TÜRK DIŞ POLİTİKASI ÜZERİNE BAĞIMSIZ MAKALELER, BÖLÜM 1
İKİ YÜZYILIN HİKÂYESİ: TÜRK DIŞ VE GÜVENLİK POLİTİKASINDA SÜREKLİLİKLER,
Gökhan Çetinsaya*
Çeviren: Ali Balcı
* Prof. Dr., İstanbul Şehir Üniversitesi
ÖNSÖZ
“Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya” son verme konusunda üzerimize düşeni yapmak kaygısıyla serüvenine başlayan Türk Dış Politikası Yıllığı ülkemizde uluslararası ilişkiler literatüründe halen daha var olmaya devam eden büyük boşluğu doldurma konusunda katkı sunmayı amaçlamaktadır. Gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’de, özellikle Türkçe yazılmış uluslararası ilişkiler konulu eserlerin gerek sayı ve gerekse içerik olarak ciddi eksiklikleri olduğu ilgili alanın uzmanları tarafından sürekli olarak dile getirilmektedir.
Mevcut eserlerin nicelik olarak yetersiz olmalarının yanında uluslararası ilişkiler alanında Türkiye’nin yaşadığı en temel problem, konunun uzmanları tarafından yazılmamış, bilgi üzerine inşa edilmeyen, dayanaksız analiz ve yorumlar ile komplo teorileri ve spekülatif varsayımlardan oluşan kitapların sayısının her geçen gün artmasıdır.
Türk Dış Politikası Yıllığı, Türkiye’nin dış politikasının değişik alanlarına ilişkin verilerin, konunun uzmanları tarafından belirli bir sistematik içerisinde ve olayların anlaşılmasını kolaylaştırıcı bir biçimde okuyucuya aktarılmasını sağlamayı hedeflemektedir. Aktarılan bu verilerin analizi konusunda okuyucuya yol gösterilmekte, ancak aktarılan bilgilerden okuyucunun kendi analizini yapmasına da fırsat tanınmaktadır. Bunun yanında, yıllığın ikinci bölümünde yer alacak olan Türk dış politikasına ilişkin bağımsız makaleler daha çok analiz ağırlıklı olacaktır.
Türkiye gibi, giderek artan bir şekilde bölgesinde önemli roller üstlenen bir ülkenin dış politikasını inceleyen düzenli bir yıllık çalışmasının bugüne kadar yapılmamış olmasının ciddi bir eksiklik olduğu düşüncesiyle 2009 yıllığıyla başlayan bu projenin sürekli olacağını, her yılın ortasında, bir önceki yıla ilişkin Türk dış politikası gelişmelerinin inceleneceği yeni bir kitabın yayınlanmasının planlandığını ifade etmek istiyoruz. Bu şekilde, Türk dış politikasına ilgi duyan okuyucuların, öğrencilerin ve araştırmacıların faydalanacağı bir çalışmanın Türk uluslararası ilişkiler literatürüne kazandırılması temel amacımızdır.
Söz konusu olan bir yıllık olduğu için, atıflar ve kaynakça konularında farklı bir yöntem izlenmiştir. Okuyucuyu sıkmamak amacıyla, yararlanılan gazetelerin ve haber ajanslarının önemli bir kısmı internetten alınmasına rağmen, internet adresleri verilmemiş, sadece haberin ismi, hangi gazete ya da haber ajansından alındığı ve haberin yayınlandığı tarih bilgileri yazılmıştır. Söz konusu haberlerin asıllarına ulaşmak isteyen okuyucuların, ilgili gazete ya da haber ajanslarının internet sitelerinden, haber başlığı ve tarihini yazmak suretiyle arama yapmaları yeterli olacaktır.
Bu kitabın ve Türk Dış Politikası Yıllığı’nın bundan sonraki sayılarının okuyucuya faydalı olmasını diliyoruz.
Burhanettin Duran
Kemal İnat
Muhittin Ataman
GİRİŞ
On sekizinci yüzyıl sonundan yirminci yüzyıl sonuna kadar neredeyse iki yüzyıldır Osmanlı İmparatorluğu ve onun ardılı Türkiye Cumhuriyeti üç önemli meydan okumayla yüzleşmiştir. İlki Rusya İmparatorluğu’ndan ve daha sonra Sovyetler Birliği’nden gelen askeri ve stratejik tehdittir. On sekizinci yüzyılın sonundan Soğuk Savaş’ın sonuna kadar Osmanlı / Türk devlet adamları için (belli kısa
dönemler hariç) en önemli kaygı Rusya/Sovyetler Birliği’nden gelen stratejik tehdit olmuştur. İkinci meydan okuma Fransız Devrimi’nin ardından Osmanlı İmparatorluğu’nda önce gayrimüslim unsurlar arasında daha sonra Türk olmayan Müslüman unsurlar arasında milliyetçi düşünce ve hareketlerin ortaya çıkışı olmuştur. Bu gelişme Osmanlı’nın dağılmasının ardından da yeni formlar altında devam etmiştir. Osmanlı / Türk dış politikasının seyrini belirleyen üçüncü meydan okuma Türkiye’nin ekonomik koşulları ve Batı’ya olan mali bağımlılığı olmuştur. Birbirleriyle ilişkili bu üç meydan okuma on dokuzuncu yüzyılın başlarından beri Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin dış ve iç politikalarını (özellikle Batı’ya yönelimini) şekillendirmektedir. Bunlar sadece Türkiye’nin komşuları ve Batı ile ilişkilerini belirlememiş aynı zamanda Batılılaşma süreci üzerinden iç politikasını da etkilemişlerdir. Bu makale Batı’ya yöneliş sürecini incelemeye ve son iki yüzyıldır Türk dış ve güvenlik politikasında oluşan belli süreklilikleri vurgulamaya çalışacaktır.
On dördüncü yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla kadar Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’nın bir kısmını yönetmiş ve kıtanın meselelerine müdahil olmuştu. On sekizinci yüzyılın son çeyreğine kadar Avusturya en büyük düşman, Fransa ise temel müttefik olmuştur. Ancak on sekizinci yüzyılda Rusya’nın büyük bir güç olarak belirmesi Osmanlı İmparatorluğu aleyhine güç dengesinde bir kaymaya
yol açmıştır. 1.
On sekizinci yüzyılın ikinci yarısından 1917’ye kadar Rusya Osmanlı’nın zayıflığının bölgede yarattığı boşluğu doldurmaya istekli olmuştur. Rusya’nın Balkanlar, Güneydoğu Avrupa ve Kafkaslardaki toprakları işgal etmesiyle sonuçlanan bir dizi Rus-Osmanlı savaşı bu dönemde yaşanmıştır. Osmanlılar devamlı olarak (1853–56 Kırım Savaşı hariç) Ruslara yenilmiş ve Osmanlı
İmparatorluğu’nun kalbi olan başkent İstanbul sık sık Rus ordusunun tehdidine maruz kalmıştır 2.
On sekizinci yüzyılda başlayan Rus ilerlemesi nihai olarak Kırım’a ve Karadeniz sahillerine ulaşmıştır. 1768–74 savaşındaki Rus galibiyetinden sonra Osmanlı hükümeti Küçük Kaynarca Antlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştır.
Bu Rusya’ya Karadeniz’in kuzey kıyılarında bir tutunma noktası vermiş, Kırım’ın bağımsızlığını kabul ederek onu fiilen Rusya’nın kontrol alanına bırakmış ve Rus gemilerine Karadeniz’e açılma hakkı sağlamıştır. Bütün bunların yanında Ruslara Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortodoks unsurları üzerinde hamilik rolü oynama imkanı sağlamıştır 3.
Nitekim Rusya 1783’de Kırım’ı ilhak etmiş ve daha sonra 1787-92’deki başka bir savaşta Dinyester ve Bug nehirleri arasındaki bölgeyi de ele geçirmiştir.
Fransız İhtilali’ni izleyen dönemde, özellikle 1799 ve 1812 arasındaki çalkantılı diplomatik olaylar ve savaşlar sırasında Osmanlılar Avrupa’da eskiden izlediği karışmama siyaseti yerine Avrupa güç ittifaklarına girmiş ve Avrupa devlet sisteminin parçası olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu Avrupalı Büyük Güçlerle kıyaslandığında zayıf olmasına rağmen, aldığı kararların daha güçlü devletlerin çıkarlarını ve davranışlarını ciddi şekilde etkilemesi nedeniyle önemli bir uluslararası aktör olarak kalabilmiştir.4
Rusya ile yapılan 1828–29 savaşında Osmanlı güçleri yenildi ve İstanbul’un 250 km batısında bulunan Edirne Ruslar tarafından ele geçirildi.
Ordudaki salgın hastalık ve Avrupalı diğer Büyük Güçlerden korkusu nedeniyle Ruslar İstanbul’a kadar ilerleyemediler.
Bunun yerine Rusya, güney sınırı boyunca zayıf bir Osmanlı İmparatorluğu’nu bir müddet için tampon devlet olarak bırakmayı tercih etti.
İKİ YÜZYILIN HİKÂYESİ: TÜRK DIŞ VE GÜVENLİK POLİTİKASINDA SÜREKLİLİKLER
1830’larda, özellikle de Mısır krizi sırasında (1831–41), savunma ve güvenlik kaygıları Osmanlıların düşüncesinde kritik bir hale gelmiştir.
Osmanlı devleti on sekizinci yüzyılın sonu ile on dokuzuncu yüzyılın başında ortaya çıkan Rusya ve diğer askeri tehditlerle başa çıkmak için bir dizi askeri reform başlatmasına rağmen, kısa süre içinde bazı içsel nedenlerden dolayı Osmanlı ordusunun Rusya ve diğer modern ordularla başa çıkacak bir durumda olmadığı anlaşılmıştır. Bu yüzden Rusya ve Mısır karşısında alınan askeri mağlubiyetler Osmanlıları dış ve güvenlik politikasını değiştirmeye zorlamıştır.
Osmanlı devlet adamlarının dile getirdikleri amaç İmparatorluğun bekası ve toprak bütünlüğü olmuştur. On dokuzuncu yüzyıl boyunca temel tehditler üç çatışma bölgesinden geliyordu: Balkanlar (Rusya’nın desteğini alan ulusal hareketlerden); İstanbul ve Çanakkale Boğazları (Britanya ve Rusya’dan); Mısır ve diğer Arap eyaletleri (Britanya ve Fransa’dan gelen tehdit). Osmanlı devlet adamları İmparatorluğun askeri olarak bu tehditlerin üstesinden gelemeyecek kadar zayıf olduğunun farkındaydılar.
Bu nedenle etkin bir diploması İmparatorluğun bekasının temel garantisi olarak görülmüştür. Avrupalı ülkelerden biri ya da bir kaçı tarafından desteklenilmediği sürece Rusya gibi Büyük Güçlere karşı yapılacak bir savunma savaşının kazanılamayacağı düşüncesi benimsenmişti. İmparatorluk böylece büyük bir Avrupalı güce karşı diğer Avrupalı güçlerden destek görmeyecek bir askeri direniş yerine diplomatik manevralara başvurmaya mecbur kalmıştı. Osmanlılar bu süreçte Avrupalı Büyük Güçler arasındaki güç dengesinden faydalanmaya çalışmış, özellikle Britanya ve Rusya arasında Avrasya coğrafyasında yaşanan rekabeti (Büyük Oyun) kullanmıştır. Devletin bekasının anahtarı olarak görülen diplomasi bağlamında on dokuzuncu yüzyıl boyunca Rusya gibi Büyük Güçlerden gelen tehditlere karşı iki farklı yaklaşım geliştirildi: ilki, bizzat güç dengesi sisteminin kendisini avantaja çevirerek hem Büyük Güçlerle çatışmaktan hem de yakın ittifaklar kurmaktan kaçınmaktı; ikincisi, Avrupalı güçlerin bir veya birkaçıyla makul bir ittifak kurmak, diğer bir ifadeyle düşmana karşı bir güçle ya da güçler koalisyonu ile ittifak kurmaktı 5.
Tanzimat döneminde (1839–76), Osmanlı devlet adamları ikinci yaklaşımı sürdürmeyi tercih etmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer Avrupalı güçlerden biri tarafından desteklenmeksizin Rusya’nın dengi olmadığı gerçeği yaygın bir şekilde kabul görmüştü. Askeri ve bürokratik reformlar zaman ve güç istiyordu. Bu zaman gelene kadar mevcut uluslararası durum avantaja çevrilmek zorundaydı. Bu ikilem Osmanlı devlet adamlarını geleneksel diplomasi yerine, Britanya ve Fransa (ve bir ölçüde de Avusturya) ile ilişkilerin geliştirilmesi
üzerine temellendirilen yeni bir diplomasiyi benimsemeye zorlamıştır.
Aynı zamanda dış politikadaki Batı yanlısı yönelime paralel olarak Osmanlılar milliyetçilik ve emperyalizm çağında reformlar yapmak ve hayatta kalmak için Tanzimat sürecini başlatmışlardır. Devlet siyasal, sosyal, hukuki ve ekonomik alanlarda bir Batılılaşma dönemine girmiştir. 1839’da ilan edildiği üzere Tanzimat reformları adil vergi toplanmasından düzenli bir askere alma sistemine kadar devlet ve toplumun her kurumunda genel bir reorganizasyon sözü veriyordu. Önerilen reformlar kısmen Avrupa modelleri üzerinetemellendirilmişti
ve yavaş da olsa daha önce görülmedik bir kurumsal ve kültürel ‘Batılılaşma’ sürecini başlatmıştır. Bu süreçte imparatorluğun gayrimüslim tebaasına vadedilen ‘eşitlik’ sözüyle İslam ve Osmanlı geleneği kısmen de olsa terk edilmiştir. Tanzimat’ın ‘Batıcıları’ Osmanlı İmparatorluğu’nun ancak Batı siyasal ve ekonomik sistemine entegre olmak suretiyle kurtarılabileceğine inanmak taydı. İmparatorluk için direnmek yerine Avrupa’ya entegre olmak daha akıllıca olacaktı; dünya ekonomik sistemine entegre olmaktan da ayrıca çıkar sağlanacaktı. Rusya’ya karşı olan mücadelede Britanyalıların desteğini garantiye almak için Osmanlı hükümeti, iki ülke arasında daha güçlü bir bağ yaratmak amacıyla belli mali ayrıcalıklar da sunmuştur 6.
Tanzimat dönemi boyunca Britanya (ve Fransa, bazen de Avusturya) Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya ile olan mücadelesinde temel destekçileri olmuşlardır. 1838’den itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya’ya karşı bir kalkan olarak korunması ve güçlendirilmesi Yakın Doğu ve Avrasya’da Britanya stratejisinin ilk önceliği olmuştur. Bu politika zirvesine Rusya’nın Britanya, Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan oluşan koalisyon güçlerince yenilgiye uğratıldığı 1853–56 Kırım Savaşı sırasında ulaşmıştır. Mart 1856’da imzalanan Paris Antlaşması doğrultusunda İmparatorluğun toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı garanti edilmiş ve Osmanlı hükümeti ‘Avrupa (concert) sisteminin ve kamu hukukunun avantajlarına iştirak etmeye’ davet edilmiştir 7. Böylelikle Osmanlı İmparatorluğu Avrupa devlet sistemine resmi bir şekilde kabul edilmiş ve Avrupalı Büyük Güç statüsü onaylanmıştır. Söz konusu kabulün devam etmesi
bu tarihten itibaren Osmanlı/Türk devletinin temel dış politika amaçlarından biri olmaya devam etmiştir.
Paris Antlaşması İmparatorluğun Batılı güçlerle ilişkilerinde 1875’e kadar sürecek olan bir sakinlik dönemine yol açmıştır.
Balkanlar’da, Suriye ve Lübnan’da iç krizler olsa da uluslararası bir kriz yaşanmamıştır. Fakat 1875–77 Büyük Şark Krizi’ni Rusya ile yapılan
savaş (1877-78) izlemiş, savaş boyunca Rus askerleri Balkanların ve Doğu Anadolu’nun içlerine kadar ilerlemiş, Ocak 1878 sonuna gelindiğinde ise Rus askerleri İstanbul’un banliyölerine ulaşmışlardır 8. Rusya’nın İstanbul’u işgal etmesine karşı çıktığını açıklayan Britanya, donanmasını Osmanlı başkentini savunması için bölgeye göndermiştir. Bu arada Ruslar Osmanlı hükümetini kendi barış koşullarını kabul etmeye zorlamış ve Mart 1878’de geniş bir Bulgar devleti yaratan Ayastefanos Antlaşması imzalanmıştır. Ancak Britanya baskısı ve tehdidinin sonucunda Ruslar Ayastefanos Antlaşmasını Berlin’de toplanan uluslararası bir kongreye sunmayı kabul etmişlerdir. Bu sırada Britanya Kıbrıs’ın geçici olarak verilmesi karşılığında Doğu Anadolu’nun korunmasını garanti etmiştir. Haziran 1878’de toplanan Berlin Kongresi’nde yeni Bulgar devletinin sınırlarını daraltılmış, Bosna-Hersek Avusturya-Macaristan’ın işgaline bırakılmış ve Kafkas sınırları boyunca uzanan Batum, Kars ve Ardahan’ın Rusya’ya devredilmesi onaylanmıştır 9. Berlin Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu birkaç yıl içinde nüfusunun beşte birini ve topraklarının da beşte ikisini kaybetmiştir.
Tanzimat dış politikasından ve 1871’de Almanya devletinin kurulmasından sonra ortaya çıkan yeni uluslararası sistemden dersler çıkaran Sultan II. Abdülhamid (1876-1909), Berlin Antlaşmasının bir sonucu olarak imparatorluğun yeni bir dış politika arayışı ihtiyacında olduğuna kanaat getirmişti. İmparatorluğun Avrupalı Büyük Güçlerin nüfuzuna karşı savunmasız olduğundan endişe eden Sultan
Abdülhamid’in öncelikli dış politika amacı İmparatorluğun bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü savunmak olacaktır. Abdülhamid sadece dışarıdan gelen askeri saldırılardan değil, Mısır (ve Hindistan) örneklerinde olduğu gibi nihayetinde bölünmeye kadar gidecek ‘nüfuz bölgelerinin’ kurulmasına yol açan ‘barışçıl sızma’ stratejisinden de korkuyordu. Abdülhamid’in İmparatorluğun bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü otuz yıl boyunca korumadaki başarısını öncelikle onun diplomasisine bağlamak gerekir.
Abdülhamid, Osmanlı İmparatorluğu ’nun çok fazla bölgede çok fazla potansiyel düşmanla muhatap olduğu, ufak bir çatışmanın kolaylıkla sayısız düşmana karşı büyük bir savaşa yol açabileceği ve İmparatorluğu yok edebileceği sonucuna varmıştır. Abdülhamid’in dış politikası o sırada Avrupa’da oluşan her bir Büyük Güçler ittifakına karşı denge ve tarafsızlık güden bir dış politikaydı. O dönemde Avrupa’da şekillenmekte olan hiç bir Büyük Güç ittifakının Osmanlı İmparatorluğu’nu koruyamayacağına ve Büyük Güçlerin kendi aralarındaki çatışmalarında taraf tutmanın akıllıca olmadığına inanıyordu. Söz konusu güçlerle barış zamanı ittifaklarından kaçınmış, tarafsızlık ve bağlanmama (non-commitment) temelli genel bir diplomatik tutum sürdürmüş, imparatorluğun eski hamisi Büyük Britanya’dan uzaklaşmış ve imparatorluğun en büyük düşmanı olan Rusya ile ilişkileri düzenleyerek Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan (1774) beri Rus-Osmanlı ilişkilerinde en uzun barış dönemini başlatmıştır. Abdülhamid ayrıca Britanya ve Rusya’yı dizginlemek için Almanya ile yakın ilişkiler geliştirmiştir 10. Tarafsızlık ve denge stratejisi en azından 1890’ların sonuna kadar başarısını kanıtlamış ama başarısı Osmanlı İmparatorluğu’nun manipüle edebileceği Büyük Güç bölünmeleri ve dengelerinin varlığına bağımlı olmuştur: Rusya ve Britanya arasında Boğazlar için rekabet, Rusya ve Avusturya-Macaristan arasında Balkanlar’da üstünlük mücadelesi, Britanya ve Fransa arasında Mısır için yaşanan rekabet, Fransa ve İtalya arasında Kuzey Afrika rekabeti. 1897’den sonra bu rekabetlerden kaynaklanan avantajlar ortadan kalkmış ve Sultan Abdülhamid’in manevra kabiliyeti azalmıştır: Avusturya-Macaristan ve Rusya Balkanlar üzerinde anlaşmış, İtalya
Fransa’yla yakınlaşmış ve Britanya ile Rusya 1907’de ittifak antlaşması imzalamıştır.
1908’de iktidara gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) kısmen Abdülhamid’in politikalarına kısmen de 1907 sonrası oluşan uluslararası sisteme bir tepki olarak yeni bir dış ve güvenlik politikası benimsemiştir. Temel amaç savunmacı bir dış politika ve İtilaf Devletleri (Britanya, Fransa ve Rusya) ile yakınlaşmak olmuştur. Balkan Savaşlarının (1912–13) Türk siyasi ve askeri seçkinleri üzerindeki travmatik etkilerinin ardından İmparatorluğun toprak bütünlüğünü korumak için sadece Britanya ve Fransa ile yapılacak bir ittifakın İmparatorluğun varlığını sürdürmesinin garantisi olabileceğine ikna olmuş olan İTC (1908–1918), Londra ve Paris’ten destek almaya çalışmıştır.
Fakat bu hedef gerek dönemin Büyük Güçler siyaseti ve gerekse Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması nedeniyle imkânsızdı; nitekim İTC dış politika hedeflerini yerine getirmekte başarısız olmuştur. Diğer yandan, İTC liderleri Osmanlıyı yalnızlaştıracağı ve maceracı devletlerin insafına bırakacağından dolayı tarafsızlık siyasetinin bir felaket olacağına inanmışlardı. Sonunda İTC Hükümeti Almanya ile ittifak oluşturmuş ve savaşa girmiştir 11.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu Doğu Anadolu’da Ruslara karşı; Mezopotamya, Arabistan ve Filistin’de İngilizler ve müttefiklerine karşı çatışmalara girmiştir. Osmanlılar 1915’de Çanakkale’de Britanya-Fransız ortak donanması ve kara kuvvetleri karşısında başarılı bir direniş gösterse de diğer bölgelerde o kadar başarılı değildi: Ruslar Doğu Anadolu’nun içlerine kadar
sızmış, İngilizler Bağdat, Filistin ve Suriye’yi ele geçirmişti. Savaş boyunca Müttefikler Osmanlı İmparatorluğu’nun bölünmesi için birçok antlaşma imzalamıştır. İstanbul Antlaşmaları olarak bilinen Mart-Nisan 1915 İngiliz-Fransız-Rus antlaşmalarının sonucu olarak, Britanya ve Fransa İstanbul ve Boğazlar meselesinin buraların Rusya tarafından ilhak edilmesiyle çözüleceği konusunda anlaşmaya varmışlardı. Nisan-Ekim 1916 Sykes-Picot Antlaşması doğrultusunda ise Rusya’ya Doğu Anadolu’nun büyük bir kısmı (Erzurum, Trabzon, Van ve Bitlis dahil) verilirken, Fransa Suriye ve Kilikya’yı alacak ve Britanya da karşılığında Filistin ve Mezopotamya’nın kontrolünü üstlenecekti 12. 1917’ye kadar Rus kuvvetleri Trabzon-Van hattının doğusunu işgal etmişti; 1917 Bolşevik Devrimi sayesindedir ki Osmanlı ordusu, Rus kuvvetlerinin Devrim sonrası yaşanan süreç nedeniyle boşalttığı Doğu Anadolu’yu yeniden kazanabilmiştir. Rusya’nın savaştan çekilmesinin sonucu olarak İstanbul Antlaşmaları da dahil Rusya ile yapılan antlaşmalar fesholmuştur.
30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nin ardından Britanya, Fransa ve İtalya önceki antlaşmalar üzerine temellenen şahsi taleplerini Paris Barış Konferansı’nda dile getirmiş ve Anadolu’nun bazı kısımlarını işgal etmeye başlamıştır. Sevr Antlaşması olarak bilinen ve 10 Ağustos 1920 tarihinde son Osmanlı Hükümeti ile yapılan barış antlaşması fazlasıyla ağır bir antlaşmaydı; Osmanlı İmparatorluğu’nu tüm Arap vilayetlerinden koparmakla kalmamış, aynı zamanda Osmanlı hükümetinden Boğazların kontrolünü almış, bağımsız bir Ermeni devleti yaratmış, ve gelecekte Batı Anadolu’nun Yunan kontrolüne girmesini öngörmüştür. Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) önderliğindeki
Türk milliyetçileri Müttefiklerin işgaline karşı silahlı bir direniş organize etmiş ve başarılı bir şekilde Yunanlılar, Fransızlar ve İtalyanlara karşı Batı ve Güney Anadolu’da, Ermenilere karşı Doğu Anadolu’da savaşmışlardır 13.
Bolşevik devrimiyle birlikte Rus-Türk ilişkilerinin tarihinde yeni bir sayfa açılmıştır. Mustafa Kemal’in düşünceleri Bolşeviklerin Sosyalizmi ile çok az ortaklık taşımasına rağmen, Ankara ve Moskova Batılı güçlerden gelen (özellikle Britanya kaynaklı) ortak bir tehdit ve Sevr Antlaşmasına yönelik ortak hoşnutsuzluk nedeniyle bir araya gelmiştir. Türk-Sovyet Dostluk Antlaşması (16 Mart 1921) iki hükümet arasındaki yakınlaşmanın zirvesini temsil etmekteydi14. Ankara’daki yeni rejim Bolşeviklerin doğal müttefiki olmuş, karşılıklı çıkar üzerine temellenen özel bir ilişki geliştirilmiş ve bunlar Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması (17 Aralık 1925) ile sonuçlanmıştır.
Bu dostluk atmosferi (1930’larda başlayan uzaklaşma eğilimine rağmen) İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine kadar sürmüştür.
Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923) Ankara’nın taleplerini kısmi olarak yerine getirmiş olmasına rağmen yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne uluslararası bir tanınma sağlamıştır. Lozan sonrası dönemde Cumhuriyet yönetimi dikkatini içerde yeniden yapılanmaya vermiştir. Dış politika bağlamında ise dikkatler Musul, Boğazlar ve Hatay gibi sınır sorunları ve Osmanlı borçlarının ödenmesi de dâhil Lozan görüşmelerinden artakalan problemleri çözmeye yöneltilmiştir.
Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan yeni uluslararası sistemde Türk dış politikası, Lozan Konferansı’nın bitmemiş konularını çözdükten sonra Büyük Güçler ve komşu ülkelerle (bunlardan bazıları- Irak ve Suriye örneğinde olduğu gibi- aslında yine Büyük Güçlerdi) ilişkilerin normalleştirilmesini amaçlamıştır. Atatürk’ün dış politikası yeni Türkiye’nin mutlak bağımsızlık ve egemenliğini teyit etmeye uğraşıyor ve bu amaçla dış politikada tarafsız bir tutum takınıyordu. Türkiye bu dönemde uluslararası hukuk ve antlaşmalara,
ve 1932’de üyesi olduğu Milletler Cemiyeti şemsiyesi altında kolektif güvenlik düşüncesine büyük bir saygı göstermiştir 15.
Atatürk döneminde (1923–1938), Türkiye’nin Batı yönelimi tedrici bir şekilde oluştu ve 1930’larda kararlı bir şekilde temellendirildi. Bu hem içsel hem de dışsal düzlemde izah edilebilir; içsel olarak Türk seçkinleri Batılılaşma doğrultusunda radikal modernleştirme reformları başlatmış, dışsal olarak da dönemin karmaşık uluslararası olaylarının ortasında kendilerini revizyonist güçler yerine İngiltere-Fransa ittifakının safında görmüştür. Temel amaç Batılı devlet sistemi içine güvenli bir şekilde dâhil olmak olduğundan Türkiye 1930’larda
statükocu bir aktör olmuştur. Hitler ve Mussolini’nin revizyonist politikaları aynı zamanda Türkiye’ye batı ve doğu sınırları üzerinde bir güvenlik kuşağı (ya da savunma ittifakları) oluşturma güdüsü vermiştir. Ankara 1934’te Balkan Antantı’nın (Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya) ve 1937’de Sadabat Paktı’nın (Türkiye, İran, Irak ve Afganistan) kurulmasında öncü bir rol oynamıştır. Bu dönemde Oniki Adaları elinde bulundurması nedeniyle komşu olan İtalya, öncelikli temel stratejik tehdit olarak Rusya/SSCB’nin yerini
almıştır. Sovyetler Birliği ile ilişkiler 1920’ler boyunca ve 1930’ların başında en sıcak seviyesinde olmasına rağmen, 1930’ların ikinci yarısında Britanya ve Fransa ile ilişkileri hatırı sayılır derecede geliştikçe Türkiye kendisini Moskova’dan uzaklaştırmıştır 16.
1930’ların sonunun hızla kötüleşen uluslararası ortamında Atatürk’ten sonra Cumhuriyet’in ikinci cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü (1938–1950), hayati çıkarları açık bir şekilde tehlikede olmadığı sürece savaş sırasında ülkenin tarafsızlığını sürdürmekte kararlıydı. Fakat Ağustos 1939 tarihli Nazi-Sovyet Saldırmazlık Paktı Ankara’nın Britanya ve Fransa ile askeri ittifak antlaşması imzalamasını tetiklemiştir (Ekim 1939). Ankara’nın kaygısı Sovyetler Birliği’ne karşı bir savaşın içine çekilmek olasılığı olduğu için, Türk Hükümeti Moskova’yı da bu ittifaka dahil etmek istiyordu; fakat bütün çabaları sonuçsuz kaldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye (savaşa katıldığı 1945 başına kadar) Nazi karşıtı koalisyonun savaş-dışı (non-belligerent) müttefiki olarak kalmıştır. Türkiye, Britanya ve Fransa ile askeri ittifak antlaşması imzalamış olmasına rağmen, Müttefikler tarafından dile getirilen talepler, teşvikler, tehditlere karşın
savaş-dışı bir siyaseti ısrarla takip etmiştir. Bunun da ötesinde, Alman baskısına rağmen Mihver askerlerinin, gemilerinin ve uçaklarının Türkiye’nin kara, deniz ve hava alanlarından geçmesine izin verilmemiş; Montrö Konvansiyonu dikkatli bir şekilde Boğazlarda uygulanmıştır.
Ağustos 1944’de Almanya ile diplomatik ilişkilerini kesen Türkiye, Birleşmiş Milletler’in (BM) ortaya çıkmasını sağlayan Nisan 1945’deki San Francisco Konferansı’na katılmanın bir ön koşulu olarak ancak Şubat 1945’te Almanya’ya karşı savaş ilan etmiştir. Türkiye BM’nin elli bir kurucu üyesinden birisi olmuştur 17. Nazi-Sovyet Saldırmazlık Paktı’nın ardından Sovyetler Birliği bir kez daha temel stratejik kaygı haline gelmiş ve bu durum Ankara’nın savaş sırasındaki politikaları üzerinde önemli bir etkiye sahip olmuştur. Türkiye, Ağustos 1941’de Britanya ve Sovyetlerin İran’ı güneyden ve kuzeyden işgali, Sovyetlerin İran Azerbaycanı’ndaki mevcudiyeti ve özellikle Kürt ve Azeri milliyetçiliğini teşvik etmesi ve örgütlemesi dolayısıyla bir hayli tedirgin olmuştur. Türkiye, İran’ın Kürt ve Azeri bölgelerindeki Sovyet eylemlerinden duyduğu rahatsızlığı
Londra ve Washington’a sürekli olarak iletmiş olsa da, bu rahatsızlığın savaş sürecinde muhatap buması zordu. Müttefiklerin garantilerine rağmen Sovyetler tarafından savaşın sonunda kur(d)ulan kısa süreli Kürt ve Azeri cumhuriyetleri Türkiye’nin bu kaygılarını haklı çıkaracaktır 18.
Mart 1945’te Türkiye Montrö Konvansiyonu’nun değiştirilmesi, Boğazlarda askeri üs kurulması (böylelikle suyollarının ortak kontrolü) ve Doğu sınırlarının değişmesi de dâhil Sovyet baskısı ve toprak talepleri ile karşı karşıya kalmıştır. Bu Sovyet tehdidinin sonucu olarak İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkiler hızla gelişmiş ve Sovyet yayılmasını çevrelemek için oluşan ortak çıkar gelecek kırk yıl boyunca Amerika-Türkiye ilişkilerinin temelini oluşturmuştur. ABD ile iki taraflı yakın bağların gelişmesi, ABD’nin Türkiye’nin ve Yunanistan’ın güvenliğini garanti ettiği ve her iki ülkeye de askeri ve ekonomik yardım sözü verdiği Mart 1947’deki Truman Doktrini ile şekillenmeye başlamıştır 19. Türkiye ayrıca ABD desteğindeki Avrupa Onarım Programı’na (Marshall Planı) katılmış ve Amerika’nın Soğuk Savaş stratejisine destek bağlamında Kore Savaşı’nda (1950–1953) BM güçlerine asker takviyesinde
bulunmuştur.
Türkiye sadece savunma amacıyla değil aynı zamanda siyasi, ekonomik ve kültürel sebepler dolayısıyla da üye olmak istediği Kuzey Atlantik Paktı (NATO) ittifakına 1951 yılının sonbaharında kabul edilmiştir. Şubat 1952’den itibaren resmileşen Türkiye’nin NATO’ya kabulü kararı, NATO’nun güney kanadını güney Akdeniz’i de içine alacak şekilde genişletme stratejisi bağlamında yaşanan önemli tartışma ve görüş ayrılıklarının ardından gelmiştir. Türkiye’nin kabulüyle NATO, artık Varşova Paktı ile daha uzun bir kara sınırına sahip olmuş ve üstelik Türkiye’nin Karadeniz sahilleri ve (Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’e ulaşmasını sağlayan) Boğazlar ile ilgili bir antlaşmaya dönüşmüştür. Aynı zamanda Türkiye NATO’ya insan sayısı bakımından (Amerika’dan sonra) en geniş ikinci orduyu sağlamış, ayrıca ileri konuşlanma ve istihbarat toplama alanlarına ulaşma imkânı sunmuştur. NATO’nun Müttefik Kara Kuvvetleri Güneydoğu Avrupa Karargâhı İzmir’de kurulmuş ve NATO’nun amaçları için Adana yakınında İncirlik üssü oluşturulmuştur. 1954’de Amerika ile yapılan askeri antlaşmalar başka NATO tesislerinin açılmasını ve Amerikan askeri personelinin Türkiye’ye yerleşmesini sağlamıştır 20.
2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder