İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI ÇOK PARTİLİ YAŞAMA GEÇİŞTEKİ DIŞ ETKENLER BÖLÜM 5
2.3 SAN FRANSİSCO KONFERANSI
Müttefik devletlerin, totaliter diktatörlüklere karşı, uğruna savaşılan kutsal değerler olarak dile getirdikleri demokratikleşme ve demokrasi ilkelerini, tüm dünya uluslarının siyasal yapılarında egemen kılmak için, 25 Nisan 1945’te San Fransisco’da Birleşmiş Milletler Konferansı toplanmıştır.127
Batılı devletler, batı demokrasisinin güçlendiği bir dünya düzeni düşünmektedirler. Bunun için daha savaş sırasında 1 ocak 1942 de Mihver Devletleriyle savaş halinde bulunan 22 devlet, Birleşmiş Milletler Beyannamesini imzalamışlardır. Bu beyannameyi daha sonra mihverlere savaş açmış olmak koşuluyla Türkiye de dahil olmak üzere 20 devlet daha imzalamıştır. Konferans sonunda, 26 haziran 1945’de Birleşmiş Milletler Antlaşması imzalanmıştır.
Birleşmiş milletler Antlaşması’nı kabul etmekle Türkiye, antlaşmanın demokratik prensiplerine uygun, daha hür ve demokratik bir rejime geçmeyi taahhüt
etmiş olmaktadır. San Fransisco’da toplantıya katılan Türk heyeti, Reuters ajansı muhabirine,” Türkiye’de Cumhuriyet rejiminin siyasi bakımdan
kesinlikle modern demokrasi yolunda ilerlediğini, Türk Anayasası’nın en ileri ülkelerin anayasalarıyla kıyaslanabileceğini, hatta bazılarından üstün bile
olduğunu” belirtiyor ve” savaştan sonra Türkiye’ye her türlü demokratik cereyanların gelişmesine müsaade edileceğini” söylüyorlardı.128
2.3.1 Tek Parti Yönetiminde Liberalleşme Eğilimi
1944 yılından başlayarak Almanya tüm cephelerde hızla gerilemeye başladığında, müttefiklere yaklaşma çabaları içinde, ülkenin iç ve dış siyasetinde, birbiri ardına önlemler alınırken, Milli Şef İsmet İnönü savaş sonrası nasıl bir dünyanın oluşacağını az çok görmüştür. Dış siyasetteki gelişmelerin, iç siyaseti belirlemesi Tek Parti Yönetimini kısıtlı da olsa, liberalleşme görülmeye başlanmıştır.
Değişik dünya görüşlerine karşın, Tek Parti Yönetimine olumsuz tutum almaları nedeniyle vatan, tan ve tasvir-i efkar gibi gazetelerde, yönetim karşıtı eleştiriler
yöneltilmektedir. Tek Partinin baskısına karşın bu gazetelerin, yönetimi eleştirme cesaretini kendilerinde bulmalarının nedeni, savaşın demokrasi cephesinin
kazanacağının net bir biçimde ortaya çıkmasıdır. Vatan ve tan gazetelerinde yakında gelecek olan müttefik zaferinin gerçekte, çoğulcu demokrat rejimlerin, otoriter rejimlere üstün gelmesi anlamını taşıdığını vurgulayan, çeşitli yorum ve yazılara rastlanılmaktadır.129 Basın üzerinde kontrollü de olsa gevşemeler kendini gösterirken, Tek Parti yönetimi’nin tekelinde ve sıkı denetiminde bulunan Ankara radyosunda da, bu doğrultularda yayınlara rastlanır olmuştur. Burhan Belge 16 Şubat 1944 günü yapmış olduğu konuşmada, İngiliz ve Amerikan devlet adamlarının görüşlerini şöyle yorumlamaktadır:”…bilhassa Amerikalılar hep barıştan sonraki dünyadan bahsediyorlardı: kurtarılan Avrupa memleketleri kendilerine uygun gelen demokratik müesseseleri… Diledikleri gibi seçeceklerdir. Esasta, demokratik hatta sadık kalacaklardır. Şayet herhangi bir memlekette şahsın yahut zümrenin diktatörce temayüller gösterdiği tespit edilecek olursa, üç büyük devlet ile diğer devletler, buna mani olacaktır.” demektedir.
Liberalleşme girişimlerinin öne çıkıp hız kazanması, Sovyet tehdidi karşısında, batının demokrat devletlerinin desteğini almak için, çok partili düzenin gereğini
kavrayan İnönü, geçiş sürecini ve bu düzenin niteliğini Tek Parti geleneğine uygun olarak kendisi belirleyecektir.130
2.3.2 İnönü’nün Demokrasi Sözü
Nitekim San Fransisco konferansı’na katılan Türk Heyetine üçüncü delege olarak dahil olan ve sonrada Türk Dışişleri Bakanlığına kadar yükselen Feridun Cemal
Erkin, yıllar sonra İnönü’nün ölümü üzerine yayınladığı makalede şu satırları yazmaktadır:”1945 yılı nisan ayının başı idi. Sovyetler Birliği; aramızda mevcut
tarafsızlık ve saldırmazlık paktını, vadesinden evvel feshetmiş ve esasen gayet gergin olan ilişkilerimize yeni bir belirsizlik, bir ipham unsuru katmıştı. Pek yakında, bizimde henüz katılmış olduğumuz Birleşmiş Milletler, San Fransisco’da toplanarak, yeni barış yasasını müzakere ve imza edeceklerdi. Amerika’ya, Dışişleri Bakanı rahmetli Hasan Saka’nın Başkanlığı altında, benim de delege olduğum geniş bir heyetle katılacaktık. Cumhurbaşkanımıza vedaa gittim. İnönü bana Şu kayda değer sözleri söyledi:
“Amerikalılar çok partili demokrasiye ne zaman kuracağımızı sizlere sorabilirler. Böyle bir soruya şöyle cevap verirsiniz: Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, Atatürk büyük reformcu olmuştur. İnönü’nün rolü, reformları raylarında perçinleştirmek ve Atatürk’ün de arzu ettiği, gerçek, tam demokrasiyi kurmak olacaktır. İnönü şimdiye kadar bu çığıra girmek istiyordu. Harbin ortaya çıkardığı çeşitli tehlike ve sorunlar buna imkan vermedi. Savaş bitince bu amacı gerçekleştirmek cumhurbaşkanının en aziz arzusudur. “ demiştir131.
2.4 POTSDAM KONFERANSI
2.4.1 Potsdam Konferansında Boğazlar Sorunu
Türkiye’de çok partili yaşama geçme konusu; önce San Fransisco’da Türk Kurulu’nca; daha sonra “Milli Şef” İsmet İnönü’nün 19 Mayıs Söylevinde dile
getirilirken; “Üç Büyükler” ABD, İngiltere ve SSCB savaş sonu savaş sonrası dünya düzeninde yapacakları işbirliğinin ayrıntılarını görüşmek üzere,
17 Temmuz-2 Ağustos 1945 günü Potsdam’da bir araya gelmişlerdir.132
Polonya’nın durumu, Alman sınırları, uzakdoğu’daki savaşın gelişimi, savaş tazminatı sorunu düzenlemelerinin ele alındığı bu konferansta, Boğazlar daha çok gayrı resmi konuşmalarda gündeme gelmiştir.133
Sovyetler Birliği, Yatla Zirvesi ve daha öncesinde Monreux Boğazlar sözleşmesini değiştirmek konusunda İngiltere ve ABD’nin desteğini almış
bulunmaktadır.
Türkiye’nin demokratikleşmesi konusunda atacağı adımlar üzerine vermiş olduğu demeçler İngiliz ve Amerikalı devlet adamlarında olumlu bir etki bırakmış
olduğu kuşkusuzdur.
Ancak daha önce, Türk Dışişleri’nin, Sovyetler Birliği’nin isteğine uyarak, Ankara’da Sovyet Büyükelçisi Vinogradov’la yapılan görüşmelerden İngiltere’yi
bilgilendirmemiş olması; hem İngiliz Dışişleri’nde, hem Amerikan Dışişlerinde, Türkiye’nin bir ittifak önerisi ile Sovyetler Birliği’ne yanaşıyor kuşkularının doğmasına neden olmuştur.134
Görüldüğü gibi, Batılı demokrat devletler için Türkiye, demokratikleşme eğilimleri gibi bazı olumlu gelişmeler dışında, hala belirsiz ve kuşkulanılan bir ülke konumundadır.135
18 Temmuz gecesi Stalin Churchill’e Türkiye-SSCB arasındaki bir ittifakın ancak aralarında anlaşmazlıkların çözülmesiyle mümkün olacağını, fakat Türkiye’nin
Kars ve Ardahan’ı SSCB’ye geri vermeyi, Montreux’yü tartışmayı reddettiğini söylemiştir. Daha sonra 23 Temmuz gecesi başka bir yemekte Stalin Churchill’e “Eğer Marmara’da bize tahkim edilmiş bir pozisyon vermeniz mümkün değilse, o zaman Dedeağaç’ta bir üs alamaz mıyız?” diye sorarak Boğazların denetimi konusundaki
niyetini açıkça dile getirmiştir. Churchill Boğazlarda SSCB’nin istediği yönde bir düzenlemeyi desteklediğini, ama bunun Türkiye’nin toprak bütünlüğünü koruma
koşuluna bağlı olduğunu belirtmiştir. Değişikliğin çok taraflı düzeyde yapılması gerektiğinin altını çizmiştir. SSCB ise, yazılı bir metin sunarak Montreux’ün
feshedilmesini, Boğazlarda güvenliğin Türkiye ve SSCB tarafından sağlanmasını, bunun için Sovyet üslerinin kurulmasını önermiştir. Boğazlarda üs isteğinin yanı sıra, sınırda değişiklik isteğini de açıkça belirtmiştir. Churchill ise üs isteğini kabul edemeyeceğini bildirmiştir. Stalin Boğazlar konusundaki görüşünü şöyle dile getirmektedir: “Sonuçta, İngiltere tarafından desteklenen küçük bir devlet büyük bir devleti gırtlağından tutmakta ve ona çıkış vermemektedir”. Konferans sonunda kabul edilen protokolün 16. maddesinde, üç hükümetin o günkü koşullara yanıt vermediği için, Montreux’de değişiklik yapılması gerektiği konusunda görüş birliğine vardıkları açıklanmıştır. Ancak, ortak bir karara ulaşılamamıştır. Konunun her bir tarafın Türkiye’yle doğrudan görüşmeler yoluyla ele alınması kararlaştırılmıştır.
Churchill’in Türkiye’nin toprak bütünlüğüne yaptığı vurgunun aksine, Truman toprak verme sorununun Türk ve Rusların kendi başlarına oturup halletmeleri gereken bir sorun olduğunu düşünmektedir. Kısaca, Türkiye başlangıçta SSCB’ye savaş sonrası pazarlıklarını sürdüren Batı’yı arkasına alamamış ve SSCB’den gelen istekler karşısında yalnız kalmıştır.136
Lakin Potsdam Konferansında yapılan tartışmalar ve bilhassa Stalin’in Boğazlarda kara ve deniz üslerinden sözleşmesi, tamamen olmasa bile, Türkiye’ye de ulaşmış ve endişelere sebep olmuştur. Bu endişe sadece Sovyet isteklerinden doğmamaktadır. Amerika ve İngiltere’nin bu istekler karşısında net ve kesin bir tutum almamaları da Türkiye’yi endişelendirmiştir.137
2.4.2 Sovyetlerin Türkiye Üzerine Yeni Girişimleri
Daha Potsdam Konferansı sırasında Türkiye üzerinde bir Sovyet tehdidi açık olarak ortaya çıkmıştır. Bu tehdit, bu devletin, boğazlarda üs istemesi ve Kars ve Ardahan bölgelerinin Rusya’ya terkini ileri sürmesi ile ağır bir nitelik kazanmıştır. Fakat 1946 yılında, Türkiye üzerindeki bu tehdidin ağırlığı daha da artmıştır.
Potsdam kararlarına göre, her üç devletin boğazlar hakkındaki görüşlerini Türk Hükümetlerine bildirmeleri gerekmektedir. Bu karara ilk uyan Amerika olmuş ve 2 Kasım 1945 de Türk hükümetine verdiği notada bu konudaki görüşlerini açıklamaktadır.138 Buna göre:
1) Boğazlar bütün devletlerin ticaret gemilerine her zaman açık olmalıdır;
2) Boğazlar Karadeniz’e kıyısı bulunan Devletlerin savaş gemilerinin transit geçişine her zaman açık olmalıdır;
3) Karadeniz’e kıyıdaş Devletlerin özel rızası veya Birleşmiş milletler tarafından görevlendirilmiş olmaları istisnalarıyla üzerinde anlaşılacak, sınırlandırılmış
bir tonajın altındaki gemiler hariç, Karadeniz’e kıyıdaş olmayan Devletlerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi her zaman yasak olmalıdır;
4) Montreux konvansiyonu’nu günün koşullarına uydurmak için, Milletler Cemiyeti’nin yerine Birleşmiş Milletler Sistemi almalı ve Japonya taraf devletler
arasında çıkarılmalıdır.139
Türkiye’nin istediği; Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin desteğini kazanmaktır. Boğazlarla ile ilgili olarak, Türkiye ile ABD ve İngiltere arasında görüş
alışverişleri sürerken140, Sovyetler Birliği tüm bu gelişmeleri uzaktan izlemekte ve bir yandan da baskısını arttırmaktadır141 . Sovyet basın ve radyosunda sürekli bir kampanya biçiminde daha önce başlamış olan bu baskı, yavaş yavaş çeşitli ülkelerde bulunan Ermeni Komitelerinin Türkiye’den toprak konusundaki istekleri ve ABD, Fransa, İngiltere gibi demokrat ülkeler de yarı birer propaganda merkezleri oluşturmakla güçlendirilmektedir142.
Bu olaydan sonra T.B.M.M.’nde Dışişleri Bakanlığı bütçesi görüşülürken, İstanbul milletvekili General Kazım Karabekir, 20 Aralık 1945 de mecliste yaptığı
konuşmada, “Boğazlar milletimizin hakikaten boğazıdır. Ortaya el saldırtmayız. Fakat şu da bilinmelidir ki, Kars yaylası da milli belkemiğimizdir. Kırdırırsak yine
mahvoluruz” demiş ve meclis ve kamuoyu tarafından heyecanla alkışlanmıştır.
Türk – Sovyet münasebetlerinin bu gergin durumu 1946 yazına kadar devam etmiştir. Fakat 1946 yazında yeniden şiddetini arttırarak bir buhrana girmiştir. Potsdam kararlarına uygun olarak Sovyetler, Boğazlar hakkındaki görüşlerini, Türk hükümetine 7 Ağustos 1946 da verdikleri bir nota ile açıklamışlardır. Notada, Türkiye’nin II. Dünya Savaşı sırasında Boğazlardaki yetkilerini kötüye kullandığı ve Mihver’in savaş gemilerine geçiş verdiği belirtildikten sonra, yeni boğazlar rejiminin alması gereken şeklin esasların en önemlisi olarak da Ticaret ve geliş-geçiş serbestliği ile Boğazların güvenliğinin olan Sovyet Rusya ile Türkiye tarafından ortak savunulmasını talep etmektedir. Bu suretle Sovyetler Boğazların kontrolünü ellerine almak hususundaki isteklerini resmen açıklamış olmaktaydılar.
Sovyetlerin 7 Ağustos notasına Türk Hükümeti 22 Ağustos 1946 tarihli bir nota ile cevap vermiştir. Cevapta, II. Dünya Savaşında Boğazlar Statüsünün Türkiye
tarafından iyi korunmadığına dair ithamlar çürütüldükten sonra, Sovyet isteklerinin 4 ve 5. Maddeleri reddediliyor, beşinci madde hakkında ise, bu Sovyet teklifinin “Türkiye’nin hiçbir bakından feragat edemeyeceği ve takyidini kabul edemeyeceği egemenlik haklarına ve güvenliğine aykırı” olduğun bildiriliyor ve bunun Türkiye’nin güvenliğinin imhası demek olacağı belirtildikten sonra şöyle deniyordu: “Tarih Türkiye’nin dahil olup Türk Milletinin memlekete karşı vazifesini yapmadığı hiçbir savaş misali kaydetmemiştir”. Bu sonuncu cümle, Türkiye’nin Sovyet tehdidine karşı açık bir meydan okumasıdır. Bununla denilmek isteniyordu ki, Sovyet Rusya Boğazlar üzerindeki ihtiraslarını gerçekleştirmek için kuvvete başvuracak olursa, Türk Milleti buna aynı şekilde karşı koymaktan kaçınmayacaktır. Türkiye’nin bu notasına Sovyetler 24 Eylül 1946’da bir cevap vermiştir.
Birinci notadaki ithamlar tekrar ediliyordu. Türk hükümeti 18 Ekimde verdiği ikinci cevapta, 22 Ağustos notasındaki görüş ve azmini tekrar belirtmiştir.
Sovyet Rusya’nın Türkiye’ye 24 Eylül notası üzerine, Amerika ve İngiltere 9 Ekimde Sovyetlere verdikleri notalarda, Potsdam kararlarına göre, tarafların Türk Hükümetine ancak birer nota vererek görüşlerini bildireceklerini, yoksa cevaplaşma suretiyle meselenin tartışılmasına girişilemeyeceğini bildirmişler ve Türkiye’nin Boğazlar savunmasının tek sorumlusu kalması gerektiği hususundaki görüşlerini tekrar ifade etmişlerdir.
Bu suretle boğazlar konusundaki tartışma sona ermekte, meselenin bir konferansta görüşülmesi gereği ortaya konmaktadır. Lakin bu konferans, bugüne kadar toplanmamış ve Boğazlarda Montreux rejimi egemen olmakta devam etmektedir. Fakat olayın önemli tarafı, şimdi Sovyet tehdit ve tehlikesinin Türkiye’nin üzerine en ağır bir şekilde çökmüş olmasıdır. Sovyetler, Türkiye’nin hem bağımsızlık ve egemenliğine hem de toprak bütünlüğüne yönelen istekler ileri sürmüşlerdir. Türkiye tarihinin en buhranlı zamanlarından birini geçirmektedir143.
Sovyetler Birliği’nin bu emperyalist istekleri Türkiye’de büyük tepkilere neden olmaktadır. Milli Şef İsmet İnönü: “Açıkça söyleriz ki, Türk topraklarından ve
haklarından hiç kimseye verecek bir borcumuz yoktur. Şerefli insanlar olarak öleceğiz…” demekte, tüm öfke ve kararlılığını ortaya koymaktadır 144.
Tek parti yönetimi 1945 yılını 1950 yılına dek ağırlığını daha da artırarak sürdürecek olan Sovyet Tehdidi ile tamamlamaktadır 145.
BÖLÜM DİPNOTLARI;
127 Feridun Cemal Erkin, Dışişlerinde 34 Yıl, Anılar, Yorumlar, Ankara : Cilt I, T.T.K.B., 1980, s.200.
128 Ünal, a.g.e., s.123.
129 O. Murat Güvenir, 2. Dünya Savaşında Türk Basını, Gazeteciler Cemiyeti Yayınları, İstanbul, 1991, s.193.
130 Ekinci, a.g.e., s.274.
131 a.g.e., s.34.
132 a.g.e., s.281.
133 Oran, a.g.e., s.502
134 Gürün,a.g.e., s.298.
135 Ekinci, a.g.e., s. 281.
136 Oran, a.g.e., s.502-503.
137 Fahir Armaoğlu, Belgelerle Türk-Amerikan Münasebetleri (Açıklamalı), Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi,VII.Dizi, 1991, s.141.
138 Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyası Tarihi 1914-1980, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1983, s.426.
139 Oran, a.g.e., s. 504.
140 Rıfkı Salim Burçak, Türkiye’de Demokrasiye Geçiş 1945-1950, Ankara: Olgaç Yayınları, 1979, s.47.
141 Erkin, a.g.e., s.274-275
142 Gürün, a.g.e s.181
143 Armaoğlu, a.g.e., s.427-429.
144 Ekinci, a.g.e., s.284.
145 a.g.e., s.286.
6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder