30 Temmuz 2017 Pazar

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 14

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 14

3.2.1.3. 28 Şubat Sürecinin Siyasi Nedenleri 

“28 Şubat bir süreç midir, darbe midir” sorusu son birkaç yıla kadar tam olarak cevaplanabilmiş değildi, zira etkisi ne kadar yoğun hissedilse de askeri müdahale öncekilerden farklı bir biçimde gerçekleşmiş ve yaşananların bir darbe olarak algılanması zaman almıştır. Nitekim 1 Mart 1997 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Muhtıra Gibi Tavsiye” başlığı ile MGK toplantısı sonucu verilmiştir (Erdin, 2010, s.187). 
28 Şubat 1997 tarihinde muhtıra yayınlanmasına rağmen aynı yılın yazında darbe beklentileri olduğuna dair haberler gündeme gelmiştir. 
28 Şubat nedir sorusunu sorduğumuzda 28 Şubat 1997 tarihinde yayınlanan askeri muhtıra ile başlayan süreç cevabını verebiliriz. Elbette bu yeterli bir 
açıklama değildir, zira öncesinde ve sonrasında yaşananlar bu süreci anlamlı ve anlaşılır kılacaktır. 
Söz konusu süreci anlamak için bazı yazarlar, Cumhuriyet’in kuruluşu ve çok partili döneme geçişe kadar gitmektedirler, çünkü Cumhuriyet tarihimizde defalarca darbe deneyimi yaşanmış ve bu deneyimler çok partili döneme geçtikten sonra meydana gelmiştir (Akın, 2011, Bu dönemi hazırlayan koşullar başta olmak üzere, 28 Şubat’ın ne zaman ve nasıl başladığı incelenecek ve sürecin gelişim safhaları ele alınıp anlatılacaktır. 

3.2.1.4. Refah-Yol Hükümeti döneminde ki önemli siyasi ve sosyal olaylar 

Ana-Yol Hükümeti’nin sona ermesi üzerine, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, hükümeti kurma görevini seçimlerde en yüksek oyu alan RP lideri 
Necmettin Erbakan’a vermesiyle Türkiye siyasi tansiyonu yüksek yeni bir döneme girmiştir (TBMM, 2012, s.949). Erbakan’ın temaslarında RP ve DYP arasındaki görüşmelerde ilerleme kaydedildiğinin ortaya çıkması üzerine zaman içersin de nihayet 28 Haziran 1996 tarihinde iki lider iki yıl Erbakan’ın iki yılda Çiller’in Başbakanlık yapacağı “Dönüşümlü Başbakanlık” sistemi üzerinde anlaşılması ve seçime Çiller’in Başbakanlığında gidilmesi koşuluyla, öncelik Erbakan’a verilmiştir. Erbakan Başbakan, Çiller’de Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olacaktır (Gürses, 2009, s.115). 

Refah-Yol Hükümeti bu anlaşma neticesinde kurulmuş olmakla beraber, Türkiye siyaseti yeni bir döneme yelken açmış ve derin sularda yüzme zamanı gelmiştir. 
Özellikle bu koalisyon, Türkiye’nin yeni bir döneme girdiğini göstermekle beraber, ülkenin siyasi tansiyonunun çok yüksek olacağı yılları da beraberinde getirecektir. 

3.2.1.5. Toplumda hassasiyet yaratan olaylar 

Hürriyet gazetesi 9 Temmuz 1996 günkü sayısında “Refah İktidarda” manşetinin altında, “74 yıllık Türkiye Cumhuriyeti ilk kez genel seçimde % 21 oy alabilen  “İslamcı” bir partinin yönetimine geldi” yorumunda bulunması (9 Temmuz 1996, Hürriyet) Refah-Yol döneminin nasıl geçeceğini göstermekle beraber özellikle toplumsal olayları da akabinde getirecektir. Refah-Yol iktidarı ile birlikte Türkiye’de laiklik tartışmalarının başlaması, Necmettin Erbakan’ın Başbakanlık görevini almasının ardından tebrik için ziyarete gelenlerin önceki dönemlerde başbakanları ziyarete gelenlerden farklı bir görünüm arz etmeleri bu tartışmalara zemin hazırlarmıştır (Gürses, 2012, s.116). Çünkü RP’li iktidar bu gidişle sistemin tüm kilit noktalarına çomak sokarak, bütün dengeleri alt üst edecek gibi görünmekteydi (Bayramoğlu, 2007, s.70). Refah-Yol Hükümeti iktidara gelir gelmez, bazı camilerin önünde özellikle Cuma günlerinde bazı aşırı uç gruplar tarafından çeşitli eylemler düzenlenmeye başlamıştır. 6 Ekim 1996 tarihinde Ankara Kocatepe Camii’nde zikir çekerek “Şeriat İsteriz” şeklinde bağıran sakallı, cüppeli ve asalı Acz-i Mendi görüntüleri, günlerce televizyon ve gazetelerde yayımlanmıştır (Komisyon, 2012, s.50). 

Bunlardan en dikkat çekici olanı, Acz-i Mendiler olmuştur. Özellikle Türkiye kamuoyu Acz-i Mendileri o zamanlarda tanıdı. Toplumsal anlamda büyük bir grup olmayan Aczi Mendiler ellerindeki asalar ve garip giyimleri ile hemen dikkat çekmekteydiler. Özellikle 1996 yılının sonlarına doğru bu marjinal gruplara düzenlenen polis baskını bütün olanları ve yaşananları gözler önüne sermiş ve Türkiye 1997 yılına Acz-i Mendilerin seks skandalı ile girmişti. Polisin 28 Aralık1996 günü gazeteciler ve kameralar ile beraber bir eve düzenlemiş olduğu baskın sonrasında Acz-i Mendilerin şeyhi ve lideri konumunda bulunan Müslüm Gündüz isimli bir şahsı, Fadime Şahin isimli bir genç kız ile beraber yakalanması sonucu toplumda büyük bir endişe ve korku hâsıl olmuştu. Fadime Şahin hakkında, imam nikâhlı eşim diyen Acz-i Mendilerin lideri Şeyh Müslüm Gündüz din istismarı başta olmak üzere, halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek suçlarından kesinleşmiş 2 yıl hapis cezası bulunuyordu. Acz-i Mendilerin lideri Şeyh Müslüm Gündüz “Kemalizm’in ve Laikliğin” mutlak düşmanıydı (Birand, Yıldız, 2012, s.187). 


Yaşanan bu baskın olayından sonra Acz-i Mendilerin lideri konumunda bulunan Müslüm Gündüz tutuklanıp cezaevine gönderilirken onun kurbanı olan Fadime Şahin ise TV (Televizyon) kanallarını dolaşıyor ve tarikat şeyhlerinin tuzağına nasıl düştüğünü anlatıyordu. Fadime Şahin, İslam dinini öğrenmek için gittiği şeyh Ali Kalkancı tarafından istismara uğramış ve Kalkancı, kendisine sahte dini nikâh kıymış ve bir müddet sonra “Boş ol”! demişti, sonrasında ise içine düştüğü bu durumdan kurtulmak için Acz-i Mendilerin lideri olan Müslüm Gündüz’e gitmiş ve yine onunda kötü tuzağına düşmüştü. İstediği ise kendisine bu kötülükleri yapan din istismarcılarının bir an önce yargılanmaları ve cezalarını çekmeleriydi. 

Türk kamuoyu ise olanları ekranlardan seyrederken Fadime Şahin’i anlamaya çalışıyordu. CHP’li kadın milletvekilleri Fadime Şahin’e sahip çıkmıştı. Özellikle 
tarikat şeyhlerinin isimlerinin seks skandalı ile anılmaya başlaması ve toplumda oluşturulmak istenen tarikat zihniyetinin boşa çıkmasını sağlamış ve bu yaşanan 
olaylardan dolaylı Refah Partisi dolaylı bir şekilde etkilenmiştir. 

Fadime Şahin, iki tarikat liderinden de şikâyetçi olmuş ve suç duyurusunda bulunmuştur. Yapılan bu şikâyet ardından iki şeyh de yargılanıp mahkûm olmuştur. 
Yaşanan bu olay kısa zaman da Türk kamuoyunu etkisi altına aldığı gibi siyaset yaşamını da etkisi altına almıştır. 

Bu gösterilerin zamanlama olarak Başbakan’ın Libya gezisine denk gelmesi bu yayınların etkisinin artmasına yol açmıştır. 20 Ekim tarihinde yine aynı yerde gösteri yaparak, Atatürk’e hakaret eden yüz civarındaki Acz-i Mendi gözaltına alınmıştır. Bu olayların 28 Şubat sürecini tetikleyen kurgulanmış olaylar olduğu, Acz-i Mendiler, Fadime Şahin, Ali Kalkancı gibi isimlerin provokasyon amaçlı kullanılmış oldukları yapılan tetkiklerde görülmüştür (TBMM, 2012, s.950). 

3.2.1.6. Susurluk Olayı ve “ Aydınlık için bir Dakika karanlık ” eylemleri 

Türkiye 28 Şubat süreci içerisine girerken, ülkede karanlık güçler iş başındaydı. Ülke adeta içten içe kaynıyordu (Birand, Yıldız, 2012, s.165). Özellikle ülkenin siyaset gündeminde yeni kurulan Refah-Yol Hükümeti, Başbakan Erbakan’ın siyaset ve sivil toplum kuruluşları ile olan ilişkileri ve toplumda irtica ve hassasiyet yaratan olaylar tartışılırken, tüm dikkatler hep bu yönde toplanmış iken, siyaset ve devletteki bu çıkmaz ilişki sarmalı Susurluk Olayı ile daha da farklı bir anlam ve önem kazanmış idi. 

Susurluk ilçesi, 3 Kasım 1996'dan sonra Türk siyaset tarihine mal olmuştur. 3 Kasım 1996 akşamı saat 19.25'te 06 AC 600 plakalı Mercedes marka bir otomobil, 20 RC 721 plakalı bir kamyonla çarpışmış, aracı kullanan eski İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ'la birlikte, kırmızı İnterpol bülteniyle aranan ülkücü kökenli Abdullah Çatlı ve onun sevgilisi olduğu söylenen Gonca Us olay yerinde ölmüşlerdir. 

Mercedes'in plakasının (06 AC 600) Abdullah Çatlı'ya tahsis edildiğini çağrıştırmaktadır. Abdullah Çatlı ve sevgilisi Mehmet ve Melahat Özbay sahte 
kimliğiyle seyahat etmektedirler. Olay duyulunca Ankara'da çok sayıda işadamı, ara sıra görüştükleri Özbay'ın aslında Çatlı olduğunu öğrenmişlerdir. Dönemin İçişleri Bakanı ise Mehmet Ağar’dır. Mehmet Ağar'ın adı Susurluk Olayında kazadan sağ kurtulan kişi aracılığıyla karışmıştır. DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak, yaralı kurtulmuştur. 
Bucak aşireti Güneydoğu'da PKK'ya karşı devlet güvenlik güçlerinden yana saf tutmuş bir aşirettir. Mehmet Ağar'ın bu birlikteliği, suçluları güvenlik kuvvetlerine teslim etmeye götürüyorlardı diye açıklaması kamuoyunu tatmin etmemiş, daha da kızdırmıştır (Özgan, 2008, s.65). 

O dönem yaşanan pek çok olay koalisyonun RP’si kanadını, Susurluk Skandalı da DYP kanadını yıpratmış, üzerlerinde kamuoyu baskısı oluşturmuştur. Medyanın 
olaydan haberi olduğu andan itibaren bir Susurluk algısı yaratılmış, kaza sonrasının gerçek görüntüleri ile canlandırmalar birleştirilmiş ve ortaya çıkan mizansenler ekrandan yayınlanmaya başlanmıştır. Medyanın her geçen gün güçlendiği bu çağda, olaylar medyanın ona atfettiği kadar önemli sayılmakta ve onun verdiği isimlerle anılmaktadır. “Susurluk Skandalı’na” ismini veren medya, “polis-mafya-siyaset üçgeni” tabirini de kullanıma sokmuştur (Arikan, 2010, s.92-93). 

Bu olayın ardından, basın organlarında, “derin devlet” ve “devlet-mafya-siyaset 
üçgeni” iddiaları tartışılmaya başlanmıştır. Bu olayın içinde DYP’li bir vekilin olması, Tansu Çiller’in kazadan yaralı olarak kurtulan Sedat Bucak’ı hastanede ziyaret etmesi, ölen Abdullah Çatlı için TBMM Genel Kurulu’nda “Devlet için kurşun atan da, kurşun yiyen de bizim için şereflidir” şeklindeki sözleri, basın yayın organlarında eleştirilmiştir 

(TBMM, 2012, s.950-51). Bu gelişmeler ile beraber Türkiye “polis-mafya-siyaset” gündemleri ile açığa çıkan olaylarla beraber siyaset tansiyonu daha da yükselmiş, TBMM’ de ki muhalefet grupları Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller’in devlet içerisinde ki kirli işleri açıklamaya çağırmışlardı. 

DYP ile bağlantılı kişilerin Susurluk Skandalı’nda isimlerinin geçmesi nedeniyle 
partinin bu konuyu savunarak sahiplenmesi; Parti Genel Başkanı ve Başbakan 
Yardımcısı Tansu Çiller’in kazada yaralanmış olan milletvekili Sedat Bucak’ı hastanede ziyaret etmesi, kazada ölen Abdullah Çatlı için “Devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de bizim için şereflidir” (Akpınar, 2001, s.128) demesi koalisyonun bu kanadını yıpratmıştır. RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan da olaya “fasa fiso” diyerek yaklaşmıştır (Donat, 1999, s.339). Kendi partisi ile doğrudan ilgisi neredeyse hiç olmayan bu olay Necmettin Erbakan’ın bu şekilde müdahil olması koalisyonu korumak amaçlı olarak algılanabilir. Erbakan ve kurduğu hükümetin çeşitli nedenlerle ters düştüğü büyük medya yapılanmaları hükümetle aralarındaki problemler nedeniyle bu ifadeleri kullanmışlar ve halkta tepki oluşturmaya çalışmışlardır (Arikan, 2010, s.93). 

Necmettin Erbakan’ın, bu gelişmeler karşısında, basında çıkan haberler için 
“fasa fiso” diyerek, olayı “medyanın abarttığını” öne sürmesi bu kez RP’nin 
eleştirilmesine neden olmuştur. Erbakan’ın koalisyon ortağını korumak için bu sözleri sarf ettiği öne sürülmüştür. 

Bu gelişmeler üzerine Tansu Çiller, skandala adı karışan İçişleri Bakanı ve eski 
Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın istifasını istemiştir. ANAP lideri Mesut 
Yılmaz, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den DDK’ın (Devlet Denetleme Kurulu) görevlendirilmesini istemiş; ancak Demirel “sistemin işletilmesi” gerektiğini söyleyerek, talebi geri çevirmiştir. Müteakip günlerde, Mesut Yılmaz, Almanya gezisi sonrası uğradığı Budapeşte’de kaldığı otelde kimliği belirsiz bir kişinin yumruklu saldırısına uğramıştır. Neticede, daha önce, Necmettin Erbakan’ın Libya gezisine ilişkin kararnameyi imzalamamasından dolayı parti içinde gerginliğe yol açan Mehmet Ağar, 8 Kasım 2006’da “Herhalde Kaddafi memnun olmuştur” diyerek istifasını sunmuş ve yerine Meral Akşener getirilmiştir. Akşener’in ilk işinin Ağar’ın imzalamadığı Erbakan’ın Libya gezisi kararnamesinin imzalanması olduğu öne sürülmüştür (TBMM, 2012, s.951). 

Susurluk Olayını araştırmak için 13 Kasım 1996’da üç ay görev yapacak olan 
“Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu” kurulmuştur. Bu komisyonun başkanı 
Mehmet Elkatmış; “Susurluk Olayının arkasında JİTEM’in olabileceğini işaret etmiş ve Başbakanlık Teftiş Kurulu bu konu ile hazırlanan raporunun bir bölümünü devlet sırrı olduğunu” iddia etmiş ve yayımlamamıştır. 

9 Ocak 1997 tarihinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile Çankaya 
Köşkü'nde bir görüşme yapan Başbakan Necmettin Erbakan, Susurluk kazasıyla ilgili olarak Başbakanlık Teftiş Kurulu'nca hazırlanan raporun Süleyman Demirel’e sunulduğunu söylemiştir. Susurluk konusunda orduya yönelik açıklamalar yapan Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Vekili Hanefi Avcı mahkeme kararıyla tutuklanmıştır (TBMM, 2012, s.951). Yaşanan bu gelişmeler üzerine Başbakan Erbakan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı'yı ziyaret etmiştir. Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın 10 Ocak 1997’de düzenlemiş olduğu basın toplantısında Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun hazırlamış olduğu Susurluk Raporu hakkında bilgi vermiştir. Başbakan Necmettin Erbakan ayrıca Susurluk Dosyasını araştırmak üzere MİT’e bir rapor hazırlatmış ve bu rapor sadece mecliste grubu bulunan parti başkanlarına verilmiştir. 

Bu konuyla ilgili araştırma ve soruşturmaların ağır yürümesinden dolayı o 
döneme kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin en pasif ama en etkili protestosu gerçekleşti. “Yurttaş Girişimi” tarafından organize edilen “ 1 dakika karanlık eylemi” hak, hukuk, demokrasi, özgürlük, zulme karşı mücadele söylemleriyle iktidara gelen RP’ne daha doğrusu bu kirli ilişkileri açığa çıkaramayan sisteme karşı düzenlenmişti (Aksoy, 2000, s.185). Bu eylemler İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde başlayıp tüm yurda yayılan bir eylem haline gelmişti, elinde siyasi bir gücü olmayan ve sistem karşısında her zaman ezilen kesimler bu pasif ama etkili eylem yoluna gitmişlerdir. Başbakan Erbakan bu eylemi “çocukça bir davranış” olarak nitelemiştir. Böylece devletin içine sinmiş bu çetelerle uğraşılmayacağının ilk sinyallerini vermiştir. O dönemdeki konuşması şöyledir; “Denizde damla bile değiller. Aklı başında insanlar böyle şeyler 
yapmaz. Bir insan hasetten yapacak bir şey bulamazsa elektriği kapatır. Birkaç nasipsiz insanın yapacağı bu tür şeylerden etkilenmeyiz. Etkilenenler zayıf insanlardır. Bunun etkisinde kalıp farfarayla bunu yaymak, aynı şekilde hata ve suçtur. 70 milyonluk Türkiye böyle fesatlarla yerinden oynamaz” (Özer, 2011, s.56). 

Bu süreçte Susurluk Skandalı ile ilişkilendirilerek ve büyük bir medya desteğini 
de arkasına alarak gerçekleştirilen eylemler düzenlenmiştir. Bunlardan en dikkat çekeni her akşam saat 21.00’de yapılmakta olan ışık açma ve kapama eylemleri olmuştur (Arıkan, 2010, s.93). Susurluk Olayı ile toplum ilk defa ciddi olarak harekete geçmiş olmakla beraber, Susurluk skandalı toplumda yaygın bir infiale sebep olmuş; skandalın üzerinin örtüldüğünü düşünen “Yurttaş Girişimi” adı verilen bir grup aydın tarafından 1-29 Şubat 1997 tarihlerinde yürütülen “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” adlı kampanyalarla, Susurluk’ta açığa çıktığı öne sürülen “derin devlet” hedef alınmıştır. Ancak, Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın bu eylemi “mum söndü” ’ye benzetmesi, başta Alevi vatandaşlarımız olmak üzere, toplumun geniş kesimlerinde infiale sebep olmuş; böylece protestolar özellikle Refah Partisi’nin aleyhine dönük kampanyaya  dönüş türülmüştür (Komisyon, 2012, s.52). 

“Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” olarak tanıtılan bu eylemle hem 
Susurluk’la açığa çıkmış gibi gösterilen “derin devlete” karşı durulmakta hem de - açıkça ifade edilmemekle birlikte - “siyasal İslam = karanlık” önermesi vatandaşın zihinlerine kodlanmaktadır. O dönem İstanbul merkezli büyük medyanın - özellikle de televizyon kanallarının ana haber bültenlerinin eylem saatinde canlı yayınla - verdiği destekle bu eylem yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Susurluk Skandalı o dönemin konjonktürüne uymamakla birlikte medya tarafından, hükümetin yanlış adımlarının da verdiği fırsatlarla, iyi şekilde kullanılmış ve kamuoyu oluşturulmasına yardımcı olmuştur (Arikan, 2010, s.93). 

İstanbullu avukat Ergin Cinmen önderliğinde başlayan bağımsız yurttaşlar 
girişiminin çağrısıyla, “Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemleri Susurluk 
kazasıyla aydınlanan devlet içindeki çeteleşmenin ortaya çıkarılıp cezalandır ılmasını isteyenleri, Şubat ayı boyunca her akşam saat 21.00'da bir dakika boyunca evlerinin ışıklarını kapatarak pasif protestoya çağırmıştır. Eylem, daha başladığı gün yalnızca Susurluk'un açığa çıkarılması değil, Refah-Yol dönemindeki tüm uygulamaları protestoya dönüşmüştür (Özgan, 2008, s.66). Yapılan bu eylem ve protestoların RP ile bir ilgisi yoktur. Ancak Erbakan’ın ortağı Çiller’i koruyabilmek için eylemleri eleştirmesi askeri lojmanları da eylemlere müdahil eden ve bir anda eylemin mecrasını değiştirip tepkileri RP’ne döndüren bir gelişme halini almıştır (Opçin, 2004, s. 82). 


Özellikle Susurluk Olayı ile başlayan bu süreç “Aydınlık İçin Bir Dakika 
Karanlık” eylem ve protestoları ile devam etmiştir. Bu dönem içerisinde ki Refah-Yol Hükümeti’nin icraat ve faaliyetlerine bakacak olursak; toplumda hâsıl olan ve uzun süredir devam eden istikrarsız yönetim biçimi ve toplumsal bütünleşmenin 
sağlanamaması ve bu olumsuzlukların siyasi yaşama taşınmasını beraberinde 
getirmiştir. Bu ışıkları söndürme eylemi hiç şüphesiz ki Türkiye tarihinin ilk ve en büyük sivil toplum olayı olmakla birlikte tüm Türkiye’ye yayılamamıştır, genellikle büyük şehirlerde destek bulmuştur. Fakat bu hareketin tüm Türkiye’ye yayılmaması hareketin fazla abartıldığı izlenimini vermekteydi. Beklide Refah-Yol’ un bu eylemi pek hesaba katmamalarının nedeni de budur (Bölügiray, 1999, s.25). Bununla beraber ülkede ki siyasi istikrarsızlık ve yönetim boşluğu diğer partiler tarafından da tepkiyle karşılanmış ve toplumsal kutuplaşmaları da beraberinde getirmiştir. Böyle bir toplumsal gerilim ve kutuplaşmanın olması, başta Refah-Yol Hükümeti olmak üzere diğer partiler tarafından da acilen çözüm bekleyen konular arasında yerini almıştır. 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1

15 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder