PARTİSİ: REFAH PARTİSİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
PARTİSİ: REFAH PARTİSİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
16 Aralık 2015 Çarşamba
28 ŞUBAT SÜRECİ ARİFESİNDE VE ERTESİNDE İKİ MİLLİ GÖRÜŞ PARTİSİ: REFAH PARTİSİ (RP) - FAZİLET PARTİSİ (FP) ( KARŞILAŞTIRMALI BİR ANALİZ ), 4
4. 28 ŞUBAT SÜRECİ ERTESİNDE MİLLİ GÖRÜŞ HAREKETİ’NİN SİLUETİ FAZİLET PARTİSİ: DEĞİŞEN ANCAK KADERİ DEĞİŞMEYEN SİYASİ PARTİ
28 Şubat 1997 tarihli MGK bildirisinin ve 21 Mayıs 1997’de RP aleyhine açılan kapatma davasının ardından RP’nin kapatılma tehlikesini gören yetkililer (Mert, 2008: 79), geçmişte MSP’nin avukatlığını yaparak Erbakan’ın ve Milli Görüş camiasının takdirini kazanan İsmail Alptekin’in başkanlığında 17 Aralık 1997’de FP’yi kurmuştur. 16 Ocak 1998’de RP’nin kapatılmasına dair Anayasa Mahkemesi kararının verilmesinin ardından bağımsız kalan RP’li milletvekillerinin FP’ye geçişinde fazla sorun yaşanmamış olup, siyasi yasaklı isimler dışındaki bütün partililer FP’ye geçmiştir (Karaalioğlu, 2001: 10-11). Böylece TBMM’de temsil olanağına kavuşan FP’nin genel başkanlığına, 14 Mayıs 1998’de Recai
Kutan getirilmiştir. 18 Nisan 1999 genel ve yerel seçimlerinde genelde %15.4, yerelde belediyelerde %18.4, büyükşehir belediyelerinde %23.7 oy oranını yakalamasına rağmen, FP’nin kaderi de selefi RP’ninki gibi olmuştur (Mert, 2008: 80). Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından, Anayasanın 69. ve 88. maddelerinin ihlal edilmesi ve FP’nin RP’nin devamı olması, ayrıca kapatılan partinin yöneticilerinin bir başka partinin yöneticisi ya da denetleyicisi olamayacağı ve partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu gerekçeleriyle 7 Mayıs 1999’da Anayasa Mahkemesi’ne kapatma davası açılmış ve 22 Haziran 2001’de Anayasa Mahkemesi kararıyla FP kapatılmıştır (Aykol, 2009: 258).
Kısa siyasi hayatı bu şekilde özetlenebilen FP’nin genel amaçlarına bakıldığında, “gerçek demokrasiye, en geniş anlamda insan hak ve özgürlüklerine, millet iradesinin üstünlüğüne inanmak; düşünce ve ifade, din ve vicdan ile hür teşebbüs özgürlüklerinin en geniş ve tam manada kullanımına olanak sağlamak; ülkedeki haksızlığı, adaletsizliği, çifte standardı, yolsuzluğu, insanlara zulmü ve baskıyı kaldırarak, dürüst, temiz, adaletli, güvenilir ve millete hizmeti esas alan bir devlet yönetimini tesis etmek…” (Fazilet Partisi, 1998: 3) şeklinde demokrasi ve insan haklarının öncelendiği, liberal değerlerin vurgulandığı bir söylemin hâkim olduğu görülmektedir. FP, Programı kadar üst yönetiminde bir kısım eski
ANAP’lı yöneticilerin yer alması ve Milli Görüş söyleminin tamamen terk edilerek liberal bir söylemin benimsenmesi bakımından selefi RP’den farklı bir parti profili çizmektedir (Poyraz, 2010: 326).
RP’den farklı bir söylemle siyaset arenasında boy gösteren FP, kendi tabanının taleplerini formüle ederken ciddi gerilimler taşıyan karşıtlıkları ve çelişkileri yeniden üretme yoluna gitmektedir. Ancak ürettiği karşıtlıkları, artık sistemin varolan hegemonik söylemi olan Atatürkçülük ve laiklikle bağlantılı şekilde kurmaktan ziyade, yukarıda değinildiği gibi daha çok demokrasi, insan hakları ve özgürlükler gibi evrensel bir söylemle ilişkilendirmeye çalışmaktadır. Böylece RP’nin kapatılma sürecinde ve FP’nin yeniden kurulma süreci arifesinde reddettiği AB’nin ahlaki ve siyasi talepleri, kendisini hukuk dışı ilan eden onlara göre “laikçi” sistemin temsilcileriyle mücadelede kullanılabilecek önemli
bir argüman olarak benimsemiştir (Dursun, 2004: 7).
Başka bir ifadeyle RP’nin ardından Milli Görüş Hareketi’ni temsil eden FP, selefinden farklı olarak ve biraz da varlığını garanti altına almak kaygısıyla Batı’yla bütünleşme yanlısı, liberal ekonomi taraftarı, demokratik hukuk devleti savunucusu bir parti görünümüne bürünmeye çalışmıştır (Okutan, 2006: 317).
FP’nin RP’den farklı bir siyasi parti olduğunu FP Genel Başkanı Kutan da, Pro İslamist televizyon kanalı Kanal 7’de yaptığı bir röportajda açıklamıştır. Röportajda Kutan; “FP’nin birincil hedefinin Adil Düzen’i kurmak olmadığı, insan hakları, siyasi özgürlük ve Türkiye’de özgürlük” olduğunu açıklamıştır. Kutan’a neden diye sorulduğunda, “geçmiş tecrübelerinden demokrasinin öncelikli olduğu ve onsuz hiçbir şeyin başarılamayacağı” cevabını vermiştir (Küçükcan, 2003: 497).
FP’yle Milli Görüş Hareketi’nin dış politika yöneliminde görülen Batı ve AB yanlısı değişimi de Kutan’ın açıklamalarında görmek mümkündür. Şöyle ki, 3-4 Mayıs 2000’de İstanbul’da Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından düzenlenen Uluslararası Avrupa Birliği Şurası’nın açılışında konuşan Kutan; “21. yüzyılın eşiğinde gerek coğrafi açıdan, gerekse ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan Türkiye’nin
önemli ilişkiler içinde olduğu AB’ye adaylık statüsü kazanmasının, kendileri için bu konuyu daha önemli hale getirdiğini” belirtmiştir. AB’nin son yıllarda geldiği nokta itibariyle artık sırf Avrupa’yı kapsayan bir coğrafyayı aştığını, bununla kalmayıp kültürel ve dini bakımdan Hıristiyan dünyasındaki Ortodoks sınırı aşıp, Türkiye’yle birlikte bir Müslüman ülkeyi de içine aldığını belirten Kutan, önemli bir tarihi gelişme ve insanlığın geleceği açısından bir dönüm noktası olarak nitelediği bu süreçte AB’yi sadece ekonomik bir birlik olarak değil, aynı zamanda insanlığın ulaştığı evrensel değerlerin bir ifadesi olduğuna inandığını dile getirmiştir. Bu değerlere en yakın İslam ülkesi olan Türkiye’nin
bu değerlere ulaşmak için daha fazla gayret göstermesi gerektiğini belirtmiştir. İnsanı bizatihi bir değer olarak kabul eden İslam inancıyla insan haklarına tartışmasız bir kutsallık atfeden AB’nin bu açıdan örtüştüğüne değinen Kutan, AB ilkeleriyle Türkiye’nin inanç değerleri ve kültürel birikimleri arasındaki benzeşmenin Türkiye’nin en büyük kolaylığı olduğunu, ülkenin AB’ye üyelikte sancılı bir dönüşüm geçirmeyeceğini ve nihayet Türk toplumunun hem dini açıdan, hem de sosyal açıdan AB’ye hazır olduğunu belirtmiştir (Tetik, 2000: 26).
FP, selefi RP’nin kolektif iktisadi anlayışından hayli uzaklaşmış bir görüntü sergilemiştir. FP’nin Programı’na bakıldığında bu daha iyi anlaşılmaktadır. Parti Programı’nda, devletin imkânlar dahilinde ticari ve sınai faaliyetlerin dışında tutulması ve bu çalışmaları özel sektör eliyle yaptırmanın gerekliliği, devletin asli fonksiyonu olan güvenlik, adalet, eğitim, sağlık ve altyapı gibi tam kamusal ve yarı kamusal mal ve hizmetleri üstlenmesi, denetleyici, düzenleyici ve yol gösterici olarak özel teşebbüsün gelişebilmesi amacıyla serbest piyasa ekonomisinin gereklerini sağlaması gerektiği, üretim ekonomisine geçişin sağlanması ana amacına ulaşmak istedikleri belirtilmiştir (Fazilet Partisi, 1998: 15-16).
RP’nin sol partiler gibi demokrasi söylemini sıkça kullanan bir parti olmasına rağmen, demokrasinin siyasal ve iktisadi altyapısıyla ilgili ciddi sorunları bulunmaktaydı. Adil Düzen projesine dayanan iktisadi anlayışı, devletin rolünü artıran ve ekonomiyi kolektif ilişkiler yumağı içinde sürdüren bir anlayışı barındırmaktaydı. Bununla birlikte RP safında Batı’ya karşı açıktan ya da gizliden duyulan nefret, demokrasiye karşı bir kuşkuya dönüşmekteydi. Oysa FP, selefinin gösterdiği belirsizlikleri giderecek tarzda bir ifade netliğine kavuşmuş, siyasi liberalizm konusunda birçok partiden daha açık bir üslup kullanmıştır. Zira ordunun ve yargının soğuk nefesini sürekli ensesinde hisseden Milli Görüş Hareketi’ne mensup olan FP açısından siyasal sistemin demokrasiyle bağdaşmayan, hatta demokrasiye engel teşkil eden boyutları oldukça rahatsızlık verici ve özgürlükleri kısıtlayıcı nitelik arz etmekteydi. Bunun farkında olan FP, 28 Şubat sürecinde demokrasi söylemine özel olarak sarılmış, Türkiye’nin Batı’yla bütünleşme yönündeki ana hedefine ve bu hedefin gereği olan demokratik değerlere yönelmiştir (Çaha, 2000: 171).
FP’yle Milli Görüş Hareketi’nde yaşanan bu değişim, Parti Programı’na ve özellikle 18 Nisan 1999 genel ve yerel seçimleri için FP’nin hazırladığı Fazilet Partisi Günışığında Türkiye 18 Nisan 1999 Seçim Beyannamesi’ne bakıldığında daha iyi anlaşılmaktadır. Parti Programı’nda “ülkenin Batı ile özellikle de AB ve ABD ile olan ilişkilerinin önemli olduğu, bu ülkelerle olan mevcut ilişkilerin güvensizlik ortamından kurtarılması, karşılıklı güven ve anlayışa dayalı bir politika izlenmesi” gerektiğine vurgu yapılmıştır (Fazilet Partisi, 1998: 35). Söz konusu Seçim Beyannamesi’nde Türkiye’nin bulunduğu coğrafi konum ve tarihi
birikim bakımından Avrupa ile ilişkilerden uzak kalamayacağı, bu ilişkilerin düzeyinin ülkenin uluslararası konumunu etkilemeye devam edeceği belirtilmiştir. Bununla birlikte imzalanan Gümrük Birliği anlaşmalarının siyasi ipotekten uzak ve karşılıklı çıkarlar ekseninde gözden geçirilmesi gerektiği inancının paylaşıldığı Seçim Beyannamesi’nde,
Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin tamamlanmasının hedeflendiği ifade edilmiştir (Fazilet Partisi, 1999: 45). Görüldüğü gibi FP, varlığını ve ideolojik meşruiyetini Batı karşıtlığı üzerine oturtan, iç politikada Batı yanlısı rakiplerine de “Batı kulüpçüler” olarak karşı çıkan diğer Milli Görüş partilerinden farklı olarak bu karşıt tutumu terk etmiştir. Hatta diğer partilerden daha ileride batıcı gözükmüş, AB’ye karşı çıkmamış ve bir an önce AB’ye tam üye olunmasını istemiştir (Poyraz, 2010: 327-328).
Selefi Milli Görüş partilerinden farklı olarak sivil toplumun güçlendirilmesini ve sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkilere öncelikli konuları arasında yer veren FP, sivil toplum kuruluşlarıyla demokrasi kavramı arasında kurulan ilişkinin uzantısında, sivil toplum kuruluşlarının güçlendirilmesiyle demokrasinin güçlendirileceği, demokrasinin güçlenmesiyle halkın katılımının ve nihayetinde ülkenin güçlenmesinin sağlanacağını vurgulamaktadır. Gelecek yüzyılda temsili demokrasiden doğrudan demokrasiye geçişin yaşanacağını savunan FP, bu bağlamda toplumsal sorunların çözümündeki araçlardan biri olarak betimlediği sivil toplum kuruluşlarından, işçi-işveren temsilcilerine ekonomik sorunların çözümünde devletle birlikte hareket etme ve alternatif çözümler üretmelerine olanak tanıma hedeflerine de yer vermektedir. Katılımcı yönetim anlayışı nın kurumsallaşması amacına yönelik olarak sergilenen ekonomik kararlara çalışan kesimin katılımına dönük bu düzenlemenin yanı sıra, FP yerel yönetimlerde de sivil inisiyatiflerin etkin rol üstlenmelerinin sağlanmasını öngörmektedir (Öner ve Tan, 2000: 162-163).
Bu yaklaşım, FP’nin Seçim Beyannamesi’nde de dikkat çekmektedir. Halkın yerel yönetim birimlerinin kararlarına katılabilmesi ve bu kararları denetleyebilmesi için tüm katılım kanallarının açılacağı ve bunların yasal güvenceye kavuşturulacağının belirtildiği Seçim Beyannamesi’nde, seçimlerde oluşturulan il genel meclisi, belediye meclisi ve köy yönetimleri şeklindeki organlara sivil toplum kuruluşları başta olmak üzere örgütlü halk katılımının sağlanmasının yasal güvenceye kavuşturulacağı belirtilmiştir (Fazilet Partisi, 1999: 15).
FP’yi başta Milli Görüş partileri olmak üzere diğer partilerden ayıran
özelliklerden biri de, katılımcı yönetim anlayışını “kültür ve sanat” etkinliklerine uyarlama vaadidir (Öner ve Tan, 2000: 164). Bu bağlamda FP, Seçim Beyannamesi’nde tamamen sivil bir alan olarak gördüğü kültür ve sanatın sivil toplum örgütleri, vakıflar ve gönüllü kuruluşların desteklenmesiyle güçleneceği inancını dile getirmiştir (Fazilet Partisi, 1999: 124).
Demokrasinin güçlendirilmesi için sivil toplum kuruluşlarının da güçlendirilmesi gerektiği vurgusunu yapan FP, Parti Programı’nda devletin hâkim konumda değil, hizmet eden bir unsur olmasını, başka bir ifadeyle “devlet için millet değil, millet için devlet ve halka hizmet” prensiplerini esas aldığını; Partinin hukuka ve adalete bağlı, hukukun üstünlüğüne dayanan hukuk devleti anlayışı içinde temel hak ve hürriyetlerin teminatı olduğunu ifade etmektedir. Adaletin vatandaşlar arasında ayrım yapmaksızın gerçekleştirilmesi ve yasa önünde eşitliğin sağlanması şeklindeki devletin asli görevinin sağlıklı bir şekilde icra edilmesi için, adli teşkilat ve personelde yapısal düzenlemelere gidilmesi gerektiğinin
belirtildiği Parti Programı’nda, ülkenin en önemli kaynağının maddi ve manevi bakımdan iyi eğitilmiş insanlar olduğu, bu bakımdan fırsat eşitliğine olanak sağlayan, çağdaş eğitimi izleyen ve geliştiren, bilgi çağını yakalamış, eğitim ve öğretim veren her kademedeki eğitim kurumunun desteklenmesi gerektiği dile getirilmiştir. Ayrıca FP her kademedeki okullarda tek tip birey yetiştirme anlayışından uzaklaşarak, dünyadaki gelişmeleri izleyen, küreselleşen dünyada uluslararası rekabete dayalı yarışmada yerini alabilecek kuşaklar yetiştirecek tarzda, bilim ve teknolojiye dayanan ve bu alandaki araştırmacıları destekleyen bir eğitim ve bilim politikasını savunduğunu belirtmektedir. Ailenin toplumun temel sosyal kurumu olarak görüldüğünün ve ailenin korunup geliştirilmesinin Partinin temel politikalarından biri olduğunun belirtildiği Parti Programı’nda, kadının ailenin ve toplumun temel direği olarak görüldüğü, kadının ekonomik ve sosyal hayatta daha başarılı olabilmesi için eğitim ve öğretimine özel önem verileceği ifade edilmiştir (Fazilet Partisi, 1998: 6-8, 28-30).
FP Seçim Beyannamesi’nde de çalışan kadınların haklarının korunmasının öncelikli çözüm bekleyen sorunlar arasında gördüğünü ve buna dönük somut projelerinin olduğunu, kadının toplumsal konumu ve haklarının korunması, eğitimde, siyasi ve ekonomik hayatta erkeklerle eşit haklara sahip olması gerektiğini belirtmiştir (Fazilet Partisi, 1999: 102, 137).
FP’nin Parti Programı ve Seçim Beyannamesi’ndeki bu farklılık, maalesef izlediği siyasete yansımamıştır. Nihayet 18 Nisan 1999 genel seçimlerinde de Parti tabanından gelmeyen iki kadın –Ayşe Nazlı Ilıcak ve Merve Safa Kavakçı- milletvekili olarak aday gösterilmiş ve her ikisi de İstanbul’dan milletvekili olarak seçilmiştir. Ancak Meclis’te 2 Mayıs günü yapılan yemin törenine başörtüsüyle gelen Kavakçı, DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in müdahalesi üzerine harekete geçen DSP ve bazı ANAP milletvekilleri tarafından Meclis’ten çıkartılmıştır. Daha sonra da Kavakçı, Bakanlar Kurulu kararıyla ABD vatandaşlığını bildirmediği gerekçesiyle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkartılmıştır (Toruk, 2011: 488). Yılmaz (2011: 784)’ın belirttiği gibi, her ne kadar FP’li erkeklerce Kavakçı olayı bir mağduriyet hikâyesi olarak kullanılmış olsa da FP’li erkeklerin
tamamına yakının Kavakçı’nın Meclis’e başörtüsüyle girmesine destek vermemiştir. İktidarı ele geçiren FP’li erkekler seçimlerin ardından Meclis’e girmesine destek vermeyerek onu bir kadın olarak da yalnızlaştırmışlardır.
Kısacası başta ekonomi ve dış politika anlayışı olmak üzere, birçok açıdan selefi Milli Görüş partilerinden farklı olduğu görülen FP, her ne kadar RP’nin kapatılma süreci sonrasında siyasi ve ideolojik mirasını görünüşte terk etmek zorunda kalsa da, her an sayısız meşruiyet sınavından geçmek durumunda kalmıştır. RP’nin ardılı olan FP, meşruiyet arayışı boyunca daha doğrudan biçimde sistem içine dahil edilme operasyonlarının gerilimleriyle başa çıkmak ve kendisini yeniden kimliklendirmek durumunda kalmıştır. FP’nin sürekli bir meşruiyet bunalımı içine sürüklenebileceğine dair beklentileri canlı tutan ve besleyen koşullar, özellikle 18 Nisan 1999 genel ve yerel seçimleri öncesinde sürmüştür. Askeri otoritenin siyasal faaliyet alanını bir ölçüde belirleyen meşruiyet ölçülerini MGK dolayımıyla takip eden Cumhurbaşkanı, 18 Nisan 1999 genel ve yerel seçimleri öncesi siyasi partilere gelecek seçim kampanyasının ordu ve 28 Şubat süreciyle hesaplaşmaya dönüştürülmemesini, hem dinin hem de askerin siyasete alet edilmemesini ve bölücülük yapılmamasını telkin etmiştir (Dursun, 2004: 7).
Bu telkinler altında sürdürülen seçimlerde siyasi ittifaklar ve güç dengesi dramatik bir şekilde değişmiştir. RP’nin halefi FP, bu seçimlerde güç kaybetmiştir. RP’nin kısa süreli iktidarı boyunca İslamcılarla laikler arasında çıkan gerilim, birçok oy verenin her ikisi de dini konuları seçim kampanyaları dışında tutan DSP ve MHP’ye dönmesine yol açmıştır (Küçükcan, 2003: 498). Yukarıda da değinildiği gibi seçimlerde %15.4 oranında oy alarak 111 milletvekili çıkarmasına rağmen, FP makus kaderinden kurtulamamıştır. Genel seçimlerin ardından Merve Safa Kavakçı’nın yemin törenine başörtüsüyle gelmesi üzerine, ülkede türban tartışmaları alevlenmeye başlamıştır. Böylece FP’yle ilgili dosyalar, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nca toplanmaya başlamış (Mert, 2008: 80), nihayet 7 Mayıs 1999’daYargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş tarafından FP’nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne dava açılmış ve kapatma davasından bir gün önce FP’den istifa eden İstanbul Milletvekili Aydın Menderes dışındaki FP’li milletvekillerinin tümünün milletvekilliğinin sona erdirilmesi istenmiştir. Böylece FP açısından kapatılma baskısı altında geçecek iki yıl iki aylık süreç başlamıştı (Karaalioğlu, 2001: 81).
Kapatma davasının ardından FP açısından yaşanan başka bir talihsiz olay da Kutan’ın grup toplantısında yaptığı konuşmada Hizbullah konusunda orduyu suçlayan ifadeler kullanması üzerine, Genelkurmay Genel Sekreterliği tarafından adeta ordunun FP hakkında beslediği bütün duyguları ortaya koyan sert bir bildiri yayınlamasıdır. Bu bildirinin akabinde kapatma davasının ardından orduyla yaşanacak bir polemiğin aleyhte sonuç doğuracağı endişesiyle FP kanadında birçok girişimde bulunulmuş; ancak durum kotarılamamıştır.
Çünkü bu, FP ile ordu arasında yaşanan ilk gerilim değildi. Daha önceden de seçimlerden önce Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’e aktif bir siyaset izleyememesine rağmen FP’nin birinci parti olduğunun gözlendiği aktarılmış ve bununla ilgili görüşü sorulduğunda Bir, “FP’nin hala birinci parti, irticanın da birinci tehdit olduğu” cevabını vermiştir. Bunun akabinde Kutan da “sandıktan çıkana razı olmak zorunda oldukları, kimsenin Cumhuriyeti kendi emelleri için kullanmaması ve topluma biçtiği elbiseyi giydirmeye çalışmaması
gerektiği” şeklinde sert bir açıklama yapmıştır. Askerin siyaset üzerindeki ve özellikle de FP üzerindeki “bıktırıcı” etkisi sürekli devam etmiş ve 28 Şubat komuta heyetinin değişmesi dört gözle beklenmiştir. Ancak Ağustos 1998’deki Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantısında Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna oturan Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, toplumda ordunun üst kademesindeki değişimle ordunun siyasi hayata daha az müdahale edileceği yönündeki beklentileri boşa çıkaracak bir açıklama yapmıştır. Kıvrıkoğlu’nun açıklamaları arasında sonradan sloganlaşacak olan “28 Şubat süreci gerekirse bin yıl sürer” sözü konunun hayatiyetini göstermektedir (Karaalioğlu, 2001: 38-39, 102).
Ancak FP’nin sorunu yalnızca kapatma davası ve başından beri ordunun FP’ye karşıt tutumu değildi. FP’deki bir diğer sorun da kuruluşundan sonra yönetiminde kimlerin yer alacağı sorunuydu. Aslında baştan beri, RP yönetiminde üst düzey görev yapan isimlerin bu partide de etkin rol oynayacakları belliydi. Sorun daha çok kimin genel başkanlık koltuğuna
oturacağıydı. Tayini Erbakan’ın yapacağı herkesçe kabul edilmiş, tartışma daha çok Erbakan’a tesir edebilme düzeyinde sürdürülmüştür. Nevzat Yalçıntaş, Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül gibi isimlerin telaffuz edildiği bu süreçte, Erbakan’ın adayı Recai Kutan olmuştur. Ancak 14 Mayıs 2000’de yapılan FP Kongresi’nde Parti içindeki “Gelenekçi” kanadın adayı Kutan’ın karşısına “Yenilikçi” kanat tarafından Abdullah Gül çıkarılmıştır. Kutan’la Gül arasında yapılan kıyasıya yarış, 521 oya karşılık 633 oyla Kutan’ın birinci olmasıyla sona ermiştir (Karaalioğlu, 2001: 11-12). FP Kongresi’nde yaşanan bu deneyim, FP’nin RP’nin devamı ya da yalınkat tekrarı olmadığını göstermekteydi. Çünkü ilk kez bir kongreye iki adayla gidilmişti. Milli Görüş Hareketi’nin meşruiyet temeli ve geleneği bakımından cesur bir teşebbüs sayılan “Yenilikçi” kanadın
“serbest iradeye dayalı yarış talebi” otuz yıllık geçmişi olan bu siyasi çizginin büyük bir kırılmaya uğradığını göstermekteydi (Bulaç, 2009: 548). “Yenilikçi” kanat, artık salt kendilerini siyasi sahneden uzaklaştırmaya çalışan ‘karşı kitlenin’ varlığı üzerinden siyaset yapmakla mesafe kat edemeyeceklerini, aynı zamanda Milli Görüş çizgisinin de geçmişte yaptığı hataların sorgulanması gerektiğini anlamış olup, sistemle uyumlu, demokratik, hukuki, liberal ve Batı eksenli politikalara yönelmeyi tercih etmiştir. Bu yüzden 28 Şubat
süreciyle RP’nin kapatılmasından Partinin “efsanevi lideri” Erbakan sorumlu tutulmuş ve Milli Görüş geleneğinde adeta devrim niteliğinde gelişmeler gözlenmiştir (Tekin, 2004: 53).
Yaşanan gelişmeler neticesinde örgütlü bir muhalefet yürüten “Yenilikçiler”in parti içinde arzu ettikleri siyaset tarzını yürütemeyecekleri anlaşılmıştır. Ancak “Yenilikçiler”in FP’den ayrılmasına gerek kalmadan, Anayasa Mahkemesi kararıyla 15 Aralık 2000’de FP kapatılmıştır (Akdoğan, 2005: 624). Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kapatma kararı, Milli Görüş Hareketi içinde iki siyasi partinin doğmasına yol açmıştır. 28 Şubat sürecindeki yenilgiyi mevzi kayıp olarak niteleyen İslamcı kesimlerde, farklı kurumlar altında örgütlenmeye, FP’nin ardından Saadet Partisi (SP)’ni kurmaya ve Milli Görüş Hareketi’nde siyaset yapmaya devam edenler olmuştur. Ancak toplumda “ne zaman iktidara gelseler
engellenecekler” şeklinde yaratılan algıya, yaşanan sorunların İslamcılığın “ideolojik” yenilgisine dayandığı tespitini yapanlar da eklenince, farklı bir çatı altında daha popüler örgütlenmelere gitmeyi tercih edenler ve Milli Görüş Hareketi içinde sivrilen “Yenilikçiler” Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti)’nin kuruluş sürecinde yer almıştır (Yılmaz, 2005: 615).
5.Cİ BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR,
.
POLİTİKACI,SİYASET,
28 ŞUBAT SÜRECİ,
ANALİZ,
BEKİR YILDIZ,
FAZİLET PARTİSİ,
KARŞILAŞTIRMALI,
MİLLİ GÖRÜŞ,
Milli Görüş Hareketi,
NECMETTİN ERBAKAN,
PARTİSİ: REFAH PARTİSİ,
RECAİ KUTAN,
ŞEVKET YILMAZ
BİLGİ EDİNMEMİZİ SAĞLAYAN HER KİTAP. HABER, BİLGİ, BELGEYİ OKUMAK DEĞERLENDİRMEK,
28 ŞUBAT SÜRECİ ARİFESİNDE VE ERTESİNDE İKİ MİLLİ GÖRÜŞ PARTİSİ: REFAH PARTİSİ (RP) - FAZİLET PARTİSİ (FP) ( KARŞILAŞTIRMALI BİR ANALİZ ), 3
28 ŞUBAT SÜRECİ ARİFESİNDE VE ERTESİNDE İKİ MİLLİ GÖRÜŞ PARTİSİ: REFAH PARTİSİ (RP) - FAZİLET PARTİSİ (FP) ( KARŞILAŞTIRMALI BİR ANALİZ ), 3
Ancak buna rağmen 24 Aralık 1995 seçimleri, siyasal partilerden herhangi birine tek başına iktidar olma şansını tanımamıştır. Siyasi partiler, tek başlarına iktidar olabilecek siyasal erki yakalayamamalarının yanı sıra, seçimlerden en büyük parti olarak RP’nin çıkması (158 milletvekili çıkarması), diğer siyasi partiler üzerinde adeta şok etkisi yapmıştır. Siyasi teamül ve demokratik yönetim ilkesi gereği, hükümeti kurma görevinin seçimlerden birinci parti olarak çıkan RP’ye verilmesi gerekirken, bu konu dahi siyasi polemik ve tartışma konusu yapılmıştır (Akel, 1999: 41). RP’nin birinci parti olması Onun muhaliflerini harekete geçirmiş ve gizli-açık bir şekilde RP’siz hükümet arayışları gündeme getirilmiştir.
(Kocabaş, 1997: 47). Muhalif cenahtaki RP’siz hükümet arayışlarına rağmen Cumhurbaşkanı, hükümeti kurma görevini 10 Ocak 1996’da en çok milletvekiline sahip olan RP Genel Başkanı Erbakan’a vermiştir. Ancak, Erbakan’a kimse destek vermemiştir. Erbakan bir süre parti liderleriyle görüşmelerde bulunmuş ve bunlardan sonuç alamamıştır.
Bunun üzerine hükümeti kurma görevini iade etmiştir. RP’nin ardından hükümeti kurma görevi, ikinci çoğunluğa sahip olan DYP’ye verilmiştir. RP ile koalisyon yapmayacağını açıklayan Tansu Çiller’in hedefi, kendisinin Başbakanlığında ANAP’la koalisyon kurmaktı. Ancak Mesut Yılmaz’ın Çiller’in Başbakanlığını kabul etmeyeceğini açıklaması üzerine, Çiller de görüşmelerden sonuç alamamış ve hükümeti kurma görevini Demirel’e iade etmiştir. Çiller’in ardından hükümeti kurmakla görevlendirilen ANAP lideri Yılmaz’ın Çiller’i ikna etmesi oldukça zordu. Ancak Yılmaz, Erbakan’a Çiller’i mecbur bırakmak maksadıyla kendi Başbakanlığında hükümet kurmayı teklif etmiştir. Yılmaz’ın teklifi RP tarafından sıcak karşılanmış, Erbakan Yılmaz’ın Başbakanlığını kabul etmiştir. Ancak RP ile ANAP’ın hükümet kuracağı haberleri yayılınca Çiller ve ordu kanadında endişeler artmaya başlamıştır (Tutar, 2007: 336-339). Nihayet Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ve Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman’ın TBMM Başkanı Mustafa Kalemli üzerinden devreye girmeleri, bu olası koalisyonu bıçak gibi kesmiştir. Silahlı Kuvvetler, siyasi partiler alanına bu şekilde ciddi ve ürkütücü bir müdahalede bulunmuştur.
Nitekim bu durum, Yılmaz’ın kulislerde “ordunun temennisi Anayol’du” sözleriyle de doğrulanmıştır (Bayramoğlu, 2007: 54). Ordunun ikna çabaları neticesinde Yalım Erez ve Mustafa Taşar dönüşümlü başbakanlık mantığı çerçevesinde ANAP-DYP koalisyonunun çatısını kurmuştur. Erez ve Taşar’ın geliştirdiği formülde; ilk Başbakan’ın Yılmaz olması, DYP’ye 17 ve ANAP’a 15 bakanlık düşmesi, Çiller’in hükümette görev almaması öngörülmüştür. Anayol Hükümeti, 12 Mart 1996’da TBMM’de 257 oyla güvenoyu almıştır (Tutar, 2007: 339).
Anayol Hükümeti’nin kurulmasıyla, Türk siyasal hayatında tek başına iktidar erkini yakalayamadıktan sonra birinci, ikinci ya da üçüncü parti olmanın pek de önemli olmadığı savı ispatlanmıştır. İktidarı RP’ye kaptırmama potansiyeline sahip olan ANAP ve DYP’nin RP’siz hükümet kurma arayışlarından Anayol azınlık hükümeti çıkmıştır (Akel, 1999: 47). Ancak Anayol Hükümeti’ne başından beri, bir uyumsuzluk hâkimdi. Hükümet’teki huzursuzluğu bilen RP, koalisyon ortaklarının eskiye yönelik uygulamalarını gündeme taşımaya başlamıştır. Bunlardan biri, Çiller’in eşi Özer Çiller’in TEDAŞ ihalesini yönlendirdiği ve devleti zarara soktuğu iddiasıydı. Bu iddianın gündeme taşındığı sıralarda,
Başkanvekili Şevket Kazan’ın Yılmaz’ın elinde Çiller’le ilgili büyük kozlar bulunduğu ve Çiller’in örtülü ödenekten 500 milyar çektiği iddiaları karşısında Yılmaz’ın sessiz kalması ve Çiller’le ilgili belge toplatması Çiller’i iyice köşeye sıkıştırmıştır. İktidar ortakları arasındaki bu çelişkiyi fırsat bilen Demokratik Sol Parti (DSP), Çiller hakkında soruşturma önergesi vermiş ve RP de Çiller’in malvarlığıyla ilgili iddiaları gündemde tutmaya devam etmiştir. Çiller hakkında RP tarafından verilen TEDAŞ önergesi oylamasında Başbakan Yılmaz’ın ANAP grubunu serbest bırakacağını açıklaması ve oylamada ANAP’lı 30 milletvekilinin Çiller aleyhine oy kullanması Hükümetin sonunu getirecek krizi başlatmıştır. TEDAŞ soruşturmasının ardından Çiller hakkında TOFAŞ ihalesi için de meclis soruşturması açılması kararlaştırılmıştır. Ancak tarihler 14 Mayıs 1996’yı
gösterdiğinde Hükümet’i ve Çiller’i rahatlatacak bir açıklama Anayasa Mahkemesi tarafından yapılmıştı (Tutar, 2007: 341-344). Anayol Hükümeti’nin güven oylamasında, 550 milletvekilinin salt çoğunluğu olan 276 oyu alması gerekirken, DSP’nin oylamaya katılmayarak destek verdiği oylamada 276’nın altında bir sayıyla güvenoyu almasının Anayasa’ya aykırılığı nedeniyle Anayasa Mahkemesi’ne RP’nin yaptığı başvuru, 14 Mayıs’ta karara bağlanarak RP’nin lehine sonuçlanmış ve Anayol Hükümeti için yeni bir güven oylaması zorunluluğu doğmuştur. Böylece Anayol Hükümeti, kendisi dağılmadan oylamanın iptaliyle düşmüştür (Kocabaş, 1997: 54).
Bu olaydan sonra Erbakan, Çiller’le görüşmelere başlamış ve iki liderin yaptığı görüşmeler kısa sürede sonuç vermiştir. Bir süre sonra da Türk siyasi tarihine Refahyol (RP-DYP) Koalisyon Hükümeti olarak geçecek olan 54. Hükümet, RP lideri Erbakan’ın Başbakanlığında kurulmuştur (Akel, 1999: 51). 24 Aralık 1995 genel seçimlerinden önce seçmene RP ile yapılacak bir ortaklığın “vatana ihanet” olacağını söyleyen Çiller, Anayol Hükümeti’nin düşmesinden sonra Refahyol Koalisyon Hükümeti’ne evet demek zorunda kalmıştır. Refahyol Hükümeti modeli, Başbakanlığın iki yıl dönüşümlü olmasını öngörüyordu. Daha önce İsrail’de uygulanan ve Türk siyasal sisteminde yeni olan bu modele göre, Başbakanlığı ilk iki yıl Erbakan, yardımcılığını da Çiller yürütecekti. Ancak sorun çıkarsa, Erbakan’ın ilk yılın sonunda koltuğu Çiller’e bırakması kararlaştırılmıştı.
Taraflar arasında yapılan görüşmeler neticesinde 28 Haziran 1996’da Hükümet resmen kurulmuş, 8 Temmuz 1996’da 265 ret oyuna karşılık 278 kabul oyuyla güvenoyu almıştır (Tutar, 2007: 350-352).
RP’nin genel Batı karşıtı söylemiyle Türkiye’yi Gümrük Birliği ile AB’ye daha da yakınlaştıran ve politikalarını net bir şekilde Batı’dan yana konuşlandıran DYP’nin görüşlerinin ilginç bir şekilde bir araya getirilmeye çalışıldığı Hükümet Programı’nda, Batı’yla bütünleşme dolayısıyla AB konusu son derece dikkatle ele alınmış, ülkenin ulusal çıkarları ve hakları çerçevesinde ilişkilerin geliştirilmesinden yana bir tavır ortaya konmaya çalışılmıştır (Erdoğan, 2006: 162-163). RP, her ne kadar AB’ye sıcak bakmasa da, RP’nin DYP ile kurduğu 54. Hükümet Programı’nda “Ekonomi Politikaları” başlığı altında yer alan ekonomik istikrara yönelik tedbirler arasında “Teşvik politikaları… Gümrük Birliği’nin gerektirdiği rekabete uyumu sağlayacak şekilde uygulanacaktır”, “Gümrük Birliği” başlığı altında ise, “Gümrük Birliği ve Ankara Anlaşması ile amaçlanan nihai hedeflere ulaşılabilmesi için yasal düzenlemeler dâhil, gerekli çalışmalar yapılacak, bu meyanda ülkemizin hak ve menfaatlerinin korunması için gerekli tedbirler alınacaktır” şeklindeki ibareler, Parti’nin Batı karşıtı söyleminde kısmen bir yumuşamanın olduğunu göstermektedir (Erbakan Hükümeti Koalisyon Protokolü (RP-DYP), 1996).
Refahyol Hükümeti Programı’nın yanı sıra, RP iktidardayken 13 Ekim 1996’da yapılan 5. RP Kongresi de Partideki değişimi göstermektedir. Diğer kongrelerin aksine daha temkinli davranılan 5. RP Kongresi’nde, ilk kez kongre kürsüsüne Başbakan sıfatıyla çıkan Erbakan, muhalefet döneminde yapılan kongrelerdeki konuşmalarının aksine oldukça yumuşak bir üslupla konuşmasını sürdürmüştür. Erbakan, Çekiç Güç, olağanüstü hal, İslam Birliği, İslam NATO’su, Batı karşıtlığı, Siyonizm, Kudüs, Bosna gibi konulardaki keskin ve renkli konuşmalarını bu Kongre’de tekrarlamaktan kaçınmıştır (Ünal, 1996). Erbakan’ın Kongre’de yaptığı konuşma, Partinin radikal destekçilerinde hayal kırıklığı yaratmıştır.
Erbakan’ın konuşması Adil Düzen başta olmak üzere, Partinin diğer proje ve önerilerine atıf içermemiş, aksine Türkiye’nin laik yapısıyla uzlaşma alanları üzerine yoğunlaşmıştır. Erbakan, konuşmasında RP’nin Atatürk’ün gerçek takipçisi olduğunu, özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’yle aralarının iyi olduğunu ve Özal’ın ölümüyle doğan boşluğu doldurmaya aday olduklarını vurgulamıştır. Böylece Erbakan, Milli Görüş Hareketi’nin eski marjinal görüntüsünden sıyrıldığı ve iktidardayken RP’nin kendisini merkez sağa hazırladığını göstermek istemiştir (Gülalp, 1999: 37-38).
RP’nin söylemlerindeki bu keskin dönüşe rağmen Refahyol Hükümeti kurulur kurulmaz, özellikle RP’nin muhalifleri RP’yi sıkı bir takibe almış, bütün tavırlarını adeta RP’ye icraat yaptırmamak temeli üzerine kurarak, bu zeminde RP’yi en kısa sürede iktidardan uzaklaştırmanın yollarını aramaya başlamıştır. Her an kapana sıkışma korkusuyla karşı karşıya olan Refahyol Hükümeti’nin ilk icraatı, öteden beri RP ve DYP, özellikle de RP aleyhine yayınları sebebiyle medyaya karşı olmuştur. Bir ay içinde uygulamaya geçmesi öngörülen basınla ilgili üç maddelik bir kararda, devlet kredilerinin basına kapatılacağı, basının devletten aldığı kredilerin ödeme günü geldiğinde tehir edilemeyeceği, promosyon
yasağı getirileceği hususları yer alıyordu. Bu karar, “basın özgürlüğüne darbe” adı altında medyada tepkilere yol açmıştır. RP’nin “kartelci medya” olarak adlandırdığı medya grubunun öteden beri kendisine haksızlık ve yargısız infaz yaptığı, yalan haberlerle zihinleri bulandırdığı gerekçesiyle reklam ve teşvikleri de kesince RP aleyhine medyada büyük bir fırtına kopmuştur. Bu dönemde RP’nin medyanın saldırısına uğradığı bir diğer olay da, 1230 yargıç ve savcının tayin kararnamesi olmuştur. RP tarafından yürürlüğe sokulan bu kararnamenin RP’li Adalet Bakanı Şevket Kazan tarafından açıklanması üzerine adeta kıyamet kopmuş, kararname medyada tasfiye operasyonu, sürgün kararnamesi olarak
nitelendirilmiştir (Kocabaş, 1997: 49-50).
Muhalefet döneminden beri toplumsal çevreyi temsil ettiğini belirten, bu çevre adına tekelci bir sistemi hem kültürel hem iktisadi hem de toplumsal açıdan eleştiren bir siyasi parti olan RP’nin bu niteliği, iktidar olduktan sonra daha görünür olmuştur. Ancak RP’nin bu yönde attığı adımlar sistematik adımlar olmayıp, eleştirdiği sorunları giderecek alternatifler geliştirmekten uzak, tekel alanlarına çomak sokmaktan ibaret olan adımlardır. Sisteme yönelik eleştiri salt siyasi söylemle sınırlı kaldıkça, cepheleşmeden güç alma stratejisine
dönüştükçe ya da kendi yandaşlarına açılacak imkân kanallarına işaret ettikçe popülizan bir niteliğe bürünmektedir. Nitekim bu açıdan bakıldığında, RP’nin ilk söylem ve icraatlarıyla laiklik, yaşam biçimi ve ahlak bazında olduğu kadar ekonomik bazda, hatta sınıfsal nitelikli bir cepheleşmenin de hızlandırıcısı görünümünde olduğu söylenebilir. RP’nin elinde ülkenin ekonomik ve sosyal niteliklerinden de beslenerek, bu iki cepheleşme üst üste oturmaktadır. Bu üst üste oturuş bir yönüyle özellikle toplumsal bakımdan, din ve siyaset
arenasına farklı ekonomik grup ve aktörleri sokarken, din-toplum temasını farklılaştırarak hızlandıran Türkiye’ye özgü bir sekülerleşme ve modernleşmenin ipucunu oluştursa da, siyasi bakımdan ciddi bir çatışmaya işaret etmekte ve bu çatışmanın toplumsal getiriyi bir anda yok etme gücü bulunmaktadır. RP bu noktada sistemi eleştirmek ve yeniden üretmek kısır döngüsüne girmiştir. RP’nin beklenenin aksine Çekiç Güç’ün uzatılmasına onay vermesi ya da vermek zorunda kalması, yukarıda değinildiği gibi Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın aşırı İslami kadrolaşmayı getiren Savcı ve Yargıçlar Kararnamesi, Erbakan’ın basına yönelik olarak hazırlatıp yürürlüğe soktuğu yasa tasarısı, kendi yandaşlarına kaynak transferiyle yetinerek yerleşik düzenin bir parçası haline gelmesine işaret etmektedir (Bayramoğlu, 2007: 71-72).
Bunların yanı sıra, Refahyol Hükümeti dönemindeki en önemli gelişmelerden ve 28 Şubat sürecine gelinmesinde etkili olan etmenlerden biri de, 24 Aralık 1995 Seçimleri Seçim Beyannamesi’nde de belirtilen İslam Birliği ile ilişkili G-7’nin bir alternatifi olarak
Bangladeş, Mısır, Endonezya, İran, Malezya, Nijerya, Pakistan ve Türkiye’nin oluşturduğu D-8’in kurulmasıydı. Ayrıca bu dönemde Erbakan’ın yaptığı iki temel dış ziyaret de, gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında büyük tepki almıştır. Erbakan bu iki temel ziyaretten ilkini Asya’ya (İran, Pakistan, Malezya, Singapur ve Endonezya’ya) ve ikincisini de Afrika’ya (Mısır, Libya ve Nijerya’ya) düzenlemiştir (Bilgin, 2008: 410). Erbakan’ın Başbakan sıfatıyla ilk yurtdışı gezisini İran, Pakistan, Malezya,Singapur ve Endonezya’ya yapması,
büyük tartışmalara yol açan en marjinal girişimi olarak nitelenebilir. Türkiye’de diğer hükümetler, genellikle iktidara geldiklerinde ilk olarak ülkenin Batı ittifakına bağlı olduklarını beyan eder ve ilk gezilerini Batılı herhangi bir ülkeye yaparlardı. Ancak Asya ve Afrika ülkelerine seferler düzenleyen Erbakan, bu teamülü tersine çevirmiştir. Bu seferlerin ardından yükselen tartışmaların özünde, Türkiye’nin Refahyol Hükümetiyle dış politikada herhangi bir değişikliğin olup olmamasıyla ilgiliydi. Erbakan’ın düzenlediği gezilerin ardından Batı basını, telaş içinde Refahyol Hükümeti’nin Türkiye’yi Batı’dan koparacak herhangi bir teşebbüse karşı son derece uyanık olunması gerektiği yolunda yayınlar yapmaya başlamıştır. ABD ise, Erbakan’ın İran gezisine ve bu süreçte İran’la imzalanması tasarlanan anlaşmalara tepki göstermiştir (Bulaç, 2009: 275). Erbakan’ın
düzenlediği bu gezilerden sonra gerek yurtiçinde, gerekse yurtdışında yapılan açıklamalara, birtakım provokasyonlar da eklenince, Refahyol Hükümeti’nin yaşama şansı kalmamıştır (Erdoğan, 2006: 165).
Erbakan’ın düzenlediği bu geziler kadar, bir yandan Erbakan’ın Başbakanlığı döneminde gerçekleşen Susurluk kazasından sonra uzun süre kamuoyunu meşgul eden tartışmalar, diğer yandan yurdun dört bir yanından gelen irtica haberleri hükümeti çıkmaza sokmuştur (Tekin ve Okutan, 2011: 220). Susurluk kazasıyla siyaset-mafya-aşiret üçgeninde ortaya dökülen kirli ilişkilerin odak noktasında Refahyol Hükümeti’nin ortağı olan DYP’nin yer alması, RP’nin de Hükümetin devamı için ve “madem ortağız, ortağımızı korumalıyız” gibi
bir anlayışla olayın üzerine gitmekten kaçınması, TBMM’deki siyasi partilerin ise, kirli ilişkilerin açığa çıkartılması için çaba sarf edecekleri yere olayı muhalefet-iktidar ikilemine hapsederek olaydan menfaat elde etmeyi amaçlayan politikalar izlemeleri, konunun asıl mecrasından sapmasına yol açmıştır. Susurluk kazasından sonra RP’nin izlediği yanlış politikalar nedeniyle RP’ye verilen kamuoyu desteğinde azalmalar görülmüştür (Akel, 1999: 93). Bunda özellikle Susurluk kazasıyla ortaya çıkan ve adeta toplumsal bir infiale dönüşen “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemine koalisyon ortağını korumak amacıyla RP’nin destek vermemesi etkili olmuştur (Örmeci, 2008: 106). Susurluk kazasının yanı sıra, irtica haberleri de Refahyol Hükümeti’ni uğraştırmıştır. Refahyol Hükümeti döneminde irticanın ülkeyi uçuruma sürüklediği izlenimini verecek televizyon haberleri, gazetelerdeki yorum ve analizler her gün verilmekteydi. Bu çerçevede RP içinden Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan, Hasan Mezarcı ve İbrahim Halil Çelik gibi ‘sivri’ politikacıların yaptığı konuşmalara sıkça yer verilmiştir. Bu esnada Erbakan’ın grup toplantısında yaptığı konuşmada “Adil Düzen’in ülkeye geleceği; ancak esas tartışılması
gerekenin bu gelişin kanlı mı, yoksa kansız mı olacağı?” şeklindeki ifadeleri tüm bu tartışmaların adeta tuzu biberi olmuştur. Bu dönemde irtica haberlerini asıl zirveye çıkaran hadise ise, Fadime Şahin adlı tarikat tuzağına düşen kadının yaşadıkları üzerinden RP aleyhine kamuoyu yaratmak amacıyla şekillendirilen ajitatif kurgudur. Bu dönemde yazılı ve görsel basında Hükümet’in icraatlarından çok, spekülasyon yaratabilecek konuşma ve cümleleri tartışılarak siyasi tansiyon iyice yükseltilmeye çalışılmıştır (Tekin ve Okutan, 2011: 220).
Bu dönemde Genelkurmay’da düğmeye basılmasına neden olan gelişmeler arasında, özellikle iki olayın son derece etkili olduğu söylenebilir. Bunlar: Erbakan’ın Başbakanlık Konutu’nda tarikat liderlerine ve din adamlarına verdiği iftar yemeği ile 28 Ocak 1997’de Sincan’da RP’li Belediye Başkanı Bekir Yıldız tarafından düzenlenen ünlü Kudüs Gecesi’dir (Cevizoğlu, 2003: 15). Sincan’daki Kudüs Gecesi’nin ardından misilleme olarak tankların yaptığı gövde gösterisi de siyasi tansiyonu iyiden iyiye yükseltmiştir. Ayrıca yukarıda da değinildiği gibi, RP’nin önde gelen isimlerinin söylemleri, özellikle de Erbakan’ın “Türkiye’de faşist laik düzen var” söylemi, karayoluyla hac, Taksim ve Çankaya’ya cami yapılmak istenmesi gibi konular da gerginliği tırmandırmıştır (Bölükbaşı,
2012: 175-176). Kısacası iki tip gelişme, RP’nin yasaklanmasıyla sonuçlanan siyasi tansiyonun yükselmesine yol açmıştır. Bunlardan ilki RP’ye duyulan aşırı güvensizlikti.
Başından beri ordu, seküler siyasetçiler ve halkın yanı sıra, en çok da İslamcı olmayan medya, RP politikalarını sert bir şekilde eleştirmiştir. İkincisi, İslamcı sekülaristleri radikal İslamcılarla ve RP’nin kendisiyle ayrım üstüne kuruluydu. Başından itibaren Partinin dezavantajlı pozisyonunun yerleşmesinde ve partiye duyulan güvensizliğin pekişmesinde, RP’nin bazı politikaları ve Parti üyelerinin toplumun İslamcı ve sekülarist kesimi arasındaki gerilimi tırmandıran istenmeyen davranışları ve Erbakan’ın provokatif tutum ve davranışları etkili olmuştur (Yılmaz, 2012: 374). Ancak bütün bu olaylar bir tür tetikleyici işlevi görmüştür. 28 Şubat sürecinin temel dinamiklerinin, otantik Anadolu burjuvazisinin modern burjuvaziye meydan okuyacak düzeyde güçlenmesinde ve Milli Görüş Hareketi’nin Soğuk Savaş dönemi sonrası siyasete gereği kadar uyum sağlayamamasında aranması gerekmektedir (Bölükbaşı, 2012: 176).
Sıralanan bu etkenler, ülkeyi 28 Şubat sürecine sürüklediği gibi, RP’nin de sonunu getirmiştir. Refahyol Hükümeti’nin ilk altı ayı içinde “bekle ve gör” siyaseti izleyen TSK, 26 Aralık 1996’da yaptığı toplantıda ülkede güçlenen siyasal İslam’la ilgili olarak ilk kez önlem alınması gerektiğini belirtmiş ve bu konuda gözlemler yapması amacıyla “Batı Çalışma Grubu” oluşturulmuştur. 9 Ocak 1997’de çıkarılan yönetmelikle oluşturulan Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi ile irticai faaliyetlerle ilgili gözlemlerde bulunulmuş ve birtakım raporlar hazırlatılmıştır (Örmeci, 2008: 107). Bu şartlar altında TSK, MGK platformunu kullanarak Cumhurbaşkanı Demirel’in de yardımıyla hükümete politika empoze etme girişimlerine hız vermiştir. Batı Çalışma Grubu ve Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nin yanı sıra, ordunun girişimiyle İsrail’le 23 Şubat 1996’da yapılan Türkiye-İsrail Askeri Eğitim Anlaşması’nın Erbakan’a imzalatılması gibi örnekler, askerin günlük politikada inisiyatifi ele alma hususundaki kararlılığını da göstermekteydi. Erbakan ise, askerleri hoşnut ederek ve her defasında “alttan alarak” konumunu muhafaza edeceğini düşünmekteydi. Ancak Erbakan’ın izlediği taktiğin işe yaramadığı, Refahyol Hükümeti’ne açık bir muhtıra niteliğindeki 28 Şubat 1997 tarihli MGK bildirisinin açıklanmasıyla anlaşılmıştır. Söz konusu bildiriyle TSK, Refahyol Hükümeti’ne özünü sözde “irticayla mücadele”nin oluşturduğu bir programı dayatmaktaydı. MGK bildirisiyle Hükümet iyice sıkışmış bir alanda, MGK’nın gözetim ve denetimi altında yürütme faaliyetini icra etmeye
mahkûm hale gelmiştir. Ayrıca MGK bildirisinin ardından 21 Mayıs’ta Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın “laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle RP’nin kapatılması istemiyle açtığı dava, RP’yi iyice çıkmaza sokmuştur. Nihayet DYP ile yapılan protokol gereği olarak, Erbakan’ın Başbakanlığı Çiller’e devretmek maksadıyla 18 Haziran 1997’de istifa etmesi, “devlet”e Refahyol Hükümeti’ni uzaklaştırmak için şekli bir gerekçe sunmuş oldu. Bu şekilde, Demirel’in de gönüllü katkılarıyla gerçekleştirilen görünüşte “anayasal” bir operasyonla Refahyol Hükümeti rafa kaldırılmıştır (Erdoğan, 2007: 19). 16 Ocak 1998’de ise, Anayasa Mahkemesi RP’nin temelli kapatılmasına ve Erbakan’la beş arkadaşının beş yıl siyaset yasağına çarptırılmasına karar vermiştir (Cevizoğlu, 2003: 15).
4 CÜ BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR,
.
POLİTİKACI,SİYASET,
28 ŞUBAT SÜRECİ,
ANALİZ,
BEKİR YILDIZ,
FAZİLET PARTİSİ,
KARŞILAŞTIRMALI,
MİLLİ GÖRÜŞ,
Milli Görüş Hareketi,
NECMETTİN ERBAKAN,
PARTİSİ: REFAH PARTİSİ,
RECAİ KUTAN,
ŞEVKET YILMAZ
BİLGİ EDİNMEMİZİ SAĞLAYAN HER KİTAP. HABER, BİLGİ, BELGEYİ OKUMAK DEĞERLENDİRMEK,
28 ŞUBAT SÜRECİ ARİFESİNDE VE ERTESİNDE İKİ MİLLİ GÖRÜŞ PARTİSİ: REFAH PARTİSİ (RP) - FAZİLET PARTİSİ (FP) ( KARŞILAŞTIRMALI BİR ANALİZ ), 2
5 Haziran 1977’deki genel seçimlerde oy oranını %11.8’den %8.6’ya düşüren MSP, seçimlerin ardından Demirel’in başkanlığında kurulan II. Milliyetçi Cephe Koalisyonu’nda da yer almıştır. Demirel’in başkanlığında AP, MSP ve MHP’nin oluşturduğu II. Milliyetçi Cephe Koalisyonu’nda yer alan MSP’nin milletvekili sayısı önceki döneme göre yarıya düşmesine rağmen (24 milletvekili), “anahtar parti” iddiasını sürdürüp taviz vermez tutumunda ısrar etmesi, AP’de zor günlerin yaşanmasına neden olmuştur (Çakır, 2005: 547).
Nihayet CHP’li Altan Öymen ve Hayrettin Uysal tarafından ülkenin içine düştüğü yoksulluk, güvenlik zafiyeti ve Anayasadan uzaklaşıldığı iddialarıyla II. Milliyetçi Cephe Hükümeti aleyhine verilen gensoru önergesinin görüşmelerinde güvenoyu alamayan Hükümet düşürülmüştür. II. Milliyetçi Cephe Hükümeti’nin ardından kurulan Ecevit Hükümeti, 14 Ekim 1979’daki ara seçimlerde muhalefetin iktidar partisini üyeleri itibariyle geçmesi üzerine Ecevit’in istifasıyla sona ermiştir. Ecevit’in istifasının ardından, Demirel’in başkanlığında MHP ve MSP’nin dışarıdan desteklediği azınlık hükümeti kurulmuştur (Tekin ve Okutan, 2011: 183). Bu hükümet de, 1970’li yılların ikinci yarısında artan siyasi istikrarsızlık ve kanlı toplumsal kutuplaşmaların getirdiği 12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi’yle sona ermiş ve MSP dahil dönemin siyasi partilerinin tamamı kapatılmıştır
(Ermağan, 2011: 229).
3. 28 ŞUBAT SÜRECİ ARİFESİNDE MİLLİ GÖRÜŞ HAREKETİ’NİN KALESİ REFAH PARTİSİ: VESAYETÇİ DEMOKRASİNİN KURBANI SİYASİ PARTİ
12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi’yle kapatılan tüm siyasi partiler, darbe yöneticilerinin demokratik hayata dönüş kararıyla 1983’ten sonra yeni adlara ya da önce farklı adlara ardından 12 Eylül öncesindeki adlarına tekrar kavuşmuşlar dır. Demokrasiye tekrar dönülmesiyle birlikte (Poyraz, 2010: 316-317) Avukat Ali Türkmen’in başkanlığında 33 kişi tarafından 13 Temmuz 1983’te kurulan RP de, MSP’nin yerine Milli Görüş Hareketi’nin yeni partisi olarak Türk siyasal hayatındaki yerini almıştır (Çakır, 2005: 548).
Ancak RP’nin kurulmasının ardından ordunun kamu yaşamında İslam’ın rolüyle ilgili sert düzenlemeleri sürdürmeye karar vermesinden dolayı, 6 Kasım 1983 genel seçimlerinde Milli Güvenlik Konseyi (MGK) tarafından RP’nin kurucu üyeleri veto edilmiştir. MGK’nın vetosundan dolayı seçimlere katılamayan ve genel başkansız kalan RP’nin başına, Ahmet Tekdal getirilmiştir. Tekdal’ın genel başkanlığında 25 Mart 1984 yerel seçimlerine katılan RP, genel oyların %4.4’ünü alarak Van ve Şanlıurfa belediye başkanlıklarını kazanmıştır (Yavuz, 1997: 71). RP’nin Türk siyasal hayatına damgasını vurması için, siyasi yasaklarının kalkması ve Erbakan’ın 11 Ekim 1987’deki RP İkinci Kongresi’nde Partinin genel başkanlığına seçilmesini beklemek gerekmiştir. Erbakan’ın genel başkanlığında 29 Kasım 1987 genel seçimlerine katılan RP, seçimlerde %7.3 oranında oy alarak dördüncü büyük parti olmuştur. RP ilk sandık başarısını, 26 Mart 1989 yerel seçimlerinde oyların %9.8’ini ve Konya, Sivas, Van, Şanlıurfa ve Kahramanmaraş il merkezlerinde belediye başkanlıklarını alarak elde etmiştir. 20 Ekim 1991 genel seçimlerinde ise, %16.2’ye erişen oy oranıyla oylarını ikiye katlamıştır. Seçimlere Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) ve Islahatçı Demokrasi Partisi (IDP) ile ittifak yaparak giren RP, 62 milletvekili çıkarmıştır. RP en büyük başarısını 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde genel oyların %19.1’ini alarak
elde etmiş olup (Çakır, 2005: 548-49; Yılmaz, 2012: 365-366), Partinin bu başarısı 24 Aralık 1995 genel seçimlerinde %21.3’lük oyla birinci parti olmasının yolunu açmış ve RP’nin popülaritesini zirveye taşımıştır (Akdoğan, 2005: 622).
Kuruluşu ve katıldığı seçimlerdeki performansı kısaca özetlenen RP’nin ideolojisi, kimliği, söylemi, ekonomi politikası ve kısmen dış politikası, siyasi başarısıyla paralel şekilde dinamik bir görünüm arz etmiştir. Selefi MSP’den farklı olarak daha az dinsel kavramlardan oluşan, daha demokrat bir söyleme sahip olan RP’nin ideolojisinin, muhafazakâr milliyetçi söylemi İslami kavramlarla kurgulayan bir yanı bulunmaktaydı.
Dünya görüşünü Milli Görüş şeklinde tanımlayan RP, hem milliyetçi hem de İslamcı bir partiydi. Muhafazakâr-milliyetçi yönü bulunan RP, devletçiliğe vurgu yapan ve “Yeşil Kemalizm” olarak nitelenebilecek düzeyde devlet aşkı içinde olan bir parti profili çizmesine rağmen, hem düzen hem de diğer siyasi partilerin sistem karşıtı bir parti olduğu iddialarına maruz kalan; ancak bunlara karşı gelmeyen, en sivil yönü İslamcılık olan, çevreyi aşamalı olarak merkeze taşıyarak merkezle çevre arasında adeta lastik görevi gören bir siyasi partidir (Yavuz, 2005: 596-600). RP’nin sosyal tabanı, geleneksel dindar zümreler, büyük kentlerin çeperinde toplanıp da milli gelirden yeterli düzeyde pay
alamayan yoksul kesimler ve kırsal alandan, topraktan henüz kopup küçük kentlere gelen dağınık bireylere dayanmaktaydı. Partinin sosyal tabanını teşkil eden bileşenlerden geleneksel dindar zümrelerin bütün zor koşullara rağmen belli düzeyde ekonomik bir performans göstermesine rağmen, buna mukabil kimliklerini kamusal alana taşıyamamaları ve önlerine çıkan engelleri aşamamaları; milli gelirden sınırlı düzeyde pay alan geniş yoksul kesimlerin daha somut ve uygulanabilir projeler istemeleri ve topraktan kopup
küçük kentlere göçen bireylerin büyük kentlere yönelmesi RP’ye destek vermelerini sağlamıştır. Ayrıca Anadolu’da palazlanmaya başlayan küçük ve orta ölçekli sermayenin bir yandan uluslararası sürece dahil olmak için daha çok özgürlük ve sivil inisiyatif isterken, diğer yandan resmi toplumla da karşı karşıya gelmek istememesi, RP’ye yönelmesine yol açmıştır. RP’nin “Adil düzen, kimlik beyanı, aidiyet, ahlaki dürüstlük, farklı dış politika ve Müslüman kardeşliği” gibi kendine özgü argümanları da RP’yi diğer merkez partileri karşısında avantajlı konuma taşımıştır (Bulaç, 2009: 549).
RP, İslamcı ve şeriatçı olma suçlamasıyla sık sık karşılaşan Milli Görüş Hareketi’ nin kurduğu bir siyasi parti olmasına rağmen, dini motifleri ve mesajları olabildiğince açık şekilde kullanmaktan kaçınmamıştır. Propaganda, slogan ve söylemleriyle dinsel ve yerel ağırlıklı bir kimlik tasarlamaya çalışan RP, “Başörtüsü milli kıyafetimizdir” diyecek kadar yoğun dinsel içerikli bir söyleme, “diğer partilerin seçmenleri, bizim ise inananlarımız var” şeklinde parti içi örgütlenmenin dinsel kaynaklı bir motivasyonla pekiştirilmesini amaçlayan bir propagandaya başvurmaktan dahi çekinmemiştir (Küçükyılmaz, 2010: 106). Parti Programı’na bakıldığında, bu durum daha iyi anlaşılmaktadır. Selefi Milli Görüş partilerinde olduğu gibi, kalkınmacı-ithal ikameci modelle kapitalizmin geliştirilmesi için dini, bir araç olarak gören bakış açısının da aynen korunduğu Parti Programı’nda, “Temel Prensipler” başlığı altında din ve laiklik konusu; “Milli Eğitim ve Öğretim” başlığı altında ise, dinsel eğitim konusu işlenmiştir. Bol miktarda İslami öğeyi söylemlerinde barındıran RP, Parti Programı’nda laiklik, vicdan ve inanç hürriyeti hususlarına fazla yer ayırmamıştır (Şen, 2004: 272). Laiklik, din ve vicdan hürriyetinin birkaç cümleyle ele alındığı Parti Programı’ nda; “fikir, vicdan ve düşünce hürriyetine duyulan inanç ve bu hürriyetlere yönelik her türlü baskının iptidai ve laikliğe aykırı kabul edildiği; laikliğin din düşmanlığı olmayıp aksine söz konusu hürriyetleri her türlü ihlalden koruyacak bir prensip olarak geliştirildiği ve uygulamaya konulduğu” ifade edilmiştir (Refah Partisi Programı, 1986: 42).
Parti Programı’nın “Milli Eğitim ve Öğretim” başlığı altında ise, “Din eğitiminde aydın din kadrosu yetiştirilerek ihtiyaçlarının karşılanmasının, din görevlilerinin terfih edilmelerinin ve sayı bakımından milletin ihtiyacını karşılayacak düzeye eriştirilmesinin gerekliliğine inanıldığı; din eğitiminin manevi gelişmenin temeli olduğu gibi yeni nesillerin hizmetinde bulunacağı asil Türk milletinin manevi hasletleriyle de yakından tanınmasına ve yapacağı hizmetlerde başarılı olmasına yardımcı olacağı” dile getirilmiştir (Refah Partisi Programı, 1986: 53).
Ancak RP liderliğinin ürettiği mesajlara, Parti Programı’nda, söylem ve propagandalarında kullandıkları dini motiflere bakarak RP’yi “şeriat esaslarına dayalı”, “din devleti tesisine çalışan” bir parti olarak tanımlamak oldukça hatalıdır. Önder kadrosu içinde dini eğitim almış kişilerin sınırlı, çarpıcı bir şekilde mühendislerin ağırlıkta olduğu RP’nin söylemleriyle Kemalist çevrenin şimşeklerini üzerine çeken lideri Erbakan da bir cami imamı kadar dini bilgiye sahip olmadığı Partinin kurmaylarınca dile getirilen, teknokrat yönü ön plana çıkan bir isimdir. Buna rağmen RP, tekeline geçirdiği “antici” retoriği, sosyal adalet, milli onur, gelenek, muhafazakârlık ve din gibi argümanlarla zenginleştirmiş ve “iktidara aç” toplumsal kesimlerin dinamik, ısrarlı ve kararlı particiliğiyle bu argümanları mezcederek sonuca ulaşmıştır (Türköne, 1994: 72-73).
Siyasi partilerin mücadelesinin çatışmacı sosyo-politik kimlikler ve iyi yaşam düzeyi üzerine konuşlandığı 1990’lar Türkiye’sinde, yoksul ve yeni kentleşmiş kitleler Müslüman olarak kabul edilmeyi ve tanınmayı tercih etmiştir. Onlar bu tercihini ve ekonomik ürünler ile ekonomik genişlemenin eşit olarak dağıtılması isteğini RP’nin Adil Düzen açıklamasında bulmuştur. Bu yüzden, Parti Türkiye’nin sessiz ve bastırılmış kitleleri ve sosyal, kültürel ve politik etkileşimleri yeniden tanımlamak ve dönüştürmek için arayış içinde olan sosyal akımlar için kurumsal bir çerçeve önermiştir (Yavuz, 1997: 74-75).
RP’nin kendisini diğer partiler karşısında avantajlı konuma taşıyan Adil Düzen retoriği altında sergilediği ekonomik model, gerçekten Üçüncü Dünyacı, RP propaganda literatüründe sıklıkla kullanılan antiemperyalist dille tutarlıdır. Adil Düzen modeli, Batının serbest piyasa ekonomisiyle Doğu Bloku ülkelerinin devlet kontrollü Sosyalizmi arasında karma bir ekonomik yapıyı, “üçüncü bir yolu” canlandırmaktadır. Karma ekonomik modelde, devletin temel altyapı ve bölüşüm desteği sağlamasında önemli rol oynadığı özel girişimin teşkili, ekonomik gelişmişliğin ana motoru olarak görülmektedir. Adil Düzen projesi, aynı zamanda özellikle faizsiz bankacılık gibi bir grup İslami elementi de içermektedir. RP’nin Adil Düzen retoriği, bireyselliğe ve pazara daha fazla, sosyal adalete daha az vurgu yapan başlıca merkez sağ partilerin pozisyonundan oldukça farklı bir duyguyu içermektedir. Aynı zamanda, demokrasiye, insan haklarına ve sosyal adalete daha fazla, özel girişimciliğe daha az vurgu yapan, soldaki sosyal demokrat partilerin pozisyonundan belirgin bir şekilde farklıdır (Öniş, 1997: 754).
Bazı seküler çevrelerce kabile Sosyalizmi, Sovyet stili Komünizm veya Arap tipi Sosyalizm olarak adlandırılan Adil Düzen projesi, kronik ekonomik problemlere ve toplumda algılanan ahlaki erozyona karşı geliştirilen eklektik, kompleks ve ütopik bir yaklaşımdır. Dayanışmayı, uyumu ve adaleti, Türk toplumunun cemaatçi geleneklerini vurgulayan Adil Düzen projesi, daha iyi bir toplum kurmak için modern teknolojinin kullanılması gerektiğini savunmakta, modernite ve ilerleme umudunu önlememekte, farklı bir bağlamda sunmaktadır. Hızlı
ekonomik gelişme ve ulusal gelirin adil dağıtımı ana temalarına dayanan Adil Düzen Projesi; “politika, ekonomi, bilim, din ve ahlak” şeklinde sıralanabilen farklı ve ilişkili alanların toplamından oluşmaktadır. Bu alanlardan politika, daha iyi sosyal düzenlemeler için ulusal gelirin dağıtımının yeniden düzenlenmesini sağlamayı amaçlayan siyasi gücün elde edilmesinin gerekliliğine vurgu yapmaktadır. Ekonomi, sosyal adalet konusuna ve ekonomik sahada banka faizlerinin elemine edilmesini gerçekleştirmek üzerine odaklanmaktadır. Bilimi, ifade özgürlüğünü ve modern teknolojiyi cesaretlendirmekte ve her nerede bulunursa bulunsun bilimsel gelişmeleri engelleyen her türlü engelli reddetmekte dir. Nihayet din ve ahlak, toplumda algılanan ahlaki erozyonu azaltmak için, İslami prensiplere dayanan manevi bir yaşam stilini önermektedir. Ahlak; sıkı çalışma, toplum hizmetleri, kardeşlik ve böylece sosyal barışın temeli olarak iddia edilmektedir (Yılmaz, 2012: 368).
Adil Düzen retoriğine sahip olan RP, selefi olan Milli Görüş partilerinden farklı olarak, devletçi ve korumacı politikalardan vazgeçerek piyasa ekonomisi modeline yönelmiştir. RP’nin ekonomi politikasındaki bu yön değişikliğinde, Turgut Özal döneminde uygulanan neo-liberal politikalar sonucu oluşan “imkân alanları” ve bu alanlardan yararlanan Anadolu burjuvazisinin devletin kontrolcü ve sınırlayıcı gücünden kurtulma önceliği oldukça etkili olmuştur (Yavuz, 2005: 597). Özal tarafından 1980’lerin sonlarında ve 1990’larda uygulanan serbest piyasa politikası, küçük ölçekli işadamları ve büyük şehirlerdeki küçük burjuva tarafından desteklenmiştir. Özal’ın serbest piyasa politikasını benimseyen bu
kesimler, devlete ve büyük sanayicilere karşı kamuoyu oluşturmak için İslami sembollere ve etiğe en iyi silah olarak bakmıştır. Özal döneminde uygulanan serbest piyasa politikasıyla ülkede meydana gelen ekonomik gelişmeden en fazla küçük ölçekli şirketler yararlanmış ve Avrupa pazarlarıyla hızla birleşme görüşünde olan büyük iş çevrelerine karşı çıkarlarını korumak için Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD)’ni kurmuşlardır. Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) ve genellikle büyük iş camiası tarafından yaratılan rekabetsiz çevreye karşı, MÜSİAD tarafından tam liberalizasyon ve Türk ekonomisinin özelleştirilmesi savunulmuştur (Yavuz, 1997: 72).
Anadolu’da palazlanan bu yeni burjuva sınıfının talepleri RP’nin piyasa ekonomisi modeline yönelmesine yol açmıştır. Dolayısıyla RP, Özal’ın mimarlığını yaptığı 24 Ocak 1980 Kararları’nın ürünü olarak beliren liberal ekonomik gereksinimleri sağlamaya yönelen ve Cumhuriyetten itibaren kendisini İslamcılık çeperi içinde ifade etmiş ekonomik ve sosyal kesimler arasındaki kopuşu birbirine bağlayan bir Milli Görüş partisi olmuştur (Bakan ve Arpacı, 2012: 136).
RP’nin ekonomi anlayışı kadar, dış politika anlayışı da diğer siyasi partilerden farklılık göstermektedir. Parti Programı’nda “Dış Politika” başlığı altında; bütün ülkelerle ve bilhassa komşularla iyi ilişkiler tesis edileceğine, tarihi ve kültürel bağlarla bağlı olunan ülkelerle ilişkilerin daha fazla geliştirilmesinin mümkün olduğuna, bundan her türlü maddi ve manevi yararlar doğacağına inanıldığına değinilmiştir (Refah Partisi Programı, 1986: 31). Parti Programı’nda açıkça dile getirilmemesine rağmen RP’nin dış politika yönelimi, siyasi düzenin diğer kurulu partileriyle güçlü bir tezatlık oluşturmaktadır. RP’nin anti Batıcı yönelimi gereği temel hedefi, Türkiye ile geri kalan İslam ülkeleri arasında sıkı bir birlik
oluşturmaktır. Ortadoğu ülkeleri, Sovyetler Birliği sonrasında kurulan Asya ülkeleri ve nüfusu ağırlıklı olarak Müslüman olan Malezya ve Endonezya gibi ülkelerle işbirliğini savunan RP’nin dış politikası, milliyetçilik ve İslami transnasyonalizmin ilginç bir karışımını yansıtmaktadır. Bir düzeyde RP’nin transnasyonalizm açıklaması, kardeşlik ve İslam ülkeleri arasında işbirliği üzerine vurgu yapılması anlamındadır. Ekonomik potansiyeli ve jeopolitik pozisyonu bakımından Türkiye’yi İslam dünyasının liderliği için doğal bir aday ülke olarak gören RP, Batı yönelimli merkez partileriyle taban tabana zıt bir şekilde AB’yi yoğun bir şekilde eleştirmekte ve reddetmektedir (Öniş, 1997: 754-755).
1989’da yapılan II. Parti Kongresi’nde genel başkanlığa seçilen Erbakan, dış politikada “Müslüman Ülkeler Birleşmiş Milletler Teşkilatı” kurulması gerektiğini, seksene yakın ülke ve topluluğun kendi Birleşmiş Milletler teşkilatını kurdukları zaman, bu teşkilatın yeryüzünde “ Kuvvetin” değil, “Hakkın” hâkim olmasını amaç edineceğini belirtmiştir (Üste, 2006: 343).
Erbakan’ın en yakın danışmanlarından biri olan ve Refahyol Hükümeti döneminde Devlet Bakanlığı ve Hükümet sözcülüğü yapan Abdullah Gül de, “Bizim AB’ye karşıtlığımız Avrupa ülkelerinden farklı bir kültüre, farklı bir kimliğe ve farklı ekonomik yapıya sahip olmamız temeline dayanmaktadır” demiştir. Erbakan da bu farklılıkların altını, AB içinde Müslüman toplulukların uğradığı baskıyı belirterek çizmektedir. Aynı zamanda, AB’nin karar alma yöntemi hakkındaki endişelerini de dile getiren Erbakan, AB’nin karar alma sürecinin karanlık bir odada, parlamenterlerin ya da üye ülkelerin yurttaşlarının görüşleri alınmadan sürdürüldüğü vurgusunu yapmıştır. Ayrıca RP, özellikle Türkiye’nin
AB’nin resmi karar alma sürecine dahil olmadan AB’nin dış ticaret politikasına uymak zorunda kaldığı gerekçesiyle Gümrük Birliği’ne de karşı çıkmıştır (Robins, 1997: 86).
Dış politikada Batı ve AB karşıtı bir tutum izleyen RP, içte de vatandaş-devlet ikileminde tercihini vatandaştan yana yaptığını beyan ederek sistemdeki partilerden farkını tekrar ortaya koymuştur. RP’nin daha iyi çözümlenebilmesi için devlet hizmetleri konusundaki yaklaşımı kadar, adalet, bayındırlık, içişleri, milli eğitim ve aile gibi konulardaki görüşlerine değinilmesinde yarar vardır. Bunun için de Parti Programı’na göz atılması gerekmektedir. Kamu hizmetlerinde kamu görevlilerinin kendilerini vatandaşın emrinde gören ve bu açıdan vatandaşa yaklaşan zihniyeti hâkim kılmaya çalıştıklarının ifade edildiği Parti Programı’nda, diğer kamu hizmetlerine nazaran ihmale uğramış olan adalet
mekanizmasının ve mahkemelerin ihtiyaçlarının süratle giderileceği ve yargı bağımsızlığı için adli teminat müessesesinin revize edilmesinden yana oldukları belirtilmiştir. Bayındırlık hizmetlerinde büyük bir hamleye ihtiyaç duyulduğunun belirtildiği Program’da, içişleri hizmetlerinin ihtiyaca cevap verecek düzeye ve kapasiteye kavuşturulması, milli eğitim ve öğretimin yurt kalkınmasına ve bu kalkınmanın doğurduğu ihtiyaçlara cevap verecek biçimde yeniden şekillendirilmesi gerektiğine değinilmiştir. Milli eğitim ve öğretimde din eğitimine ayrı bir önem verdiğini belirten RP, din eğitiminin manevi gelişmenin temeli olduğu ve milli kalkınma hamlelerinde Türk milletinin manevi potansiyelinin harekete geçmesine ve bu hamlelere hız verilmesine olanak sağlayacak şekil ve şartlara kavuşturulması gerektiği temasını işlemiştir. Ailenin milletin temeli olduğuna inanıldığı vurgusunun yapıldığı Parti Programı’nda, fertlerin manevi eğitim ve gelişiminin aileden başladığı, ailenin güçlenmesi, huzur saadet ve selamet içinde yaşaması ve her türlü yıkıcı maddi ve manevi tehditten korunması için gereken bütün önlemlerin alınmasının vazgeçilmez prensipleri arasında olduğu ifade edilmiş olup, ailenin dışında birey olarak
kadına değinilmemiştir (Refah Partisi Programı, 1986: 8-23).
Ancak RP döneminde önceki Milli Görüş partilerinden farklı olarak kadın, kamusal ve siyasal alanda görünmeye başlamıştır. İslami hareketin yükselişiyle birlikte eskiden evlerine hapsedilen kadınların artık cemaat ya da partinin çıkarları için belli düzeydetoplumsallaşıp siyasallaşmasına izin verilen 1980’ler Türkiye’sinde, bu amaca uygun olarak cemaatler ya da parti bünyesinde kadın birimleri kurulmuştur. Büyük ölçüde erkeklerin denetimi altında bulunan bu birimlerin kadın konusunu ayrı ve özel bir formda ele alması arzulanan bir şey değildi; ancak konunun hayatiyeti ve buralara devam eden kadınların belki de yegâne kamusal mekân olmaları nedeniyle bu birimler adeta “kadınlar gettosu”na
dönüşmüştür. Özellikle büyükşehirlerde faaliyet gösteren birçok cemaatin bünyesinde, bazı durumlarda bir dernek ya da vakıf tabelası altında örgütlenen bu birimler, bir tür “kadın kolu” işlevi üstlenmiştir (Çakır, 2000: 32). 1980’lerde ülkede yaşanan bu dönüşümde RP’nin payı oldukça büyüktür. 1980 sonrasında kadın konusunda en büyük atağı gerçekleştiren siyasi parti olan RP, bir yandan başörtüsüyle üniversitelere devam edilmesine öncülük ederek destek vermiş, diğer yandan da kadınları siyasal faaliyetlere çekerek onları kendi programları doğrultusunda harekete geçirmiştir. Parti bünyesinde faaliyet gösteren kadın komisyonlarında görev alan RP’li kadınlar, 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde partilerini birçok yerde yerel yönetimlerin başına getirmişlerdir.
RP’li kadınların bu seçimlerde İstanbul’da ev ev dolaşarak yaptığı çalışmalar, partinin kadına bakışında büyük bir aşınmaya yol açmıştır. İslami bir söylemle yola çıkan RP, fikirlerini sahiplendiği İslami düşünürlerin karşı oldukları “kadının kamusal alana çıkışı” konusunda büyük bir yol kat etmiştir. RP’nin kadınlarda siyasete karşı uyandırdığı ilgi, kadınların zamanla geleneksel ev kadını rolünden sıyrılıp “politik birey”e dönüşmesinde önemli bir rol üstlenmiştir (Çaha, 2010: 257).
İslamcı kadının siyasallaşmasında kilit rol oynayan RP’nin daha iyi analiz edilebilmesi için, öncelikle RP’nin en büyük başarısı olan 27 Mart 1994 yerel seçimleri ve kısmen onun semeresi olan 24 Aralık 1995 genel seçimlerinin üzerinde durulması, akabinde genel seçimlerden 28 Şubat sürecine uzanan ‘yukarıdan ayarlı’ döneme değinilmesinde yarar vardır. %19.1’e varan oy oranıyla 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde oylarını artıran RP’nin bu başarısı, RP’ye Türkiye’nin en büyük iki şehrinin -Ankara ve İstanbul’un- yanı sıra,
birçok il merkezini kontrol etme olanağı tanımıştır (Küçükcan, 2003: 493). 1994 yerel seçimleri, Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanı olduğu İstanbul örgütünün başını çektiği “Yenilikçiler”in gerçek gücünü ortaya çıkarmıştır. Erdoğan’ın en yakın rakibi ANAP’lı İlhan Kesici’ye 100 binden fazla oy fark atıp İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesiyle ülkede yaşanan büyük şok, Ankara’da 11 bin oy farkla RP’li Melih Gökçek’in seçilmesiyle iyice katmerleşmiştir (Çalmuk, 2005: 551-552).
Ankara ve İstanbul’un Büyükşehir Belediye başkanlıklarının alındığı yerel seçimler, adeta siyasal İslam’ın zaferi olmuştur. Seçimlerde büyükşehirlere alışamayan, ahlaki değerleri yozlaşmış ve dinden kopmuş olarak gören büyük kentlerin taşralı sakinleri, dini ve RP’yi bir sığınak olarak görmüştür. RP’nin gecekondu semtlerinde yaptığı yoğun propagandalar da Partinin başarısını artırmıştır (Ay, 2004: 7). Ana muhalefet partisi oylarında düşmenin olduğu, iktidarın büyük ortağı DYP’nin ancak vaziyeti kurtarabildiği ve küçük ortak SHP’nin tam bir hezimet yaşadığı bu seçimler, oylarında artış beklenen MHP’de de tam bir şok etkisi yaratmıştır. Oy oranından öte bir de ortada pratik bir sonuç bulunmaktaydı: RP’nin kazandığı belediye başkanlıkları başta İstanbul ve Ankara olmak üzere ülke nüfusunun üçte birini yönetecekti. Sonuç olarak RP dışında kimsenin hesabının tutmadığı bu seçimlerde (Türköne, 1994: 66)
RP, 6 büyükşehir, 22 il, 92 ilçe ve 207 belde olmak üzere toplam 327 belediye başkanlığı kazanmış, Güneydoğu’dan da birinci parti olarak çıkarak geleneksel oy deposu olan Kürt illeriyle olan ilişkisini rehabilite etme noktasında önemli adımlar atmıştır (Çalmuk, 2005: 551-552).
Yukarıda da değinildiği gibi, 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde RP’nin gösterdiği bu başarı, 24 Aralık 1995 genel seçimlerinde RP’nin %21’lik oyla birinci parti olmasının yolunu da açmıştır. Başka bir ifadeyle 1995 genel seçimlerinde elde edilen bu başarı, 1994 yerel seçimlerinde kazanılan başarıyla birlikte yerel yönetimlerdeki rüzgârın genel siyasete yansımasıydı (Akdoğan, 2005: 622). Seçimlerden önce yayımlanan Refah Partisi 24 Aralık 1995 Seçimleri Seçim Beyannamesi’nde, ülkedeki sorunların asıl sebebinin taklitçi zihniyetlere sahip partilerin yanlış politikaları olduğu ve bu sorunların çözümünün Refah Partisi’nden geçtiği belirtilmiştir. Seçim Beyannamesi’nde; kuvveti üstün tutan taklitçi siyasi partilere rağmen hakkı üstün tuttuğunu iddia eden RP, Batı’ya uydu olmak yerine bağımsızlıktan yana olduğunu, “koyu faizci kapitalist düzene” rağmen “adil ekonomik düzen”i savunduğunu, baskıcı “gardiyan devlet”e rağmen insan haklarına ve özgürlüklere saygı duyan “garson devleti” öncelediğini, inançlı temiz kadrolarla yürütecekleri Adil Düzen projesiyle ve gerçekleştirecekleri üretim seferberliğiyle işsizlikle mücadele edeceklerini, ekonomik kalkınmada IMF reçeteleri yerine Milli Görüş uygulamasına
geçileceğini, iktidarlarıyla geçim sıkıntısının ortadan kaldırılacağını ve herkesin refah düzeyinin yükseltileceğini, ülkede inananlara yapılan zulümlerin kaldırılarak ve güdümlü demokrasiye son verilerek gerçek demokrasinin tesis edileceğini, devletin gerçek manada hukuk devleti olacağını, dış politikada uydu değil lider bir Türkiye hedefi için bir Hıristiyan birliği olarak kurulan AB’den ziyade Dünya Müslüman Ülkeler Birliği’nin kurulması gerektiğini, iktidarlarıyla Adil Düzen çerçevesinde adil ekonomik düzen ve adil siyasi düzenin kurulacağı gibi adil ahlaki düzenin de kurularak ahlaki çözülmenin durdurulacağını ve bilakis manevi kalkınmanın yeniden planlı olarak başlatılacağını ifade etmiştir (Refah
Partisi, 1995: 3-10, 19-31). Seçim Beyannamesi’nde ifade edilen bu vaatlerden /hususlardan da anlaşılacağı üzere, mevcut siyasi partilerden oldukça farklı bir söyleme sahip olan RP’nin katıldığı 24 Aralık 1995 genel seçimleri, Türk siyasal hayatında bir dönüm noktasını teşkil etmektedir. Kamusal alanda dinin ve siyasetin yeniden yapılandırılmasıyla sonuçlanan seçimlerde RP’nin gösterdiği yükseliş, İslami yönelimli bir parti retoriğinin geniş bir halk desteği anlamına gelmektedir (Küçükcan, 2003: 494).
3.CÜ BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR..
.
POLİTİKACI,SİYASET,
28 ŞUBAT SÜRECİ,
ANALİZ,
BEKİR YILDIZ,
FAZİLET PARTİSİ,
KARŞILAŞTIRMALI,
MİLLİ GÖRÜŞ,
Milli Görüş Hareketi,
NECMETTİN ERBAKAN,
PARTİSİ: REFAH PARTİSİ,
RECAİ KUTAN,
ŞEVKET YILMAZ
BİLGİ EDİNMEMİZİ SAĞLAYAN HER KİTAP. HABER, BİLGİ, BELGEYİ OKUMAK DEĞERLENDİRMEK,
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)