16 Aralık 2015 Çarşamba




28 ŞUBAT SÜRECİ ARİFESİNDE VE ERTESİNDE İKİ MİLLİ GÖRÜŞ  PARTİSİ: REFAH PARTİSİ (RP) - FAZİLET PARTİSİ (FP)  ( KARŞILAŞTIRMALI BİR ANALİZ ), 4



4. 28 ŞUBAT SÜRECİ ERTESİNDE MİLLİ GÖRÜŞ HAREKETİ’NİN SİLUETİ FAZİLET PARTİSİ: DEĞİŞEN ANCAK KADERİ DEĞİŞMEYEN SİYASİ PARTİ 

28 Şubat 1997 tarihli MGK bildirisinin ve 21 Mayıs 1997’de RP aleyhine açılan kapatma davasının ardından RP’nin kapatılma tehlikesini gören yetkililer (Mert, 2008: 79), geçmişte MSP’nin avukatlığını yaparak Erbakan’ın ve Milli Görüş camiasının takdirini kazanan İsmail Alptekin’in başkanlığında 17 Aralık 1997’de FP’yi kurmuştur. 16 Ocak 1998’de RP’nin kapatılmasına dair Anayasa Mahkemesi kararının verilmesinin ardından bağımsız kalan RP’li milletvekillerinin FP’ye geçişinde fazla sorun yaşanmamış olup, siyasi yasaklı isimler dışındaki bütün partililer FP’ye geçmiştir (Karaalioğlu, 2001: 10-11). Böylece TBMM’de temsil olanağına kavuşan FP’nin genel başkanlığına, 14 Mayıs 1998’de Recai 
Kutan getirilmiştir. 18 Nisan 1999 genel ve yerel seçimlerinde genelde %15.4, yerelde belediyelerde %18.4, büyükşehir belediyelerinde %23.7 oy oranını yakalamasına rağmen, FP’nin kaderi de selefi RP’ninki gibi olmuştur (Mert, 2008: 80). Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından, Anayasanın 69. ve 88. maddelerinin ihlal edilmesi ve FP’nin RP’nin devamı olması, ayrıca kapatılan partinin yöneticilerinin bir başka partinin yöneticisi ya da denetleyicisi olamayacağı ve partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu gerekçeleriyle 7 Mayıs 1999’da Anayasa Mahkemesi’ne kapatma davası açılmış ve 22 Haziran 2001’de Anayasa Mahkemesi kararıyla FP kapatılmıştır (Aykol, 2009: 258). 

Kısa siyasi hayatı bu şekilde özetlenebilen FP’nin genel amaçlarına bakıldığında, “gerçek demokrasiye, en geniş anlamda insan hak ve özgürlüklerine, millet iradesinin üstünlüğüne inanmak; düşünce ve ifade, din ve vicdan ile hür teşebbüs özgürlüklerinin en geniş ve tam manada kullanımına olanak sağlamak; ülkedeki haksızlığı, adaletsizliği, çifte standardı, yolsuzluğu, insanlara zulmü ve baskıyı kaldırarak, dürüst, temiz, adaletli, güvenilir ve millete hizmeti esas alan bir devlet yönetimini tesis etmek…” (Fazilet Partisi, 1998: 3) şeklinde demokrasi ve insan haklarının öncelendiği, liberal değerlerin vurgulandığı bir söylemin hâkim olduğu görülmektedir. FP, Programı kadar üst yönetiminde bir kısım eski 
ANAP’lı yöneticilerin yer alması ve Milli Görüş söyleminin tamamen terk edilerek liberal bir söylemin benimsenmesi bakımından selefi RP’den farklı bir parti profili çizmektedir (Poyraz, 2010: 326). 

RP’den farklı bir söylemle siyaset arenasında boy gösteren FP, kendi tabanının taleplerini formüle ederken ciddi gerilimler taşıyan karşıtlıkları ve çelişkileri yeniden üretme yoluna gitmektedir. Ancak ürettiği karşıtlıkları, artık sistemin varolan hegemonik söylemi olan Atatürkçülük ve laiklikle bağlantılı şekilde kurmaktan ziyade, yukarıda değinildiği gibi daha çok demokrasi, insan hakları ve özgürlükler gibi evrensel bir söylemle ilişkilendirmeye çalışmaktadır. Böylece RP’nin kapatılma sürecinde ve FP’nin yeniden kurulma süreci arifesinde reddettiği AB’nin ahlaki ve siyasi talepleri, kendisini hukuk dışı ilan eden onlara göre “laikçi” sistemin temsilcileriyle mücadelede kullanılabilecek önemli 
bir argüman olarak benimsemiştir (Dursun, 2004: 7). 
Başka bir ifadeyle RP’nin ardından Milli Görüş Hareketi’ni temsil eden FP, selefinden farklı olarak ve biraz da varlığını garanti altına almak kaygısıyla Batı’yla bütünleşme yanlısı, liberal ekonomi taraftarı, demokratik hukuk devleti savunucusu bir parti görünümüne bürünmeye çalışmıştır (Okutan, 2006: 317). 
FP’nin RP’den farklı bir siyasi parti olduğunu FP Genel Başkanı Kutan da, Pro İslamist televizyon kanalı Kanal 7’de yaptığı bir röportajda açıklamıştır. Röportajda Kutan; “FP’nin birincil hedefinin Adil Düzen’i kurmak olmadığı, insan hakları, siyasi özgürlük ve Türkiye’de özgürlük” olduğunu açıklamıştır. Kutan’a neden diye sorulduğunda, “geçmiş tecrübelerinden demokrasinin öncelikli olduğu ve onsuz hiçbir şeyin başarılamayacağı” cevabını vermiştir (Küçükcan, 2003: 497). 
FP’yle Milli Görüş Hareketi’nin dış politika yöneliminde görülen Batı ve AB yanlısı değişimi de Kutan’ın açıklamalarında görmek mümkündür. Şöyle ki, 3-4 Mayıs 2000’de İstanbul’da Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından düzenlenen Uluslararası Avrupa Birliği Şurası’nın açılışında konuşan Kutan; “21. yüzyılın eşiğinde gerek coğrafi açıdan, gerekse ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan Türkiye’nin 
önemli ilişkiler içinde olduğu AB’ye adaylık statüsü kazanmasının, kendileri için bu konuyu daha önemli hale getirdiğini” belirtmiştir. AB’nin son yıllarda geldiği nokta itibariyle artık sırf Avrupa’yı kapsayan bir coğrafyayı aştığını, bununla kalmayıp kültürel ve dini bakımdan Hıristiyan dünyasındaki Ortodoks sınırı aşıp, Türkiye’yle birlikte bir Müslüman ülkeyi de içine aldığını belirten Kutan, önemli bir tarihi gelişme ve insanlığın geleceği açısından bir dönüm noktası olarak nitelediği bu süreçte AB’yi sadece ekonomik bir birlik olarak değil, aynı zamanda insanlığın ulaştığı evrensel değerlerin bir ifadesi olduğuna inandığını dile getirmiştir. Bu değerlere en yakın İslam ülkesi olan Türkiye’nin 
bu değerlere ulaşmak için daha fazla gayret göstermesi gerektiğini belirtmiştir. İnsanı bizatihi bir değer olarak kabul eden İslam inancıyla insan haklarına tartışmasız bir kutsallık atfeden AB’nin bu açıdan örtüştüğüne değinen Kutan, AB ilkeleriyle Türkiye’nin inanç değerleri ve kültürel birikimleri arasındaki benzeşmenin Türkiye’nin en büyük kolaylığı olduğunu, ülkenin AB’ye üyelikte sancılı bir dönüşüm geçirmeyeceğini ve nihayet Türk toplumunun hem dini açıdan, hem de sosyal açıdan AB’ye hazır olduğunu belirtmiştir (Tetik, 2000: 26). 

FP, selefi RP’nin kolektif iktisadi anlayışından hayli uzaklaşmış bir görüntü sergilemiştir. FP’nin Programı’na bakıldığında bu daha iyi anlaşılmaktadır. Parti Programı’nda, devletin imkânlar dahilinde ticari ve sınai faaliyetlerin dışında tutulması ve bu çalışmaları özel sektör eliyle yaptırmanın gerekliliği, devletin asli fonksiyonu olan güvenlik, adalet, eğitim, sağlık ve altyapı gibi tam kamusal ve yarı kamusal mal ve hizmetleri üstlenmesi, denetleyici, düzenleyici ve yol gösterici olarak özel teşebbüsün gelişebilmesi amacıyla serbest piyasa ekonomisinin gereklerini sağlaması gerektiği, üretim ekonomisine geçişin sağlanması ana amacına ulaşmak istedikleri belirtilmiştir (Fazilet Partisi, 1998: 15-16). 

RP’nin sol partiler gibi demokrasi söylemini sıkça kullanan bir parti olmasına rağmen, demokrasinin siyasal ve iktisadi altyapısıyla ilgili ciddi sorunları bulunmaktaydı. Adil Düzen projesine dayanan iktisadi anlayışı, devletin rolünü artıran ve ekonomiyi kolektif ilişkiler yumağı içinde sürdüren bir anlayışı barındırmaktaydı. Bununla birlikte RP safında Batı’ya karşı açıktan ya da gizliden duyulan nefret, demokrasiye karşı bir kuşkuya dönüşmekteydi. Oysa FP, selefinin gösterdiği belirsizlikleri giderecek tarzda bir ifade netliğine kavuşmuş, siyasi liberalizm konusunda birçok partiden daha açık bir üslup kullanmıştır. Zira ordunun ve yargının soğuk nefesini sürekli ensesinde hisseden Milli Görüş Hareketi’ne mensup olan FP açısından siyasal sistemin demokrasiyle bağdaşmayan, hatta demokrasiye engel teşkil eden boyutları oldukça rahatsızlık verici ve özgürlükleri kısıtlayıcı nitelik arz etmekteydi. Bunun farkında olan FP, 28 Şubat sürecinde demokrasi söylemine özel olarak sarılmış, Türkiye’nin Batı’yla bütünleşme yönündeki ana hedefine ve bu hedefin gereği olan demokratik değerlere yönelmiştir (Çaha, 2000: 171). 
FP’yle Milli Görüş Hareketi’nde yaşanan bu değişim, Parti Programı’na ve özellikle 18 Nisan 1999 genel ve yerel seçimleri için FP’nin hazırladığı Fazilet Partisi Günışığında Türkiye 18 Nisan 1999 Seçim Beyannamesi’ne bakıldığında daha iyi anlaşılmaktadır. Parti Programı’nda “ülkenin Batı ile özellikle de AB ve ABD ile olan ilişkilerinin önemli olduğu, bu ülkelerle olan mevcut ilişkilerin güvensizlik ortamından kurtarılması, karşılıklı güven ve anlayışa dayalı bir politika izlenmesi” gerektiğine vurgu yapılmıştır (Fazilet Partisi, 1998: 35). Söz konusu Seçim Beyannamesi’nde Türkiye’nin bulunduğu coğrafi konum ve tarihi 
birikim bakımından Avrupa ile ilişkilerden uzak kalamayacağı, bu ilişkilerin düzeyinin ülkenin uluslararası konumunu etkilemeye devam edeceği belirtilmiştir. Bununla birlikte imzalanan Gümrük Birliği anlaşmalarının siyasi ipotekten uzak ve karşılıklı çıkarlar ekseninde gözden geçirilmesi gerektiği inancının paylaşıldığı Seçim Beyannamesi’nde, 


Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin tamamlanmasının hedeflendiği ifade edilmiştir (Fazilet Partisi, 1999: 45). Görüldüğü gibi FP, varlığını ve ideolojik meşruiyetini Batı karşıtlığı üzerine oturtan, iç politikada Batı yanlısı rakiplerine de “Batı kulüpçüler” olarak karşı çıkan diğer Milli Görüş partilerinden farklı olarak bu karşıt tutumu terk etmiştir. Hatta diğer partilerden daha ileride batıcı gözükmüş, AB’ye karşı çıkmamış ve bir an önce AB’ye tam üye olunmasını istemiştir (Poyraz, 2010: 327-328). 

Selefi Milli Görüş partilerinden farklı olarak sivil toplumun güçlendirilmesini ve sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkilere öncelikli konuları arasında yer veren FP, sivil toplum kuruluşlarıyla demokrasi kavramı arasında kurulan ilişkinin uzantısında, sivil toplum kuruluşlarının güçlendirilmesiyle demokrasinin güçlendirileceği, demokrasinin güçlenmesiyle halkın katılımının ve nihayetinde ülkenin güçlenmesinin sağlanacağını vurgulamaktadır. Gelecek yüzyılda temsili demokrasiden doğrudan demokrasiye geçişin yaşanacağını savunan FP, bu bağlamda toplumsal sorunların çözümündeki araçlardan biri olarak betimlediği sivil toplum kuruluşlarından, işçi-işveren temsilcilerine ekonomik sorunların çözümünde devletle birlikte hareket etme ve alternatif çözümler üretmelerine olanak tanıma hedeflerine de yer vermektedir. Katılımcı yönetim anlayışı nın kurumsallaşması amacına yönelik olarak sergilenen ekonomik kararlara çalışan kesimin katılımına dönük bu düzenlemenin yanı sıra, FP yerel yönetimlerde de sivil inisiyatiflerin etkin rol üstlenmelerinin sağlanmasını öngörmektedir (Öner ve Tan, 2000: 162-163). 
Bu yaklaşım, FP’nin Seçim Beyannamesi’nde de dikkat çekmektedir. Halkın yerel yönetim birimlerinin kararlarına katılabilmesi ve bu kararları denetleyebilmesi için tüm katılım kanallarının açılacağı ve bunların yasal güvenceye kavuşturulacağının belirtildiği Seçim Beyannamesi’nde, seçimlerde oluşturulan il genel meclisi, belediye meclisi ve köy yönetimleri şeklindeki organlara sivil toplum kuruluşları başta olmak üzere örgütlü halk katılımının sağlanmasının yasal güvenceye kavuşturulacağı belirtilmiştir (Fazilet Partisi, 1999: 15). 
FP’yi başta Milli Görüş partileri olmak üzere diğer partilerden ayıran 
özelliklerden biri de, katılımcı yönetim anlayışını “kültür ve sanat” etkinliklerine uyarlama vaadidir (Öner ve Tan, 2000: 164). Bu bağlamda FP, Seçim Beyannamesi’nde tamamen sivil bir alan olarak gördüğü kültür ve sanatın sivil toplum örgütleri, vakıflar ve gönüllü kuruluşların desteklenmesiyle güçleneceği inancını dile getirmiştir (Fazilet Partisi, 1999: 124). 

Demokrasinin güçlendirilmesi için sivil toplum kuruluşlarının da güçlendirilmesi gerektiği vurgusunu yapan FP, Parti Programı’nda devletin hâkim konumda değil, hizmet eden bir unsur olmasını, başka bir ifadeyle “devlet için millet değil, millet için devlet ve halka hizmet” prensiplerini esas aldığını; Partinin hukuka ve adalete bağlı, hukukun üstünlüğüne dayanan hukuk devleti anlayışı içinde temel hak ve hürriyetlerin teminatı olduğunu ifade etmektedir. Adaletin vatandaşlar arasında ayrım yapmaksızın gerçekleştirilmesi ve yasa önünde eşitliğin sağlanması şeklindeki devletin asli görevinin sağlıklı bir şekilde icra edilmesi için, adli teşkilat ve personelde yapısal düzenlemelere gidilmesi gerektiğinin 
belirtildiği Parti Programı’nda, ülkenin en önemli kaynağının maddi ve manevi bakımdan iyi eğitilmiş insanlar olduğu, bu bakımdan fırsat eşitliğine olanak sağlayan, çağdaş eğitimi izleyen ve geliştiren, bilgi çağını yakalamış, eğitim ve öğretim veren her kademedeki eğitim kurumunun desteklenmesi gerektiği dile getirilmiştir. Ayrıca FP her kademedeki okullarda tek tip birey yetiştirme anlayışından uzaklaşarak, dünyadaki gelişmeleri izleyen, küreselleşen dünyada uluslararası rekabete dayalı yarışmada yerini alabilecek kuşaklar yetiştirecek tarzda, bilim ve teknolojiye dayanan ve bu alandaki araştırmacıları destekleyen bir eğitim ve bilim politikasını savunduğunu belirtmektedir. Ailenin toplumun temel sosyal kurumu olarak görüldüğünün ve ailenin korunup geliştirilmesinin Partinin temel politikalarından biri olduğunun belirtildiği Parti Programı’nda, kadının ailenin ve toplumun temel direği olarak görüldüğü, kadının ekonomik ve sosyal hayatta daha başarılı olabilmesi için eğitim ve öğretimine özel önem verileceği ifade edilmiştir (Fazilet Partisi, 1998: 6-8, 28-30). 
FP Seçim Beyannamesi’nde de çalışan kadınların haklarının korunmasının öncelikli çözüm bekleyen sorunlar arasında gördüğünü ve buna dönük somut projelerinin olduğunu, kadının toplumsal konumu ve haklarının korunması, eğitimde, siyasi ve ekonomik hayatta erkeklerle eşit haklara sahip olması gerektiğini belirtmiştir (Fazilet Partisi, 1999: 102, 137). 

FP’nin Parti Programı ve Seçim Beyannamesi’ndeki bu farklılık, maalesef izlediği siyasete yansımamıştır. Nihayet 18 Nisan 1999 genel seçimlerinde de Parti tabanından gelmeyen iki kadın –Ayşe Nazlı Ilıcak ve Merve Safa Kavakçı- milletvekili olarak aday gösterilmiş ve her ikisi de İstanbul’dan milletvekili olarak seçilmiştir. Ancak Meclis’te 2 Mayıs günü yapılan yemin törenine başörtüsüyle gelen Kavakçı, DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in müdahalesi üzerine harekete geçen DSP ve bazı ANAP milletvekilleri tarafından Meclis’ten çıkartılmıştır. Daha sonra da Kavakçı, Bakanlar Kurulu kararıyla ABD vatandaşlığını bildirmediği gerekçesiyle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkartılmıştır (Toruk, 2011: 488). Yılmaz (2011: 784)’ın belirttiği gibi, her ne kadar FP’li erkeklerce Kavakçı olayı bir mağduriyet hikâyesi olarak kullanılmış olsa da FP’li erkeklerin 
tamamına yakının Kavakçı’nın Meclis’e başörtüsüyle girmesine destek vermemiştir. İktidarı ele geçiren FP’li erkekler seçimlerin ardından Meclis’e girmesine destek vermeyerek onu bir kadın olarak da yalnızlaştırmışlardır. 

Kısacası başta ekonomi ve dış politika anlayışı olmak üzere, birçok açıdan selefi Milli Görüş partilerinden farklı olduğu görülen FP, her ne kadar RP’nin kapatılma süreci sonrasında siyasi ve ideolojik mirasını görünüşte terk etmek zorunda kalsa da, her an sayısız meşruiyet sınavından geçmek durumunda kalmıştır. RP’nin ardılı olan FP, meşruiyet arayışı boyunca daha doğrudan biçimde sistem içine dahil edilme operasyonlarının gerilimleriyle başa çıkmak ve kendisini yeniden kimliklendirmek durumunda kalmıştır. FP’nin sürekli bir meşruiyet bunalımı içine sürüklenebileceğine dair beklentileri canlı tutan ve besleyen koşullar, özellikle 18 Nisan 1999 genel ve yerel seçimleri öncesinde sürmüştür. Askeri otoritenin siyasal faaliyet alanını bir ölçüde belirleyen meşruiyet ölçülerini MGK dolayımıyla takip eden Cumhurbaşkanı, 18 Nisan 1999 genel ve yerel seçimleri öncesi siyasi partilere gelecek seçim kampanyasının ordu ve 28 Şubat süreciyle hesaplaşmaya dönüştürülmemesini, hem dinin hem de askerin siyasete alet edilmemesini ve bölücülük yapılmamasını telkin etmiştir (Dursun, 2004: 7). 

Bu telkinler altında sürdürülen seçimlerde siyasi ittifaklar ve güç dengesi dramatik bir şekilde değişmiştir. RP’nin halefi FP, bu seçimlerde güç kaybetmiştir. RP’nin kısa süreli iktidarı boyunca İslamcılarla laikler arasında çıkan gerilim, birçok oy verenin her ikisi de dini konuları seçim kampanyaları dışında tutan DSP ve MHP’ye dönmesine yol açmıştır (Küçükcan, 2003: 498). Yukarıda da değinildiği gibi seçimlerde %15.4 oranında oy alarak 111 milletvekili çıkarmasına rağmen, FP makus kaderinden kurtulamamıştır. Genel seçimlerin ardından Merve Safa Kavakçı’nın yemin törenine başörtüsüyle gelmesi üzerine, ülkede türban tartışmaları alevlenmeye başlamıştır. Böylece FP’yle ilgili dosyalar, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nca toplanmaya başlamış (Mert, 2008: 80), nihayet 7 Mayıs 1999’daYargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş tarafından FP’nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne dava açılmış ve kapatma davasından bir gün önce FP’den istifa eden İstanbul Milletvekili Aydın Menderes dışındaki FP’li milletvekillerinin tümünün milletvekilliğinin sona erdirilmesi istenmiştir. Böylece FP açısından kapatılma baskısı altında geçecek iki yıl iki aylık süreç başlamıştı (Karaalioğlu, 2001: 81). 
Kapatma davasının ardından FP açısından yaşanan başka bir talihsiz olay da Kutan’ın grup toplantısında yaptığı konuşmada Hizbullah konusunda orduyu suçlayan ifadeler kullanması üzerine, Genelkurmay Genel Sekreterliği tarafından adeta ordunun FP hakkında beslediği bütün duyguları ortaya koyan sert bir bildiri yayınlamasıdır. Bu bildirinin akabinde kapatma davasının ardından orduyla yaşanacak bir polemiğin aleyhte sonuç doğuracağı endişesiyle FP kanadında birçok girişimde bulunulmuş; ancak durum kotarılamamıştır. 
Çünkü bu, FP ile ordu arasında yaşanan ilk gerilim değildi. Daha önceden de seçimlerden önce Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’e aktif bir siyaset izleyememesine rağmen FP’nin birinci parti olduğunun gözlendiği aktarılmış ve bununla ilgili görüşü sorulduğunda Bir, “FP’nin hala birinci parti, irticanın da birinci tehdit olduğu” cevabını vermiştir. Bunun akabinde Kutan da “sandıktan çıkana razı olmak zorunda oldukları, kimsenin Cumhuriyeti kendi emelleri için kullanmaması ve topluma biçtiği elbiseyi giydirmeye çalışmaması 
gerektiği” şeklinde sert bir açıklama yapmıştır. Askerin siyaset üzerindeki ve özellikle de FP üzerindeki “bıktırıcı” etkisi sürekli devam etmiş ve 28 Şubat komuta heyetinin değişmesi dört gözle beklenmiştir. Ancak Ağustos 1998’deki Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantısında Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna oturan Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, toplumda ordunun üst kademesindeki değişimle ordunun siyasi hayata daha az müdahale edileceği yönündeki beklentileri boşa çıkaracak bir açıklama yapmıştır. Kıvrıkoğlu’nun açıklamaları arasında sonradan sloganlaşacak olan “28 Şubat süreci gerekirse bin yıl sürer” sözü konunun hayatiyetini göstermektedir (Karaalioğlu, 2001: 38-39, 102). 

Ancak FP’nin sorunu yalnızca kapatma davası ve başından beri ordunun FP’ye karşıt tutumu değildi. FP’deki bir diğer sorun da kuruluşundan sonra yönetiminde kimlerin yer alacağı sorunuydu. Aslında baştan beri, RP yönetiminde üst düzey görev yapan isimlerin bu partide de etkin rol oynayacakları belliydi. Sorun daha çok kimin genel başkanlık koltuğuna 
oturacağıydı. Tayini Erbakan’ın yapacağı herkesçe kabul edilmiş, tartışma daha çok Erbakan’a tesir edebilme düzeyinde sürdürülmüştür. Nevzat Yalçıntaş, Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül gibi isimlerin telaffuz edildiği bu süreçte, Erbakan’ın adayı Recai Kutan olmuştur. Ancak 14 Mayıs 2000’de yapılan FP Kongresi’nde Parti içindeki “Gelenekçi” kanadın adayı Kutan’ın karşısına “Yenilikçi” kanat tarafından Abdullah Gül çıkarılmıştır. Kutan’la Gül arasında yapılan kıyasıya yarış, 521 oya karşılık 633 oyla Kutan’ın birinci olmasıyla sona ermiştir (Karaalioğlu, 2001: 11-12). FP Kongresi’nde yaşanan bu deneyim, FP’nin RP’nin devamı ya da yalınkat tekrarı olmadığını göstermekteydi. Çünkü ilk kez bir kongreye iki adayla gidilmişti. Milli Görüş Hareketi’nin meşruiyet temeli ve geleneği bakımından cesur bir teşebbüs sayılan “Yenilikçi” kanadın 
“serbest iradeye dayalı yarış talebi” otuz yıllık geçmişi olan bu siyasi çizginin büyük bir kırılmaya uğradığını göstermekteydi (Bulaç, 2009: 548). “Yenilikçi” kanat, artık salt kendilerini siyasi sahneden uzaklaştırmaya çalışan ‘karşı kitlenin’ varlığı üzerinden siyaset yapmakla mesafe kat edemeyeceklerini, aynı zamanda Milli Görüş çizgisinin de geçmişte yaptığı hataların sorgulanması gerektiğini anlamış olup, sistemle uyumlu, demokratik, hukuki, liberal ve Batı eksenli politikalara yönelmeyi tercih etmiştir. Bu yüzden 28 Şubat 
süreciyle RP’nin kapatılmasından Partinin “efsanevi lideri” Erbakan sorumlu tutulmuş ve Milli Görüş geleneğinde adeta devrim niteliğinde gelişmeler gözlenmiştir (Tekin, 2004: 53). 
Yaşanan gelişmeler neticesinde örgütlü bir muhalefet yürüten “Yenilikçiler”in parti içinde arzu ettikleri siyaset tarzını yürütemeyecekleri anlaşılmıştır. Ancak “Yenilikçiler”in FP’den ayrılmasına gerek kalmadan, Anayasa Mahkemesi kararıyla 15 Aralık 2000’de FP kapatılmıştır (Akdoğan, 2005: 624). Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kapatma kararı, Milli Görüş Hareketi içinde iki siyasi partinin doğmasına yol açmıştır. 28 Şubat sürecindeki yenilgiyi mevzi kayıp olarak niteleyen İslamcı kesimlerde, farklı kurumlar altında örgütlenmeye, FP’nin ardından Saadet Partisi (SP)’ni kurmaya ve Milli Görüş Hareketi’nde siyaset yapmaya devam edenler olmuştur. Ancak toplumda “ne zaman iktidara gelseler 
engellenecekler” şeklinde yaratılan algıya, yaşanan sorunların İslamcılığın “ideolojik” yenilgisine dayandığı tespitini yapanlar da eklenince, farklı bir çatı altında daha popüler örgütlenmelere gitmeyi tercih edenler ve Milli Görüş Hareketi içinde sivrilen “Yenilikçiler” Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti)’nin kuruluş sürecinde yer almıştır (Yılmaz, 2005: 615). 


5.Cİ  BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR,

.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder