Prof. Dr. Cihan Dura etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof. Dr. Cihan Dura etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Kasım 2018 Salı

Küreselleşmeci Neoliberalizme Karşı Nasıl Bir Yol İzlenebilir? BÖLÜM 1

Küreselleşmeci Neoliberalizme Karşı Nasıl Bir Yol İzlenebilir? BÖLÜM 1


Prof. Dr. Cihan Dura (*) 
(*) 21. Yüz Yyl Türkiye Enstitüsü Ekonomik Araştırmalar Grubu üyesi. Emekli Öğretim üyesi. 1986’da Enka Bilim ve Sanat Birincilik Ödülü’nü, 
1990'da Kültür Bakanlığı Bilgi Yılı Araştırma Eser Yarışması Birincilik Ödülü’nü kazanmıştır.

Türkiye'de Genellikle Eleştiri yapılır, Çözüm yolu pek gösterilmez. 

    Bu eksiklik, uygulanmakta olan neo Liberal politikalar için de geçerlidir. 

Neoliberalizme karşı hangi alternatif politikalar uygulamaya konulabilir? Bu konudaki çalışmalar bildiğim kadarıyla azdır. Ben de kendi hesabıma, bu konuda 
sistemli ve etraflı bir çalışma ortaya koyduğumu söyleyemem. Önerilerim oldu, ancak dağınık ve farklı bağlamlardaydı. 
Okuduğunuz çalışmada bu eksikliğimi gidermeye, görüşlerimi ayrı bir metinde sistemli ve toplu olarak bir araya getirmeye çalıştım. Ancak okuyunca göreceğiniz gibi önerilerim geneldir, birer ilke niteliğindedir. 

Somut amaç ve araçların belirlenmesi; daha kapsamlı, çok boyutlu ve çok daha uzun çalışmalar gerektirmektedir. 
Çalışmamı üç başlık altında sunuyorum: 

“ Sorunların kaynağı ”, 
“ Ne Yapılabilir” ve 
“ Sonuç”. 

1) SORUNLARIN KAYNAĞI 

“Sorunların kaynağı” olarak şunu görüyorum: XVI. yüzyIldan bu yana Batı'nın dünyayı ekonomik ve siyasal olarak “İşgal” projesi ve bu amaçla kullandığı başlıca silahlar… 

A) Derin Merkez ve Emperyalizm 

1) Batı Emperyalizmi tarihte iki temel üzerinde yükselmiştir: Biri sömürgeciliktir, diğeri ise teknik ilerleme. Sömürgecilikle teknolojik ilerleme bir arada gitmiştir. Avrupa ilk talan ve katliamlarını Amerika'da gerçekleştirmiştir. 
Ardından Asya'ya, Çin'e, Hindistan'a, Ortadoğu'ya, en sonra Afrika'ya kadar uzanmıştır. Zengin Batı kendisini sanayileşmeye ve refaha götüren sermaye birikiminin büyük bir kısmını bu yoldan, yani sömürgecilikle gerçekleştirmiştir. Sömürgecilik ve emperyalizm, farklılaştırılmış görüntüler arkasında günümüzde de devam etmektedir: 

Demokrasi, Neoliberalizm, küreselleşme, serbest piyasa gibi maskeleri kullanarak her yerde, Türkiye'de değişmez hedeflerini aynı inat ve kararlılıkla gerçekleştirmeye çalışmaktadır. 

2) Bugünün kökleri tarihtedir. Tarihimizde 1838 yılı ve sonrasında olup bitenler günümüz Türkiye'sinin sorunlarına ışık tutar. Emperyalizmin Türkiye'ye 
girişi, esas itibariyle 1838 İngiliz-Osmanlı Ticaret Antlaşması ile başlamıştır. 

Tarih ancak aklını kullanmayan toplumlar için bir tekerrürdür. Akıllı toplumlar içinse, bir plânın gerçekleştirilmesinden ibarettir. Osmanlı'nın ekonomik 
çöküşü, İngiltere ile yapılan 1838 Serbest Ticaret Antlaşması'yla ivme kazanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin geriye gidişi ise 1945'den itibaren 
ABD ile imzalanan ikili antlaşmalar ve Avrupalı emperyalist devletlerle yapılan 1963 Ankara Antlaşması ile başlamıştır. “ Demokrasi ”ye geçiş esas itibariyle Atatürkçü atılımdan geriye dönüşün önünü açmıştır. 

3) Emperyalizm vahşetini dünyanın başına belâ eden, Çirkin Batı'dır. O Çirkin Batı'dır ki ekonomik gücünü ve buna bağlı olarak refahını artırdıkça, ulaştığı üstün ve ayrıcalıklı konumu kaybetmemek için, politik bakımdan da güçlü olmanın gerekli olduğunu gördüğünden, küresel ölçekte örgütlenmeye 
girişmiştir. Nihaî hedefi büyük bir olasılıkla, Derin-Merkez'in egemen olduğu, diğer bütün ulusların -bazıları parçalanarak- uyruk haline getirildiği 
bir “Tek Dünya Devleti”nin kurulmasıdır. Derin Merkez'i şöyle tanımlıyorum: 

Batı'da asıl güç ve gerçek karar makamı kaynağı olup, dünyadaki servetin çok büyük bir kısmını elinde tutan, az sayıda Amerikalı kapitalistten oluşan, bütün diğer ülkeleri kontrol altında tutan büyük finans tekelleri grubudur. IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi çoğu “uluslararası” örgütler Derin-Merkez'in nüfuz ve etkisi, hattâ emri altındadır. Derin-Merkez her ülke içinde bir işbirlikçi kesimle ortak çalışır. Bundan başka Derin Merkez'in hizmetinde olup tüm ülkelere yayılmış özel ajanları olan ekonomik tetikçiler Derin-Merkez'in küresel şirketleri için, yani ulus ötesi Şirketler için çalışır. 

4) Eğer Derin Merkez, yurt içinde bir takım müttefikler bulmamış olsaydı, meşum emellerine hiçbir ülkede ulaşamaz, dolayısıyla küresel plânında 
başarılı olamazdı. Bu müttefikleri artık tanıyoruz: Onlar Atatürk'ün nitelemesiyle “dâhilî bedhahlar”dır. Derin Merkez Türkiye gibi ülkelerdeki bütün kötülüklerini, esas itibariyle bu kesimin - menfaat karşılığında - sağladığı destek ve yardımla gerçekleştirmektedir. 

Bunların önemli bir kısmı Derin-Merkez tarafından korunur, beslenir ve yükseltilir. Çoğu; küresel emperyalist örgütlenme sayesinde ekonominin, 
devlet mekanizmasının, toplumsal yapılanmanın kilit noktalarına yerleşir, toplumda söz ve yetki sahibi olurlar. İşbirlikçilerin böylesine etkili olmasının 
bir sebebi de halkı dışlayan siyasal rejimlerdir. Türkiye'de uygulanan “Demokrasi” rejiminin halkımızın çıkarları ile hiçbir ilgisi yoktur. Hemen bütün 
partiler Derin-Merkez'in küresel düzenine boyun eğmiştir. Bu sebeple iktidara hangisi gelirse gelsin, sömürü düzeni değişmeyecektir. 

5) Çirkin Batı küresel ekonomik düzeni sürdürmek ve geliştirmek amacıyla çeşitli strateji ve araçlar kullanmaktadır. Bunlardan biri, benim kısaca 
merit” adını verdiğim stratejidir. Bu stratejiye göre, dünyanın diğer herhangi bir hükümeti ne zaman kendi halkının çıkarı için bir .eyler yapmaya 
çalışsa, Batı hemen bunu akim kılmak için merit stratejisini uygulamaya koymakta, bu ülkelerin gerçek anlamda ileri gitmelerini, kalkınmalarını engellemektedir. 

Neoliberalizm kisvesi altında piyasa ekonomisi, küreselleşme, yükselen piyasalar gibi parlak sloganlar kullanılarak Türkiye gibi ülkeler etki altına alınmakta, bu şekilde pazarları, doğal kaynakları, hattâ birikmiş sermaye stoku ellerinden alınmaktadır. >

    Bunun tek bir anlamı vardır: 

O ülkelerin sömürgeleştirilmesi, sanayileşme ve kalkınmalarının ebediyen engellenmesi!... Bu süreçte “yeni-sömürgeciler”in en başta gelen yardımcıları hedef ülke içindeki işbirlikçilerdir. 

6) Derin-Merkezin dünyayı ele geçirme stratejisi çerçevesinde kullandığı araçlardan biri de özel olarak ürettiği küreselleşme ideolojisidir. 

    Batı'nın (AB ve ABD'nin) hayat felsefesi olan Liberalizm; Ekonomik faaliyet ve akımların, piyasaların, mal ve faktör hareketlerinin serbest olmasını, bunların önünde olabilecek her türlü engelin kaldırılmasını ister. 
İşte bu serbestleştirmenin, dünya ölçeğinde ülkeler arasında gerçekleştirilmesi ne küreselleşme deniyor. Bense küreselleşmeyi kapitalizmin dünyaya kendi çıkarları için dayattığı, sömürgeci zihniyetin ürettiği, fetişleştirilmiş bir olgu olarak görüyorum. 

    O, Çirkin Batı'nın, özellikle ABD'nin, kendi siyasal, sosyal ve ekonomik kalıplarını bütün dünyaya dayatma aracı ve sürecidir. 

Batı'nın (Derin Merkez'in ve Merkez ülkelerinin) mevcut çıkarlarının, o çıkarları sağlayan düzenin muhafazası ve daha da ileriye götürülmesi; açıkladığım 
küresel serbestleştirmeye, yani “küreselleşme” ideolojisinin ve onun rejiminin kök salmasına bağlıdır. Aksi halde çok iyi bilmektedir ki ekonomik krizler, yokluklar ve çıkmazlar içinde çökecektir. 

 < Küreselleşmeci Neoliberalizme Karşı Nasıl Bir Yol İzlenebilir? Neoliberalizm kisvesi altında piyasa ekonomisi, küreselleşme, yükselen piyasalar gibi parlak sloganlar kullanılarak Türkiye gibi ülkeler etki altına alınmakta, bu şekilde pazarları, doğal kaynakları, hattâ birikmiş sermaye stoku ellerinden alınmaktadır. >

  Merkez ülkeler böyle bir durumda iken, dünyanın geri kalan ülkeleri (Çevre ülkeleri) henüz gelişmemi., sanayileşememiş, savunmasız, sahipsiz olarak, 
Merkez'in sömürüsüne açık bir durumdadır. Sanayileşme girişimleri “ Merit Stratejisi ” yoluyla engellenmektedir. Oysa bu ülkelerin durumlarının 
iyileşmesi, sanayileşmeleri, ilerlemeleri, Batı tarafından dayatılan liberal politikaların aksine, yeni kurulan sanayilerinin dev ulus-ötesi şirketler karşısında 
koruma altına alınmasına bağlıdır. Bunu sağlamanın olmazsa olmaz koşulu ise şudur: Ulus-Devlet yapısının muhafaza edilmesi!... Görülüyor ki Bat'nıın (Derin Merkez ile Merkez ülkelerinin) çıkarlarının gerektirdiği düzenle -Türkiye gibi- az gelişmiş, sanayileşmeleri engellenmiş ülkelerin çıkarlarının gerektirdiği düzen arasında karşıtlık vardır. İki düzen birbiri ile çatışıyor, biri diğerini dışlıyor. Batı tek çözüm yolu olarak şunu görüyor: 

Bu ülkelerin Ulus- Devletlerinin plânlı bir şekilde zayıflatılması; o ülkelerin devletlerinin, Merkez'in çıkarlarına hizmet edecek bir kalıba dökülmesi... 
işte günümüzde AB ve ABD ile kurulu ilişkiler yoluyla ve işbirlikçilerin desteğiyle Türkiye'de yapılmakta olan da budur. 

7)   <  Küreselleşmenin somutlaştığı alanlardan biri Avrupa Birliği girişimidir. >
Avrupa Birliği küreselleşmenin, Derin Merkez'in dünyayı ele geçirme projesinin bir uygulaması olduğu izlenimini vermektedir. O her üye ülkede yönetici ve paralı bir azınlığı egemen kılma ve sürekli zenginleştirme, buna karşılık halk yığınlarını köleleştirme ve yoksullaştırma projesi olarak görünmektedir. 
Her alan ve faaliyet, ülke ve dünya ölçeğinde bir mutlu azınlığın lehine düzenlenmektedir. Bunun ilk şarty hep aynıdır: ^^ Ulus devletleri önce zayıflatmak, sonra yok etmek!... Küreselleşmenin somutlaştığı alanlardan biri Avrupa Birliği girişimidir. ^^

_ Bilindiği gibi Türkiye de düşürülmüştür Avrupa Birliği tuzağına... Türkiye'yi yöneten politik ve ekonomik kadroların tam üyelik saplantıları, devletimizin ulusallık niteliğini aşındırmanın etkili bir aracı olarak kullanılmıştır AB eliti tarafından. Türkiye üyelik vaadi aldatmacasıyla istismar edilmiş, 
tehlikeli ödünler vermek zorunda bırakılmıştır. Ulusal bütünlük bozulmuş, ülke kargaşaya sürüklenmiş, sanayileşme durmuş, tarım çökmüştür. 



8) Türkiye Derin Merkez'in darbelerini en can alıcı yerlerinden almıştır. 

    Örneğin bir yandan Türkiye'nin sanayileşmesi engellenirken, bir yandan da tarım sektörüne gelişmiş ülkeler lehine işleyecek bir yapı dayatılmış.; sonuçta 
Türkiye'nin kendine özgü, güçlü, kendi kendine yeter tarımından eser kalmamıştır. 

Türkiye tarımda yabancılara en muhtaç, dışa en bağımlı ülkeler arasına girmiştir. Bu gerilemenin ana sebebi vurgulamakta yarar var - AB'nin ve ABD'nin, IMF, 
Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlar aracılığıyla Türkiye'ye dayattığı yanlış politikalardır. 

B) Derin Merkez'in Silahları 

1) Derin Merkez ve onun yönetimi altındaki ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi Merkez ülkeleri - Türkiye gibi ülkelerin kendilerine rakip bir güç haline gelmesini önlemek için başlıca altı silah kullanmaktadır. 
Bunlardan ilki serbest ticarettir. Serbest ticaret çeşitli yollardan, örneğin Avrupa Birliği gibi uluslararası ekonomik bütünleşme girişimleri yoluyla dayatılmaktadır. 
Türkiye özellikle 1995 Gümrük Birliği Antlaşması çerçevesinde bu silahın etkisi altına alınmıştır. 

2) İkinci silah ulus devletleri borçlandırmak tır. 

    Derin-Merkez'in ya da Merkez ülkelerin, Çevre ülkelerinden önemli talepleri vardır, onlara belirli politika ya da uygulamaları benimsetmek ister. 
Bu isteklerini gerçekleştirmenin en emin yolu, söz konusu ülkeleri kendilerine muhtaç duruma düşürmek ve o konumda tutmaktır. İşte bu muhtaçlığı 
sağlamanın bir yolu o ülkeleri kendilerine borçlandırmak tır. Ağlarına düşürdükleri çevre ülkelerini, içinden kolay kolay çıkamayacakları şekilde borç 
batağına batırırlar. Bunun sağlanmasında en büyük yardımcıları, o ülkede oluşturdukları işbirlikçi kadrolardır, “dahilî bedhahlar”dır. Netice olarak hedef 
ülke bir borç bağımlısı haline gelir. Böyle bir ülkenin hükümetine de tabiatıyla, elinde para olan herkes her istediği şeyi yaptırır. 

  Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk'ün aramızdan ayrılışından sonra, borç batağına özellikle 1980'li yıllardan itibaren itilmiştir. Hele AKP dönemi tam ve çılgınca bir dış borçlanma dönemi olmuştur. Artık Devlet tıpkı 1870'lerin Osmanlı Devleti gibi ancak borçla ayakta durabilmektedir. 

   Vergi gelirlerimizin çok büyük bir kısmı artık borç taksitleri ve faizlerine gitmektedir. Yeni borç talepleri Türk hükümetlerinin vereceği yeni ödünler karşılığında yerine getirilmektedir. 
   Borçlanma artık öyle bir noktaya gelmiştir ki, yalnız devletimiz değil özel sektör de, hattâ halkımız da, bireylerimiz de borç batagına batırılmış bir durumdadır. 

3) Batı'nın Çevre ülkelerine karşı kullandığı Üçüncü silah özelleştirmedir. 

   Özelleştirme bir Batı icadıdır. Batı'nın ekonomik felsefesinin, yani liberalizmin bir gereğidir. Bugün Türkiye'de yapılan özelleştirmelerin arkasında da kesinlikle Çirkin Batı vardır; o dayatmıştır bizim hükümetlerimize millet malının satılmasını. Yüzlerce tesis Türk milletinin mülkiyetinden çıkarılarak, hiç pahasına yerli ve yabancı fırsatçıların, yabancı ülkelerin mülkiyetine geçirilmiştir. Kamu tesislerini bedavaya kapatan özel sektörden bazıları aradan çok geçmeden, yüksek kârlarla bu tesisleri yine yabancılara devretmiştir. Özelleştirmenin başka daha birçok zararı dokunmuştur ülkemize. Gerçek şudur ki Türkiye'de özelleştirme AKP iktidarı ile birlikte tam bir çılgınlık, tam bir felaket şeklini almıştır. 

 <  AKP dönemi tam ve çılgınca bir dış borçlanma dönemi olmuştur. Artık Devlet tıpkı 1870'- lerin Osmanlı Devleti gibi ancak borçla ayakta durabilmektedir. Prof. Dr. Cihan Dura >

4) Merkez'in, Çevre ülkelerine karşı kullandığı Dördüncü silah yabancı sermayedir 

    Bir ülke serbest ticarete açılıp borçlandırıldıktan sonra sıra özelleştirme yaptırmaya gelmekte, bu uygulama ile birlikte ülkeye yabancy sermaye akını 
başlamaktadır. Türkiye'de bu safha esas itibariyle, “yeni sömürgeciler”e tanynan akıl almaz kolaylıklar sayesinde AKP döneminde başlatılmıştır. Yabancı 
sermaye girişi önündeki hemen bütün engeller, bütün kural ve sınırlar kaldırılmış bulunmaktadır. Oysa yabancı sermayenin bir ülkeye ne kadar 
faydası varsa, en az o kadar da zararı vardır. Türkiye AKP döneminde ekonominin kaldıramayacağı ölçüde yabancı sermaye giri.ine sahne olmu.tur, 
olmaktadır. Ekonomi en stratejik sektörleriyle âdeta bir “avlak alanı”na döndürülmüştür. Bu başıboşluğun nihaî sonucu ekonominin yabancılaşması, 
ekonominin tapusunun ulus ötesi şirketlerin eline geçmesi olacaktır. Sanayi sektöründe en stratejik tesislerimiz yabancılara satılmıştır, satılıyor. 
Madenciliği miz, enerji sektörümüz ulus ötesi şirketlere açılmıştır. 
Bu, Türkiye'nin geleceğinin karartılması, geleceğinin elinden alınması demektir. 
Türkiye'ye sıcak para girişi de bir soygun düzenine dönüşmüştür. 
AKP iktidarı halktan topladığı vergileri, halkımıza hizmet yerine faiz olarak elin yağmacılarına aktarmaktadır. 

YABANCI SERMAYENİN SEKTÖRLERE GÖRE DAĞILIMI 

Geçici Veriler, Kaynak: T.C.Merkez Bankasy (MYLYON $) 


5) Batı'nın beşinci silahı hedef seçtiği ülkeye toprak sattırmak tır Atatürk Türkiye Cumhuriyeti'nde yabancıya toprak satışını son derecede 
zorlaştırmıştı. Ne var ki toprak satışları bütün diğer belalar gibi AKP döneminde yeniden başlatıldı ve kısa sürede büyük bir ivme kazandı. Acaba 
neden gerekli gördü bunu AKP? Yüz karası iki sebepten dolayı bu yola gitti: Birincisi, Avrupa Birli.i istedi de ondan; bu emperyalist kurulu.un emir ve 
baskısına boyun eğdi. İkincisi, kolay bir finansman aracı olarak kullandı toprak satışını, tyıkı babasından miras kalan mülkü satıp savan hayırsız evlât gibi. 
Peki nedir olumsuz etkileri, yabancıya toprak satışının? İlk önemli etkisi Millî servet kaybıdır. Yabancıya toprak satışının başka sakıncaları da var. En 
tehlikeli olanı da ülke içinde zamanla bir azınlık nüfusu oluşmasıdır. Bu nüfus belli bir büyüklüğe ulaştığı zaman, bazı ekonomik ve siyasal taleplerde 
bulunabilir. Durum böyle iken - birkaç istisna dışında - aydınlarımızdan, üniversitelerimizden, hattâ ordumuzdan en küçük bir itiraz sesi dahi çıkmamaktadır. En acı olanı da budur.

6) Batı'nın diğer uluslara yönelttiği altıncı silah azınlık sorunu yaratmaktır. 

Azınlık konusu Batı'nın felsefesiyle, Liberalizmle çatışmaz. Dolayısıyla Batı hedef ülkelerde farklılıkları tahrik ve teşvik etmiştir. Türkiye'nin bir “mozaik” olduğu yalanı bu stratejinin bir ürünüdür. Dahası mevcutlarla yetinmemi., farklılığı yaratmaya da çalışmıştır. Mevcut “azınlık” kavramlarını kendi çıkarlarına göre değiştiriyor, içlerini istedikleri gibi dolduruyorlar. Böylece sözde “yeni azınlıklar” oluşturuyorlar. 

Bizim kof aydınımız ise bu görüşleri gerçek birer bilimsel veriymiş gibi, hiçbir eleştiri süzgecinden geçirmeden olduğu gibi kabulleniveriyor; siyasetçilerimiz, idarecilerimiz, iş adamlarımız da, bir ödün olarak ya da çıkar sağlamak için!... Avrupa Birliği' nin, Türkiye'nin sahiplerinden ve kurucu unsurlarından olan Alevi yurttaşlarımızı azınlık statüsüne sokma çabaları buna bir örnektir. Bundan başka yeni dini azınlık da oluşturmaya çalışıyorlar; kullandıkları araç misyonerlik tir. Papaz Bartho'yu ekümenik yapma girişimi de kuşkusuz aynı hedefe yöneliktir. 

< Yabancıya toprak satışının başka sakıncaları da var. En tehlikeli olanı da ülke içinde zamanla bir azınlık nüfusu oluşmasıdır. 
Bu nüfus belli bir büyüklüğe ulaştığı zaman, bazı ekonomik ve siyasal taleplerde bulunabilir. Prof. Dr. Cihan Dura >

II) NE YAPILABİLİR? 

Şimdi, yukarda sunduğum temel sorun karşısında “ne yapabiliriz” sorusunun yanıtına geçiyorum. Ancak sadece temel yöneliş ve ilkeleri formüle 
etmekle yetineceğim. Bunları şu başlıklar altında sunuyorum: 

Neoliberalizm, 
Avrupa Birliği, 
Borçlanma, 
Yabancı Sermaye, 
Yabancıya Toprak Satışı ve Misyonerlik, 
Tarım ve Sanayi, 
Tarih Bilinci, 
Bilim, 
Devletçilik, 
Demokrasi, 
Yönetim, 
Birlik. 

A) Neoliberalizm 

1) Kapitalizmin temel dinamiği kâr güdüsüdür. Bu güdü bir noktadan sonra girişimci (müteşebbis) denen insanı, âdeta canavarlaştırıyor. Zenginleşme 
hırsı öyle bir dereceye varıyor ki gözleri artık daha fazla paradan, daha fazla büyümeden başka bir şey görmüyor. Zenginleştikçe hırsı artıyor, 
paradan başka hiçbir de.er, hiçbir kutsal tanımıyor. Daha fazla büyümek, daha fazla kazanmak uğruna doğru, iyi, güzel ne varsa her .eyi ikinci plâna 
itiyor, gerek gördüğünde bir “Terminatör” gibi yok ediyor. Bu, patolojik bir durum, insanlık dışı, dünyanın geleceği için büyük bir tehdittir. 
Liberalizm Batı'nın dededen kalma savaş kalkanıdır, emperyalizmin dünya görüşü, kapitalizmin ekonomi felsefesidir. Bu yüzdendir ki bugün dünyada Neoliberalizm'in bayraktarlığını yapan Amerika yoksul çevre ülkeleri için büyük bir sorun, büyük bir tehdittir. Çünkü ABD'nin ihtiyaçları ile diğer ülkelerin ihtiyaçları arasında uyumsuzluk vardır. O “en güçlü, en büyük benim” diyerek dünyaya kendi ekonomik sistemini dayatıyor ve her şeyi kendi ihtiyaçlarına göre düzenlemeye kalkışıyor. Bu dayatma ise doğal olarak 

Türkiye gibi çevre ülkelerinin kendi hayatî sorunlarının çözümsüz kalmasına, hattâ daha da ağırlaşmasına yol açıyor. ABD bu küresel saldırısında başlıca engel, dolayısıyla hedef olarak ulus-devleti görüyor. 

ABD ya da onu yöneten Derin-Merkez; ulus devleti, başlyca üç yönden sıkıştırarak çökertmeye çalışıyor: Ulus üstüleştirme, bölgeselleştirme ve 
yerelleştirme… Onun yerine kendi devletini, e-devleti kurduruyor. Derin-Merkez; ulus-devleti, sosyal, politik ve ekonomik alanlardaki yetkilerini 
giderek ulus-üstü kurumlara devretmeye zorluyor. ABD'nin dünya hâkimiyeti projesinde, elindeki yeni ve en güçlü bir silah, İnternet'tir. Internet ilk kez “dünya ölçe.inde tek bir pazar” oluşturma yolunda. Ancak bu gelişme Derin-Merkez lehine, Merkez ülkelerinin lehine… Çünkü “dünya ölçeğinde pazar” derken kastedilen, “Merkez ülkelerine ait bir pazardır. Böyle bir olu.um da çevre ülkelerde daha vahim sonuçlara yol açıyor: Ulusal çıkarların 
önceliği, yerini Derin-Merkez'in, Merkez ülkelerinin çıkarlarına bırakıyor. 

Bu da Türkiye gibi Çevre ülkelerinin sanayileşmesi ve gelişmesini duraklatıyor, ulusal varlık ve benlikleri üzerindeki yozlaştırıcı etkileri şiddetlendiriyor. 

2) Dünyada apaçık olan bir emperyalizm gerçeği vardır. Neoliberalizm'e karşı mücadele, ancak bu gerçeğin görülebilmesi ve kabulü ile başlar. 
Çünkü sorunların başlıca kaynağıdır o. Ardından, şunlar yapılmalıdır: 

-Ana sorun hakkında olabildi.ince halkımız, gençlerimiz, aydınlarımız bilinçlendirilmelidir. 
Amerikan emperyalizminin, Küreselleşmeci Neoliberalizm'in 
-Derin Merkez'in dışında kalan- bütün insanlar ve bütün ülkeler için, Türkiye için büyük bir felâket ve tehlike olduğu bıkıp usanmadan anlatılmalıdır. 
-Emperyalizmle işbirliği yapan dahilî bedhahlarla mücadele edilmeli, bu “zararlılar” etkisiz hale getirilmelidir. 
-Merkez ülkeleri çok hızlı koşuyor, hızını giderek artırıyor, geri kalan ülkeleri de kendisiyle birlikte aynı hızla koşmaya zorluyor. Başka bir deyişle ulus-devlet zırhlarını çıkartmalarını dayatıyor. 
Çünkü sömürülmeleri için bu gerekli, onların hayat tarzlarını benimsemeleri gerekli. Tabii bu “sürüklenme” Türkiye dâhil hiçbir Çevre ülkesinin lehine değildir. Bu dayatmaya karşı koymak gerekir. 

< Türkiye'nin vatansever aydınları Derin Merkez'in (ABD ve AB'nin) bugün ne dediğine değil, Geçmişte ne yaptığına bakmalıdır. 
Prof. Dr. Cihan Dura >

Uygulanacak bütün ekonomi politikaları bu ölçüte göre belirlenmelidir. Tabii böyle bir politika değişikliği AKP iktidarı ve benzeri oluşumlardan beklenemez. 
Elbette insanlar küçükse, politikalar da küçük olur. Böyle bir devrime ancak Atatürkçü ve Ulusalcı hükumetler cesaret edebilir. 
-Emperyalizm dünya ölçüsünde ya.anan bir olgudur. Dolayısıyla onunla yine dünya ölçüsünde gerçekleştirilecek bir işbirliği yoluyla mücadele edilebilir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

22 Mayıs 2017 Pazartesi

Ekonominin tapusu el Değiştiriyor

Ekonominin tapusu, El Değiştiriyor 
Cihan Dura



Ekonominin Tapusu el değiştiriyor
09.05.2005/Sayı:81

Yitirilen değer Teletaş












Avrupa Birliği’nin ve Amerika’nın dev şirketleri, mal ve sermaye akımları yoluyla dünya çapında bir işgal gerçekleştiriyor. Tabii küreselleşme kılıfı altında… Bu saldırıyı Türkiye’de de yaşıyoruz, örneğin bankacılık sektöründe. Yaman Törüner, bir yazısında (14.2.2005) bu sızmayı şöyle dile getiriyordu: “Dünyada bir çok ülkede ulusal banka kalmadı. Küreselleşme ilk örneklerini bu sektörde veriyor. Meksika’nın bile bankalarının % 95’i yabancıların eline geçti. Romanya’da, Endonezya’da neredeyse ulusal banka yok. Ulusal bankacılığın yok olması, giderek ulusal sermayenin de yok olması sonucunu doğurabilir.” Dikkat edin, zikrettiği ülkeler hep az gelişmiş ülkeler. Öncelik finans sektöründe, ardından reel sektör öne geçecek. Kapitalizm ahtopotunun kolları artık bu ülkelerin kalbine, beynine uzanıyor, tabii Türkiye’nin de…
Peki bizim zengin tabakamız nasıl karşılıyor bu işgali, örneğin Holding medyamız? Tabii, ilahına tapınan bir putperest gibi… Büyük bir çoşku ve huşu ile… Ulusal ekonomi, bankalarımız yabancıların eline geçtikçe, neredeyse bayram yapıyorlar. Şöyle başlıklar atıyorlar, ceridelerinde: Türkiye: Avrupa’nın en cazip adresi… Avrupa’nın yatırım yıldızı… Yabancıların gözdesi…Yabancı sermayede rekora koşuyoruz… Son örneklerden birinden [15.4.2005] aktarıyorum : Türkiye yabancılar için cazip ülke haline geldi. Özellikle AB üyelik sürecinin yürümeye başlamasıyla, dünyanın dev firmaları yatırım için gözlerini birden Türkiye’ye çevirdi. Özellikle bankacılık alanında yabancıların gözdesi olan Türkiye, bu yıl yabancı sermaye rekoru kıracak. Son 14 yılda toplam 20.6 milyar dolarlık doğrudan yabancı yatırım alabilen Türkiye, yabancılarla anlaşmaya varılan bankaların ve Turkcell’in satışının gerçekleşmesi halinde, bu yıl en az 4.3 milyar dolarlık sermaye girişine sahne olacak. Bu gelişme yabancı yatırım hedefinin aşılacağının önemli bir göstergesi sayılıyor.
Asıl, haberin satır aralarını okumalı…, orada da şöyle diyorlar:
- Türkiye Ekonomi Bankası’nın yüzde 50 hissesini BNP Paribas’a satıyoruz, oh ne iyi!

- Yapı Kredi Bankası’nın yüzde 57.4 hissesini Koç ve İtalyan Unicredito’ya sattık, var mı bize yan bakan!

- Türkiye’nin yedinci büyük özel bankası Dışbank’ın yüzde 89.3 oranındaki hissesi Hollanda- Belçika kökenli Fortis Bank’a geçiyor, büyük başarı, bravo Aydın Doğan!
- Çukurova Holding’in Turkcell’deki yüzde 52 hissesini TeliaSonera’ya satıyoruz, yaşasın!
-Hollanda’nın önde gelen perakende bankalarından Radobank, Şekerbank’ın yüzde 51’lik hissesini alma yolunda, inşallah o da gerçekleşir!
- İspanyol telekom devi Telefonica, Türk Telekom’u alarak Türkiye piyasasına girecek, aman nazar değmesin!

-PETKİM’in (yüzde 35’lik bölümünün) halka arz edilen hisselerinin yüzde 72’sini yabancılar aldı, darısı TEKEL’in başına, TÜPRAŞ’ın başına!
-Daha yok mu bu açık pazara gelen, kalanların da kısmeti çıkar hayırlısıyla, elde ne varsa hepsi satılır inşallah!

Görüyorsunuz, ellerine oyuncak tutuşturulmuş çocuklar gibi seviniyor, havalara uçuyorlar. Neymiş ülkeye döviz girecekmiş! Dar kafalı ya da kötü niyetli adamlar! Öyle kısıtlı ki bakış açıları: Ne gelen o para karşılığında ulusça neleri kaybettiğimizi görüyorlar, ne de ülkeden dışarı yıllar boyunca ne dövizler çıkacağını düşünüyorlar. Üstelik bu alımlar gerçek anlamda yabancı sermaye girişi de değil, yalnızca ekonominin tapusunun el değiştirmesi. Ne var ki bunu halka, ekonomi bilmeyenlere “yabancı sermaye girişi” diye de yutturuyorlar. Ben şimdi bu adamlara nasıl “Vatansız…, cibiliyetsiz işbirlikçi” demeyeyim? Bir de bu rezilliğe kınalar yakıp oynuyorlar!

Oldu olacak, ülkeyi toptan satın da -ki onu da yaparsınız- siz de kurtulun, biz de!

Geçenlerde, nisan ayı içinde, Ulaştırma Bakanı Kayseri’ye geldi. Turkcell’in satışından bahsetti. Aklımda kaldığı kadarıyla dediği özetle şuydu : Biz özelleştirmede yerli yabancı ayırt etmeyiz. Biz üretim artıyor mu, istihdam artıyor mu ona bakarız. İşte, bu da aynı zihniyet! Yalnız medyası değil, politikacısı da böyle, iktidarı da böyle.
Finans sektörümüz yabancılaşıyor
“Küresel Çete”nin önde gelenlerinden biri şöyle demiş: Bana yalnızca paranın idaresini verin, o ülkeyi istediğiniz gibi çekip çevireyim [Bu şahıslar hakkında bkz: Talat Turhan, Küresel Çete, İleri Yayınları, İst., 2005].
Yabancı sermayenin finans sektörüne ilgisi, herhalde bu nedenle büyük. Kemal Derviş bile hükümette iken, “ülkenin finans sisteminin yabancıların eline geçmesini arzulamadıklarını” söylemişti. Bu, elbette haklı bir istek. Bir ülkenin finans sistemi ekonominin can damarlarıdır, dolayısiyle bankacılık sisteminde ulusal sermaye hâkim konumda olmalıdır. Ancak Prof. Dr. A. Hamit Serbest’in, bir yazısında [http://www.universite-toplum.org/ (6.5.2004)] haklı olarak sorguladığı gibi burada, “yapılanlarla söylenenler arasında tutarsızlık” var: Madem ki finans sektörünü yabancı sermayeye kaptırmak istemiyorsun, neden BDDK kararları ile, TSMF’ye aktarılan bankaları yabancı finans kuruluşlarının karşısına “görücüye” çıkarıyorsun? Niye Demirbank gibi bir banka gerçek değerinin çok altında bir bedelle HSBC’ye satıldı? Soru bugün de geçerli: Türkiye Ekonomi Bankası, Yapı Kredi Bankası, Dışbank, Şekerbank neden yabancılara satılıyor?
Bakın, tehlikeyi Y. Törüner belli bir yönüyle nasıl açıklamış: Bir ülkede hakimiyet yabancıların eline geçtiğinde, kredilendirme olanağı da yabancıların eline geçmiş oluyor. Bu durumda, bizim ülkemizin tasarrufları başka bir ülkenin ekonomisinin geliştirilmesinde kullanılabiliyor. Bu nedenle, gelişmekte olanlar hariç her ülke gerek genel bankacılığa yabancıların hakimiyetini, gerekse kullandırılan kredilerin başka ülkelere kaydırılmasını sınırlamış durumdadır. Doğal olarak, işe hisse oranı değil, banka hakimiyeti olarak bakmak lazım. Örneğin, Rusya’da bile yabancı bankalar, ulusal bankaların % 25’ini geçemiyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde bu konuda eyaletler arası sınırlamalar bile var. Her banka her eyalette istediği gibi şube açamıyor ve kredi kullandıramıyor. Törüner devam ediyor: Tabii ki, yabancı bankaların ülkemize istedikleri kadar gelmesini isteriz. Ama, bu girişin kontrollü gerçekleştirilmesi ve kullandırılacak kredilerin büyük oranının yurt dışına kaydırılma olasılığının önlenmesi gerekli.

Yabancı Sermayenin Sakıncaları

Yukarda vurguladım: işbirlikçi takımı yabancı sermaye deyince, zil takıp oynuyor. Eğer kendilerine sorarsanız, nedir bu sizin “mal bulmuş mağribî” haliniz diye, cevapları hazır: Üretim artacak, iş alanları açılacak, yeni teknoloji gelecek, ülkemiz kalkınacak [Nazar değmesin, ülkelerini de pek düşünüyorlar (!). Onların ülke dedikleri, yurt edindikleri “İstanbul dükalığı” olmalı. Bu terimin patenti de Çetin Altan’a aittir; tabii, 1970’lerin Türkiye İşçi Partili Ç. Altan’ına… ].
Holding medyasının bu dedikleri doğru mu? Gerçek öyle mi? Hiç de değil. Çünkü konuya çok dar bir açıdan bakıyorlar. Bunun da iki sebebi var: Cehaletleri, kurdukları çıkar düzeni… İleri sürdükleri kanıtlar her zaman doğru çıkmadığı gibi, madalyonun öbür yüzünü, yani yabancı sermayenin sakıncalarını, çirkin tarafını gizliyorlar. Oysa yabancı yatırımların etkileri gelişmiş ülkede başka, az gelişmiş ülkede başkadır. Sanayileşmesini ulusal tasarruflara yüksek oranda dayandırmamış ülkelere, yabancı sermaye yalnızca felaket getirir. Yabancı sermayenin çok olumsuz etkileri vardır : Bağımsızlığın yok olması, düalizm, dış bağımlılık, haksız rekabet, dış dengesizlik, teknolojik bağımlılık, kalkınmanın engellenmesi gibi. Türkiye’ye yabancı sermaye girdiği ölçüde, bu etkiler de kaçınılmaz olarak ortaya çıkmakta ve tahribat yapmaktadır.
Yabancı sermayenin belki de en büyük sakıncası, ulusal ekonominin yavaş yavaş yabancıların eline geçmesidir. Bu, Osmanlı’da da böyle olmuştur. Günümüz Türkiyesi’nde de öyle oluyor. Nitekim bundan önce, 1995-2002 dönemi için yaptığım bir araştırmada şu sonuçlara ulaşmıştım:
Türkiye’de 500 büyük sanayi kuruluşu içinde yabancı şirket sayısı artmış, sadece yedi yıl içinde 113’den 139’a yükselmiştir. 500 büyük sanayi kuruluşumuzun sermayeleri içinde ortalama yabancı sermaye payı 1995’den 2002’ye, yaklaşık 5 puan artarak %13’den yüzde 18,1’e tırmanmıştır. Yabancı ağırlığı neredeyse toplamın beşte birine yaklaşmıştır. Yabancı sermayeli şirketlerin kendi içinde yabancı ortak payı 8 puan artarak 1995’de % 51’den, 2002’de %59’a tırmanmıştır. Bu eğilimlerin anlamı şudur: Ulusal sanayiimizi hedef alan bir ekonomik işgal söz konusudur. Yabancı firmalar (dolayısıyla yabancı karar merkezleri) Türk sanayindeki ve sanayi işletmeleri üzerindeki hakimiyet derecesini artırıyor. Şirketlerimizin önemli bir kısmı yabancı hakimiyet ve yönetimine geçmiştir. [Bkz: C.Dura, Sömürgeleşen Türkiye, İleri Yayınları, İst., 2004, ss. 525 - 535].
Ercan Türkan da “Türkiye’de Ekonomik Aktivite İçinde Yabancı Sermaye Payı” [TCMB, Ocak 2005] adlı çalışmasında hemen hemen aynı sonuçlara ulaşmıştır. E. Türkan’a göre, yaygın “tabu”nun aksine Türk ekonomisinde önemli bir yabancı sermaye katılımı vardır. 500 büyük sanayi kuruluşu içinde yabancı sermayeli kuruluşların payı artmaktadır. 1990’da yabancı sermayedarın dahil olduğu 88 adet firma var iken, bu rakam 2003 yılında 147’ye ulaşmıştır. Üretim aktivitesi içinde 1990’da yüzde 8 oranında bir rol oynayan yabancı sermaye, bu payını 2003’de yüzde 20’ye yükseltmiştir. Yabancı ortaklı şirketlerin üretim aktiviteleri toplamlarının 500 büyük firma toplam üretimi içindeki payı 2003’de yüzde 34’e ulaşmıştır.
Teknoloji katkısı garanti değil
Yabancı sermaye savunucularının en çok ileri sürdükleri kanıtlardan biri şudur: “Yabancı sermaye yatırımı yeni teknoloji getirir.” Bu görüş kaba, işlenmemiş bir görüştür ve çoğu zaman doğru değildir. Çünkü teknoloji katkısı yatırımın türüne göre değişir. Açıklanmasını bir de elektrik-elektronik mühendisi bir bilim adamından, Prof. Dr. A. Hamit Serbest’den dinleyelim:
i) Sıfırdan yatırım: Eğer yabancı sermaye tüm yatırımı sıfırdan yapıyorsa, büyük bir ihtimalle, kendisine uluslararası pazarlarda rekabet gücü sağlamayacak bir teknolojiye yatırım yapmayacaktır. Yabancı sermayeyle birlikte yeni teknoloji de geleceği tezi, böyle bir durumda doğrudur.
ii) Yerli şirketle ortaklık: Eğer sermaye girişi bir yerli ortakla evlilik sonucu olmuşsa, değişik olasılıklar söz konusudur. Bir kere bu beraberlik tarafların çıkarları uyuştuğu sürece devam eder. Yabancı ortak, hiçbir teknolojik katkı sağlamadan, yerli ortağın kurduğu tesis ekonomik ömrünü tamamlayana kadar üretim ve pazarlamaya katılmakla yetinebilir. Yabancı ortağın böyle bir durumda sağladığı avantaj, yerli firmanın pazar payının genişletilmesini sağlamaktan ibarettir. Dolayısıyla hiçbir şekilde teknolojik katkıda bulunmayacaktır.
iii) Kurulu bir tesisin satın alınması: Yabancı sermayenin sanayi sektörüne bir giriş yolu daha vardır: Kurulu bir tesisi tüm haklarıyla satın almak. Böyle bir durumda da çeşitli olasılıklardan söz edilebilir. Bunlar arasında öyle biri de vardır ki ülkeyi, ulusal çıkarların korunmasını gerektiren bir tehlikeyle karşı karşıya bırakır. Yabancı sermayenin satın almak istediği şirket; yabancı sermaye şirketi ile aynı sektörde üretim yapıyorsa, başarılıysa, teknoloji üretebiliyorsa, bu takdirde yabancı sermayeye kuşkuyla bakmak gerekir. Tehlike şudur: Yabancı sermayenin asıl niyeti, söz konusu şirketi satın alarak onu kendi içinde eritir. Neden? ilerde uluslararası pazarlarda kendisine rakip olmasını önlemek için!
Trajik bir örnek: TELETAŞ
Hamit Serbest yabancı sermayenin yokedici rolüne bir de örnek veriyor. Gerçekten anlayana çok şey anlatan, trajik bir örnek… Aktarıyorum:
1980’li yıllara kadar PTT’nin araştırma laboratuarı olan PTT AR-LA, Fikret Yücel’in önderliğinde TELETAŞ adı ile üretim yapmaya başlamıştı. Telekomünikasyon sektöründe lisans anlaşmalarıyla üretime başlayan TELETAŞ, bir süre sonra ülkenin belirli ihtiyaçlarına yönelik teknolojileri de üretebilir duruma gelmişti. Bu gelişmede en önemli pay, yetenekli ve deneyimli AR-GE kadrosuna aitti. TELETAŞ o yıllarda “araştırma v geliştirme”ye (A v G) büyük kaynaklar ayırıyor, çok sayıda araştırmacı personel istihdam ediyordu. Ancak birdenbire hiç beklenmedik bir şey oldu: Telekomünikasyon sektöründe teknoloji üreten, belirli alanlarda dünya pazarlarında rekabet potansiyeline sahip olduğunu gösteren ve kâr eden bu kurumun, ne olduysa, özelleştirilmesine karar verildi! (Türkiye’nin bir türlü kalkınamaması, işte bu türden tekil olaylarda gizlidir. Bu emri kim verdi? Perde arkasında kimler vardı? Neler olup bitti? Bu sırların ortaya çıkarılması yurtsever araştırmacıları bekliyor, cd]
Prof. Dr. Hamit Serbest devam ediyor: Çağımıza adını veren bilişim sektöründe söz sahibi olabilecek bir ulusal kurum, Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi’nin özelleştirme uygulamasında halka arzın ilk örneği olarak satışa çıkarıldı. Ancak, TELETAŞ’ın hisseleri halkın mı oldu sanıyorsunuz, ne gezer… TELETAŞ’ın küçük hissedarı olan yabancı ortak ALCATEL bütün hisseleri topladı. TELETAŞ hisseleri halka açılırken, gerektiğinde devleti söz sahibi kılacak bir “altın hisse” muhafaza edilmişti. Ne var ki, çok geçmeden bu altın hisse de ALCATEL’e devredildi.
Peki nihai sonuç ne oldu? Türkiye’yi telekomünikasyon sektöründe söz sahibi yapabilecek bir ekonomik kalenin, TELETAŞ’ın tapusu da elden çıktı. Tapu dünyanın dev ulus-ötesi şirketlerinden biri olan ALCATEL’e teslim edildi, TELETAŞ onun bir şubesine dönüştürüldü. ALCATEL’in ilk işi de üretimde yaptığı yeniden görev dağıtımı sonucunda eski TELETAŞ’ın bazı alanlardaki üretimini durdurmak oldu; çünkü, ALCATEL dünyanın başka ülkelerindeki fabrikalarında benzer özellikteki ürünleri zaten üretmekteydi. Bir sonraki adım da TELETAŞ’tan kalan A v G birimini kapatmak ve bütün A v G personelinin işine son vermek oldu.

Değerli bilim adamımız şöyle devam ediyor: Türkiye’de bugün 14-65 yaş arasındaki insanlarımızın her üçünden ikisi, cep telefonu kullanmaktadır. Elbette bunun bir bedeli var. Bunun bedeli ülkemizden çıkan yaklaşık 3 milyar dolardır. Eğer üçüncü kuşak mobil haberleşme teknolojisini getirecek olursak, bir o kadar daha yatırım yapmamız gerekecektir. Ne yazık ki, bu sistemlerde kullanılan cihaz ve malzemenin neredeyse tamamı ithal edilmektedir. Eğer TELETAŞ yaşasaydı, yaşatılsaydı; Türkiye olarak, telekomünikasyon alanında kendi teknolojimizi üretebilecek ve belki de bugün yabancılardan aldığımız pek çok teknolojiyi ihraç edebilecektik [Kayıba bakın, ithalata, ihracata kadar uzanıyor, cd]
Dünyada ne kadar ülkeye yatırım yapmış olursa olsun, her sermayenin, her ulus-ötesi şirketin bir vatanı vardır. Bilindiği gibi bunlardan, örneğin FORD Amerikan, SIEMENS Alman, TOYOTA Japon şirketidir. Diğer bir çok uluslararası şirket gibi bunlar da, ülke çıkarları söz konusu olduğunda hiç duraksamadan kendi vatanlarını, doğdukları toprakları, kendi halklarını düşünüp gözeteceklerdir. Normalde de bu şirketler dünyanın değişik ülkelerindeki şubelerinden sağladıkları kârları, düzenli olarak kendi vatanlarına aktarmaktadırlar [Ulus-ötesi şirketlerin bu yönleri hakkında geniş bir analiz için bkz: E. Manisalı, Dünyada ve Türkiye’de Büyük Sermaye, Derin Yayınları, İst., 2002, cd].
Sayın H. Serbest yazısını şöyle bitiriyor: İsterseniz ulus-ötesi şirketlerin bu tutumunu “modern dünya sömürgeciliği” olarak da adlandırabilirsiniz. O takdirde, bizim yapmamız gereken nedir, bizim tutumumuz ne olmalıdır? Bizim yapmamız gereken, yabancı sermaye ile yaşamayı, “sömürge” durumuna düşmeden başarabilmektir. Oysa biz ne geçmişte ne de bugün ülke olarak çıkarlarımızı gerektiği gibi korumayı bilmedik, bilemedik [Bence “biz” demek yanıltıcı, çünkü bunun asıl müsebbibi, Atatürk’ün “dahilî bedhahlar”, E. Manisalı’nın “İçimizdeki Danimarka” dediği sınıftır, cd]. TELETAŞ da ASELSAN gibi 1974 Amerikan ambargosu yıllarında kurulmuştu. Özelleştirme ve yabancı sermaye sevdası uğruna TELETAŞ’ı sattık, tapusunu yabancılara teslim ettik; umarım bir gün ASELSAN da satışa çıkarılmaz.

Sonuç

Evet ey okur, ben de sana soruyorum: TELETAŞ’ı kim katletti, kim katlediyor geleceğimizi? Yanıtını duyar gibiyim : Yabancı sermaye katletti, onun ardındaki “küresel çete”, onların yerli işbirlikçileri, “dahilî bedhahlar” katletti.
Görüyor musun, sevgili okur, yabancı sermaye Türkiye’ye neler kaybettiriyor? Görüyor musun, yabancı sermayenin Türk ekonomisine katkısını? Araştırılsa, TELETAŞ gibi daha nice örnekler bulunur!
Gerçekten, uyum yasalarıyla, IMF-Dünya Bankası programlarıyla, özelleştirmesiyle, toprak satışıyla, yabancı sermayesiyle Türkiye baştan başa, yıllardır talan ediliyor! Bir yurtsever, gerçek asker, hamiyetli bir generalimiz Osman Özbek yazdığı kitaba boşuna “Sahipsiz Türkiye” adını vermedi.
Millet olarak bu tükenişimizi kişisel çıkarlarından gözü dönmüş iş adamlarına, “Büyük Sermaye”nin Türkiye’deki ortağı TÜSİAD’a, bunların uşağı politikacılara, televole iktisatçılara, parafesörlere, “laik ve çağdaş” Atatürkçülere ithaf ediyorum.
Son sözü yine O’na, Türkiye Cumhuriyeti’nin biricik güvencesi ve geleceği olan Atatürk’e bırakıyorum (Çünkü O biterse, bu devlet de biter) :
Devleti ve ulusu yaşatmak için, yabancılara başvurmaksızın, ülkenin gelir kaynaklarıyla idare etme çare ve önlemlerini bulmak lazımdır.
Sermaye birikimi için, en başta tutumlu olmalı. Millî hedefiniz, maksimum tasarruf olmalı.
Bankacılık ve kooperatifçilik teşvik edilmeli. Köylü birleşmeli, birlikler kurmalı. Hazine kudretli ve düzenli olmalı, vergi teşkilatı ve tahsil usûlleri iyileştirilmeli.
Hele hele, bir sermaye birikim kaynağı olarak yabancı sermaye -dış borçlanma da- “birliğimize ve bağımsızlığımıza son verecek bir vesâyet şeklini” almamalı. Benliğimize ve varlığımıza zarar vermemeli, yasalarımıza uymalı.
Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan rahat yaşamanın yollarını alışkanlık haline getiren milletler; önce haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini, daha sonra da geleceklerini kaybederler.
Çalışmak, öğrenmek, yorulmak ulusal kaynakları harekete geçirmektir; aylaklık, cehalet ve tembellikse her şeyi yabancıdan beklemektir!
Öyle gerçekler vardır ki asla değişmezler; 1930’larda da doğrudur, 2000’lerde de!...

Ey “ Değiştirme ” hastaları, ey “Laik ve Çağdaş” Atatürkçüler, Hâlâ uyanmayacak mısınız?


19 Ocak 2016 Salı

ABD Türkiye’yi Bölmeye Hazırlanıyor




ABD Türkiye’yi Bölmeye Hazırlanıyor



( 12 YIL ÖNCEKİ YAZI )
Erciyes Üniversitesi İktisat Bölüm Başkanı
Prof. Dr. Cihan Dura
21.07.2003/Sayı:35

Türkiye yeniden bölünme tehditi ile, yeniden paylaşılma saldırısı ile karşı karşıya...

Paylaşım planı üç ayaklı:

Kürt Devleti,
Ermeni Devleti,
Pontus Devleti.

Evet, Türk Ulusu, bir Kürt sorunu bahane edilerek bir Kürt devleti kurularak parçalanmak isteniyor. Bu işin planlayıcısı ise -AB’nin yanısıra- sözde NATO müttefiki ve “stratejik ortak” Amerika Birleşik Devletleri...

Sonun başlangıcı

4 Temmuz 2003’de Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmemiş bir olay oldu: Kuzey Irak’taki Amerikan güçleri Türk askerlerini Süleymaniye’de göz altına aldı. Askerler, irtibat bürosunda görevli olduklarını söyleyince Özel Harekât bürosunu çembere aldılar ve peşmerge-conilerle birlikte binaya ateş ederek, gaz bombası atarak baskın düzenlediler. Karargâh kapılarını kırdılar, silah doğrulttular. Araç ve gereçlere, silah ve belgelere el koydular. 11 subayımızı ve birkaç sivili ve Türkmeni, kelepçeleyip başlarına çuvallar geçirerek tutsak aldılar. Askerlerimizi elleri ve ayakları zincirlenmiş olarak Kerkük’e, Bağdat’a götürerek sorguya çektiler. Terörist muamelesi yaptılar, kanlı tarihlerine yakışır şekilde barbarca davranışlarda bulundular.

“Subaylarımızın derhal serbest bırakılması” talebimiz uzun süre yanıtsız kaldı. Bunun üzerine Habur Sınır Kapısı’ndan ABD güçlerine lojistik destek sağlayan araçların geçişi durduruldu. ABD’ye nota verilmesi AKP liderlerince engellendi. Askerlerimiz, olaydan ancak üç gün sonra serbest bırakıldılar.

Operasyon “Washington’da en üst düzeyden en alt düzeye kadar ilgililer arasında konuşulmuş, tartışılmış ve yeşil ışığı yakılmış” bir operasyondu. Dick Cheney savaş çetesinin işiydi.

Amerikalılar bu konularda sabıkalı: Lozan’a karşı tutumları, Muavenet zırhlısına kalleşçe saldırıları unutulabilir mi? Amerikan yönetimi yapılan haydutlukla ilgili net bir açıklama da yapmadı.

Olay belki dünya tarihinde görülmemiş, ulusal onurumuzu kırıcı, gerçekten utanılacak, kalleşçe bir olaydı. Tabii bundan dolayı vatanseverler kan ağlarken, Mütareke Matbuatı timsah gözyaşları döküyordu. Bilinen diğer odaklar ise dut yemiş bülbül: AKP, TÜSİAD, TOBB gibi...Aralarında, olayın büyütülmemesini, tepki gösterilmemesini isteyenler bile vardı. ABD’yi yüzündeki maskeye bakarak değerlendirenler ise şaşkındı. Oysa o maskeyi iyi bilenler hiç şaşırmadı. Hatta “bin nasihattan bir musibet yeğdir” diye umutlandılar. İyi niyetli yurtseverlerin bundan ders alacaklarını, sonunda ABD’nin çirkin yüzünü göreceklerini, belki “biz böyle nereye gidiyoruz” diyerek bir vicdan muhasebesine yöneleceklerini düşündüler. Kompradorlara ve Mütareke basınına gelince, onlardan hiçbir umut yok. Onlar yalnız AB değil, ABD müptelasıdır da... Kafaları ve keseleri ile Batılı parababalarına bitişiktirler. Şahsî çıkarlarını onların siyasi emelleri ile birleştirmişlerdir. Emperyalizm nerede, onlar orada... Allah göstermesin, Türkiye baştan başa işgal edilse, kıllarını yine kıpırdatmazlar; hattâ sevinirler de... Bu hallere zaten onlar yüzünden gelmedik mi? 1938’den beri iktidarlar geldi, iktidarlar gitti; Türkiye’yi gerçekte hep o perde arkasındaki sinsi yılanlar yönetti.

ABD’nin Kürt planı

Acaba ABD askerlerinin Türk askerlerine karşı düşmanca tutumu, neden kimi yurtseverleri hiç şaşırtmadı? Çünkü onlar her türlü kişisel çıkardan uzak, tamamiyle vatan ve millet aşkıyla, ABD’nin politika ve eylemlerini sürekli izliyorlar.

Bütün tarihsel kanıtlar, ABD dış politikası ile ilgili olarak, hep aynı hedefi işaret ediyor: ABD Anadolu’da bağımsız, onurlu, güçlü bir devlet istemiyor. Bir bakıma geçmişte Avrupa’nın ve Rusya’nın uyguladığı Osmanlı’yı çökertme politikasını o devralmış bulunuyor.

Gerçekten, XIX. Yüzyıl sonunda Rusya’nın Osmanlı’ya karşı güttüğü parçalama politikası ile, ABD’nin yurdumuzun doğusu ve Kuzey Irak’ta izlediği politika arasında çok yakın benzerlikler vardır. Bu politika “Kürt Planıdır” ve ABD’nin Asya’yı işgale yönelik çok daha büyük planının bir parçasıdır.

Söz konusu “Kürt Planı”nın ögeleri bazı ABD kaynaklarında öteden beri işleniyordu. Örneğin, ABD’de birkaç yıl önce yayımlanmış “Turkey’s Kurdish Question” adlı kitaba göre Türkiye’de PKK değil, “Kürt sorunu” var. CIA patentli yazarların sözde önerileri şöyle: Türkiye “Kürt kimliğini kabullenmeli. Güneydoğu’daki askerî varlığını büyük ölçüde azaltmalı. Kürtlerin partilerini korumalı. Kürtleri Kürtçe eğitim olanaklarına kavuşturmalı. Yerinden yönetimi egemen kılmalı.”

Bu öneriler size yabancı gelmedi değil mi? Önce DSP-MHP-ANAP, sonra AKP etiketli hükümetler bir süredir bu önerileri hayata geçirmekle meşgul. Görüyorsunuz, mevcut biçimiyle demokrasi Türkiye’de kimleri iktidara getiriyor ve Türkiye’nin AB saplantısı, sözde Ulusal Program ve uyum yasaları kimlerin işine yarıyor! ABD ve AB neden “ille de demokrasi” diye tepemizde boza pişiriyor? ABD neden Türkiye’nin AB üyeliğini cansiperane destekliyor? Sebebi açıkça görülmüyor mu? Kendi işlerine geldiği için!... Türkiye AB’nin isteklerini yerine getirdiği ölçüde, ABD de Ortadoğu’daki stratejik emellerini gerçekleştirecektir. Aklıma yine Lafonten’in bir öyküsü, ağzında bir peynir parçası olan karga ile, ona, “güzel sesini duyurmak” için kur yapan tilki öyküsü geliyor.

ABD ve Batılı ülkeler; bölgedeki petrol ve su kaynaklarını kendi çıkarları yönünde kullanmayı hedeflemekte. Bunun bir aracı, orada ABD’nin denetiminde, uydu bir Kürt devleti kurmak. Ayrıca, bu devlette konuşlandıracakları silahlı kuvvetlerle, bölge ülkeleri olan İran, Irak, Suriye ve Türkiye üzerinde bir tehdit gücü yaratmak istiyorlar.

Irak’ı bu maksatla önce dörde böldüler. Güneyi Şiilere, orta kesimi Saddam yönetimine, petrol alanı olan “Kerkük-Süleymaniye-Erbil” bölgesini de Talabani ve Barzani yönetimindeki Kürtlere ayırdılar. Türkiye sınırına yakın bölgeyi ise boş bıraktılar. Burayı da PKK’nın yerleşmesi için ayırmışlardı. Yıllarca önce Kürt lideri Molla Mustafa Barzani de CIA tarafından desteklendi, koruma altına alındı. Kuzey Irak’ta kurulmakta olan “kukla Kürt devleti”nin tohumları o zaman atıldı. Ardından planın ikinci aşamasına geçtiler: Irak’ın bütününü işgal ettiler. Sıra üçüncü aşamada!

Başta ABD olmak üzere, emperyalist Batının uyguladığı sinsi planın güncel kanıtlarını sunmadan önce yakın tarihe bir göz atalım.

Tarihten birkaç kanıt

Kanıtlar Batılı emperyalistlerin niyet ve eylemlerinden, Sevr Antlaşması’ndan... Uyarı ise her konuda olduğu gibi Büyük Bilge’den, Atatürk’ten!..

-ABD Başkanı Wilson (1918): Türkiye haritadan silinmeli!

-1919 Paris Konferansı’na katılan ABD’li raportörlerin, Türkiye’nin geleceği üzerine hazırladıkları rapordan: “Anadolu’da Arapça konuşulan bölgeleri, Ermenistan’ı ve Konstantinopolitan devletini ayırdıktan sonra, geriye çoğunluğu Türklerden oluşan büyükçe bir bölge kalmaktadır. Bu bölgenin bir kısmının Kürtler için Kürdistan; Yunanlılar için Pontus-Karadeniz bölgesinde Sinop’tan Batum’a kadar; Suriyeliler için Kilikya (Adana); İtalyanlar için Adalia (Antalya) ve bütün güneybatı, yine Yunanlılar için Smyrna ve batı olarak parçalanmasına yönelik istekler belirmiştir. Komisyonumuzun bu bölgelerden tavsiye edebileceği biricik bölge Kürdistan’dır.”

-Amiral Sir F. de Robeck’den Lord Curzon’a (1920): “Kürdistan, Türkiye’den tamamen ayrılıp özerk olmalıdır. Ermenilerle Kürtlerin çabalarını bağdaştırabiliriz”

-10 Ağustos 1920 Sevr Antlaşması maddelerinden: Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan devleti kurulacak; bu devletin sınırları ABD tarafından saptanacaktır. Aynı bölgede özerk bir Kürdistan devleti kurulacak. Bu devlet bir süre sonra tam bağımsız olacak.

-Lozan Antlaşması görüşmeleri sırasında “Kürt devletinin” baş savunucusu İngiliz temsilcisi Lord Curzon: “Kürtler İngiliz mandası istiyor.”

- Kurtuluş Savaşı sırasında Kâzım Karabekir Paşa’nın Atatürk’e gönderdiği 10 Mart 1920 tarihli yazıdan: “İngilizlerin yoketme planının ana çizgileri; önce Kürdü, hattâ Çerkezi ayırmak, Türkleri birbirine düşürmek, Anadolu’yu paylaşmak ve orada kendilerine sâdık kültürler oluşturmaktır.”

- Mustafa Kemal Atatürk: “Türk ulusunu mahvetmeden, Kürt devleti kuramazlar.”

ABD Türkiye’yi parçalamak istiyor

Türkiye’yi bölme niyetli yayınlar ABD basınında sıkça yer aldığı gibi, bu niyet Türkiye’ye yönelik ABD taleplerinde de kendini gösteriyor.

a) The Washington Post yazıyor : “Apo, silahlı Kürt bağımsızlık hareketinin lideridir. ABD için, Kürt sorunu halledilmesi gereken bir sorundur.” CNN “Türkiye’de Kürt-Türk çatışması yaşanıyor” yolunda yayınlar yapıyor (1998).

b) Washington; Körfez Savaşı’ndan bu yana, Kuzey Irak’a kendi güdümünde bir Kürt devleti kurma hesapları yapıyordu. Nitekim 1998’de Washington’da Talabani ve Barzani ile varılan anlaşmada, Kuzey Irak Kürtleri için bir federasyon kurulması kararı alındı. Kukla devlet, bir tür “Müslüman İsrail” olacak ve Körfez’den Hazar’a, bölgenin kontrolü için bir üs olarak kullanılacak. Washington, bölgedeki planlarını daha ileri bir aşamaya taşımak için şu türden fırsatlar kolluyordu:

-Ankara’da Turgut Özal gibi birinin iktidara gelmesi;

-Türkiye’nin elini kolunu bağlayacak bir iç karışıklık çıkması.

Bu iki alanda da başarı sağlandı: Türkiye ekonomisi, liberalizm dayatması ile çökertildi. Bugünkü iktidar da ABD’ye T. Özal’ı aratmıyor olmalı. Yalnızca, başarılarına engel olarak gördükleri Türk Silahlı Kuvvetleri’ni zayıflatma çabaları sonuçsuz kaldı.

c) ABD Dışişleri Sekreter Yardımcısı Harold Nongju Koh’un, Fethullah Hoca’nın Zaman gazetesinde yayınlanan söyleşisinden (1999) : “Türkiye’de Anti-terör Yasası’nın 8. ve TCK’nun 312. maddeleri kaldırılmalıdır.” Yani ABD, Türkiye’de “ayrımcılık propagandasının”, “ırk ve etnik düşmanlığı kışkırtma” faaliyetlerinin serbest bırakılmasını istiyor! Bir süre sonra da ABD Başkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünde, aynı maddelerin değiştirilmesini beklediklerini duyuruyordu. Bugün 6. Uyum Yasası ile 8. Madde kaldırılmış oluyor. AKP Hükümeti’nin, aslında kimin isteklerini yerine getirmiş olduğunu görüyor musunuz?

Meydanı boş bularak bir süredir “dünya külhanbeyliği”ne soyunmuş olan ABD, bu istemlerle yetinir mi hiç? Değiştirilmesini buyurduğu başka yasalarımız da var. Bu yasalara bakınca anlıyoruz ki ABD, Türkiye’de “Cumhuriyet’e, Parlamento’ya, Atatürk’e, Ordu’ya hakaret”in serbest bırakılmasını istiyor (bunlar Türkiye Cumhuriyeti’nin dayandığı sütunlardır, demek ki maksat Türkiye Cumhuriyeti’ni çökertmek!). Düşünce ve ifade özgürlüğünü, hakaret etme özgürlüğüne indirgiyor! Gerçek amacı, Türk ulusunu kenetleyen değerleri yok ederek devletimizi parçalamak! Gerçekten bir ABD kuruluşunun gizli raporunda, Türkiye’nin parçalanması öngörülüyor. Kuruluşun sözde tahminine göre Türkiye’den önce Kürtler kopacak, onları başkaları izleyecek.

ABD’nin muhafazakâr gazetelerinden “Christian Science Monitor”da 4 Mayıs 2000’de yer alan bir haberde, Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin fiilen kurulduğu yazıyordu. Gazetede Kürt devletinin altyapısının Birleşmiş Milletler’in Irak’a uyguladığı ambargo sayesinde kurulduğu, böylece kendi para birimi, ulusal marşı ve dili olan ayrı bir devletin oluştuğu belirtildi. ABD şimdi bu sözde devleti hukukileştirmek için uğraşıyor. Türkiye’ye yönelik tehditler, gerilimler, baskınlar bu amaca yönelik stratejinin ilk adımlarıdır kuşkusuz.

d) Kasım 2000’de ABD Büyükelçisi Mark Parris başkanlığında, ABD’li 20 kuruluşu temsilen gelen işadamları; Diyarbakır-GAP bölgesini ziyaret ediyor. Bölge işadamlarının örgütü GÜNSİAD buluşmada bölgenin sorunlarını içeren bir dosya sunuyor ve bir “ofis-büro” açılması önerisinde bulunuyor. Parris öneriyi olumlu karşılıyor. Parris, günlerini Ankara’dan çok Güneydoğu’da geçirmiş biri. Daha sonraki aylarda ABD; Türk hükümetini teğet geçerek, Güneydoğu’da bir irtibat bürosu kurmaya kalkışıyor. Bölgenin iş adamlarıyla temaslar yapan ABD Ankara Büyükelçiliği Ticaret Müsteşarı J. Breidenstine şöyle diyordu: “Bölge büyük yatırımlar yapılmasına elverişli. Amacımız, ABD’li işadamları ile oradaki iş adamlarını bir araya getirmektir. Bölgedeki fırsatlar belirginleştiğinde, Amerikalı firmaları yatırım yapmak üzere davet edeceğiz.”

Akla hemen şu soru geliyor: Niçin Türkiye’nin başka bir bölgesi değil de, Güneydoğu Anadolu Bölgesi? Hem az gelişmiş, hem de büyük fırsatlar vadeden Türkiye’nin başka bölgeleri yok mu? Kuşkusuz var. Ancak, ABD’nin derdi başka: Falında hep o bölgeyi görüyor!

e) Uluslararası İlişkiler Uzmanı Prof. Dr. Ümit Özdağ’a göre ABD’nin yaklaşımı; “PKK ortadan kalkarsa, Türkiye’yi ılımlılarla masaya oturtabiliriz” yönünde. Beklentisi, Kuzey Irak’taki yeni yapılanmalara Türkiye’nin onay vermesi. Şimdi tam bu noktadayız.

Öyleyse Soruyorum: PKK boşuna mı KADEK oldu? (PKK’ya bu aklı veren AB’dir, ABD’dir.)

Ya ABD’nin umudu olan “ Ilımlılar ”. Bu “ Ilımlılar ” Size kimleri, hangi hükümeti çağrıştırıyor?

İsmet Paşa ile başlayan teslimiyetçilik, Mendereslerden, Demirellerden, Özallardan geçerek sonunda bizi ne hallere sürükledi görüyor musunuz?

Bu ne biçim demokrasi?

Neymiş? Türkiye demokratikleşiyormuş. Siz kimi kandırıyorsunuz? Türkiye’de artık her şeyi AB (Fransa ve Almanya) belirliyor, ABD belirliyor, onların içerdeki uzantıları belirliyor.

Bugünümüzü, geleceğimizi, sonumuzu...

Bu böyle süremez.

Görev zamanıdır Atatürkçüler, vatan savunması başlamıştır!

Vatan bir bütündür, bir karışı verilemez. Ulus bir bütündür, bölünemez.

Vatanın her noktasına Atatürkçü fikirler götürülmelidir.

Vatanın her noktasında Kuvayı Milliye örgütlenmelidir.

CİHAN DURA
21.07.2003/ Sayı:35