Dörtlü Takrir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dörtlü Takrir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Temmuz 2017 Cuma

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI ÇOK PARTİLİ YAŞAMA GEÇİŞTEKİ DIŞ ETKENLER BÖLÜM 8

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI ÇOK PARTİLİ YAŞAMA GEÇİŞTEKİ DIŞ ETKENLER BÖLÜM 8


3.2 DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE CHP’NİN UYGULAMALARI 


3.2.1 Milli Şefliğin Kaldırılması 

1946 yılına gelindiğinde CHP, demokratikleşme yolunda önemli adımlar atmaya başlamıştır. Demokratikleşme adına atılacak en önemli adım ise Milli şefliğin kaldırılması olacaktır. 

Milli Şeflik normal bir demokratik düzenin taşıyabileceği, kabul edebileceği bir oluşum değildir206. Özellikle, “Milli Şef” İsmet İnönü’nün CHP Genel Başkanlığı’na bile çeşitli adaylar arasında yapılan bir seçimle gelmemiş olması, tüm ulusu temsil ettiğinin ileri sürülmesinin hiçbir biçimde seçim ya da halk oylamasıyla ilgili olmaması, herşeyden önemlisi değişmezliğinin kabul edilmesiyle ileride bir seçim olanağını ortadan kaldırması nedenleriyle, anti-demokratik bir kurum olarak ortada durmaktadır 207. 

CHP’nde demokratikleşme bile, İsmet İnönü’nün etkisi ve sıkı denetimi altında yapılmaktadır. Bununla birlikle olağanüstü toplatılması düşünülen Kurultay’da bazı köklü değişikliklere gidileceği artık bilinmektedir 208. 

10 Mayıs 1946 günü toplanan Olağanüstü Kurultay’da söz alan İsmet İnönü, devlet başkanının seçimi, kazanan siyasal partiden olmasının doğal bulunduğunu belirterek, Milli Şeflikten vazgeçeceğini bildirmiştir209. 

İnönü’nün bu konuşmasından sonra, 25 kişilik bir Tüzük Komisyonu kurulmuş, öngörülen bir tüzük değişikliği ile Değişmez Genel Başkan ifadesi “Genel 

Başkan” olarak belirlenmiş, Genel Başkan’ın dört yıl süre için Parti milletvekilleri arasından seçilmesi ilkesi esas alınmıştır210. 

CHP’nin 13–14 Kasım 1947’de toplanan Yedinci Kurultayı’nda Parti Genel Başkanı’nın seçimle işbaşına gelmesi, Genel Başkan’ın Cumhurbaşkanı olması 
durumunda Parti’nin yönetiminin Genel Başkan Vekili’ne bırakılması bir tüzük değişikliği ile kabul edilmiştir. Bu Kurultay’da ayrıca Valilerin Parti İl Başkanı olması gibi uygulamalara da son verilmiştir211. 

3.2.2 CHP’nin Liberalleşme Atağı 

DP’nin vaad ettiği liberalizmin karşısında CHP’de uygun tavır almakta gecikmemiştir. Halk Partisi, Demokratların elinden liberalleşme silahını kapmaya 
çalışırken, öte yandan, herkese şirin görünmek için de elinden geleni yapmaktadır. 

Parti yıllardır iki dereceli olarak yapılan genel seçimin artık tek dereceli olmasını (Açık oy, gizli tasnif) benimsemektedir. Dernek kurma özgürlüğünü kısıtlayan 
maddeler kaldırılmaktadır212.13 Nisan’da yayınlanan tebliğde 21 Nisan’da ara seçimlerin yapılacağı duyurulmakta, seçimlerde ise CHP Genel Merkezi aday 
göstermeyeceğini açıklamaktadır. Demokratikleşme hareketleri İnönü’nün isteğiyle doğrudan merkez tarafından yürütülen üst kademe hareketi olmuştur.213. 

CHP’nin aldığı demokratikleşme kararları son derece önemlidir. Memlekette sosyal sınıfların bulunduğu ve bu sınıfların ekonomik menfaatleri üzerine siyasi 
dernekler kurulabileceğini kabul etmekle CHP, 25 yıldır savunulan sınıfsız toplum anlayışına taban tabana zıt karar almıştır. Tek dereceli seçim ise ilk defa Türk 
vatandaşına oyunu eskisi gibi aracı yoluyla değil doğrudan doğruya kendi anlayışına göre kullanmak imkanını veren esaslı bir reformdur214. CHP’ye göre seçimlerin bir yıl erkene alınması da hem CHP’yi iktidarda tutacak, hem de muhalefetin iktidar hevesini kıracaktır. 

DP’nin hızlı büyümesinden rahatsız olan CHP, DP’nin elindeki liberalleşme silahını alabilmek için kurultaydan sonra da liberalleşme atağını sürdürmektedir. 
Seçimlerin tek dereceli yapılması yönündeki kurultay kararı ve üniversiteye özerklik tanıyan yasalar 1946 ortalarında mecliste yasalaşmıştır. Hükümete gazete kapatma yetkisini veren Basın Kanunu’nun 50. maddesindeki hükümler kaldırılmış, ayrıca işçiler için sosyal sigorta sistemini öngören düzenlemeler getirilmiş, 1946 başlarında bu düzenlemeler hayata geçmiştir. CHP, DP’nin köylülüğe yönelik politik silahını da elinden alabilmek amacıyla, 1946’da Toprak Mahsulleri Vergisi’ni kaldırmış, ayrıca Çalışma Bakanlığı Kuruluş Kanunu kabul edilmiştir Basın suçlarının bir kısmına af getirilmiş, basın suçlarıyla ilgili karar vermeden önce suçun incelenip delillerin ibrazının istenmesi düzenlemesine gidilmiştir. Basın Birliği kaldırılarak, gazetelerin kendilerinin kuracakları meslek örgütlerine girmeleri serbest bırakılmış, ayrıca gazete çıkarabilme önündeki hükümler kaldırılmıştır215. Derneklerin hükümet kararıyla kapatılmasına yönelik düzenleme değiştirilerek, mahkeme kararıyla kapatılması düzenlemesine gidilmiştir. Dernek kurma hakkının Medeni Kanun’a göre düzenlenmesi kabul edilmiştir. Yine Seçim Kanunu’nda değişikliğe gidilmiş, değişiklik Demokrat 
Parti tarafından “oyun gizliliği ve emniyetin sağlanması” açısından yeterli bulunmamıştır. Zira seçimlerin denetlenmesi işi hükümete bırakılmaktadır. Muhalefetin istediği denetlemenin mahkeme tarafından yapılmasıdır216. 

Bu arada yeni dünya düzeninde kendine yer arayan Türk Hükümeti, ABD ile bağlantı kurmayı da ihmal etmemektedir. 5 Nisan’da Washington’daki Türkiye 
Büyükelçisi Münir Ertegün’un ölümünü fırsat bilen ve Türkiye’nin de kendisine yakınlaşmak istediğinin farkında olan ABD dönemin en büyük savaş gemisi sayılan Missouri zırhlısı ile cenazeyi Türkiye’ye gönderiyor ve yer yerinden oynuyordu. Olayı belgelemek için bir seri hatıra pulu bile çıkarılıyordu 217. 

Bu gayretlere bakarak, Halk Partisi’nin elinde, sadece bir “kadife eldiven” olduğu zannedilmemelidir. Aslında, bu parti, yılların çattığı çehresini bir türlü 
gerginlikten kurtaramamakta, kadife eldiven, bütün bütün altındaki demir yumruğu gizleyememektedir. Bir kere, savaşın başından beri süregelen sıkıyönetim hala kaldırılmamıştı. İkincisi ve 1946 yılı için en önemlisi, alınan tedbirler aceleye getirilerek muhalefetin bundan yararlanmasına imkan verilmemektedir. Nitekim tek dereceli seçim kabul edilip daha on gün olmadan, genel seçimler bir yıl önceye alınmış, muhalefete asgari bir örgütlenme süresi tanınmamıştır. Oysa yirmi üç yıllık iktidar partisi karşısında muhalefet, ancak altı aylık bir geçmişe sahiptir218. 



BÖLÜM DİPNOTLARI;

206 Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, 2. Basım, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1968, s51 
207 Yetkin, a.g.e.,s.169 
208 Toker, a.g.e.,s.89. 
209 Yeşil, a.g.e.s.77. 
210 Tunaya, a.g.e.,s. 575. 
211 Bila, a.g.e., s.224-225 
212 Ali Gevgilili, Yükseliş ve Düşüş, İstanbul: Bağlam Yayınları, 1987, s.46 
213 Toker, a.g.e., s.89. 
214 Karpat, a.g.e., s.137. 
215 Karpat, a.g.e., s.137. 
216 a.g.e., s.137-138. 
217 Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Babür Kuzucu (Çev.) 6.Basım, İstanbul: Belge Yayınları, 1992, s.163 
218 Cem Eroğul, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, a.g.e., s.33-34 

9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI ÇOK PARTİLİ YAŞAMA GEÇİŞTEKİ DIŞ ETKENLER BÖLÜM 7

 İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI ÇOK PARTİLİ YAŞAMA GEÇİŞTEKİ DIŞ ETKENLER BÖLÜM 7



3.TÜRKİYEDE ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ 


3.1. MUHALEFET PARTİLERİNİN KURULUŞU 

3.1.1 İlk Muhalif Parti Milli Kalkınma Partisi 


Uluslararası siyasal koşulların değişmesiyle Tek parti yönetimi gerek TBMM’nde, gerek basında, baskıcı yöntem yerine, daha hoşgörülü bir tutum içine 
girmesi son olarak “Milli Şef” İsmet İnönü’nün 19 Mayıs söylevi, 18 Temmuz 1945 günü Milli Kalkınma Partisi (MKP) adıyla yeni bir partinin kurulmasına yol açmıştır. 
MKP Cumhuriyet tarihinde TCF ve SCF’dan sonra kurulan üçüncü muhalefet partisidir189. 

Tek Parti Yönetimine karşı ortaya çıkan muhalefet ortamında Nuri Demirağ, MKP’ yi kurmak için 7 Temmuz 1945 günü İçişleri Bakanlığı’na başvurmuş, Parti’nin 
kuruluşuna 18 Temmuz 1945’te izin verilmiştir 190. 

Parti, Devletçiliğe karşı çıkmakta Sovyet yanlısı bulduğu CHP’ni eleştirmekte dış siyasada “İslam Birliği Şark Federasyonu”nu gerçekleştirmek istemekte ve ayrıca dünya Müslüman ülkelerin öğrencileri için, merkezi İstanbul’da olan “Teknik ve Ahlak Üniversitesi” açmayı düşünmekte, seçimlerin tek dereceli yapılmasını, Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini savunmaktadır191. 

MKP bu görüşlerini kamuoyuna ulaştırmak için, basında etkin olan yazarlara bir “kuzu ziyafeti” vermiş, bu nedenle basında “Kuzu partisi” olarak adlandırılmıştı192. 

MKP savunduğu görüşlerle, hem CHP’nin, hem de kurulmakta olan Savaş Sonrası Dünya Düzeninin temel ilkelerine ters düşmektedir. Kurulan yeni Parti’nin iç ve dış güçler karşısında uyumlu bir muhalefet sergileyemeyeceği ortadadır. O halde değişen iç ve dış koşullara uygun yeni bir muhalif partinin yaratılması gerekmektedir193. 

Çok-partili demokrasiye geçiş yolundaki bu ilk adımları, baş döndürücü bir hızla, diğerleri takip etmiş ve birkaç ay içerisinde memleketin siyasi yüzü tamamen 
değişmiştir. Nihayet 5 Eylül 1945’te Başbakan Şükrü Saracoğlu, verdiği siyasi tarihimiz için çok önemli bir beyanatta, Milli Kalkınma Partisi’nin kurulmasına izin verildiğini ve tek dereceli seçim, üniversite muhtariyeti, antidemokratik kanunlar gibi konulardaki taleplere hükümetin prensip olarak karşı çıkmayabileceğini söylemiştir. Başbakan Şükrü Saracoğlu’nun bu beyanatından sonra siyasi rejim değişikliği kamuoyuna artık iyice mal olmuştur. 194. 

3.1.2 Demokrat Partinin Kuruluşu 


Bayar, Menderes, Köprülü ve Koraltan’ın dörtlü takrirle CHP içinde başlayan muhalefet mücadeleleri195, Demokrat Parti’nin kuruluşu ile yakın tarihimizde yepyeni bir dönemin başlangıcı olmuştur196. 

Resmi başvuruyu, 7 Ocak 1946 tarihinde, arkadaşlarının adına Refik Koraltan tarafından İçişleri Bakanlığına partinin kuruluşuna dair dilekçenin ve tüzüğün 
verilmesiyle gerçekleştirmiştir 197. 

İnönü’nün muhalefet partisine izin vermesi ve Celal Bayar’ın da bu partinin lideri olmasını teşvik etmesi değişik yorumlara neden olmuştur. Öncelikle, İnönü ve 
çevresindekiler Demokrat Parti (DP) ve Celal Bayar’ın, 1930 yılının Serbest Cumhuriyet Fırkası ve Fethi Okyar’ın veya Dünya Savaşı dönemi Müstakil Grubun işlevini göreceğini ummaktadırlar. Demokrat Parti’nin halkın çoğunluğunun desteğini alacağı ve iktidara geleceği tahmin edilmemektedir. Onlara göre Halk Partisi’ni parlamentoda dengeleyecek, kontrol edecek ve uyaracak bir rakip lazımdır. Halkın büyük çoğunluğunun Halk Partisi’ni destekleyeceklerinden kuşkuları yoktur. Çünkü bu parti Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların, ülkeyi yokluktan kurtaranların kurduğu bir partidir198. 

Demokrat Parti’nin kuruluşunun daha ilk günlerinde CHP tutum ve davranışlarıyla muhalefetin varlığının kendi rızasına bağlı olduğunu, istediği zaman çok-partili rejime “paydos” diyerek tekrar tek-partili rejime dönebileceğini hissettirmektedir. DP liderleri de bunun farkındaydılar. Nitekim Bayar yıllar sonra bu konudaki kanaatini şöyle ifade ederek: “İki jandarma eri gönderebilirler ve partiyi kapatabilirlerdi ve memlekette hiçbir şey olmazdı” demektedir199 

Kuruluşundan iki ay sonra Demokrat Parti, o zaman mevcut altmış üç ilden ancak on altısının il merkeziyle, otuz altı ilçe merkezinde ve sayısı belirsiz köyde 
şubeler açmıştır. Bu yavaş bir gelişmedir, çünkü birçoğu için 1930’daki Fethi Bey’in Serbest Fırkası gibi yeni partinin de, gerçek bir muhalefeti temsil etmediği kanaati taşımaktadırlar 200. 

DP’nin resmen kurulmasından sonra, partinin genel merkezinde bir basın toplantısı yapılmıştır. Celal Bayar, gazetecilere, partinin kurulmuş ve faaliyete geçmiş olduğunu söyledikten sonra şunları eklemiştir: Biz demokrat Partiyi şimdiye kadar CHP’nin karşısında kurulmuş olan partilerden farklı olarak, aşağıdan yukarıya doğru kurmak istiyoruz. Niyet ve gayemiz, tamamıyla halka dayanmak, bütün kudret ve kuvvetimizi halk sevgisinden almaktır. Prensiplerimizde anayasa arasında hiçbir ahenksizlik yoktur. Anayasanın bütün hükümlerine inanmışızdır. Anayasa, Kemalizmin tam bir ifadesi, onun kemale gelinmiş halidir. Anayasamızda geniş bir demokrasi ruhu vardır” demiştir. Bir gazeteci, Bayar’a “Partiniz sağ mıdır, sol mudur?” sorusunu yöneltmiş, Bayar, bu soruya “Demokrattır. Programımızı inceleyiniz. Yerimizi orada bulacaksınız” diye cevap vermiştir201. Demokrat Parti isminin Amerikan modelinden etkilenerek ortaya çıktığı söylenebilir.. Bayar bu konuda “Bunda Amerikan modeli rol 
oynamadı değil, Orada da bir Cumhuriyetçi Parti, bir de Demokrat Parti yok muydu?” demektedir202. 

Asım Us, hatıralarında, Menderes’in bu sözünü DP ve CHP arasındaki farklı yanları ortaya koyarak şöyle açıklamaktadır: “DP tarafından neşredilen programı ile CHP programı arasında bir mukayese yapılınca bazı farklar göze çarpıyor. Bu farkı izah eden Adnan Menderes ‘Demokrat Parti, Halk Partisinden bazı konularda biraz sağda, biraz soldadır.’ demiştir. Biraz sol için örnek işçi meselesidir. DP programı işçi sendikalarını kabul etmiştir. Bu, sınıf mücadelesine yol açabilecek bir gidiş sayılabilir. Halbuki, toprak kanunun Meclisteki müzakereleri sırasında DP’li Adnan Menderes ile Refik Koraltan, toprak işçilerinin toprak sahibi yapılması fikrine karşı, sermayenin himayesini üstün tutmuşlardır. DP’nin programında toprağa dair olan fıkrada, yine Toprak Kanununun uygulanmasına karşı DP tarafından vaziyet alınacağını göstermektedir. Bu da DP’nin CHP’ye nispetle iki parmak sağda olduğu bir mesele denmektir203. 

Demokrat Partinin kuruluşunun ilk aylarında Halkçılarla Demokratlar arasındaki ilişkiler dostçadır. Demokratlara göre, Halkçıların uygun bir tavır takınmalarının sebebi Demokrat Partinin doğu bölgelerinde, sınır illerinde ve köylerde şube açmayacağı, faaliyetlerini, yeni fikirleri kabul edebilecek kadar siyasi bakımdan 
gelişmiş birkaç ilde oluşturacağı düşüncesine bağlıdır. Demokrat Parti birer birer üye kaydederek, daha kırk elli yıl iktidara geçmeye çalışmayacak ve böylece demokratik bir süs olmaktan ileri gitmeyecektir. Gerçekten de yirmi üç yıldır iktidara alışmış, memlekete kök salmış bulunan Halk Partisi, muhalefet partisinin, karşısında kolay kolay tutunamayacağını sanmaktadır 204. 

Demokrat Parti büyüdükçe Halkçıların dost tavırları da değişmiştir. Nispeten durgun geçen ilk üç aydan sonra Demokrat Parti birdenbire yayılmaya başlamıştır. Halk yeni kurulan partinin, gerçek bir muhalefet partisi olduğuna yavaş yavaş inanmaktadır. 1946 baharında Demokrat Parti ülkedeki bütün muhalefeti kendi tarafına çekmiştir. Kasaba ve köylerde vatandaşlar bir araya gelip, Demokrat Parti’nin birer şubesini açıyor, sonra merkezle temasa geçiyorlardı. Demokrat Parti’nin henüz parti olarak kabul edilmiş bir programı olmadığı, görüşleri henüz açıkça ifade edilmiş bile bulunmadığı dikkate alınmıyordu; partinin hükümete muhalif oluşu yetiyordu. 

Böylesine büyümekte olan Demokrat Parti’nin kısa zamanda Halk Partisine meydan okuyabileceği, 1947 başlarında yapılması tasarlanan seçimlerde iktidarı bile alabileceği artık Halk Partililerce de kabul edilir gibi gözüküyordu 205. 

3 BÖLÜM DİPNOTLARI;

189 Tunaya, a.g.e.,s.683. 
190 Ferroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye 1945-1980, İstanbul: Hill yayınları, 1994, s.14 
191 Firizun Husrev Tökin, Türk Tarihinde Siyasi Partiler ve Siyasi Düşüncenin Gelişmesi, İstanbul: Elif Yayınları, 1965,s.78.
192 Toker, a.g.e., s.70. 
193 Ekinci, a.g.e., s. 300 
194 Oğuz Ünal, a.g.e., s.208-209. 
195 Cem Eroğlu, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, 2. Basım Ankara: İmge Kitabevi, 1990 ,s.11. 
196 Karpat , a.g.e., s.63. 
197 Süleyman İnan, Muhalefet Yıllarında Adnan Menderes, İstanbul, s.179. 
198 Mustafa Çufalı, a.g.e., s. 67. 
199 Ünal, a.g.e., s.212-213. 
200 Karpat, a.g.e., s.135. 
201 İnan, a.g.e., s.179-180. 
202 Toker, a.g.e., s.80. 
203 Asım Us, 1930-1950 Atatürk, İnönü, İkinci Dünya Harbi ve Demokrasi Rejimine Giriş Devri Hatıraları, İstanbul: Vakit Matbaası, 1966, s.668 
204 Karpat, a.g.e., s.135. 
205 Karpat, a.g.e., s.135-136. 

8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.


***

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI ÇOK PARTİLİ YAŞAMA GEÇİŞTEKİ DIŞ ETKENLER BÖLÜM 6


 İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI ÇOK PARTİLİ YAŞAMA GEÇİŞTEKİ DIŞ ETKENLER BÖLÜM 6

2.5 TÜRKİYEDE ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇME ÇABALARI 


Daha savaş sona ermeden Türkiye, daha doğrusu İnönü tercihini yapmıştır ve çok partili hayata geçilecektir. İç ve dış konjonktür hazırdır. Bu geçiş sinyalini İnönü, 1 Kasım 1944 tarihinde meclisi açış konuşmasında vermiştir. İnönü bu konuşmasında “ Türkiye Cumhuriyeti iç idaresinde sağlam, demokratik ve milli bir siyaset takip eder, bütün vatandaşlar için eşit bir adaleti, fikir ve vicdan hürriyetini samimi olarak esas tutan bir anlayıştayız… İdaremiz bütün manasıyla halk idaresidir. Bu idare demokrasi prensiplerini Türkiye’nin bünyesine ve hususi şartlarına göre tekamül etmektedir… Türkiye halk idaresinin ameli tedbirlerini bulurken, ilk günden itibaren taklit idareye düşmekten sakındık ve daima sakınacağız.” Diyerek hem demokrasiyi övmüş, hem de demokrasiye uyumun Türkiye şartlarına uygun olacağını belirtmiştir146. Milli şef bu konuşmasıyla, tek-parti yönetimini aklama ve kurulmakta olan savaş sonrası yeni dünya düzeni ile uyumlu gösterme çabalarına girmiştir. İnönü’nün ‘taklit’ sözcüğü ile 
anlatmak istediği, Faşizm ve Nasyonal sosyalizmi temel aldığını ileri sürdüğü Türkçü ve Turancı harekettir. Sovyet tehdidi karşısında, Batının demokrat devletlerinin desteğini almak için, çok partili bir düzenin gerekliğini kavrayan İnönü, geçiş sürecinin de bu düzenin niteliğini de tek-parti geleneğine uygun olarak kendisi belirleyecektir. 

Fakat demokrasiye geçiş yavaş olacaktır, anlık ve hızlı değişim beklenmemelidir. 15 Aralık 1944’de yapılan ara seçimlerde milletvekili adaylarının seçiminde hassas davranılmaması bunun bir göstergesidir. Bu seçimlerde Antalya milletvekilliği için aday gösterilen kişi Erzurum ‘da hem il başkanı, hem de Belediye Başkan’ıdır 147. 

Seçimlerde eski alışkanlıkların bırakılması sinyali 1945 Nisan’ında gerçekleşmiş tir. 04 Nisan 1945 ’te İnönü, parti yöneticilerine boş bulunan milletvekilleri için yapılacak seçimlerde adayları, partinin değil halkın seçmesini tecrübe etmek istediğini dile getirmiştir148. 

2.6 II DÜNYA SAVAŞI SONUNDA MUHALEFETİN BELİRGİNLEŞMESİNE YOL AÇAN SEBEPLER 


Savaşın müttefik devletlerce kazanılması, yani demokrasi cephesinin bu savaştan galip çıkması, tek-parti yönetimlerinin gözden düşmesine yol açmış ve pek çok ülkede serbest seçimlere dayalı demokrasilerin ortaya çıkmasına ve canlanmasına neden olmuştur. Siyasal liberalleşme eğilimlerini destekleyen milletler arası ortam, Türkiye’de hem iktidarı hem de belirginleşmeye başlayan muhalefeti etkilemiştir149. Türkiye’nin iki dünya savaşı arası dönemde, ama özellikle de ikinci dünya savaşı sırasında büyük ölçüde yararlandığı, çok merkezli uluslar arası politika arenasında farklı ve karşıt güçler arasında bir denge politikası izleme imkanı, artık tamamen sona ermiştir. Batıda yer almak isteyen Türkiye’nin gelişmeler dışında hareket etmesi düşünülemezdi. 1945 yılı başlarından itibaren iç politika gelişmeleri gözle görülür oranda hızlanacaktır. 

  Ayrıca Batılı müttefiklerin yanında yer almak isteyen ülkeler kendi sistemlerini bu açıdan yeniden gözden geçirmek zorundaydılar. Siyasal liberalleşme 
eğilimini destekleyen ve ona uygun olan uluslararası ortam elbette Türkiye’yi de etkiliyordu. İktidarı, siyasal liberalleşme eğilimine zorlamakta, muhalefete ise destek olmaktaydı. Yani uluslararası ortam siyasal liberalleşme açısından olumlu ve destek verici, hatta bir ölçüde de zorlayıcı dır 150. 

İkinci Dünya Savaşının sonunda, yani 1945 yılında Türkiye’de iç politika gelişmeleri gözle görülür bir şekilde hızlanmış yönetime karşı gerek basında ve gerekse CHP ve TBMM’de görülen muhalefet artık açıklık kazanmaya başlamıştır. 

Tek-parti yönetimi, kendisine karşı başlayan bu muhalefet hareketlerini görmemezlikten gelemezdi. Çünkü uzun yıllan tek-parti idaresinin sert 151 ve disiplinli yönetimi altında bunalmış bulunan basın, CHP içindeki bazı kişi ve hizipler savaş sonrasında milletlerarası durumunda sağladığı destekle, artık yönetimi eleştirmeye başlamışlardır. Nitekim o günlerle ilgili olarak Nihat Erim: “Memlekette ki muhalefet ihtiyacı, her türlü tahminin üzerine çıkmıştı. İktidarı partisine ve hükümete karşı en kötümser yorumcuların bile akla getiremedikleri sert ve taşkın hücumlar birden bire son haddini bulmuştur.” diyerek, basında, CHP ve TBMM’de belirginleşmeye başlayan muhalefetin durumunu belirtmek istemiştir152. F.Hüsrev Tökin’de ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra totaliter sistemlerin yıkılması ve demokrasinin üstün gelmesinin Türkiye’de kuvvetli bir muhalefet havasının esmesine yol açtığını belirterek: Bilhassa basında yapılan eleştiriler ve uyarıcı yazılar, muhalefeti elle tutulur hale getirmektedir. 
CHP içinde de düşünce ve görüş ayrılıkları baş göstermeye başlamıştır. Artık, politika ve düşünce hayatında demokrasi ilkeleri geniş ölçüde yayılıyor153, şeklinde benzer anlatımlarda bulunmaktadır154. 

Bütün bu gelişmeler elbette ki Türkiye’nin bir anda Batılı devletler safında yer almasına yetmeyecektir. Çünkü savaşın nihai amacının, demokrasiyi dünyaya hakim kılmak olarak belirleyen Batılı demokratik devletleri, İtalya ve Almanya benzeri tek parti idarelerle ortak dayanışma içerisine girmeyecekleri açıktır. Bu savaşla birlikte otoriter devletlerin tek-parti idarelerinin de ortadan kalkması, Türkiye’de tek-parti rejiminin temellerini sarsmıştır. 

1944 yılı başında Başbakan Şükrü Saraçoğlu Türk siyasi rejiminin savaş sonrasında bütün ülkeler için örnek olabileceğini beyan ederken, bir yıl sonra ise eski rejimi korumak maksadı ile alınmış olan şu veya bu tedbirlerin yeniden gözden geçirilebileceğini söylemektedir. Bu hiç kuşkusuz iç ve dış baskıların altında Halk Partisinde yavaş yavaş görüşlerin esastan değişmeye başladığının bir ifadesidir 

CHP içinde muhalefetin alttan alta kendini belli etmesi, 1944 Mayıs’ındaki bütçe görüşmelerine denk düşmektedir. İnönü, 1 Kasım 1944 nutkunda “idaremiz bütün manasıyla halk idaresidir. Bu idare demokrasi prensiplerini Türkiye’nin bünyesine ve hususi şartlarına göre tekamül ettirmektedir” diyor ve “Türkiye’de halk idaresi kesiksiz bir tekamül yolunda durmadan yükselecektir” diye ekleyerek yeni politikanın mesajını veriyordu. Ancak asıl gelişmeler 1945’ te kendisini göstermektedir. 1945 San Fransisco toplantısı muhaliflere cesaret vermiş, Birleşmiş milletler anayasası’nın kabulü hiç şüphesiz tek-parti sistemine marşı koymaya elverişli bir ortam hazırlamıştır. 
Muhaliflere, tek-parti sistemine karşı kullanabilecekleri manevi ve hukuki deliller sağlayarak, onları muhalefetlerini açığa vurmaya ve halkın desteğini aramaya 
dolayısıyla teşvik etmiştir155. 


2.6.1 Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu 

Hem dış hem de iç konjonktürün elverişli olduğu böyle bir ortamda ilk önemli muhalefet, Ocak 1945 de meclise sevk edilen çiftçiyi topraklandırma kanunu üzerinden tartışmaların başladığı mayıs 1945’de ortaya çıkmıştır156.14 Mayıs 1945’te görüşülmeye başlanan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, çok partili yaşama geçişte önemli bir dönemeçtir. Bu kanunun görüşmeleri sırasında parti içindeki muhalefet açıkça kendini ortaya koymuştur157. 

Bu kanun tasarısı 1945 yılı Ocak ayı başlarında Çiftçiye Toprak Dağıtılması ve Çiftçi Ocakları Kurulması adıyla TBMM’ye sunulmuştur. Bu kanun tasarısı TBMM’de oluşturulan geçici komisyonda 3 ay boyunca enine boyuna tartışılmış ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu adıyla 14 Mayıs 1945 günü TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmeye başlanmıştır158. 

Kanun topraksız ve az topraklı köylülerle çiftçilik yapmak isteyenlere geçimlerine yetecek kadar toprak dağıtmak ve dağıtılan toprağın sürekli işletilmesi için 
gerekli donanımı sağlamak amacındadır. Bir başka deyişle Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu büyük toprak sahiplerinin siyasi gücünü kırmak, toprak mülkiyetini üretimi artıracak şekilde yeniden düzenlemek amacıyla çıkarılmıştır. Görüşmelerde asıl kıyamet koparan 17. madde olmuştur. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun 17. maddesi aynen şöyledir: “Topraksız veya az topraklı olan ortakçılar, kiracılar veya tarım işçileri tarafından işlenmekte bulunan arazi, o bölgede 39. madde gereğince dağıtmaya esas tutulan miktarın bir çiftçi ailesinin geçinmesine ve aile fertlerinin iş kuvvetlerinin değerlendirilmesine yetecek kadar arazi kendi seçtiği yerde üç katı sahibine bırakılmak şartıyla yukarda yazılı çiftçi ve işçilere dağıtılmak üzere kamulaştırılabilir. Sahibine bırakılacak olan arazi 50 dönümden aşağı olamaz. Bu madde hükmünün uygulanmasında 15. ve 16. maddelerin hükümleri (geniş ve orta topraklarda dağıtım düzeni) işlemez. Geçici mevsim işçileri hakkında bu hüküm uygulanmaz. İşçinin geçici işçi olup olmadığını Tarım Bakanlığı belli eder.”159 Takdir edilir ki kanunun 17. 
maddesi nüfus yoğunluğunun fazla olduğu bölgelere ait çok kapsamlı hükümler içermektedir. Bu gibi bölgelerde devlete, vakıflara ve belediyelere ait topraklar ihtiyacı karşılamazsa, yarıcılar, kiracılar ve ırgatlar tarafından işlenmekte olan 2 000 veya daha az dönümlük mülkler dahi istimlak edilecek, toprakların bedelleri sahiplerine, uzun vadeli karışık bir usulle ödenecektir. 17, Maddenin gerçekten uygulanması köy ve küçük kasabalarda orta büyüklükte mülklerin yani toprak sahipleri sınıfının ortadan kalkması demektir. 17. madde 1950’ye kadar yürürlükte kalmasına rağmen hiçbir zaman uygulanmamıştır 160. 

14 Mayıs 1945’te Meclis müzakereleri başlar başlamaz. Meclis üyeleri iki gruba ayrılmışlardır. Tasarısının lehinde olanlar meseleye sosyal entelektüel açıdan 
bakanlar, sivil askeri bürokrat kökenli üyelerdir. Tasarının 17. maddesi hariç toprak reformuna karşı olmayan diğer grup ise, büyük toprak sahibi ve bazı sivil 
bürokratlardan oluşmaktadır. Muhalif milletvekilleri tasarının 17. maddesini eleştirirken, toprağın bölünmesi yerine sistemin muhafazasını ve ziraat usullerinin geliştirilmesini savunmaktadırlar. Bu muhalif görüşe göre; Mülkiyet hakkı Anayasa ve Medeni Kanunca garanti edildiği için, şahsi mülkler yerine devlet, kendi topraklarından dağıtmalı demektedirler. Bu grup milletvekilleri, kanun müzakeresinde, parti disiplinine ve nizama aykırı da olsa, savundukları hususlar için mücadele etmişlerdir161. 

Toprak Kanunu müzakereleri Adnan Menderes adında bir politikacıyı sahne ışıkları önüne çıkarmaktadır. Menderes, gerçekten de kanun üzerinde, en uzun 
konuşmayı yaparken, özellikle hükümetin son anda tasarıya müdahalesini şiddetle eleştirmiştir. Adnan Menderes konuşmasında: “Savaş bitti ve gerek milli; gerekse milletlerarası yaşayışın demokratik esaslara ve milli egemenlik ilkelerine göre yeni baştan düzenlenmesine dünyaca uygulanmakta olduğu bu günlerde olayların önüne geçmek gerektiği inancındayım... Memleketin selameti için şart olan ve son zamanlarda gelişmekte olan tartışma hürriyetini bu kanun Meclise getirilince durdurulduğunu... tekparti sistemi devam ettikçe Anayasaya aykırı olan durumun daha da esef edilecek bir hal aldığını... Toprak Kanunu hakkında ise ekilen topraklar Türkiye yüz ölçümünün %15’i 
kadardır, Hiç masrafsız ve da az masrafla Türkiye’de ekilen topraklar iki katına çıkarılabilir..” diyordu. Menderes, uzun konuşmasının diğer bir bölümünde tasarıda yer alan çiftçi ocakları hakkında da “Bu tasarı ile kurulmak istenen ocaklar geri bir zihniyete dayanmaktadır.... Bunlar Nasyonel Sosyalist rejimin, Erihhof Kanunundan hemen hemen aynen alınmış düşünce ve hükümlerdir.” demekte dir162. 

CHP içinde başlayan muhalefet hareketi Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun TBMM’de görüşülmesi sırasında açıkça ortaya çıkmıştır. San Fransisko Konferansı’nın devam ettiği günlerde muhalefet hareketinin kendini gösterebilmesi için elverişli bir ortam hazırlanmıştır. Daha ziyade Adnan Menderes, Celal Bayar, Fuat Köprülü, Refik Koraltan gibi ileride Demokrat Parti’nin kurucusu olan muhaliflerin başlattığı bu çabalar diğer bazı milletvekilleri tarafından da ortaya konulmuştur. 1945 yılı Bütçe Kanunu görüşmeleri sırasında, aynı kişilerin Hükümete yönelik yoğun eleştiri ve bütçeye ret oyu vermeleri bunun bir göstergesi olmuştur. 163 

2.6.2 Bütçe Kanunu Görüşmeleri 

1945 yılı Bütçe Kanunu tasarısı üzerinde başlayan görüşmeler, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu tasarısı sırasında ortaya çıkan muhalefet hareketinin, daha belirgin bir şekilde kendini göstermesine imkan yaratmıştır. 

Bütçe Kanunu ile ilgili görüşlerini belirtmek için kürsüye gelen Aydın Milletvekili Adnan Menderes ise mali durumumuz hakkında Bütçe Komisyonu’nun 
hazırlamış olduğu raporun, kendisinde iyi bir intiba uyandırmadığını belirterek konuşmasına başlamıştır. Bütçe ve ekonomik durumlarla ilgili görüşlerini uzun bir konuşmayla dile getiren Menderes karşılaşılan bütün aksaklıkların “… dünyada yeni açılmakta olan safhanın gereklerine ve gerçeklerine uyarak yepyeni bir zihniyetle hareket olunduğu takdirde, hiçte elverişli olmayan bu durum düzelecektir”164 demiştir. 

Bütçe ile ilgili görüşmeler TBMM’de bir hafta süreyle görüşülmüştür. Bütçe görüşmeleri sona erdiğinde İçel Milletvekili Refik Koraltan oturduğu yerden yaptığı konuşmada “Gerçekler apaçık ortada dururken bütçenin uygulanmasını hangi kurula emanet edeceğiz” diyerek, mevcut hükümetin uygulanması konusunda yeterli olmadığını belirtmiştir. Koraltan, konuşmasının bu bölümüne yapılan itirazlar ve eleştiriler karşısında, bütçe için yapılacak oylamada bu durumun açıkça belli olacağını söyleyerek, hükümet hakkındaki kanaatinde yalnız olmadığını vurgulamak istemiştir165. 

Bütçe görüşmeleri sırasında TBMM’de hükümetin politikaları sanki karşı bir partinin milletvekilleri imişçesine eleştirilmiştir Bütçe oylaması ile karşılaşılan 
muhalefet oldukça dikkat çekici bir gelişme olmuştur. Çünkü uzun yıllardan beri TBMM’nde yapılan bütçe oylamalarında Hükümetlerin bütçeleri hep ittifakla kabul edilmiştir166. Oysa şimdi hem bütçe oylaması, hem de güvenoyu için yeniden yapılan oylamada ret oyları görülmüştür167. Bütçe 7’ye karşı 359 oyla kabul edilmiştir168. Bu durum başta Milli Şef olmak üzere, CHP’li ileri gelen yöneticileri dehşete düşürmüştür. Uzun yıllar CHP Genel Sekreterliği yapan Peker’in ret oyu vermesi onları şaşırtmıştır. 

Milli Şefin Başkanlığında, oylamanın yapıldığı günün gecesi gerçekleşen toplantıda durum tartışılmış ve ret oyu veren bu yedi kişinin birlikte hareket etmelerinin CHP için büyük bir tehlike yaratacağı kanaatine varılmıştır169. Bu toplantıda CHP’ye karşı başlatılan muhalefet hareketini etkisiz kılmak adına öncelikle bu grubu dağıtmak için çalışılma yürütülmesi kararına varılmıştır. Bunun için öncelikle Recep Peker’in kazanılma. yoluna gidilmesi ve Hükümete karşı beliren havanın yumuşatılması için kabinede bazı değişikliklerin yapılması kararlaştırılmıştır 170. 

CHP ve TBMM’de başlayan bu gelişmeler basında ve kamuoyunda da merakla izlenmektedir. Muhalefetin toplu hareketleri kamuoyu ve basında yeni bir parti 
kurulacağı inancının doğmasına yol açmıştır. Özellikle basında, yeni bir partinin kurulacağına ilişkin haberler gözden kaçmamaktadır. Nitekim Son Posta’daki bir 
yazısında Ekrem Uşaklıgil İkinci Bir Parti Yapılabilir mi? başlığıyla “... Hükümetin faaliyetinden çıkan neticelere tam bir güven beslemeyenlerin, o neticeleri iyileştirmek maksadıyla bir grup halinde serbest hareket etmelerinin yurda ve partiye daha faydalı olacağı düşüncesini doğurmuş, bu düşünceden ikinci bir partinin kurulacağı, kurulmasının iyi karşılanacağı söylentilerine yol açmıştır.” demektedir. Yine bir başka gazetede çıkan haberde “İkinci partinin teşekkülü Milli Şefin nutkundan da anlaşıldığı gibi Halk Partisince iyi karşılanacaktır,” denilmektedir 171. 

Ülkedeki tek-parti yönetiminin, kendisine karşı beliren muhalefet hareketinden tedirgin olmasına yol açan diğer bir gelişmede, CHP Genel İdare Kurulu üyelerinden Manisa Milletvekili Rıdvan Nafiz Ergüder, Bilecik Milletvekili Kasım Gülek ve Urfa Milletivekili Kudsi Tecer’in bu görevlerinden istifa etmeleridir. Bu olay CHP yöneticilerinin sarsılan ve sallanan partiyi toplama konusunda acil tedbirler almak gerektiği, aksi takdirde muhalefetin her geçen gün artacağı endişesi ve kanaatine girmeleri yol açmıştır. Nitekim yönetim muhalefet hareketi içerisindeki partili milletvekilleri ile temasa geçerek, onlara parti içindeki disipline uymaları partilerini düşünmeleri ve partiden arzu ettikleri bir şey varsa bunları er geç yerine getirileceği konusunda hem bir uyarı hem de taviz taşıyan mesajlar vermiştir. Bu girişimleri özellikle Recep Peker, Emin Sazak, Y. Hikmet Bayur üzerine etkili olduğu söylenebilir172. CHP yönetimini parti içinde bir liberalleşme ve yönetim değişikliğini ele aldığını gösteren bir uygulaması da 17 Haziran 1945’te yapılacak ara seçimlerde CHP’nin aday göstermemesinin Parti Divanınca kararlaştırılmasıdır 173. 


2.6.3 Dörtlü Takrir 


CHP meclis grubunun parçalanması ve yakın gelecekte CHP’ne karşı en güçlü muhalefet partisinin kurulması, siyasi tarihimizde Dörtlü Takrir adını alan olayla başlar. 7 Haziran 1945 tarihli takrir (önerge), Celal Bayar, İ. Refik Koralaltan, Fuat Köprülü ve Adnan Menderes imzasıyla CHP Meclis Grubu Başkanlığına verilmiştir. 174 

İstekler üç noktada toplanmaktadır. Kanunlardaki ve parti tüzüğündeki antidemokratik hükümlerin tasfiyesi, Meclisin, Hükümeti gerçekten denetlemesine izin verilmesi ve serbest seçimlerin yapılması, takrirde ayrıca 1924 Anayasası’nın demokratikliğinden 1925 sonrasında gericiliği yıkmak için siyasal özgürlüklerin kısıtlandığından SCF deneyimiyle Atatürk’ün demokrasiye bağlılığından söz edilmektedir. SCF deneyiminin başarısızlığa uğramasından sonra özgürlüklerin yeniden kısıtlandığına dikkat çekilmektedir. II. Dünya Savaşının bu durumun sürmesine neden olduğu belirtilmekte, anayasanın demokratik ruhundan uzaklaşıldığı ve meclisin denetimsiz kaldığı görünüşü savunulmaktadır. Önergede savaş sonrası demokrasinin tüm dünyada biricik rejim olarak kabul edildiği ve benimsendiği ve cumhurbaşkanından 
bu yöndeki görüşlerini açıkladığı belirtilmekte; 1924 Anayasa’sının demokratik ruhuna geri dönülmesi istenmektedir. Bu amaçla meclis denetiminin sağlanması, antidemokratik yasaların kaldırılması ve CHP’nin etkinliklerinin bu ilke etrafında örgütlenmesi istenmektedir175 

CHP Genel İdare Kurulu takriri görüşmek üzere toplanmıştır. İnönü genel kurulda takrir olayını eleştirmiş, “Bunu parti içinde yapmasınlar. Çıksınlar, karşımıza geçsinler, teşkilatlarını kursunlar ve ayrı bir parti olarak mücadeleye girişsinler.” Demiştir. 176. 

Dörtlü takrir, 12 Haziran 1945 de toplanan CHP Meclis Grubunun gizli oturumunda okunup görüşülmüş, Takrir, takrircilerin oyu hariç bütün CHP’lilerce 
reddedilmiştir 177. 

Bu takririn reddedilme nedenleri üzerinde birkaç şey söylenebilir. CHP bir yandan Batı dünyasına demokratikleşme vaat etmekte, diğer yandan parti içinde çok masum sayılabilecek bir önergeyi reddetmiştir. Bu, hem Hükümetin hem de Partinin bir çelişkisi gibi görülebilir. Ama daha realist bir biçimde düşünülürse, aslında önergenin reddi çok partili hayata geçiş için bir fırsat olarak görülmelidir. Çünkü CHP de çok partili bir hayata kendi içinden çıkan bir grubun önderliğinde kurulan, bir partiyle geçilmesini istemekte ve böylece hem yeni kurulan parti CHP’nin bir türevi olmakla beraber, CHP’den küçük ve de parti içinde bütünlük sağlanmış olmaktadır. Ayrıca muhalif bir partinin CHP içinden doğması da iktidarı rahatlatır178. 

2.6.4 Birleşmiş Milletler Anayasasının Mecliste Onaylanması 

26 Haziran 1945’de imzalanan Birleşmiş Milletler anayasası, savaştan galip gelmiş devletlerin yanında, Türkiye gibi son anda savaşa katılmamış ve tarafsızlığını korumuş, demokrat ve demokratik yolda olan ülkelerde onaylanmıştır. 

Birleşmiş Milletler anayasası’nın Büyük Millet meclisinde onaylanması yakın geçmişte vukuu bulan meclis tartışmalarına bir yenisini eklemiştir. Onay, basına açık olan mecliste yapılacağı için daha önce takrir vererek dikkatleri üzerine çekmiş olan dörtler, takrirle elde edemedikleri müspet ortamı yakalamayı ummaktadırlar. Bununla birlikte, CHP üst kademesinin Çankaya’da yaptığı görüşme öncesi toplantıda, takrircilerin bu vesile ile yıpratılmaları kararlaştırılmıştır. 

Çiftçiyi topraklandırma kanununda olduğu gibi Birleşmiş Milletler Anayasasının TBMM’ indeki müzakerelerinde de dikkatleri üzerine çeken yine Adnan 
Menderes’tir. Menderes Birleşmiş Milletler Anayasası’nın kabulüyle dünyanın yeni bir istikamete doğru yöneldiğini ve Türkiye’nin kendi iç bünyesini de demokratize etmesi gerektiği görüşünü savunmuştur179. Menderes, Birleşmiş Milletler Anayasasının öngördüğü hususlar zaten bizim anayasamızda vardır demekte, ancak içinde bulunulan ortam ile yazılı anayasamız arasında bir ahenksizlik, yani uyuşmazlık vardır diye belirtmektedir. Menderes demektedir ki, CHP yönetimi ve Hükümet, anayasamızla vatandaşlara verilen hak ve hürriyetlere kısıtlamalar getirmiştir. Bu günkü durumumuz bunu göstermektedir180. 

Menderesin bu sözleri CHP sözcülerince, bir dış meseleyi ölçü alarak iç bünyeyi eleştirdiği için şiddetle tenkit edilmiştir181.. 

Nitekim yaptığı konuşmada özellikle Adnan Menderes’e karşı çıkan Ankara Milletvekili Mümtaz Ökmen “Bütün bir insaniyetin canı gönülden alkışlandığı bu 
prensipleri bu milletin 25 sene evvel kanunlaştırdığı esaslardan olarak, her vatandaşı kanun muvacehesinde bir ve her imkandan istifadeye layık kıldığı ortada iken, bir arkadaşımız (A.Menderes) neden bilmiyorum, milletler arası bir mevzunun mevzubahis olduğu bir zamanda, bizim fiili durumumuzun buna uygun olmadığını iler sürdü.” demekte, anayasalarda dahi Türk rejiminin bütün rejimleri içerisinde en gelişmişidir şeklinde kanaatini de eklemektedir. Tartışmaların devam ettiği bu ortamda, oturum başkanı Birleşmiş Milletler, Anayasasının oylamasına geçmiştir. Birleşmiş milletler anayasası, oylamada hazır bulunan 332 milletvekilinin oybirliği ile kabul edilmiştir182. 

Sonuçta Birleşmiş Milletler Anayasası Mecliste onaylandı, ama bu vesileyle CHP’nin içinde özellikle de takrircilerle demokratik telakkiler bakımından derin görüş farklılıklarının varlığı bir kere daha ortaya çıkmış oluyordu 183. 

2.7 MUHALİFLERİN CHP’ DEN İHRACI 

Kamuoyu CHP’ye karşı yapılan bütün tenkitleri iyi karşılayarak Dörtlü Takrir sahiplerini tasvip ettiğini belli etmektedir. Kamuoyunun bu tepkisinden cesaret alan Fuat Köprülü ve Adnan Menderes, takririn görüşülüp reddedilmesinden üç ay sonra, esasen hükümete karşı cephe almış bulunan gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın sahibi ve başyazarı olduğu Vatan Gazetesi’nde, hükümeti, Başbakanı ve bazı antidemokratik kanunları tenkit yollu yazılar yayınlayarak rejime ve CHP’ye karşı muhalefetlerini iyice ve açıktan açığa ortaya koymuşlardır184. 

Parti’nin bilgisi dışındaki faaliyetlerin, direkt olarak parti disiplinini zedeleyici özellikte olduğu gerekçesiyle, A.Menderes ve F.Köprülü, basında çıkan yazılar 
dolayısıyla parti disiplin kuruluna sevk edilmişlerdir. Disiplin Kurulu, iki milletvekiline 21 Eylül 1945’te toplanacak olan parti grup toplantısında savunmalarını yapmaları için birer mektup göndermişlerdir185. 

Çok partili hayata geçiş, İnönü’nün denetiminde sürmektedir. İnönü 1 Kasım’da TBMM’ni açış konuşmasında “Bizim tek eksiğimiz, hükümet partisi karşısında bir parti bulunmamasıdır. Fakat memleketlerin ihtiyaçları sevkiyle, hürriyet ve demokrasi havasının tabii işlemesi sayesinde başka bir partinin de kurulması 
mümkün olacaktır.” Demekte ve devam etmektedir: “Tek dereceli olmasını dilediğimiz 1947 seçiminde, milletin çoklukla vereceği oylar gelecek iktidarı tayin edecektir. O zamana kadar bir karşı partinin kendiliğinden kurulabilip kurulamayacağını ve kurulursa, bunun meclis içinde mi, meclis dışında mı ilk şeklini göstereceğini bilemeyiz.”demektedir.186 

İnönü’nün kafasında şekillenen plana göre en uygunu, CHP’nin kendi kadroları içerisinden çıkacak bir grubun yeni partiyi kurmasıdır. Böylece, Cumhuriyet’in 
başından beri yürütülen modernleşme programı aksatılmayacak ve daha da önemlisi, Tek-Parti döneminin ve bu dönemdeki antidemokratik uygulamaların meşruluğunun ve hukuka uygunluğunun sorgulanması gündeme gelmeyecektir. CHP’nin içinden çıkan ve iktidara gelme şansı olmayan göstermelik bir parti kurulacaktır. İnönü, bu konuşmasıyla, Milli Kalkınma Partisi’ni adeta yok sayarak, “dörtlü takrir”i veren muhaliflere seslenmekte ve ayrı bir parti kurmalarının yerinde olacağını belirtmektedir. 
İnönü, kontrolünün kolay olacağını düşünerek, CHP’den kopan grubun yeni bir parti kurmasını daha uygun bulmaktadır 187. 

Metin Toker’ in “İnönü’ ün emriyle” yazıldığını söylediği Ulus başyazısında, “Celal Bayar’ın Kemalizm davasına ve Türk devrim geleneklerine uygun bir muhalefet 
partisi kurmaya ve işletmeye muvaffak olmasını biz de en aşağı kendisi ve arkadaştan kadar dilemekteyiz. Celal Bayar bizim partimizde fazileti, dürüstlüğü ve ülkücülüğüyle şöhret kazanmıştır. Karşımızda bu vasıfta bir liderin muhalefet partisini kurmasından memnun olmamak imkanı var mıdır?” Denilmektedir 188. 


BÖLÜM DİPNOTLARI;

146 Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları, Tek Partiden Çok Partiye Geçiş, 1944-1950, 3. basım Ankara: Bilgi Yayınları, 1990, s.37. 
147 Toker, a.g.e., s. 38-39. 
148 Çufalı, a.g.e., s.39.
149 Osman Akandere, Milli Şef Dönemi, Çok Partili Hayata Geçişte Rol Oynayan İç ve Dış Etkenler 1938-1945 İstanbul: iz Yayıncılık, 1998, s.347. 
150 Sina Akşin, Yakınçağ Türkiye Tarihi 1908 -1980, İstanbul: Doğan Medya, Kelebek Matbaacılık, s.178. 
151 Ahmet Yeşil, Türkiye’de Çok Partili Siyasi Hayata Geçiş, Ankara: TC Kültür Bakanlığı Yayınları 897, Kültür Eserleri Dizisi/114, Özyurt Matbaacılık, 2001. s.53. 
152 Akandere, a.g.e., s.353-354. 
153 Tökin, a.g.e., 353-354 
154 Akşin, a.g.e., s.174-175 
155 Karpat, a.g.e, s.128. 
156 Çufalı, a.g.e., s.40.157 Torun, a.g.e., s.209. 
158 Mahmut Goloğlu, Milli Şef Dönemi (1934-1945), Ankara: Kalite Matbaası, 1974, s.344. 
159 Timur, a.g.e, s.197. 
160 Doğan avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, İstanbul: Tekin Yayınları,1987, s.495. 
161 Karpat, a.g.e., s.108. 
162 Ekinci, a.g.e.,s.293.163 Akandere, a.g.e., s.366. 
164 Koçak, a.g.e., s.384. 
165 Goloğlu, a.g.e. s.350-352.
166 Karpat, a.g.e.,s.129. 
167 Tekin Erer, Türkiye’de Parti Kavgaları, Ankara: Ticaret Postası Matbaası, 1963, s.71. 
168 Ahmad, a.g.e. s13 
169 Erer,a.g.e., s.71. 
170 Koçak, a.g.e., s.385. 
171 Erer,a.g.e., s.68. 
172 a.g.e. ,s.73. 
173 koçak, a.g.e., s.385. 
174 Mahmut Goloğlu, Demokrasiye Geçiş 1946-1950, İstanbul: kaynak yayınları, 1982 ,s.50-51. 
175 Goloğlu, demokrasiye geçiş, a.g.e., s.34. 
176 Toker, s.67. 
177 Ünal, a.g.e., s.207. 
178 Mustafa Çufalı, a.g.e., s.46-47. 
179 Yeşil, a.g.e., s.55-56. 
180 Akandere, a.g.e.,380-381 
181 Yeşil, a.g.e., s.56 
182 Akandere, a.g.e., s.381-382. 
183 Yeşil, a.g.e., s.56-57. 
184 Karpat, a.g.e. ,s.131. 
185 Tunaya a.g.e., s.648. 
186 Çufalı, a.g.e., s.60.187 Ünal, a.g.e., s. 212. 
188 Taner Timur, Çok Partili Hayata Geçiş, İstanbul: İletişim Yayınları, 1991, s.31. 

7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI ÇOK PARTİLİ YAŞAMA GEÇİŞTEKİ DIŞ ETKENLER BÖLÜM 5

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI ÇOK PARTİLİ YAŞAMA GEÇİŞTEKİ DIŞ ETKENLER BÖLÜM 5

2.3 SAN FRANSİSCO KONFERANSI 

Müttefik devletlerin, totaliter diktatörlüklere karşı, uğruna savaşılan kutsal değerler olarak dile getirdikleri demokratikleşme ve demokrasi ilkelerini, tüm dünya uluslarının siyasal yapılarında egemen kılmak için, 25 Nisan 1945’te San Fransisco’da Birleşmiş Milletler Konferansı toplanmıştır.127 

Batılı devletler, batı demokrasisinin güçlendiği bir dünya düzeni düşünmektedirler. Bunun için daha savaş sırasında 1 ocak 1942 de Mihver Devletleriyle savaş halinde bulunan 22 devlet, Birleşmiş Milletler Beyannamesini imzalamışlardır. Bu beyannameyi daha sonra mihverlere savaş açmış olmak koşuluyla Türkiye de dahil olmak üzere 20 devlet daha imzalamıştır. Konferans sonunda, 26 haziran 1945’de Birleşmiş Milletler Antlaşması imzalanmıştır. 
Birleşmiş milletler Antlaşması’nı kabul etmekle Türkiye, antlaşmanın demokratik prensiplerine uygun, daha hür ve demokratik bir rejime geçmeyi taahhüt 
etmiş olmaktadır. San Fransisco’da toplantıya katılan Türk heyeti, Reuters ajansı muhabirine,” Türkiye’de Cumhuriyet rejiminin siyasi bakımdan 
kesinlikle modern demokrasi yolunda ilerlediğini, Türk Anayasası’nın en ileri ülkelerin anayasalarıyla kıyaslanabileceğini, hatta bazılarından üstün bile 
olduğunu” belirtiyor ve” savaştan sonra Türkiye’ye her türlü demokratik cereyanların gelişmesine müsaade edileceğini” söylüyorlardı.128 

2.3.1 Tek Parti Yönetiminde Liberalleşme Eğilimi 


1944 yılından başlayarak Almanya tüm cephelerde hızla gerilemeye başladığında, müttefiklere yaklaşma çabaları içinde, ülkenin iç ve dış siyasetinde, birbiri ardına önlemler alınırken, Milli Şef İsmet İnönü savaş sonrası nasıl bir dünyanın oluşacağını az çok görmüştür. Dış siyasetteki gelişmelerin, iç siyaseti belirlemesi Tek Parti Yönetimini kısıtlı da olsa, liberalleşme görülmeye başlanmıştır. 

Değişik dünya görüşlerine karşın, Tek Parti Yönetimine olumsuz tutum almaları nedeniyle vatan, tan ve tasvir-i efkar gibi gazetelerde, yönetim karşıtı eleştiriler 
yöneltilmektedir. Tek Partinin baskısına karşın bu gazetelerin, yönetimi eleştirme cesaretini kendilerinde bulmalarının nedeni, savaşın demokrasi cephesinin 
kazanacağının net bir biçimde ortaya çıkmasıdır. Vatan ve tan gazetelerinde yakında gelecek olan müttefik zaferinin gerçekte, çoğulcu demokrat rejimlerin, otoriter rejimlere üstün gelmesi anlamını taşıdığını vurgulayan, çeşitli yorum ve yazılara rastlanılmaktadır.129 Basın üzerinde kontrollü de olsa gevşemeler kendini gösterirken, Tek Parti yönetimi’nin tekelinde ve sıkı denetiminde bulunan Ankara radyosunda da, bu doğrultularda yayınlara rastlanır olmuştur. Burhan Belge 16 Şubat 1944 günü yapmış olduğu konuşmada, İngiliz ve Amerikan devlet adamlarının görüşlerini şöyle yorumlamaktadır:”…bilhassa Amerikalılar hep barıştan sonraki dünyadan bahsediyorlardı: kurtarılan Avrupa memleketleri kendilerine uygun gelen demokratik müesseseleri… Diledikleri gibi seçeceklerdir. Esasta, demokratik hatta sadık kalacaklardır. Şayet herhangi bir memlekette şahsın yahut zümrenin diktatörce temayüller gösterdiği tespit edilecek olursa, üç büyük devlet ile diğer devletler, buna mani olacaktır.” demektedir. 

Liberalleşme girişimlerinin öne çıkıp hız kazanması, Sovyet tehdidi karşısında, batının demokrat devletlerinin desteğini almak için, çok partili düzenin gereğini 
kavrayan İnönü, geçiş sürecini ve bu düzenin niteliğini Tek Parti geleneğine uygun olarak kendisi belirleyecektir.130 

2.3.2 İnönü’nün Demokrasi Sözü 

Nitekim San Fransisco konferansı’na katılan Türk Heyetine üçüncü delege olarak dahil olan ve sonrada Türk Dışişleri Bakanlığına kadar yükselen Feridun Cemal 
Erkin, yıllar sonra İnönü’nün ölümü üzerine yayınladığı makalede şu satırları yazmaktadır:”1945 yılı nisan ayının başı idi. Sovyetler Birliği; aramızda mevcut 
tarafsızlık ve saldırmazlık paktını, vadesinden evvel feshetmiş ve esasen gayet gergin olan ilişkilerimize yeni bir belirsizlik, bir ipham unsuru katmıştı. Pek yakında, bizimde henüz katılmış olduğumuz Birleşmiş Milletler, San Fransisco’da toplanarak, yeni barış yasasını müzakere ve imza edeceklerdi. Amerika’ya, Dışişleri Bakanı rahmetli Hasan Saka’nın Başkanlığı altında, benim de delege olduğum geniş bir heyetle katılacaktık. Cumhurbaşkanımıza vedaa gittim. İnönü bana Şu kayda değer sözleri söyledi: 
“Amerikalılar çok partili demokrasiye ne zaman kuracağımızı sizlere sorabilirler. Böyle bir soruya şöyle cevap verirsiniz: Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, Atatürk büyük reformcu olmuştur. İnönü’nün rolü, reformları raylarında perçinleştirmek ve Atatürk’ün de arzu ettiği, gerçek, tam demokrasiyi kurmak olacaktır. İnönü şimdiye kadar bu çığıra girmek istiyordu. Harbin ortaya çıkardığı çeşitli tehlike ve sorunlar buna imkan vermedi. Savaş bitince bu amacı gerçekleştirmek cumhurbaşkanının en aziz arzusudur. “ demiştir131. 

2.4 POTSDAM KONFERANSI 


2.4.1 Potsdam Konferansında Boğazlar Sorunu 

Türkiye’de çok partili yaşama geçme konusu; önce San Fransisco’da Türk Kurulu’nca; daha sonra “Milli Şef” İsmet İnönü’nün 19 Mayıs Söylevinde dile 
getirilirken; “Üç Büyükler” ABD, İngiltere ve SSCB savaş sonu savaş sonrası dünya düzeninde yapacakları işbirliğinin ayrıntılarını görüşmek üzere, 
17 Temmuz-2 Ağustos 1945 günü Potsdam’da bir araya gelmişlerdir.132 

Polonya’nın durumu, Alman sınırları, uzakdoğu’daki savaşın gelişimi, savaş tazminatı sorunu düzenlemelerinin ele alındığı bu konferansta, Boğazlar daha çok gayrı resmi konuşmalarda gündeme gelmiştir.133 

Sovyetler Birliği, Yatla Zirvesi ve daha öncesinde Monreux Boğazlar sözleşmesini değiştirmek konusunda İngiltere ve ABD’nin desteğini almış 
bulunmaktadır. 

Türkiye’nin demokratikleşmesi konusunda atacağı adımlar üzerine vermiş olduğu demeçler İngiliz ve Amerikalı devlet adamlarında olumlu bir etki bırakmış 
olduğu kuşkusuzdur. 

Ancak daha önce, Türk Dışişleri’nin, Sovyetler Birliği’nin isteğine uyarak, Ankara’da Sovyet Büyükelçisi Vinogradov’la yapılan görüşmelerden İngiltere’yi 
bilgilendirmemiş olması; hem İngiliz Dışişleri’nde, hem Amerikan Dışişlerinde, Türkiye’nin bir ittifak önerisi ile Sovyetler Birliği’ne yanaşıyor kuşkularının doğmasına neden olmuştur.134 

Görüldüğü gibi, Batılı demokrat devletler için Türkiye, demokratikleşme eğilimleri gibi bazı olumlu gelişmeler dışında, hala belirsiz ve kuşkulanılan bir ülke konumundadır.135 

18 Temmuz gecesi Stalin Churchill’e Türkiye-SSCB arasındaki bir ittifakın ancak aralarında anlaşmazlıkların çözülmesiyle mümkün olacağını, fakat Türkiye’nin 
Kars ve Ardahan’ı SSCB’ye geri vermeyi, Montreux’yü tartışmayı reddettiğini söylemiştir. Daha sonra 23 Temmuz gecesi başka bir yemekte Stalin Churchill’e “Eğer Marmara’da bize tahkim edilmiş bir pozisyon vermeniz mümkün değilse, o zaman Dedeağaç’ta bir üs alamaz mıyız?” diye sorarak Boğazların denetimi konusundaki 
niyetini açıkça dile getirmiştir. Churchill Boğazlarda SSCB’nin istediği yönde bir düzenlemeyi desteklediğini, ama bunun Türkiye’nin toprak bütünlüğünü koruma 
koşuluna bağlı olduğunu belirtmiştir. Değişikliğin çok taraflı düzeyde yapılması gerektiğinin altını çizmiştir. SSCB ise, yazılı bir metin sunarak Montreux’ün 
feshedilmesini, Boğazlarda güvenliğin Türkiye ve SSCB tarafından sağlanmasını, bunun için Sovyet üslerinin kurulmasını önermiştir. Boğazlarda üs isteğinin yanı sıra, sınırda değişiklik isteğini de açıkça belirtmiştir. Churchill ise üs isteğini kabul edemeyeceğini bildirmiştir. Stalin Boğazlar konusundaki görüşünü şöyle dile getirmektedir: “Sonuçta, İngiltere tarafından desteklenen küçük bir devlet büyük bir devleti gırtlağından tutmakta ve ona çıkış vermemektedir”. Konferans sonunda kabul edilen protokolün 16. maddesinde, üç hükümetin o günkü koşullara yanıt vermediği için, Montreux’de değişiklik yapılması gerektiği konusunda görüş birliğine vardıkları açıklanmıştır. Ancak, ortak bir karara ulaşılamamıştır. Konunun her bir tarafın Türkiye’yle doğrudan görüşmeler yoluyla ele alınması kararlaştırılmıştır. 

Churchill’in Türkiye’nin toprak bütünlüğüne yaptığı vurgunun aksine, Truman toprak verme sorununun Türk ve Rusların kendi başlarına oturup halletmeleri gereken bir sorun olduğunu düşünmektedir. Kısaca, Türkiye başlangıçta SSCB’ye savaş sonrası pazarlıklarını sürdüren Batı’yı arkasına alamamış ve SSCB’den gelen istekler karşısında yalnız kalmıştır.136 

Lakin Potsdam Konferansında yapılan tartışmalar ve bilhassa Stalin’in Boğazlarda kara ve deniz üslerinden sözleşmesi, tamamen olmasa bile, Türkiye’ye de ulaşmış ve endişelere sebep olmuştur. Bu endişe sadece Sovyet isteklerinden doğmamaktadır. Amerika ve İngiltere’nin bu istekler karşısında net ve kesin bir tutum almamaları da Türkiye’yi endişelendirmiştir.137 

2.4.2 Sovyetlerin Türkiye Üzerine Yeni Girişimleri 

Daha Potsdam Konferansı sırasında Türkiye üzerinde bir Sovyet tehdidi açık olarak ortaya çıkmıştır. Bu tehdit, bu devletin, boğazlarda üs istemesi ve Kars ve Ardahan bölgelerinin Rusya’ya terkini ileri sürmesi ile ağır bir nitelik kazanmıştır. Fakat 1946 yılında, Türkiye üzerindeki bu tehdidin ağırlığı daha da artmıştır. 
Potsdam kararlarına göre, her üç devletin boğazlar hakkındaki görüşlerini Türk Hükümetlerine bildirmeleri gerekmektedir. Bu karara ilk uyan Amerika olmuş ve 2 Kasım 1945 de Türk hükümetine verdiği notada bu konudaki görüşlerini açıklamaktadır.138 Buna göre: 

1) Boğazlar bütün devletlerin ticaret gemilerine her zaman açık olmalıdır; 
2) Boğazlar Karadeniz’e kıyısı bulunan Devletlerin savaş gemilerinin transit geçişine her zaman açık olmalıdır; 
3) Karadeniz’e kıyıdaş Devletlerin özel rızası veya Birleşmiş milletler tarafından görevlendirilmiş olmaları istisnalarıyla üzerinde anlaşılacak, sınırlandırılmış 
bir tonajın altındaki gemiler hariç, Karadeniz’e kıyıdaş olmayan Devletlerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi her zaman yasak olmalıdır; 
4) Montreux konvansiyonu’nu günün koşullarına uydurmak için, Milletler Cemiyeti’nin yerine Birleşmiş Milletler Sistemi almalı ve Japonya taraf devletler 
arasında çıkarılmalıdır.139 

Türkiye’nin istediği; Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin desteğini kazanmaktır. Boğazlarla ile ilgili olarak, Türkiye ile ABD ve İngiltere arasında görüş 
alışverişleri sürerken140, Sovyetler Birliği tüm bu gelişmeleri uzaktan izlemekte ve bir yandan da baskısını arttırmaktadır141 . Sovyet basın ve radyosunda sürekli bir kampanya biçiminde daha önce başlamış olan bu baskı, yavaş yavaş çeşitli ülkelerde bulunan Ermeni Komitelerinin Türkiye’den toprak konusundaki istekleri ve ABD, Fransa, İngiltere gibi demokrat ülkeler de yarı birer propaganda merkezleri oluşturmakla güçlendirilmektedir142. 

Bu olaydan sonra T.B.M.M.’nde Dışişleri Bakanlığı bütçesi görüşülürken, İstanbul milletvekili General Kazım Karabekir, 20 Aralık 1945 de mecliste yaptığı 
konuşmada, “Boğazlar milletimizin hakikaten boğazıdır. Ortaya el saldırtmayız. Fakat şu da bilinmelidir ki, Kars yaylası da milli belkemiğimizdir. Kırdırırsak yine 
mahvoluruz” demiş ve meclis ve kamuoyu tarafından heyecanla alkışlanmıştır. 

Türk – Sovyet münasebetlerinin bu gergin durumu 1946 yazına kadar devam etmiştir. Fakat 1946 yazında yeniden şiddetini arttırarak bir buhrana girmiştir. Potsdam kararlarına uygun olarak Sovyetler, Boğazlar hakkındaki görüşlerini, Türk hükümetine 7 Ağustos 1946 da verdikleri bir nota ile açıklamışlardır. Notada, Türkiye’nin II. Dünya Savaşı sırasında Boğazlardaki yetkilerini kötüye kullandığı ve Mihver’in savaş gemilerine geçiş verdiği belirtildikten sonra, yeni boğazlar rejiminin alması gereken şeklin esasların en önemlisi olarak da Ticaret ve geliş-geçiş serbestliği ile Boğazların güvenliğinin olan Sovyet Rusya ile Türkiye tarafından ortak savunulmasını talep etmektedir. Bu suretle Sovyetler Boğazların kontrolünü ellerine almak hususundaki isteklerini resmen açıklamış olmaktaydılar. 

Sovyetlerin 7 Ağustos notasına Türk Hükümeti 22 Ağustos 1946 tarihli bir nota ile cevap vermiştir. Cevapta, II. Dünya Savaşında Boğazlar Statüsünün Türkiye 
tarafından iyi korunmadığına dair ithamlar çürütüldükten sonra, Sovyet isteklerinin 4 ve 5. Maddeleri reddediliyor, beşinci madde hakkında ise, bu Sovyet teklifinin “Türkiye’nin hiçbir bakından feragat edemeyeceği ve takyidini kabul edemeyeceği egemenlik haklarına ve güvenliğine aykırı” olduğun bildiriliyor ve bunun Türkiye’nin güvenliğinin imhası demek olacağı belirtildikten sonra şöyle deniyordu: “Tarih Türkiye’nin dahil olup Türk Milletinin memlekete karşı vazifesini yapmadığı hiçbir savaş misali kaydetmemiştir”. Bu sonuncu cümle, Türkiye’nin Sovyet tehdidine karşı açık bir meydan okumasıdır. Bununla denilmek isteniyordu ki, Sovyet Rusya Boğazlar üzerindeki ihtiraslarını gerçekleştirmek için kuvvete başvuracak olursa, Türk Milleti buna aynı şekilde karşı koymaktan kaçınmayacaktır. Türkiye’nin bu notasına Sovyetler 24 Eylül 1946’da bir cevap vermiştir. 

Birinci notadaki ithamlar tekrar ediliyordu. Türk hükümeti 18 Ekimde verdiği ikinci cevapta, 22 Ağustos notasındaki görüş ve azmini tekrar belirtmiştir. 

Sovyet Rusya’nın Türkiye’ye 24 Eylül notası üzerine, Amerika ve İngiltere 9 Ekimde Sovyetlere verdikleri notalarda, Potsdam kararlarına göre, tarafların Türk Hükümetine ancak birer nota vererek görüşlerini bildireceklerini, yoksa cevaplaşma suretiyle meselenin tartışılmasına girişilemeyeceğini bildirmişler ve Türkiye’nin Boğazlar savunmasının tek sorumlusu kalması gerektiği hususundaki görüşlerini tekrar ifade etmişlerdir. 

Bu suretle boğazlar konusundaki tartışma sona ermekte, meselenin bir konferansta görüşülmesi gereği ortaya konmaktadır. Lakin bu konferans, bugüne kadar toplanmamış ve Boğazlarda Montreux rejimi egemen olmakta devam etmektedir. Fakat olayın önemli tarafı, şimdi Sovyet tehdit ve tehlikesinin Türkiye’nin üzerine en ağır bir şekilde çökmüş olmasıdır. Sovyetler, Türkiye’nin hem bağımsızlık ve egemenliğine hem de toprak bütünlüğüne yönelen istekler ileri sürmüşlerdir. Türkiye tarihinin en buhranlı zamanlarından birini geçirmektedir143. 

Sovyetler Birliği’nin bu emperyalist istekleri Türkiye’de büyük tepkilere neden olmaktadır. Milli Şef İsmet İnönü: “Açıkça söyleriz ki, Türk topraklarından ve 
haklarından hiç kimseye verecek bir borcumuz yoktur. Şerefli insanlar olarak öleceğiz…” demekte, tüm öfke ve kararlılığını ortaya koymaktadır 144. 

Tek parti yönetimi 1945 yılını 1950 yılına dek ağırlığını daha da artırarak sürdürecek olan Sovyet Tehdidi ile tamamlamaktadır 145. 


BÖLÜM DİPNOTLARI;


127 Feridun Cemal Erkin, Dışişlerinde 34 Yıl, Anılar, Yorumlar, Ankara : Cilt I, T.T.K.B., 1980, s.200. 
128 Ünal, a.g.e., s.123. 
129 O. Murat Güvenir, 2. Dünya Savaşında Türk Basını, Gazeteciler Cemiyeti Yayınları, İstanbul, 1991, s.193. 
130 Ekinci, a.g.e., s.274. 
131 a.g.e., s.34. 
132 a.g.e., s.281. 
133 Oran, a.g.e., s.502 
134 Gürün,a.g.e., s.298.
135 Ekinci, a.g.e., s. 281. 
136 Oran, a.g.e., s.502-503. 
137 Fahir Armaoğlu, Belgelerle Türk-Amerikan Münasebetleri (Açıklamalı), Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi,VII.Dizi, 1991, s.141. 
138 Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyası Tarihi 1914-1980, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1983, s.426. 
139 Oran, a.g.e., s. 504. 
140 Rıfkı Salim Burçak, Türkiye’de Demokrasiye Geçiş 1945-1950, Ankara: Olgaç Yayınları, 1979, s.47. 
141 Erkin, a.g.e., s.274-275 
142 Gürün, a.g.e s.181 
143 Armaoğlu, a.g.e., s.427-429. 
144 Ekinci, a.g.e., s.284. 

145 a.g.e., s.286. 


6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***