18 Şubat 2020 Salı

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE BÖLÜM 2

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE  BÖLÜM 2




2. Başlıca Şiî Gruplar 

Amerikan işgali sonrasında Siîleri temsil ettikleri savıyla aralarında rekabete girisen baslıca gruplar şunlardır. 

a. Sadr Grubu: 

Baas yönetiminin, feodal Siî önderlere yönelik baskı politikasının baş hedefi Necef’teki Sadr ailesiydi. 
Çünkü 1980’lere değin, Siî direnisinin simgesi durumunda olan Dava Partisini kuran ve Irak Siîlerinin dinsel liderliğini yapan kisiler bu aileden çıkmıstı. Ayetullah Muhammed Bekir el Sadr 1980’de; Ayetullah Muhammed Sadık el Sadr 1999’da öldürüldü. Ailenin ikinci derecedeki birçok üyesi de Saddam Hüseyin döneminde öldürüldü. Hâlen ailenin liderliğini, 30 yasını henüz 
doldurmuş olan Mukteda el Sadr yapmaktadır. Amcası Bekir el Sadr ve babası Sadık el Sadr gibi o da, Siî toplumunun liderliğini üstlenmek istemektedir. Mensup olduğu ailenin Siîler arasındaki saygınlığından ve “Havza” denilen Necef’teki Siî din okullarının denetimini elinde bulundurmasının ona sağladığı avantajdan yararlanarak, siyasal ağırlığını artırmaya çalısmaktadır. Karizmatik bir kisiliğe sahip olmasının yanı sıra çok genç ve hırslıdır. Genç olması nedeniyle dinsel hiyerarşideki yeri alt sıralardadır. Irak’taki Şiîler arasında en fazla taraftarı olan kisi odur. Sadr yanlılarının en güçlü olduğu yer, baskent Bağdat’ın, Saddam Hüseyin döneminde “Saddam Kenti” olarak adlandırılırken, Amerikan isgalinden sonra “Sadr Kenti” adını alan bölgesidir. 

Burada yasayan iki milyonu askın Siî, Mukteda el Sadr liderliğindeki Cemaat el-Sadr el-Tani örgütünün üyeleridir. Ayrıca Sadr’ın, Necef, Kerbelâ, Kûfe, Nasıriye gibi kentlerde de belli bir etkinliği vardır. 

Mukteda el Sadr, Amerikan işgaline karsı Sünnî Araplarla iş birliği yapmaktan çekinmemistir. Ama onun Irak’ın geleceği ile ilgili hesapları Sünnîlerden çok farklıdır. 

O, Siî kimliğinin ağır bastığı yani Ayetullah’lar tarafından yönetilecek olan Dslâmî bir Irak istemektedir. Bu noktada Sünnîlerle uzlaşması olanaksızdır. Fakat Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması ve yabancı işgalden kurtarılması konusunda Sünnîlerle görüş birliği içindedir. Ortak düşman ve ortak tehlike sürdükçe, geleceğe ilişkin hesapların ikinci plana atılmaya çalışıldığı görülmektedir. 

Mukteda el Sadr, hem ABD tarafından başlatılan Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecine, hem de geçici Irak yönetimine katılmayı reddederek tavrını açıkça ortaya koymustur. Emrinde, sayıları on binlerle ifade edilen, Mehdî Ordusu adlı 
silâhlı bir güç bulunan Sadr, zaman zaman Amerikan işgal güçleri ve rakip Siî 
gruplarıyla çatışmaya girmektedir. 2004 yılının Nisan–Mayıs ve Ağustos aylarında iki kez güç gösterisinde bulunduysa da basarılı olamamıştır. Bu başarısızlıklar, Mehdî Ordusu’nun çok iyi örgütlenmiş ve silâhlanmış durumdaki isgal güçleri karsısında fazla sansı olmadığını göstermistir.14 

b. Hakim Grubu: 

Irak İslâm Devrim Yüksek Konseyi (IDDYK) adı altında örgütlenmiş olan grubun lideri Ayetullah Muhammed Bekir al Hakim yukarıda belirtildiği gibi, 1982 yılında Dava Partisinden ayrılarak, eylemlerini İran destekli olarak sürdürmeye başlamıştı. Saddam Hüseyin’in devrilmesinden kısa bir süre sonra 23 
yıldır sürgünde yasadığı İran’dan Irak’a döndü ve döner dönmez de —23 Ağustos 2003’de— düzenlenen bir suikast sonucu öldürüldü. Onun ölümü üzerine IİDYK’nin başına kardeşi Abdülaziz el Hakim geçti. 

Hakim Grubu da tıpkı Sadr Grubu gibi, İran örneğine uygun bir Siî Dslâm 
devleti kurulmasını amaçlamaktadır. Ancak Abdülaziz el Hakim, aynı zamanda 
akrabası olan Mukteda el Sadr’dan farklı olarak, geçi döneminde ABD ile sorun yaşanmaması gerektiğini düşünmektedir. Bu yüzden, geçici Irak Yönetim Konseyine üye olmayı kabul etmiştir. Böylece Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecinde etkinliğini artıracağını hesaplamaktadır. Oysa, öldürülen Ayetullah Muhammed Bekir el Hakim’in bu görüşte olmadığı biliniyordu. 

Grubun en önemli dayanağını, Bedir Tugayları adı verilen ve sayıları 10–15 
bin olarak tahmin edilen silâhlı paramiliter güç oluşturmaktadır. Fakat geçmişte İran’la ve Kürtlerle iş birliği yapmış olması, Siî Araplar gözündeki saygınlığını önemli ölçüde zedelemiştir. Bugün de, ABD ile ılımlı iliskiler içine girdiği için hem Siî grupların birçoğu ile, hem de İran ile arası açılmıştır.15 

c. Ayetullah Mirza Ali el Sistani: Irak’taki Siî din adamlarının en kıdemlisi ve 
Necef’teki “havza”nın da lideridir. Şiîlik te, Sünnîlik ten farklı olarak içtihat kapısı kapatılmamıştır ve taklit edilecek müçtehidin de hayatta olması kosulu vardır. Sistani, bugün için Irak Siîleri tarafından en yüksek dinsel otorite olarak kabul edilen ve “Mercii Taklid” unvanını tasıyan kisidir. Şiîler, “Merci-i Taklid”e humus adı verilen ve gelirlerinin 1/5’ini oluşturan bir tutarı ödemekle yükümlüdür. “Merci-i Taklid” bu parayla gereksinimi olan yoksullara yardım eder. Dolayısıyla, “Merci-i Taklid”in dinsel otoritesiyle bağlantılı bir ekonomik gücü de vardır.16 Kısacası, Sistani’nin emrinde Sadr ve Hakim’in sahip olduğu gibi silâhlı güçler yoktur. Onun gücü, “Merci-i Taklid” olarak sözlerinin ve davranıslarının önemsenmesinden kaynaklanmaktadır. 

   Sistani, ABD’nin inisiyatifinde gerçekleştirilecek bir siyasî düzenlemeye 
karsıdır. O, serbest seçimlere ve çoğulculuğa dayanan demokratik bir yapılanmayı savunmaktadır. Çünkü böyle bir yapılanmanın, sayısal üstünlükleri sayesinde Şiîlerin ve doğal olarak da kendisinin, yönetimde etkinlik kurması sonucunu doğuracağını hesaplamaktadır. Onun bu yaklasımı, ABD’yi zor durumda bırakmaktadır; çünkü Sistani’nin istemi doğrudan doğruya, liberal, temsili demokrasinin gereği olan bir istemdir. Irak’a demokrasi getirmek için müdahale ettiğini iddia eden ABD, Sistani’nin bu isteğine açıkça karsı çıkamamıs, ama kabule de yanaşmamıştır. Çünkü, ABD’nin gerçek niyeti, süreç içinde Irak’ı bölmektir. Demokrasi yalnızca, propaganda amaçlı siyasî bir slogandır. Nitekim Geçici Ulusal Meclis serbest seçimler yerine, partilerin gönderdiği üyelerle oluşturuldu. Yapılan seçimin de ne ölçüde demokratik olduğu tartışmalıdır. ABD’nin gerçek niyetinin ortaya çıkmasına karsın tavrını değiştirmemesi, 
hele Amerikan ordusunun Irak’ta gerçekleştirdiği ve televizyonlar aracılığıyla tüm dünyaya ulasan insanlık dışı davranışlar karsısında sessiz kalması, Sistani’nin saygınlığına gölge düşürmüştür.17 2005 Ocak ayında yapılan seçimlerin açıklanan sonuçları, Sistani’nin etkinliğini her şeye karsın koruduğunu göstermiştir. Ama Irak’ın bugünkü resminde, görünenle görüntünün ardında gizlenen gerçek çok farklı olabilir. 

ç. Dava Grubu: 

Irak’ta yasaklandıktan sonra, İran’da yeniden faaliyete geçen Dava Partisi, 1984’ten itibaren Batı’ya yaklaştı. Partinin başkanlığına getirilen Dr. Muvaffak el Rubai de Londra’ya yerleşti. Mart 1991’de Beyrut’ta; Haziran 1992’de 
Viyana’da; Eylül 1992’de de Saklava’da Batı güdümünde yapılan Irak Muhalifler 
Kongresine katılan Dava Partisi yöneticileri, aynı yıl Amerikan güdümünde kurulan Irak Ulusal Kongresinin yürütme kuruluna üye verdi ve Kongrenin Ekim 1992’de Selahaddin kentinde yapılan toplantısına da katıldı. Parti, 1993’te Irak Ulusal Kongresinden ayrıldığını açıkladı.18 Buna karsın Batı ile yakın ilişkilerini sürdürdü. 

Amerikan işgalinden sonra Irak’ta yeniden faaliyete geçen Dava Partisi, Irak’ın 
yeniden yapılandırılması sürecine katılma ve geçici Irak Yönetim Konseyine üye 
verme kararı aldı. Konseyde Dava Partisini İbrahim el Caferî temsil etti. 
Batı ve Amerikan bağlantısı nedeniyle, partinin Şiî halk üzerinde bir etkisi bulunmamaktadır. 

d. Irak Ulusal Kongresi: 

1992’de, tüm Irak muhalefetini tek çatı altında toplamak düşüncesindeki ABD’nin girişimiyle kurulan ve merkezi Londra’da bulunan örgütün basına Ahmed Çelebi getirildi. Örgütün Irak halkı üzerinde hiçbir etkisi bulunmamakta dır. ABD, geçici Irak Yönetim Konseyinde başkanlık yapan Ahmed Çelebi’yi, geçiş hükümeti nin de basına geçirmeyi tasarlıyordu. Ama, Ürdün ve Mısır’da banka dolandırmaktan kesinleşmiş cezaları bulunan, üstelik Şiî halk tarafından da bir iş birlikçi olarak görülen Çelebi’nin kendisine yararlı olamayacağı sonucuna vararak onu gözden çıkardı.19 

3. Irak’ın Geleceğinde Siîlerin Rolü, 

Bugün, Irak’ın Siî nüfusu üzerinde etkin konumda bulunan üç isim vardır. 
Mukteda el Sadr, Abdülaziz el Hakim ve Ayetullah Sistani. Üçü de, Irak’ta Siî ağırlıklı İslâmî bir yönetim kurulmasını istemektedir. Bunun için Saddam’ın devrilmesini bir fırsat olarak görmektedirler. Aralarındaki rekabet, bu yapılanmada, Şiîleri temsilen kimin ön plana çıkacağı ile ilgilidir. Sadr, ABD ile çatışarak; Hakim ve Sistani ise, ABD ile uzlaşarak amaçlarına ulasabileceklerini ummaktadırlar. Aslında, askerî gücü bulunmayan Sistani ile, Iraklı Siîlerin gözünde geçmişi pek parlak olmayan Hakim’in ABD ile uzlaşmak dışında bir seçenekleri yoktur. Sadr, diğer ikisini i birlikçi olmakla suçlamaktadır. 

Baas yönetimi iş başındayken, Sadr Grubu gibi, bu yönetime karsı savaşımlarını Irak içinde sürdürmeye çalışanlar ağır maddî ve manevî baskılara maruz  kalırken, Hakim Grubunun basını çektiği IİDYK, İran’ın maddî ve siyasî desteği ile savasımını ülke dısından sürdürmüstü. Baas yönetimi devrilince, Iraklı Siîlerin İran’a ve Batı’ya dayanan grupları desteklemedikleri daha net olarak görüldü. Dolayısıyla, hem sahip olduğu askerî güçle, hem de Siîler nezdindeki geniş  desteği ile Mukteda el  Sadr’ın adı ön plana çıktı. 

Mukteda el Sadr, Ayetullah Sistani’yi Merci-i Taklid olarak tanımamaktadır. 
Sadr’ın Merci-i Taklid olarak kabul ettiği Kâzım el Hayri, uzun yıllardır Dran’da 
yasadığından Irak halkı üzerinde hiçbir otoritesi bulunmamaktadır. Etkisiz bir kisiyi Merci-i Taklid olarak tanımakla Mukteda el Sadr, aslında kendi isminin ağırlık kazanmasını sağlamayı amaçlamaktadır. 2003 Nisan ayında Sistani’nin evini kusatan Sadr yanlıları, onu ılımlı politikalarını değistirmeye zorladılarsa da basarılı olamadılar. 

Öte yandan Sistani’nin, 2004 Ağustos ayında Amerikan güçlerinin Necef’te bulunan Sadr’a yönelik olarak askerî operasyon baslatmalarından hemen önce, “sağlık nedenleri”ni gerekçe göstererek apar topar Londra’ya gitmesi, operasyondan önceden haberdar olduğu ve isgal güçleriyle anlastığı izlenimini yarattı. Dsgal güçleriyle Sadr yanlıları arasındaki çatısmaların sonlandırılmasında oynadığı belirleyici rol, Sistani’nin merkezî konumunu güçlendirdi. Buna karsın yine de, Siîlerin Batı’ya karsı duydukları güçlü düsmanlık, onların bu duygularına tercüman olan Sadr’ın, Sistani karsısındaki ağırlığını artırmaktadır. 

Siîlerdeki Batı düsmanlığı çok eskilere dayanmaktadır. Bir kere, Irak’ta Sünnî 
yönetimini kuran ve Siîleri çoğunluk oldukları hâlde azınlık konumunda yasamaya zorlayan Dngiltere’ydi. Ayrıca, Birinci Körfez Savası sonrasında gerçeklesen Kürt ayaklanmasına ekonomik ve siyasal olarak büyük destek veren Batı, aynı desteği Kürtlerle eş zamanlı olarak ayaklanan Siîlerden esirgedi. Oysa, Siîlere verilecek bir destek, Saddam Hüseyin rejiminin daha o zaman devrilmesini sağlayabilirdi. Siîler anladılar ki, Batı’nın ve ABD’nin gerçek amacı, Kürtleri kullanarak bölgeye müdahale etmektir. Saddam Hüseyin yönetimine yönelik suçlamaları, yalnızca bu politikanın bir aracıdır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 1992 Ağustos ayında 32. Paralelin güneyini, Irak Hava Kuvvetleri’ne bağlı uçaklar için uçuşa yasak bölge (no fly zone) 
ilan etti. Necef, Kerbelâ, Nasıriye, Ammara ve Basra’yı içine alan bu bölgenin sınırını ABD 1996 yılında aldığı tek yanlı bir kararla 33. paralele yükseltti. Ama kısa sürede anlaşıldı ki, Şiîleri korumak görüntüsü altında yapılmak istenen aslında, benzeri bir kararla Kürtlere sağlanmış olan özel korumayı maskelemek ve Bağdat’taki merkezî yönetimin zayıflamasından yararlanan İran’ın bu bölgede etkinlik kurmasını engellemekti. Nitekim Bağdat yönetimi, kuzeydeki Kürt bölgelerinden kesin olarak dışlanırken, güneydeki uçuşa yasak bölgede yeniden otorite kurmasına göz yumuldu.20 

İşgalden sonra Şiîler, oluşturulan dokuz kişilik Başkanlık Konseyinde beş üyeyle temsil edildiler. 

Bu beş kisi, Dava Partisinden İsmail el Caferî, IİDYK’dan 

Abdülaziz el Hakim, Irak Ulusal Konseyinden Ahmed Çelebi, Irak Ulusal Antlasması Genel Sekreteri İyad Allavi ve bir din adamı olan Muhammed Bahr el Ulum’du. Ama bunların hiçbirisinin Irak’taki Şiî halk üzerinde etkinliği bulunmamaktadır. ABD’nin aslında Siî halkı temsil etmeyen kişilerle iş yapmayı yeğlemesinin nedeni, Irak’ın geleceği ile ilgili hesaplarının, Şiîlerin beklentileriyle örtüşmemesidir. Siîler Irak’ın parçalanmasını istememektedirler; bunu istemeleri için de bir neden yoktur. Çünkü zaten sayısal çoğunluğa sahip olduklarından, adil bir yönetimde ağırlık ister istemez onlarda olacaktır. Ne var ki Siî liderler, olası bir bölünmeyi engelleyecek siyasî iradeyi sergileyememektedirler. 

Siî liderlerinin temel açmazları, Irak için öngördükleri Siî eksenli Dslâmî devlet 
anlayışının, etnik ve dinsel bir mozaik görünümü taşıyan Irak’ta uygulanmasının 
kaçınılmaz olarak ülkeyi bölünmeye götüreceği gerçeğinin ayrımına varamamaları dır. 
Böylece bu liderler, demokrasi isterken kendilerinin de, en az suçladıkları ABD kadar içtenlikten uzak olduklarını ortaya koymakla kalmamakta, üstelik, nihaî amacı Irak’ı bölerek kuzeyde bağımsız bir Kürdistan Devleti yaratmak olan ABD’nin ekmeğine yağ sürmektedirler. 

30 Ocak 2005 tarihinde yapılan tartısmalı seçimlerin sonunda, Sistani’nin 
desteklediği Birlesik Irak İttifakının %47 ile en yüksek oyu aldığı açıklandı. Birleşik Irak İttifakı ile Kürtler arasında sürdürülen koalisyon görüsmelerinde, Kürt tarafının ülkenin bölünmesi sürecinde birer kilometre tası olusturan birçok kritik isteğini kabul eden Şiîler, siyasî deneyimlerinin yetersizliğini açıkça ortaya koydular. Koalisyon görüşmeleri sırasında Siîlerin öncelik verdiği konuların basında, yeni Irak anayasasında İslâmi devlet yapısının güvenceye alınması isteği yer almaktaydı. 

Bu yaklaşımları, onların Irak’ı bekleyen gerçek tehlikenin ayrımında olmadıklarını göstermektedir.21 

B. Sünnîler.,

Irak Krallığı, 1921’de Dngilizler tarafından ülkenin orta ve kuzeybatı 
kesimlerinde yoğunlasan ve sayıları toplam nüfusun 1/5’inden daha az olan Sünnî Arapların ağırlıkta olduğu bir devlet olarak kuruldu. 1932’ye kadar İngiliz mandat’sı altında kalan Irak bu tarihte kâğıt üzerinde bağımsızlığını kazandı. Ama İngiliz denetimi 1950’lere dek sürdü. 1958 yılına dek Hasimî Hanedanınca yönetilen ülkede, bu tarihte gerçeklesen askerî darbeyle monarsiye son verilerek cumhuriyet ilan edildi. Mandat ve monarşi dönemlerinde Irak Parlamentosu, 36 Sünnî Arap, 28 Siî Arap ve 16 Kürt temsilciden olusuyordu. Sünnî Araplar, 2003’deki Amerikan müdahalesine değin varlığını sürdüren Irak Cumhuriyetinde de ağırlıklarını korudular. Cumhuriyetin ilk 10 yılı, siyasî çalkantılar ve üst üste askerî darbelerle geçti. Sonunda, 1968 yılında Ahmed Hasan el Bekr liderliğindeki bir darbeyle Baas Partisi yönetime el koydu. 35 yıllık Baas iktidarının son 24 yılı Saddam Hüseyin’in diktatörlüğü altında geçti. Irak 
halkının savaşlar ve ambargolar altında ezildiği bu dönemde Saddam Hüseyin, güçlü asiret bağları, sağlam istihbarat örgütü ve muhalefeti parçalayıp etkisizleştiren katı yöntemleri sayesinde ayakta kalmayı basardı.22 

Sünnî Arapların yönetimdeki ağırlıkları, mandat ve monarsi dönemlerinde 
büyük toprak sahiplerine dayanıyordu. Kırsal alandan kentlere yönelik göç olgusu ve petrolün basat ekonomik getiri kaynağı olarak tarımın yerini alması, iktidarın toplumsal tabanının değismesine yol açtı. Irak’ın toplam petrol gelirleri 1944’te 6,44 milyon dolar iken; 1958’de 224 milyon dolara yükseldi. Buna bağlı olarak, kentlerde yerlesmi olan ve petrole dayalı endüstriyel üretimle ticareti ellerinde bulunduran kesimler giderek siyasî iktidarı da ele geçirmeye basladılar.23 1958 darbesi sosyo-ekonomik tabanda ortaya çıkan değisikliğin siyasal iktidara yansımasını ifade ediyordu. Darbeyle, kent orta sınıfına dayanan askerler, büyük toprak sahiplerinin iktidarına son veriyorlardı. 

Ardından geniş çaplı bir toprak reformu yapılarak, büyük toprak sahipleri bütünüyle etkisizleştirildi. İzleyen yıllarda petrol gelirlerindeki artısın hızlanarak sürmesi, orta sınıfın iktidarını pekiştirdi. Özellikle 1973 yılında yasanan petrol bunalımı ve Irak’ın petrolü millileştirmesi, petrol gelirlerinde astronomik artısları beraberinde getirdi. 1968’de 488 milyon dolar olan petrol geliri, 1974’te 5,7 milyar dolara; 1980’de ise 26,5 milyar dolara ulaştı. Baas yönetimi elinde biriken muazzam fonların kullanılmasında askerî harcamalara öncelik vermekle birlikte eğitim, sağlık, endüstri, tarım ve alt yapı alanlarında da büyük yatırımlar gerçekleştirdi. Özellikle eğitim alanında yapılan yatırımlarla Irak, Arap dünyasının en geni bilimsel elitine sahip ülkesi haline geldi.24 

Baas yönetimi, başlangıçta ki laik politika ve uygulamalarını süreç içinde terk 
etti. 1980 yılından sonra Irak’ta, İslâm dininin siyasî bir motivasyon aracı olarak 
giderek artan ölçülerde kullanılmaya baslandığını görüyoruz. Bu politika değişikliği temelde dış nedenlerden kaynaklandı. ABD’nin “Yesil Kusak” politikasının 1970’lerden itibaren sonuçlarını vermeye baslaması; Dsrail’in bölgedeki saldırganlığının giderek artması; hepsinden önemlisi, yanı basındaki İran’da güçlü bir Siî–İslâm devriminin gerçekleşmesi ve bunun İran dısına yayılma belirtileri göstermesi, Baas yöneticilerini karsı adımlar atmaya zorladı. İran’daki devrimin, Irak nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Şiîleri etkisi altına alabileceğinden kaygılanan Saddam Hüseyin, Batı’nın desteğini arkasına alarak yılanın basını küçükken ezmek amacıyla bu ülkeye saldırdı. 

Basarılı olamadı, ama bu savaş vesilesiyle Irak’ın Sünnî yönetimi ilk kez Siîleri 
kazanmak için samimî adımlar attı. Siîleri kazanmanın bedeli ise, laiklikten ödün 
vermekti. Baas yönetimi, savaş boyunca ödün üzerine ödün verdi; 1991’deki Körfez Savasının ardından gerçeklesen Şiî ayaklanması sonrasında ise bu konuda en ileri adımı atarak İslâmın devlet dini haline gelmesini sağladı. Aslında temel politikası, Sünnî Arap egemenliğine dayalı merkeziyetçi siyasî yapıyı Arap milliyetçiliği söylemi ile maskeleyerek sürdürmek olan Baas’ın dine yönelmesini de bu çerçevede algılamak gerekir. Yani Baas için din de, tıpkı milliyetçilik gibi, kurulu düzeni sürdürmenin bir aracıydı. 

İran–Irak Savası’nın Irak’a, biri olumsuz, diğeri olumlu iki önemli etkisi oldu. 
Olumsuz etkisi, savasın neden olduğu kayıplardı. Tüm insansal ve maddî kaynaklarını savaş için seferber eden Irak çok büyük kayba uğradı. Çok sayıda insanın ölmesi bir yana, halkın refahını artırmak için kullanılabilecek kaynaklar, araçların amaçları belirlediği sekiz yıllık bir yıpratma savasında heba olup gitti. Buna karsılık, sava sayesinde, Sünnî ve Siî Araplar arasında, Irak ulusal kimliği ekseninde bir birlik ve bütünlük duygusu gelisti. Böylesi bir uluslasma süreci, Irak gibi bir ülkede normal kosullarda belki onlarca yıl uğrasılsa da gerçeklestirilemezdi. 

Saddam Hüseyin liderliğindeki Baas yönetimi, sava sırasında ağır borç yükü 
altına giren Irak’ı bu yükten kurtarmanın kolay ve çabuk yolunun, Kuveyt’i isgal ederek bu ülkenin kaynaklarına el koymak olduğunu düsündü. Baas yönetiminin bu denli büyük bir hesap hatası yapmasının arkasında yatan etkenler ne olursa olsun, bu adım Irak halkı için tam bir yıkıma dönüstü. Daha İran–Irak Savasının yaraları sarılmadan yasanan Körfez Savası ve hemen ardından gelen 12 yıllık ambargo, ülkede ve toplumda giderilmesi olanaksız yaralar açtı. Irak halkının yıllarca maruz kaldığı ve hâlen yasamakta olduğu zulüm ve iskencelerin sorumluluğunun nereye kadar Saddam’a yüklenebileceği, ABD’nin pesine takılan, uluslar arası sistemin “uygar” sayılan ülke ve kurumlarının sorumluluktaki paylarının ne olduğu çok tartısılmıstır ve her hâlde daha uzun yıllar da tartışılacaktır. 
Ama bu tartışmaların yitik Iraklı kuşaklara hiçbir katkısı olmayacaktır. 

Amerikan isgali sonrasında Irak’ta iktidarını yitiren Sünnî Araplar olmustur. 
Dsgale karsı en sert direnişin Sünnî Arapların yasadığı bölgelerde gerçeklesmesi 
bundan ötürüdür. Direnişi sürdürenler, Baas Partisi’nin hâlen örgütlü oldukları 
anlaşılan ve her hâlde bazı dış desteklere de sahip olan üyeleridir. Ayrıca, ABD’nin öncülüğündeki isgal güçlerine karsı yürütülen savaşımda El Kaide ile bağlantılı olduğu ileri sürülen Ebu Musab Zerkavi’nin adı giderek ön plana çıkmaktadır. Amerikan güçleri, son bir yılda Zerkavi’yi yakalamak bahanesiyle basta Felluce olmak üzere pek çok Sünnî kent ve kasabasına operasyonlar düzenlediler. Operasyonlara hedef olan yerleşim birimleri yerle bir olurken, binlerce sivil yasamını yitirdi. Her biri ayrı bir katliama dönüşen bu operasyon  lar da Zerkavi ele geçirilemedi. 

Artık yasa dısı bir yer altı örgütü olan Baas dışında, Sünnî Arapları temsil 
eden iki örgüt göze çarpmaktadır. Bunlardan biri, tüm Orta Doğu’da şubeleri bulunan Müslüman Kardeşler adlı ılımlı Sünnî İslâm örgütünün Irak kolu olan Irak İslâm Partisidir. Muhsin Abdülhamid liderliğindeki parti, geçici yönetim konseyine üye vererek, iş birlikçi bir tutum sergilemiştir. Irak’lı Sünnîleri temsil eden ikinci örgüt, Bağdat Üniversitesi eski İslâm hukuku profesörlerinden Halit Süleyman el Dâri’nin liderliğindeki Müslüman Ulema Cemiyetidir. Bu örgüt, geçici yönetimle iş birliği yapmayı reddederek işgale ve iş birlikçilerine karsı tavır almıştır. 25 

Sünnî Araplar, 30 Ocak 2005’deki seçimleri boykot etmişlerdir. Boykota 
katılım, %80’ler düzeyinde gerçekleşmiştir. Bunun sonucunda Sünnî Arapların çok sınırlı biçimde temsil edildikleri bir meclis ortaya çıkmıştır. Ülkenin yeni anayasasını yapmakla görevli olan bu meclisin ve buradan çıkacak hükümetin işlevselliği kuskusuz çok tartışmalı olacaktır. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder