Rusya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Rusya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Kasım 2020 Salı

BÜYÜK GÜÇLERİN KÜRT KARTI. BÖLÜM 2

BÜYÜK GÜÇLERİN KÜRT KARTI. BÖLÜM 2

Büyük güçlerin Kürt kartı,Erol Kurubaş, Al Jazeera,ABD,RUSYA, AB, İngiltere,Şeyh Ubeydullah,Abdurrezzak Bedirhan,


Sonra Ruslar geldi

Fakat Kürtler büyük güçlerden umudunu yine de kesmedi. Sonraki yıllarda bir yandan isyanlarını sürdürürken, öte yandan büyük güçlerden yardım talep etmeye devam ettiler. Ama bu talepler uzunca bir süre karşılık bulamadı. Ta ki, 2. Dünya Savaşına değin. 1941’de İngiltere ile SSCB İran’ın işgali konusunda anlaşınca, Rusya buradaki varlığını tahkim etmek için işgal bölgesindeki Mehabat’ta bölgesel bir Kürt yönetimi oluşturdu. Savaşın hemen sonunda da, Ocak 1946’da Mehabat Kürt Cumhuriyeti ilan edildi. Fakat uluslararası güç dengeleri gereği Sovyet birlikleri İran’dan çıkınca, Mehabat ve Kürtlere verilen destek de kesildi. 1946 sonunda İran ordusu Mehabat’a girerek devlet başkanı Kadı Muhammed’i ve Kürt ileri gelenlerini idam ederken SSCB hiç sesini çıkarmadı. Kürtlerin bir büyük güce dayanarak giriştikleri bu ilk devlet deneyimi, dış desteğin sona ermesiyle hüsranla sonuçlandı. Böylece Kürtler ikinci kez büyük devletler tarafından aldatılmanın şokunu yaşamış oldu.

Buna rağmen Mehabat’ın genelkurmay başkanlığını yapan Irak Kürtlerinin lideri Molla Mustafa Barzani’nin ülkesine döndüğünde karşılaştığı baskı nedeniyle SSCB’ye iltica etmesi, Kürtlerin büyük devlet desteğine olan inancını kaybetmediklerini göstermektedir. 12 yıl SSCB’de sürgün kalan Barzani, SSCB çıkarlarının Kürt çıkarlarıyla örtüşeceği günü sabırla bekledi. Ancak 1958’de Irak’ta yapılan darbe sonucunda ülkesine dönen Barzani’ye Sovyetler sadece Irak’la ilgili değil, Batı blokunda yer alan Türkiye ve İran’la ilgili de bir misyon yüklemişti: Onun tüm Kürtler nezdindeki saygınlığından yararlanarak tüm bu ülkelerdeki Kürt hareketlerini canlandırmak. Gerçekten öyle de oldu ve özellikle Türkiye’de 1930’lardan bu yana etkisini neredeyse tamamen kaybetmiş olan Kürt hareketi 1958’den itibaren yeniden canlandı. Irak’ta ise mevcut Bağdat yönetimiyle anlaşamayan Barzani 1960 sonlarına değin SSCB desteğiyle çeşitli ayaklanmalar çıkartsa da, SSCB esasen Irak’la anlaşmanın yollarını aramaktaydı. Nihayet 1972’de SSCB Irak’la “Dostluk ve İşbirliği Anlaşması”nı imzalayınca Kürtleri bir kere daha unutuverdi. Böylece Kürtler bir büyük hayal kırıklığı daha yaşadı ve SSCB’den umutlarını kestiler.



Daha sonra Amerikalılar ortaya çıktı

  Ama Kürtlerin iki kutuplu sistem mantığına uygun olarak destek alabileceği bir başka büyük güç daha vardı: ABD. Barzani hiç vakit kaybetmeden, son derece pragmatik bir manevrayla bu sefer de ABD’nin desteğini almaya çalıştı. ABD ise Sovyet yörüngesine oturmuş olan Irak’ı sıkıştırmak ve belki de cezalandırmak için Barzani’nin yardım talebine olumlu yaklaştı. ABD’nin bölgedeki sadık müttefikleri İran (Şatt-ül Arap sorunu nedeniyle) ve İsrail de (Arap devletlerini zayıflatma politikası) Irak’a karşı Kürtleri desteklemeye istekliydiler. Böylece İsrail-İran-ABD desteğini arkasında bulan Barzani Irak’ta 1974’te büyük bir Kürt ayaklanması başlattı. Fakat kısa süre içinde bölge politikasının öznesi olan devletler arasında anlaşma sağlanınca (1975’te İran ve Irak arasında Cezayir Anlaşması yapıldı), yine bölge politikasının nesneleri/araçları olan Kürtler yüzüstü bırakıldılar. Böylece Kürtler, bir kere daha dış desteğin çekilmesiyle başarısızlığa mahkum olurken, 1975’te bir CIA yetkilisine ABD’nin 51. Eyaleti olabileceklerini bile belirten Barzani, daha sonra Amerikan Başkanına yazdığı 2 mektupta hayal kırıklığını dile getirdi ve sitemkar duygular içinde 1979’da Amerika’da hayatını kaybetti. Bir kere daha aldatılan Kürtlerin payına yine hayal kırıklığı ve hüsran düşmüştü.

Bu olaydan sonra bir süreliğine büyük güçler tarafından unutulan Kürtleri, SSCB 1980’de “yeni Soğuk Savaş”ın başlamasıyla yeniden hatırladı. Bu sefer temas kurulan Kürtler, ideolojik olarak kendine yakın duran Türkiye’dekiler oldu. PKK’nın 1980’de SSCB’nin Ortadoğu’daki müttefiki Suriye’ye yerleşmesi ve Bekaa’daki kamplarda askeri eğitime başlaması elbette bir rastlantı değildi. SSCB yeri geldiğinde Türkiye’ye karşı kullanabileceği bir aracı elinde tutmak istiyordu. 1984-91 arası SSCB’nin Suriye üzerinden süren dolaylı desteğiyle PKK, NATO üyesi Türkiye’ye karşı uzun süreli ve yıpratıcı terör eylemlerine girişti.

Söz konusu süreç 1991’de SSCB’nin dağılması ve ABD’nin Irak müdahalesiyle farklı bir boyut kazandı. Şimdi PKK, hem ABD hem de Rusya için bölge politikalarının kullanışlı bir aracına dönüşmüştü. 1992-96 arası ABD ve Rusya’nın desteğini arkasına alan PKK’nın eylemleri gözle görünür biçimde arttı. ABD, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Türkiye’nin kendi ekseninden çıkmasını engellemeye ve bölgedeki nüfuzunu sürdürmeye dönük bir araç olarak PKK’dan yararlanırken (PKK ABD’nin Çekiç Güç’le koruduğu Kuzey Irak’ta varlığını tahkim etti ve eylemlerini artırdı), Rusya da Türkiye’nin Çeçenistan’a dolaylı destek politikasını engellemek ve dengelemek için PKK’ya desteğini artırdı. Bir Kürt hareketi ilk kez bu kadar açık biçimde iki büyük gücün desteğini aynı anda elde etmişti. Sonuçta, PKK bölgenin en güçlü ve dinamik aktörlerinden biri haline geldi.

Fakat bir süre sonra büyük güç reelpolitiği ve onunla kurulan ilişkinin doğası bir kere daha kendini gösterdi ve ABD, Rusya ve Türkiye arasında gelişen yeni ilişki biçimi PKK’ya olan bu desteği sona erdirdi. Bunun Kürtlere maliyeti ise, 1999’da Öcalan’ın Türkiye’nin eline geçmesi ve ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılması oldu. Kürtler bir kere daha büyük devlet politikalarının soğuk yüzünü gördüler.

Öte yandan, 1975’ten sonra Kürtleri unutan ABD, 1991’de onları yeniden hatırladı. 1980-88 arasında Irak’ın, ABD’nin bölgedeki en büyük düşmanı haline gelen İran’la savaşması, Kürtlerden uzak durması için yeterli bir neden olmuş, ama aynı güdülerle bu kez İran, Iraklı Kürt grupları desteklemişti. İran-Irak Savaşı sona erince Iraklı Kürtler Saddam’ın başlattığı Enfal Operasyonuyla büyük bir dram yaşarken, savaş boyunca Saddam’ı destekleyen Batılı büyük güçler bu dram karşısında sessiz kaldılar.

1991’de Kuveyt’in kurtarılması için Irak’a müdahalesiyle başlayan süreçte ABD’nin Kürtlerle bir kere daha yolu kesişti. Müdahale sırasında Amerikan’ın Sesi radyosunun yaptığı yayınların da etkisiyle ayaklanan Kürtler, ilginç bir biçimde ABD’nin Saddam’la vardığı mutabakat sonucu yine Irak ordusunun operasyonuna maruz kaldılar. Sonuç, bir milyonu aşkın Kürtün Türkiye ve İran sınırlarına hücum etmesi oldu.

Bunun ardından ABD Kuzey Irak’ı uçuşa yasak bölge haline getirerek Çekiç Güçle koruma altına alsa da, 1998’e değin süren Barzani-Talabani çatışmalarına hiç sesini çıkarmadı. Vakti geldiğinde de tarafları Washington’da bir araya getirerek çatışmaları sona erdirme ve ABD desteğinde bölgede istikrarlı bir yapı kurma konusunda anlaşmaya zorladı. Böylece ABD kendi himayesinde ve kendine müzahir bir Kürt bölgesi kurmuş ve Saddam’a son darbeyi vurmak için Irak Kürt hareketini kendi eksenine katmıştı. Kürtler açısındansa en azından şimdilik bir hayal kırıklığı ve hüsran yoktu. Yoksa Kürtlerin makus kaderi değişiyor muydu? O halde büyük güçlerle ilişki bu minval üzere devam etmeliydi.

Nitekim öyle de oldu. Kürtlerle ABD’nin yolları 2003’te bir kere daha kesiştiğinde aslında ABD için 1991’den beri ekilen tohumların hasat zamanı gelmişti. Kürtler Saddam’ı devirmek için yapılacak müdahale ve sonrasında ABD’nin en sadık müttefiki oldular ve 2003’te fiilen ABD’yle birlikte hareket ederek Saddam rejiminin devrilmesinde kilit rol oynadılar. Buna karşılık bağımsızlık elde edemeseler de, güçlü bir biçimde desteklendiler ve Irak’ta kurulan yeni düzende çok önemli kazanımlar elde ettiler. Bu kazanımlar bağımsızlık yolundaki umutları artırdığı gibi, büyük devlet desteğine inancı da pekiştirdi. Gerçekten yoksa bu ilişki bakımından Kürtlerin makus kaderi değişiyor muydu?

Nihayet bütün dünya kürtlerin arkasında…

2011 sonrası Kürtlerle büyük güçler arasındaki ilişkide yeni bir döneme girildiği kuşkusuz. Özellikle de 2015’ten itibaren Kürtler nihayet tüm büyük güçlerin desteğini arkasına almış görünüyorlar. Bu sefer neredeyse tüm büyük güçler, neredeyse tüm Kürt hareketlerine yönelik güçlü desteklerini izhar ediyorlar. Bu ilk kez ortaya çıkan bir durum.

Kürtlerin bu denli büyük güç desteğine mazhar olmasında kuşkusuz Irak’taki istikrarsız durumun, Suriye’deki iç savaşın ve IŞID faktörünün etkisi çok büyük. Halihazırda büyük güçler benzer korku ve beklentilerle bölge politikalarında Kürtleri temel dayanaklarından biri yapmış durumdalar. ABD, Rusya ve Avrupa’nın önemli devletleri Irak’ta ve Suriye’de IŞID’e karşı durabilecek tek gücün Kürtler olduğunu düşünüyorlar. Bunun için terör örgütü ilan ettikleri PKK ile bağlantısı kuşkusuz olan PYD’ye, Türkiye’yi küstürme pahasına her türlü desteği sağlamada hiçbir sakınca görmüyorlar. Rusya’nın PYD ve PKK’ya olan desteği ayrıca Uçak Krizi nedeniyle Türkiye’ye karşı intikam hırsından da besleniyor. ABD ise Irak’ta tek istikrarlı yerin Kürt bölgesi olduğu ve Iraklı Kürtlerin 1991’den beri verdiği mücadele ve gösterdiği sadakatle bir devlet olmayı hak ettiğini düşünüyor.

Tüm bunları alt alta sıraladığımızda, yıllar boyunca büyük devletleri kendisi için mesih gibi gören Kürtler, şimdi bu çalkantılı dönemde dünya tarafından Ortadoğu’nun kurtarıcı mesihi olmuş gibi görünüyorlar. Bu çerçevede ABD ve Rusya Kürtleri kendi eksenine katma mücadelesi içinde onlara her türlü desteği sunmada son derece cömert davranıyorlar. Bununla birlikte bu devletler Kürtleri birbirine kaptırma endişesi ile müttefiklerini kaybetme endişesi arasında sıkışıp kalmış durumdalar. Bu çelişki nedeniyle şimdilik temkinli bir Kürt politikası izleyerek ne Kürtleri ne de müttefiklerini küstürmemeye çalışıyorlar.

Bu politika ne kadar devam eder bilinmez ama Kürtlerin bunu tarihi bir fırsat olarak gördükleri kuşkusuz. Madem ki Ortadoğu’da yüzyıllık statüko alt üst oluyor, o halde Kürtler, yüzyıl önce başlayan makus kaderlerini değiştirmek ve yeni düzende kendilerine güçlü bir yer bulmayı umuyorlar. Büyük güçlerle son yirmi yıldır süren kesintisiz ilişkinin artık meyvesini almayı bekleyen Kürtler, bir kere daha büyük güçlerin açtığı yolda hayallerini gerçekleştirebilmenin eşiğine gelmiş bulunuyorlar. Bu eksende bulundukları ülkelerde statülerini bir üst aşamaya taşımak için (Türkiye ve Suriye’de özerklik, Irak’ta bağımsızlık) var güçleriyle mücadele ediyorlar. Bu yolun sonu nereye çıkar, tarihsel kısırdöngülerini kırabilir mi, bilmiyoruz. Ama Kürtlerin şimdi büyük güçlerle bir balayı dönemi yaşadığı kuşkusuz.

Peki ya sonra…

Kürtlerin makus tarihleri bu beklentilere fazla güvenilemeyeceğini söylese de, elbette tarihsel akıl da yanılabilir. Ama her durumda, başta dile getirdiğimiz şu gerçeği kulak ardı etmemek gerekir: Büyük devletlerin Kürtlerle kurduğu ilişkinin çerçevesini kendi çıkarları belirler ve her durumda sonucu belirleyecek olan Kürtlerin idealleri değil, küresel ve bölgesel güçler arasındaki ilişki ve dengelerdir.

O nedenle büyük devletler ancak bölgesel ve uluslararası dengeler doğrultusunda çıkarları elverirse Kürtlerin hayallerini gerçekleştirmelerine izin vereceklerdir. Böyle bir izne karşılık da herhalde kendilerine bir biçimde sadakat duymalarını bekleyeceklerdir. Bu sadakatse, Kürtleri yine bölgesel politikanın nesnesi/aracı yapabilir. Ama böyle bir durumda daha kötüsü Kürtler, İsrail gibi bölgede düşman nazarıyla bakılan, yapayalnız bir aktöre dönüşebilir. Tabii tüm bunların dışında, tarihin tekerrürü de mümkün: Ya büyük güçler, geçmişte olduğu gibi, çıkarlar ve dengeler gereği Kürtleri yüzüstü bırakırlarsa…

Nitekim buna dair güçlü emareler de var. Örneğin, Türkiye’de PKK terörüyle mücadele kapsamında yapılan operasyonlara dünyadan tek bir ses çıkmaması Kürtler için bir işaret olmalı. Benzer biçimde büyük güçlerin İran’la ilişkilerini konsolide ettiği bir dönemde İran’ın da Kürt ideallerine sıcak bakmayacağı aşikar. Bu durumda büyük güçler belki şimdilik Suriye ve Irak ekseninde Kürtlere güçlü destek veriyor olsalar da, bu Irak ve Suriye’deki statükoyu gözden çıkardıkları için şimdilik böyle. Ama Türkiye ve İran için aynı şey söylenemez. Biri ABD’nin öteki Rusya’nın müttefiki olan Türkiye ve İran büyük güçler açısından gözden çıkarılmaları mümkün değil. Bu ülkelerinse Kürt ideallerinin karşısında olduğu ise kuşkusuz. O halde soru şu: Büyük güçler Türkiye ve İran’a rağmen Kürt ideallerini gerçekten sonuna kadar desteklerler mi?

(Al Jazeera)


http://www.aljazeera.com.tr/interaktif/buyuk-guclerin-kurt-karti


***

BÜYÜK GÜÇLERİN KÜRT KARTI. BÖLÜM 1

        BÜYÜK GÜÇLERİN KÜRT KARTI. BÖLÜM 1  


Büyük güçlerin Kürt kartı,Erol Kurubaş, Al Jazeera, ABD,RUSYA, AB,


21.04.2016 10:05

Büyük güçlerin Kürtleri kendi amaçları için hangi şartlarda nasıl kullandıklarını ve Kürtlerin bu güçlerin elinde yaşadığı hayal kırıklıklarını Prof. Erol Kurubaş, Al Jazeera için yazdı.

Her ayrılıkçı hareketin arkasında bir yabancı güç vardır. Yerine göre bir akraba devlet, yerine göre de herhangi bir komşu devlet. Etnopolitik (akrabalık) veya reelpolitik (çıkar) nedenlerle öncelikle bu aktörler, bu tip hareketleri desteklerler. Ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini sürdürebilmeleri de ancak böyle bir sınır ötesi bağ ile mümkündür. Aksi halde bu hareketler uzun ömürlü olamazlar.

Öte yandan, her ne kadar büyük güçler ilkesel olarak ayrılıkçılığın karşısında ve devletlerin yanında yer alsalar da, bölgesel ve uluslararası dengeler, dolayısıyla kendi çıkarları gereği, nadiren de normatif nedenlerle (uluslararası hukuk) daima bu tip ayrılıkçı hareketlere duyarlıdırlar. Bu duyarlılık kendini çok farklı biçimlerde gösterse de, büyük güçler bu tip hareketleri genelde kendi çıkarları doğrultusunda bir dış politika aracına dönüştürme ve kullanma, nadiren de belli bir süre uzaktan izleme ve göz önünde tutma eğiliminde olurlar.

Ayrılıkçı hareketler açısındansa küresel güçlerden destek almak hayati bir konudur.  Bu hareketler, seslerini uluslararası platformlarda duyurmanın ötesinde ideallerini gerçekleştirebilmek için mutlak surette büyük güçlerin desteğine ihtiyaç duyarlar. Bu destek ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini devam ettirebilmeleri için gerekli olmanın ötesinde bağımsızlık ideallerini gerçekleştirebilmeleri ve meşrulaştırabilmeleri için olmazsa olmazdır. Böyle bir dış destek olmadan hiçbir etnik hareket bağımsızlık amacına ulaşamaz.

Tüm bu sözünü ettiğimiz çerçeveye uygun olarak, Kürt hareketi de yüzyıllık geçmişi boyunca bölgesel güçlerin yanı sıra büyük güçlerle, kullanılma ve yüzüstü bırakılma pahasına, oldukça esnek ve pragmatik ilişkiler geliştirmiştir. Kurulan bu ilişki sayesinde Kürtler her dönemde büyük güçlerin farklı biçim ve düzeylerde ilgisine ve desteğine mazhar olmuştur. Fakat büyük beklentilerle kurulan bu ilişkilerin ve bu çerçevede elde edilen dış desteğin Kürtler için genelde büyük hayal kırıklıklarıyla sonuçlandığı görülmektedir. Kürtlerin yüzyıllık tarihi, bu acı gerçeği sürekli teyit etmektedir.

Bununla birlikte Kürtlerin büyük güçlerle ilişkisi ve bir biçimde kullanılmış olması, Kürt sorununun zaten “büyük güçler” tarafından çıkartıldığını iddia eden komplocu düşünceleri haklı çıkartmaz. Amacımız da zaten bu değil.  Aksine gerçek şu ki, hiçbir yabancı güç yeterince güçlü bir iç dinamiğe dayanmayan bir sorunu bu denli suiistimal edemez. Bu tip hareketler de sadece dış dinamikle var olamaz. Burada vurgulanan husus, esasen kurulan bu ilişkinin doğasının kaçınılmaz olarak Kürtlerin araçsallaşmasına, kullanılmasına ve sonunda hayal kırıklıkları yaşamasına yol açtığıdır. O nedenle belki de öncelikle bu ilişkinin doğasını iyi anlamalıyız.

Büyük güçlerle kurulan ilişkinin doğasını anlamak

Büyük güçlerin Kürtlerle kurdukları ilişkinin dinamiğini, elbette reelpolitik çıkar algılamaları oluşturmaktadır. Birden çok devlet çatısı altında, jeostratejik açıdan sorunlu bir bölgede ve her devlette belli oranda sorunlu olarak yaşamaları nedeniyle büyük güçler Kürtlere her zaman ilgi duymuştur. Kürtlerin Orta Doğu’da çoğunluk oluşturan Arap, Türk ve İran halklarından etnokültürel açıdan farklılık arz etmesi, büyük güçlere hemen her dönemde bu eksende politika üretme fırsatı tanımış, bu sayede Kürtlerin, yaşadıkları ülkelere yönelik bir baskı aracı olarak kullanılması mümkün olabilmiştir.


Ayrıca Kürtlerin beklenti ve taleplerinin yaşadıkları ülkelerce tatmin edilmemiş olması nedeniyle uluslararası toplumun çekingen de olsa Kürtleri haklı görmesi ve bu çerçevede Kürtlerce yürütülen mağduriyete dayalı uluslararası etkinlikler dünya kamuoyunda bu topluma karşı genel bir sempatinin doğmasına da yol açmış, böylece reelpolitik ilgi ve destek, moral bir anlam da kazanmıştır.

Bu temel dinamik çerçevesinde kurulan bu ilişkinin doğasına dair tespit etmemiz gereken ilk önemli unsur, bu ilişkinin büyük güçlerin Orta Doğu politikası ve Kürt nüfuslu devletlerle kurduğu ilişkiye bağlı bir değişken olduğudur. Bu ilişki ancak büyük güçlerin ilgili devletlerle ilişkileri bağlamında kendine bir yaşam alanı bulabilmekte, bu ilişkinin seyrine bağlı olarak desteklenmekte ya da desteğini kaybetmektedir.

Büyük güçlerin Kürtlerle kurdukları ilişkinin doğasına dair bir diğer husus, bu ilişkideki aktörlerin yapı, konum ve statüsü açısından asimetrik güç ilişkilerine dayanıyor olmasıdır. Bu ilişki herhangi bir devlet-devlet ilişkisinden çok farklı olarak, uluslararası sistemi kontrol eden güçlerle, hukuken uluslararası kişiliği bile olmayan ulusaltı aktörler arasında kurulan bir ilişkidir. Kürtlerin tarihine bakıldığında da görülebileceği üzere, genelde bu durum, güçlünün zayıfı kullanması biçiminde kendini göstermektedir. Ayrıca bu asimetrik durum, kurulan ilişkinin belli oranda bir karşılıklı bağımlılık yerine tek taraflı bağımlılık doğmasına yol açmaktadır. Bu bağımlılık zayıf olan aktör açısından zamanla varoluşsal bir nitelik de kazanabilmektedir. Bu da bize neden Kürt hareketinin kolayca büyük devletlerin dış politika aracına dönüştüklerini açıklamaktadır.

Bu ilişkinin Kürtler aleyhine işleyen bu doğasına ve tüm olumsuz deneyimlerine rağmen Kürt liderlerin büyük güçlere olan inancını kaybetmemeleri ve her dönemde bunlara neredeyse koşulsuz ve sıkı bağlılık göstermeleri şaşırtıcıdır. Gerçekten de politik bir araç olarak kullanıldıklarını gördükleri halde, Kürt liderler hiçbir zaman bu destekten ve büyük güçlere dayanmaktan vazgeçmemişlerdir. Bunun temel nedeni, bu desteğin Kürt hareketleri için hemen her dönemde hayati bir rol oynamasıdır. Kürt hareketi 20. Yüzyıl boyunca bu dış destek sayesinde varlığını ve mücadelesini sürdürebilmiş, yine bu destek sayesinde büyük ayaklanmalara ve eylemelere girişebilmiştir. Dolayısıyla denilebilir ki, Kürt hareketinin etkinliği açısından dış destek reelpolitik bir zorunluluktur.

Kaldı ki, bu desteğin reelpolitik bir zorunluluk olması sadece mücadelenin etkin biçimde sürdürülebilmesinden de kaynaklanmamaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi, büyük güçlerin diplomatik ve siyasal desteğinin alınması, (i) uluslararası alanda meşrulaşmanın ve (ii) uzun vadede olası bir ayrılma halinde tanınmanın sağlanması açısından da zorunlu görülmektedir.

Kürtler büyük devletlerden sağlanan desteğin kalıcı olacağı zannıyla bu desteği bir himaye altına alınma olarak yorumlamışlardır. Bu bağlamda Kürt liderler büyük devletlere aşırı güven duyarak adeta duygusal bir bağ ile bağlanmışlardır. İkinci önemli yanlış ise, Kürt liderler büyük devletlerden sağlanan dış desteği, iç dinamikteki zaafları nedeniyle, mücadelelerinin temel dayanağı haline getirmişlerdir. Büyük devlet desteğinin kesilmesiyle Kürt hareketinin etkisini yitirmesi bunun açık göstergesidir.

Sonuçta büyük güçlere olan güven ve bağımlılıkları nedeniyle Kürtler, bölgesel dengelerden uzak, bazen de maceraperest politikalar izleyerek bölgede istikrarsızlık unsuru haline gelmişler; bu ise her şeyden önce Kürtlerin bölge devletleri açısından “tehdit” olarak algılanmasına, her türlü talebinin kuşkuyla karşılanmasına ve nihayet baskı altına alınmasına yol açmıştır. Kısacası, Kürtlerin büyük güçlerle kurdukları ilişki, bugüne değin onlara belli dönemlerde güçlenme imkanı sunmuşsa da, aslında gerek bulundukları devlet içinde gerekse Orta Doğu’da yalnızlaşmalarına neden olmuştur. Tüm bunların sonucu ise Kürtlerin büyük umutlara kapılması, sonunda da büyük hayal kırıklıkları ve büyük acılar yaşamaları olmuştur. Tüm bu anlatılanlar çerçevesinde Kürtlerin dramatik bir tarihi vardır.

Önce İngilizler vardı…

Kürtlerle büyük güçler arasındaki ilişkilerin geçmişi 19. Yüzyıla değin gitmektedir. Bu dönemde Osmanlı’daki merkezileşme çabalarından rahatsızlık duyan Kürt liderler yerleşik bulundukları topraklar üzerinde cereyan eden İngiliz-Rus nüfuz mücadelesinden yararlanmak için çaba harcamışlar, bu çerçevede planladıkları ayaklanmalara destek alabilmek için hem Rusların hem de İngilizlerin kapısını çalmışlardır. Fakat dönemin büyük devletlerinin çıkarları bu sıralarda Kürtlerden yana değildi. Bu dönemde hem İngilizlerin hem de Rusların bu bölgeye yönelik politikasının asli unsurunu Kürtler değil Ermeniler oluşturuyordu. O nedenle ne İngilizler ne de Ruslar, Şeyh Ubeydullah ve Abdurrezzak Bedirhan gibi Kürt liderlerin ayaklanmaya destek konusunda ısrarlı çabalarına karşılık vermişlerdir. Büyük güçlerin bu tutumu 1. Dünya Savaşı sonuna değin sürmüştür.

1. Dünya Savaşı sonrası Osmanlının mağlup sayılması ve İngilizlerin Mezopotamya’ya yönelik yeni çıkar tanımlamaları, kaçınılmaz olarak Kürtlerle yollarının kesişmesine yol açtı. Bölgeyi karış karış dolaşan ve araştıran İngiltere, Türklere karşı bir yandan Anadolu’daki ulusal kurtuluş mücadelesini zayıflatmak, öte yandan Musul Vilayetini yeni kuracağı Irak’ın parçası haline getirmek için Kürtlerden yararlanabileceğini keşfetti. Fakat keşfettiği bir gerçek de, Kürtlerin bir aşiret toplumu olarak bütüncül bir halk ve coğrafya özelliği göstermediğiydi. Bu, İngiltere’ye bir birinden bağımsız iki ayrı Kürt politikası geliştirme imkanı verdi: Kuzeydeki Kürtlerle güneydeki Kürtlere farklı bir yaklaşım sergilenecekti. Bu ikili politika sayesinde Kürtlerden hem Ankara hem Musul sorunu bağlamında farklı amaçlar çerçevesinde yararlanabilecekti.

Musul’da petrol vardı ve burası İngiliz mandası olarak tasarlanan Irak’ın parçası yapılmak isteniyordu. O nedenle Musul Vilayetindeki Kürtlerin kontrol altında tutulması gerekiyordu. Kuzeyde ise petrol yoktu, ama Anadolu’da başlayan ulusal kurtuluş mücadelesi ve onun benimsediği Misak-ı Milli hedefinin içinde Musul vardı. Ankara Hükümetinin sınırlandırılması ve Musul’la bağının koparılması için kuzeydeki Kürtler kullanılabilirdi. Kısacası, İngilizlerin tek derdi, petrolün olduğu Musul’u Irak’ın parçası yaparak kendi kontrolü altına almaktı. Bu amaçla Kürtlerin muğlak vaatlerle bir süre oyalanması gerekiyordu.

Bunun için 1918’de kuzeydeki Kürtler adına hareket eden Kürdistan Teali Cemiyeti ve onun lideri Seyit Abdülkadir ile temas sağlanırken, güneydeki Kürtlerle de 1917’de bölgenin etkin ismi Şeyh Mahmut Berzenci üzerinden temas sağlandı. Bu temaslarda başka isimlerin yanı sıra özellikle Binbaşı Noel’e Lawrence’in Araplarla kurduğu ilişkideki rolüne benzer özel bir misyon yüklendi. Noel, Kürtleri birtakım vaatlerle oyalayacaktı. Temaslar sonucu İngilizler kuzeydeki Kürtlere “Kürdistan” kurmayı vaat ederken, Şeyh Mahmut Berzenci İngilizlerin çoktan kendisine bir krallık verdiğine ikna olmuş ve 1919’da bir Kürt krallığı ilan etmişti bile. Ama İngilizler kendi iradeleri dışında gelişen bu girişime karşı çıkarak Berzenci’yi yargılayıp hapis ve Hindistan’a sürgün cezasına çarptırdılar.

İlk etapta sonuç, kuzeydeki Kürtler için 1920’de Sevr Antlaşmasıyla statüsü ve sınırları, kısacası ne olduğu belirsiz bir “Kürdistan” vaadi olarak kayda geçerken, güneyde Musul sorunu bağlamında Berzenci devlet kurma vaatleriyle bir süre daha oyalandı. 1921’de İngilizler, güneyde Sünni Arap egemenliğinde Irak’ı kurarken, Musul meselesinden dolayı Türk propagandasını etkisizleştirmek için Berzenci’yi serbest bıraktılar. Fakat Berzenci İngilizlerin kendine çizdiği sınırları aşarak ayrı bir krallık kurmakta ısrar ederek ayaklanmayı sürdürdü. Musul’un Irak’a bırakılmasını öngören 1925 tarihli MC kararı ve buna uygun olarak 1926’da Ankara ile yapılan anlaşma ile Musul’un nihai statüsü ortaya çıkınca, güneydeki Kürtlerin ayrı devlet kurma hayalleri de son buldu. Kuzeyde ise, ulusal kurtuluş mücadelesini kazanan TBMM ile 1923’te Lozan Antlaşması yapılarak Sevr’deki Kürdistan rafa kaldırıldı. İngilizler birkaç yıl içinde hem güneydeki hem de kuzeydeki Kürtleri ve vadettiği Kürdistanı unutuverdi.

Kısacası Kürtler, kendilerini muğlak vaatlerle oyalayan İngilizlerin kurduğu yeni dünya düzeninde kendilerine yer bulamadılar. Bu Kürtlerin ilk aldanışı ve ilk büyük hayal kırıklığı oldu. Bundan sonra, dünya Kürtlere kulaklarını kapatarak, Türkiye’de ve Irak’ta 1932’ye değin süren onca isyana karşın hiç sesini çıkartmadı. Hatta 1925’teki Şeyh Sait İsyanında bile tüm iddialara rağmen esasen İngilizlerin bir dahli olmadı. Tabii İngilizler bundan yararlanarak (Kürtlerin Türklerle birlikte yaşamak istemediği düşüncesi) Musul’un Irak’ta kalmasını sağladılar. Sonuçta, daha önce dediğimiz gibi, Kürtlerin büyük güçlerle ilişkisi onların çıkarlarına ve onların çıkarları da bölgedeki devletlerle olan ilişkisine bağlıydı. Şimdi Türkiye ve Irak üzerinden İngiltere’nin iradesiyle bir statüko kurulduğuna göre Kürtlerle temas kesilmeliydi. Öyle de yapıldı.


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

7 Aralık 2019 Cumartesi

TÜRK DIŞ POLİTİKASI ÜZERİNE BAĞIMSIZ MAKALELER, BÖLÜM 2


TÜRK DIŞ POLİTİKASI ÜZERİNE  BAĞIMSIZ MAKALELER, BÖLÜM 2



Türk-Sovyet ilişkilerinin bozulması yirminci yüzyıldaki Türk dış ve güvenlik politikası tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. 
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden itibaren Sovyetler Birliği’ni temel düşmanı olarak görmeye başlamıştır. Yukarıda belirtildiği gibi Ankara’nın Sovyet niyetlerinden kuşkusu tarihsel olarak Çarlık Rusyası’nın nüfuzunu Karadeniz’in ötesine Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’ya genişletme teşebbüslerine dayanmaktaydı. Soğuk Savaş boyunca Türkiye’nin güvenlik kaygılarını Sovyet askeri gücü karşısındaki savunmasızlığı belirlemiştir 21. Türkiye, Sovyet kara kuvvetlerinin yirmi tümeni ile Transkafkasya bölgesindeki 500 kilometreden daha uzun olan ortak sınırda karşı karşıya kalmış; yoğun nüfusun yaşadığı bölgeleri ise Sovyet savaş uçakları ve füzelerinin yakın menzilinde olmuştur. Sovyet deniz kuvvetleri ve denizaltıları Karadeniz’in kontrolünü elde tutacak şekilde konuşlanmıştı. Bir NATO üyesi olarak Türkiye, Varşova Paktı ve Sovyetler Birliği’nin askeri güçlerine karşı NATO’nun güney kanadını güvene almak konusunda hayati bir misyon üstlenmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri, İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nı ve Transkafkasya bölgesinde Sovyetler ile olan kuzeydoğu sınırını savunmak zorunda kalmıştır.

Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’da daha iyi çevrelenmesi için Türkiye 1955’te, Britanya, İran, Irak ve Pakistan ile çok taraflı bir savunma antlaşması olan Bağdat Paktı’nda (1958’deki Irak İhtilali’nin ardından Merkezi Antlaşma Teşkilatı- CENTO- adını aldı) bir araya gelmiştir 22. Türkiye, NATO ve CENTO ittifak sistemleri arasında köprü olarak hayati bir diplomatik ve stratejik rol oynamıştır. 
1950’lerde Türk dış politikasının temel ilkesi Batı ittifakının bir parçası olmak ve stratejik önemini bu ittifakın üyelerine kanıtlamak olacaktır. 
1950’ler ve 1960’lar boyunca Türkiye, Sovyet yanlısı ülkelerin nüfuzunu sınırlandırmak için genellikle Ortadoğu’daki diğer İngiliz ve Amerikan müttefikleri ile işbirliği yapacaktır.

Türkiye, Soğuk Savaş derinleştikçe Batı yanlısı tutumunu devam ettirmiştir: 1950’de Avrupa Konseyi’ne, 1960’da OECD’ye katılmıştır. Bu doğrultuda daha ileri bir adım olarak, 1959’da (daha sonra Avrupa Birliği olan) Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik için başvurmuştur. Türkiye 1963’te ortak üye olmasına ve 1970’de Ek Protokol’ü imzalamasına rağmen, Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerin gelişmesini büyük ölçüde iç siyasi ve ekonomik koşullar engellemiştir.23

1960’larda, Soğuk Savaş’ın Yumuşama döneminde, Ankara’nın Kıbrıs konusunda uluslararası alanda yalnızlaşmaktan ve bu konuda Batılı müttefiklerinden destek gelmeyişinden duyduğu hayal kırıklığı, o zamana kadar sürdürdüğü dış politika yaklaşımını sorgulamasına neden olmuştur. Türkiye 1945’ten beri izlediği tek boyutlu dış politikanın faydalarını sorgulamaya başlamış ve özellikle 1960’ların ortalarından itibaren çok boyutlu bir dış politika izlemeye çalışmıştır. Kısmen Soğuk Savaş sürecindeki ve Batı ittifakındaki gelişmeler kısmen de Kıbrıs sorunu için BM’de destek sağlama ihtiyacı nedeniyle Ankara, Sovyet Bloğu, Bağlantısız Ülkeler ve İslam Dünyası ile ilişkilerini geliştirme çabasına girişmiştir.24

Türk-Amerikan ilişkilerinin dönüşümü Ankara’nın çok boyutlu dış politika arayışında önemli bir rol oynamıştır. 1960’lar ve 1970’lerin problemleri Türkiye’nin güvenlik ve ekonomik ihtiyaçları için (1950’lerde olduğu gibi) sadece ABD’ye bel bağlanamayacağını göstermiştir. 1960’ların başında meydana gelen iki gelişme Türkiye’yi hayal kırıklığına uğratmış, Batılı müttefiklerine yönelik 
derin bir güvensizlik ve hoşnutsuzluğa yol açmış ve giderek Türk-Amerikan ilişkilerinde bir krize neden olmuştur. 1962 Küba Füze Krizi ve 1963–64 Kıbrıs Krizi (özellikle 1964 tarihli Johnson Mektubu) Türk-Amerikan ilişkilerine önemli ölçüde zarar vermiş 25, ilişkiler Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs’a müdahalesine bir tepki olarak uygulanan Amerika’nın silah ambargosu ile daha da bozulmuştur. Ankara’nın silah ambargosuna tepkisi, NATO misyonları ile doğrudan bağlantılı olmayan Türkiye’deki tüm tesislerde Amerika’nın askeri operasyonlarını 
askıya alarak misilleme göstermek olmuştur. Kıbrıs meselesi Amerika-Türkiye ilişkilerini birkaç yıl için son derece kötüleştirmiş; 

Amerikan Kongresi’nin 1978’de silah ambargosunu kaldırmasından sonra bile iki taraflı savunma işbirliği ve askeri yardımın 1974 öncesi seviyesine gelmesi için iki yıl gerekecektir.26

Kıbrıs meselesinin Türk dış politikasına etkileri çok büyük olmuştur. 1970’lerdeki gelişmelerin bir sonucu olarak Türkiye ulusal güvenliğini yeniden tanımlamış ve ulusal güvenliğe yönelik tehdidin sadece kuzeyden (Sovyetler Birliği) değil aynı zamanda batıdan da (NATO üyesi Yunanistan’dan) geldiği vurgulanmıştır 27. 1970’lerdeki iki ambargo (silah ambargosu ve petrol ambargosu) Türkiye’yi 
dış politikasını daha fazla çeşitlendirmeye zorlamıştır. Arap dünyası ile ilişkileri normalleştirme çabaları özellikle Türkiye üzerinde bir hayli zararlı etkileri olan petrol ambargosunun ardından hız kazanmıştır. Ankara Ortadoğu’da ABD’ye sınırsız destek sağlamakta daha az istekli olmuş ve bölgede Arap ve Filistin yanlısı bir politika izlemeye başlamıştır.28

Türkiye’nin Sovyetler Birliği’nden kuşkuları Yumuşama döneminde tedrici bir şekilde azalmış ve bu durum 1970’lerde bazı iki taraflı ekonomik işbirliği anlaşmalarına giden yolu hazırlamıştır. Çok taraflı dış politika izleme doğrultusunda atılan adımların bir sonucu olarak Türkiye-SSCB ilişkilerinin normalleşmesi bu dönemde büyük bir değişim anlamına geliyordu; ancak ilişkiler ekonomik işbirliği anlaşmalarıyla ve Sovyetlerin Türkiye’ye ekonomik yardımı ile sınırlıydı 29. Bu yeni gelişme Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasına yeniden yön verdiği anlamına gelmiyordu; Türkiye Batı ittifakının bir parçasıydı; ama artık dış politikasını çeşitlendirmek istiyordu. 1960’lar ve 1970’lerde bazı önemli değişimler geçirmiş olsa da, Türk dış politikasının temel ilkeleri aynı kalmıştır.

1979’da ‘İkinci Soğuk Savaş’ın başlamasıyla Türkiye’nin stratejik pozisyonu yeniden önem kazanmıştır. 1979 yılında yaşanan iki olay, Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ve İran İslam Devrimi, Türkiye ve ABD’deki tehdit algılamalarını değiştirmiş ve iki ülke arasında yakın ilişkilere yol açmıştır. Özellikle Sovyetlerin Afganistan’ı işgali Türkiye’nin Sovyetlerin yayılmasından kaynaklanan korkularını yeniden canlandırmış ve ilişkilerin soğumasına neden olmuştur. 1980’ler boyunca Türk-Amerikan stratejik işbirliği artmış ve ilişkiler 
tedrici bir şekilde de olsa eski düzeyine yeniden kavuşmuştur. Ankara, Amerikan Kongresi’nin Kıbrıs meselesinden dolayı Türkiye’ye askeri yardımları sürekli bir şekilde kısıtlama çabalarından dolayı rahatsız olsa da, önce Başbakan (1983–89) ve daha sonra Cumhurbaşkanı (1989–1993) olan Turgut Özal genellikle Amerikan yönetimlerini Türkiye’nin çıkarlarına daha yakın görmüş ve Türkiye’nin gelecekteki güvenliğinin Amerika ile güçlü ilişkilerin devamına bağlı olduğuna inanmıştır. Washington, Özal’ın liberal ekonomik politikalarına destek vermiş ve Avrupa ülkelerinden farklı olarak Türkiye’yi insan hakları ihlalleri konusunda açık bir şekilde eleştirmekten kaçınmıştır.30

1980’lerde Türkiye’nin yaşadığı ekonomik zorluklar ve iç politika sorunları, 1980 askeri darbesinin dış politikadaki sonuçlarıyla birlikte ikiye katlanmış, AB ile ilişkiler (insan hakları gibi konularda) daha da kötüleşirken ülkeyi bir kez daha ABD’ye yakınlaştırmıştır. 

Bu dönemde Türkiye’nin AB ile ilişkileri yeni krizlere konu olurken, ABD ile ilişkileri güçlenmiştir. Türkiye 1987’de AB’ye üyelik başvurusunda bulunmuş ama bu talebi Aralık 1989’da reddedilmiştir. “İlk kez ‘Batı’ artık Türkiye’nin dış politika yönelimi bakımından bir bütün olmaktan çıkmıştır” 31.   
1980’lerde ilk kez Türk dış politikasında ‘iki Batı’ (Avrupa ve Amerika) algılaması ya da fikri doğmuştur.

1989-91 yıllarında Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte Türkiye’nin güvenlik ortamı temelden değişmiş ve Türkiye yeni bir uluslararası ortama kavuşmuştur. Bir kere Rus/Sovyet askeri tehdidinin sona ermesi Türkiye’yi 200 yıllık bir kamburdan kurtarmıştır. İkincisi, Türkiye’nin kendisinden hem askeri hem de iktisadi bakımdan zayıf yeni komşuları ortaya 
çıkmıştır. Üçüncüsü, bu yeni uluslararası ortam Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ve Orta Doğu’da yeni fırsatlar doğurmakla birlikte (istikrarsızlıklar, belirsizlikler, Türkiye’nin sınırları etrafında yeni çatışmalar bağlamında) yeni riskleri de beraberinde getirmiştir. Son olarak Türkiye, bölgesinde (Soğuk Savaş dönemindeki gibi bir kenar ülke değil) “merkez ülke” konumuna gelmiştir.

1990’ların başında uluslararası ve bölgesel siyasetteki muazzam değişikliklerin Türkiye’nin tehdit algısı, kendi kimliği ve dış ilişkilerine bakışı üzerinde önemli etkisi olmuştur 32. Bu yeni stratejik ortamda bazı Türk seçkinleri ülkenin uluslararası konumunu yeniden değerlendirmeye başlamıştır. Son 200 yıllık dönemdeki tarihsel parametreler ortadan kalktığı için, bu değişimlere tepki olarak Türkiye’nin dış/güvenlik politikasına yeniden yön verme ihtiyacı belirmiş ve buna ilişkin tartışmalar artarak devam etmiştir.33 

Soğuk Savaş sonrası yeni dünya düzeninde Türkiye’nin izlemesi gereken yeni dış politika ne olmalıdır tartışmasında “üç tarz-ı siyaset”ten bahsedebiliriz: AB seçeneği; Osmanlı hinterlandı ya da İslam seçeneği; Avrasya seçeneği. Yukarıdaki tarihsel özetten de görülebileceği gibi, 1990’larda tartışılan bütün bu seçenekler de dahil olmak üzere çeşitli dış politika seçenekleri 19. yüzyıldan başlayarak siyasi ve askeri elitler tarafından tartışılmış, ama bu farklı seçenekler Türkiye’nin güvenlik kaygılarını tam olarak gideremediği ya da yetersiz 
kaldığı için, hem de bu farklı seçenekler doğrultusunda yapılan bazı girişimler (Müslüman ve Türk dünyası ya da yakın çevredeki komşular gibi) başarısız kaldığı için dış politika tercihi Batıya yönelik (Batı ile ittifak ya da Batı sistemi içerisinde bağlantısızlık/denge arayışları şeklinde) olmuştur. 1830 ’lardan itibaren Osmanlı/Türk dış politikası incelendiğinde ideolojisi ya da dünya görüşü ne olursa olsun devlet adamlarımızın Orta doğu, İslam Dünyası veya Avrasya seçenekleri üzerinde düşünüp birtakım teşebbüslerde bulunmalarına 
rağmen, son tahlilde tercihlerini Batı siyasi ve stratejik sisteminden yana yaptıklarını görmekteyiz. Diğer seçeneklere hazırlık teşkil edebilecek arayışların ise ya başarısız ya da kısa ömürlü olduğu görülmektedir.

     Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkmaya başlayan Yeni Dünya Düzenindeki muhtemel dış politika tercihleri üzerine (içeride ve dışarıda) başlayan tartışmaların en önemlilerinden birisi Türkiye ve NATO üzerineydi. 
Bir görüşe göre, NATO açısından Soğuk Savaş sonrasında Türkiye’nin stratejik önemi kaybolmuş, Batı ittifakının Türkiye’ye ihtiyacı kalmamıştı. Türkiye açısından da yeni dış politika seçenekleri yahut fırsatları karşısında NATO ittifakına gerek kalıp kalmadığı tartışma konusuydu. Ancak başta Körfez Savaşı 
(1990-1991) olmak üzere diğer bölgesel (Kafkaslar ve Balkanlar’daki) çatışmalar ve istikrarsızlıkların kısa zamanda ortaya çıkışı bu tartışmaları iki taraf açısından da bitirdi. İki tarafında birbirine ihtiyacı devam ediyordu. Hatta Türkiye’nin bu yeni uluslararası ve bölgesel ortamda önemi daha da artacak; Türkiye’nin katkısı Batı için, özellikle NATO’nun yeni (Afganistan gibi alan dışı) misyonlarında hayati olacaktır.

Türkiye bölgesindeki yeni tehditler ve istikrarsızlıklardan dolayı NATO’ya önem vermeye devam etmiş ve yeni NATO misyonlarına kararlılıkla katkıda bulunmuş tur. Ankara’nın özellikle Balkanlar’da istikrarı garantilemek ve güvenliği sağlamak için yapılan NATO operasyonlarına katılması Türkiye’nin NATO’da gelecekte oynayacağı pozitif role ilişkin AB çevrelerinde de olumlu etkiler yaratmıştır. Türkiye, ulusal çıkarı üzerine temellenen kendi tehdit algılamalarının yanı sıra, Batı’nın yeni global tehdit algılamalarını da (global terörizm, kitle imha silahları vb.) paylaşmaktadır. Türk siyasi ve askeri elitleri, klasik Osmanlı/Türk güvenlik öncelikleri- yani toprak bütünlüğü ve siyasi rejimin bekası- ile birlikte bu yeni tehdit algılamalarını da dikkate almaya başlamıştır. Bir başka ifadeyle, Soğuk Savaş’ın sonu ile birlikte Batı ve Türkiye’nin algıladığı tehdit parametreleri değişmiş ama iki taraf da yeni tehditleri tanımlamak konusunda ortak bir noktada buluşabilmiştir.

Balkanlar, Avrasya ve Ortadoğu’da meydana gelen yeni gelişmeler Türkiye’ye yeni fırsatlar, ama aynı zamanda yeni riskler, güvenlik boşlukları ve meydan okumalar getirmiştir34. 1990/91’den beri geçen dönem Türkiye’nin etrafındaki bölgede istikrarsızlık ve belirsizlik dönemi olmuştur. Türkiye’nin sınırları, Balkanlarda, Kafkaslarda ve Ortadoğu’daki yeni istikrarsızlıkların, çatışmaların ve savaşların meydana getirdiği çalkantılarla tehdit edilmiş; Türkiye etnik ve dini çalkantılarla fokurdayan bir bölgenin merkezinde kalmıştır. Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’daki etnik ve dini çatışmaların bir sonucu olarak ortaya çıkan bu yeni tehdit algılamaları, Türkiye ve Batı arasında hem işbirliği için yeni bir zemin yaratmış, hem de yeni gerilimlere yol açmıştır. Gerek 11 Eylül ve gerekse 2003’teki Irak savaşından beri yaşanan global ve bölgesel gelişmeler göz önüne alındığında, bu trendin devam ettiği görülmektedir.

Türk dış politikasının istikameti üzerine 1990’larda başlayan bu tartışmalar, eğilimler ve süreçler Kasım 2002 seçimlerinden sonra işbaşına gelen AK Parti hükümetleri döneminde yeni bir ivme ve vizyon kazanmıştır. Önce Başbakanlık Başdanışmanı sıfatıyla, daha sonra Dışişleri Bakanı olarak büyük ölçüde Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun teori ve pratiğini yönlendirdiği bu yeni dış politika, 
1990’ların başında gündeme gelen “üç tarz-ı siyaset” yerine, dördüncü bir siyaset yahut istikamet belirlemiştir. AK Parti Hükümetleri döneminde biçimlendirilen Türkiye’nin yeni dış politika vizyonuna göre Türkiye Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi bir cephe ülkesi ya da Soğuk Savaş sonrası önerilen köprü ülkesi değil, yeni uluslararası sistemde bölgesel merkezi bir güç, merkez (pivot/mihver) ülke olmalıdır. 

Bu bağlamda Türkiye, bir merkez ülke ve bölgesel güç olarak tarihi, coğrafi ve stratejik derinliği ile küresel bir güç olabilme potansiyeline sahiptir. Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan yeni stratejik parametreler çerçevesinde 2002’den itibaren devam eden bu sürecin Türk dış politikasının tarihsel temelleri bağlamında bir sürekliliğe mi yoksa kopuşa mı işaret ettiği tartışması ise bir başka yazının konusu olmayı hak ediyor.


Kaynaklar

Allen, W.E.D. ve Muratoff, P. (1953), Caucasian Battlefields (Cambridge: Cambridge University Press).
Altunisik, M.B. and Tür, Ö. (2005), Turkey: Challenges of Continuity and Change (London: Routledge Curzon).
Anderson, M.S. (1966), The Eastern Question, 1774–1923 (London: Macmillan).
Anderson, M.S. (ed.) (1970), The Great Powers and the Near East, 1774–1923 (London: Edward Arnold).
Athanassopoulou, E. (1999), Turkey: Anglo-American Security Interests, 1945–1952: The First Enlargement of NATO (London: Frank Cass).
Aydin, M. ve Ismael, T.Y. (eds) (2003), Turkey’s Foreign Policy in the 21st Century: A Changing Role in World Politics (Aldershot: Ashgate).
Bac-Muftuler, M. (1997), Turkey’s Relations with a Changing Europe (Manchester: Manchester University Press).
Bal, İ. (ed.) (2004), Turkish Foreign Policy in the Post Cold War Era (Florida: BrownWalker Press).
Boll, M.M. (1979), ‘Turkey’s New National Security Concept: What It Means for NATO’, Orbis, 23.
Bölükbaşı, S. (1988), Turkish-American Relations and Cyprus (Lanham, MD: University Press of America).
Çetinsaya, G. (1999), ‘Ikinci Dünya Savaşında Türk-İran İlişkileri, 1939–1945’, Strateji, 11.
Davison, R.H. (1973), Reform in the Ottoman Empire, 1856–1876 (New York: Gordian Press).
Davison, R.H. (1976), ‘Russian Skill and Turkish Imbecility: The Treaty of Kuchuk Kainardji Reconsidered’, Slavic Review, 35.
Deringil, S. (1989), Turkish Foreign Policy during the Second World War: An ‘Active’ Neutrality (Cambridge: Cambridge University Press).
Fromkin, D. (1991), A Peace to End All Peace: Creating the Modern Middle East, 1914–1922 (London: Penguin).
Fuller, G. and Lesser, I.O. (1993), Turkey’s New Geopolitics: From the Balkans to Western China (Santa Monica, CA: RAND).
Gokay, B. (1997), A Clash of Empires: Turkey between Russian Bolshevism and British Imperialism, 1918–1923 (London: I.B. Tauris).
Hale, W. (2000), Turkish Foreign Policy, 1774–2000 (London: Frank Cass).
Hurewitz, J.C. (1961), ‘Ottoman Diplomacy and the European States System’, Middle East Journal, 15.
Karpat, K.H. (ed.) (1975), ‘Turkish-Soviet Relations’, içinde Kemal H. Karpat (ed.), Turkey’s Foreign Policy in Transition, 1950–1974 (Leiden: E.J. Brill).
Karpat, K.H. (ed.) (1975), Turkey’s Foreign Policy in Transition, 1950–1974 (Leiden: E.J. Brill).
Kent, M. (ed.) (1984), The Great Powers and the End of the Ottoman Empire (London: George Allen & Unwin).
Kuniholm, B. (1994), The Origins of the Cold War in the Near East (Princeton: Princeton University Press).
Kuniholm, B. (1996), ‘Turkey and the West since World War II’, içinde Vojtech Mastny ve R. Craig Nation (eds), Turkey Between East 
and West: New Challenges for a Rising Regional Power (Colorado: Westview Press).
Kurat, A.N. (1990), Türkiye ve Rusya (Ankara: Kültür Bakanlığı).
Larrabee, F.S.ve Lesser, I.O. (2002), Turkish Foreign Policy in an Age of Uncertainty (Santa Monica, CA: RAND).
Leffler, M.P. (1985), ‘Strategy, Diplomacy and the Cold War: The United States, Turkey and NATO, 1945–1952’, The Journal of American History, 71.
Mango, A. (1999), Ataturk (London: John Murray).
Martin, L.G. ve Keridis, D. (eds) (2004), The Future of Turkish Foreign Policy (Cambridge, MA: The MIT Press).
Naff, T. (1984), ‘The Ottoman Empire and the European States System’, in Bull, H. ve Oran, B. (eds) (2001a), Türk Dış Politikası, Cilt 1: 1919–1980 (İstanbul: İletişim).
Oran, B. (ed.) (2001b), Türk Dış Politikası, Cilt 2: 1980–2001 (İstanbul: İletişim).
Robins, P. (1991), Turkey and the Middle East (London: RIIA, 1991).
Robins, P. (2003), Suits and Uniforms: Turkish Foreign Policy since the Cold War (London: Hurst).
Rubin, B. and Kirisci, K. (eds) (2002), Turkey in World Politics: An Emerging Multiregional Power (İstanbul: Bogazici University Press).
Sever, A. (1997), Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Bati ve Ortadoğu, 1945–1958 (İstanbul: Boyut).
Sezer, D.B. (1981), Turkey’s Security Policies, Adelphi Papers 164 (London: IISS).
Sezer, D.B. (1993) ‘Turkey and the Western Alliance in the 1980s’, içinde Atilla Eralp, Muharrem Tunay ve Birol A. Yesilada (eds), 
The Political and Socioeconomic Transformation of Turkey (Westport: Praeger).
Vali, F.A. (1971), Bridge Across the Bosporus: The Foreign Policy of Turkey (Baltimore: The Johns Hopkins Press).
Watson, A. and Bull, H. (eds) (1985), The Expansion of International Society (Oxford: Oxford University Press).
Yasamee, F.A.K. (1993), ‘Abdulhamid II and the Ottoman Defence Problem’, Diplomacy and Statecraft, 4/1.
Yasamee, F.A.K (1996), Ottoman Diplomacy: Abdulhamid II and the Great Powers, 1878–1888 (İstanbul: ISIS).
Yasamee, F.A.K. (1999), ‘Ottoman Diplomacy in the Era of Abdulhamid II, 1878–1908’, içinde Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç (Ankara: TTK).
Yasamee, F.A.K. (2000), ‘The Ottoman Empire and European Alliances, 1815–1914’, The Great Ottoman-Turkish Civilization: Politics (Ankara: Yeni Türkiye Yayınları).
Yasamee, F.A.K. (1995), ‘“Ottoman Empire”, in Decisions of War, 1914’, içinde Keith Wilson (ed.), The Ottoman Empire (New York: St. Martin’s Press).
Yeşilbursa, B.K. (2005), The Baghdad Pact (London: Frank Cass).


DİPNOTLAR;

1 Naff, T., “The Ottoman Empire and European States System”, in H.Bull & A.Watson. (eds.), The Expansion of International Society, Oxford:Clarendon Press,1984). S.143–169
2 Kurat, A.N., Türkiye ve Rusya, Ankara, Kültür Bakanlığı, 1990; Allen, W.E.D. ve Muratoff, P., Caucasian Battlefields, Cambridge, Cambridge University Press, 1953
3 Davison, R.H.,”Russian Skill and Turkish Imbecility: The Treaty of Kuchuk Kainardji Reconsidered”, Slavic Review, 35, 1976, s. 436–483.
4 Anderson, M.S., The Eastern Question, 1774–1923, London, Macmillan, 1966, s. 28–55.
5 Hale, W., Turkish Foreign Policy, 1774–2000, London, Frank Cass, 2000, s. 13–43.
6 Davison, R.H., Reform in the Ottoman Empire, 1856–1876, New York, Gordian Press, 1973.
7 Anderson, M.S. (ed.), The Great Powers and the Near East, 1774–1923, London, Edward Arnold, 1970, s. 81.
8 Anderson, M.S., The Eastern Question, 1774–1923, London, Macmillan, 1966, s.178–219.
9 Anderson, M.S. (ed.), The Great Powers and the Near East, 1774–1923, London, Edward Arnold, 1970, s. 108–112.
10 Yasamee, F.A.K., “Abdulhamid II and the Ottoman Defence Problem”, Diplomacy and Statecraft, 4/1, 1993, s. 20–36; Yasamee, F.A.K, Ottoman Diplomacy: Abdulhamid II 
and the Great Powers, 1878–1888, İstanbul, ISIS, 1996; Yasamee, F.A.K., “Ottoman Diplomacy in the Era of Abdulhamid II, 1878–1908”, içinde Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, Ankara, TTK, 1999, s. 223–232
11 Kent, M. (ed.), The Great Powers and the End of the Ottoman Empire, London, George Allen & Unwin, 1984; Yasamee, F.A.K., “Ottoman Empire”, in Decisions of War, 1914”, içinde Keith Wilson (ed.), The Ottoman Empire, New York, St. Martin’s Press, 1995, s. 229–268
12 Fromkin, D., A Peace to End All Peace: Creating the Modern Middle East, 1914–1922, London, Penguin, 1991
13 Mango, A., Ataturk, London, John Murray, 1999; Oran, B. (eds), Türk Dış Politikası, Cilt 1: 1919–1980, İstanbul, İletişim, 2001, s. 95–238; Hale, W., Turkish Foreign Policy, 1774–2000, London, Frank Cass, 2000, s. 44–78
14 Gokay, B., A Clash of Empires: Turkey between Russian Bolshevism and British Imperialism, 1918–1923, London, I.B. Tauris, 1997
15 Hale, W., Turkish Foreign Policy, 1774–2000, London, Frank Cass, 2000, s. 44–78; Oran, B. (eds), Türk Dış Politikası, Cilt 1: 1919–1980, İstanbul, İletişim, 2001, s. 239–384.
16 Hale, W., Turkish Foreign Policy, 1774–2000, London, Frank Cass, 2000, s. 44–78; Oran, B. (eds), Türk Dış Politikası, Cilt 1: 1919–1980 İstanbul: İletişim, 2001, s. 239–384.
17 Hale, W., Turkish Foreign Policy, 1774–2000, London, Frank Cass, 2000, s. 79–108; Oran, B. (eds), Türk Dış Politikası, Cilt 1: 1919–1980, İstanbul: İletişim, 2001, s. 385–479; Deringil, S., Turkish Foreign Policy during the Second World War: An ‘Active’ Neutrality, Cambridge, Cambridge University Press, 1989.
18 Çetinsaya, G., “Ikinci Dünya Savaşında Türk-İran İlişkileri, 1939–1945”, Strateji, 11, 1999, s. 41–79
19 Hale, W., Turkish Foreign Policy, 1774–2000, London, Frank Cass, 2000, s. 109–121; Kuniholm, B., The Origins of the Cold War in the Near East, Princeton, Princeton University Press, 1994.
20 Oran, B. (eds), Türk Dış Politikası, Cilt 1: 1919–1980, İstanbul, İletişim, 2001, s. 522–575; Leffler, M.P. “Strategy, Diplomacy and the Cold War: The United States, Turkey and NATO, 1945–1952”, The Journal of American History, 71, 1985, s. 807–825; Athanassopoulou, E., Turkey: Anglo-American Security Interests, 1945–1952: The First Enlargement of NATO, London, Frank Cass, 1999.
21 Oran, B. (eds), Türk Dış Politikası, Cilt 1: 1919–1980, İstanbul, İletişim, 2001, s. 499–521; Karpat, K.H. (ed.) “Turkish-Soviet Relations’, içinde Kemal H. Karpat (ed.), Turkey’s Foreign Policy in Transition, 1950–1974, Leiden, E.J. Brill, 1975, s.73–107
22 Yeşilbursa, B.K., The Baghdad Pact, London, Frank Cass,. 2005; Sever, A., Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Bati ve Ortadoğu, 1945–1958, İstanbul, Boyut, 1997
23 Oran, B. (eds), Türk Dış Politikası, Cilt 1: 1919–1980, İstanbul, İletişim, 2001, s. 808–853; Bac-Muftuler, M., Turkey’s Relations with a Changing Europe, Manchester, Manchester University Press, 1997
24 Vali, F.A., Bridge Across the Bosporus: The Foreign Policy of Turkey, Baltimore, The Johns Hopkins Press, 1971; Karpat, K.H. (ed.), Turkey’s Foreign Policy in Transition, 1950–1974, Leiden, E.J. Brill, 1975.
25 Bölükbaşı, S., Turkish-American Relations and Cyprus, Lanham, MD, University Press of America, 1988; Oran, B. (eds), Türk Dış Politikası, Cilt 1: 1919–1980, İstanbul, İletişim, 2001, s.716–768.
26 Oran, B. (eds), Türk Dış Politikası, Cilt 1: 1919–1980, İstanbul, İletişim, 2001, s. 681–715; Kuniholm, B., “Turkey and the West since World War II”, içinde Vojtech Mastny ve R. Craig Nation (eds), Turkey Between East and West: New Challenges for a Rising Regional Power, Colorado: Westview Press, 1996, s. 45–69
27 Sezer, D.B., “Turkey’s Security Policies”, Adelphi Papers, 164, London, IISS, 1981; Boll, M.M., “Turkey’s New National Security Concept: What It Means for NATO”, Orbis, 23, 1979, s. 609–631.
28 Robins, P., Turkey and the Middle East, London, RIIA, 1991.
29 Oran, B. (eds), Türk Dış Politikası, Cilt 1: 1919–1980, İstanbul: İletişim, 2001, s. 769–783.
30 Oran, B. (ed.), Türk Dış Politikası, Cilt 2: 1980–2001, İstanbul, İletişim, 2001,s. 34–101; Sezer, D.B., “Turkey and the Western Alliance in the 1980s”, içinde Atilla Eralp, Muharrem Tunay ve Birol A. Yesilada (eds), The Political and Socioeconomic Transformation of Turkey, Westport: Praeger, 1993 s. 215–231.
31 Altunisik, M.B. and Tür, Ö., Turkey: Challenges of Continuity and Change, London, Routledge Curzon, 2005 s. 111.
32 Robins, P., Suits and Uniforms: Turkish Foreign Policy since the Cold War, London, Hurst, 2003, s. 113–133.
33 Fuller, G. and Lesser, I.O., Turkey’s New Geopolitics: From the Balkans to Western China, Santa Monica, CA, RAND, 1993.
34 Rubin, B. and Kirisci, K. (eds), Turkey in World Politics: An Emerging Multiregional Power, İstanbul, Bogazici University Press, 2002; Bal, İ. (ed.), Turkish Foreign Policy in the Post Cold War Era, Florida, BrownWalker Press, 2004; Larrabee, F.S.ve Lesser, I.O, Turkish Foreign Policy in an Age of Uncertainty, Santa Monica, CA, RAND, 2002; Aydin, M. ve Ismael, T.Y. (eds), Turkey’s Foreign Policy in the 21st Century: A Changing Role in World Politics, Aldershot, Ashgate, 2003; Martin, L.G. ve Keridis, D. (eds), The Future of Turkish Foreign Policy, Cambridge, MA, The MIT Press, 2004.


***

TÜRK DIŞ POLİTİKASI ÜZERİNE BAĞIMSIZ MAKALELER, BÖLÜM 1

TÜRK DIŞ POLİTİKASI ÜZERİNE  BAĞIMSIZ MAKALELER, BÖLÜM 1



İKİ YÜZYILIN HİKÂYESİ: TÜRK DIŞ VE GÜVENLİK POLİTİKASINDA SÜREKLİLİKLER,

Gökhan Çetinsaya*
Çeviren: Ali Balcı

* Prof. Dr., İstanbul Şehir Üniversitesi


ÖNSÖZ

“Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya” son verme konusunda üzerimize düşeni yapmak kaygısıyla serüvenine başlayan Türk Dış Politikası Yıllığı ülkemizde uluslararası ilişkiler literatüründe halen daha var olmaya devam eden büyük boşluğu doldurma konusunda katkı sunmayı amaçlamaktadır. Gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’de, özellikle Türkçe yazılmış uluslararası ilişkiler konulu eserlerin gerek sayı ve gerekse içerik olarak ciddi eksiklikleri olduğu ilgili alanın uzmanları tarafından sürekli olarak dile getirilmektedir. 
Mevcut eserlerin nicelik olarak yetersiz olmalarının yanında uluslararası ilişkiler alanında Türkiye’nin yaşadığı en temel problem, konunun uzmanları tarafından yazılmamış, bilgi üzerine inşa edilmeyen, dayanaksız analiz ve yorumlar ile komplo teorileri ve spekülatif varsayımlardan oluşan kitapların sayısının her geçen gün artmasıdır. 

Türk Dış Politikası Yıllığı, Türkiye’nin dış politikasının değişik alanlarına ilişkin verilerin, konunun uzmanları tarafından belirli bir sistematik içerisinde ve olayların anlaşılmasını kolaylaştırıcı bir biçimde okuyucuya aktarılmasını sağlamayı hedeflemektedir. Aktarılan bu verilerin analizi konusunda okuyucuya yol gösterilmekte, ancak aktarılan bilgilerden okuyucunun kendi analizini yapmasına da fırsat tanınmaktadır. Bunun yanında, yıllığın ikinci bölümünde yer alacak olan Türk dış politikasına ilişkin bağımsız makaleler daha çok analiz ağırlıklı olacaktır.

Türkiye gibi, giderek artan bir şekilde bölgesinde önemli roller üstlenen bir ülkenin dış politikasını inceleyen düzenli bir yıllık çalışmasının bugüne kadar yapılmamış olmasının ciddi bir eksiklik olduğu düşüncesiyle 2009 yıllığıyla başlayan bu projenin sürekli olacağını, her yılın ortasında, bir önceki yıla ilişkin Türk dış politikası gelişmelerinin inceleneceği yeni bir kitabın yayınlanmasının planlandığını ifade etmek istiyoruz. Bu şekilde, Türk dış politikasına ilgi duyan okuyucuların, öğrencilerin ve araştırmacıların faydalanacağı bir çalışmanın Türk uluslararası ilişkiler literatürüne kazandırılması temel amacımızdır.

Söz konusu olan bir yıllık olduğu için, atıflar ve kaynakça konularında farklı bir yöntem izlenmiştir. Okuyucuyu sıkmamak amacıyla, yararlanılan gazetelerin ve haber ajanslarının önemli bir kısmı internetten alınmasına rağmen, internet adresleri verilmemiş, sadece haberin ismi, hangi gazete ya da haber ajansından alındığı ve haberin yayınlandığı tarih bilgileri yazılmıştır. Söz konusu haberlerin asıllarına ulaşmak isteyen okuyucuların, ilgili gazete ya da haber ajanslarının internet sitelerinden, haber başlığı ve tarihini yazmak suretiyle arama yapmaları yeterli olacaktır.

Bu kitabın ve Türk Dış Politikası Yıllığı’nın bundan sonraki sayılarının okuyucuya faydalı olmasını diliyoruz.

Burhanettin Duran
Kemal İnat
Muhittin Ataman

GİRİŞ

On sekizinci yüzyıl sonundan yirminci yüzyıl sonuna kadar neredeyse iki yüzyıldır Osmanlı İmparatorluğu ve onun ardılı Türkiye Cumhuriyeti üç önemli meydan okumayla yüzleşmiştir. İlki Rusya İmparatorluğu’ndan ve daha sonra Sovyetler Birliği’nden gelen askeri ve stratejik tehdittir. On sekizinci yüzyılın sonundan Soğuk Savaş’ın sonuna kadar Osmanlı / Türk devlet adamları için (belli kısa 
dönemler hariç) en önemli kaygı Rusya/Sovyetler Birliği’nden gelen stratejik tehdit olmuştur. İkinci meydan okuma Fransız Devrimi’nin ardından Osmanlı İmparatorluğu’nda önce gayrimüslim unsurlar arasında daha sonra Türk olmayan Müslüman unsurlar arasında milliyetçi düşünce ve hareketlerin ortaya çıkışı olmuştur. Bu gelişme Osmanlı’nın dağılmasının ardından da yeni formlar altında devam etmiştir. Osmanlı / Türk dış politikasının seyrini belirleyen üçüncü meydan okuma Türkiye’nin ekonomik koşulları ve Batı’ya olan mali bağımlılığı olmuştur. Birbirleriyle ilişkili bu üç meydan okuma on dokuzuncu yüzyılın başlarından beri Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin dış ve iç politikalarını (özellikle Batı’ya yönelimini) şekillendirmektedir. Bunlar sadece Türkiye’nin komşuları ve Batı ile ilişkilerini belirlememiş aynı zamanda Batılılaşma süreci üzerinden iç politikasını da etkilemişlerdir. Bu makale Batı’ya yöneliş sürecini incelemeye ve son iki yüzyıldır Türk dış ve güvenlik politikasında oluşan belli süreklilikleri vurgulamaya çalışacaktır.

On dördüncü yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla kadar Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’nın bir kısmını yönetmiş ve kıtanın meselelerine müdahil olmuştu. On sekizinci yüzyılın son çeyreğine kadar Avusturya en büyük düşman, Fransa ise temel müttefik olmuştur. Ancak on sekizinci yüzyılda Rusya’nın büyük bir güç olarak belirmesi Osmanlı İmparatorluğu aleyhine güç dengesinde bir kaymaya 
yol açmıştır. 1. 

On sekizinci yüzyılın ikinci yarısından 1917’ye kadar Rusya Osmanlı’nın zayıflığının bölgede yarattığı boşluğu doldurmaya istekli olmuştur. Rusya’nın Balkanlar, Güneydoğu Avrupa ve Kafkaslardaki toprakları işgal etmesiyle sonuçlanan bir dizi Rus-Osmanlı savaşı bu dönemde yaşanmıştır. Osmanlılar devamlı olarak (1853–56 Kırım Savaşı hariç) Ruslara yenilmiş ve Osmanlı 
İmparatorluğu’nun kalbi olan başkent İstanbul sık sık Rus ordusunun tehdidine maruz kalmıştır 2.

On sekizinci yüzyılda başlayan Rus ilerlemesi nihai olarak Kırım’a ve Karadeniz sahillerine ulaşmıştır. 1768–74 savaşındaki Rus galibiyetinden sonra Osmanlı hükümeti Küçük Kaynarca Antlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştır. 
Bu Rusya’ya Karadeniz’in kuzey kıyılarında bir tutunma noktası vermiş, Kırım’ın bağımsızlığını kabul ederek onu fiilen Rusya’nın kontrol alanına bırakmış ve Rus gemilerine Karadeniz’e açılma hakkı sağlamıştır. Bütün bunların yanında Ruslara Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortodoks unsurları üzerinde hamilik rolü oynama imkanı sağlamıştır 3. 

Nitekim Rusya 1783’de Kırım’ı ilhak etmiş ve daha sonra 1787-92’deki başka bir savaşta Dinyester ve Bug nehirleri arasındaki bölgeyi de ele geçirmiştir.

Fransız İhtilali’ni izleyen dönemde, özellikle 1799 ve 1812 arasındaki çalkantılı diplomatik olaylar ve savaşlar sırasında Osmanlılar Avrupa’da eskiden izlediği karışmama siyaseti yerine Avrupa güç ittifaklarına girmiş ve Avrupa devlet sisteminin parçası olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu Avrupalı Büyük Güçlerle kıyaslandığında zayıf olmasına rağmen, aldığı kararların daha güçlü devletlerin çıkarlarını ve davranışlarını ciddi şekilde etkilemesi nedeniyle önemli bir uluslararası aktör olarak kalabilmiştir.

Rusya ile yapılan 1828–29 savaşında Osmanlı güçleri yenildi ve İstanbul’un 250 km batısında bulunan Edirne Ruslar tarafından ele geçirildi. 

Ordudaki salgın hastalık ve Avrupalı diğer Büyük Güçlerden korkusu nedeniyle Ruslar İstanbul’a kadar ilerleyemediler. 

Bunun yerine Rusya, güney sınırı boyunca zayıf bir Osmanlı İmparatorluğu’nu bir müddet için tampon devlet olarak bırakmayı tercih etti.


İKİ YÜZYILIN HİKÂYESİ: TÜRK DIŞ VE GÜVENLİK POLİTİKASINDA SÜREKLİLİKLER

1830’larda, özellikle de Mısır krizi sırasında (1831–41), savunma ve güvenlik kaygıları Osmanlıların düşüncesinde kritik bir hale gelmiştir. 
Osmanlı devleti on sekizinci yüzyılın sonu ile on dokuzuncu yüzyılın başında ortaya çıkan Rusya ve diğer askeri tehditlerle başa çıkmak için bir dizi askeri reform başlatmasına rağmen, kısa süre içinde bazı içsel nedenlerden dolayı Osmanlı ordusunun Rusya ve diğer modern ordularla başa çıkacak bir durumda olmadığı anlaşılmıştır. Bu yüzden Rusya ve Mısır karşısında alınan askeri mağlubiyetler Osmanlıları dış ve güvenlik politikasını değiştirmeye zorlamıştır.

Osmanlı devlet adamlarının dile getirdikleri amaç İmparatorluğun bekası ve toprak bütünlüğü olmuştur. On dokuzuncu yüzyıl boyunca temel tehditler üç çatışma bölgesinden geliyordu: Balkanlar (Rusya’nın desteğini alan ulusal hareketlerden); İstanbul ve Çanakkale Boğazları (Britanya ve Rusya’dan); Mısır ve diğer Arap eyaletleri (Britanya ve Fransa’dan gelen tehdit). Osmanlı devlet adamları İmparatorluğun askeri olarak bu tehditlerin üstesinden gelemeyecek kadar zayıf olduğunun farkındaydılar. 
Bu nedenle etkin bir diploması İmparatorluğun bekasının temel garantisi olarak görülmüştür. Avrupalı ülkelerden biri ya da bir kaçı tarafından desteklenilmediği sürece Rusya gibi Büyük Güçlere karşı yapılacak bir savunma savaşının kazanılamayacağı düşüncesi benimsenmişti. İmparatorluk böylece büyük bir Avrupalı güce karşı diğer Avrupalı güçlerden destek görmeyecek bir askeri direniş yerine diplomatik manevralara başvurmaya mecbur kalmıştı. Osmanlılar bu süreçte Avrupalı Büyük Güçler arasındaki güç dengesinden faydalanmaya çalışmış, özellikle Britanya ve Rusya arasında Avrasya coğrafyasında yaşanan rekabeti (Büyük Oyun) kullanmıştır. Devletin bekasının anahtarı olarak görülen diplomasi bağlamında on dokuzuncu yüzyıl boyunca Rusya gibi Büyük Güçlerden gelen tehditlere karşı iki farklı yaklaşım geliştirildi: ilki, bizzat güç dengesi sisteminin kendisini avantaja çevirerek hem Büyük Güçlerle çatışmaktan hem de yakın ittifaklar kurmaktan kaçınmaktı; ikincisi, Avrupalı güçlerin bir veya birkaçıyla makul bir ittifak kurmak, diğer bir ifadeyle düşmana karşı bir güçle ya da güçler koalisyonu ile ittifak kurmaktı 5.

Tanzimat döneminde (1839–76), Osmanlı devlet adamları ikinci yaklaşımı sürdürmeyi tercih etmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer Avrupalı güçlerden biri tarafından desteklenmeksizin Rusya’nın dengi olmadığı gerçeği yaygın bir şekilde kabul görmüştü. Askeri ve bürokratik reformlar zaman ve güç istiyordu. Bu zaman gelene kadar mevcut uluslararası durum avantaja çevrilmek zorundaydı. Bu ikilem Osmanlı devlet adamlarını geleneksel diplomasi yerine, Britanya ve Fransa (ve bir ölçüde de Avusturya) ile ilişkilerin geliştirilmesi 
üzerine temellendirilen yeni bir diplomasiyi benimsemeye zorlamıştır.

Aynı zamanda dış politikadaki Batı yanlısı yönelime paralel olarak Osmanlılar milliyetçilik ve emperyalizm çağında reformlar yapmak ve hayatta kalmak için Tanzimat sürecini başlatmışlardır. Devlet siyasal, sosyal, hukuki ve ekonomik alanlarda bir Batılılaşma dönemine girmiştir. 1839’da ilan edildiği üzere Tanzimat reformları adil vergi toplanmasından düzenli bir askere alma sistemine kadar devlet ve toplumun her kurumunda genel bir reorganizasyon sözü veriyordu. Önerilen reformlar kısmen Avrupa modelleri üzerinetemellendirilmişti 
ve yavaş da olsa daha önce görülmedik bir kurumsal ve kültürel ‘Batılılaşma’ sürecini başlatmıştır. Bu süreçte imparatorluğun gayrimüslim tebaasına vadedilen ‘eşitlik’ sözüyle İslam ve Osmanlı geleneği kısmen de olsa terk edilmiştir. Tanzimat’ın ‘Batıcıları’ Osmanlı İmparatorluğu’nun ancak Batı siyasal ve ekonomik sistemine entegre olmak suretiyle kurtarılabileceğine inanmak taydı. İmparatorluk için direnmek yerine Avrupa’ya entegre olmak daha akıllıca olacaktı; dünya ekonomik sistemine entegre olmaktan da ayrıca çıkar sağlanacaktı. Rusya’ya karşı olan mücadelede Britanyalıların desteğini garantiye almak için Osmanlı hükümeti, iki ülke arasında daha güçlü bir bağ yaratmak amacıyla belli mali ayrıcalıklar da sunmuştur 6.

Tanzimat dönemi boyunca Britanya (ve Fransa, bazen de Avusturya) Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya ile olan mücadelesinde temel destekçileri olmuşlardır. 1838’den itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya’ya karşı bir kalkan olarak korunması ve güçlendirilmesi Yakın Doğu ve Avrasya’da Britanya stratejisinin ilk önceliği olmuştur. Bu politika zirvesine Rusya’nın Britanya, Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan oluşan koalisyon güçlerince yenilgiye uğratıldığı 1853–56 Kırım Savaşı sırasında ulaşmıştır. Mart 1856’da imzalanan Paris Antlaşması doğrultusunda İmparatorluğun toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı garanti edilmiş ve Osmanlı hükümeti ‘Avrupa (concert) sisteminin ve kamu hukukunun avantajlarına iştirak etmeye’ davet edilmiştir 7. Böylelikle Osmanlı İmparatorluğu Avrupa devlet sistemine resmi bir şekilde kabul edilmiş ve Avrupalı Büyük Güç statüsü onaylanmıştır. Söz konusu kabulün devam etmesi 
bu tarihten itibaren Osmanlı/Türk devletinin temel dış politika amaçlarından biri olmaya devam etmiştir.

Paris Antlaşması İmparatorluğun Batılı güçlerle ilişkilerinde 1875’e kadar sürecek olan bir sakinlik dönemine yol açmıştır. 
Balkanlar’da, Suriye ve Lübnan’da iç krizler olsa da uluslararası bir kriz yaşanmamıştır. Fakat 1875–77 Büyük Şark Krizi’ni Rusya ile yapılan 
savaş (1877-78) izlemiş, savaş boyunca Rus askerleri Balkanların ve Doğu Anadolu’nun içlerine kadar ilerlemiş, Ocak 1878 sonuna gelindiğinde ise Rus askerleri İstanbul’un banliyölerine ulaşmışlardır 8. Rusya’nın İstanbul’u işgal etmesine karşı çıktığını açıklayan Britanya, donanmasını Osmanlı başkentini savunması için bölgeye göndermiştir. Bu arada Ruslar Osmanlı hükümetini kendi barış koşullarını kabul etmeye zorlamış ve Mart 1878’de geniş bir Bulgar devleti yaratan Ayastefanos Antlaşması imzalanmıştır. Ancak Britanya baskısı ve tehdidinin sonucunda Ruslar Ayastefanos Antlaşmasını Berlin’de toplanan uluslararası bir kongreye sunmayı kabul etmişlerdir. Bu sırada Britanya Kıbrıs’ın geçici olarak verilmesi karşılığında Doğu Anadolu’nun korunmasını garanti etmiştir. Haziran 1878’de toplanan Berlin Kongresi’nde yeni Bulgar devletinin sınırlarını daraltılmış, Bosna-Hersek Avusturya-Macaristan’ın işgaline bırakılmış ve Kafkas sınırları boyunca uzanan Batum, Kars ve Ardahan’ın Rusya’ya devredilmesi onaylanmıştır 9. Berlin Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu birkaç yıl içinde nüfusunun beşte birini ve topraklarının da beşte ikisini kaybetmiştir.

Tanzimat dış politikasından ve 1871’de Almanya devletinin kurulmasından sonra ortaya çıkan yeni uluslararası sistemden dersler çıkaran Sultan II. Abdülhamid (1876-1909), Berlin Antlaşmasının bir sonucu olarak imparatorluğun yeni bir dış politika arayışı ihtiyacında olduğuna kanaat getirmişti. İmparatorluğun Avrupalı Büyük Güçlerin nüfuzuna karşı savunmasız olduğundan endişe eden Sultan 
Abdülhamid’in öncelikli dış politika amacı İmparatorluğun bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü savunmak olacaktır. Abdülhamid sadece dışarıdan gelen askeri saldırılardan değil, Mısır (ve Hindistan) örneklerinde olduğu gibi nihayetinde bölünmeye kadar gidecek ‘nüfuz bölgelerinin’ kurulmasına yol açan ‘barışçıl sızma’ stratejisinden de korkuyordu. Abdülhamid’in İmparatorluğun bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü otuz yıl boyunca korumadaki başarısını öncelikle onun diplomasisine bağlamak gerekir. 

   Abdülhamid, Osmanlı İmparatorluğu ’nun çok fazla bölgede çok fazla potansiyel düşmanla muhatap olduğu, ufak bir çatışmanın kolaylıkla sayısız düşmana karşı büyük bir savaşa yol açabileceği ve İmparatorluğu yok edebileceği sonucuna varmıştır. Abdülhamid’in dış politikası o sırada Avrupa’da oluşan her bir Büyük Güçler ittifakına karşı denge ve tarafsızlık güden bir dış politikaydı. O dönemde Avrupa’da şekillenmekte olan hiç bir Büyük Güç ittifakının Osmanlı İmparatorluğu’nu koruyamayacağına ve Büyük Güçlerin kendi aralarındaki çatışmalarında taraf tutmanın akıllıca olmadığına inanıyordu. Söz konusu güçlerle barış zamanı ittifaklarından kaçınmış, tarafsızlık ve bağlanmama (non-commitment) temelli genel bir diplomatik tutum sürdürmüş, imparatorluğun eski hamisi Büyük Britanya’dan uzaklaşmış ve imparatorluğun en büyük düşmanı olan Rusya ile ilişkileri düzenleyerek Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan (1774) beri Rus-Osmanlı ilişkilerinde en uzun barış dönemini başlatmıştır. Abdülhamid ayrıca Britanya ve Rusya’yı dizginlemek için Almanya ile yakın ilişkiler geliştirmiştir 10. Tarafsızlık ve denge stratejisi en azından 1890’ların sonuna kadar başarısını kanıtlamış ama başarısı Osmanlı   İmparatorluğu’nun manipüle edebileceği Büyük Güç bölünmeleri ve dengelerinin varlığına bağımlı olmuştur: Rusya ve Britanya arasında Boğazlar için rekabet, Rusya ve Avusturya-Macaristan arasında Balkanlar’da üstünlük mücadelesi, Britanya ve Fransa arasında Mısır için yaşanan rekabet, Fransa ve İtalya arasında Kuzey Afrika rekabeti. 1897’den sonra bu rekabetlerden kaynaklanan avantajlar ortadan kalkmış ve Sultan Abdülhamid’in manevra kabiliyeti azalmıştır: Avusturya-Macaristan ve Rusya Balkanlar üzerinde anlaşmış, İtalya 
Fransa’yla yakınlaşmış ve Britanya ile Rusya 1907’de ittifak antlaşması imzalamıştır.

1908’de iktidara gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) kısmen Abdülhamid’in politikalarına kısmen de 1907 sonrası oluşan uluslararası sisteme bir tepki olarak yeni bir dış ve güvenlik politikası benimsemiştir. Temel amaç savunmacı bir dış politika ve İtilaf Devletleri (Britanya, Fransa ve Rusya) ile yakınlaşmak olmuştur. Balkan Savaşlarının (1912–13) Türk siyasi ve askeri seçkinleri üzerindeki travmatik etkilerinin ardından İmparatorluğun toprak bütünlüğünü korumak için sadece Britanya ve Fransa ile yapılacak bir ittifakın İmparatorluğun varlığını sürdürmesinin garantisi olabileceğine ikna olmuş olan İTC (1908–1918), Londra ve Paris’ten destek almaya çalışmıştır. 

Fakat bu hedef gerek dönemin Büyük Güçler siyaseti ve gerekse Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması nedeniyle imkânsızdı; nitekim İTC dış politika hedeflerini yerine getirmekte başarısız olmuştur. Diğer yandan, İTC liderleri Osmanlıyı yalnızlaştıracağı ve maceracı devletlerin insafına bırakacağından dolayı tarafsızlık siyasetinin bir felaket olacağına inanmışlardı. Sonunda İTC Hükümeti Almanya ile ittifak oluşturmuş ve savaşa girmiştir 11.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu Doğu Anadolu’da Ruslara karşı; Mezopotamya, Arabistan ve Filistin’de İngilizler ve müttefiklerine karşı çatışmalara girmiştir. Osmanlılar 1915’de Çanakkale’de Britanya-Fransız ortak donanması ve kara kuvvetleri karşısında başarılı bir direniş gösterse de diğer bölgelerde o kadar başarılı değildi: Ruslar Doğu Anadolu’nun içlerine kadar 
sızmış, İngilizler Bağdat, Filistin ve Suriye’yi ele geçirmişti. Savaş boyunca Müttefikler Osmanlı İmparatorluğu’nun bölünmesi için birçok antlaşma imzalamıştır. İstanbul Antlaşmaları olarak bilinen Mart-Nisan 1915 İngiliz-Fransız-Rus antlaşmalarının sonucu olarak, Britanya ve Fransa İstanbul ve Boğazlar meselesinin buraların Rusya tarafından ilhak edilmesiyle çözüleceği konusunda anlaşmaya varmışlardı. Nisan-Ekim 1916 Sykes-Picot Antlaşması doğrultusunda ise Rusya’ya Doğu Anadolu’nun büyük bir kısmı (Erzurum, Trabzon, Van ve Bitlis dahil) verilirken, Fransa Suriye ve Kilikya’yı alacak ve Britanya da karşılığında Filistin ve Mezopotamya’nın kontrolünü üstlenecekti 12. 1917’ye kadar Rus kuvvetleri Trabzon-Van hattının doğusunu işgal etmişti; 1917 Bolşevik Devrimi sayesindedir ki Osmanlı ordusu, Rus kuvvetlerinin Devrim sonrası yaşanan süreç nedeniyle boşalttığı Doğu Anadolu’yu yeniden kazanabilmiştir. Rusya’nın savaştan çekilmesinin sonucu olarak İstanbul Antlaşmaları da dahil Rusya ile yapılan antlaşmalar fesholmuştur.

30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nin ardından Britanya, Fransa ve İtalya önceki antlaşmalar üzerine temellenen şahsi taleplerini Paris Barış Konferansı’nda dile getirmiş ve Anadolu’nun bazı kısımlarını işgal etmeye başlamıştır. Sevr Antlaşması olarak bilinen ve 10 Ağustos 1920 tarihinde son Osmanlı Hükümeti ile yapılan barış antlaşması fazlasıyla ağır bir antlaşmaydı; Osmanlı İmparatorluğu’nu tüm Arap vilayetlerinden koparmakla kalmamış, aynı zamanda Osmanlı hükümetinden Boğazların kontrolünü almış, bağımsız bir Ermeni devleti yaratmış, ve gelecekte Batı Anadolu’nun Yunan kontrolüne girmesini öngörmüştür. Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) önderliğindeki 
Türk milliyetçileri Müttefiklerin işgaline karşı silahlı bir direniş organize etmiş ve başarılı bir şekilde Yunanlılar, Fransızlar ve İtalyanlara karşı Batı ve Güney Anadolu’da, Ermenilere karşı Doğu Anadolu’da savaşmışlardır 13.

Bolşevik devrimiyle birlikte Rus-Türk ilişkilerinin tarihinde yeni bir sayfa açılmıştır. Mustafa Kemal’in düşünceleri Bolşeviklerin Sosyalizmi ile çok az ortaklık taşımasına rağmen, Ankara ve Moskova Batılı güçlerden gelen (özellikle Britanya kaynaklı) ortak bir tehdit ve Sevr Antlaşmasına yönelik ortak hoşnutsuzluk nedeniyle bir araya gelmiştir. Türk-Sovyet Dostluk Antlaşması (16 Mart 1921) iki hükümet arasındaki yakınlaşmanın zirvesini temsil etmekteydi14. Ankara’daki yeni rejim Bolşeviklerin doğal müttefiki olmuş, karşılıklı çıkar üzerine temellenen özel bir ilişki geliştirilmiş ve bunlar Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması (17 Aralık 1925) ile sonuçlanmıştır. 
Bu dostluk atmosferi (1930’larda başlayan uzaklaşma eğilimine rağmen) İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine kadar sürmüştür.

Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923) Ankara’nın taleplerini kısmi olarak yerine getirmiş olmasına rağmen yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne uluslararası bir tanınma sağlamıştır. Lozan sonrası dönemde Cumhuriyet yönetimi dikkatini içerde yeniden yapılanmaya vermiştir. Dış politika bağlamında ise dikkatler Musul, Boğazlar ve Hatay gibi sınır sorunları ve Osmanlı borçlarının ödenmesi de dâhil Lozan görüşmelerinden artakalan problemleri çözmeye yöneltilmiştir. 
Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan yeni uluslararası sistemde Türk dış politikası, Lozan Konferansı’nın bitmemiş konularını çözdükten sonra Büyük Güçler ve komşu ülkelerle (bunlardan bazıları- Irak ve Suriye örneğinde olduğu gibi- aslında yine Büyük Güçlerdi) ilişkilerin normalleştirilmesini amaçlamıştır. Atatürk’ün dış politikası yeni Türkiye’nin mutlak bağımsızlık ve egemenliğini teyit etmeye uğraşıyor ve bu amaçla dış politikada tarafsız bir tutum takınıyordu. Türkiye bu dönemde uluslararası hukuk ve antlaşmalara, 
ve 1932’de üyesi olduğu Milletler Cemiyeti şemsiyesi altında kolektif güvenlik düşüncesine büyük bir saygı göstermiştir 15.

Atatürk döneminde (1923–1938), Türkiye’nin Batı yönelimi tedrici bir şekilde oluştu ve 1930’larda kararlı bir şekilde temellendirildi. Bu hem içsel hem de dışsal düzlemde izah edilebilir; içsel olarak Türk seçkinleri Batılılaşma doğrultusunda radikal modernleştirme reformları başlatmış, dışsal olarak da dönemin karmaşık uluslararası olaylarının ortasında kendilerini revizyonist güçler yerine İngiltere-Fransa ittifakının safında görmüştür. Temel amaç Batılı devlet sistemi içine güvenli bir şekilde dâhil olmak olduğundan Türkiye 1930’larda 
statükocu bir aktör olmuştur. Hitler ve Mussolini’nin revizyonist politikaları aynı zamanda Türkiye’ye batı ve doğu sınırları üzerinde bir güvenlik kuşağı (ya da savunma ittifakları) oluşturma güdüsü vermiştir. Ankara 1934’te Balkan Antantı’nın (Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya) ve 1937’de Sadabat Paktı’nın (Türkiye, İran, Irak ve Afganistan) kurulmasında öncü bir rol oynamıştır. Bu dönemde Oniki Adaları elinde bulundurması nedeniyle komşu olan İtalya, öncelikli temel stratejik tehdit olarak Rusya/SSCB’nin yerini 
almıştır. Sovyetler Birliği ile ilişkiler 1920’ler boyunca ve 1930’ların başında en sıcak seviyesinde olmasına rağmen, 1930’ların ikinci yarısında Britanya ve Fransa ile ilişkileri hatırı sayılır derecede geliştikçe Türkiye kendisini Moskova’dan uzaklaştırmıştır 16.

1930’ların sonunun hızla kötüleşen uluslararası ortamında Atatürk’ten sonra Cumhuriyet’in ikinci cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü (1938–1950), hayati çıkarları açık bir şekilde tehlikede olmadığı sürece savaş sırasında ülkenin tarafsızlığını sürdürmekte kararlıydı. Fakat Ağustos 1939 tarihli Nazi-Sovyet Saldırmazlık Paktı Ankara’nın Britanya ve Fransa ile askeri ittifak antlaşması imzalamasını tetiklemiştir (Ekim 1939). Ankara’nın kaygısı Sovyetler Birliği’ne karşı bir savaşın içine çekilmek olasılığı olduğu için, Türk Hükümeti Moskova’yı da bu ittifaka dahil etmek istiyordu; fakat bütün çabaları sonuçsuz kaldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye (savaşa katıldığı 1945 başına kadar) Nazi karşıtı koalisyonun savaş-dışı (non-belligerent) müttefiki olarak kalmıştır. Türkiye, Britanya ve Fransa ile askeri ittifak antlaşması imzalamış olmasına rağmen, Müttefikler tarafından dile getirilen talepler, teşvikler, tehditlere karşın 
savaş-dışı bir siyaseti ısrarla takip etmiştir. Bunun da ötesinde, Alman baskısına rağmen Mihver askerlerinin, gemilerinin ve uçaklarının Türkiye’nin kara, deniz ve hava alanlarından geçmesine izin verilmemiş; Montrö Konvansiyonu dikkatli bir şekilde Boğazlarda uygulanmıştır. 

Ağustos 1944’de Almanya ile diplomatik ilişkilerini kesen Türkiye, Birleşmiş Milletler’in (BM) ortaya çıkmasını sağlayan Nisan 1945’deki San Francisco Konferansı’na katılmanın bir ön koşulu olarak ancak Şubat 1945’te Almanya’ya karşı savaş ilan etmiştir. Türkiye BM’nin elli bir kurucu üyesinden birisi olmuştur 17. Nazi-Sovyet Saldırmazlık Paktı’nın ardından Sovyetler Birliği bir kez daha temel stratejik kaygı haline gelmiş ve bu durum Ankara’nın savaş sırasındaki politikaları üzerinde önemli bir etkiye sahip olmuştur. Türkiye, Ağustos 1941’de Britanya ve Sovyetlerin İran’ı güneyden ve kuzeyden işgali, Sovyetlerin İran Azerbaycanı’ndaki mevcudiyeti ve özellikle Kürt ve Azeri milliyetçiliğini teşvik etmesi ve örgütlemesi dolayısıyla bir hayli tedirgin olmuştur. Türkiye, İran’ın Kürt ve Azeri bölgelerindeki Sovyet eylemlerinden duyduğu rahatsızlığı 
Londra ve Washington’a sürekli olarak iletmiş olsa da, bu rahatsızlığın savaş sürecinde muhatap buması zordu. Müttefiklerin garantilerine rağmen Sovyetler tarafından savaşın sonunda kur(d)ulan kısa süreli Kürt ve Azeri cumhuriyetleri Türkiye’nin bu kaygılarını haklı çıkaracaktır 18.

Mart 1945’te Türkiye Montrö Konvansiyonu’nun değiştirilmesi, Boğazlarda askeri üs kurulması (böylelikle suyollarının ortak kontrolü) ve Doğu sınırlarının değişmesi de dâhil Sovyet baskısı ve toprak talepleri ile karşı karşıya kalmıştır. Bu Sovyet tehdidinin sonucu olarak İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkiler hızla gelişmiş ve Sovyet yayılmasını çevrelemek için oluşan ortak çıkar gelecek kırk yıl boyunca Amerika-Türkiye ilişkilerinin temelini oluşturmuştur. ABD ile iki taraflı yakın bağların gelişmesi, ABD’nin Türkiye’nin ve Yunanistan’ın güvenliğini garanti ettiği ve her iki ülkeye de askeri ve ekonomik yardım sözü verdiği Mart 1947’deki Truman Doktrini ile şekillenmeye başlamıştır 19. Türkiye ayrıca ABD desteğindeki Avrupa Onarım Programı’na (Marshall Planı) katılmış ve Amerika’nın Soğuk Savaş stratejisine destek bağlamında Kore Savaşı’nda (1950–1953) BM güçlerine asker takviyesinde 
bulunmuştur. 

Türkiye sadece savunma amacıyla değil aynı zamanda siyasi, ekonomik ve kültürel sebepler dolayısıyla da üye olmak istediği Kuzey Atlantik Paktı (NATO) ittifakına 1951 yılının sonbaharında kabul edilmiştir. Şubat 1952’den itibaren resmileşen Türkiye’nin NATO’ya kabulü kararı, NATO’nun güney kanadını güney Akdeniz’i de içine alacak şekilde genişletme stratejisi bağlamında yaşanan önemli tartışma ve görüş ayrılıklarının ardından gelmiştir. Türkiye’nin kabulüyle NATO, artık Varşova Paktı ile daha uzun bir kara sınırına sahip olmuş ve üstelik Türkiye’nin Karadeniz sahilleri ve (Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’e ulaşmasını sağlayan) Boğazlar ile ilgili bir antlaşmaya dönüşmüştür. Aynı zamanda Türkiye NATO’ya insan sayısı bakımından (Amerika’dan sonra) en geniş ikinci orduyu sağlamış, ayrıca ileri konuşlanma ve istihbarat toplama alanlarına ulaşma imkânı sunmuştur. NATO’nun Müttefik Kara Kuvvetleri Güneydoğu Avrupa Karargâhı İzmir’de kurulmuş ve NATO’nun amaçları için Adana yakınında İncirlik üssü oluşturulmuştur. 1954’de Amerika ile yapılan askeri antlaşmalar başka NATO tesislerinin açılmasını ve Amerikan askeri personelinin Türkiye’ye yerleşmesini sağlamıştır 20.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,,

***