30 Temmuz 2017 Pazar

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 19

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 19


3.2.2.5. İsrail ile olan İlişkiler 

Başbakan Necmettin Erbakan’ın İslam ülkeleri ve dış politikadaki gezi programları genel olarak ülke kamuoyu, muhalefet ve dış ülkeler başta olmak üzere ABD tarafından büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. Özellikle Libya gezisi ve sonrasındayaşanan büyük kriz ve sonrasında İran gezisi sonrası tepkiler bunun açık göstergesi olmakla beraber hükümetin dış politikasını yeterince izah ediyordu. 

Orta Doğu Barış Sürecindeki olumlu gelişmeler ve Türkiye’nin Suriye’den duyduğu rahatsızlığın artmasından dolayı, İsrail’le ilişkiler 1990’ların ikinci yarısında her alanda ivme kazanmıştır. Bu süreçte, askeri ve ekonomik işbirliği ilişkilerdeki canlanmanın iki temel alanını oluşturmuştur (Erhan, Kürkçüoğlu, 2004, s.571). Bu süreçte, askeri ve ekonomik işbirliği ilişkilerde büyük canlanma lar meydana gelmiştir. Bu süreçte, 23 Şubat 1996 tarihli Askeri Alanda Eğitim ve Teknik İşbirliği Çerçeve Anlaşmasına dayanılarak 28 Ağustos 1996’da imzalanan Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması, Türk kamuoyunda en çok ses getiren anlaşma olmuş; iki ülke arasında savunma alanında bilgi transferi ve teknisyenlerin karşılıklı olarak eğitimi alanlarındaki çalışmalar bu anlaşmayla başlatılmıştır (TBMM, 2012, s.962). Bu gelişmelerle beraber 54 adet F-4 savaş uçağı 1996 yılında İsrail Uçak Sanayi (Israeli Aircraft Industry, IAI) fabrikasında bakım ve onarımı ile modernize edilmiş olmakla beraber her iki tarafta 
tatbikat faaliyetlerinde bulunmuş ve askeri alandaki işbirliğini geliştirmişlerdir. 

Bu dönem zarfında hızla gelişen Türk-İsrail işbirliği ortaklığı ülke kamuoyunda farklı tepkilere yol açmıştır. Türkiye’de öncülüğünü askeri kesimin yaptığı bir grup, Türkiye’nin İsrail’le olan bu yakınlaşmasını başından itibaren istemiş ve destek vermiştir. Diğer yandan, bu yakınlaşma RP tarafından temsil edilen kesimlerin bir kısmında, RP’nin iktidarı döneminde İsrail’le imzalanan bu anlaşmaların onaylanması tepkiyle karşılanmıştır (Erhan, Kürkçüoğlu, 2004, s.574). 

3.2.2.6. D-8 Toplantısı ve yaşanan gelişmeler 

Refah-Yol Hükümeti’nin Başbakanı Necmettin Erbakan’ın daha göreve gelir gelmez, bir yandan Türkiye’nin ekonomik durumu diğer yandan ise İslam ülkeleri arasında tesis etmek istediği birlik ve beraberlik çalışmaları, tüm dünyanın özellikle AB ve ABD’nin dikkatini Türkiye üzerine toplamıştı (Kazan, 2013, s.258). Başbakan Erbakan’ın Türkiye’nin ekonomik ve dış politikasına nasıl bir yön vereceği oldukça merak edilen konular arasında yerini almıştı. Başbakan Erbakan’ın ilk yurt dışı gezisini İran’a düzenlemesi ve bu ziyaret sırasında doğalgaz anlaşmasının imzalanması ve askeri işbirliği konularının görüşülmesi ve her iki liderinde olumlu mesajlar vermesi vb. gibi gelişmeler başta Türkiye’de büyük bir yankı uyandırmakla beraber dış politika ve ekonominin de nasıl şekilleneceği hakkında bilgiler veriyordu. 

RP lideri Necmettin Erbakan daha iktidara gelir gelmez ayağının tozu ile irticayı destekleyen ya da İslamcı rejimleri ile ön plana çıkan ülkeleri ziyaret etmeye başlamış ve yapmış olduğu girişimlerle G-7 Grubuna karşılık D-8 Grubunu kurma yolunda önemli girişimlerde bulunmuştur. D-8 Grubu yani gelişmekte olan İslam ülkeleri topluluğunu olarak bilinen bu grubun ortak özelliği aralarında din birliği olması idi. “Müslümanlar Kulübü” olarak da biline bu ekonomik yapılanma, G-7 Grubu ülkelerinde olduğu gibi aralarında bir benzerlik ve uyum bulunmuyordu. Bu yapılanma Başbakan Erbakan’ın Türkiye’nin dış siyasi ve ekonomik ilişkilerini geliştirip çeşitlendirme isteğinden çok siyasal önceliklerinin bu yönde kullanılacağı ve kendi İslamcı tabanına bir mesaj olarak düşünüldüğü ve bir seçenek olarak görüldüğü anlaşılıyordu (Bölügiray, 2000, s.158-159). 

Refah-Yol Hükümeti’nin olay yaratan Libya ziyareti sonrasında kamuoyunda büyük bir darbe yemişti. Başbakan Erbakan, bu gezi sonrasında İslam Ortak Pazarı için düğmeye basmış ve Batı’nın G-7’sine karşılık 1,5 milyon Müslümanı içine alan D-8’ler Grubunu kuracaklarını açıklamıştı (Birand, Yıldız, 2012, s.161). Başbakan Erbakan; “lider ülke olmanın gereklerini yerine getirirseniz işe İslam ülkelerinden başlarsınız. Nüfusu 60 milyondan büyük 8 Müslüman ülke, 1 milyar nüfus…” Vb. söylemleri ile D-8 Grubunu kurma yolunda ilk adımlar atılmaya başlanmış idi. Bu adımlarla beraber kamu paralarının ortak bir havuzda toplanması gündeme gelmiş olmakla beraber bu durumu eleştirenlerde ortaya çıkmış, havuz sisteminin ekonominin realitesiyle bağdaşmayacağını savunanlarda bulunmakta idi (Birand, Yıldız, 2012, s.162-163). 

Başbakan Necmettin Erbakan, kalkınmakta olan Türkiye, İran, Pakistan, Bangladeş, Malezya, Endonezya, Mısır ve Nijerya arasında siyasi ve ekonomik 
ilişkilerin derinleştirilmesi amacıyla geliştirilen “D-8 Grubu” projesinin öncülüğünü yapmıştır. Bu maksatla, 4-5 Ocak 1997 tarihlerinde, İstanbul'da yapılan toplantı akabinde, İran, Pakistan ve Türk yetkililer tarafından gerçekleştirilen “Afganistan” konulu üçlü toplantıda sonunda yapılan ortak basın açıklamasında, Afganistan'da bulunan gruplara ateşkes çağrısında bulunulmuştur. Meclis’te ise Hükümet aleyhindeki gensoruların birleştirilerek görüşüldüğü 16 Ekim 1996 tarihinde yapılan görüşmelerde söz alan ANAP lideri Mesut Yılmaz bu projeyi eleştirmiştir (Komisyon, 2012, s.64). 

Mahir Kaynak’ göre; “Başbakan Erbakan’ın D-8 girişim faaliyetleri Türkiye’nin Müslüman ülkelerle olan ilişkilerinin artmasının yanında ülkeleri de birbirine 
yakınlaştırmıştı. Ancak yaşanan bu gelişmelere en büyük darbeyi 28 Şubat sürecinde ki olaylar vurmakla beraber adeta yapılan ekonomik anlaşmaların da önünü kesmişti.” Mahir Kaynak, “Türkiye’nin İran ile yakınlaşması gerektiğini ifade etmekle beraber o dönem içerisinde yapılanları da yanlış olarak değerlendirmiş, 28 Şubat sürecinin başladığı dönemlerde Endonezya ve Malezya’da da iç karışıklıkların baş göstermesi ve bu yaşanan olumsuz gelişmelerin ABD’nin D-8 Grubunu baltalama girişimi olarak” değerlendiriliştir (Kazan, 2013, s.259). 

3.2.2.7. ABD basını ve 28 Şubat Sürecinde yaşananlar 

Refah-Yol Koalisyonu döneminde ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikası oldukça ilginç bir eğrilik izliyordu. DYP lideri Tansu Çiller’in Avrupa’ya ve ABD’ye 
vermiş olduğu güven, RP ile koalisyon kurması ile şok etkisi yaratmasına sebep olmuştur. Özellikle bu şok etki karşısında ABD “bekle-gör” politikası uygularken 
Refah-Yol Hükümeti’ne ve TSK’ya olan eleştirilerini sürdürüyordu (Bölügiray, 2000, s.163). ABD medyasında da durum aynı olmakla beraber RP’nin takip etmiş olduğu politikaları yakından izliyor, duyulan kuşku ve kaygıları ise yakından takip ediyordu. Washington Enstitüsü Türkiye uzmanı Alan Makovsky’nin “Başbakan Erbakan’ın Başbakanlık Kurumunu kısa sürede etkisi altına aldığı ve Türk Dış Politikasında öncelikle Libya, İran ve Irak gibi ülkeler ile işbirliği yapmasını oldukça önemli gelişmeler olmasının yanında döneme damgasını vuran gelişmeler olarak” değerlendirilmiştir. 

Başbakan Erbakan’ın olaylı Libya gezisi ve sonrasında yaşanan kriz hakkında açıklamalar yapan ABD Dışişleri Bakanı Sözcüsü Nicholas Burns “Biz PKK konusunda nasıl ki Türkiye’ye yardım ediyorsak, Türkiye’de Libya konusunda bize yardımcı olmalı” diyordu. Bu sözler siz Libya ile ilişki kurarsanız biz de PKK ile ilişki kurarız şeklinde yorumlanmış ve gündeme ABD Türkiye’yi tehdit ediyor (Bölügiray, 2000, s.164) düşüncelerini getirmişti. Bu gelişmelerle beraber New York Times ise; “Erbakan’ın dış politikasını yeniden gözden geçirmesi gerektiğini, Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşmak yerine işbirliği yapması gerektiğini ve bu işbirliğinin Türkiye siyaseti için önemli olduğunu” söylüyordu. 

28 Şubat 1997 MGK toplantısı öncesinde giderek tırmanan siyaset yaşamı; irtica ve Başbakan Erbakan’ın sürdürdüğü dış politika vb. gibi nedenler RP ve TSK arasında ki ilişkilerin bozulmasına sebep olmuş ve Türkiye’de olduğu gibi ABD’de de “darbe” tartışmalarını beraberinde getirmiştir (Bölügiray, 2000, s.164). Buna karşın ABD Medyası Türkiye’de ki askerlerin büyük bir öfke içerisinde olduklarını ifade ediyor ve ayrıca askerin hükümeti ele geçirme girişimleri büyük bir facia doğuracağı görüşünü taşıyorlardı. 

Refah-Yol Hükümeti’nin Batı ile olan yakınlaşmasını dikkatle izleyen ABD ve ABD Medyası “işbirliği yapılabilir” olarak değerlendirmekle beraber, askerler dâhil 
diğer kurumlarda yakınlaşmayı olumlu buluyorlardı. Ancak Türkiye’nin iç politikası ve Refah-Yol Hükümeti’nin takip etmiş olduğu inişli çıkışlı politikalar, artan irtica söylemleri, hükümetin takip etmiş olduğu siyaset vb. gibi gelişmeler ülkenin dış politikası adına tam bir güven vermemekle beraber bu düşünce ABD’nin Türkiye ile olan ilişkilerini de etkiler düzeyde idi. Bu nedenlerden dolayı ABD’de birçok çevreler RP’ye tam olarak güvenmiyor, daha mesafeli ve dikkatli olunması gerektiğini ifade ediyorlardı (Bölügiray, 2000, s.165). 

Türkiye’de siyasetin nabzını tutmasını çok iyi bilen ABD yönetimi, özellikle Genelkurmay Başkanlığı’nın brifingler vermeye başlamasının ardından, sık sık “darbe olasılığından” söz etmeye ve ABD’nin darbeye karşı olduğu yolunda mesajlar vermeye başlaması o dönem içinde oldukça anlamlı idi (Bölügiray, 2000, s.258). ABD’nin ve Avrupa’nın görüşleri aynı TSK ile örtüşmekle beraber, “parlamenter, laik ve demokratik düzenin bir kesintiye ve zarara uğramadan sürmesi ve bu yaşanan siyasi bunalıma TBMM’nin bir an önce çözüm bulması” görüşünde idi. “Bu çözümün anahtarı ise, ya Refah-Yol Hükümeti’nin istifa ederek iktidardan ayrılması ya da sağduyu sahibi milletvekillerinin çoğunluk sağlayarak, bu iktidarı düşürmesi olduğu yolunda önemli adımlar atılmalı idi” (Bölügiray, 2000, s.258). 

Genelkurmay Başkanlığı’nın bu süreç içersin de ki kaygı ve endişeleri gayet açık ve net olmakla beraber; Türkiye’nin İran gibi aynı yola gireceği, rejimin ve yönetimin tehlikeye uğrayacağı, şeriat tehlikesinin kapıda olduğu, tarikat ve dini liderlerin iktidarı ele geçireceği, laik devlet yönetiminin ve Anayasa’nın yerine şeriat kanunlarının getirileceği ve İslam’ın giderek her konuda toplumu etkisi altına alacağı görüşü hâkimdi. 

Bununla beraber kimi ABD medyası, generallerin, “devrim yasaları’nın” Atatürk gibi demir yumruklu yöntemlere başvurarak O’nun mirasını koruduklarını ileri 
sürüyorlardı. Başbakan Erbakan’ın daha İslamcı bir toplum oluşturma yolunda ki çabaları sadece askerleri değil, kendi ülkelerinde gittikçe büyüyen Müslüman nüfusla başa çıkmaya çalışan Avrupa ülkelerini arasında da huzursuzluk yaratmıştı (Bölügiray, 2000, s.258). Yaşanan bu gelişmeler ile beraber; türban krizi ve Taksim’e yapılacak olan cami projeleri ile olaylar daha da çığırından çıkılmaz bir hale dönüşmüş, Türkiye İslamcı bir devlete dönüşüyor imajını vermiştir. 1982 Anayasası’nda orduya özel bir görev tanınmış olmakla beraber, bu süreç içersin de TSK yönetime el koymak istemiyordu. İslami kesimin ve radikal İslamcıların önünün kesmek ve faaliyetlerine darbe vurmak amacı ile MGK 28 Şubat 1997 kararlarını alıyordu (Bölügiray, 2000, s.258). ABD’li analistler Refah-Yol Hükümeti’nin TSK’nın MGK Kararlarının uygulanması yönündeki baskıcı tavırlarına karşın daha fazla iktidarda kalamayacağını ve 12 Mart döneminde olduğu gibi bir hükümet kurulacağını düşünüyorlardı (Bölügiray, 2000, s.259). Bu durum ABD tarafında yakından takip edilmekle beraber; Türkiye’nin içinde bulunduğu bunalımlı atmosferden dolayı, Türkiye’nin dış politikada gelişen olaylardan habersiz kalacağı ve yeterince takip edemeyeceğini, siyasi, ekonomik ve askeri projelerle ilgilenemeyeceği görüşündeydiler. 

Özellikle ABD ve Batı’nın, 28 Şubat Kararlarından sonra da müdahaleyi gerektirecek bir durum görmediği, yöneticilerin bir askeri müdahale halinde buna sert tepki gösterecekleri anlaşılıyordu. Laikliğin uzun vadede darbelerle korunmasına olanak bulunmadığı, laikliğin ancak TBMM’nin ve laikliği koruyacak kurumların görevlerini tam yapmaları ile sağlanabileceğini söylüyorlardı (Bölügiray, 2000, s.259). 

MGK’nın 28 Şubat 1997 tarihinde yaptığı toplantı Batı medyası tarafından yakından izlenmiş olmakla beraber çok değişik yorumları da beraberinde getirmiştir. Özellikle, ABD Basını 28 Şubat sürecini büyük bir titizlikle takip etmiş olmakla beraber, kendi medya organlarında da geniş yer vermiştir. 

ABD: Associated Pres (Amerikan Haber Ajansı): “Etkin MGK, Türkiye’nin laik kimliğini savunma çağrısı yaptı.” 

ABD: Washington Post’un Ankara çıkışlı ve Kelly Couterlar imzalı haber; “Başbakan Erbakan’ın, toplantıdan sonra “Bu suni gidermek şimdi bizim işimiz” 
dediği ve ayrıca Tansu Çiller’in ise Refah-Yol Koalisyonunun bozması için Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve laik kurumların baskılarıyla karşılaştığı ileri sürüldü” (Komisyon, 2012, s.172). 

ABD: The New York Times “Türkiye’nin İşgüzar Generalleri (Turkey’s Meddlesome Generals)” başlıklı yazıda şunları yazıyordu: “Generallerin laiklik 
savunması pek çok Amerikalıya cazip gelse bile, ABD, yeni bir askeri idare düzeyinin Türkiye’ye zarar verebileceğini bilmelidir. Washington sivil bir yönetimden yana olduğunu, askerlerin hâkim olduğu bir rejime mesafe koyacağını açıkça belirtmelidir.” “Generallerin, 1960’dan bu yana, üç kez darbe sahnelediği bir ülkede, askeri yönetim tehdidi, ciddiye alınmak zorundadır. Laikliği savunmaktan endişe duyanlar, bu darbelerin, Türkiye’nin şu anda karşı karşıya bulunduğu hoş olmayan tercihlerin şekillenmesine yol açtığını dikkate almalıdır. Ordu tarafından desteklenen laik partiler, kökleri derinlere uzanan bir popülerlik yaratmakta başarısız kaldılar… Bunların aksine Başbakan Erbakan’ın RP’si Türkiye’nin çok büyük kentlerinde, nispeten temiz ve etkili belediye yönetimleri oluşturarak, tabandaki desteğini güçlendiriyor. Koalisyon, ilk 
başlarda İran ve Libya’ya yönelik izlediği kaygı verici politikalarından sonra, İsrail, ABD ile yakın askeri işbirliği de dahil pragmatik dış politikalar takip ediyor. Ancak kendi içinde, her bir partinin diğerini öbür tarafa itme şansı aradığı gergin bir ittifak oluşturuyor. Askeri bir müdahalenin, Refah’ı, DYP, ya da laik rakibi ANAP lehine görevden uzaklaştıracağı düşünülebilir. Bu, Washington için, suni olarak rahatlatıcı görünmekle birlikte, pek çok bakımdan da işlerin daha da kötüleşmesine yol açacaktır.” 

ABD: The Washington Post (Loli Waymouthe): “RP’nin, gerçek anlamda demokratlardan değil, Batı ve İsrail aleyhtarı radikallerden meydana geldiği ortaya çıkmıştır. Washington, Türkiye’de ki İslamcı akımları uysallaştırabileceği fikrinden vazgeçmelidir.” 

ABD: Washington Post (Wrustun Başkanı John Tisman): “Gerçek iç savaş, dinciler ile laikler arasında değil, demokratik haklarla, asker zihniyeti arasında oluyor. Tahakkümcü Türk ordusu, seçilmiş Başbakan’ı, dini görüşlerin serbestçe ifade edilmesini istediği için bu davranışlardan vazgeçirmeye çalışıyor.” 

ABD: Washington Post: “Erbakan’ın İran’a yaklaşma politikası, Türkiye’de ki laik düzen ve uluslararası dengeler açısından tehlike arz ediyor… Eğer Türkiye’de 
askerler bir darbe yapmaya karar verirler ise, bu anlayışla karşılanmalı.” 

Amos Perlmutter “Türkiye’de ki Krizin Getirecekleri” başlıklı yazısında; “Erbakan, Türkiye’de laik partilerin bölünmüşlüğünden ve Başbakan Yardımcısı Tansu 
Çiller’in büyük olasılıkla doğru olan yolsuzluk iddiaları karşısında zayıflığından yararlanıp, kökten dinci politikaları, yavaş yavaş uygulamaya koymaya çalışıyor. 
Başbakan Erbakan’ın izlediği çizginin askerin sabrını taşıracağı gibi görülüyor… Türkiye’de ki laik düzenin zedelenmesi, hem Ortadoğu hem de Avrupa için büyük tehlike yaratabilir. Bu sebepten dolayı ABD’nin askere tam destek vererek Başbakan Erbakan’ı uyarması gerekir.” ABD Savunma Bakanı William Kohen ise: “Türk ordusunun demokrasiye katkılarını yakından izliyor, olumlu görüyor ve destekliyoruz.”(Kazan, 2013, s.309-311) şeklinde ki açıklamaları ABD basınının da kendine yer edinmiştir. 

Yukarıda ki yaşanan gelişmelere paralel olarak 28 Şubat 1997 MGK sonrasında yine Türk ve dünya basınında “28 Şubat süreci” geniş yer tutmuş ve dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan’a göre; “28 Şubat sonrası ABD müdahaleleri tekrardan devam etmiş ve süreç sonrasında çeşitli açıklamalar yapılmıştır.” 

ABD Dışişleri Bakanı Sözcüsü Nicholas Burns, 28 Şubat sonrası ABD’nin ilk tepkisini şu sözlerle ifade etmiştir: “Türkiye’nin kökleri, güvenliği ve geleceği 
Avrupa’dadır. Türkiye stratejik açıdan bir Avrupa ülkesidir. Türkiye’de laikliğin, düzenin temeli olması bizim için çok önemlidir. Türkiye’de laik demokrasiyi korumanın yolu, Türkiye’nin AB ile bütünleşmesinden geçer.” 

Bu söylemlerinin üzerinden 2 ay geçtikten sonra ise yine ABD Dışişleri Bakanı Sözcüsü Nicholas Burns, “Modern Türkiye’de, Atatürk döneminden bu yana temel alınan laik demokrasinin ilerde de görevini sürdüreceğinden eminiz” diyor ve darbe söylemlerinin yoğunlaştığı günlerde ise; “ABD Türkiye’de sivil yönetimi 
desteklemektedir” şeklinde ki açıklamaları ile dikkat çekmekteydi. 

ABD Dışişleri Bakanı Sözcüsü Nicholas Burns’un bu dikkat çekici açıklamalarının ardından ise, ABD Dışişleri Bakanı Mandeleine Aibright organize 
muhalefet merkezine; “ Ne yaparsanız yapın, ama darbesiz yapın. Darbe yaparsanız kendiniz bilirsiniz, arkasında biz yokuz” diye mesaj gönderiyordu. 

28 Şubat süreci ülke gündeminde geniş yer tutmuş olmakla beraber ABD basınında da uzun süre yer edinmiştir. Bu önemli açıklamaların ardından bir müddet sonra Başbakan Erbakan 18 Haziran’da görevi DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’e devretmek için istifa edince ABD Dışişleri Bakanı Sözcüsü Nicholas Burns; “Erbakan Hükümeti’nin istifa ettiğini öğrendik. Hükümetin, laik ve demokratik yapısının devan edeceğine inanıyoruz” sözleri ile ABD’nin Refah Partili yeni bir hükümetin kurulmasına artık sıcak bakmadığını ima ediyordu. 

Aslında 28 Şubat sürecinde ABD, Refah-Yol Hükümeti’nin kurulmasını ve kuruluş sonrası politikalarını açıktan desteklemediği gibi D-8 Grubu sonrası anlaşmaların imzalanması sonrasında ise Refah-Yol Hükümeti’nin yıpranması ve yıkılması için çaba gösterenlere yardımcı olmakla beraber adeta onlara yol göstermiştir. 


28 Şubat döneminde, Türkiye üzerinde ki siyasi oyunlar daha çok “Atatürkçülük” perdesi arkasında oynanmakla beraber, Amerika Dış İlişkileri Konseyi 
tarafından Çevik Bir’e “Liderlik ve irtica ile mücadele” ödülünün verilmesi de dönem içinde oldukça dikkat çekici idi. Bununla beraber ABD eski Başkanı Clinton, son Ankara ziyaretinde “Atatürk ve Devrimlerine” vurgu yapması Kemal Derviş’in “IFM Patentli” yeni programına “Ulusal” deyip “İkinci Kurtuluş Savaşı” olarak nitelemesi oldukça dikkat çekici idi. Bu gelişen etkenlerin başında bir başka sebep ise ABD Lobilerinin faaliyetleri olmuştur. Bilindiği üzere ABD lobileri federal yönetim alanında oldukça etkin bir rol üstlenmektedirler. Özellikle bu lobilerin başında Yahudi, Rum ve Ermeni Lobileri gelmektedir. Lobiler özellikle BM’de (Birleşmiş Milletler), ABD Kongresi’nde, IMF ve Dünya Bankasında oldukça etkin bir konumda rol oynuyorlardı. ABD Lobileri’nin bu faaliyetlerinin temel amacı ise, Türkiye’yi İslam dünyası ve Müslüman komşularından koparmak ve bu topraklar üzerinde yaşayan ve % 90’ı Müslüman olan milletide fundamentalist - uydurmaları ile İslam’dan soğutmaya çalışıyorlardı (Kazan, 2013, 319-323). 

Bu önemli gelişmelerle beraber 28 Şubat MGK Kararlarının, MGK öncesinde, medyada açıklanması ve MGK Karalarından sonrada Pentegon, CIA, Dışişleri 
Bakanlığı gibi resmi organlara bağlı olan kimi ABD basınında TSK ile ilgili olarak ağır eleştiriler olmakla beraber RP’ne yakınlık gösteren söylemlerde bulunmakta idi (Bölügiray, 2000, s.259). Haziran 1997’ye doğru ise ABD ve Batı’nın Türkiye’de gelişen durumlarla ilgili görüşü açıklık ve kesinlik kazanıyordu. “Ne şeriat ne darbe ve laiklikle demokrasi birbirine yeğlenemez, her ikisi de beraber sürmelidir”. Ancak bu görüş tamamen düşüncede kalıyor ve bazı kesimler tarafından ise Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleriyle özelliklede laikliğe öncelik verilmesi gerektiğine inanıyorlardı (Bölügiray, 2000, s.261). 

ABD için önemli olan ise, Türkiye’nin Batı’dan ve demokrasiden ayrılmaması idi. Türkiye’de demokrasi, Batı ölçülerine göre tam bir demokrasi sayılmazdı. 
Türkiye’nin laik ve demokratik tek ülke Müslüman ülke oluşu da göz ardı edilmemeli, askerlerin laikliğin bekçisi olması ve demokrasiye bağlı olmaları Batı için bir güvence unsuru teşkil etmekteydi (Bölügiray, 2000, s.262). 


28 Şubat süreci içerisinde özellikle RP ve koalisyon ortağı olan DYP’nin ABD ile olan ilişkileri zaman zaman darbe söylemleri, irtica ve şeriat konuları, Refah-Yol 
Hükümeti’nin takip etmiş olduğu politikalar ve bunun yanında Türkiye’de ki ordu ve muhalefet gruplarını tutumları ile 28 Şubat ve ABD ilişkileri oldukça dikkat 
çekmektedir. Bununla beraber Şükrü Elekdağ’ın 11 Kasım 1996 Milliyet Gazetesinde ki Türkiye-ABD İlişkileri üzerine kaleme almış olduğu yazısında Türk-ABD İlişkilerine “Katolik Nikâh” benzetmesi yaparak şöyle devam etmiştir; “Türk-ABD İlişkileri Katolik evliliği gibidir. Arada sevgi olsa da olmasa da, evlilik hayatı rahatta olsa zor da olsa ilişkiler bağlayıcı ve kalıcıdır. ABD’nin küresel ve bölgesel stratejileri ve çıkarları açısından, Türkiye’ye biçtiği rol ve beklentileri, Amerika’nın Türkiye’ye yönelik politikasını şekillendiren kilit bir unsur konumundadır. 

 AB’nin Türkiye’ye bakışı ise; böyle bir stratejiden yoksun olması ve AB’nin Türkiye’nin sorunları karşısında ABD’ye kıyasla çok daha duyarsız bir tutum 
sergilemesi ve Türkiye’yi Avrupa’nın siyasi ve askeri yapılanmasından dışlamayı öngören girişimlere kayıtsız kalınmasına yol açmıştır. 

ABD’nin Türkiye’yi kaybetmesi çıkarlarına büyük zararlar verebileceği gibi, Türkiye’nin ABD’yi kaybetmesi ise AB’nin Türkiye’yi Avrupa güvenlik ve siyasal 
yapılanmasından dışladığına göre Türkiye’nin yapayalnız kalmasına yol açar. Ulusal çıkarlar ve aklın gereği Türkiye’nin ABD’ye yönelik olan tutum ve politikasını bu gerçekler üzerine bina etmesi ve ortak çıkar alanlarını daraltmaya değil aksine olabildiğince genişletmeye çaba göstermek zorundadır.” (11 Kasım 1996) Milliyet, s.15. 


KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder