Celal Bayar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Celal Bayar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ekim 2019 Cumartesi

DARAĞACINA GİDEN DEMOKRASİ, BÖLÜM 1

DARAĞACINA GİDEN DEMOKRASİ, BÖLÜM 1 




Menderes Dönemi (1950-1960) / M. Serhan Yücel Özet

Bin dokuz yüz yirmi üç yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nde ilki 1925'te, ikincisi 1930 yılında iki kez çok partili siyasi hayata geçiş adımı atılmış, ancak ikisinden de sonuç alınamamıştır. 
İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni dünya düzeni Türkiye'de de rejim değişikliğini zorunlu kılmış ve çok partili siyasal hayat başlamıştır. Cumhuriyet'in kurucusu Atatürk'ün son başbakanı, liberal ekonomi yanlısı Celal Bayar ve üç arkadaşı tarafından kurulan Demokrat Parti, benzeri görülmemiş biçimde halkı peşinden sürüklemiş ve 1950 yılında 27 yıllık tek parti iktidarına seçimle son vermiştir. " Beyaz ihtilal " olarak adlandırılan bu seçimden sonra girdiği bütün seçimleri kazanan Demokrat Parti, 1960 yılında yapılan bir darbe ile iktidardan uzaklaştırılmış, parti genel başkanı ve Başbakan Adnan Menderes ile Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edilmiştir. DP iktidarı döneminde siyaset, seçkinler uğraşı olmaktan çıkarak, geniş halk kitlelerine ulaşmış, böylelikle Türk siyasi kültürüne olumlu etkide bulunulurken, bürokratik-baskıcı devlet geleneğinin yumuşaması ve milli bir ticaret-sanayi burjuvazisinin doğması sağlanmıştır. 



Tarım Reformu, Barajlar ve Hidroelektrik santraller, Eğitim ve Ulaşım hizmetlerinin yaygınlaştırılmasının sonucu olarak siyasi yapının katı kalıpları yıkılmış ve Türkiye, tarihinin en önemli değişimini yaşamıştır.


A. Siyasal Tarih 1950-1960

1. Çok Partili Hayata Geçiş

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Atatürk, 1932 yılından 1938'de ölümüne kadar, bir gün patlak vereceğini söyleyegeldiği İkinci Dünya Savaşı'nın ne kadar geniş ve şiddetli olacağını şüphesiz biliyordu. Buna rağmen sanayileşmenin ve kalkınmanın mutlaka savaş bitmeden gerçekleştirilmesinde ısrar etmişti. Atatürk, Başbakanı Celal Bayar'a 18 Eylül 1938'de Dolmabahçe Sarayı'nda ölüm döşeğinde, adeta vasiyet edercesine şunları söylemişti:



"Bana bak Çocuk, vaktimiz daraldı. Beklenen dünya harbi yakında patlak verecek. Bu harbin galibi hangi taraf olursa olsun bizim sanayileşmemizi ve iktisaden kalkınmamızı asla istemezler. Onlar, bizi, kendi sanayilerine hammadde yetiştiren geri ve fakir bir tarım ülkesi olarak tutmak isterler. Bu uğurda da her türlü gayreti gösterirler.




Birbirleriyle de kolayca anlaşırlar. Getirdiğiniz programı hemen uygulamaya koyarak, harp bitmeden mutlaka gerçekleştirin. Para olsun veya olmasın, memleketin bütün menabii kuvvasını (kuvvet kaynaklarını) seferber ederek bu programdaki tesisleri mutlaka kurun, evvelkiler gibi çalışır hale getirin."1




Atatürk'ün ölümü üzerine Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, 26 Aralık 1938'de toplanan CHP kongresinde yapılan tüzük değişikliği ile " Değişmez Genel Başkan " oldu ve "Milli Şef" ilan edildi. Böylelikle İnönü, devletin kurucusu Atatürk'te bile bulunmayan bir sıfat ve yetkinin sahibi olmuştu. Her dört yılda bir, parti içinde Genel Başkanlığa aday olmasının bile kendi şahsiyet ve otoritesinin sarsıp zedeleyeceği görüşü, günümüzün demokrasi anlayışına oldukça zıt olmakla birlikte, 1938 şartlarında çok yanlış değildi: O tarihlerde "şeflik" sistemleri dünyanın en gözde sistemleriydi. Almanya'da Hitler, İtalya'da Mussolini, Sovyet Rusya'da Stalin, İspanya'da Franko otoriter rejimleriyle Batı demokrasilerini tir tir titretiyorlardı. Demokrasi, dinamik değildi. Demokrasi; zafer kazanmak, toprak genişletmek için iyi bir idare değildi. Ülke içinde hızlı kalkınma, dışta da yayılmacı politikalar, ancak tek parti idarelerinin baskıcı rejimleriyle kurulabilirdi.2




Dünyada " Şeflik " bu kadar revaçta iken, Türkiye'ye de bu durumun yansımaması düşünülemezdi. İnönü, 1938-1945 tarihleri arasında baskıcı rejimini en aşırı örnekleriyle sürdürdü. Bu dönem, Türkiye tarihinin acı bir devri olarak hatırlanır.




İkinci Dünya Savaşı'nın Avrupa'daki bölümü 8 Mayıs 1945'te sona erdiğinde, diktatörlüklerin kesin yenilgisi söz konusuydu. 25 Nisan 1945'te San Fransisko Konferansı toplandı, 26 Haziran 1945 günü de Türkiye Birleşmiş Milletler Anayasası'nı onayladı.



II. Dünya Savaşı'yla birlikte bütün devletlerin dikta rejimlerinden dili yanmıştı. Dinamik olmadığı için beğenilmeyen demokrasi savaş sonrası yeni dünyanın gözdesiydi. Bu, Türkiye için de geçerliydi. Türkiye, Milli Şef rejimini terk edip, çok partili hayata geçmek zorundaydı.




İsmet İnönü, yeni dünya tarafından dışlanırsa, iktidarını kaybedeceğini biliyordu. Öte yandan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka denemelerinden rahatsızdı. Çok partili hayata geçmek CHP'nin de sonu olabilirdi. Bu nedenle İnönü ve yakın çevresi, "Kontrol edilebilir muhalefet" yaklaşımıyla çok partili hayata yeşil ışık yakmışlardır.3



Çok partili siyasal hayat, 18 Temmuz 1945'te Milli Kalkınma Partisi'nin kurulmasıyla başladı. Ancak bu parti bir varlık gösteremedi. Konjonktüre uygun söylemler yine CHP içinde dillendiriliyordu: Dünya ülkelerinde demokrasi lehine gerçekleşen hızlı değişimin farkına varan CHP milletvekillerinden Adnan Menderes ve Fuad Köprülü düşüncelerini yüksek sesle telaffuz ettiler. 7 Haziran 1945 tarihinde de Celal Bayar, Refik Koraltan, Fuad Köprülü ve Adnan Menderes CHP'nin demokratikleşme ve liberalleşme hareketini başlatmasını, tarihe "Dörtlü Takrir" diye geçen önergeyle istediler. Dörtlü Takrir, Demokrat Parti'nin kurulmasına kadar gidecek süreci başlattı. Nitekim Dörtlü Takriri hazırlayanlar 7 Ocak 1946'da Demokrat Parti'yi kurdular. Parti, her alanda liberalizmi savunuyordu.



DP, kuruluşundaki haliyle liberal-sol bir çizgiye oturmuştu. TBMM'den partiye katılanların sayısı dört kurucu ile birlikte 6'da kalırken Anadolu'nun her köşesinde DP'ye olağanüstü bir ilgi, olağanüstü bir kayma söz konusu oldu. CHP, karşısında böyle bir muhalefeti görünce şaşkına döndü. "Çığ gibi büyüyen yeni partinin gördüğü sevgi, endişe verici idi."4



CHP, Demokrat Parti'nin daha da büyümesine engel olabilmek için genel seçimleri erkene aldı ve Cumhuriyet tarihimizin ilk çok partili ve tek dereceli seçimi 21 Temmuz 1946'da yapıldı. Tarihe "hileli seçimler" olarak geçen "1946 Seçimlerini Demokratlar, mazbataları Halkçılar kazandı."5



Hileli seçimler sonrası Demokrat Parti ülkeyi karış karış dolaşarak halkın desteğini aldı. Partililer; ilki 1947'de, ikincisi 1949'da toplanan iki Büyük Kongre ile parti ismine yakışan şekilde davrandı: Özellikle Birinci Büyük Kongre'de esen demokratik hava, sabahlara kadar süren delege konuşmaları,6 Celal Bayar eleştirisinden Başkanlık sistemi önerisine kadar konu zenginliği partinin iktidara hazır olduğunun sinyallerini veriyordu. 1947'den sonra DP içinden başlarını Fevzi Çakmak'ın çektiği önemli bir grup koptuysa da bu hareket tabanın desteğini alamadı. Bu arada Türkiye, Truman Doktrini ve Marshall Planı ile ABD'den ilk yardımlarını almaya başlamıştı.

2. 1950-1954 Dönemi



DP önderlerinin dört yıl boyunca bütün yurdu gezerek yürüttükleri mücadele, iktidar mücadelesinden çok bir demokrasi mücadelesi şeklindeydi. DP'nin kurulduğu günlerde "biz şimdi Hasolarla Memoların ayağına mı gideceğiz?" diyen CHP'nin katı zihniyeti de 1946-1950 sürecinde kırıldı. O tarihlere kadar büyük şehirlerin caddelerinde dolaşmasına bile izin verilmeyen, horlanan, aşağılanan köylüler ise şimdi ayaklarına kadar gelen farklı partilere mensup politikacıları dinliyordu. Siyasilerin kendilerini beğendirme yolunda harcadıkları çabayı biraz da ironi ile karışık bir gururla seyrediyordu.7




14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan seçimlere yedi parti katıldı: CHP bütün illerde, DP Hakkari hariç bütün illerde, Millet Partisi 22 ilde, Milli Kalkınma Partisi 3 ilde, Toprak Emlak ve Serbest Teşebbüs Partisi, Türk Sosyal Demokrat Partisi ve İşçi Çiftçi Partisi sadece İstanbul'da seçimlere girdi.8 Seçim sonuçlarına göre DP %53.3 oranla 408 milletvekilliğinin sahibi olurken CHP %39.9 oranla 69 milletvekilliği kazanmıştı.

CHP'nin aldığı yüzde kırka yakın oy aslında büyük başarı idi. CHP'nin son iki yılda izlediği akıllı liberal politikalar bu başarıyı getirmişti. Eğer seçim 1948'de yapılsaydı CHP bu oyların ancak yarısını alabilirdi.9

Yeni TBMM 22 Mayıs 1950 toplanarak, TC'nin Üçüncü Cumhurbaşkanlığı'na Celal Bayar'ı, TBMM Başkanlığı'na da Refik Koraltan'ı seçti. Celal Bayar, aynı gün yemin ettikten sonra Adnan Menderes'le görüştü. Menderes'e başbakanın kimin olması gerektiğini soran Bayar, Menderes'ten Fuad Köprülü cevabını aldı. Menderes parti başkanlığı ile başbakanlığın ayrılması gerektiğini, parti başkanlığı için parti içinde Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu'nun adının geçtiğini, ancak uygun görülürse partiyle kendisinin ilgilenebileceğini söyledi. Ancak Bayar, Menderes'i hem Başbakan hem de parti başkanı olarak atamaya çoktan karar vermişti. Çünkü gerek Köprülü'nün gerekse Karaosmanoğlu'nun dokularının milletle uyuşmayacağının farkındaydı. Menderes'in başbakanlığı demek Bayar'ın siyaset iplerini Çankaya'da elinde tutması anlamına geldiği gibi, milletle DP arasında güçlü bir bağ kurulması da demekti. Celal Bayar'ın, Menderes'i başbakanlığa getirmesi, kendisine de 10 yıl sürecek Çankaya Köşkü'nün kapılarını açmıştır.



Adnan Menderes'in başbakan olmasıyla on yıl sürecek Demokrat Parti dönemi başlamış oluyordu. Bu on yıllık sürede Demokrat Parti ile Menderes isimleri özdeşleşmiş, ikisinin de yükselişleri, düşüşleri ve sonları aynı olmuştur.




Menderes Hükümeti iktidarının ilk ayı içinde çok önemli kararlar aldı. Öncelikle ordunun yüksek mevkilerinde değişiklikler yapıldı. Hemen sonrasında da valiler arasında geniş bir tasfiye hareketi başladı. 16 Haziran 1950'de de ezanın Arapça okunmasını yasaklayan kanun yürürlükten kaldırıldı.




Bu gelişmelere CHP ciddi bir tepki vermedi. Milli Mücadele'yi başarıyla sonuçlandıran, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin devamı olan, cumhuriyeti kuran, 27 yıl ülkeyi yöneten parti, henüz muhalefete alışamamıştı. Gerçi CHP'nin yayın organı durumunda olan Ulus Gazetesi'nde komutanların değişmesine ilişkin bir-iki eleştiri yazısı vardı.10 Ancak CHP'liler Arapça ezan yasağının kalkması konusu görüşülürken kanunun aleyhinde olmadılar.11 CHP'li birçok milletvekili, komutanların değişmesi ve valilerin tasfiyesini de yeni hükümetin tasarrufu olarak değerlendiriyordu.



DP iktidarı 14 Temmuz 1950 tarihinde Genel Af çıkararak CHP döneminde tıka basa dolmuş cezaevlerini boşalttı. Genel Af, DP yandaşlarınca, "yeni dönemde sosyal barışın sağlanması için atılan önemli bir adım" olarak değerlendirilirken, karşıtları "DP siyasal amaçları uğruna hırsızları, katilleri affetti" yorumunu yapıyordu.



DP iktidarının ilk aylardaki hızı 25 Temmuz 1950 günü Kore Kararı ile zirveye çıktı: Hükümet, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin talebi üzerine 4500 kişilik Türk Savaş Birliği'nin gönderilmesine karar verdi.




Kore Savaşı'na katılma kararı, Türkiye'nin DP ile yeni bir dış politika belirlediğinin bir göstergesiydi. Türkiye, Cumhuriyet tarihinde ilk kez, hem de kendinden kilometrelerce uzakta, vatandaşlarının adını bile bilmediği bir ülkede savaşa giriyordu. Bu yeni dış politikaya kısa sürede sert tepkiler geldi. Millet Partisi Genel Başkanı Hikmet Bayur "Bugün Birleşik Amerika Kore'de savaşa atılmışsa bunu orada pek büyük Amerikan ideali olduğu için mi, Birleşmiş Milletler ülküsünü kurtarmak için mi yapmıştır" sözleriyle Kore'ye asker gönderilmesine karşı çıkıyordu. Yeni Sabah ve Ulus gibi gazeteler de "ihtiyatsızca" alınan bu kararı eleştiri bombardımanına tuttular.12 Öte yandan CHP'nin Kore Kararı'na ilişkin tavrı net değildi. Böyle bir konuda niçin kendisine danışılmadığını soruyor, ama kararı onaylayıp onaylamadığını açıklamıyordu. Kore Kararı TBMM tatilde iken alınmış olduğu için kararın TBMM'de onaylanması Kasım ayında gerçekleşebildi.




Yaz aylarının son flaş icraatı Türkiye Sınai Kalkınma Bankası'nın kurulmasıdır. Ağustos ayının ilk günlerinde kurulan bu banka özel girişimi, özel sermayeyi teşvik etmek amacını güdecekti.13




1950'li yıllarda yerel organlara ayrı tarihlerde seçim yapıldığından, 1950 yılının Ağustos-Ekim dönemi yerel seçimlerle geçildi. Seçimlerde DP, CHP'ye karşı ezici bir üstünlük sağladı. Öyle ki, 600 belediyenin 560'ını DP'li adaylar kazandı. Başbakan Menderes seçim zaferinden sonra "Türk milleti Halk Partisi'ni 14 Mayıs'ta iktidardan tasfiye etmişti, 3 Eylül'de de muhalefetten tasfiye etti" diyecekti.14




1951 yılının başlarında hükümet, Kırşehir'deki Atatürk büstünün tahrip edilmesi olayı üzerine "inkılap ve Atatürk aleyhine işlenmekte olan suçların artma eğilimi gösterdiği" kanaatine vardı ve "Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkında Kanun" tasarısını hazırlayarak TBMM'den geçmesini sağladı. Demokrat Partililer 1946-1950 döneminde iktidar partisi CHP'yi Atatürk'le ilgili birçok konuda eleştirmişlerdi. Öncelikle, Anıtkabir'in yapımının geciktirilerek Atatürk'ün Etnografya Müzesi'nde bekletilmesi, ayrıca para ve pullardan Atatürk'ün resminin kaldırılarak İnönü'nün resminin basılması DP'lilerin başlıca eleştiri konularındandı. DP, Atatürk Devrimlerine karşı olmakla suçlanmışsa da, uygulamada bu suçlama gerçeklerle örtüşmez.15 Özellikle Celal Bayar meşhur "Atatürk'ü sevmek millî bir ibadettir" sözüyle Atatürk hayranlığını dile getirmiştir.




1951 yılının Mart ayında, DP iktidarı henüz bir yılını doldurmadan, Başbakan Menderes'le Tarım Bakanı Nihat Eğriboz arasında yaşanan bir tartışma yüzünden hükümet istifa etti,16 yeni hükümet yine Menderes tarafından kuruldu.17




İkinci Menderes Hükümeti de, tıpkı ilk hükümet gibi özel sektörün gelişmesi, Anadolu'da ticaret ve sanayi burjuvazisinin doğması için çaba gösterdi. Öte yandan dış politikada benimsediği yeni yolda da emin adımlarla ilerledi. NATO'ya girmek için İnönü döneminden beri nabız yoklayan Türkiye, Kore Savaşı'nın sağladığı avantajla ABD'nin desteğini aldı. Ancak, İngiltere ve Fransa'nın muhalefetini kıramıyordu. 1951 yılının Mayıs ayında İngiltere Dışişleri Bakanı Morrison tarihe "Morrison Mektubu" olarak geçen belgeyi Türk hükümetine iletti. Morrison mektupla Türkiye'nin Atlantik Paktı'na alınmasına taraftar olduğunu belirtiyor ve diğer devletler nezdinde de gerekli girişimleri yapacağını taahhüt ediyordu. Ancak İngiltere bir şart öne sürüyordu: ABD, İngiltere, Fransa ve Türkiye arasında Orta Doğu'nun savunmasını sağlamak üzere başka bir savunma sisteminin kurulması. Hükümet Morrison mektubuna verdiği cevapta, Türkiye için NATO'nun önemine değinirken, Orta Doğu için önerilen yeni savunma sistemi için de görüşmelere hazır olduğunu bildirdi.



Türkiye'nin bu tutumu, Ottowa'da yapılan Atlantik Konseyi'nde ele alındı ve 1951 yılının Eylül ayında Türkiye'nin NATO'ya alınması kabul edildi. NATO'ya giriş kararı DP ve CHP'nin oylarıyla 18 Şubat 1952 günü TBMM'de onaylandı.




Türkiye'nin NATO'ya girmesiyle birlikte dış politikasının yanı sıra iç politikasında da önemli değişikliklerin olacağı aşikardı. DP iktidarı, 1952 yılının ortalarından itibaren "aşırı sağ ve sol akımlar" olarak değerlendirdiği kurumların üstüne gitmeye başladı. Türk Milliyetçiler Derneği 9 Temmuz 1953 günü, Millet Partisi de 1953 yılının Ocak ayında kapatıldı. Köy Enstitüleri, Öğretmen Okullarına dönüştürüldü. CHP'nin tek parti döneminde haksız yere edindiği mallar hazineye devredildi. Türkiye'nin NATO'ya girmesine çok sıcak bakmadığı bilinen Hava Kuvvetleri Komutanı Muzaffer Göksenin emekli edildi.




Türkiye'de iç ve dış politikada hararetli günler yaşanırken aynı zamanda ülkenin çehresi de değişiyor, karayollarına verilen önem sayesinde mübadele aracı maldan paraya dönüşüyordu. Köylerin kasabalara ya da kentlere olan bağlantısı köylünün ürününü pazarda sergilemesini sağlıyor, bu da köylünün parayla tanışması sonucunu doğuruyordu. Para, Sümerbank'tan pazen alınması, pabuç alınması, basma alınması demekti. Para, kaliteli tohum, gübre hatta traktör demekti. Para, bazı köylüler için de pavyon demekti, eğlence demekti. Para, köylünün kenti keşfetmesi demekti. Nitekim, 1950 yılında 1 milyar lira olan para arzı, 1960 yılında 5 milyar liraya çıkmıştı.18




Demokrat Parti'nin kuruluşundan iktidara gelmesine kadar geçen dört yıllık dönemde yaptığı iki kongrenin, parti ve Türk demokrasisi açısından önemi yukarıda vurgulanmıştı. Demokrat Parti, iktidarda bulunduğu 1950-1960 arası on yıllık dönemde ise sadece iki kongre gerçekleşti. Parti'nin en önemli şahsiyeti Celal Bayar artık Cumhurbaşkanı idi. Partiye, -en azından- açıktan müdahale etmiyor, dolayısıyla teşkilatla ilgilenmiyordu. Toplantılarda, mitinglerde, kongrelerde yaptığı konuşmalarla siyaset dersleri veren, birçok defa kaybetmek üzereyken son anda yaptığı manevralarla kazanan Bayar'ın yükü artık Menderes'in omuzlarındaydı. Menderes ise Bayar'dan farklıydı. O, mücadeleyi sevmiyordu. Hitap ettiği milyonlarla özdeşleşebilen, onların duygu ve düşüncelerini okuyan, ruh hallerini çözen Menderes'in büyük bir eksiği vardı: Yüzbinlere hitap ederken o insanların tek tek aralarında ne konuşabileceklerini biliyordu, ama hemen yanı başında duran 5-10 kişinin ayak oyunlarının, dalkavukluklarının neler ifade edeceğini bir türlü çözemiyordu. Belki de çözmek istemiyordu.




Çocukluk yıllarında başlayan, özellikle iktidarının ilk yıllarında sıkça karşılaştığı ihanetler Menderes'te güvensizlik duygusunu arttırmıştı. Bu sebeple Menderes, kongre gibi hesaplaşma ortamlarını hiçbir zaman sevmedi. Hatta kongrelerden korktu. İktidarda bulunduğu on yıl içinde, biri 1951 diğeri 1955 yılında yapılan iki Büyük Kongre'de de gereksiz polemiklere, mücadelelere girdi. Menderes'in Genel Başkanı olduğu Demokrat Parti'de kongre demek bundan sonra çatışma demekti, bölünme demekti.19




Demokrat Parti'nin 1950-1960 yılları arasında topladığı iki kongreden ilki olan Üçüncü Büyük Kongre, 15 Ekim 1951'de, Ankara'da, Büyük Sinema'da çalışmalarına başladı. İlk iki kongre gibi uzun süren ve 20 Ekim 1951 akşamı sona eren kongreye 1160 delege katıldı. Kongrede, Cumhurbaşkanı Celal Bayar da bulundu. Ancak o, artık sahnede değil, Cumhurbaşkanlığı locasındaydı. Kürsüde konuşan, hesap veren, savaşan artık Adnan Menderes'ti.




Demokrat Parti Üçüncü Büyük Kongresi'nde yaşanan en ilginç gelişme, hiç şüphesiz İçişleri Bakanı Halil Özyörük'ü istifaya kadar götüren gazete haberi idi: Ulus gazetesi, bakanın eşine resmi bir araba tahsis edildiğini yazdı ve yayınladığı resimlerle de bu iddiasını ispat etti.20 Bu haberler üzerine Halil Özyörük, 17 Ekim 1951 günü bakanlık görevinden istifa etti.

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

20 Eylül 2019 Cuma

CHP, İSMET İNÖNÜ VE 1945-1950 KARŞI DEVRİM, BÖLÜM 2

CHP, İSMET İNÖNÜ VE 1945-1950 KARŞI DEVRİM, BÖLÜM 2





Türk Devrimi'nden Geri Dönüş -2

Kemalist politikanın ödünlerle başlayıp karşı devrimle sonuçlanan uzun bir süreç sonunda uygulamadan kaldırılması, sanıldığı gibi 1950’lerde değil, 11 Kasım 1938’de yani Atatürk’ün ölümüyle birlikte başlamıştır. Bu, öznel bir yargı değil hükümet uygulamalarının ortaya koyduğu bir olgudur. 
Yaşananlar, şaşırtıcıdır ancak gerçektir. Şaşırtıcı olan, İnönü gibi her zaman Atatürk’ün yanında yer alan, Kurtuluş Savaşı ve devrimlerde büyük hizmeti 
bulunan bir kişinin, geri dönüş sürecinin başlamasında birincil düzeyde sorumlu olmasıdır. Bu konu ve nedenleri, ülkemizde yeterince tartışılmamış, böyle 
bir tartışma İnönü’ye saygısızlık olarak görülmüştür. Oysa, olaylar ve sonuçları ortadadır. Bunları inceleyip, günümüze ve geleceğe yönelik ders çıkarmak 
bizim sorumluluğumuzdur. İnönü gibi, Devrim’de yer alan, katkısı olan bir önderin, tarih açısından içine düştüğü durumun açıklanması gerekir. 
Emperyalizmi kavrayamamanın yol açtığı Batı hayranlığının nelere yol açacağını görmek ve geleceğe yönelik kendimize çizeceğimiz yolu aydınlatmak zorundayız. Geçmişten ders almalıyız.

Kadrosuzluk,

Mustafa Kemal Atatürk, oluşturduğu düşünce dizgesini ve gerçekleştirdiği eylemleri son derece yetersiz, dar bir kadroyla başarmıştır. İçinde bulunulan çağı ve ulusal kurtuluşun ideolojik anlamını kavramış insan sayısı yok denecek düzeydedir.

Kurtuluş Savaş'ında etkili görevlerde bulunmuş olan Kazım Karabekir, Refet Bele, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy gibi paşalar, Cumhuriyet atılımlarını anlayabilecek düzeyde değildirler. Bunların 1924’te kurduğu Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası’nın izlencesi (programı), bugünkü IMF istemleri gibidir.

Bu partiyi kuranların içinde yer alan Rauf Orbay, başbakan olarak Lozan’a, anlaşmanın imzalanması için gerekli olan yetki belgesini göndermemiş ve bu garip sorunu Mustafa Kemal çözmüştü. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulur kurulmaz, hükümete, Cumhuriyet Halk Fırkasına ve hatta Mustafa Kemal’e karşı olumsuz tavır almıştı. Londra’da çıkan Times gazetesi 14 Kasım 1924 tarihli sayısında, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı, “Mustafa Kemal’in her adımını” eleştirdiği için kutlamış ve Türkiye’deki “İngiliz çıkarlarının korunması” umutlarını bu partinin başarısına bağlamıştı. 1 

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın programında şunlar yer alıyordu: “...Parti Limanlara giriş ve çıkışta alınan gereksiz gümrük vergilerinin derhal kaldırılmasını savunur... İç ve dış transit ticaretinin gelişmesini önleyen tüm kısıtlama ve engeller kaldırılacaktır. Ulusal sanayinin korunması için getirilen kısıtlamalar kaldırılacak, ithalattan alınan gümrük vergileri azaltılacaktır. Ekonomiyi yeniden inşa etmenin zorunluluğu karşısında, yabancı sermayenin güvenini kazanmaya çalışılacaktır. Her türlü tekelin, bu arada devlet tekellerinin de çoğalmasına karşı çıkılacaktır. Merkezi yönetim biçimi yerine yerel yönetimler gerçekleştirilecektir. Ülkede liberalizm uygulanacak devlet küçülecektir. Halkın dini inançlarına saygı gösterilecektir...” 2 

Rauf Orbay 1924 yılında Mecliste yaptığı konuşmada, Cumhuriyet ilanı ile hilafetin kaldırılmasından başka herhangi bir devrim henüz yapılmamış olmasına karşın; “Devrimler bitmiştir. Devrim sözü sermayeyi ürkütüyor” demiştir. 3  1924’de Başbakan, 1930’da da Serbest Fırka’nın başkanı olan Fethi Okyar da benzer düşüncede bir kişidir. Mecliste birçok devrim yasası sarıklı hocaların ikna edilmesiyle çıkarılmaktadır. İsmet İnönü verilen görevi başarıyla yerine getiren iyi bir uygulamacıdır ancak çağın gerçeklerini yeterince kavrayamamıştır. Türk Devrimine tek başına önderlik edebilecek, sosyal, ekonomik, tarihsel kültüre ve anti-emperyalist bilincesahip değildir.

Devrimin Dayanağı

Devrimlerin gerçekleştirilmesi Mustafa Kemal’in Türk halkı üzerindeki olağanüstü etkisine, devrimci kararlılığına, örgütsel yeteneğine ve eriştiği yüksek bilince 
dayanmıştır. Mustafa Kemal, Meclis içindeki tutucu karşıtçılığın arttığı günlerde, 3 Mart 1925’de parti kümesinde yaptığı uzun konuşmasını şu cümleyle bitirir. 
“Devrimi, başlatan tamamlayacaktır.” 4 

Devrim kendisini koruyacak kadroları tam olarak yetiştiremeden Atatürk 1938 yılında öldü. Atatürk’ün yerine, getirilecek en uygun kişi olarak İsmet İnönü 
Cumhurbaşkanı seçildi. İsmet İnönü’nün, 1938-1950 arasındaki, milli şef konumu ve geniş yetkilerle sürdürdüğü yönetim dönemi, Atatürkçü politikanın temel ilkeleriyle çelişen uygulamaların yer aldığı bir dönem oldu. 

Atatürkçülükten geri dönüş süreci, yaygın bir kanı olarak kabul edilen 1950’de değil, bu dönemde başladı.

Emperyalizme Yanaşma; İngiltere ve Fransa’yla Üçlü Bağlaşma

Atatürk’ün ölümünden yalnızca altı ay sonra Türkiye; 12 Mayıs 1939’da İngiltere, 23 Haziran’da da Fransa ile iki ayrı bildiriye (deklarasyona) imza attı. 

Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu, İngiltere Büyükelçisine bu anlaşmalarla ilgili olarak, “Türkiye’nin bütün nüfuzunu Batı devletlerinin hizmetine verdiğini” söyledi. 5  Deklarasyonlara göre taraflar; “Akdeniz bölgesinde savaşa yol açabilecek bir saldırı halinde, etkin bir biçimde işbirliği yapmayı” kabul etti.

Anlaşma üzerine İngiltere Başbakanı Arthur Chamberlain Avam kamarasında yaptığı konuşmada “erkek millet” diye Türkiye’yi övdü. Alman gazeteleri ise 
“Nankör Millet Türkiye” başlıklarıyla çıktı. Bu iki bildiri, daha sonra 19 Ekim 1939 tarihinde Üçlü Bağlaşma (İttifak) anlaşması haline getirildi. 

Bu anlaşmanın yapıldığı günlerde, İngiltere ve Fransa, Almanya ile savaş durumundadır ve 2.Dünya Savaşı sürmektedir.

Türkiye, Kemalist politikalardan ilk ödünü Atatürk’ün üzerinde en çok durduğu konulardan biri olan dış siyaset konusunda vermiştir. 
Batıyla bağımlılık ilişkisi doğuracak anlaşmalara imza koymuştur. 
Hem de ölümünden yalnızca 6 ay sonra.

Anlaşma yapılan İngiltere daha 15 yıl önce; Türkiye’yi yok etmeye kararlı olduğunu, Türklerin vahşi talancılar olduğunu ve Anadolu’dan uzaklaştırılacağını söylüyordu. 
1930 yılına dek süren Kürt ayaklanmalarının hemen tümünü kışkırtıyor ve Musul’u almak için Türkiye karşıtı her türlü eylem içine giriyordu. Türkiye böyle bir ülkeyle hem de dünya savaşı sürerken bağlaşma anlaşması yapıyordu. İngiltere ve Fransa ile yapılan 1939 üçlü anlaşma, hem anti-Kemalist sürecin başlangıcı, hem de buna bağlı olarak Türkiye’nin yeniden Batının etkisine girmesi anlamına geliyordu.

Kuşkulu Gelecek,

Atatürk, gerçekleştirilen devrimin kendisinden sonra korunup geliştirilmesi konusunda yaşamı boyunca sürekli kaygı duymuştur. Çevresindeki kadronun niteliğini bildiği için geleceğe yönelik kaygısını, olası gelişmeleri ve alınmasını düşündüğü önlemleri sıkça dile getirmiştir. Günümüz koşulları göz önüne alındığında, kaygı ve uyarılarındaki haklılığı açıkça görülmektedir.

2.Dünya savaşının yaklaştığı ve hastalığının ilerlediği günlerde Ali Fuat Cebesoy’a şunları söyler: “Fuat Paşa, pek yakında dünya durumu Mütareke yıllarından çok daha ciddi olacak ve karışacaktır... Avrupa’da birkaç maceracı, Almanya ve İtalya’nın başında zorla bulunuyorlar. Karşı karşıya geldikleri zayıf devlet adamlarının aczinden cesaret alıyorlar. Bunlar birgün dünyayı kana bulamaktan çekinmeyeceklerdir. Eski dostumuz Rus Sovyet Hükümeti, acizlerle maceracıların yanlış hareketlerinden yararlanmasını bilecektir. 

Bunun sonucunda, dünyanın durum ve dengesi tamamen değişecektir. İşte bu dönem sırasında doğru hareket etmesini bilmeyip en küçük bir hata yapmamız halinde, başımıza Mütareke yıllarından daha çok felaketlerin gelmesi mümkündür. 
Bu ikinci dünya savaşı beni yataktan kımıldatmayacak bir durumda yakalayacak olursa, memleketin durumu ne olacaktır? 

Ben devlet işlerine mutlaka müdahale edecek bir duruma gelmeliyim. 
Bizde hiçbir şeyin yataktan yönetilemeyeceğini bilirsiniz. 
Mutlaka işin başına geçmek gerek.” 6 

Yaşamsal Önermeler,

Ölümüne birkaç ay kala Almanya’nın Türkiye’ye yaptığı bağlaşma önerisini, Başbakan Celal Bayar ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras (kısa bir süre önce Atatürk, İsmet İnönü’yü Başbakanlıktan almış yerine Celal Bayar’ı getirmişti) kendisine ilettiklerinde, öneriyi uygun görmemiş ve; “Türkiye, tarafsız kalmalıdır, bir ittifak içine girmemelidir” 7  demiştir.

Bu konuda, Başbakan ve Dışişleri Bakanı’na görüşünü iletmekle yetinmeyen Atatürk vasiyetini yazdırdığı gün, dış politika konusunda şunları söyleyecektir: 
“Bizim şimdiye kadar izlediğimiz açık, dürüst ve barışçı politika memlekete çok yararlı olmuştur. Arkadaşlar da buna alıştılar. Gerçek ve yaşamsal zorunluluklar 
dışında bu politikamız devam eder gider.” 8 

Emperyalizme Yanaşma: Üçlü Bağlaşma (İttifak),

İsmet İnönü, Cumhurbaşkanı olduktan sonra Atatürk’ün yakın çalışma kadrosunu etkin görevlerden uzaklaştırdı. Atatürk döneminin değişmez Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras da bunlardan biridir. Yeni hükümette Aras’a görev verilmedi, yerine getirilen Şükrü Saraçoğlu’na, İngiltere ve Fransa’yla yapılan Üçlü İttifak Anlaşması imzalatıldı. Tevfik Rüştü Aras konuyla ilgili olarak daha sonra şunları söyleyecektir: “İkinci Dünya Savaşı içinde tarafsız kalmak, mümkündü. İngiltere ve Fransa ile ittifakın gereğini, yararını ve kimlere karşı olduğunu hala anlamış değilim. Zararları ise meydanda idi.” 9 

Bu gelişmeden sonra Hitler Türkiye’yi “ikinci derecede işgal edilecek ülkeler” arasına soktu ve Türkiye yöneticileri için şu yakışıksız sözleri söyledi: 
“Türkiye’yi, Mustafa Kemal’in ölümünden sonra, budala ve aptallar yönetmektedir.” 10 

İngiliz Politikası,

Türkiye, İngiltere’ye güvenerek yansızlıktan ayrılmış, İngiltere’nin safına geçmiş ve Almanya’yı karşısına almıştır. Ancak, savaş anında yardım sözü veren İngiltere, Türkiye’ye yardım yapacak durumda değildir. İngiltere’nin amacı Almanya’nın düşmanlığını Türkiye, Balkanlar ve Sovyetler Birliği’ne çekmektir. Anlaşmaya önem vermesinin gerçek nedeni, Türkiye’nin askeri gücünden yararlanmak değil, Almanya’nın saldırı alanını genişleterek Doğuda yeni bir cephe açmasını sağlamaktır.

İngiltere’nin savaş ve savaş sonrası gelişmelerle amacına ulaştığı görülecektir. Hitler Türkiye’ye yapılan mal karşılığı silah satışlarını durdurur ve komutanlarına 
Türkiye’yi elegeçirme (işgal) planı hazırlatır. Ancak, Kuzey Afrika’da beklediği başarıyı sağlayamayınca bu plan uygulanmaz.

Sovyet Tepkisi,

Anlaşmaya bir tepki de, Atatürk’ün, karşılıklı güven ve iyi ilişkilerin korunmasına büyük önem verdiği Sovyetler Birliği’nden geldi. 
Sovyetler Birliği emperyalist kuşatma altında olduğuna inanmakta ve Fransa’yla İngiltere’ye hiç güvenmemektedir.

Yaklaşan savaşın sanayileşmiş Batı ülkeleri arasındaki çıkar çatışmasına dayandığını saptamış ve bu savaşta taraf olmamayı hedeflemişti. İngiltere ve Fransa, Sovyetler Birliği’nin Almanya’ya petrol satmasını kendileri için çekinceli görüyor ve 1940 yılında Bakü’nün Türkiye’deki üslerden havalanacak uçaklarla bombalanacağına, buna Türkiye’nin onay verdiğine yönelik uydurma haberler yayıyordu. Türk Hükümetinin böyle bir durum olmadığını sürekli açıklamasına karşın, Sovyetler Birliği bu açıklamaları inandırıcı bulmuyordu.

Üçlü İttifak Anlaşması’ndan sonra Sovyetler Birliği ile Türkiye; güvenli komşular olmaktan çıkacak ve birbirlerine karşı tehdit oluşturan düşman iki ülke olacaktır. 
Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Molotov, üçlü bağlaşmayı kınarken; “Türkiye ihtiyatlı tarafsızlık politikasını bir yana iterek Avrupa Savaşı çerçevesine girdi. 
Sovyetler Birliği, elini serbest tutmayı ve tarafsız politikasına sürdürmeyi yeğ tutmaktadır... İngiltere ve Fransa en yüksek sayıda tarafsız ülkeyi savaşa 
sürüklemeye çalıştıklarından, herhalde hoşnutturlar. Türkiye’nin bir gün pişman olup olmayacağını ise ileride göreceğiz” 11  diyecektir.

Dış Siyaset Karışması,

Anlaşma Türkiye’nin başına daha başka karışık sorunlar da çıkardı. İngiltere Türkiye’ye herhangi bir yardım yapmadığı gibi, 10 Haziran 1940’ta İtalya’nın Fransa’ya savaş ilan etmesi üzerine, bağlaşma anlaşmasının ikinci maddesi gereğince, Türkiye’nin İtalya’ya savaş ilan etmesini istedi.

İngiltere’nin Türkiye’yi savaşa sokma baskısı sürerken, 28 Ekim 1940'da İtalya Yunanistan’a saldırdı. İngiltere, Türkiye’nin 9 Şubat 1933'de Yunanistan ile yapmış olduğu dostluk anlaşmasını ileri sürerek Türkiye’nin savaşa girmesini bir kez daha yineledi.

Oysa, bu anlaşmaya göre Türkiye Yunanistan’ı bir balkan devletinin özellikle de Bulgaristan’ın saldırması durumunda savunacaktı. İngiltere bu maddeyi, Almanların Bulgaristan’ı elegeçirip Yunanistan’a girmiş olması nedeniyle, Yunanistan’ın Bulgaristan’dan gelen bir saldırıyla elegeçirildiğini (işgal edildiğini), buna bağlı olarak Türkiye’nin Yunanistan’ı savunması gerektiği biçiminde yorumluyordu.

Türkiye, yaptığı anlaşmanın doğurduğu sıkıntılardan bunalmışken, Fransa Almanya tarafından işgal edilerek savaş dışı kaldı ve İngiltere’yle ilişkisi kesildi. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti bunu fırsat bilerek, bu durumun kendisine yansız kalma hakkı verdiğini ileri sürdü. Türkiye, kendisinin yaptığı anlaşmadan kurtulmak istiyordu. 
Ancak bu artık kolay bir iş değildi. İngiltere bu isteği görüşmedi bile. Üstelik Türkiye’yi, Alman ya da Sovyet saldırısına uğradığında yardım yapmamakla tehdit etti.

Almanya’ya Yanaşma,

Almanya’nın Batı Avrupa ve Balkanlardaki başarıları Türkiye’yi bu kez Almanya ile anlaşma yolları aramaya sürükledi. 18 Haziran 1941 günü Türk-Alman Saldırmazlık Paktı imzalandı, üçlü bağlaşmaya karşın, Almanya ile yapılan anlaşma aykırı bir durum yaratıyordu.

Türkiye içinde bulunduğu bağlaşmaya karşı, savaşan bir başka ülkeyle saldırmazlık anlaşması imzalamıştı. Ölüm-kalım savaşına girmiş olan hem İngiltere’nin hem de Almanya’nın “bağlaşığıydı” örneği olmayan bu ilginç durum, Türkiye’yi çekinceli bir açmaz içine sokmuştu. O günlerde İngiltere, savaştığı Almanya ile saldırmazlık antlaşması bulunan Sovyetler Birliği’ne tepki duyuyor du. Türkiye ise, İngiltere ile bağlaşık (müttefik) olduğu için, hem Almanya’dan hem de Sovyetler Birliği’nden tepki alıyor, Almanya ile anlaştığı için de İngiltere’ye yaranamıyordu.

Türk-Alman saldırmazlık antlaşmasından dört gün sonra, Almanya Sovyetler Birliği’ne saldırdı ve dost-düşman ilişkileri daha da karıştı. Rusya’ya yönelen 
Alman saldırısı, Almanya’yla savaşan İngiltere’yi Sovyetler Birliği’nin “dostu” yaptı; Almanya’yla saldırmazlık anlaşması olan Türkiye’yi, Sovyetler’in güvenilmez komşusu durumuna getirdi.

Sovyetler Birliği ile savaşa giren Almanya, aynı İngiltere’nin yaptığı gibi, haber ve propaganda araçlarını etkili bir biçimde kullandı ve Türkiye’yi Bolşevik 
Ruslar’ın “kötü amaçları” konusunda ‘bilinçlendirmeye’ girişti. Rusların Boğazları istediğini, Führer’in vermediğini yaydı. 1915’de olduğu gibi, İngiltere’nin  Rusya ile birleşerek İstanbul Bölgesini Ruslara vereceğini ileri sürdü. 1941 Temmuz ve Ağustos aylarında Alman ve İtalyan yardımcı savaş gemileri Montreux anlaşmasına karşın, boğazları geçerek, Karadeniz’e açıldı. Bu eylem savaş sonrasında Sovyetler Birliği’nin, Türkiye’den boğazlar konusunda isteklerde bulunmasına gerekçe oluşturacaktır.

Almanya, yüksek kaliteli çelik yapmak üzere silah karşılığında Türk kromu istiyordu, oysa 1939 yılında Türkiye tüm kromunu İngiltere’ye satmayı kabul etmişti. 

Bu koşula ve anlaşma süresinin dolmamasına karşın Türkiye Almanya’ya krom sattı. Türkiye Almanya’nın, İran ve Afganistan’a, Türkiye üzerinden askeri malzeme, Suriye’ye de uçak benzini taşımasına gözyumdu. Savaşın Almanya aleyhine döndüğü anlaşıldığında bu kez Almanya’ya karşı tavır aldı. Türkiye’deki Alman yandaşları tutuklandı, Alman elçisine suikast düzenleme gerekçesiyle tutuklan mış olan iki Sovyet diplomatı serbest bırakıldı. Daha sonra Almanya’ya savaş ilan edildi.

Emperyalizme Bağlanma Süreci,

1939 İngiltere-Fransa anlaşmasının üzerinde bu denli durulması, yalnızca savaş dönemindeki gelişmeleri incelemek değildir. Konuya verilen önem bu antlaşmayla girilen yolun, Türkiye’nin bugünkü duruma gelmesine yol açan bir süreci başlatmış olmasıdır.

Üçlü ittifak Anlaşması, Türkiye’nin yalnızca Atatürk tarafından çizilen dış politikasının bırakılması değil, daha önemli olmak üzere, emperyalizmle uzlaşma sürecinin başlangıcıdır. Doğurduğu sonuçlar önemlidir.

20 yıl önce, silahlı savaşım ile yenilen ve Türkiye’yi yok etmede kararlılığını açıkça ortaya koyan emperyalist devletlere, hiç gereği yokken bağlanma yoluna gidilmiştir. 
Sovyetler Birliği ve Balkan ülkeleriyle ilişkiler bir daha düzelmeyecek biçimde bozulmuştur. Türkiye, savaş sonrasında Batının kendisine biçtiği elbiseyi giymekten başka umarı (çaresi) olmayan bir konuma düşürülmüştür. Savaşarak kazandığı ulusal bağımsızlığını koruma ve buna bağlı olarak toplumsal kalkınmayı kendi öz gücüne dayanarak gerçekleştirme yolundan vazgeçmiştir. Türkiye’nin sorunlarına başkalarının karışmasına izin verilmiştir.

Üçlü İttifak Anlaşması’yla Mustafa Kemal Atatürk’ün; “İnsaf ve yardım dilenmek gibi bir ilke yoktur. İnsaf ve yardım dilenciliğiyle, ulus ve devlet işleri görülemez. 

Millet ve Devletin onuru, ancak bağımsız olmakla sağlanır.”44 ya da “...Bir ulus yalnız kendi gücüne dayanarak varlığını ve bağımsızlığını sağlayamazsa, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz.” 12  sözlerinde karşılığını bulan ulusal bağımsızlık anlayışına sadık kalınmamıştır.

 1  “Kominter Belgelerinde Türkiye - 3” Kaynak Yay. 2.Basım, sf.46-47
 2  “Türkiye Siyasi Partiler 1859-1952” T.Z.Tunaya Arba Yay., Tıpkı Bas. İst. 1952, sf.616, “Kominter Belgelerinde Türkiye-3” Kaynak Yay., 2.Bas., sf.46
 3  “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu 3.Cilt, sf.1328
 4  a.g.e. sf.1516
 5  a.g.e. sf.1482
 6  “Siyasi Hatıralar” Ali Fuat Cebesoy 2.Cilt, sf.252
 7  “İkinci Dünya Savaşına Ait Gizli Belgeler” Cüneyt Arcayürek Hürriyet 07.12.1972
 8  “Atatürkten Hatıralar” Hasan Rıza Soyak 2.Cilt, sf.759
 9  “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu İst.Mat., 1974, 3.Cilt, sf.1489
 10  “Olaylarla Türk Dış Politikası” Siyasal Bilgiler Fakültesi Yay., sf.150, ak. D.Avcıoğlu “Milli Kurtuluş Tarihi” 3.Cilt, sf.1487
 11  “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu 3.Cilt, sf.1504
 12  “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu 3.Cilt, sf.1618

http://www.guncelmeydan.com/pano/turk-devrimi-nden-geri-donus-1-2-metin-aydogan-t37430.html


***

CHP, İSMET İNÖNÜ VE 1945-1950 KARŞI DEVRİM, BÖLÜM 1

CHP, İSMET İNÖNÜ VE 1945-1950 KARŞI DEVRİM, BÖLÜM 1



Metin AYDOĞAN

Türk Devrimi'nden Geri Dönüş -1

Kemalist politikanın ödünlerle başlayıp karşı devrimle sonuçlanan uzun bir süreç sonunda uygulamadan kaldırılması, sanıldığı gibi 1950’lerde değil, 11 Kasım 1938’de yani Atatürk’ün ölümüyle birlikte başlamıştır. Bu, öznel bir yargı değil hükümet uygulamalarının ortaya koyduğu bir olgudur. 
Yaşananlar, şaşırtıcıdır ancak gerçektir. Şaşırtıcı olan, İnönü gibi her zaman Atatürk’ün yanında yer alan, Kurtuluş Savaşı ve devrimlerde büyük hizmeti bulunan bir kişinin, geri dönüş sürecinin başlamasında birincil düzeyde sorumlu olmasıdır. Bu konu ve nedenleri, ülkemizde yeterince tartışılmamış, böyle bir tartışma İnönü’ye saygısızlık olarak görülmüştür. Oysa, olaylar ve sonuçları ortadadır. Bunları inceleyip, günümüze ve geleceğe yönelik ders çıkarmak bizim sorumluluğumuzdur. 
İnönü gibi, Devrim’de yer alan, katkısı olan bir önderin, tarih açısından içine düştüğü durumun açıklanması gerekir. Emperyalizmi kavrayamamanın yol açtığı Batı hayranlığının nelere yol açacağını görmek ve geleceğe yönelik kendimize çizeceğimiz yolu aydınlatmak zorundayız. Geçmişten ders almalıyız.

Politika Değişimi

Atatürk’ün ölümünden bir gün sonra, 11 Kasım 1938 günü toplanan TBMM, İsmet İnönü’yü oybirliğiyle Cumhurbaşkanı seçti. Bu oylar İnönü’nün Cumhurbaşkalığı için Meclis’te aldığı ilk oylar değildi. 1923 yılındaki ilk Cumhurbaşkanlığı seçiminde de kendisine bir oy çıkmış, bu oyu Mustafa Kemal vermişti.

Türk kamuoyunda ‘en uygun seçim’ olarak değerlendirilen Cumhurbaşkanı seçiminden sonra, Celal Bayar Hükümeti usulen istifa etti. Ancak İnönü, hükümeti kurmakla yine Celal Bayar’ı görevlendirdi. Kurulan yeni hükümette, Atatürk’ün en yakın çalışma arkadaşlarından İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras yoktu. 
Cumhuriyet devrimlerinin uygulanmasında en önde görev almış bu iki inançlı insana, İsmet İnönü’nün isteği üzerine yeni hükümette görev verilmemişti.

Celal Bayar, 25 Ocak 1939 da usulen değil bu kez gerçekten istifa etti. Dr.Refik Saydam hükümeti kurmakla görevlendirildi. İnönü, hükümeti yeniledikten sonra 
Meclis’i de değiştirmeye karar verdi. Mart 1939 da yapılan erken seçimlere katılacak CHP milletvekili adaylarının tümünü kendisi seçti.

Adaylar üzerinde yaptığı seçim, Atatürk döneminde politikalarda değişiklik olacağının habercisiydi. Milletvekili adayları incelendiğinde, iki eğilim açıkça görülüyordu. 
Birincisi, Atatürk’ün güvendiği yakın çevresi ve devrimci kadrolar milletvekili yapılmamıştı. Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras, Kılıç Ali gibi isimler önde gelen örneklerdi. 
İkincisi ise Cumhuriyet devrimlerinin gerçek boyutunu kavrayamayarak bunlara karşı çıkan, ulusal ekonomik kalkınma yerine “ liberalizmi ” savunan “ halkın dini duygularına saygılı olunacaktır” diye parti kuran ve Atatürk’le ciddi siyasi çatışma içine giren; Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Fethi Okyar, Hüseyin Cahit Yalçın gibi isimler aday yapılmıştı.

Bu tutum daha sonra daha da ileri götürülmüş, İzmir suikastı davasında hapis cezasına çarptırılan Rauf Orbay, Adnan Adıvar’la aynı davada yargılanan ancak beraat eden Kazım Karabekir önemli görevlere getirilmiştir. Ali Fuat Cebesoy ve Kazım Karabekir Meclis Başkanlığı’na dek yükselmiştir.

“Yeni Politika”

İnönü, bu yöndeki karar ve davranışını şöyle anlatmıştır; “İçişlerinde yeni bir politika gerekli idi. Bu politika gerginlikleri ciddi olarak giderme veya yumuşatma yönünde olacaktı. Eski küskünlükleri kaldırmak için, ciddi olarak çalışmak kararındaydım... Eski küskünlük dediğim zaman, Terakkiperver ve Serbest Fırka teşebbüslerinden kalan huzursuzlukları murat ediyorum.” 1 

Bu sözlerin taşıdığı anlam, sonraki politik uygulamalarda somutlaşacaktır. Türk toplumu 1923-1938 arasında, olağanüstü devrimci bir dönem yaşamıştır. 
Böyle bir dönemde devrim karşıtı eğilimlerin ve bunların örgütsel tepkilerinin oluşması kaçınılmazdır. Karşı-devrimci tepkileri, ‘iç politika gerginlikleri’ olarak 
gören ve bu tepkileri; giderme ve yumuşatma adıyla, Terakkiperver ve Serbest Fırka yöneticileri ile uzlaşmaya varan anlayışın, devrimcilikten, bağlı olarak da 
Atatürkçülük’ten uzaklaşmayla sonuçlanması kaçınılmazdı. Nitekim 1939-1950 döneminde bu tür ‘gerginlik giderme’ uygulamaları sıkça yapılmıştır.

Atatürk döneminde Cumhurbaşkanlığı genel sekreterliği, Milli Eğitim Bakanlığı yapmış ve ilk ‘İnkilap Tarihi’ derslerini vermiş olan Prof.Hikmet Bayur’un Atatürk’ün ölümünden sonraki uygulamalar için görüşleri şöyledir: “... Atatürk ölür ölmez, Atatürk aleyhine bir cereyan başlatılmıştır. Mesela Atatürk’e bağlı olan bizleri İnkılâp derslerinden aldılar. Kendi adamlarını koydular. O dönemde Atatürkçülüğü övmek ortadan kalkmıştı.” 2  Gerginliği gidermek savıyla yeni gerginlikler yaratılıyor ancak bu kez gerilen taraf Atatürk’ün yakın çevresi ve Atatürkçü kadrolar oluyordu.

Atatürkle “Araya Mesafe Koyma”

Atatürk’ün yakın çevresinin yönetimden uzaklaştırılmasıyla başlayan süreç, açıkça söylenmeyen ve yazılmayan ancak davranış biçimleriyle ortaya koyulan dizgeli (sistemli) bir politikaya dönüştürüldü. Bu politikanın somut sonucu; devlet politikalarında Atatürk ve Atatürk dönemiyle “araya mesafe koyma” eğilimiydi.

İnönü milli şefti ve herşeyi o belirliyordu. Devlet kadrolarında yükselmek isteyenler günün gereklerine uymak durumundaydılar. Atatürk’ün yakın çevresi gözden düşmüştü. Onlarla birlikte görünmek, yükselmeyi önleyen bir etkendi. İlk kadın milletvekillerinden Fakihe Öymen, Afet İnan’ın kendisini sıkça ziyaret etmesi nedeniyle kimi milletvekillerince uyarılmış ve Atatürk’ün yakını olan bu kişiyle fazla görüşmemesi önerilmişti. 3 

Din eğitimi almış ve faşist eğilimler içindeki Şemsettin Günaltay, İnönü Cumhurbaşkanı olduğunda, Atatürk dönemini karalayan ve Atatürk’ü dolaylı olarak aşağılayan; “İnönü devri başlıyor, fazilet devri başlıyor” 4  demiş ve ileride başbakan yapılmıştı.

Pullar, Paralar

İnönü döneminin biçimsel gibi görünen ancak bilinçli olarak yapılmış uygulamalarından biri de, pul ve paralardan Atatürk’ün resimlerinin kaldırılarak yerine İnönü’nün resimlerin bulunduğu pul ve paraların piyasaya sürülmesidir.

Kamuoyunda derin tepki uyandıran bu uygulamanın amacına yönelik bir açıklama yapılmamıştır. Ancak, uygulamanın siyasi bir anlayışa dayandığı, yönetim değişimini ve bu değişimin gücünü halka göstermeyi amaçladığı yönünde değerlendirmeler yaygındır.

Laiklikten Ödün

1939-1950 döneminde en çekinceli ödünler, henüz tam olarak yerleşmemiş olan laiklik konusunda verilmiştir. Dinsel inançların siyasi çıkar için kullanılmasının 
1950’den sonra başladığı yönünde yaygın bir kanı vardır. 
Oysa bu tür uygulamalar Atatürk’ün ölümünden hemen sonra başlar.

Sandıkta yarışın sözkonusu olmadığı tek parti döneminde, laiklikten verilen ödünlerin hangi somut amaca yönelik olduğunun mantıksal bir açıklaması bugüne dek yapılamamıştır. DP’nin uygulamaları, kendinden önce başlatılan bir süreci, yoğunluğunu arttırarak sürdürmesinden başka birşey değildir.

İlk kadın milletvekillerinden Fakihe Öymen’in konuyla ilgili olarak, döneme ve dönemin Cumhurbaşkanı İnönü’ye eleştirileri oldukça serttir; “... İnönü bütün 
hareketlerinde Atatürk’ün üstünlüğünü silmek için elinden gelen gayreti sarfetti. Bunu genel bir fikir olarak söyleyebilirim. Atatürk’ün yolunda yürümüş olsaydı, her şey başka türlü olacaktı. Atatürk öldükten sonra birçok dostumuz var ki İsmet paşa zamanında oruç tutmaya, namaz kılmaya başladılar. Kusurumuz, laikliği memlekete yayamamak tır. Onun için ben şahsen, İnönü’nün Anıtkabire defnedilmesini bile istemedim.” 5 

Prof.Hikmet Bayur’un bu konuyla ilgili olarak aktardıkları, ödünlerin verilmesinin 1940’lı yılların başlarına kadar gittiğini gösteriyor. Hikmet Bayur şunları söylüyor: 
“Atatürk öldükten sonra biz seçim bölgelerimize gittik. Bir müddet sonra, galiba yeni seçimlerden sonra baktım her mahallede bir kuran kursu açılmış. Bunlar yoktu eskiden. İnönü Cumhurbaşkanı ve Recep Peker’de İçişleri Bakanı ki, Recep Peker de bu softaların şiddetli aleyhindeydi. Gittim Ankara’ya, Recep Peker’e dedim ki, Ne hâl bu? Ne yapayım dedi emir en büyük yerden geliyor. Yani İnönü din düşmanlığı yapmadı, dincilik yapıyor. Daha sonra İlahiyat Fakültesini açtı. Sonra İmam Hatip okulları açtı. İmam Hatip okullarına Fıkıh dersi koydurdu. Fıkıh dersine hiç lüzum yok. Çünkü fıkıh demek şeriattan doğma yani Kuran’dan ve peygamberin davranışlarından çıkarılan hükümlere göre yapılmış kanunlar demektir.” 6 

Falih Rıfkı Atay’ın görüşleri de benzer niteliktedir. Bilindiği gibi Atay, Atatürk’ün yakın çevresinde bulunmuş ve Cumuriyet’in hemen tüm dönemlerini yaşamış bir insandır. “Atatürkçülük Nedir?” adlı kitabında şunları yazıyor: “Atatürk öldükten sonra CHP merkezi ve Çankaya çevresini, Atatürk’ün yaptıklarına daha o sağ iken inanmamış olanlar sarmıştı. Kurultaylarda pek nüfuzlu kimselerden Kemalizm ve lâisizm deyimlerinin tüzükten çıkarılması istenmişti. (1953 Kurultayında Kemalizm CHP programından çıkarılmış yerine Atatürk yolu diye bir kavram getirilmiştir y.n.)...” 7 

Falih Rıfkı bir başka kitabı, Bayrak’ta konuyla ilgili olarak şunları yazar: “Atatürk’ün CHP’ye bıraktığı gerçek miras devrimleri idi. Bu devrimlerin iki esas temeli, Laisizm ve eğitim birliği, CHP idaresi devrinde temelinden sarsılmıştır. CHP İmam-Hatip okullarına fıkıh dersi koymakla eğitim birliğini yıkmıştır. O vakitten beri CHP Atatürk’ün değil İnönü’nün partisidir.” 8 

Siyasi ve Ekonomik Ödünler

Gericiliğe verilen ödünler, Kemalist devrim anlayışına uygun düşmeyen uygulamaların bir bölümüydü. Ekonomik kalkınma, dış siyaset ve ulusal bağımsızlık gibi temel ilkelerde verilen ödünler daha etkili ve kalıcı olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Bu tür ödünler gerek Kemalizmin özüne, gerekse İnönü’nün kimi önemli girişimlerine aykırı düşüyordu.

Eğitim seferberliği için köy enstitülerini yaşama geçirilip toprak sorununu çözüme ulaştıracak Toprak Yasası çıkarılırken, bu girişimlere beklenmedik bir biçimde son veriliyor ve o güne dek yaratılmış değerler yok ediliyordu.

1937 yılında altı ok anayasa maddesi yapılırken, on yıl sonra devletçilik ve devrimcilikten vaz geçiliyordu. Projeleri hazırlanmış olan Demir-Çelik, Genel Makina ve Elektrolitik Bakır gibi yatırımlar izlenceden çıkarılıyor, sanayileşmeyle bağdaşmayan yeni kalkınma planları yapılıyordu.

Çelişkili Dönem.,

1939-1950 arasındaki 11 yıl, Kemalist atılımların durdurulduğu, geri dönüş sürecinin başladığı, çelişkilerle dolu bir dönemdir. Bu dönemde, hem henüz etkisini yitirmemiş olan devrim ilkeleri hem de geri dönüş uygulamaları varlığını sürdürmüştür. Batıyla uzlaşma ve giderek emperyalizmin etkisine girmekle sonuçlanan bu süreç; 
İngiltere ve Fransa ile yapılan Üçlü Bağlaşma Antlaşmasıyla başlamış, çeşitli aşama ve yoğunluklardan geçerek günümüze dek sürmüştür.

İsmet İnönü 1960’larda, Abdi İpekçi ile yaptığı bir konuşmada şöyle söylüyordu; “Demokratik rejime karar verdiğimiz zaman, büyük otorite ile büyük reformların 
hemen yapılabileceği dönemin değiştiğini, değişmesi gerektiğini kabul etmiş oluyorduk.” 9 

Değerlendirmedeki dikkat çekici yan, “büyük otorite ile büyük reformların yapılması döneminin” yalnızca değişmiş olması yönündeki saptama değil, 
“değişmesi gerektiği” yönündeki kabuldür. Burada devrimci dönemin, nesnel koşullar nedeniyle sona erdiği söylenmiyor, devrimcilikten vazgeçildiği kabul ediliyor. 

Oysa Kemalist düşünce ve eylem, sürekli devrimi kabul ediyor ve “ Hiçbir gerçek devrim, gerçeği görenlerin dışında çoğunluğun oyuna başvurularak yapılamaz” 10  “Devrimler yalnızca başlar, bitişi diye bir şey yoktur” diyordu. 11 

Görüşler arasındaki niteliksel karşıtlık, dünya görüşlerine dayanan yapısal bir ayrım mı, yoksa zaman içinde yeni koşulların neden olduğu düşünce değişikliği miydi? 
Bu sorunun yanıtını, İsmet İnönü’nün, Mustafa Kemal’e 1919 yılında, henüz İstanbul’dayken yazdığı mektupta aramak gerekir; “Bütün memleketi parçalamadan ülkeyi bir Amerikan denetimine bırakmak, yaşayabilmek için tek uygun çare gibidir.” 12 

1945 Sonrası ve ABD

1945 sonrasında artan ABD etkisi ve girişilen seçim yarışı, Atatürkçülükten verilen ödünlerin miktar ve kapsam olarak önemli miktarda artmasına yol açtı. 

1930 Serbest Fırka girişimini kendine örnek alan DP ve CHP, bu konuda birbirleri ile yarışır duruma geldi. Yönetimdeki parti olarak CHP’nin eylemleri, somuta 
yönelik olduğu için daha etkin ve kalıcı oldu. DP, ‘ödün verme yarışının’ bayrağını 15 Mayıs 1950 de devraldı.

Devrimcilik ve Laiklik ilkelerine bağlılıkları tartışma konusu olan bir küme CHP milletvekili 1946 ve 1950 seçimlerinde, DP’nin en güçlü yanının; “halkın dini hislerini okşamak” ve “milli ahlaka uygun hareket etmek” olduğunu ileri sürerek, bu silahların artık kendileri tarafından kullanılacağını açıkladılar.

Bu anlayış en üstten en alta dek hemen tüm CHP örgütlerini sardı. Milli eğitime din dersleri sokuldu, köy enstitüleri kaldırıldı. Köylerde yeni yöntemlerle girişilen 
ilköğretim devinimine son verildi. Medrese eğitimini örnek alan İmam hatip ve sübyan okulları yaygınlaştırıldı. Devlet okullarında din dersleri okutulması için yasa çıkaran CHP hükümeti, ödün sınırını, Ticani Tarikatı’yla işbirliği yapmaya dek götürdü. Cumhuriyet tarihinde tarikatlarla ilk kez işbirliği yapılıyordu.

Verilen ödünler zaman zaman Celal Bayar’ı bile rahatsız ediyordu. Seçimler öncesinde iki parti başkanı bir araya gelerek parti çalışmalarında din sömürücülüğü yapılmaması konusunda anlaşmıştı. Ancak, bu anlaşma hiçbir zaman yaşama geçmemişti. Örneğin, Celal Bayar Bursa’da yaptığı bir seçim konuşmasında, ağırlığı laikliği savunan görüşlere vermiş ve bu yüzden Sebilürreşad adlı şeriatçı bir dergi tarafından dinsizlikle suçlanmıştı. CHP bu dergiden binlerce satın alarak, tüm Türkiye’ye dağıtmıştı. Celal Bayar konuyu İnönü’ye ilettiğinde aldığı yanıt; “Ne yapalım bizim arkadaşlar senin bir zaafından istifade etmişler” olmuştur. 13 

 1  “İkinci Adam” Şevket Süreyya Aydemir, Remzi Yay., 2.Cilt, sf.45
 2  “Tarihe Tanıklık Edenler” Arı İnan Çağdaş Yay., sf.364
 3  a.g.e. sf.364
 4  a.g.e. sf.365
 5  “Tarihe Tanıklık Edenler” Arı İnan, Çağdaş Yay., 1957, sf.373
 6  a.g.e. sf.336
 7  “Atatürkçülük Nedir ?” Falih Rıfkı Atay Bates Yay., sf.44-45
 8  “Bayrak” Falih Rıfkı Atay Bates Yay., sf.121
 9  “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cil sf.696
 10  “Atatürk Antolojisi” Yusuf Çotuksöken, İnkilap ve Aka Yay., sf.36
 11  “Atatürk İlkeleri ve Türk Devrimi” Hacı Angı, Angı Yay., sf.93
 12  “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt, sf 1696
 13  “Politikada 45 Yıl” Y.Kadri Karaosmanoğlu, İletişim Yay., sf.192-195

Metin AYDOĞAN, 29 Mayıs 2014

Namık KEMAL:


"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***