Osmanlı Devleti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Osmanlı Devleti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ekim 2019 Pazar

OSMANLI VE ARAPLAR., BÖLÜM 1

OSMANLI VE ARAPLAR., BÖLÜM 1



Osmanlı ve Araplar  1 ' Arapçılık Anakronizmdir '

Anakronizm: Herhangi bir olay ya da varlığın içinde bulunduğu zaman dilimi (dönem) ile kronolojik açıdan uyumsuz olması. Özellikle edebiyat ve sanatta genellikle eserin geçtiği tarihi döneme ait olmayan varlıkları ve uygulamaları belirtmek için kullanılır.

Fatih Üniversitesi Tarih Bölüm Başkanı Prof. Tufan Buzpınar'la O.Doğu'nun Osmanlı'dan ayrılış sürecini konuştuk.

Aynur Erdoğan/ Dünya Bülteni.,

Türkiye'nin Suriye dış politikasında yaşanan gelişmelerle birlikte Osmanlı mirasına atıfla değerlendirmeler yapılmaya başlandı. Ortadoğu Osmanlı'dan nasıl ayrıldı? 
Ayrılma döneminde ve sonrasında yaşanan gelişmeler göz ardı edilerek Osmanlı mirasıyla politika üretilebilir mi? 
Kafamızda beliren bu sorularla, gelişmeleri biraz da Suriye tarafından görebilmek için Ortadoğu'nun Osmanlıdan ayrılış sürecini ve sonrasını 
Fatih Üniversitesi Tarih bölüm başkanı Prof. Dr. Tufan Buzpınar'la konuştuk. 
Prof. Dr. Tufan Buzpınar Arap milliyetçiliği söyleminin anakronizm olduğunu, Osmanlı döneminde bölgede ayrılıkçılığa sebep olacak bir milliyetçilik anlayışının 
olmadığını ve Avrupalı devletlerin müdahalesinin bölgedeki dengeyi bozduğunu söyledi. 

Aynur Erdoğan- Çalışmalarınız II. Abdülhamit dönemi ve Ortadoğu üzerine yoğunlaşıyor. Kafanızdaki temel sorun nedir? 

Tufan Buzpınar- Benim cevaplandırmaya çalıştığım temel soru şu: Osmanlı devleti bölgeden çekilme noktasına nasıl geldi? Asıl kırılma noktası nerede? 
Diğer bir ifadeyle çok ciddi problemler yaşanan modern Orta Doğu'nun oluşum süreci, doğuşu nasıl gerçekleşti? Bu soruya cevap ararken Napolyon'un Mısır'ı 
İşgaline kadar geriye gitmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bernard Lewis'in veya Charles Issawi'nin baktığı gibi Napolyon'un Mısır işgalini Orta Doğu'nun modern 
döneme geçişi, Orta Doğu insanının gözünün açılması, Batıyı keşfetmesi ve dolayısıyla kendisini geliştirmek için uykudan uyanması şeklinde değerlendir miyorum. 
Napolyon'un Mısır'ı işgalini ben de hakikaten tarihi bir dönüm noktası olarak görüyorum. Ama şu anlamda: Avrupa'nın büyük devletlerinin kendi aralarındaki rekabeti kıta dışına taşıyıp bugün Orta Doğu dediğimiz bölgeye yayması ve orada 19. yüzyılda ciddi bir rekabet içine girmesi; bu rekabette öne çıkan Fransa, İngiltere ve Rusya'nın bölgedeki nüfuz mücadelesinin Osmanlı Devleti'nin çok uzun yıllarda oturttuğu dengeleri bozması, Osmanlı Devleti'nin zaaflarının da dengenin bozulmasına mani olamaması, yani Avrupa'nın bölgede giderek daha fazla etkili olarak emperyal çıkarlarına hizmet etmeye çalışması ve sonuçta bugün karşımıza çıkan Osmanlı sonrası problemli bir yapı… Ben bu problemli yapının daha iyi anlaşılabilmesi için Osmanlı son dönemini iyi çalışmak gerektiğini düşünüyorum. 

O bölgenin Osmanlıdan kopuş nedeni olarak gösterilen Arap milliyetçiliğinin ittihatçılığa bir tepki olarak ortaya çıktığı söylenir. Arap milliyetçiliğinin kökeninde sizce ne var? 

Ben Osmanlı döneminde bir Arap milliyetçiliğinin olduğunu düşünmüyorum. 1870'lerden sonra Osmanlı yönetimini eleştiren veya onu kabul edilemez bulan 
bazı Arapların varlığını kabul ediyorum. Ama bu Osmanlıyı bölgeden tamamen çıkarmayı hedefleyen ve Arap milliyetçiliği olarak adlandırılabilecek bir harekete 
dönüşmüş görünmüyor. Biraz önce bahsettiğim dengelerin bozulmasıyla alakalı bir şey bu. Dengeler değişince bir kısım insanların referans noktaları da değişiyor. 

Mesela oturmuş dengeler şöyleydi: Osmanlı Devleti İslam'ı temel referans almış bir devlet olarak Müslümanların önceliğine dayalı bir sistem kurmuştu. 
Burada gayrimüslimlerin, yani Hıristiyanların ve Yahudilerin de bir yeri vardı. Böyle bir denge üzerine barış sağlanmıştı ve bu uzun süre devam etmişti. 
Avrupa'nın bölgede nüfuzu arttıkça bölgede Müslümanların önceliğine dayalı oturmuş denge kaybolmaya başladı. 

Önce Mehmet Ali Paşa Müslüman Hıristiyan eşitliği ilkesini getirdi. Bunu getirişindeki temel amaç da Osmanlı merkezine karşı Avrupa'nın desteğini almaktı. 

Bağımsızlık elde ederek o bölgenin yönetimini kalıcı olarak ele geçirmek istiyordu. Bunda da Avrupa'nın desteğini almadan başarılı olamayacağını düşündüğü için bölgeyi Avrupa'nın nüfuzuna açarak onların desteğini sağlamaya çalıştı. 

EŞİTLİK POLİTİKALARI KARGAŞA ÇIKARDI 

Tanzimat'ın da dış güçlerin desteğini sağlamak için ilan edilmesi gibi… 

Evet. Tanzimat da Osmanlılık anlayışı çerçevesinde bunu devam ettirirdi. Dolayısıyla Müslümanlar kendi devletlerinde Hıristiyanlarla ve Yahudilerle eşit statüye indirgenmiş oldular. Yani öncelikli konumda iken eşit konuma getirilince üstünlük konumlarını kaybetmiş oldular. Bu da tepki doğurmaya başladı. 
Nitekim Mehmet Ali Paşanın 1831–40 yılları arasında Suriye'de uyguladığı politikalar Nablus'ta, Beyrut'ta, Lübnan'da… isyanlara neden olmuştur. 

İsyanları Müslümanlar mı çıkarıyor? 

Nablus'ta Müslüman Araplar Mehmet Ali Paşa yönetimine karşı isyan ediyorlar. Lübnan'da Dürzîler isyan ediyorlar. 

Daha sonra da silahsızlandırma, vergilerin artırılması… 
İsyanları körüklüyor. Aynı dönemde Avrupa'nın bölgede giderek nüfuzunu artırması gerginliğin artmasına katkı yapıyor. 
Tabii olarak Avrupalılar bölgedeki Hıristiyanlarla işbirliği yani "iş" yapıyorlar. Ticaretlerini onlarla geliştiriyorlar. Bu da yadırganacak bir şey değildir. 
Kendi dinlerinden olan insanlarla iş yapmış oluyorlar. Fransızlar özellikle bölgedeki Katolikleri desteklemeye çalışıyorlar. Böyle olunca ticaret yapan kesim giderek güçleniyor. Yani Hıristiyanlar ekonomik olarak giderek daha kuvvetli hale geliyorlar. Ticaret biraz Kuzeye kayıyor ve Beyrut Limanı üzerinden yapılıyor. 
Beyrut o kadar hızlı gelişiyor ki 1880'lere gelindiğinde artık bir sancak statüsü yetmeyecek kadar gelişiyor ve Suriye vilayetine bağlı bir sancak olmaktan çıkarılarak müstakil bir vilayete dönüştürülüyor. Bu hızlı gelişmenin lokomotifi aslında Avrupa'yla ticarettir. 
Bu ticaretin kaymağını da bölgenin Hıristiyanları yiyor. 

Müslümanlar açısından? 

Dolayısıyla onlar giderek güçlenirken Müslümanlar, konumları yerinde saymış olsa bile, zayıflamış oluyorlar. Bu da büyük gerginliklere yol açıyor. 
1860 ve 61'de Önce Lübnan'da başlayan sonra Şam'a sıçrayan çatışmalarda çok sayıda Hıristiyanın öldürülmesinin arkasında aslında bu gerilim yatıyor. 
Bu, bölgenin İslam dönemi tarihinde görülmemiş bir şeydir. 

AVRUPALI DEVLETLERİN ETKİSİYLE MEZHEPÇİLİK GELİŞİYOR 

Toplumsal yansıması ne oluyor? 

Bu insanlar yıllardır birlikte yaşıyorlar. Hiçbirisi o bölgeye yeni gelmedi. Ne Dürzîler ne Marunîler ne Şii Müslümanlar ne Sünni Müslümanlar… 
Bu kadar uzun süre bölgede birlikte dengeli bir şekilde yaşamış insanlar ne oldu da 19. yüzyılda birbirlerine silah çeker hale geldiler? 
Amerikalı bir araştırmacının tabiriyle "the culture of sectarianism", yani mezhepçilik kültürü gelişiyor. Hepsi kendi dar anlamda mezhebini öne çıkarıyor ve diğerlerini dışlıyor. "Dışlayıcılık" gelişiyor. 
Birlikte yaşama anlayışından uzaklaşılıyor. 
Benim vurgu yaptığım nokta bu. 
Bunu biraz daha ileri götürdüğünüzde aslında geleneksel olarak söylenegelen Osmanlıdan kopuşu savunanların bazı Hıristiyan Araplar olduğu ve savaş yıllarında da buna bazı Arabistlerin katıldığıdır. 

Doğru mu bu tez? 

Dar anlamda buna "evet" diyebiliriz. Beyrut merkezli olarak bakıldığında 19. yüzyılda misyoner faaliyetlerini yeni bir gelişme olarak görüyoruz. 
İngilizler 1820'li yıllardan itibaren bölgede hiç yoktan bir Protestan cemaati oluşturuyor. 1840'lı yıllara gelindiğinde Protestan Piskoposluğunu kuracak seviyeye geliyorlar. 
Bu dönemde Müslümanları Hıristiyanlaştıramıyorlar. 
Yeni cemaat diğer Hıristiyan gruplardan devşiriliyor. 
Katolikler arasında Fransızlar, Ortodoks Hıristiyanlar arasında Ruslar ve biraz Kuzeyde olmak üzere Amerikalılar bölgede misyoner faaliyetlerini artırıyorlar. 
Bu da orada bir rekabet ve gerginlik oluşturuyor. Avrupa bölge ile sağlıklı bir ilişki kurmak için değil kendi çıkarları doğrultusunda nüfuz sağlamaya çalışıyor. 
Açılan okullar, kiliseler, hastaneler… bunların hepsi Müslüman cemaati Hıristiyanlaştıramadıkları için diğer Hıristiyanlardan Protestanlaştırma anlamına geliyor. 
Mesela gerginliğin nereden kaynaklandığını göstermesi bakımından çok enteresan bir örnek vereyim: 
Yanılmıyorsam 1823 yılında İngiliz Protestan misyonerleri Lübnan'da Malta'da basılmış İncilleri dağıtıyorlar. 
Lübnanlı Katolik Hıristiyanlar Papalığın onayı olmayan İncil dağıtıldı diye ayaklanıyorlar. Protestan misyonerler canlarını zor kurtarıyor ve dağıtılan İnciller toplatılıyor. 

Aynı dinin iki mezhebi arasında da çatışma yaşanıyor? 
Evet. Mezhepler arasında tahammülün azaldığı ve karşılıklı saygı ve anlayışın zayıfladığı bir ortama doğru gidiliyor. İşte bu durum çatışmaları doğuruyor. 
Temel sebep Avrupa devletlerinin Osmanlı üzerindeki çıkar mücadelesi mi? 

Bu sürece daha geniş açıdan baktığınızda Şark meselesiyle irtibatlı görebilirsiniz. Avrupa'nın güçlü devletleri 18. yüzyılın son çeyreğinden itibaren 
Osmanlı Devleti'ne yıkılacak gözüyle bakmaya başlıyorlar. Osmanlı Devleti çok kıymetli topraklar üzerinde hüküm sürüyor. Yıkılırsa bu kadar kıymetli toprakları 
kim ele geçirecek? Kim ele geçirirse ona avantaj sağlayacak. O halde rakip olan diğer bir güç ele geçirmesin diye herkes ilgisini artırıyor. 
Yani Ruslar, Fransızlar ve İngilizler herkes birbirini kolluyor. 1798'de Fransa Mısır'ı işgal ettiğinde ilk tepki veren Osmanlılar değil, İngilizler olmuştur. 
Osmanlılar daha donanmasını göndermeden Fransız donanmasını İngilizler bombalıyorlar. 

YAHUDİ GÖÇÜNÜ İNGİLİZLER DESTEKLİYOR 

Neden, İngilizler neden rahatsız oluyor? 

Çünkü bu işgali birinci derecede kendi çıkarlarına, kendi Hindistan güzergâhları açısından tehdit olarak değerlendiriyorlar. Ardından bölgedeki yapılanmayı 
gözden geçirdiklerinde İngilizler kendilerini Fransızlara ve Ruslara karşı daha zayıf görüyorlar. Çünkü Fransızların Katoliklerle çok uzun süredir devam eden 
diyalogu var, ticarette önceliği var. Rusların bölgedeki Ortodokslarla diyalogu var ve bölgedeki Hıristiyanların çoğunluğu Ortodoks. Bu çok önemli bir avantaj. 
İngilizlerin bölgede doğrudan diyalog kurduğu kimsesi yok. İşte bundan sonra Protestan cemaatini oluşturmaya çalışıyorlar, Yahudilerle yakından ilgilenmeye 
başlıyorlar. Osmanlı Devleti'yle ta başından beri problemli olan Dürzilerle ilgileniyorlar. Yani yabancı müdahalesi bölgenin dengelerini aslında şu anlamda da değiştiriyor: bölgede zayıf olan dışardan destekle kuvvetli duruma gelmeye çalışıyor. Bir de enteresan bir durum olarak; bölge insanının bakış açıları değişiyor. 

Yani daha önce otoritenin kaynağı olarak Osmanlı merkezine bakarken şimdi giderek güç kaynağı çoğalıyor. Bir kısmı Ruslara, bir kısmı Fransızlara, bir kısmı 
İngilizlere bakmaya başlıyor. Osmanlıya bakan önemli bir kitle var. Ve bu süreçte 1870'lerden itibaren bir de Yahudi göçü unsuru eklenmeye başlıyor. 

Avrupa'nın kıta dışına yaydığı bu nüfuz mücadelesiyle bölge giderek barışı, huzuru arayan bir yer haline geliyor. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

21 Haziran 2019 Cuma

Musul ve Kerkük için verilen mücadele ve günümüze yansıyanlar.,

Musul ve Kerkük için verilen mücadele ve günümüze yansıyanlar.,




Paylaş

Zekeriya Türkmen’e göre, İngiltere’nin Çarlık Rusya ile “Doğu Sorunu”na (Şark Meselesi) [[1]] yönelik mutabakata varması Osmanlı’nın Musul Vilayeti’nin [[2]] ilerleyen yıllardaki kaderini tayin etti. Bu mutabakat sonrası İngiltere, müstemlekelerine karşı Almanya’nın giriştiği talepkâr politikaya karşı, Rusya’yı yanına alarak batıda Almanya’ya karşı yeni bir cephe açmış, doğuda ise Hindistan yolunu güvence altına alarak Güney Mezopotamya’nın yer altı zenginliğini ele geçirmiştir.
Osmanlının son döneminde Musul Vilayeti. Kaynak: http://www.orsam.org.tr/files/Kitaplar/5tr.pdf
İngiltere, Osmanlı Devleti Birinci Dünya Harbi’ne iştirak etmeden önce, “Hindistan İstila Gücü” isimli askeri birliklerini 23 Ekim’de Bahreyn’e konuşlandırdı ve Şii Arap aşiretleri arasında istihbarat faaliyetlerini başlattı. 29 Nisan 1916 tarihinde Osmanlı Ordusu’nun İngilizlere karşı kazandığı Kut-ül Amare Zaferi, İngilizlerin Irak’taki ileri harekâtına ket vurmuştu. Ancak Haziran 1916’da başlatılan Arap İsyanı sonucu 1917 Mart ayında Bağdat düşmüş ve Musul yolu İngilizlere açılmıştı.

Mondros Ateşkes Antlaşması ve sonrası

30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması sırasında İngilizler Musul’un 60 km güneyinde bulunmakta; Türk Ordusu ise, Musul-Erbil-Süleymaniye üçgenini kontrol altında tutmaktaydı. Kerkük merkezi hariç, Süleymaniye ve genel olarak Musul vilayeti 6. Ordu komutanı Ali İhsan Sabis Paşanın denetimi altındaydı.
İngilizler, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın 7. maddesini gerekçe göstererek “bölgedeki Hıristiyan halkın katledildiği” yalanını bahane ederek Musul’un boşaltılmasını Ali İhsan Paşadan istediler. Ali İhsan Paşa her ne kadar bu gerekçe ve teklifi reddetmiş, direnmişse de sonrasında İstanbul’dan gelen emir üzerine kuvvetlerini Musul’dan Zaho hattına kadar geri çekmek zorunda kaldı. Şehrin boşaltılmasının ardından İngilizler 1 Kasım 1918 tarihinde Musul’u işgal ettiler.
İngilizler, Musul’a girmelerinden sonra bölgedeki Türk hâkimiyeti algısını kırmak ve işgali meşrulaştırmak için Kürt aşiretlerine yönelik propaganda faaliyetlerine hız verdiler. Bu doğrultuda Birinci Cihan Harbi’nde Güneybatı İran’da Alman istihbaratçı Wilhelm Wassmuss’a karşı üstünlük kuran Binbaşı Edward Noel görevlendirdiler. İngiliz ajanlarından Binbaşı Noel Musul ve Kerkük hattında, Binbaşı Soon Süleymaniye bölgesinde, Binbaşı Hay ise Erbil çevresinde örtülü faaliyetlere başladılar.
Noel, 7 Nisan 1919’da cepheyi genişleterek Anadolu’ya geçmiş ve Mardin’e gelerek Türklere karşı topyekûn bir Kürt Ayaklanması için aşiretlerle temasta bulunmuş ancak amacına ulaşamamıştı. Bölgedeki Kürt aşiretleri Osmanlı Mebusan Meclisi’ne gönderdikleri telgraflarla bölücü İngiliz propagandasını protesto etmişler; “Kürtlük ve Türklük bir bütündür. Birbirlerinin öz kardeşi ve din kardeşidir. Her iki toplum için vatan birdir… Kürtler vatanlarının kurtuluşu uğrunda şimdiye kadar Türklerle ilk savaş safında kanlarını akıtmışlar dır. Bundan böyle de hükümetimizin devamı ve mutluluğu için aynı şekilde davranacaklardır…” deklarasyonunu yapmışlardı. Benzer şekilde Musul-Kerkük hattındaki halkın da gayrimüslim bir istilacının idaresini kabul etmemesi, İngilizlerin Nasturi ve Asurîlere karşı imtiyazlı tavırları ve Müslüman halka uygulanan vergiler, İngilizler ve yerel halk arasında sokak çatışmalara sebebiyet vermiştir.
Bölgenin müslüman halkı TBMM’nin açılmasıyla beraber Milli Mücadeleyi desteklediler, Türkiye’nin tarafında yer aldılar.  Bölge halkı üzerinde Türk propagandası etkili oldu. Cizre Kaymakamı Sultan Maslat Bey, Van Valisi Ali Haydar Bey ve Musul’da Ankara Hükümeti tarafından desteklenen “Cemiyet-i Hilaliye”, halkı İngiliz işgaline karşı manevi olarak örgütlediler.

Misâk-ı Milli kararı

28 Ocak 1920 tarihinde son kez İstanbul’da toplanan Osmanlı Mebusan Meclisi, Ankara Hükümeti’nin teşvikleri ile Misâk-ı Milli kararını aldı (EK-1). Mustafa Kemal Paşa, Ankara Ziraat Mektebi’nde Ankara halkına hitaben yapmış olduğu konuşmada Misak-ı Milli’nin sınırlarını; “Bu hudut İskenderun Körfezi cenubundan Antakya’dan Halep ve Katma istasyonu arasından Cerablus Körfezi cenubundan Fırat nehrine mülaki olur (kavuşur). Oradan Deyr-i Zor’a iner; daha sonra Şarka temdit edilerek, Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi ihtiva eder…” ifadeleri ile açıkladı.
Bu sıralarda Anadolu’da Milli Mücadele başlamıştı. Doğuda Ermenilere karşı Batıda ise Yunanlılara karşı önemli başarılar kazanılmaktaydı. Anadolu’da mücadelenin başarıyla devam ettiği bu tarihlerde milli sınırlar içinde ifade edilen Kerkük, Süleymaniye ve Musul da TBMM’nin hedefleri arasındaydı.

Misak-i Milli sınırları

Gazi Mustafa Kemal Paşa TBMM’nin açılışından yaklaşık  bir hafta sonra Meclis kürsüsünden Misâk-ı Millînin güney sınırlarını şu şekilde ifade ediyordu:
“Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz, İskenderun’un cenubundan (güneyinden) geçer, şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudud-u millîmiz budur dedik!”
Mustafa Kemal Paşa, Musul’u, Kerkük’ü ve Süleymaniye’yi Anadolu’nun bir parçası olarak tanımlıyordu.
Kurtuluş Savaşında Musul Vilayeti İçin Verilen Mücadele
Sakarya Zaferi’nden ardından Ekim 1921’de Türk-Fransız diplomatik görüşmelerinin başlaması, Musul Meselesi’nde İngilizleri telaşa düşürmüştü. İstanbul’daki İngiliz yüksek komiseri Sir Rumbold’un 12 Ekim 1921’de Lord Curzon’a gönderdiği telgrafta, Türklerin Yunanlılara son darbeyi vurduktan sonra, Musul’a askerî bir harekât düzenleyeceklerini bildirerek, Musul için hem diplomatik hem de askeri tedbirler alınmasını tavsiye etmiştir.
Bölgedeki Türkmenler ve Revandiz-Erbil hattında bulunan Sürücü ve Zibar gibi Kürt aşiretleri, İngilizlere karşı çete harbine başlamışlar ve Ankara’dan da destek talep etmişlerdi. Bunun üzere Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle 1 Şubat 1922 tarihinde Kuzey Irak’a gönderilmek üzere bir milis birliği oluşturuldu. Birliğin başına Birinci Dünya Harbi’nde Filistin Cephesi’nde bulunmuş, gayrinizamî harp tecrübesi olan Teşkilat-ı Mahsûsa mensubu Şefik Özdemir Bey getirildi. Yapılan plana göre müfrezedeki rütbeli subaylar Türk olmakla birlikte er kademesinde Fransız Ordusu’ndan kaçan Tunus ve Cezayir asıllı Müslüman bedeviler ve bölgedeki Türkmen ve Kürt aşiretler yer alacaktı. Zira İngilizlerle diplomatik görüşmelerden dolayı “Musul Harekâtına resmi bir mahiyet verilmeyecek, görünüşte Türkiye ile hiçbir ilgisi olmadığı, şahsi ve mahalli teşebbüslerle meydana gelmiş olduğu kanaati uyandırılacaktı.
12 Haziran 1922 tarihinde, Elcezire cephe komutanı Cevat (Çobanlı) Paşa tarafından iaşe, silah ve cephane bakımından donatılan 100 mevcutlu müfreze Hakkâri’den Kuzey Irak’a girmiş, güzergâhı üstündeki halk tarafından büyük bir coşku ve heyecanla karşılanmıştı. Diyarbakır ile Şemdinan arasında iletişimi sağlamak için telgraf hattı çektiren Özdemir Bey, bölgenin ileri gelen aşiretleri ile de temasa geçerek hem müfrezeye milis hem de asayişi sağlamak için jandarma birlikleri oluşturdu. Ankara Hükümeti ise eş zamanlı olarak müfrezenin geçtiği yerlere mülkî amirler atayarak siyasi boşluğu doldurmaya çalışıyordu. 22 Haziran 1922’de Revandiz’e ulaşan Şefik Özdemir Bey Müfrezesine, İngilizler 10 Temmuz’da ağır bir hava bombardımanı başlattı. İngilizler ile ilk sıcak temas ise 31 Ağustos günü Derbent’te gerçekleşmişti. Derbent Muharebesini kazanan müfreze 5 Eylül günü Köysancak’ı alarak İngilizleri güneye püskürtü.
Müfrezenin ileri harekâtı karşısında tutunamayan İngilizler taktik değiştirerek kendi kontrollerinde Süleymaniye ve çevresinde yarı otonom bir “Kürt bölgesel yönetimi” oluşturmaya, Binbaşı Noel’in etki alanında olan Şeyh Mahmut’u Birinci Melik unvanı ile tahta geçirmeye çalıştılar. Ancak Şeyh Mahmut, Şefik Özdemir Bey’in kendisine gönderdiği heyet ile görüşerek İngilizlere karşı Süleymaniye’ye ortak bir harekât yapmayı teklif etti. Şeyh Mahmut’un bu siyasetinin arkasında İngilizlerin desteklediği Kral Faysal’a karşı Türk Devleti’nin desteğini alarak hâkimiyet alanında otonom bir bölge oluşturmak yatmaktaydı.
Eylül 1922’de Anadolu’daki mili mücadelenin başarıya ulaşmasını takiben İngilizler, Şefik Özdemir Bey Müfrezesi’ne karşı tazyiklerini arttırdılar. Köysancak’a ağır bombardıman başlatıp, uçaklar vasıtasıyla aşiretlere yönelik propaganda beyannameleri attılar. Ayrıca İran-Irak-Türkiye arasındaki sıfır noktasında konuşlanmış olan Simko İsmail Ağa’nın aşireti, İngiliz güdümlü Nasturi çeteleri ve Kral Faysal’ın emrindeki “şehhabe” adlı paralı askerlerin taarruzları; Şefik Özdemir Bey’in Müfrezesinin -en güçlü olduğu nokta olan Revandiz-Hoşnav hattında- savunmaya çekilmesine neden oldu.
7 Eylül günü Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın Bornova’dan Elcezire Cephe Komutanlığı’na gönderdiği tarihi telgrafta, Musul’un silahla alınması için gerekli hazırlıkların yapılması emredildi. Harekât planına göre; “Elcezire Cephesi bütün gücüyle Dicle’nin iki tarafından, nehir boyunca Musul yönünde taarruz edecek… 
Van, Hakkâri ve Iğdır sınır birliklerinden oluşan dağ bataryalarıyla takviye edilen bir piyade tümeni, bir süvari tugayı ve aşiretlerden oluşan süvarilerle İmadiye, Süleymaniye hattı üzerinden Musul ve Kerkük’e taarruzla görevlendirilmişti.

Lozan Barış Konferansı’nda Musul vilayeti

11 Kasım 1922’de Lozan Barış Konferansı başlatıldı. Konferansta görüşmelerin önemli başlıklarından biri Musul meselesi oldu.  Bu konunun hararetle tartışıldığı günlerde 2 Ocak 1923’te Mustafa Kemal Paşa TBMM’de şunları söylüyordu:
“…Musul vilayetinin hudud-ı millimize dâhil araziden olduğunu biddefaat ilan ettik. Lozan’da elyevm (bugünkü günde) karşımızda ahz-ı mevki etmiş olanlar bunu pekâlâ bilirler. Vatanımızın hudutlarını tayin ettiğimiz zaman büyük fedakârlıklara katlandık. Menafiimize mugayir (menfaatlerimize aykırı) olmakla beraber müsalemet perverane (barıştan yana) hareket ettik. Artık milli arazimizden en ufak bir parçasını bizden koparmaya çalışmak pek haksız bir hareket olur. Buna kat’iyen muvafakat etmeyiz”.  
Mustafa Kemal Paşanın bu açıklamalarının benzerleri milletvekilleri tarafından da ifade edildi. Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey, TBMM’de yaptığı heyecanlı bir konuşmada; “Paşa, ordunun başına otur, başka işin yoktur. Başkumandanlık vazifesini ifa et ve hudutlara bayrağımızı rekzet, bayrağını süngünü İngiliz’in gırtlağına daya!”  diyordu.
Türk tarafı Lozan Konferansında Musul ve Kerkük’ün çoğunluğunun Türk olduğunu, Kürtler ve Araplarla beraber Anadolu’nun bir parçası olduğunu savundu. İngilizler, Türklerin petrol zenginliği için Musul’u istediklerini öne çıkartarak konferansa katılan diğer devletleri de kendi taraflarına çektiler. Türk tarafı Musul meselesi de dâhil, kapitülasyonlar, Ermeni meselesi gibi konularda taviz vermedi. Gerilen ortam nedeniyle görüşmeler 4 Şubat 1923’te kesildi.
İngilizler; 1923 Şubat ayında Mareşal John Salmon’ın komutasındaki 8. Hava filosuna takviyeler yapmış, bölgeye Hindistan’dan kara gücü sevk etmiş, hava bombardımanı ve zırhlı birlikleri vasıtasıyla halk üzerinde algı operasyonu yapmış ve aşiretlere para dağıtmıştılar. Yürütülen bu faaliyetler en başından beri Türk tarafında olan Barzani ve Balik aşiretlerinin İngiliz safına geçmelerine neden olmuştu. Tüm bunlarla -zaten iaşe ve mühimmat sıkıntısı çeken- Özdemir Bey Müfrezesi zor durumda bırakılmıştı. 22 Nisan 1923 tarihinde Revandiz’in düşmesi ise Müfrezenin hareket kabiliyetini ortadan kaldırdı. 29 Nisan günü silah ve mühimmatıyla İran’a çekilen müfreze 10 Mayıs’ta Van’a geldi. Arabulucuların devreye girmesiyle Lozan’da görüşmeler 23 Nisan 1923’te yeniden başlatılmıştı. Gösterilen çabalara rağmen bölgede verilen askeri mücadele İngilizlerin lehine gelişmişti. Bu durumdan dolayı Lozan’da Musul Meselesi hakkında yapılan müzakerelerde diplomatik çaresizlikler yaşanmaktaydı.
Lozan’da Musul konusunda bir sonuca ulaşılamamış, Türkiye ile İngiltere yeni bir savaşın eşiğine gelmişti. Mustafa Kemal Paşa ise savaştan uzak durulması düşüncesindeydi. Musul’a yapılacak bir harekâtın ülkeyi sonu belirsiz bir savaşa sürükleyeceğini ifade etmeye başlayan Mustafa Kemal Paşa askeri seçenek yerine konunun konferansta çözülmesinin gerekliliğini öne çıkarmaya başladı. Kesilen Lozan görüşmelerinin tekrar başlamasının ardından Musul’un geleceği sonraya Türkiye ve İngiltere arasında yapılacak görüşmelere bırakıldı.

Musul vilayeti hakkında Milletler Cemiyeti kararı

Lozan konferansından sonra Türkiye-İngiltere ikili görüşmeleri başladı. İngilizler petrol bölgesi olan Musul ve Kerkük civarını Türkiye’ye bırakmayacaklarını açıkça ifade ettiler. Uyuşmazlığı gidermek amacıyla 19 Mayıs 1924’de İstanbul’da yapılan görüşmelerde İngiltere’nin Irak lehine Hakkâri üzerinde de hak iddia etmesi üzerine görüşmelerden sonuç alınamadı.
İngiltere Musul meselesini 6 Ağustos’ta -Türkiye’nin üyesi olmadığı- Milletler Cemiyeti’ne götürdü. Milletler Cemiyeti Musul meselesini 20 Eylül 1924’te görüşmeye başladı. Görüşmelerde Türk tarafı daha önceki görüşlerinde ısrar ederek Musul’da bir halk oylaması yapılmasını istediyse de İngiltere bu talebi de daha önce Lozan’da yaptığı gibi “bölgede yaşayan halkın cahil olduğu ve sınır işlerinden anlamadığı” gibi küstah bir gerekçeyle kabul etmedi.
Türkiye bölge ile ilgili tezlerini (Kürtlerin Türkiye’ye bağlanmak istediğini), Milletler Cemiyeti’nde de savundu. Ancak bu tarihlerde Türkiye’nin doğusunda çıkan Şeyh Sait isyanı ve hemen ardından bölgeye yönelik uygulamalar, Türkiye’nin tezinin zayıflamasına sebep oldu.
Milletler Cemiyeti, bir soruşturma komisyonu kurdu. Komisyon Irak’ta incelemede bulunarak Musul halkının görüşlerine başvuracaktı. Ancak, komisyonun çalışmalarını sürdürdüğü sırada İngilizlerin saldırgan tavırları ve kuzeye doğru yeni toprakları işgal etmesi, kanlı olayların meydana gelmesine neden oldu. Bunun üzerine komisyon Türk-Irak sınırını tanımlayan “Brüksel Hattı” adıyla bir rapor hazırladı. Bu raporu 16 Temmuz I925’te Milletler Cemiyeti Meclisi’ne sundu. Raporda yer alan temel görüşler ana hatlarıyla şöyleydi:
  • Brüksel Hattı’nın coğrafî sınır olarak tespit edilmesi,
  • Musul vilâyetinde çoğunluğun, sayıları 500 bini bulan Kürtlerden meydana geldiği,
  • Kürtlerin Türk ve Arap nüfustan fazla olduğu,
  • 1928 yılında sona erecek olan Irak’taki manda yönetiminin 25 yıl daha uzatılması,
  • Bölgedeki Kürtlere yönetim ve kültürel haklarının verilmesi kaydıyla Musul’un Irak yönetimine bırakılması,
  • Milletler Cemiyeti Meclisi’nin, bölgenin iki ülke arasında taksimine karar vermesi halinde Küçük Zap çizgisinin sınır olarak kabul edilmesi,
  • Milletler Cemiyeti, “Irak’taki manda yönetiminin uzatılmasını ve Kürtlere imtiyazlar tanımak suretiyle bölgenin Irak’a bırakılmasını uygun görmediği takdirde”, Musul’un Türkiye’ye bırakılmasının uygun olacağı,
  • İngiltere’nin Hakkâri üzerindeki iddia ve isteklerinin kabul edilmemesi.
Türkiye’nin bu komisyon raporuna itiraz etmesi üzerine, Konsey, 19 Eylül 1925’te La Haye Adalet Divanı’ndan görüş istedi. Divan’ın verdiği karar, Milletler Cemiyeti Meclisi’nin işini kolaylaştırır nitelikteydi. Milletler Cemiyeti Meclisi, Türkiye’nin karşı çıkmasına rağmen, 8 Aralık 1925’te Divan’ın kararını benimsediğini açıkladı. Hemen arkasından da 16 Aralık 1925’te Soruşturma Komisyonu Raporu’nu kabul ederek, Brüksel Hattı’nın güneyindeki toprakların Irak’a bırakılmasını kabul eden kararını aldı.
Türkiye’nin Milletler Cemiyeti kararına tepkisi büyük oldu. Ancak dönemin iç sorunları, Türkiye’nin henüz yeni savaştan çıkmış olması ve uluslararası alanda yalnız konumda bulunması, daha fazla direnilmesine engel oldu. Türkiye defalarca Musul konusundaki İngiliz oyunlarını kabul etmeyeceğini açıklamasına rağmen sonunda mecbur bırakılarak, Milletler Cemiyeti Meclisi kararına uydu ve 5 Haziran 1926’da yapılan Ankara Antlaşması ile Musul’u Irak’a terk etmeyi kabul etti.

Ankara Antlaşması

Türkiye ile Irak arasındaki sınırı belirleyen ve komşuluk ilişkilerini düzenleyen Ankara Antlaşması, 05 Haziran 1926 tarihinde Türkiye, Irak ve İngiltere arasında imzalandı. Antlaşma, 7 Haziran 1926’daTBMM’de onaylandı. Oylamaya katılan 145 milletvekilinden  142’si kabul, 2’si ret, 1’i çekimser oy verdi (TBMM Zabıt Ceridesi, C, 26, s. 164-195). Antlaşma, 18 Haziran 1926’da yürürlüğe girdi. Böylece bugünkü Türkiye-Irak sınırı çizildi.
Antlaşma; sınır, iyi komşuluk ilişkileri ve genel hükümler adları ile üç bölüm ve toplam 18 maddeden meydana geliyordu:
  • Antlaşmanın 1. ve 2. maddeleri ile Türk-Irak sınırı, “Milletler Cemiyeti’nin 29 Ekim 1924 tarihli Kararı”na (Brüksel Sınır Çizgisi’ne) atıf yapılarak çizildi.
  • Anlaşmanın 5. Maddesinde de bu sınırın herhangi bir şekilde değiştirilmesi eylemine geçilemeyeceği kabul edildi.
  • madde ise bölgedeki petrol gelirinin %10’unun 25 yıl süreyle Türkiye’ye bırakılmasını öngörmüştü. Türkiye daha sonra 500 bin İngiliz lirası karşılığında bu hakkından vazgeçti.
Antlaşma sınırlar konusunda “süresiz”di. İsmail Soysal’ın ifadesiyle  “Başka bir değişle sınır değiştirilmemek üzere çizilmişti.”  Antlaşmanın  sınırların değişmezliğine vurgu yapan  “birinci kesimi” süresizdi, ama  “ikinci kesimi” 18 Temmuz 1936’da sona eriyordu. Türkiye ile Irak, 8 Aralık 1936’daki “nota verişimi” ile antlaşmanın “ikinci kesimini” uzattılar. 1932’de Irak’taki İngiliz mandasının sona ermesiyle Türkiye-Irak arasında 1937  Sadabat Paktı’yla sonuçlanacak iyi ilişkiler kuruldu.
1. Dünya Savaşı’ndan sonra29 Mart 1946’da Irakve Türkiye arasında  Ankara’da bir antlaşma daha yapıldı. O antlaşmanın 1. maddesinde de  “1926 Antlaşması ile belirlenmiş ve çizilmiş sınıra saygı gösterileceği”  belirtildi (İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları,  C.1, s. 312-325).
Türkiye-Irak sınırını değiştirecek herhangi bir girişim,  1926 ve 1946 Ankara Antlaşması’na aykırıdır. Barzani’nin bağımsızlık referandumu,  Ankara Antlaşması’yla belirlenen Türkiye-Irak sınırının  “kesinliğini ve bozulmazlığını değiştirmeyi amaçlayan bir girişimdir.” Yani, Barzani’nin referandumuyla Irak’ın kuzeyinde kurulacak bir Kürt devleti, Ankara Antlaşması’na göre  “değiştirilemez” olan Türkiye-Irak sınırını değiştirecektir,  daha doğrusu  ortadan kaldıracaktır.
Ankara Antlaşması’nın hâlâ yürürlükteki “sınır rejimi”, antlaşmanın 1. maddesinde açıkça ifade edildiği gibi“Milletler Cemiyeti’nin 29 Ekim 1924 günlü oturumunda kararlaştırılmış çizgiye uygun olarak”  belirlenmişti. Türkiye-Irak sınırını belirleyen “Bürüksel Sınır Çizgisi”  anlaşmanın ekinde ayrıntılı olarak yer almıştı. Ankara Antlaşması  üç ülke; İngiltere, Türkiye  ve Irak arasında imzalanmış olsa da, antlaşmadaki Türkiye-Irak sınırını üç ülke değil, o zamanki dünyanın en önemli uluslararası örgütü  Milletler Cemiyeti Komisyonu  belirlemişti. Dolayısıyla Barzani’nin referandumu, her şeyden önce  Ankara Antlaşması’nın Milletler Cemiyeti  kararlarına dayanan uluslararası  “sınır rejimine” aykırıdır.

Musul’a Müdahale hakkı doğar mı?

Öncelikle, Ankara Antlaşması’nda “Irak’ın toprak bütünlüğü bozulursa Türkiye, Musul ve Kerkük’te hak iddia eder” diye bir madde yoktur. Ancak Ankara Antlaşması’nın  “Bozulmaz/değişmez”  Türkiye-Irak sınırı, tarafların onayı olmadan bozulursa, taraflar antlaşmadan doğan hukuki haklarını arayabilirler. Ayrıca  Ankara Antlaşması’nın Türkiye-Irak sınırı,  Milletler Cemiyeti Komisyonu’nun belirlediği “Bürüksel Hattı”na dayalı olduğundan, sınırı bozmaya yönelik teşebbüsler, uluslararası hukukun ihlali anlamına gelecektir. Bu durumda taraflar önce uluslararası hukuku  devreye sokmayı deneyebilirler,  buradan bir sonuç alamadıkları  takdirde  ise  Ankara Antlaşması’nın yürürlükteki “sınır rejimini”  korumak için gerekirse  güç  kullanabilirler. Türkiye sağduyulu, hesaplı ve gerçekçi hareket etmelidir.
Diğer bazı konu uzmanlarına göre ise Misak-ı Milli sınırları içinde kalan Kerkük ve Musul, 1926 yılında yapılan Ankara Antlaşması ile toprak bütünlüğü sağlanması şartıyla terk edilmişti. Irak’ın toprak bütünlüğü esas alınarak yapılan anlaşmaya göre, bugün  bölünmüş yapısı  ve bölgenin  illegal örgütlerin kontrolüne geçmesi Türkiye’nin haklarını gündeme getirmiştir. Buna göre, otorite boşluğundan kaynaklanan kaos ortamı, Türkiye’nin Kerkük ve Musul’a girebilmesi için uluslararası hukukta meşru zemini  hazırlıyor.  Yani  Türkiye eğer isterse, Kerkük ve Musul’daki haklarını uygulamaya koyabilir.
Yine de yapılacak eylem planı öncesi, Uluslararası hukuk iyi bir şekilde incelenmeli ve mevcut konjüktür gerçekçi olarak değerlendirilmelidir.

Kaynaklar

Cengiz EROĞLU, Murat BABUÇÇUOĞLU, Orhan ÖZDİL. 2012. Osmanlı Vilayet Salnamelerinde Musul. ORSAM Kitapları No:5. ORSAM Ortadoğu Kitapları No: 3.  http://www.orsam.org.tr/files/Kitaplar/5tr.pdf
Musul-Kerkük Meselesinin Tarihçesi: http://www.kerkuk-musul.com/tarihce_2.html
Sinan TAVUKÇU. 2015. Osmanlının Eski Eyaleti Musul Nereye? http://www.sde.org.tr/tr/newsdetail/osmanlinin-eski-eyaleti-musul-nereye/4267
Sinan MEYDANLI, 2017. 91 Yıllık Sigorta: ANAKARA ANTLAŞMASI. http://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/sinan-meydan/91-yillik-sigorta-ankara-antlasmasi-1715685/
Zekeriya TÜRKMEN, “Musul Meselesi: Askeri Yönden Çözüm Arayışları (1922-1925). Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 2011, 182 sayfa, ISBN: 978-975-16-1646-3”
[[1]] Hıristiyan Batı’ya göre Şark Meselesi Türklerin Anadolu’ya girdiği Malazgirt Savaşı’yla başlar, günümüze kadar gelir ve Türklerin Anadolu’dan tamamen çıkarılmasına kadar devam edecektir.
[[2]] Musul vilayeti, 1912 Osmanlı salnamesine göre Musul, Kerkük ve Süleymaniye sancaklarından oluşmaktaydı.

***