28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 12
3.1.6. ANA-YOL Hükümeti’nin Kuruluşu
24 Aralık 1995 tarihinde gerçekleştirilen erken genel seçimler, Türkiye siyasi tarihinin en önemli kilometre taşlarından birisi olmuştur (TBMM, 2012,
Bu seçimler sonrasında da siyasetin dalgalı atmosferi bir kez daha görülmüş olmakla beraber siyasi yaşamın parçalı seyri hala devam etmekte idi. Şöyle ki; Hürriyet Gazetesi 24 Aralık genel seçimlerini, “En Kritik Seçim” olarak vurgulamış, “Türk halkı, Cumhuriyete ve demokrasiye sahip çıktığını oylarıyla kanıtlayacak” şeklinde ifade etmiştir.
Özellikle 28 Şubat sürecinin başlangıcı olarak kabul edilen 24 Aralık 1995 genel seçimleri sonrasında RP: 158, DYP: 135, ANAP: 132, DSP: 76, CHP: 49 milletvekili çıkarmış olmakla beraber, ANAP saflarında seçime katılan BBP, toplamda 8 milletvekili çıkararak meclise sokmuş, %10’luk seçim barajını geçemeyen MHP (Milliyetçi Hareket Partisi) ise meclise girememiştir.
Yapılan bu seçimlerde RP’nin birinci parti olarak çıkması ve iktidara emin adımlarla yürüme politikası medyada “Rejim Sorunu” olarak ifade edilmiştir. Meclis Başkanlığı seçiminde ANAP ve DYP ile sol partiler tarafından RP’ye karşı ortak blok oluşturulmuş, neticede RP’nin adayı Aydın Menderes’in yerine, üçüncü parti olan ANAP’ın adayı olan Dr. Mustafa Kalemli Meclis Başkanlığına getirilmiş tir. Bu sonuç, RP açısından ilk yenilgi olarak değerlendirilmiştir (TBMM, 2012, s.946).
1996 yılının Mart ayına gelindiğinde hala hükümet kurulamamıştı. Cumhuriyetçi ve laik çevreler tarafından daima korkulu ve endişeli gözlerle bakılan Necmettin
Erbakan, RP’nin Genel Başkanıydı. Gözler RP lideri Necmettin Erbakan’ın üzerindeydi. Çünkü ilk ve tek başbakan adayı oydu (Birand, Yıldız, 2012, s.134).
Necmettin Erbakan, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den görevi alınca ilk yaptığı iş ANAP’ın kapısını çalmak ve koalisyona ikna etmek olmuştur. Nitekim 1995 genel seçimlerinden ikinci olarak çıkan parti DYP’si olmuştur. Temayüller gereği, Necmettin Erbakan’ın ilk önce DYP lideri Tansu Çiller ile görüşmesi gerekirken iki liderin seçim öncesi tartışmalarından ötürü iki lider arasında soğuk rüzgârlar esiyordu. Bu atmosfer ortamında Çiller’in, Erbakan’ı uyuşturucu kaçakçılığı ile suçlamasına kadar gitmiştir.
Bu sebeplerden ötürü ilk olarak RP lideri Necmettin Erbakan, ANAP’ın kapısını çalma gerekliliğini hissetmiş olmakla beraber görüşme gizlice Abdulkadir Aksu’nun evinde olmuştur. Bir müddet sonra ise iki siyasi parti arasında resmi boyutta görüşmeler başlamış idi. Ancak yapılan bu görüşmeler sonucunda Necmettin Erbakan ve ANAP lideri Mesut Yılmaz koalisyon konusunda anlaşamadılar.
RP’nin Genel Başkanı Necmettin Erbakan çareyi diğer parti liderleriyle görüşmekte aradıysa da kimse Erbakan ile görüşmek istemiyor hatta Erbakan ile görülmek bile istemiyordu. Bütün bu kötü gidişat gizli bir el tarafından yönlendirircesine bir atmosfer oluşturulmuş ve Erbakan çareyi görevi devretmekte buldu. Yaşanan bu olaylar üzerine Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 1995 genel seçimlerinde en çok oy alan ve mecliste en çok sayıda ikinci milletvekili bulunduran Tansu Çiller’e hükümeti kuma görevini vermiştir. Bunun üzerine siyaset atmosferi tam tersi bir havaya bürünmüş ve hemen herkes ANAP ve DYP koalisyonunu bekler olmuştur. Toplumsal çevreler, iş dünyası, medya başta olmak üzere hemen herkes bu koalisyonu bekliyor ve destekliyorlardı. Ancak bu samimi siyaset atmosferi uzun soluklu olmamış ve iki lider arasında “Kimin Başbakan Olacağı” tartışması patlak vermiş ve koalisyon gerçekleşememişti. Erbakan’dan sonra Çiller’de hükümeti kurma görevini yerine getirememişti. Tansu Çiller, hiçbir parti liderini ikna edememiş ve çabaları boşa çıkmıştı.
RP’nin Genel Başkanı Necmettin Erbakan ile başlayan hükümeti kurma görevi Tansu Çiller ile devam ettirmek isteyen Cumhurbaşkanı Demirel, Çiller’in de başarısız olması ile hükümeti kurma görevini ANAP lideri Mesut Yılmaz’a vermiştir. Siyaset asla boşluk kaldırmazdı. Günler haftalar geçiyor Türkiye hükümetsiz yaşıyordu (Birand, Yıldız, 2012, s.138). Sorun yine aynı sorundu. Refah Partisiz bir koalisyon ve hükümet kurulması idi. ANAP lideri ikinci kez RP’nin kapısını çalmaya hazırlanırken beklenmedik bir sürpriz gerçekleşmiş ve Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Meclis Başkanı Mustafa Kalemli’yi arayarak “DYP ve ANAP Koalisyonunun Kurulmasını” istemişti, bunun üzerine Kalemli, ANAP lideri Mesut Yılmaz’ı aradı ve olanları anlattı artık ağır güçler Yılmaz’ı, Tansu Çiller’le Ana-Yol Koalisyonuna itiyordu (Birand, Yıldız, 2012, s.139).
RP ise bu koalisyonu istemiyor ve ilk amaç bu koalisyonun önlenmesiydi. Sonunda siyasi atmosfer bir nebzede olsa durulmaya başlamış ve Çiller-Yılmaz
önderliğimde “Ana-Yol Hükümeti” kurulmuştu. Bu koalisyon sonucunda bir de siyasi kavram ortaya çıktı ki “Dönüşümlü Başkanlık” sistemi idi. Kurulan koalisyon ittifakında ilk önce Mesut Yılmaz Başbakan olacak, sonra başbakanlık görevini Tansu Çiller’e devredecekti.
Dönüşümlü Başbakanlık esasına dayalı hükümet protokolü 3 Mart 1996 günü imzalanmış, Ana-Yol Hükümeti Cumhurbaşkanı tarafından 6 Mart günü onaylanmıştır.
Hürriyet Gazetesi’nde Ana-Yol Hükümeti, “Umut Hükümeti” olarak tanımlanırken, Milliyet Gazetesinde “Tarihi Uzlaşma” manşeti atılmış; Akit Gazetesinde ise “Zoraki İzdivaç” tanımı kullanılmıştır (TBMM, 2012, s.947).
Seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ın Başbakanlığında kurulan ANAP-DYP Koalisyon Hükümeti 6 Mart 1996 - 28
Haziran 1996 tarihleri arasında görev yapmıştır. Seçimlerden sonra, koltuk sayısı bakımından 2. parti olan DYP ile kurduğu Ana-Yol Hükümeti ancak 3 ay kadar sürmüş, Başbakan Yılmaz’ın 4 Haziran’da Cumhurbaşkanı Demirel’e istifasını sunmasıyla Ana-Yol Hükümeti 6 Haziran 1996 tarihinde sona ermiştir. Böylece bu koalisyonun siyasi ömrü yaklaşık 3 ay sürebilmiş, ülke yeniden hükümet kurma tartışmaları içine sürüklenmiştir (TBMM, 2012, s.948). RP’nin Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuru sonucunda Ana-Yol Hükümeti’nin güven oylaması iptal edilmiştir. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 7 Haziran’da kabineyi kurma görevini RP lideri Necmettin Erbakan’a vermiştir. Süleyman Demirel’in hükümeti kurma görevini, Meclis’teki en büyük grup olması nedeniyle 28 Haziran 1996’da Erbakan’a vermesi, “Erbakan’ın da DYP lideri Tansu Çiller'le anlaşacağının belli olmasına bağlı bir olaydı” şeklinde yorumlanmıştır (Özgan, 2008, s.61).
KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;
http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1
************************
28 ŞUBAT ASKERİ DARBESİ, Cumhuriyet Tarihi, ANAYOL HÜKÜMETİ, Demokrasi, Eğitim, İsmail GÜLMEZ, Post Modern Darbe, TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 13
3.2. 28 Şubat Süreci ve Refah-Yol Hükümeti Döneminde ki Gelişmeler
28 Şubat süreci, 28 Şubat 1997 tarihinde gerçekleştirilen MGK’da alınan kararların uygulama sürecine konulmasıyla başlayan dönemi ifade etmekle beraber, söz konusu sürecin öncesine DYP ve RP arasında 8 Temmuz 1996 yılında kurulan koalisyon hükümetiyle beraber adım adım yaklaşılan bir süreç olarak düşünülebilir. Refah-Yol koalisyon hükümetinin kuruluşunu takip eden zaman diliminde hükümetin, özellikle RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın bir takım tercihleri, 28 Şubat sürecinin başlamasının nedenleri olarak ortaya konmaktadır (Dilaveroğlu, 2011, s.78).
Adını 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan MGK toplantısından alan ve Cumhuriyet tarihine “post-modern” darbe diye geçen bu süreç (Erdoğan, 1999, s.5) Türkiye’nin yakın tarihindeki önemli dönemlerden biri olarak değerlendirilmek tedir. Sistematik olarak 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 tarihlerinde yapılan ve klasik darbeler olarak bilinen “askeri müdahaleler” olarak da nitelenen olayların amaç olarak bir benzeri, nitelik olarak ise ötesi olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenle hem 28 Şubat’ı destekleyen hem de süreci eleştirenler bu dönemle ilgili olarak “post-modern” tanımını kullanmakta bir engel görmemektedirler. Neden bu tanımın kullanıldığıysa, medyanın bu dönemde almış olduğu tavır ve medya organlarının süreçte yüklendiği görevle doğrudan bağlantılıdır. Buradaki “post-modern” ibaresi daha çok, yapılan
askeri müdahale sürecinde medyanın üstlendiği ve oynadığı rol ve yaptığı katkıya binaen kullanılmıştır. Bu dönem; siyasi partiler, Cumhurbaşkanı, TSK ve MGK, Anayasa Mahkemesi, üniversiteler, meslek teşekkülleri, sivil toplum kuruluşları ve medyanın hem sistem içindeki gerçek rollerini hem de daha özel olarak ülkeyi olağan dışı bir rejime sürüklemedeki katkılarının anlaşılması açısından bir tür laboratuvar olarak da yorumlanmaktadır. Bu dönemin yaşanmasında özellikle medyanın oynadığı ve üstlendiği “rol” özel olarak değerlendirilmektedir (Erdoğan, 1999, s.5).
Her şeyden önce “28 Şubat süreci nedir?” sorusunun tek bir cevabı yoktur; aksine pek çok cevabı vardır. 28 Şubat sürecine ve yaşanan olaylara nereden
baktığımıza, aktörleri arasında yer alıp almadığımıza, sürecin maliyetlerinden ne kadar etkilendiğimize, daha genelde de demokratik sürece dışarıdan müdahaleye ilke olarak sıcak bakıp bakmadığımıza bağlı olarak vereceğimiz cevabın değişmesi kaçınılmazdır. Nitekim bu süreç aktörlerinden bazılarına göre “Demokrasiye balans ayarı yapmaktır”
(Öcal, 2009, s.15). Böylece ülkede şeriat ve irticanın etkisi altına girmiş olan demokrasi, 28 Şubat süreci ile tekrar olması gereken yere çekilmiştir.
28 Şubat süreci uzun yıllar devam etmiş ve hala devam etmekle beraber bu süreç kimilerine göre “post-modern” darbe olarak nitelendirilmiştir. Kimilerine göre ise herhangi bir güç unsuru olmadan silahlar konuşmadan askerler siyasete müdahale etmiş ve iktidarı değiştirmiş olmakla beraber geleneksel ve klasik darbe araçlarını kullanılmadan aynı sonuçları elde edilmiştir. Yine 28 Şubat’ın mimarlarına göre 28 Şubat 1997 MGK Kararları bir askeri darbeyi önleme hareketi olarak ifade edilmiş ve Hükümet politikaları, dış ilişkiler, sosyal ve siyasal olaylar, irtica ve şeriat söylemleri vb. gibi olaylarla gelmekte olan askeri darbe alınan önlemler sayesinde engellenmiştir. Bazılarına göre ise 28 Şubat süreci sivil bir darbe olarak nitelendirilmiştir. Askeri-sivil bürokrasi, medya ve iş dünyası irtica tehdidi ve laikliğin elden gitmesine karşı el ele vermiş, mevcut iktidara karşı direnişe geçmiş ve yönetimi değiştirmeyi başarmıştır. Yine bir başka görüşe göre ise 28 Şubat bir darbe değildir; zira Meclis kapatılmamış,
partiler (bir-ikisi dışında) yerinde kalmış, anayasa lağvedilmemiş ve dolayısıyla darbenin tipik şartları gerçekleşmemişti (Kongar, 2000, s. 89-112).
28 Şubat süreci hem o dönem iktidardaki Refah-Yol Hükümeti için hem de Türk demokrasisi için bir dönüm noktası niteliğindeydi. Bu yeni dönemde ordu aktif bir şekilde siyasete ve sivil hayata karışmaya başlamıştı. Bunu irtica brifingleriyle, sivil toplum kuruluşlarıyla yaptıkları görüşmelerle ve gizli bir şekilde yürüttükleri politikalarla gerçekleştirmekte idiler. Ordudaki Tuğ generaller, Generaller, Komutanlar, Refah-Yol Hükümetine özelliklede RP’ye ateş püskürmek teydi. Bunu kimi zaman kapalı kapılar ardında yapmaktaydılar, kimi zamanda medyaya açık bir şekilde verdikleri demeçlerle gerçekleştirmek teydiler (Özer, 2011, s.89).
28 Şubat süreci her ne kadar 28 Şubat 1997 tarihindeki MGK kararlarıyla fiilen başlamış görünse de gerçekte başlangıç tarihi olarak, 1950'de DP’nin iktidara gelişine kadar geriye götürülebilir. TSK, irtica ve şeriat tehdidini her zaman göz önünde bulundurmuş, tüm iktidarlara bunu özenle aktarmayı sürdürmüştür. Ancak 28 Şubat 1997’de bu ilgi ilk kez bir yaptırım şeklinde ortaya çıkmıştır. 28 Şubat Kararları her ne kadar bölücülüğü, ırkçılığı, organize suçları içeriyorsa da, medyanın yönlendirmesi ve kamuoyu dikkatinin özellikle bu konu üzerinde odaklanması ağırlıklı olarak irticayı hedef alan, hatta sürecin sırf irticaya yönelik başlatıldığı izlenimini uyandıran bir süreç gözlenmektedir (Bölügiray, 1999, s. 30-33).
KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;
http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1
13 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDCKTİR
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder