Süreç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Süreç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Aralık 2020 Pazartesi

ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ BARIŞ SÜRECİNDE SORUNLAR VE ÇÖZÜMLERİ

ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ BARIŞ SÜRECİNDE SORUNLAR VE ÇÖZÜMLERİ


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
05.05.2013 
 
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ, SÜREÇ ,BARIŞ  SÜRECİNDE , SORUNLAR , ÇÖZÜMLER, Feyzi Çelik , Öcalan, Kürdistan , Anadolu,

21 Mart 2013 Çok önemli bir gündür. Milyonların huzurunda yapılan çağrı ile demokratik siyasete geçildiğinin ilanıdır. Bu çağrı KCK’den BDP’ye, Türkiye’den Ortadoğu’ya, Avrupa’dan ABD’ye kadar tüm aktörleri ilgilendiren bir çağrıdır. Bu çağrı ile yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemin adını da Öcalan koymuştur: “Demokratik siyaset”

Esasında yüzyıllara dayalı Kürt sorunun son otuz yıllık dönemde yeni bir boyut kazanmıştır. Kürt sorununu çözemeyen Türkiye’nin demokratikleşmeyeceği ortaya çıkmıştır. Bunu en çok dile getirenler de Kürt siyasal hareketi olmuştur. 1993’te Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olduğu dönemde PKK’nin ateşkes ilan ederek barışta istekli olduğunu göstermiştir. 

Bu çaba o dönemde “derin devlet” olarak ifade edilen güçlerce engellenmiş, telafisi imkansız hasarlara neden olmuştur.
Kürtlerin özgürlüğünün sağlanması, Türkiye’nin özgürleşmesi ve demokratikleşme si ile doğrudan bağlantılıdır. AKP’nin küresel güçlerin desteğini arkasına alarak oluşturmak istediği muhafazakar otoriteliğe doğru kaymayı engelleyecek en önemli güç yine Kürt siyasetidir. Kürt siyasetinin AKP ile geliştirmek istediği diyalog ve müzakere durumu buna karşı çıkışıyla çelişmez. 

Ancak bunu gerçekleştirmeyi sadece Kürt siyasetinden ve AKP’den beklemek yeterli değildir. Demokratik siyasetin anlamlı olabilmesi için toplumun tüm kesimlerini kapsaması gereklidir. Bu da demokratik siyaset aktörleri önünde önemli bir görev olarak durmaktadır. Kalıcı bir barışın sağlanması bu katılımı zorunlu hale getirmektedir. Kürt siyaset çevreleri AKP ile barış görüşmeleri yaparken yalnız bırakılmaması gerekiyor. Silahlı dönemin kapatılıp, demokratik siyasetin yolunun açılması sol, sosyalist ve Aleviler için büyük bir fırsattır. Kürt siyaseti ile bu kesimler arasında oluşturulan ortak payda daha da büyüyecektir. Konuya, AKP karşıtlığı penceresinden bakarak Kürt siyasetinden kaçmamaları gerekmektedir. Bu tavır, klasik laik/ulusalcı tavırdır. Bu da CHP ile birlikte hareket etmek etmenin ötesinde CHP’nin barış süreci içinde yer almayışına da meşruiyet kazandırmaktadır. Halbuki sol, sosyalist ve Aleviler barış sürecine destek verdikçe CHP de destek vermek için cesaret kazanacaktır. Bu da CHP içinde nasyonal solcuların etkinliklerini artıracaktır.

Öcalan, “Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Bu mücadeleyi bırakma değil, daha farklı bir mücadeleyi başlatmadır.” Cümlesi ile tasfiyeciliğe dönüşme ihtimaline gerçek bir cevap verilmiştir. Öcalan, tasfiyeden bir başlangıç çıkamayacağını bilecek kadar tecrübeli bir siyasetçidir. Çağrının bu bölümünün muhatabı Kürtlerdir. Demokratik siyasetin kolay olmayacağı konusunda Kürtleri uyarmakta, Kürtlerin bu yeni sürece kendilerini uyarlamaları gerektiği üzerinde durmaktadır. Yeni başlangıçlar yeni anlayış, yeni politika, yeni aktörlerle olabilir. Bu açıdan bakıldığında çağrının yukarıdaki bölümü doğrudan doğruya Kürtleredir.

Öcalan, Kürdistan ve Anadolu gerçekliğini ifade ederek Kürdistan ve Anadolu’nun özgünlüğünü ortaya koymuştur. Din/mezhep/köken tanımı yapmadan “tüm halkların ve Kültürlerin eşit, özgür ve demokratik ülkesinin oluşmasını” hedeflemiştir. Bu aynı zamanda yeni Anayasa’nın temel felsefesini oluşturacaktır. Çerçeveyi de “Türkiye Halkı” olarak koymuştur. Vatanın adı da Türkiye’dir.
Bin yıllık “İslam bayrağı” altında yaşamın olduğu tarihi bir gerçek ise de pratikte bunun ortak yaşam ve kardeşlik üzerinden yürümediği bilinmelidir. İslam’ı kendisine göre yorumlayıp millileştiren bir anlayış İslam’ın ortak yaşamı, barışı ve kardeşliği esas alan özüne de zarar verdiğinin de bilinmesi gerekir. Yine Kürdistan ve Anadolu’nun sadece İslam’ın yurdu olmadığı, değişik halk ve inançlardan oluştuğu gerçeğinin de unutulmaması gerekiyor. Öcalan da çağrısını bu çerçevesinde: “gerçek anlamında, bu kardeşlik hukukunda fetih, inkar, red, zorla asimilasyon ve imha yoktur, olmamalıdır.” Diyerek tarihte yapılan yanlışlıklara dikkat çekmiştir. Gerçek İslam kardeşliğinde fetih, inkar, ret, asimilasyon ve imhaya yer olmadığını ortaya koyarak değişik kesimlere yapılan haksızlıkların karşısında olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle Öcalan’ın Hıristiyanları, Alevileri ve diğer etnik veya dinsel topluluklarının haklarını gözetmediğini ileri sürmenin bir anlamı da yoktur. Ayrıca Öcalan’ın sadece bu kısa çağrısı üzerinden değerlendirilebilecek birisi değildir. Siyasi, sosyolojik ve felsefi külliyatı ve pratiğiyle birlikte ele alınmalıdır. Çok zor tutukluluk şartlarında el yordamıyla hazırlanan çağrıyı eksiği ve fazlalığıyla bu hususlar dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Ayrıca bu çağrının bir manifesto olmadığı, bir başlangıç olduğu da unutulmamalıdır. Bunun içinin doldurulması ve beklenen amacına ulaşabilmesi için herkesin buna katkı vermesi gerekmektedir. Türkiye’de sol ve sosyalist çevrelerin katkısı çok önemlidir. Öcalan’ın İslamiyet konusundaki söylemi bu ülkenin tarihsel bir gerçekliğidir. Bunu ifade etmek sosyalistleri ve Alevileri görmezlikten gelmek anlamına gelmemektedir. Bu konuda sol ve sosyalistlerin CHP’deki ulusalcı kesimlerin propagandalarından kendilerini kurtarmaları gerekiyor. Sosyalistler bu sürece destek verdikçe CHP de tavrını değiştirebilir. Çünkü CHP içinde de çözüm yanlısı geniş bir kesim var. Bunların sesinin etkili olması sol ve sosyalistlerin sürece desteklerini açıklamakla mümkün olacaktır.
En iyi barış kalıcı olan barıştır. Kalıcı barışın olabilmesi için toplumsal adaletin sağlanmasıyla mümkündür. Otuz yılı aşkın süre devam erden çatışmalı ortam toplumun tüm kesimlerini etkiledi. Şu veya bu şekilde bundan zarar görenler oldu.
1990’lı yıllarda yaşanan faili meçhul cinayetler, göz altında işkence ve kaybetme ler, köy boşaltmaları, yargısız infazlar Kürt toplumunun hafızasında kalıcı izler bıraktı. Türk toplumu daha çok sorunu asker ölümleri çerçevesinde hissetti. Kürtlere karşı yapılan hukuksuzluklar görmezlikten gelindi. Devlet, yoğun propaganda ile bunun anlaşılmasını önledi. Bu aynı zamanda savaşın sürmesinin zemini oluyordu. Türk halkı bu hukuksuzluk ve haksızlıkları kendi yüreğinde hissetmiş olsaydı barış daha erken gelirdi. Oluşturulan akil insanlar heyeti çoğunlukla ılımlı insanlardan oluşsa çoğu yerde saldırı ve hakaretlere maruz kalmaları Kürtlerin acısını hissetmemekle ilgilidir.

Kayıplar, cenazesi bulunmayanlar bu toplumun yarasıdır. Bunların sorumluları da bilinmektedir. Ortaya çıkarılmaları gereklidir. Böylece hukuksuzluklar ortaya çıkacak, hukuksuzluklar ortaya çıktıkça bu yapılanlardan dolayı özür/tazminat vs yoluna gidilmelidir.

Tetikçilerin korunmaya alınması, yaptıklarını itiraf etmesi için gerekli ortamın oluşturulması, Kürt toplumunun yaşadığı yarılma ve travmayı Türklerin de anlaması, empati ile bakması için kirli savaş döneminin deşifre edilip Türk halkına anlatılması, buna uygun bir dilin yaratılması, Adalet, sadece mağdurlar için değildir. Olayların faillerinin dahi huzura ihtiyacı vardır. Şu ya da bu şekilde çatışmalı süreç içinde yer alanların yaptıkları hukuksuzlukların hesabını verebilmeleri onlar için de geçerlidir. Onların vicdanen huzura kavuşmaları için yüzleşmeye onların da ihtiyacı vardır. Vicdan azabı çekip de bunu dile getirmek isteyenlere bu imkan oluşturulmalıdır.

Geçmişin hukuksuzlukları nın açığa çıkarılması yaraları kaşımak, külleri karıştırmak anlamında değildir. Tersine, bunların üzerine gidilmesi sorunun bir parçasıdır. Bunları ileri sürmek sorunun çözümünü zora sokmak değildir.

Toplu mezarların yerleri devlet kayıtlarında bellidir. Bunların ortaya çıkarılması, toplu mezarlarda bulunanların kendi mezarlarına kavuşabilmeleri sağlanmalıdır.
Amaç silahların susması, cenazelerin gelmemesi amasız bir barış istemektir.
Sıcak çatışma alanları dışına sıçrayarak insani ve toplumsal tahribata yol açan silahlı çatışma  toplumun geniş kesimlerini etkiledi.

Çatışmanın gerçek öznelerinin taleplerinin görmezlikten gelindiği, katılımın sağlanmadığı çözümler yeni sorunları, acıları, toplumsal çatışmaları içinde taşırlar, yeni çatışmalara zemin oluştururlar.

Çatışmanın çözümünü ateşkes/silah bırakma veya şiddetin bitirilmesi ile sınırlamak soruna güvenlik merkezli bakmak anlamına gelir. Bu şekilde oluşacak barış kalıcı bir barış olamaz. Gerçek kalıcı barış için sorunun gerçek anlamda çözümü ile mümkün olacaktır. Önce güvenlik sağlansın barış güvenlikle birlikte gelecek anlayışı bir anlamda güçlü tarafın kendi iradesini karşı tarafa kabul ettirmesidir. Bir anlamda boyun eğdirerek barışın sağlanması anlamına gelir ki bu negatif bir barış yaklaşımına neden olur. 

Türkiye toplumunun ihtiyacı beraber yaşamayı kalıcı hale getirmektir. Çatışmalı ortam nedeniyle oluşan tahribatın onarımının amaçlanması önemlidir.  Bunun için de pozitif barış anlayışının gereği olarak barış sürecinin ahlaki, hukuki, siyasi, psikolojik boyutuyla ele alınmasını gerektirmektedir. Bu barış süreci için gerekli olan toplumsal dönüşümün sağlanması anlamına geliyor. 

Bu da barışın içselleştirilmesi, herkesin tatmin edilerek yeni çatışma tohumlarının olmaması anlamına geliyor. Özelikle çatışmalardan doğrudan etkilenen kesimlerin ihtiyaçlarının öğrenilmesi, taleplerinin dinlenmesi, etkilemeden dolayı oluşan yaralarının sarılmasını gerektirir. Onlardan uzaklaşmak değil, onların yaraların sarılması amacı samimi bir şekilde ortaya konuldukça güçlü barışın oluşacağının bilinmesi gereklidir.


***


23 Haziran 2016 Perşembe

PKK’yla Silahlı Mücadele ve “Süreç”: Zorunlu Hareketler, Artistik Hareketler



PKK’yla Silahlı Mücadele ve “Süreç”: Zorunlu Hareketler, Artistik Hareketler



Yazar: Şanlı Bahadır Koç


Türkiye’nin bir numaralı güvenlik meselesinin PKK olduğu açık olmalıdır. Bu konunun dış ilişkilerimizde, askeri stratejimizde, Orta Doğu’ya yönelik politikamızda hep en öncelikli konu olması gerekir. Hükümetin konuya 12 yıl boyunca gösterdiği yaklaşımsa bundan çok uzak olmuştur. PKK Türkiye’nin birliğini, iç ve dış güvenliğini, huzurunu, ekonomisini tehdit eden bir güç değil de sanki ikinci dereceden “sıkıntı” gibi değerlendirilmiştir. Sanki PKK “olmasa daha iyiydi, ama var işte”. Örgütün personel sayısı, ideolojik çekicilik, askeri şöhret, örgü yapısı, liderliğinin plan yapma, karar alma ve uygulama kapasitesini ve Türkiye’ye zarar verme yeteneğini azaltmak, amaçlarını ve hayallerini geriletmek, desteğini azaltmak makul, meşru ve üst düzey önemde konular gibi görülmemiştir. Bu yönde çaba harcamanın işe yaramadığı düşünülmüştür. “Irak’a 24 harekat düzenledik ama PKK hala var, demek ki bunların bir faydası yok” nakaratı o kadar çok tekrarlanmıştır ki ne kadar saçma olduğu unutulmuştur. Kimse de çıkıp dememiştir, “dişlerimizi her gün fırçalıyoruz ama reklamlardaki kadar bembeyaz olmuyorlar, ama bu yüzden diş fırçalamak gereksizdir denebilir mi” diye. O operasyonlar yapılmasa idi PKK şimdi daha güçlü olacaktı ve eğer o operasyonlar daha titiz planlansa, daha sürpriz şekilde yapılsaydı PKK bugün bu kadar güçlü olamayacaktı. Bazı insanların kafasında askeri güce yönelik alerji ve önyargılar o kadar güçlüdür ki, bu çok basit gerçeği “beyin zarları”ndan içeri geçirmek atomu parçalamaktan daha zordur.  

AKP, PKK ve Süreç

Türkiye’nin Irak, İran, Suriye ve İsrail ile olan ilişkilerini düzenlerken atılacak adım ve söylenecek sözler hep bu PKK meselesine nasıl etki edeceği düşünülerek hesaplanmalıydı. Orta Doğu’da şöhret ve popülerlik geçici, beyhude, faydası sınırlı ve genelde maliyetlidir. Biz bölgede başka konularla meşgulken örgütün ülke içinde ve bölgede elde ettiği mevziler ise somut, tehlikeli ve belki de kalıcıdır. PKK gibi bir problemle karşı karşıya olan bir ülkede liderlerin her gece yatmadan önce “bugün PKK’ya karşı ne yaptım” diye sormaları gerekir. AKP’li liderlerin bunu yaptığını hayal etmek zordur. İki mesele arasında çok büyük farklar olduğunu unutmadan belirtmek gerekir ki, örneğin İsrailli liderler için Filistin meselesi –son zamanlarda eklenen İran tehdidiyle beraber- kesinlikle böyledir. En tepeden yeterince ilgi görmeyen konular bürokrasinin daha alt katlarında da az önemli gibi algılanabilir. AKP, PKK meselesini “eski Türkiye’den devraldığı” bir yük, nasıl olursa olsun kurtulunması gereken bir ayakbağı gibi görmüş ve örgütle yapılan mücadeleyi kazanmaktan çok “bitirmeyi” daha önemli görmüştür.

Türk güvenlik güçlerinin bugün ve gelecekte PKK’yla hangi felsefe, doktrin, personel yapısı, organizasyon, istihbarat, silah, teçhizatla savaşması gerektiğine dair AKP hükümetleri döneminde siyasilerin ve onların yönlendirdiği bürokratların çok fazla kafa yorduğuna dair dışarıya pek bir işaret yansımamıştır. Muhalefet partilerinin de göreve gelmeden çok önce bu konuda gerçekçi, rasyonel, analitik, ayrıntılı ve titiz plan ve kadrolarını hazırlamaları gerekir. Ancak siyaseti biraz yakından takip eden hiç kimse bu konuda iyimser olamaz. Türkiye’de stratejik konularla ilgili konuşma konusunda büyük bir isteklilik olmakla beraber gerekli donanım ve tecrübeye sahip insanların, stratejik meselelerin “gramerine”, teorisine, kavramlarına ve tarihine, dünyadaki örneklerine ve tartışmalarına vakıf insanların sayısı sanki çok değil gibidir. Türk medyasında, üniversitelerinde ve hatta düşünce kuruluşlarında terörle mücadele konusunu meselenin Türkiye’deki tarihini, dünyadaki akademik ve siyasi tartışmalarını tam mesai yaparak takip edenlerin sayısı tehlikeli derecede azdır. Olanların da hükümetler tarafından görüşlerine başvurulduğu, dinlendiği ve hatta anlaşıldığından emin olamıyoruz. Türkiye’de mevcut ve emekli bürokratlar ve askerler, akademisyenler, uzmanlar, gazeteciler arasında sınırlı ve kapalı devre de olsa bir terörle mücadele tartışması yoktur. YÖK ve benzer kurumların yurtdışında terörle mücadele konusunda çalışmak için burs verdiği öğrenciler olmamıştır. Bu konulara hasredilmiş süreli yayınlar, verilen burslar, düzenlenen konferanslar, uzmanlaşmış web siteleri, verilen dersler, entegre üniversite programlarından oluşan entelektüel bir terörle mücadele ekosistemimiz olsaydı bugün PKK’ya karşı durumumuz “böyle” olmayabilirdi. PKK büyüklüğünde problemi ve kendisine saygısı olan başka hiçbir ülkenin üniversitelerinde o terör örgütüyle ilgili yapılmış çalışmaların toplam sayısı mesela postmodern şu veya bu yazarın eserleriyle ilgili olandan daha az olmazdı ama maalesef Türkiye’de durum budur.  

Tüm bu genel kurumsal ve entelektüel eksiklikler yine de AKP’nin PKK konusunda gösterdiği zafiyet, ilgisizlik ve başarısızlığın mazereti olamaz. AKP, PKK’ya karşı bazı büyük karakol saldırılarından sonra kamuoyunun “gazını almak” için yapılan ve etkisinin kendi ilan ettiğinden çok daha az olmuş olma ihtimali yüksek kozmetik birkaç operasyon sayılmazsa, PKK’yı aslında büyük ölçüde kendi haline bırakmıştır. ABD’nin Irak’taki varlığı sırasında Washington’la PKK konusunda etkili pazarlıklara girilememiş, bu başkentin bizi oyalaması ve uyutmasına izin verilmiştir. Bu dönemde PKK tekrar güçlenmiş, serpilmiş, personel, silah, kaynak, askeri ve siyasi örgütlenme anlamında ilerlemeler kaydetmiştir. Örgüte yardım eden veya göz yuman Barzani gibi dış aktörler cezalandırılmak bir yana ödüllendirilmiştir. PKK’lı olmak riskli bir şey olmaktan çıkmıştır. Kandil bir bir tatil kampı kadar güvenli hale gelmiştir. Türk kamuoyu PKK ile mücadele konusunda iktidardan ve medyasından da etkilenerek ilgisiz, isteksiz, bıkkın ve yorgun hale gelmiştir. Bu dönemde Kürtçü tezlerin çoğu medyada “başköşedeki değişmez mobilyalar” haline gelmiştir. PKK’ya karşı daha sert politika ve yaklaşım önerenlere medyada oldukça sınırlı derecede ve daha çok “hadi bunlardan da biri olsun bari” edasıyla yer verilmiştir. Hükümet PKK’yla mücadeleyi zayıflatmayı adeta ülke siyasetinde daha önceki dönemde hakim olan sağlıksız ve anti-demokratik asker etkisini azaltma ve hatta onun intikamını almanın bir yolu gibi görmüştür. Bu arada askerler eskiden ne demiş ve yapmışsa onun tersini doğru kabul etme gibi bir refleks oluşmuştur.

Müzakere

Terör örgütleri ile görüşülmez diye bir şey yoktur. Müzakere de edilebilir. Ancak bu müzakerelerin alenen, stratejik konularda ve üst düzeyde yapılmasının şartları, bedelleri, mahzurları ve riskleri vardır. Esir değişimi, kısmi ve geçici ateşkes, lokal ölçekteki bazı insani meselelerde terör örgütleriyle görüşülebilir. Daha üst düzeyde görüşmelerinse kesinlikle en azından belli bir süre gizli olması gerekir. Devletlerin nihai ve stratejik ölçekte “çözüm odaklı” müzakerelere oturmadan önce, 

1) terör örgütüne karşı verebileceği mücadelenin azamisini verdiğinden emin olması, 

2) örgütü yeterince “döverek” onu hem yetenek hem de amaçları ve iradesi boyutunda zayıflatması, 

3) özellikle örgüt liderlerine kendilerine yönelik sürekli, etkili, sürpriz, nokta saldırılar olacağını düşündürtmesi, 

4) ve dolayısıyla “mızıkçılık” yapmanın, oyalama, “salam” ve kandırmaca taktiklerine başvurmanın bedeli olacağını göstermiş olması gerekir. 

Karşı tarafın kabul edilebilir bir çözüm için kıvama geldiğinden emin olmadan ve onu geri alınmaz bazı ödünler vermeye zorlamadan oturulan pazarlıkların ve verilen ödünlerin savunması olamaz. Silahlı çatışma müzakere sırasında tamamen durmak zorunda da değildir. Ateş gücü, şiddeti tırmandırma konusunda yeteneği ve “siniri” konusunda üstün olduğunu karşı tarafa kabul ettirerek oturulan ve sürdürülen müzakerelerde devletlerin başarılı olma ihtimali daha yüksektir. Türkiye PKK ile müzakereye yukarıdaki şart ve avantajların hiçbirini sağlamadan oturmuştur. 

Bu askeri üstünlüğü sağlamaya çalışıp başaramamış bile değildir. Bunu denememiştir. 

Buna karşılık belki denebilir ki, “şimdi biz askeri üstünlük kazanmaya çalışsak, onlar bombalar patlatacaktı ve bu kısır döngü sürecekti. Biz bunu gördük ve o yola hiç girmedik”. Belki de. Ama sanki cesaret ve sabır eksikliği, orduyu PKK ile daha iyi savaşacak hale getirmek için çaba harcamak istememe, bunun nasıl olabileceği hakkında bir fikri olmama, hep kolay kısa yollardan sonuca ulaşmaya çalışma, terörle mücadelenin zor ve uzun bir yol olduğunu görememe, iç siyasi beklenti ve endişeler AKP’nin müzakereye –belki farkında bile olmadan- “ Düşük koltuk ”ta başlamasına neden olmuştur. PKK’yla anlaşma isteğinin değilse bile zamanlamasının muhtemelen seçimler gibi iç siyasi nedenleri vardır. PKK’nın bunun farkında olduğu açıktır. PKK zaten herhalde Ankara’da AKP’nin iktidar olmasını tercih eder. Bu parti ve liderlerinin müzakere etmede kendilerine aşırı güven duyduklarını, bu konuyu “çözerek” tarihe geçmek istediklerini, daha önce bu konuda başarılı olunamamış olmasının geçmişteki beceriksiz, vizyonsuz ya da kötü niyetli liderler nedeniyle olduğunu düşündüklerini de söyleyebiliriz. AKP’nin DNA’sında her sorunun biraz iyiniyet ve yaratıcılıkla çözülebileceğine dair çocukça – ve sonuçları bu kadar vahim olmasa komik- bir inanç ve iyimserlik vardır. AKP’nin müzakere masasına otururken muhatabının siyasi durumunu, gücünü, zaaflarını, liderliğini, amaçlarını, düşünme ve karar alma biçimini, bölgesel durum ve senaryoları yeterince çalışmadığını da düşünüyoruz. 

Ayrıca MİT kurumunun Öcalan’ı kullanma konusunda hep olagelmiş ama bizim abartılı bulduğumuz ve Türkiye’nin elinde patlayacak diye korktuğumuz takıntısının AKP’lilerce de “ Satın alındığı ” görülmektedir.   

Halbuki AKP’nin yürüttüğü süreçte örgüte karşı silahlı, psikolojik ve diplomatik üstünlüğün hiç ele geçmemiş olduğu görülmektedir. PKK müzakereyi devletin kendisine ve kendisi üzerinden Kürtlere tek taraflı, somut, geri alınamaz ödünler vermesi olarak görmüş ve Hükümet de bu algıyı bozacak bir adım atamamıştır. PKK müzakereye daha fazla ihtiyaç ve istek duyan tarafın AKP olduğunu ne unutmuş ne de AKP’nin unutmasına fırsat vermiştir.PKK silah bırakmayı bırakın asker çekme konusundaki sözlerini bile yerine getirmemiştir. Sadece asker çekmekten kaçınmakla kalmamış kamuoyunu bu konuda yanıltmıştır. Davutoğlu’nun son açıklamasından asker çekmediklerini Hükümet’in de bildiğini öğreniyoruz. Yani aslında kamuoyunu yanıltan sadece PKK değil AKP de olmuştur. Hükümetin Türk halkına “yalan” söylemiş olmasının ne kadar ciddi olduğu açık olduğu gibi bu yalanın bazen devlet işlerinde olduğu gibi bir gerekliliği ve mantığı da yoktur. 

Çünkü PKK’nın asker çekmekten kaçınması sınırlı bir sayı ve dönem boyunca değil sürekli ve büyük boyutta devam etmiştir. Açık konuşalım, böyle önemli bir konuda bu kadar ciddi bir yalan söylediği için AKP Hükümeti ve liderleri utanmalıdır. Çünkü bu, ünlü Fransız devlet adamı Talleyrand’ın dediği gibi, “Suçtan da beter bir şeydir, bir (stratejik) hatadır”. Bir müzakereyi karşındakinden güçsüz olarak oturarak, bunu onun bilmesini sağlayarak ve hareketinizle bu durumu tekrar tekrar üreterek kazanamazsınız. Bu durumda ne başarı ne barış, hiç bir şey kazanmak mümkün değildir. PKK alttan alınarak, “yaramazlıklarına”, “ Kaçamaklarına ” göz yumularak, zayıf olunarak, öbür yanak her defasında dönülerek insafa getirilebilecek bir aktör değildir. PKK’nın eksiklikleri ve taktik hataları olabilir ama Orta Doğu siyasetinde geçirilen yılların getirdiği tecrübenin de sayesinde, zayıflığı koklama ve kullanma konusunda bir eksikliği olmadığı açıktır.

Süreçle ilgili bir başka bariz sorun da, bir ateşkesin örgütün bölgesel plan, meşguliyet ve “sorumlulukları” düşünüldüğünde neredeyse onun için mükemmel bir zamanda gelmiş olmasıdır. PKK “anaların ağlamadığı” saldırmazlık dönemi içinde Irak ve Suriye’de önemli coğrafi, askeri ve siyasi kazanımlar elde etmiştir. Bu dönemde arkasında bir Türkiye tehdidi hissetmemiş olması PKK’nın elini boşaltmış ve rahatlatmıştır. PKK bu dönemi çok iyi değerlendirmiş ve Suriye’deki “Kantonlarını” özyönetim gibi fikirleri uygulayabileceği bir siyasi laboratuar ve “Reklam filmi” olarak görmüştür. 

Ayrıca Suriye’deki bu bölgeler PKK’ya ateşkesin bitmesinden sonra –ki zaten örgüt AKP’den farklı olarak bu ateşkesin geçici ve taktik bir ateşkes olduğundan hiç şüphe etmemiştir-  Türkiye’ye saldırmak için yeni imkânlar da yaratacaktır. PKK Suriye’de ABD’nin yardımıyla IŞİD’i püskürtürse “ortalık durulduktan sonra” Türkiye ile pazarlığa çok daha güçlü bir şekilde oturacaktır. Kısacası şu anda yürümediği açık olan, yanlış zamanda yanlış şekilde dizayn edilmiş, zayıf oturulmuş bu “çözüm süreci” boyunca Türkiye’nin elleri “armut toplarken” PKK gücünü, manevra alanını, haklılık algısını, prestijini, popüler desteğini, kendine güvenini, dış bağlantılarını ve meşruiyetini, beklenti, hayal ve taleplerini arttırmıştır. PKK muhtemelen AKP vasıtasıyla Türkiye’nin bir çözülme psikozuna girdiğini düşünmüş olmalıdır. 

Haksız da değildir.

Türkiye hükümeti, devleti ve kamuoyuyla beraber PKK’ya karşı bir çaresizlik ve felç durumuna düşmüştü. Kobani sonrasında yaşanan olayların ülkeyi bahsedilen bu zihinsel, fiziksel ve iradi komadan çıkarmasını umalım. Ama somut gerçekler aslında çok fazla umutlu olmaya izin vermiyor. Olaylarda ölenlerin “daha 7si olmadan” işareti verilen yeni ödünler, jestler ve paketler saldırganı hem de hemen ve ciddi şekilde ödüllendirerek çok tehlikeli bir zayıflık sinyali göndermektedir. Bölgesel ihtirasları ve " Sorumluluğu " olan PKK’nın IŞİD’in varlığı nedeniyle görünür gelecekte silahsızlanmaya ikna olması “istese bile” mümkün değildir. Bu doğruysa süreç denen şeyin altı, içi, her tarafı boş demektir. Bu durumda süreç Türkiye’nin tek taraflı vereceği ödünler silsilesi haline gelecektir. Olur da Hükümet bu konularda biraz “yavaşlar” gibi olursa PKK ülke içinde son yaşadığımıza benzer olayları tekrar yaşatmakla tehdit edecek, seçime bu şekilde girmeyi göze alamayacak AKP de kimi açık kimi gizli yeni ödünler vererek “ Yola gelecektir”. Kısacası AKP tamamen ters yöne giden yanlış otobüse bindiğini fark ettiği halde "durumu çaktırmazsa" sorunun kendiliğinden hallolacağını sanan birine benzemektedir.

Ancak hükümetin bu acınası haline ek olarak Kürtçülerde Türkiye’ye yönelik gösterilen kadirbilmezlik, şımarıklık, kurbanın hep kendileri olduğundan emin olmak, beleşçilik, yavuz hırsız bastırırcılık Türklerde çok ciddi bir alt duygusal karşı akım yaratıyor olabilir. MHP ise bu durumu kullanmak ve savunmayı geçelim; anlamaktan bile acizdir. Türklerin kendilerini savunmak için söyledikleri ve yaptıkları her şeyi faşistlik olarak damgalama kolaycılığına düşen “enteller” medyada hakim durumdadır. Milliyetçi entelektüeller bu tekeli zorlayıp kırabilecek bir performans gösterememişlerdir. Halbuki Türkler kendi ülkelerinde sürekli itilip kakılıp azarlanmaktan, suçlanmaktan hiç memnun değiller ve ruh hallerini artiküle edecek sözcülere ihtiyaçları vardır. Eğer bu sözcü ve siyasetçileri bulamazlarsa esas o zaman faşist duygular altta kaynamaya başlar. Bir ülkede sadece azınlığın değil çoğunluğun da hakları vardır ve evet bazılarına bu ne kadar garip gelse de, bu ülkede Türklerin de hakları vardır.

SURİYE

ABD ile bozuşmak için seçilecek konu Suriye değil PKK olmalıdır. Ancak, muhalefet partileri de Hükümetin Suriye ile ilgili bir kısmı haklı, gerekli girişimlerine tamamen kapalı olmamalıdır. Türkiye’deki Batıcı kamuoyunun yazdıklarının aksine Suriye’de buraya yeni mülteciler gelmesini engelleyebilecek ve zamanla var olanların transferini sağlayacak güvenli bölgeler kurmak mümkün olabilir. Obama’nın bu tür girişimlere mesafeli olduğu doğruysa da ABD dış politika elitleri arasında bu yönde bir eğilim oluşmaya başlamıştır. IŞİD yenilse bile onun yerini PKK ve diğer Kürtler almayacaksa Suriye’de etkin bir muhalif güç olmalıdır. Tüm eksik ve kusurlarına rağmen bu gruplara seçici, kontrollü ve şartlı da olsa destek verilmezse IŞİD’i oluşturan faktörlerin başka aşırılıkçı tehlikeler yaratacağı açıktır. Ayrıca Beşar Esad’ın muhaliflere değil IŞİD’e saldırması gerektiği, muhaliflerle Esad’ın önce Halep olmak üzere aralarında ateşkes yapmaları ve bunun için Şam’ın muhaliflere bazı jestler yapması gerektiği söylenebilir. Suriye muhalefetini tamamen terk etmek ahlaki nedenlerin dışında stratejik açıdan da Türkiye açısından yanlış olur. Yeni ve belki daha büyük mülteci akınları, PKK’nın sınırımız boyunca etkisinin daha da artması ve düşman ve muzaffer Şam rejimini arkasına alarak Türkiye için daha büyük tehdit yaratması böyle bir gelişmenin ilk akla gelen muhtemel olumsuz sonuçları arasındadır.     

Ama konu ile ilgili henüz cevabı olmayan sorular, belirsizlikler ve riskler de vardır. Muhalefetin bu konuda daha fazla soru sorup bilgi talep etmesi, muğlak noktaları netleştirmeye çalışması ve ikna olursa önce PKK’ya karşı askeri adım atılması şartıyla Hükümete sınırlı ve geçici destek vermesi doğru olabilir. Söz konusu güçte hangi ülkelerin olacağı, bunların hukuki statüleri, angajman kuralları, görev süreleri, amaçları, silahlı muhaliflerle ilişkileri gibi konular daha fazla netleşmelidir. Hükümet bu ve benzeri konularda muhalefeti daha etkili bilgilendirmelidir. Bunların yanında güvenli bölgelerin sayı ve coğrafi olarak doğru seçilmesi, Şam yönetiminin buralara yanaşmaması için yeterince caydırılması ve İran’ın buralara yönelik provokatif ve isimsiz saldırılardan kaçınması için uyarılması gerekir. AKP de en azından görünür gelecekte amacın Şam’daki rejimin devrilmesi değil durdurulması ve gerçek bir müzakereye oturmasının sağlanması olacağını kabul etmelidir.  

Son ama en az önemli olmayan bir konu da kamu diplomasi meselesidir. Türkiye Batı’dan, Kürtçülerden ve içerideki malum çevreden gelen/gelecek kendisini Kobani konusunda suçlu hissettirmeye yönelik söyleme direnip karşı koymalı ve dünyaya Kobani ve IŞİD konularında yaptıklarını ve yapmadıklarını daha etkin anlatabileceği kamu diplomasisi atakları yapmalıdır. Türkiye bu konuda bir müsteşarlığa ve hatırı sayılır bir kaynak ve personele sahip olmasına rağmen PKK, Kobani ve Suriye-IŞİD konularında dünyaya derdini anlatmaktan çok uzaktır. Medyanın titiz ve hızlı şekilde takip edilip hedef kitlelere Türkiye’nin mesajının hızlı, nokta atışla, duru ve anlaşılır bir dille etkin olarak iletilmesi imkânsız değildir. Bunun için kaynakların, argüman ve haberlerin tahlili, argüman üretme, teknik beceri ve bunları yaratacak ve yönetecek bir liderliğe ihtiyaç vardır.  Örneğin Ankara’nın pozisyon, iddia, icraat ve şikâyetlerini Türkiye’deki yabancı gazetecilere çok daha etkin bir şekilde aktarmanın mümkün olduğundan eminiz.     
    
SONUÇ

PKK konusunda “zorunlu hareketler” örgüt hakkında doğru, hızlı, nokta, insan kaynaklı, “yerli”, önleyici ve stratejik istihbarata sahip olmak ve bunu askeri ve polisiye yöntemlerle en etkin şekilde kullanarak onu sürekli baskı altında tutmaktır. “Artistik hareketler”se güç kullanarak örgütü kıvama getirdikten sonra, doğru zamanda, parametreleri doğru çizilmiş, karşı tarafı daha baştan kalıcı bazı ödünler vermeye zorlayan bir müzakere ortamı yaratmaktır. Türkiye daha bunlardan ilkinde hiçbir adım atmadan pazarlık safhasına geçmeye çalışmış ve çok başarısız bir performans göstermiştir. Böyle olmak zorunda değildi. Mevcut çıkmaz yoldan dönülürse durumu toparlama imkanı hala da vardır. Ama bu kaçış penceresinin hep açık olmayacağı açıktır. Bu işin hemen çözüleceği yoktur. Çözülebilecek olsa bu gerçekten iyi olurdu ama durum öyle değildir. “Süreç” denen ve hiçbir gerçekçi ve sağlıklı stratejik mimariye sahip olmayan garabet, PKK’nın güç ve beklentilerini, tabanını seferber etme yeteneğini ciddi şekilde arttırmıştır. Bunu tekrar aşağılara çekmek kolay olmayacaktır. Ama başka bir yol da yoktur. Kürtlerin kendi dillerini kullanma ve öğrenme hakları vardır. Ama onun ötesinde otonomi ve Anayasa’da devleti Türk-Kürt devleti yapma gibi taleplerin gerçekçi ve haklı bir karşılığı yoktur. Ama silah olmadığı sürece bunlar da “efendi bir şekilde” tartışılabilir. Ama bunun için silahların susması, gömülmesi, “eve dönüş” gibi adımlar gereklidir. PKK’nın bunu kendi başına, kısa vadede ve kolayca yapacağı yoktur. Buna zorlanması gerekmektedir.      

Aşağıdakiler arasında bir çelişki yoktur: 

1) PKK’yla konuşulmalıdır, 

2) PKK’ya tek taraflı, büyük, geri alınamaz ödünler verilmemelidir. 

3) Örgüt silah bırakıncaya kadar PKK liderlerinin hayat güvenliği kalkmalıdır, 

4) Bu iş sadece silahla çözülmez ama silahsız da çözülmez. 

5) Tango –çözüm- için iki kişi gereklidir. PKK’nın gerçekte ne istediği belli değildir.

      Amaçları, söylemi, davranış şekli sürekli değişmektedir. 
      PKK’nın kafası karışıktır ve Türkiye’nin çözüldüğünü düşünmektedir. 
      PKK liderlerinin kafasına inecek bir kaç bomba onların konsantrasyonunu arttıracak bir etki yapabilir. PKK liderlerinin bir Türk hava bombardımanı ya da komando harekâtına hedef olma ihtimallerinin boğazlarına kılçık kaçarak ölme ihtimalinden daha az olması kabul edilemez. Bayık ve Karayılan gibi önde gelen PKK liderlerinin can güvenliği Türkiye’deki ortalama bir vatandaşınkinden fazla olmaya devam ettikçe “bu iş bitmez”.Bu tek başına yeterli de değildir ama gereklidir. Yarına sağ çıkıp çıkmayacağını bilmeyen PKK liderleri müzakerelere hem süreç hem de sonuç olarak daha farklı bir gözle bakacaklardır. PKK liderleri için çözüm ve örgütü tasfiye burun kıvırdıkları bir şey değil “ölümden önceki son çıkış fırsatı” haline getirilmelidir. MİT’in en önemli görevi örgütle müzakere etmek değil, onun eylemlerini engelleyecek ve ona karşı etkili operasyonlar düzenlemek için gerekli istihbaratı sağlamak olmalıdır. PKK kıvama gelinceye kadar müzakereler askeri, taktik ve teknik konularla sınırlanmalı ve jest-ödün-paket bağımlılığından kurtulunmalıdır. Cehenneme giden yollar kötü dizayn edilmiş süreçlerin taşlarıyla örülüdür. PKK’yı aslında elde edemeyeceği şeylere ulaşabileceğini düşündürtmek çatışmayı daha da uzatır ve kanlı hale getirir. Zayıflık kadar şiddet üreten ve davet eden bir şey yoktur. Türkiye PKK ile tek elle güreşirse maçı kazanması sürpriz olur.

Türkiye Batı ile işbirliği yapan ve onun “İşine yarayan” bir PKK’ya karşı da sürekli ve etkili askeri güç kullanmaktan kaçınmayacağını kanıtlamalıdır. Türkiye’nin –kendi yanlış şekilde PKK’yla direk ve dolaylı görüşse ve hatta müzakere etse bile- ABD’nin PKK’yla olan kontak, koordinasyon, işbirliği ve silah transferleri hakkında bilgi ve sınır talep etme hakkı vardır. Ankara Batı’nın bu tür adımlarını en üst düzeyde, güçlü şekilde, tekrar tekrar protesto etmekten kaçınmamalı ve bu çağrılarına karşılık alamazsa bu ülkelerle İncirlik dahil askeri işbirliğini kısıtlayacağını inandırıcı bir şekilde belirtmelidir. 



..