çıkışı sakattı sistem sağlam temellere oturmuyordu. Dünyada terörle mücadele de bu şekilde bir örnek yoktu. Arabuluculuk müessesi vardı. Az kalsın Irak tarafında bir PKK sempatizanı da terörle mücadele koordinatörü olarak atanmak üzereydi.Raltson PKK' nın üç hamisinden biri olan Barzani ile 
görüşmüş, görüşme sonrasında Barzani yaptığı açıklamada istenirse PKK yetkilileri ile görüşebileceğini açıklamıştı.

Zemin bir anda PKK lıları resmileştirmeye doğru kayıyordu. Terörle mücadele konusunda Hükümetle Genelkurmay arasında uygulanacak politikalardaki temel 
farklılıklar ortaya çıkıyordu. Genelkurmay Başkanlığı terörü koruyan ve destekleyenler le bu konuda konuşulacak bir şey olmadığını açıklarken, hükümet kanadı Amerika öyle istediği için görüşmeleri destekliyor hatta daha ileri giderek Başbakan, Leyla Zana'nın üç büyüğünden biri olan Talabani ile yanak yanağa öpüşüyordu.

Ülkenin talihsizliği çözümü kendi gücünde dayanağı, kendi milletinde arayacak bir iktidar yerine sırtını Amerika'ya dayamış onun direktiflerinden asla 
çıkamayacak bir iktidara sahip olmasındandı.

Yeter ki iktidarları sürsün varsın akarsa şehit kanları aksın. Askerlik yan gelip yatma yeri değildi. 


Edip Başer ve Terörle Mücadele ( 2 )

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü  
Terörizm ve Terörizmle Mücadele
24 Mayıs 2007 Perşembe

Dün Terörle mücadele özel temsilcisi Edip Başer’in görevi ile ilgili genel kapsamlı bir değerlendirme yapmış görevden alınışını bu güne bırakmıştım. Ancak dün akşam saatlerinde Ulus'ta meydana gelen patlama olayın başka yönlerini öne çıkarmıştır. Hükümet görevden alma nedenini şu şekilde açıklamıştır.

"Orgeneral Edip Başer'in konu ile ilgili olarak ulusal ve uluslar arası platformlarda ve basın-yayın organlarında yer alan bazı beyanatlarının 
çalışmaları olumsuz yönde etkileyeceği göz önünde bulundurularak görevinin sona erdirilmesi uygun görülmüştür" denildi

Aslında Hükümetin rahatsızlığının iki boyutu vardır. Birinci boyutu Sayın Başer'in Cumhurbaşkanlığı seçimi konusundaki değerlendirmesidir.İkinci boyutu 
isemuhtemelen ABD tarafından gelmiş olabilir.Çünkü Sayın Başer ABD'nin oyalamalarına sessiz kalmıyor ve ABD'nin vurdumduymazlığını halkı ile 
paylaşıyordu.

Hükümetin görevden alma biçimi ise sanki 27 Nisanda Genelkurmay Başkanlığı e-muhtırasına bir tepki olarak şık olmayan bir şekilde cereyan etmiştir.

Ankara Ulus'ta meydana gelen patlamalar şüphesiz ki herkesi şok etmiştir. Hayatlarını kaybedenlere Allah'tan rahmet yaralananlara da acil şifalar 
diliyorum. Ancak terörle mücadele ile düşünce düzeyinde bile ilgilenenler bu patlamaların ayak sesleri geliyorum diyordu. Geçen ay Taksim'de patlayıcılarla 
yakalanan bayan, İzmir mitingi öncesi orada meydana gelen patlama ve PKK'nın genel terör siyaseti göz önünde bulundurulduğunda bu patlama bir gün olacaktı. 
Yurt içine sokulan patlayıcılar konusunda gerek Emniyetin gerekse Genelkurmayın değişik zamanlarda yapılan açıklamalarda ortaya konulmuştur.

Eylemin olmuş olması güvenlik kuvvetlerinin başarısız olduğu anlamına da gelmez. Çünkü güvenlik kuvvetleri bizim haberimiz olmadan yüzlerce eylemi 
önlemektedir.Bu tür eylemler her zaman tekrar yapılabilir.Kullanılan patlayıcının gücü dikkate alındığında bunun bir plastik patlayıcı olduğu ve plastik patlayıcıların genelde PKK tarafından kullanıldığı, geçmişte de bu tür eylemler yaptığı göz önünde bulundurulursa bu bir PKK eylemi olma olasılığını 
artırmaktadır.

Seçilen yer ve zamanlama açısından bu bir profesyonel eylemdir. Terör eylemlerinin en önemli amaçlarından birisi belki de en önemlisi propagandadır. 
Bu nedenle bu tür olaylarda asla üst düzeyde değil en alt düzeyde açıklamalar yapılmalıdır.

Bu gün tartışma günü değil, birlik olma günüdür. Ancak bu birlik nasıl olabilecek bu çok tartışmalı çünkü hükümetle her gün şehitler veren silahlı kuvvetler arasında terörle mücadele konusunda çok ciddi farklılık vardır. Bu kadar ağır terör karşısında olup da en ağır bedeli ödeyip ancak terörle mücadele 
konusunda hiçbir stratejisi olmayan tek ülke Türkiye dir.

Sıfıra yakın bir terörle iktidara gelen hükümet maalesef Türk Silahlı Kuvvetlerin elini kolunu bağlamakta küstah Barzani'ye karşı tek kelime edememektedir. 

Gelinen noktayı düşünebiliyor musunuz? Barzani bu iktidarın devamından yana açıklamalar yaparken bu konuda faaliyetlerde bulunurken AKP'lilerin sesi 
çıkmadığı gibi ülkemizi ona buna oyuncak etmektedir.

Şimdi bir taraftan terörle mücadele eden Silahlı Kuvvetlerin elini kolunu bağlayacaksın sonrada bu patlama nasıl oldu diye soracaksın.Yazık oluyor bu 
ülkenin çocuklarına yazık oluyor.Onların şehit olmalarında en büyük sorumluluk hiçbir hükümete olmadığı kadar bu hükümete aittir.

Şimdi 22 Temmuzda bir seçime gidiyoruz.Eğer vatandaş olarak terörle mücadelede Amerika'nın talimatları dışına çıkamayan hükümeti değiştiremezse daha çok ağlayacağız.Sadece ağlamakla kalmayacağız ülke bölünmenin eşiğine gelecek.

Başta Türk milleti olmak üzere kahraman Türk Ordusu buna asla müsaade etmeyecektir.Ancak bedeli ağır olacaktır.Bedeli en aza indirmek için önce bu 
hükümeti 22 Temmuzda değiştirmek zorundayız.

..