Agah Oktay GÜNER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Agah Oktay GÜNER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Kasım 2018 Perşembe

Libya Yanıyor

Libya Yanıyor






Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
21 Mart 2011


Oyunun son  Bölümü de Sahneye kondu, Libya Bombalanmaya başladı. 

Hem de Irak harekatının yıldönümünde.Irak’a  saldıran ABD ne diyordu; 

“Kitleler için ölüm tehdidi taşıyan Irak’taki nükleer silahları imha edeceğiz. 

Saddam’ın zulmüne son verip Irak halkına huzur ve güvenlik getireceğiz. 

Çocuklar daha sağlıklı, kadınlar saygı görecekleri  bir kimliğe sahip olacak.

”Peki sonra ne oldu? 

O tarihten bu yana Irak’ta  yaşananları  gözümüzün önüne getirelim.  

Kaç çocuk ABD’nin saldırıları sonucu öldü? 

    Cami çıkışlarında, pazar yerlerinde öldürülen masum Iraklılar. 
    Ve onların bugünkü durumları. 

  ABD’nin  baştan sona yalan söylediği ortada. Nükleer silah depolarının  tamamen uydurma olduğu tespit edildiği gibi bazı ABD görevlileri tarafından itiraf da edildi. 

Depolarından geçtik, nükleer çakı bile bulunamadı. ABD’nin refah götürmeye yönelik Irak harekatı  başladığından beri  birbuçuk milyon Iraklı öldürüldü. Bir milyon civarında Iraklı kadına tecavüz edildi. 

Bunların Çoğu Amerikan askerlerinin genelevlerine gönderildi. 

Çocuklara insafsızca kurşun sıkıldı. İnsanlara aklın almayacağı, yüreğin dayanmayacağı işkenceler yapıldı.Aslında buna şaşmamak lazım, zira dönemin ABD Başkanı daha yolun başında “bu bir Haçlı seferidir” demişti.

Şimdi aynı oyun Libya’da başlıyor. 

Tablo bundan farklı olmayacaktır.Bu acı gerçekler karşısında  İslam alemi ne haldedir? Ne yapıyor? Ne yazık ki Müslüman  Arap devletleri kendini aşamamış yöneticiler elinde tam bir şaşkınlık halindeler.İsrail karşısındaki perişan, dağınık durumları devam ediyor. Birliğin yokluğundan güçleri nerdeyse yok seviyesine iniyor. 

Oysaki Arap devletleri kendi menfaatleri  doğrultusunda, birlikte hareket etseler çok önemli başarılar elde edebilir. 

Bu çerçevede Arap Birliği toplanmalı.

- ABD, Fransa, İtalya ve İngiltere mallarını boykot etme, bu ülkelere ait şirketlerin imtiyazlarına son verme kararı almalıdır.

- Petrol zengini Arap ülkeleri bu devletlerdeki yatırımlarını dondurmalı, bankalarındaki paralarını da çekmelidir.

- Söz konusu ülkelerin vatandaşlarına veya şirketlerine verilmiş olan ihaleler derhal askıya alınmalıdır.Ancak böylelikle kendilerini  dünyanın hakimi gören bu emperyalist güçler tutumlarını yeniden gözden geçirmeye  zorlanabilir.

Kaddafi; gelişen hava ve deniz saldırılarına “Haçlı seferi” diyor. 

Bu tespit doğrudur. Çünkü Irak’tan sonra Sudan türlü oyunlarla, petrol alanlarının bulunduğu bölge hristiyanların olacak şekilde ikiye bölünmüştür. Şimdi petrol ve doğalgaz zenginliği dünyaca bilinen Libya  doğranacaktır. Türk Müteahhitlerinin almış olduğu  en az 30 bin Türk işçisinin çalıştığı dev projeler malum Dört devlet tarafından paylaşılacak, Türkiye’nin Libya’dan çekilmesi hedefine nail olunarak derin bir oh! çekilecektir. 

Evet, Haçlı ruhu daima dipdiridir. 

   BM veya NATO Şemsiyesi altında emperyalist bu devletlerin çıkarlarını sağlamak üzere yapılan harekatın gerçek amacı özellikle Müslüman ülkeler  tarafından görülmeli, birinci hedef  emperyalist  oyunları ve saldırıları  geçersiz kılmak olmalıdır. 

Yapılması gereken Türkiye ve bölgedeki İslam ülkeleri  liderlerinin bir konferansta Haçlı zihniyetine karşı  kısa ve uzun vadeli tedbirleri  görüşmeleridir. Aksi halde yarın çok geç olacaktır.

Tabii şunu söylemek gerekir ki Kaddafi’nin  yanlışları vardır. Şımarık tavırlarını, konuşmalarını  unutmuş değiliz. 

Ancak... Kıbrıs Harekatından sonra Türkiye’ye  Jet yakıtı, Yedek parça gönderişini  hiç unutmadık. 

  Ayrıca Kaddafi veya  bir başka lideri yargılama görevi  bu güçlere kimin tarafından verilmiştir? Irak’taki, Gazze’deki daha nice ülkelerdeki vahşetlerinin hesabını bunlardan kim soracaktır?

Allah Kaddafi’ye ve Libya  halkına cesaret ve  direniş  gücü versin diyorum. 

Kaynak Yeniçağ: Libya yanıyor 
Agah Oktay GÜNER 


http://www.yenicaggazetesi.com.tr/libya-yaniyor-17478yy.htm

***

Buluta İşaret Koyan Deli

Buluta İşaret Koyan Deli





Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
14 Mart 2011 

Bir deli, Çölde bir şeyler araştırıyordu. 

   Ne aradığını soranlara, buraya Define gömmüştüm, onu arıyorum, dedi. 

Peki bir işaret koymadın mı diye sorulunca da; gerek yoktu, çünkü defineyi gömdüğüm yerin tam üzerinde garip şekilli bir bulut vardı diye karşılık verdi.  

   Bu fıkradaki deli türünden insanımız oldukça fazla ve işin garibi seçimlere yaklaştığımız bu dönemde gündemi seçim değil bulutlara işaret koyan deliler tayin ediyor. 

Ömrümün hiç bir devrinde Cumhuriyet Halk Partili (CHP) olmadım. 

   Ancak CHP’li değerli büyüklerim oldu. 

   CHP’yi her zaman rejimin teminatı, cumhuriyetin temel felsefesinin yaşayan gücü olarak görmek istedim.  

Son birkaç gündür yaşamakta olduğumuz bir hanım gazetecinin söyledikleri ve buna karşı; makul gelmeyen ve sorumsuzluk olarak nitelenebilecek tavırları partinin yönetim kadrosuyla ilgili düşüncelerimi, bir kere daha acı tespitlerle çiviledi. Bunların başında sınıf arkadaşım Deniz Baykal’a karşı takınılan tutum geliyor. Bu yoğun siyasi gündem içinde İklim hanımı görüşecek ve uzun denebilecek süreler ayıracak kadar önemli bulan CHP yöneticileri, nedense Baykal’ı ikaz edecek kadar önemli bulmuyorlar. 

CHP yönetimi kamuoyundaki imajı açısından şu sorulara mutlaka cevap vermelidir: Sayın Kılıçdaroğlu, bu gelişmelerden Sayın Baykal’ı neden haberdar etmemiştir? Bu tip olaylar şahsi değerlendirmelerle önemli veya önemsiz hükmüne götürülemez. Zira CHP’nin  tepesinde dolaşan akbabalar ellerindeki medya hakimiyetiyle  önemsizi önemli kılabiliyorlar. Diğer CHP yöneticileri de olayı dinlemek ve dikkatle Deniz Baykal’dan kaçırmak üslubunu benimsemişler dir. 

Son üç yılın sorumluluk döneminde Deniz Baykal, Türkiye’nin milli fayda çizgisini dikkatle takip etmiştir. 

Emperyalizmin ve tekelci sermayenin Türkiye’nin başına örmeye çalıştığı çoraplara isabetli, doğru teşhisler koyarak  “ Hayır ” demeyi bilmiştir.

Elbetteki Vatanperverlerin, Milli çizgide duranların düşmanı çok olacaktır.

Siyasi Çekişmeler her dönemde olur. 

Ancak bu konularda kolaya sapılmamalı, fazilet ve dürüstlükten ayrılmamalıdır. Unutmayalım ki namuslu ve şerefli insanlar başkalarının namus ve şerefini en az kendi namus ve şerefleri kadar aziz bilirler.

   İklim hanım, onu kullananlar ve susanlar Hz. Ömer’in şu sözünü unutmasınlar: “ Kötü bir işin en gizli şahidi vicdanımızdır.”  Ve günümüzde giderek unutulsa da “ Vefa ” , insanı insan yapan en temel özelliklerden biridir. 

Bu konuda   çok beğendiğim bir hikayeyi sizlere sunmak istiyorum: 

Adam ve hayattaki tek arkadaşı olan köpeği bir kazada birlikte ölmüş, öbür dünyada yürüyorlardı. 

Adam çok susamıştı. 

Birden muhteşem bir yer gördüler. 

Rengarenk çiçekler, altından yapılmış bir bahçe kapısı ve onları karşılayan beyazlar içinde bir kadın. 

Adam sordu:

-Affedersiniz... 

Burası neresi?

-Cennet efendim.Adam bunun üzerine sevinçle “Harika, peki bana biraz su verebilir misiniz?”  “Tabiî, içeri girin. Dilediğiniz kadar su bulabilirsiniz.” Adam köpeğiyle birlikte kapıya yürüdü.Ama kadın onu durdurdu:  “ Üzgünüm efendim, köpeğiniz sizinle gelemez.”  Bunun üzerine adam geri dönüp köpeğiyle birlikte ters yönde yürümeye başladı.

Bir süre sonra tozlu çamurlu bir yolun sonunda karşılarına, çiftlik girişini andıran bir kapıyla yırtık pırtık elbiseli bir dede çıktı... 

Adam sordu:- “Affedersiniz içeride su var mı?” 

Dede, tabii içeride bir çeşme var, dedi. 

Adam  “peki  arkadaşım da benimle gelip oradan içebilir mi?”  deyince 

Dede  “Tabii...” dedi... Adam köpeğiyle birlikte doya doya su içtikten sonra sordu:

-Burası Neresi? -

 “Cennet”  cevabını alınca, nasıl olur? dedi. 
Az önce muhteşem bir yere gittik, orasının da Cennet olduğunu söylediler. Adınızı kullanarak insanları kandırıyorlar. 

Kızmıyor musunuz? Dede gülümsedi:  

“ Orası Aslında Cehennem.  Kızmıyoruz, çünkü onlar, en yakın dostlarını Satanlardan bizi koruyorlar...” 


Kaynak Yeniçağ: Buluta işaret koyan deli 
Agah Oktay GÜNER

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/buluta-isaret-koyan-deli-17376yy.htm

***

Dünya Kadınlar Günü

Dünya Kadınlar Günü

Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
07 Mart 2011


Bildiğiniz gibi “8 Mart Dünya Kadınlar Günü”dür. Kapitalist sistem piyasayı büyütmek için günler icat etmektedir. 
Bu yolla ekonomi gelişirken neticede insani ilgi, hassasiyet güzellikler de hatırlanmaktadır. Anneler, babalar, sevgililer, engelliler günü gibi. 
İnsanların kendilerini kaybettikleri şehir ve iş hayatı içinde bu vesileler onlara insani ilişkilerini diriltecek fırsatlar veriyor.Bizim devlet, millet, sülale, aile hayatımızda kadının büyük yeri vardır.Tarihimizin, muhteşem bir coğrafyada şekillendirildiği düşünülürse Moğolistan’dan Orta Asya’ya fizik mekanı bir baştan bir başa kat eden gayretlerin harcı, kuvvet kaynağı kadındır.Devletimizin geçirdiği sıkıntılı dönemlerde kurtarıcı bir şimşek gibi karanlığı aydınlatan kadınlarımız var. Esir edilen Tuğrul Beyin ardından ordunun başına geçip kurtaran Altuncan Hatun unutulur mu? 
Sultan Ahmet Meydanı’ndan İzmir’în işgaline güçlü hayır! sesleri gönderen Halide Edip Hanımdır. Milli devletin temelinde de onun ışık dolu gayretleri vardır.

Cumhuriyetimizin de çok değerli kadın şahsiyetleri var; bazıları meslek sahibi, eser sahibi değerler. Bazıları ise imparatorluğun milli devlet çizgisine çekilmesini omuzlayan erkeklerine, “ Ben yanındayım. Yorgunsan bana yaslan” diyen şefkatli, sıcak sesli kadınlar.
Cumhuriyetin aile hayatıyla örnek şahsiyeti İnönü’nün eşi Mevhibe Hanım. 
Sessiz, sakin, dirayetli bir hanımefendi. Yıllarca asker yolu gözleyen, ahlak sahibi çocuklar yetiştiren, kocası zirvedeyken görünmeyen, on iki yıl cumhurbaşkanlığından sonra iktidardan düştüğünde, eşinin uğradığı her ihanette, birbirine eklenen yalnızlıklarda “üzülme, düşünme ben yanındayım”diyen bir eş ve anne kadındır Mevhibe Hanım. Bir başka dev kadın; âleme çile çekerek şükretmenin, unutulmaz acılara sabretmenin güzelliklerini sessizce sergileyen Berrin Menderes’tir. Yassıada felaketinin en ışıklı cümlelerini söyleyen ve namaz kılarken kendisini tekmeleyen üniformalıya, “Asıl bela belayı gönderenden gafil olmaktır” diyen iman kayası Tevfik İleri’nin bu sözü Berrin Hanım’a adeta düstur olmuştur. Aynı düsturla, Vasfiye İleri, Muhterem Benderlioğlu gibi demokrat eşi zarif muhteşem hanımlar, yaşananlara sessiz bir sabır kalesi içinde direnmiştir. 

   Direnç sahibi bütün insanların gönlünde tasavvuf ateşi uyanır. 
Cumhuriyet döneminde bu sabır şahsiyetlerinin önderi Samiha Ayverdi’dir. Kendisine duyulan sonsuz saygı ve sevgi soyadını bir tarafa bırakarak onu “Samiha Anne” yapmıştır. Bütün bir ömrü peygamber ahlakı ve düzeni içinde yaşayan Samiha Anne yazarak, konuşarak, her nefes yaşayarak “İslamın örnek insanı” olmuştur.Onun serdengeçtisi, hakikat sevdalısı Aziz Hocam Nazik Erik’tir. Bir nefes insanlara hizmetten geri durmadan doksan yıllık ömrünü eserlerle taçlandırma gayretine, sadece hürmet duyulur.Bu hürmetin, muhabbet, gözyaşı ve derin ahlakla yoğruluşu nun ifadesi şehit analarıdır. Eline kına yakıp asker ocağına gönderdikleri koç gibi yiğitler, şehit olunca “vatan sağ olsun” diyen analar... 

   Oğlunun kabri üstündeki çiçekleri gözyaşlarıyla büyüten analar...

İşte bu analar, devletimizi Viyana’dan Yeşilköy’e taşıdıkları gibi Rumeli medeniyetinin enkazını da omuzladı. Balkan konaklarından İstanbul camilerinin avlularına sığınırken, yaralarını “ Ya Rabbi senindir, sendendir. ” diyerek sardılar. 

İstiklal Harbinin bacıları onlardı.

Bütün kadınlarımızın ellerini öpüyoruz. 

   Kadına karşı saygısızlık, çirkinlik bütün insanlığa yapılmıştır. Devlet bu vahşetin kökünü kurutacak kanuni ve idari tedbirleri almalıdır. Kadına duyulan saygı ve sevgi, Yaradana sunulan şükranın, nihayetsiz minnetin ifadesidir... 

Kaynak Yeniçağ: 
Dünya Kadınlar Günü 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/dunya-kadinlar-gunu-17278yy.htm


***

28 Ekim 2018 Pazar

Nasıl bir Siyaset Adamı.,

Nasıl bir Siyaset Adamı.,



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
09 Mayıs 2011

Siyasi konuşmaları dinlerken  nasıl bir siyaset adamı yetiştirmeliyiz? Siyaset adamı nasıl olmalı, soruları hepimizi yokluyor. Evet. Nasıl bir siyaset adamına muhtacız?Öncelikle  siyaset adamının sağlam bir fizik yapısı olmalı. 
Zira hem kendini hem de memleketi taşıyacak dirence ihtiyacı  olacaktır. Hemen ardından ruh sağlığı gelmektedir. 
Ruh sağlığı için öncelikle Ruhu  tanımak gerekir. Fizik varlığımızı değerli kılan ruhumuzdur.

  Ruhunun üzerindeki nefsaniyet ağırlıklarını kaldıranlar onun engin gücünü görür ve artan bir şükürle insan olma yolunda, kemal ve cemal ufuklarına doğru yol almaya gayret eder. 
Bu kemal yolcusu için yalnızca Allah’ın iradesi vardır. Milli Mücadele yıllarında Anadolu’ya insan ve silah taşıyan bir kaptan Yunanistan’da gıyabında ölüme mahkum edilir.  Savaş biter, kahraman kaptan artık İstanbul ile İzmir arasında  sefer yapan bir yolcu gemisinin kaptanıdır. Bir gün İzmir açıklarında müthiş bir fırtınaya tutulurlar. Gemiyi kurtarmanın tek yolu Yunan adalarına doğru yol almaktır.Kaptan derhal  Yunan adalarına doğru dümeni kırın emrini verir.

  Kadrosu, “Bunu nasıl yaparsınız? Yunanlılar hemen sizi yakalar ve idam eder, ne olur kararınızı değiştirin” diye itiraz eder. Kaptan, “Bu kadar yolcunun ölümü riskini göze alamam; varsınlar beni idam etsinler” der. Yunan adalarına doğru yola devam edilir. Fırtına yavaşlar. Sabaha doğru kara görünür ve bir de bakarlar ki; İzmir civarındaki bir sahildeler.

  Kaptanın kendisini yolcuları için feda etmeye hazır olması karşılığında Yaradan onun canını bağışlamış, gemisini de  yolcularla birlikte kurtarmıştır.
  Siyaset adamı toplumun faydası uğruna canını feda edebilecek  şuurda ve halde olmalıdır. Bu karakterde bir insan  boş söz söyler mi? İftira eder mi? Şahsi menfaati için yalana, harama tenezzül eder mi? Elbette ki hayır.
Allah’ı bilen O’na kul olan, O’ndan gayrısınden bir şey istemez. Sözüne sadıktır. Sözün kula değil, Allah’a verildiğini bilir.Okyanusta bir gemi çok şiddetli bir fırtınaya yakalanır ve batmaya başlar. 

  Panik içindeki yolcular  kurtulmak için dua ediyor, “Allahım kurtulayım bütün kötü huylarımı bırakacağım, içki içmeyeceğim, hak yemeyeceğim” gibi Allah’a söz veriyorlar. Yolculardan biri  nereden aklına geldiyse “Allah’ım sağ salim kıyıya çıkayım asla fil eti yemeyeceğim” der.Duaları kabul olur, kıyıya sağ salim varırlar ama vardıkları yer ıssız bir ada olup yiyecek yoktur. 

Açlıkları iyice artmışken  bir fil yavrusu görüp öldürürler ve yerler. Ancak  kurtulursa fil eti yemeyeceği sözünü veren yolcu çok aç olmasına rağmen yemez. 
Akşam olunca kazazedeler uyurken  anne fil gelip, uyumakta olan yolcuları tek tek koklayıp yavrusunun etini yiyenleri kokudan anlayarak çiğneyip öldürür, yemeyene dokunmaz.
Bu hikayeyi Samiha Ayverdi hanımefendiden dinlemiştim. Bana “İşte söz verilince böyle verilmeli” demişti.
Ben de şimdi seçimlerde söz verdiğinde böyle vereceğine inandığınız adayları seçin  diyorum.

  Romalılara ait bir atasözü var: “ İnsanlar Sözleriyle, Öküzler Boynuzlarıyla bağlanır ”. Peki Boynuzunu gizlemiş olanları nerelerinden bağlayacağız.? 
Bu ülkede sözün kişinin Namusu, Onuru olduğunu bilenlerin sayısını hızla artıran bir gönül, idrak, anlayış ve eğitim hamlesine ihtiyaç var. 

Dileyelim İktidar mücadelesi veren bütün Siyasi kadrolar Devlet adamı olma ölçüsüne sahip olsun ve sözleriyle bağlı olmanın onurlu Üslubundan ayrılmasın.

Sözüyle bağlı olduğunu unutmak; isteyerek öküzlerin boyunduruğuna talip olmaktır. 
Yaradan hiç kimseye böyle acı bir kaderi yaşatmasın. 
Her şeyden önce insan olmanın, insan yaratılmanın şükrünü bilelim ve her nefes bir insan gibi yaşayalım... 

Kaynak Yeniçağ: Nasıl bir Siyaset Adamı 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/nasil-bir-siyaset-adami-18180yy.htm

***

Yaprak Misali dış Politika

Yaprak Misali dış Politika


Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
16 Mayıs 2011


   Türkiye’de SSCB’nin dağılmasına kadar  “ Strateji ” açısından  ileriye dönük herhangi bir çalışma yapılmamış,  Dünya  düzeninin şu ya da bu şekilde değişmesi halinde, Türkiye’nin nasıl davranması, ne gibi tedbirler alması gerektiği yolunda kayda değer bir strateji geliştirilmemiştir. 

    Oysa dünyadaki dengelerde meydana gelen değişmeler,  Türkiye’yi çok yakından ilgilendirmekte ve hazırlıklı olmayı gerektirmektedir.

    Atatürk, SSCB’nin Dağılmasıyla ortaya çıkacak durumu ve Türkiye’nin bu gelişme karşısında alması gereken tedbirleri, o tarihte görmüş ve ifade etmiştir. 
Ancak, O’ndan sonra O’nun çapında  bir devlet adamı iktidara gelmemiştir.
Üstelik iktidarların sağduyularının ve milli hassasiyetlerinin  giderek azalması Türkiye’yi adeta uluslararası gelişmeler karşısında rüzgarın yönüne göre savrulan bir yaprak haline getirmiştir. Tarihi ve kültürel bağları  çerçevesinde Balkanlar, Orta Asya Cumhuriyetleri hatta Orta Doğu’da stratejik açılımda bulunması ve bir etki alanı oluşturması imkanı mevcut olmasına rağmen Türkiye bu konuda strateji üretim gücüne ve somut politikalara sahip olamamıştır. Balkanlarda ciddi bir varlık gösteremediği gibi, Türk Cumhuriyetlerini birer birer kaybetmiştir.  Orta Doğu’ya gelince burada da maalesef günlük politikalar uygulanmakta ve en önemlisi dış politika, içerideki menfaatlere kurban edilmektedir.

Türkiye’de dış politika konusunda hakim bir görüş bulunmaktadır;  “Dış politika gücümüz  izleyebileceğimiz dış politika tercihleri, siyasi, ekonomik, askeri  gücümüz  ve stratejik  konumumuz  ile bağlantılıdır. Bunun dışında  fazla bir imkan ve kabiliyetimiz de bulunmamaktadır.” Bu düşünceye göre, Türkiye’nin belirli dış politik mecburiyetleri vardır ve iktidarlar bunlara uymakla yükümlüdür.  (ABD ile ilişkiler ve AB’ye üye olma gibi) Oysa bunlar bir ülkenin dış politikasını etkileyen teknik faktörlerdir.Bunların yanı sıra en az bunlar kadar önemli bir  etken daha  vardır. Bu da  dış politika belirleyicilerin basiretleri, ileri görüşlülükleri, geniş ve çok yönlü düşünme kabiliyetleri, planlama ve planı uygulama  yetenekleridir.Bu konuda satranç oyununu göz önüne alalım. Oyunculardan biri daha avantajlıyken yerini bir arkadaşına devrederse  aynı durum devam edecektir diyebilir miyiz? Oyun tahtasındaki durum, karşılaşmadaki güç dengesinin yalnızca bir parçasıdır. 

  Diğer parça ise, oyuncuların beynindedir. Aynı durum, dış politikada da geçerlidir. Ülkeler arasındaki güç dengesi, yalnızca  “masa üzerindeki” güçleriyle değil, aynı zamanda “beyin”  güçleriyle de ilgilidir. Daha akılcı ve aktif bir dış politika izleyen bir ülke, karşısındaki diğer ülkeyi kısa sürede pasif duruma düşürebilir.

  Pasif duruma düşen ülke, etrafında yalnızca “dış tehdit” ler görür ve sadece savunma pozisyonunda kalır. Ülkeler arasındaki ilişkiler, bazı yönleriyle, insanlar arasındaki ilişkilere de benzer. İnsanlar üzerinde büyük rol oynayan psikolojik faktör, dış politikada da etkilidir. Bir ülke, kapasitesinin kendisine verdiği gücün daha “üstünde” bir üslup sergileyebilir. Eğer bunu başarılı ve istikrarlı bir biçimde sürdürürse, onunla muhatap olan diğer ülkeler de bundan etkilenecek, aynı insani ilişkilerde olduğu gibi “ayağını denk alma”  politikası izleyecektir.

Tüm bunlar, Türkiye’nin dış politika zihniyetini değiştirmesinin, “ Akıl ve Psikoloji ”  faktörlerini göz önünde bulunduran çok yönlü bir “tavizsiz dış politika” tarzı ve ufku oluşturması zamanının çoktan geldiğini göstermektedir. 
   Tarih şuuru, Millet ve Vatan sevgisi, Çözemediğimiz problemler karşısında güçlü olma iradesi bizim özlediğimiz, muhtaç olduğumuz dış politikanın üç sac  ayağıdır.

Dünyayı Gören, Değerlendiren Ufuklu bir dış Politika ancak bunların üzerinde yükselir. 

Kaynak Yeniçağ: Yaprak Misali dış Politika 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/yaprak-misali-dis-politika-18280yy.htm

***

OECD’nin Patlattığı AKP balonları

OECD’nin Patlattığı AKP balonları



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
23 Mayıs 2011


Seçim sandığı  her geçen gün biraz daha yaklaşıyor.  Meydanlarda halka söylenenleri dinliyorum.Hepsi halkın derdine, çilesine ulaşamayan boş sözler.

Ey milletim senin derdin işsizlik, açlık çaresizlik, senin bu dertlerinin derman bulması, cebinin para görmesi ve yüzünün gülmesi mümkündür. 
Bunu yapacak olan biziz ve bizim projelerimizdir” demek yerine sadece bağrışıyorlar. Türkiye nüfusunun  yaklaşık  % 20’si  açlık sınırının altında  yaşıyor. 
Ama “40 adım ötedeki komşun açken  tok yatarsan bizden değilsin” diyen  yüce Peygamber  buyruğuna rağmen bu tabloya ilgisiz ve sorumsuz kalanlar nasıl oluyor da Müslümanlıktan bahsedebiliyorlar. Ülkede uzun süredir  uygulanan   “ Ekonomi  Modeli ” ile kaynaklarımız, servetimiz  ve insanımız eriyor. 
Çok yakın bir  zamanda seçimden sonra üç ay geçsin ekonomik hayattaki duvara çarpmayı göreceksiniz. İktidar rakamlarla müthiş oynuyor. 

   Ancak kendi kitabında  maskesi düştü. İhracatı 4 kat artırdık diyor. 
Rakamlar ortada   sadece  3 kat! Seçim propaganda  dokümanında  yanlış yapıyor, yalan söylüyor.İşin gerçeği ihracat 114 milyar dolardır. (2010 yılı) İktidar oldukları 2002 yılında ise 36 milyar dolardır.  114:36=3.1’dir.  4 kat değil aradaki yanılma payı =0,9’dur. İthalat rakamlarını  söylemekten kaçtıkları için onu da ifade edelim. 2002’de toplam ithalatımız 51,5 dolardı. 2010’da 185,5  milyar dolar oldu. 

   Kısaca 8,5 yılda ithalat 3,6 kat artmıştır.  2002’de 15 milyar dolar olan  dış ticaret  açığı 2010 yılında  71,5 milyar dolar olmuştur. Bunun sebebi ithalattaki  dengesiz patlamadır. 

Bütün bu rakamların sıktığı, daralttığı aziz insanımız iktidarın yoğun propagandası altında sağanak gibi yalan dinliyor. Gel gör ki işin aslını “Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı OECD” nin “Bir Bakışta Toplum” raporu seçimlere  kısa bir süre kala Türk ve dünya kamuoyuna duyurdu.

   Avrupa ülkeleri ile birlikte toplam 33 ülkenin yer aldığı OECD raporu AKP’nin balonlarını bir bir patlattı. Birlikte görelim:İstihdam oranının ortalama yüzde 66,1 olduğu OECD ülkeleri arasında yüzde 44,3 ile en düşük istihdam oranına sahip ülkeyiz.Bize en yakın ülke yüzde 55,4 ile Macaristan.

   İstihdam oranında en yüksek oran yüzde 79,2 ile İsviçre’ye ait.  2009 yılında yüzde 14,3 işsizlik oranı ile (Ocak 2011 itibarıyla yüzde 11.9) OECD ülkeleri arasında ikinci sıradayız.
   İspanya yüzde 18,1 işsizlik oranıyla başı çekiyor.
   En düşük işsizlik oranına sahip ülkeler yüzde 3,2 ile Norveç, yüzde 3,8 ile Güney Kore ve yüzde 3,9 ile Hollanda.

   Rapora göre, OECD bölgesinde ortalama yoksul nüfus oranı yüzde 11,1. Türkiye’de bu oran yüzde 17. Türkiye’ye oran olarak en yakın ülke yüzde 17,3 ile ABD olurken, bu alanda yüzde 21 ile Meksika ilk sırada yer alıyor.
Yoksulluk oranı en düşük ülkeler yüzde 5,4 ile Çek Cumhuriyeti, yüzde 6,1 ile Danimarka ve yüzde 6,4 ile Macaristan.

Rapora göre, Türklerin yüzde 49’u mevcut gelirleriyle geçinmenin ‘zor’ ya da ‘çok zor’ olduğunu ifade ediyor. 

Yine Rapora göre en yüksek gelir eşitsizliğine sahip ülkeler Şili, Meksika ve Türkiye olarak sıralanıyor.AKP iktidarının yatsıya varmadan  mumlarını söndüren bu raporu hazırlayan kuruluş çok şükür Türkiye’de çalışmıyor. 

Eğer öyle olsaydı çoktan külü göğe savrulurdu.Yıllardır ifade ettiğimiz görüşleri bu rapor da doğruluyor. 
Türkiye plan şuurundan mahrum sadece al  ve sat anlayışına dayalı  bir ekonomik modelle kan kaybediyor. 

Bu bir Kader değildir. 

Bu Tabloyu değiştirmek Milletimizin elindedir.
Bunun yolu da yaklaşan seçimde sandığa atacağımız oylarla açılacaktır. 

Kaynak Yeniçağ: OECD’nin patlattığı AKP balonları 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/oecdnin-patlattigi-akp-balonlari-18376yy.htm


***


Necmettin Erbakan

Necmettin Erbakan





Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
28 Şubat 2011 


   Türk siyaset hayatında inkar edilmesi mümkün olmayan bir yeri ve ağırlığı bulunan Necmettin Erbakan vefat etti. Başta ailesi olmak üzere bütün sevenlerine baş sağlığı diliyorum.

   Turgut Özal Planlama Müsteşarı, Erbakan ise İTÜ’nde profesör ve TOBB Genel Sekreteriydi. O günlerde Planlamadaki kadromuz Müsteşar Özal, Merhum Doç. Dr. Yılmaz Ergenekon ve benden ibaretti. 

   Turgut bey bana Erbakan Hoca ile görüşmemi ve yakın bir tarihte yapılacak olan prodüktivite seçimleri için gerekeni yapmamı emretti. Erbakan’la ilk tanışmamız böyle oldu. Kendisi çok şık giyinmişti. Teknik Üniversite’yi birincilikle bitirmiş, profesörlüğe yükselmiş, TOBB Genel Sekreteri olmuş bir zatın karşısındaydım. Daima tebessüm ederek konuşuyordu. Olağanüstü bir kongre planlamıştı. O’na göre Türk İş Genel Sekreteri H. Tunç’tan Prodüktivite kalesi geri alınmalıydı. Daha önceki kongrede oraya Turgut beyin ekibi hakimdi. Halil Tunç hepsini tabii kongrede devirmişti. Erbakan Hoca’nın planına göre toplantıda sonradan Sağlık Bakanı olan Planlanlamada gıda uzmanı Mehmet Aydın ilk konuşmayı yapacak, ardından ben ve Erbakan konuşarak H. Tunç ekibini berhava edecektik. Plan, hitabet gücümüze dayanıyor ancak delege hesabını düşünmüyordu. Merhum Hoca fevkalade zeki, enerji dolu ancak son derece hayalperestti. 

   Kongrede Halil Tunç kürsüye çıktı: “ Hoca ben sana bu Kaleyi teslim etmem, manzarayı iyi gör ” dedi, her direğin arkasından elleri sopalı iki adam zuhur etti. 
Mağlup olmuştuk. Durumu Turgut Beye arz ettim: “ Sen olağan kongreye kadar kimseyi katmadan çalışmaya devam et, gerekirse benimle görüş ” dedi. 
   Nitekim öyle yaptık ben 124 oy aldım. Merhum H. Tunç sadece 56 oy aldı. Buna rağmen hükümetin talimatıyla Türk İş’i kırmamak için H. Tunç’u başkan yaptık. Erbakan Hocayla ilerki yıllarda aynı kabinede hükümet sorumluluğunu bölüştük. O Ekonomik Kurul Başkanı ben de üyesi idim. Kader bizi 80 darbesinden sonra Ordu Dil Okulu Tutuk evinde aynı çatı altında 15 ay birlikte yaşattı.

   Erbakan’ın Arabasının önünde daima üç at olmuştur: Enerji, zeka ve coşkun bir hayal gücü. Enerjisinin en güzel ifadesi her kapanan partisinden sonra bir yenisini açabilmesidir. Zekası O’na o güne kadar siyasette ve sosyal yapıda daima ikinci sınıf insan muamelesi gören muhafazakar ve dindar kitleleri keşfetme ve onlara ulaşma yolunu açmış tır. Hoca’nın ilk ve tükenmeyen hayali sanayileşmiş Türkiye idi. Bu konuda çok acele davranıyor ve bazen uzun mizah hikayelerine sebep olan yanlışlar yaşanıyordu...

  Tutukevinde birlikte kaldığımız dönemde bir gece Hoca’ya rastladım. Oldukça telaşlı ve heyecanlıydı. “hayrola hocam” dedim. “ Agah Bey kaplan, kaplan dedi, sesini duymuyor musunuz? ” “Hocam kaplan buraya nereden gelecek? Yedi kat tel örgünün içindeyiz, silahlı nöbetçiler, kurt köpekleri, kaplan nasıl girecek?” dedim. Hoca: “Hayvanat bahçesinden kaçıp aşağıya gizlenmiştir.” dedi. Elinden tutup gelin ben sizi kaplana götüreyim dedim. Ahmet Er’le Tahsin Ünal merhum aynı odada kalıyordu. Kapıyı açtım Ahmet Er’in horultusu odadan taştı. 

Hoca bu horultu yu kaplan sesi zannetmişti. İşte bu sebeple O’nun hayal gücü sınırsızdı diyorum. Gelecek zamanda hayat hikayesini yazacaklar herhalde Hava Kuvvetleri komutanı Muhsin Batur’un O’nu İsviçre’den getirip parti kurdurmasını anlatacaklardır. Başbakan Demirel’in erken seçim teklifine merhum Ecevit ile birlikte “hayır” demesi de siyasi hayatımızdaki önemli yanlışlardan biri olarak tarihe geçecektir.   

Allah Rahmet Eylesin. 

Kaynak Yeniçağ: Necmettin Erbakan 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/necmettin-erbakan-17177yy.htm


***

Et Konusu Yanlışların Ürünüdür

Et Konusu Yanlışların Ürünüdür






Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
21 Şubat 2011


     Gelecek nesillerimiz Türkiye’nin AB ile olan macerasını yazarken, “herhalde bizim atalarımız 2000li yıllarda toplum olarak akıl hastalığına tutulmuşlar ve şuurlarını kaybetmişler” diyecek. 

Adamlarla müzakere masasına oturmuşuz “ Elimizdeki otuzu aşkın dosyayı sizinle tartışacağız, ancak bunların hepsinde anlaşsak bile bu müzakereler AB’ye alınacaksınız diye bir kesinliğe ulaşmaz. Müzakerelerin sonucu ne olursa olsun biz, sizi AB’ye alıp almamakta serbestiz ” diyecekler, ortaklığın iki kurucusundan Fransa ise, Türkiye’nin AB’ye alınma yolunda zirveden çıkacak kararı halkoyuna götüreceğini alelacele anayasa değişikliği ile hükme bağlayacak. 

   Sonra da Türkiye Devlet yapısı, ekonomisi, eğitim ve kültür hayatı ile ilgili bütün konularda “emredersiniz efendim” tavrıyla tarım hayatı başta olmak üzere bütün genlerini değiştirecek. Evet, torunlarımızın: “vah atalarımıza vah, nasılda delirmişler, nasılda akıllarını kaybetmişler, bunların hepsi mi bunamış” diyerek ellerini dizlerine vurup vah ki vah söylenişiyle geçmişin hicranlı muhasebesini yapacakları demleri görür ve duyar gibi oluyorum. 

   Türkiye AB macerası sürecinde  tütün ekimini sınırlandırdı. Şeker pancarı ekimine kota getirdi. Dünyanın en güzel pancarını üreten Türkiye, bugün kanser hastalığına sebep olduğu kesinleşen mısır şurubu tatlısını kullanır oldu. Buğdayda, fındıkta, arpada hep aynı yanlışlar “efendilerin emri” diye uygulamaya kondu. Hele hayvancılık konusunda cinayet çapında yanlışlar işlendi. 1980li yılların ortalarına kadar et hayvancılığı açısından Ortadoğu’nun en zengin ülkesi olan Türkiye,  şimdi dışarıdan et ithal eder oldu. Ters yönde işleyen sistem Canlı hayvan kaçakçılığını önlemek için tedbir alan Türkiye, şimdi dışarıdan gelen kaçak hayvanlara karşı ters yönde işleyen bir sistemi kurdu.

Doğu ve Güneydoğu’da  terör mera hayvancılığına son verdi. 

  Zaten 1940 yılında 44 Milyon Hektar olan çayır mera alanları 2000li yıllarda 12 milyon Hektar’akadar düşmüştür. Bu dönemde mera ıslah çalışmalarına girilip yeni meralar kurulacağına, hayvancılığa verilen teşvikler kaldırıldı.  Et ithalatı serbest bırakıldı. Türkiye dünyanın ucuz et pazarı oldu. Batı ülkelerinde tüketilemeyecek kadar kalitesiz ne kadar et varsa Türkiye’ye getirildi. Neticede yalnız hayvancılık değil, et ürünleri işleyen sanayi işletmeleri de ya  iflas etti ya da ithalatla yaşama çareleri aradı.İş bununla bitmedi. Kamu sektöründe hayvancılığa hizmet eden ve hayvancılığı ayakta tutan Et Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu ve Yem Sanayi gibi önemli kuruluşların özelleştirilmesine başlandı.  Bir başka ifade ile yok edilmesine... EBK, 1952 yılında kurulmuş 1995 yılına gelindiğinde 29 kombinaya sahip olmuştu.  

   Bu kombinalar üreticinin yetiştirdiği hayvanları değerlendiriyor, hayvan hastalıklarıyla mücadelede önemli hizmetler görüyordu. Et piyasasını düzenleyen, üreticiyi ve tüketiciyi koruyan EBK kombinalarının kapatılmasının memlekete getirildiği ağır kayıpları fark edenler geç de olsa uyandılar. Ancak ne fayda... EBK şu anda et piyasasında % 1 paya sahiptir.  Yaşama savaşı vermektedir.O dönemde uygulanan et ithalatını serbest bırakan politikaların hayvancılığı yıkıma götürdüğü kısa zamanda anlaşılınca et ithalatı sınırlandırıldı ve sadece damızlık canlı hayvan ithalatına izin verildi.  
   Gelen hayvanların Türkiye şartlarına uymakta zorlandığı görülünce, yerli ırkların geliştirilmesine çalışıldı.Adam olmak...2001 krizi hayvancılığın bel kemiğini kırdı. Besicilere verilen kredi faizleri % 200 lere ulaştı. 

Bu alana yatırım yapan bütün işletmeler iflas etti.

Türkiye ne yazık ki sorunlarına dünya ve ülke çapında toplu bakışla eğilmiş, bunları anlamış, düşünmüş, çare üretmiş kadroların elinde değildir. Uzmanlığa saygı duymayan “ Her şeyi ben bilirim, Ben yaparım ” diyen zihniyetle bir yere varmak mümkün değildir. Bizim yaşadığımız kayıplar ve çileler bunun en güzel örneğidir. Hiçbir efendi çıkıp ta piyasada et fiyatları ile başta yem olmak üzere et üretimin de kullanılan girdi fiyatları arasındaki dengenin neden bir türlü sağlanamamış olmasını düşünmemiştir. Süt fiyatları şuursuzca düşük tutulmuştur. 

Artık yanlışlardan dönülmelidir. “ Hakikatle mağlup olmayı en büyük zevk bilirim ” demeden değil Devlet adamı adam olmak mümkün değildir. 

Kaynak Yeniçağ: Et konusu yanlışların ürünüdür 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/et-konusu-yanlislarin-urunudur-17075yy.htm


***

İktidar öfkeyi yenmeli

İktidar öfkeyi yenmeli,





Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
14 Şubat 2011 

   Kömür yakan lokomotifleri çocukken dikkatle seyrederdim. Ağırdan hareket eder ve buhar püskürterek temposu hızlanırdı.

Tıpkı babamın çok sevdiği, severek bindiği al at  “Berk” gibi. O da süvarisi üstüne atlar atlamaz hızlanır, irileşen burun deliklerinden fırlayan nefeslerle dörtnala ulaşırdı.İktidarın sözcülerini dinlerken gözümün önüne hep oflayan, puflayan lokomotif ve Berk’in burun delikleri geliyor. Sorumluluk hiç şüphesiz insanları yorar, sinirli kılar.Ne yazık ki hükümet bu çizgiyi aşmış ve kavgacı olmuştur. Hükümet ve partisi; adeta buluttan nem kapmaktadır. SBF’de bir grup gencin, konuşmacı iki siyaset adamını yumurta atarak protesto etmesini iktidar aylardır gündemde tutmaktadır.

   Öncelikle demokrasi ile idare edilen bir ülkede bunlar soğukkanlılıkla karşılanması gereken olaylardır. İngiltere’de seçim çalışmasını yürüten bir politikacı girdiği birinci mahallede ıslıklanır, yumurta ile kovalanır. İkinci sokağa girer aynı akıbete uğrar; ıslıklar ve yumurtalar hazırdır. Üçüncü sokağa girer girmez aynı tabloyu görünce; seyyar mikrofonu eline alır ve  “ Bugün yeterince yumurtaya hedef oldum ve fazlasıyla ıslıklandım. Sizden ricam buraya gelinceye kadar yeterince yuhalandığımı kabul edip bana bir bardak çay ikram etmenizdir. Bu sizin için daha az masraf, benim için lütuf olacaktır ”  der. 

  Öfke son bulur. İktidar SBF’deki protestoyu sakız gibi sündürmüş tür. Hemen her vesile ile bu olayı gündeme taşımayı siyaset zannetmektedir.  

   1960 yılında yapılan 27 Mayıs hükümet darbesinin ardından, 1963’te kurulan hükümet bir konuyu çözemez ve Başbakan İnönü’ye götürmek mecburiyetini hisseder. 

   Konu; İstanbul’da bütün Sivil ve Askeri kademelerin ikazına rağmen; bir inzibat subayı binbaşının, Karakol binası yaptığı tarihi yapıyı boşaltmaması dır. İsmet Paşa’dan gelen emri de Binbaşı;  “ Gücü yetiyorsa gelsin kendi boşaltsın ” diye karşılar. Paşa bu haber üzerine dinler ve tebessüm eder. İki gün sonra binbaşı bir başka göreve nakledilir, iş biter. Öğrencilerin, Gençlik heyecanlarıyla karşılaştığınız zaman kendi gençliğinizi düşünün yeter. 

Ne yazık ki böyle olmuyor. 

Tablonun çerçevesi, kömür lokomotifi  gibi duman çıkararak puflamak olunca anlayış, hoşgörü, sabır, sevgi buharlaşıyor. 

Cop, tazyikli su, biber gazı sahneye  hâkim oluyor. 

Polise taş atılması, pankartların sopalarıyla saldırılması, vatandaşın kamunun mallarına zarar verilmesi tasvibi mümkün olmayan işlerdir.Karşılıklı öfkeyi yenmenin yolu; gençleri, işçileri, kalabalıkları dinlemenin, diyalog kurmanın çaresini bulmaktır. 

Daima alkış beklemek, Protesto edenleri hain görmek, idrak yanlışlığı, hatta ruh hastalığıdır. 

Demokrasilerde hayır diyenler evet diyenler kadar azizdir. Öfke; aklı karartır, nefsin önünü açar. 

Hâlbuki gerçek hürriyet nefsin esaretinden kurtulmakla mümkündür. 
Nefsine köle olan ’ Ben hür bir adamım ’ diyebilir mi? Başkalarına karşı zafer kazananın kuvvetli, kendi nefsine karşı zafer kazananın ise kudretli olduğunu unutmayalım. Hükümet edenler, Kindarlık ve Sertlikten uzak durmalıdır. 

Bu iki Hal adeta Şeytanın kanatlarıdır. 

Benimseyeni sadece cehenneme uçurur. 
En büyük cehennem ise hata ve yanlışlardan dolayı duyulan vicdan azabıdır. 



Kaynak Yeniçağ: İktidar öfkeyi yenmeli 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/iktidar-ofkeyi-yenmeli-16980yy.htm


***

Ampuller Işıksız Kalacak

Ampuller Işıksız Kalacak






Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
07 Şubat 2011 

    Siyaset, Türkiye’nin gerçek gündeminden kopmuş, karşılıklı küfürleşmeler içinde ciddi sorunları konuşmak yerine bağırmayı tercih etmiş görünüyor. 
Ülkenin kaderini derinden etkileyecek elektrik ve enerji problemleri ise görülmeyen, görülmek istenmeyen bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor, âdeta alarm veriyor. Elektrik sektörümüzün temel problemi birinci derecede ağırlığı bulunan yakıtlarda yüksek oranda dışa bağımlılığımız ve bu bağımlılığa bağlı olarak ağır dış ödeme külfetimiz dir. 2007 yılı rakamlarıyla petrol, doğalgaz, elektriğe dayalı ithal kömür, ısınmaya dayalı ithal kömür için toplam net enerji ithalatı karşılığı 32,7 milyar USD ödeme yapılmıştır. Bu ödeme Türkiye’nin toplam ithalatının %22’sidir ve fevkalâde önemli bir rakamdır. 
Çünkü Türkiye güvenlik, eğitim, belediye hizmetleri gibi çok önemli dallarda kısıntı yaparak, her türlü fedakârlığa katlanarak bu bedeli karşılamaktadır.Enerji üretiminde esas olan, kendi toprağınızdan çıkan kaynakları kullanmanızdır. Ne yazık ki Türkiye’de bu politika çok becerikli siyaset adamlarımızın sayesinde tamamen tersine dönmüştür. Doğalgazda âdeta dünya tekeline sahip Rusya’da doğalgazdan elektrik üretme oranı % 38 iken, doğalgaz ihtiyacının bütününü ithal eden Türkiye’de bu oran % 48,2’dir. Bunu akılla izah etmek mümkün değildir. Her yıl ortalama 18 milyar USD doğalgaz ithali için para ödeyen Türkiye, bunun 8 milyar USD’lik kısmını elektrik üretiminde kullanmakta dır.Vatan topraklarımızın altında 9 milyar tonun üzerinde kömür rezervi vardır. Türkiye bu muhteşem kaynağa rağmen nesi var nesi yok satarak 16 milyar USD , Doğalgaza para ödemektedir.

    Ülkeyi idare edenler akıl almaz bir biçimde iradelerini AB’ye terk etmişlerdir. AB’nin sistemli ve ağır baskısı sonucu Kyoto Protokolünü Türkiye imzalamıştır. Hâlbuki Avrupa ülkelerinde kömürün elektrik üretimindeki payı ortalama  %60’ın üzerindedir. Polonya’da bu oran %97’dir. Kömürün elektrik üretiminde payını yüzde olarak ele alırsak Çek Cumhuriyeti % 74, Yunanistan 71, Danimarka 67, Almanya 55’tir.  Avrupa Birliği dışındaki ülkeleri ele alırsak Avusturalya elektriğinin % 85ini, Çin % 80ini, Amerika %53ünü, İngiltere 43’ünü kömürdensağlamaktadır. ABD Türkiye’nin 29 katı, Çin 15 katı fazla karbondioksit emisyonu yaparken, dünyada atmosfere halen en az karbondioksit salan ülkeler arasında bulunan Türkiye’nin Kyoto Protokolünün getirdiği yükümlülükleri koşar adım kabulünü izah etmek mümkün değildir. 

   Kyoto Protokolünü imzalamasının sonucu olarak Türkiye, artık kömüre dayalı klasik tipte düşük yatırım maliyetli termik santral inşa edemez. Türkiye bundan sonra kuracağı kömüre dayalı termik santrallerini daha fazla dış ödeme yaparak gelişmiş kömür teknolojilerine “Akışkan Yatak Teknolojisi”ne dayalı olarak kurmak zorundadır.  Bu tür santrallerin yatırım maliyetlerinin klasik tipteki termik santrallerden %50-100 daha fazla olduğu bilinmektedir.Türkiye bu iktidar döneminde enerjide dışa bağımlılığın azaltılması için ne yapmıştır? 

   2002 yılında elektrik üretiminde doğalgaz oranı %40,57 iken 2008 yılı sonunda %48,2 olmuştur. Mevcut siyasi iktidar döneminde dışa bağımlılık eksilmemiş, artmıştır.Elektrik tüketiminde yıllık ortalama % 8’lik bir talep artışı vardır.Türkiye’nin elektriksiz kalmaması için 2020 yılına kadar her yıl düzenli olarak 3000 mwatt dolayında kurulu gücü devreye sokmak zorundadır. 
Bunun üretim yatırımları için ödenecek bedel 4 milyar USD civarındadır. 

Bu dönemde Türkiye 236 milyar kwh üretim yapabilecek yeni üretim yatırımlarını gerçekleştirmek zorundadır.  

   2020 yılında 434 milyar kwh ulaşacağı kabul edilen elektrik enerjisi talebini bu iktidar ve bu zihniyet nasıl çözebilir? 

Ülke çapında bütün Ampuller Kararırken AKP’nin Ampulü Nasıl ışık verecektir?.. 


Kaynak Yeniçağ: Ampuller ışıksız kalacak 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/ampuller-isiksiz-kalacak-16878yy.htm

***

Evrensel Terörün Boyutları

Evrensel Terörün Boyutları



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
31 Ocak 2011


    Rusya’da son bombalı terör olayı, bu dünya çapındaki tehlikeyi bir daha gözler önüne getirdi. 
Ne yazık ki devletler bu konuda asla samimi değiller ve başkasının yaşadığı teröre karşı son derece ilgisizler. Bu yolda Türkiye’nin terör sebebiyle verdiği kayıplara büyük ilgisizlik gösteren batılı ülkeler, daima PKK ile hoş ilişkiler içinde olmayı, ona karşı ciddi bir tavır alışa ve mücadeleye tercih ettiler. Nitekim Fransa’nın, Almanya’nın bu konudaki kaypaklıklarına Hollanda daima destek veren bir tavır sergiledi.2007 yılında PKK’nın Hollanda’daki bütün faaliyetleri sözüm ona yasaklandı. Ancak, PKK “Kültür” “Spor” dernekleri kurarak bu faaliyetlerine devam ediyor, iş yeri sahibi Kürtlerden vergi veya bağış adı altında para topluyor ve elde ettiği gelirleri terör örgütünün televizyon masraflarında kullanıyor. 

   AB Polis Teşkilatı PKK’nın; uyuşturucu ticareti, silah ve insan kaçakçılığı, haraç alma, sahtecilik gibi organize suç faaliyetlerinden elde ettiği büyük rakamlara ulaşan euroları, terör eylemlerinin finansmanı ve silah alımları için kullandığını tespit ederek, resmi belgelerinde yayınladı.  
   Hollanda hiç şüphesiz bir gün, terör örgütüne yaptığı bu hizmetlerin karşılığını onlardan fazlasıyla alacaktır. Biz masum ve mazlum insanların teröre kurban gitmesinden sadece elem duyarız. Ancak, kendi masumunu korumak öncelikle onun vatandaşı olduğu devletin işidir. Rusya da bir zamanlar bütün terör örgütlerine yardımcı olmayı iş edinmişti ancak yürek yaralayıcı neticeler gözler önündedir. Bir diğer üzerinde durmamız acı gerçek de terör konusunda sicili bozuk ülkelerin durumudur. Suriye ve Irak dünya devletlerinin ulaştıkları delillerle terörü kesinlikle destekledikleri yolunda kanaate ulaştıkları memleketlerdir. Burada Türkiye açıcından çok ince bir yol ayrımı vardır. Bugün, kesinlik derecesine ulaşmış delillerle bu ülkelerin dünya çapında terörü desteklediğini biliyoruz. Türkiye Suriye’den beslenen terörün yıllarca acısını çekti.Türkiye komşularıyla “ Sorunsuz Siyaset ”  uğruna cömertçe vizeleri kaldırıyor. 

AB’ye girmek isteyen Türkiye’ye adamlar  “ Arkadaş, sen vatandaşların için vize kaldırılsın diyorsun. Ancak terör üreten ülkelerin vatandaşlarına vize muafiyeti tanıyorsun. Ben sana vize kapısını açarak ülkeme terörist ithalini serbest mi kılayım? ”  derse, ne cevap vereceğiz?   

   Bir ayrı yazıda Türkiye’nin komşularıyla “ Sorunsuz Siyaset ” politikasını ele alarak bize göre gerçekleri ifade edeceğim. Tarihi ilişkiler iyi bilinmeden bu konuların sağlıklı çözümlere ulaşması mümkün değildir.Türkiye’nin Rusya’daki patlamaları çok iyi duyması ve sağlıklı bir biçimde değerlendirmesi gerekir. Türkiye ve Rusya rejimlerini ele aldığımız zaman bizim onlara oranla daha çok demokrasi içinde olduğumuzu görürüz.  Demokrasi bir kurallar rejimidir. Demokrasiyi güçsüz kılmak için derhal özgürlükler gündeme getirilir ve güvenlik mi özgürlük mü, tartışmaları ile güvenlik birimlerinin adeta elleri kolları bağlanır ve iş göremez hale gelirler. Türkiye terör konusunda çok değerli bir güvenlik bürokrasisine sahiptir.  Ancak bilgi akışı konusundaki değerlendirmelerde iş birliğinin özlenen düzeyde olduğunu söylemek mümkün değildir. Daha ciddi ve güçlü bir koordinasyon sağlanmalıdır.Siyasi irade ve onun temsilcisi olan başbakan veya görevlendireceği bakan bu konuda, hukukun içinde tavizsiz bir politika uygulamak zorundadır. Bize göre TBMM’de açılacak bir genel görüşme ile siyasi partilerimizin üzerinde uzlaşacağı bir “ Prensipler Belgesi ”  tespit olunmalıdır. 

Teröre karşı ortak bir Milli politika uygulanmalıdır. 

Bütün dünyanın oynadığı bu örtülü savaşta Türkiye teşhisini sağlıklı koymalı ve terörün en az sınırdan saldıran düşman kadar tehlikeli olduğunu görmelidir... 

Kaynak Yeniçağ: Evrensel terörün boyutları 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/evrensel-terorun-boyutlari-16779yy.htm

***

Gaddar Olursa Devlet

Gaddar Olursa Devlet




Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
24 Ocak 2011



Büyük şairimiz Abdülhak Hamid Tarhan: “ Gaddar olursa devlet, o millet eder kıyam Mağdur olursa millet, o devlet bulur hitam.” Beyti ile adeta Tunus’un tablosunu çiziyor. Tunus, Fas, Cezayir Osmanlı Devletimizin çok aziz topraklarıdır.  

   Osmanlı bu toprakları tam bir adaletle yönetti. Devletimiz iç gailelere boğulunca Fransızlar Tunus’u işgal ettiler. Tunus başta olmak üzere Fas’ın, Cezayir’in kaybı yürekleri dağladı. Hâlâ Anadolu’da,  evlenen kız baba evinden çıkarken yanık bir melodi ile uğurlanır. 

   Bu müzik parçasının adı Cezayir’dir. Tunus, Fransız diktatörlüğünün kurduğu zulüm düzeninden kurtuldu ama zalimlerden kurtulamadı.  Tunus ve diğer  eski sömürgeler bağımsızlığa geçerken emperyalist ülkeler aldığı mali ve ekonomik tedbirlerle  görünüşte tam bağımsız gerçekte  yarı bağımlı  devletler kurdular. Yeni devletin yönetici kadrosunun M.Kemal şuurundan uzak olduğu da bir diğer acı gerçektir. 

Hz. Ali şöyle buyuruyor: 

   “Bütün dünyayı verseler ve buna karşılık bir karıncanın ağzındaki daneyi almamı isteseler, bu zulmü yapmam.”  
İşte, devletin yönetiminde bulunanların riayet edeceği ölçü budur.
   Kanunun bittiği yerde zulüm başlar. Yaradanın ilahi sisteminde zulmün yeri yoktur. Tunus’ta bir diktatör vardı. 20 seneyi aşkın zaman kendisini alkışlamayanları susturdu, hapishanelerde çürüttü. İnsanlar ne suç işlediklerini, ne ile itham edildiklerini bilmeden aylarca, bazen yıllarca zindanlarda kaldılar.  Muhalefet hiçbir yerde sesini duyuramadı. Basına sansür uygulandı. Halkın ihtiyaçlarına ilgisiz, taleplerine karşı kör, merhametsiz  bir rejim hüküm sürdü. Tunus’ta bir genç adam kendisini yakarak isyanı başlattı. Ne polis, ne ordu halkı durduramıyor.

   Açlık, işsizlik, diplomalı aydın işsizliği, can güvenliğinin olmayışı Tunus’taki kazanı kızdırdı ve sonunda patlattı. Halk, zulüm döneminin isimlerini  artık başında görmek istemiyor. Onların kabineye alınmasına tahammülü yok.Suudi Arabistan’a kaçtığı ifade edilen eski devlet başkanı ve ailesiyle ilgili sayısız yolsuzluk söylentisi var. Eğer ülkede gerçek bir demokrasi  olsaydı bu iddiaların doğruluk derecesi  hemen tespit edilebilirdi.   Dileğimiz en kısa sürede Tunus sokaklarındaki heyecanın, yerini huzura, sükûnete ve akla terk etmesidir. 

  Aksi halde bu güzel memleket akıbeti belli olmayan bir felakete sürüklenebilir.  İkinci önemli konu Tunus örneğinin bütün diktatörlere ve tek adam olma rüyası görenlere ibret olmasıdır.  

   Değerli şairimiz Tevfik Fikret’in sanki aşağıdaki mısra’ı, ihtirasının zirvesine çıkmış ancak gafletinden, hakikati göremeyenler için söylemiştir: 

“Zulmün topu var, güllesi var, kal’asıvarsa, 
  Hakkın da bükülmez kolu, dönmezyüzü vardır ”  

Bu halk hareketi Tunus ile sınırlı kalacak gibi görünmüyor. 
Cezayir yine kaynıyor. Mısır’da  Mübarek aleyhtarı gösteriler yapılıyor. 
Lübnan karışık. 

   Son olarak Arnavutluk’ta ciddi muhalif hareketler başladı. Tunus’un komşularından başlayarak, halkın ezildiği, yoksulluk çektiği ülkelerde benzer hareketler başlaması, polis ve hatta ordu ile çatışmalara girilmesi sürpriz olmayacaktır. Bir devletin ekonomik  rakamları olumlu bir tablo çizse de eğer gelir adaletsiz bir biçimde dağılıyorsa, orada karışıklık yakındır. Esasen terörün, iç savaşların, kargaşanın sebebi  dünyanın her yerinde öncelikle “gelirin adaletsiz dağılımıdır. Bölgeler, sınıflar, zümreler arasında gelir dağılımındaki dengesizlik, artan işsizlik, yükselen yolsuzluklar neticesi  sosyal patlamalar kaçınılmaz olur. Her yönetim önce insanına bakmalı ve O’nun her türlü açlığını yürekten duymalıdır. Atalarımız: “ Zulm ile âbad olan, Akıbet berbat olur ” demişler. 
Olayları tarihin ve sosyolojinin şaşmayan metotlarıyla ele almak, sadece ben diyen diktatörlerin  kavramakta aciz kalacağı bir düşünce sağlamlığıdır. 

Kaynak Yeniçağ: Gaddar olursa devlet 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/gaddar-olursa-devlet-16679yy.htm


***

Vah Halimize!

Vah Halimize!




Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
17 Ocak 2011


Yurt dışındaki Türklere hizmet veren pek çok değerli insan tanıdım. 
Dışişleri Bakanlığı mensupları, bakanlıkların müşavirleri, öğretmenler. 
Sabrın, fedakarlığın, sevginin sessiz güzel insanları öğretmenlerdir. Yad ellerde vatandaşlarına Türklük sevgisi, vatan muhabbeti ile milli şuur vermeye çalışan bu sessiz kahramanlar her yerde, her zaman saygıya ve sevgiye layıktır. 
Onların anlattıklarını her zaman ilgi ve istifade ile dinledim. Hepsinin ortak üzüntüsü; “ Yurtdışındaki Türklerin Türkçeyi unutma kaderine mahkûm olma” larıdır. Otuz yıl Almanya’da değerli eşi, meslektaşı Günay Hanım ile büyük bir özveriyle hizmet eden eğitimci Zeki Önsöz konuya bir kez daha eğilmemi sağladı.

2011’in ilk haftasında 

Dışişleri Bakanı A. Davutoğlu’nun başkanlığında, Ankara’da gerçekleşen Büyükelçiler toplantısı yurtdışındaki Türklere ilişkin çarpıcı gelişmeleri gündeme getirdi. Avrupa ülkelerinde görev yapan diplomatlar, buralardaki Türk çocuklarının Türkçe öğrenemediğine dikkat çektiler. Türkiye’nin yurtdışında görev yapan tüm büyükelçilerinin katıldığı toplantıda; Büyükelçilerin hemen hepsi “Acilen bir eğitim müşaviri gönderin” talebinde bulundular. Büyükelçilerimizden biri; “Yakında öyle bir noktaya geleceğiz ki, Avrupa ülkelerine atanan diplomatlarımız görev yapacakları ülkenin ana dilini bilmiyorlarsa, oradaki Türklerle sohbet edemeyecekler. Zira Avrupa’daki Türk çocukları Türkçe öğrenmiyorlar...” diyerek durumun vahametini dile getiriyor.Alınabilecek tedbirlerin de tartışıldığı toplantıda, Büyükelçilerden gelen önerileri şu şekilde özetlemek mümkün.Hollanda’da Türklerin gittiği 143 cami var. 
Bu camilerde isteyenlere amatörce Türkçe kursları da veriliyor. 
Milli Eğitim Bakanlığı camilerdeki bu kursları daha profesyonel hale getirmenin bir yolunu bulabilir. Fransa’daki ilköğretim okullarında çocukların Türkçe öğrenmeleri için özel bir sınıf açılması, bunun için de en az 15 öğrenci velisinin başvuruda bulunması gerekiyor. Çoğu zaman bu sayıya ulaşmak zor oluyor. Diyelim Türkçe sınıf açıldı. Bunun eğitim kalitesi de içler acısı. 
Sadece Türkçe biliyor diye bazı kişiler bu özel sınıflara öğretmen atanıyor. Ama çoğunun pedagoji formasyonu yok.Ana dilini doğru dürüst bilmeyenin ikinci bir bir dil öğrenmesi zordur. 

Bu çerçevede Türkçe’nin düzgün öğretilememesi Almanya’daki Türklerin, yaşadıkları topluma katılımını da olumsuz etkiliyor. Almanya’da 500 bin Türk çocuğu ilköğretime devam ediyor. Sadece 25 bini yüksekokula gidiyor ve bunların çok azı da yüksek okulu bitirebiliyor. Almanya’daki Türklerin eğitim oranları yükselmedikçe iş bulma şansları da zayıf. Almanya’da işsizlik oranı yaklaşık yüzde 8. Oysa Türkler arasındaki işsizlik oranı bunun iki katından fazla, yüzde 16-20 arasında... 

   Almanya’daki her beş Türk’ten biri de işsiz. 

   Bu nedenle  tersine göç de başlamış durumda. “Geçen yıl 30 bin kişi Türkiye’den Almanya’ya gidip yerleşmiş, 40 bin kişi Almanya’dan Türkiye’ye dönmüş.” Ve bu durum sürüyor...

   İsveç’te yaşayan Türklerin eğitim durumu ise “Somalililerden bile kötü” olarak tanımlanıyor. 

   Bu ve benzeri şikayetler devam ediyor.Ve acı sonuç toplantı sonunda Milli Eğitim Bakanlığı temsilcisinin sözleri ile ortaya çıkıyor.Türkiye’de “Eğitim müşaviri” olacak vasıfta insan bulunamıyor. Yurt dışında yaklaşık 50 eğitim müşaviri kadrosu boş. Milli Eğitim Bakanlığı, yurt dışında görevlendirmek üzere mevcut koşullara uygun eleman bulamadığından kriterlerden muafiyet istiyor ve bu muafiyeti alıyor.

Yani yurt dışındaki gençlerimizin durumu tartışılırken, maalesef  içeride de Eğitim Müşaviri olabilecek kapasitede eğitimci yetiştiremediğimiz gerçeği ortaya çıkıyor. 

Ne diyeyim, vah Halimize... 


Kaynak Yeniçağ: Vah halimize! - Agah Oktay GÜNER 
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/vah-halimize-16585yy.htm


***

Bunu Unutmayın!

Bunu Unutmayın!






Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
10 Ocak 2011

   Hiç şüphesiz bir Milletin en büyük zenginliği Gençliğidir. 

   Gençliğin fizik, ruh ve fikir sağlamlığı milletin geleceğini tayin eder. Gençlikle ilgili haberleri bu sebeple kaygıyla izliyorum.“Bunları kim kullanıyor, sokağa salıyor” diye tepki  gösterenlere “siz onlara ne verdiniz?” diye sormak istiyorum. Evet, bugün devletin, iktidarın, muhalefet partilerinin bir “Gençlik Politikası” var mıdır?Öncelikle eğitimde fırsat eşitliği yok. Bölgeler arası hatta büyük şehirlerde semtler arasında okullarla ilgili şartların nasıl farklılık gösterdiğini hepimiz biliyoruz. Özel okul-Devlet Okulu, dershane konuları başlı başına bir sorun. Peki bütün bu aşamaları geçip üniversiteyi bitiren gençler mutlu mu? Ne gezer. Bugün diplomalı gençlerin %21’i işsiz. Okumuş, yetişmiş, meslek sahibi olmuş genç insanın işsizliği hem kendisi hem de ailesi için ne korkunç bir yıkımdır.Diğer taraftan gençlik, sistemli bir biçimde uyuşturucu bombardımanına tabi tutuluyor. Alkol, sigara, esrar sel gibi gençliğin üzerine geliyor. Uyuşturucu kullanma alışkanlığı 14 yaşa kadar indi. Bu bir felaket değil midir?Anayasamız ekonomik gelişmenin plana bağlanmasını öngörüyor. Bu kapsamda öncelikle insan gücü planlaması yapılmalıdır. Ayrıca bugün mezuniyet diplomalarını karpuz sergilerinin duvarına asmış pek çok genç var. 

   Bu acı tabloya rağmen hâlâ aynı dalda yeni fakülteler açmak hangi aklın ürünü?.. 

   Plansızlık tavana vurmuş durumda.“Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözünün gereğini yerine getirecek, gençlere yönelik yeterli spor tesisi konusunda da başarılı olduğumuz söylenemez. 

   Peki, kim, ne hakla gençliğin enerjisini, zamanını israf ediyor? 
Yetkililer tarafından, yarınımızı emanet edeceğimiz, ümidimiz olan bu cevherlerin, ruh sağlıkları, iman ve inanç dünyaları, tarihimize ve milli değerlerimize sahip çıkmaları ile ilgili araştırmalar yapılıyor mu? Projeler üretiliyor mu? Anaokulundan başlayıp, en üst düzeye kadar eğitimde reforma ihtiyaç olduğu inkâr edilemeyecek bir gerçek.İktidarlar neden bu yolda ciddi bir çalışma içine girmiyor. Bütün bu işler önce kararlılık sonra sorumluluk ister. Bazı ülkeler çok doğru bir politikayla her eğitim dalında, gençlerine tarihlerini ihtimamla okutuyor. Hangi dalda eğitim yaparsa yapsın bir genç, dilini ve tarihini çok iyi bilmelidir. Eğer bu millet 1908 Meşrutiyet Hareketini bilse ve şuurlu biçimde değerlendirseydi, 1960 felaketi yaşanır mıydı? Neden biz 1980 öncesi bu ülkede yaşanan terörü araştırıp okumuyoruz? 

  Okutmuyoruz.

  Tarih bilgisi, tarih kültürü; “tarih şuurunu” vücuda getirir.  
Bunlardan mahrum olan insanlar kaç yaşında olurlarsa olsunlar kullanılmaya açıktır. Biz gençlerimize tarih şuuru vermek için ne yaptık? İktidarların bu konuda ciddi bir çalışması yok, uygulamada pek çok yanlış ve hata var. 
   Ancak Aileler de genel olarak bu konuda yeterli değiller. Türkiye’de çocuk yetiştirilmiyor. Çocuk besleniyor. Ve netice, her an isyana hazır, polise taş atan büyük bir gençlik kesimi var. Karşısında gençleri acımasızca rastgele döven polisler de bu sistemin parçası...Üniversite öğrencileri için getirilen af , bu kurumlardaki şiddeti körüklüyor. Bölücü gruplara mensup gençler eğitimlerini uzatarak organizatör rol oynuyor, diğer gençler üzerinde baskı kuruyorlar. Devlet, Üniversitelerdeki bu tür çoğu silahlı militanı bilmek ve gereğini yapmak zorundadır. 
   Güzel bir gelecek için, Devlet gençlikle ilgili görevlerini yerine getirmelidir. Gençlerimiz de sorumluluklarını bilmelidir. Devletin varlığını ve/veya temel ilkelerinden birini tehdit eden bir fiili özgürlük adına desteklemek, bir gün tüm özgürlüklerin kaybedilmesi sonucunu doğurabilir. 

Lütfen bunu Unutmayın! 


Kaynak Yeniçağ: Bunu unutmayın! - Agah Oktay GÜNER 
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/bunu-unutmayin-16490yy.htm


****

T.C Merkez Bankası ve Kalkınma

T.C Merkez Bankası ve Kalkınma



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
27 Aralık 2010 


   Geçtiğimiz haftanın önemli gündem maddelerinden biri; T.C Merkez Bankası (TCMB) kararlarının yarattığı geniş tartışmalar oldu. Tam “ Türkiye krizden başarıyla çıktı ” derken gelen açıklamalar  tedirginlik yarattı. Korkulardan başlıcası, Ciddi Ekonomik sıkıntı içinde olan AB’nin durumu. Çin’in yardım teklifini kabul etmemeleri halinde, borç kriziyle mücadele eden bu ülkelerin para basma yoluna gitmeleri ve Türkiye dahil bazı ülkelere hızla sıcak para akması ihtimalidir. 

Bu yüzden, TCMB’nin kararları; doğru ve yerindedir. 
Ancak, Geç alınmış, yetersiz tedbirlerdir. 
Ekonomik kriz dünya üzerinde tesirlerini sürdürmektedir. 

    BRIC ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) yabancı sermaye, cari açık ve döviz kuru konusunda yılın ilk yarısında tedbirlerini almış ve başarılı olmuşlardır.Bizde ise yabancı sermayeye; “kısa vadeli geliyorsan gelme” çıkışını TCMB Başkanı ancak şimdi yapabilmiştir. Ülkemize gelip kısa vadeli vurdu kaçtılar ile başka yerde kazanılması mümkün olmayan kazancı sağlayıp, her yıl sonunda olduğu gibi geri dönen yabancı sermayeye “Sıcak Para” diyoruz. 

    Halbuki gelen sermaye kalıcı olmalı ve sanayi yatırımına dönüşmelidir. Sanayi yatırımlarının uzun vadeli kaynağa ihtiyacı var. Ortalama 1-3 ay vadeli sermayeyle sanayi sektörüne fon sağlanması imkansızdır.Bu arada, TCMB ülkemizi yabancılara cazip kılmak için faiz oranlarını olması gerekenden daha düşük seviyeye çekememek te ve yerli sanayiciyi daha ucuz kredi bulma imkanından mahrum bırakmaktadır. Yerli firmalara  “ Borç Batağına Girmeyin ”  uyarısında bulunuluyor oysa 2010 ve 2011 yılı Kurumlar Vergisi rakamları, yerli yatırımcıların kriz sonrasında daha kârlı olduğunu ve daha büyük borcu kaldırabileceğini gösteriyor. Yeter ki kur riski almasın. Yapılması gereken, TCMB eliyle; yurt içindeki sermayenin vade ve faiz oranlarıyla yönlendirilmesidir. Banka’nın son kararlarıyla kısa vadeli  mevduat karşılıkları, dolayısıyla paranın maliyeti yükselmiş, uzun vadede ise maliyet düşürülmüştür. Fakat, geç alınmış, kısa ve uzun vadeli faiz oranları arasında sadece %3 fark öngören kararlar yeterli olmayacaktır. 

    Bu sebeple daha etkin tedbirler uygulanmalıdır.Diğer taraftan bazı bankaların yurt dışı kaynaklı sendikasyon kredilerini, içeride TL cinsinden kullandırmalarının yarattığı kur riski dikkatle izlenmelidir. 

    Zira, hızla büyüyen cari açığın bir devalüasyonla sonuçlanması tehlikesi önümüzdedir.Dünya ekonomisinin kaymağını yiyen emperyalist çevreler ve bunların ülke içindeki işbirlikçileri, Türkiye ekonomisinin ışık saçan bir ufku olduğunu iddia ediyorlar. Kuşkusuz ufkumuz aydınlık. Ancak mevcut ekonomi politikalarıyla bu ufka ulaşmak mümkün mü? Artan cari açığa, işsizliğe, yoksulluğa, reel ücretlerdeki düşüşe rağmen, yetkililere göre biz hızla  kalkınıyoruz! Uluslararası değerlendirme kuruluşlarının Türkiye’ye bir türlü neden  “ Yatırım Yapılabilir Ülke ” notu vermediklerini de  bizim ekonomi yönetimi anlamıyor. 

   Onlara göre bu not verilse, yatırımlar akacak ve kalıcı olacaktır. Yani suçlu  uluslararası değerlendirme kuruluşları ve objektif tahlil yapanlar.Temenni ediyorum ki girdiğimiz seçim süreci, bakış açılarımızdaki uçurumu daha da derinleştirmesin.  Herkesin dikkate alması gereken bir husus var, Türkiye hali hazırdaki ekonomi politikasıyla, çok ciddi bir krize doğru gidiyor. 

   Bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde dünyanın içinde bulunduğu şartlarda düze çıkmak çok zor ve pahalı olacaktır. 
Ekonomi Yönetimine basiret, Ülkemize Aydınlık ufuklar temenni ediyorum. 


Kaynak Yeniçağ: T.C Merkez Bankası ve kalkınma 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/t-c-merkez-bankasi-ve-kalkinma-16303yy.htm


***

Şimdi Dirilme Zamanı


Şimdi Dirilme Zamanı  





Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
20 Aralık 2010 


Türkiye 1980’den sonra başarıyla uygulanan toplumu değiştirme stratejisiyle çok ustalıklı bir biçimde, kimlik değişimine götürüldü. Darbeden sonra; evinde kitap bulunanlar çok sıkıntılı günler geçirdiler. Yaşları müsait olanların hatırlayacakları üzere o dönemde pek çok ailenin çocukları tutuklandı, kimileri çok ağır işkence gördü.  Tutuklanan gençler, Ankara/ Mamak başta olmak üzere bütün şehirlerde poliste, hapishanelerde “şahsiyeti silme” operasyonuna tabi tutuldular. Söz konusu uygulamalarda kitap, cep defteri işkence nedeniydi. Neyse ki o dönemde henüz bilgisayar kullanmıyorduk! Ülkücü gençler de solcular da aynı çileleri çekti. Solcular orduyu  Marksist düşünceyle değerlendiriyor ve kapitalist emperyalizmin jandarması diyorlardı. Ülkücüler içinse tarihimizin ve şerefimizin abidesiydi. Bu abide, yediden yetmişe milliyetçi kadroları ezdi, zulmetti. Tabii milliyetçilerin yıkımı iki misli ağır oldu.Suç unsurları arasında darbe yönetimi tarafından sakıncalı bulunan kitapları bulundurmak ilk sıralarda geliyordu. 

Bu sebeple, çocuklarına kavuşan ailelerin ilk söyledikleri “Bundan sonra eve istersen içki getir ama yeter ki kitap  getirme” demek oldu. Gençler, hürriyetlerine kavuştuklarında eğitim hayatları sönmüş, işsiz, idealleri ve ümitleri yıkılmış halde idiler.1980 sonrası ülkede “yalnız sen varsın, ne yap ne et zengin ol” felsefesi giderek hakim hale getirildi. Vatan, millet, devlet, bayrak gibi  kutsal kavramlar yeni yetişen nesillerde anlam ifade etmez oldu. O kadar ki bazıları kahramanlığı alay konusu yapmaktan çekinmiyor, “ Vatan, millet, Sakarya ne olacak?” diyordu. Zaman; vatan sevdalılarını, Avrupa Birliği maceraperestlerini ihanet derecesindeki gafletiyle karşı karşıya getirdi. Avrupa Birliği maceraperestleri öncelikle tarih şuuruna sahip değildiler. 

Ne Vatikan’ın Türk düşmanlığı politikasını biliyor ne de  “Osmanlı İmparatorluğu’nun Taksimi Hakkında Yüz Proje” gibi Avrupalı  diplomatların kaleme aldığı ciddi eser ve araştırmaları okuyup, olaylara tarihi gelişimi içinde bakıyorlardı.  Avrupa Birliği istiyor diye; Devletin Temel Harçları söküldü ve Milletin mukaddeslerinin yozlaştırılmasına geçildi.Bugün öyle bir tablo ile karşı karşıya geldik ki “Bunlar Nasıl oluyor?” diye şaşırmamak mümkün değil. 

Milletvekili seçilen herkes törenle TC Anayasası üzerine yemin eder. 
Bu Anayasa açık, seçik; “ Türk Devletinin dili Türkçedir ” der. 
TBMM kürsüsünde Kürtçe konuşmak, yemine ihanettir. Bu durumu esir edilmiş insanlar gibi sessiz bir şekilde izlemek de olsa olsa suça iştirak olur. 

Bunları daha ağır kavramlarla da nitelemek mümkün ama o kadarına dilim varmıyor. Ne sivil toplum kuruluşları, ne de siyasi partiler gelişmelere ciddi bir tepki gösteriyorlar. Hatta bazı önemli sivil organizasyonların, zımni destek veren bir tavır içinde olduklarını üzülerek izliyoruz.Babasından kalma arazisini verir gibi  “canım istedikleri toprakları verelim bu problem bitsin” diyorlar. Çünkü vatan şuurları yok. Türklük; öz yurdunda, kendi devletinde azınlık oluyor. Millet idrakine sahip olmayanlar gelişmeleri umursamıyorlar.1980 darbesi sade zulümle işkenceyle insanımızı yıkmadı.  

Cehalet veya gafletle milletin kendisini koruma reflekslerini de ezdi. Türkiye kendi öz değerleriyle çatışan insanların ülkesi oldu. 

Şimdi kültür dünyamızdaki yıkımı tamir edip, yeniden kendi kültür değerlerine sahip, milli şuuru felç olmamış gençler yetiştirip, dirilmemiz  gerekiyor. 

Ben birazcık gayretle, Atatürk’ün Cumhuriyetimizi emanet ettiği Türk gençliğinin çok şeyler başarabileceğine inanıyor ve güveniyorum. 


Kaynak Yeniçağ: Şimdi dirilme zamanı 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/simdi-dirilme-zamani-16202yy.htm


***

Hz. Mevlana ve İnsan


Hz. Mevlana ve İnsan




Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com 
13 Aralık 2010


17 Aralık günü Hak’kın büyük evliyası Hazreti Mevlânâ’nın Şeb-i Arus (Vuslat Gecesi) diye buyurduğu vefatının 737. yıldönümüdür. Bizim iman ve kültür dünyamızın yüce yıldızlarından olan Hz. Mevlânâ bir gazelinde;“Ben Kur’an-ı Kerim’in bendesi ve kölesiyim. Hz. Muhammed’in ayağının tozuyum.Kim ki benden bundan başka bir söz rivayet eder,Ben o sözden de, o sözün sahibinden de davacıyım”  diyor.O Allah’ın kitabının kölesi, Yüce Peygamberimizin ayağının tozu olmayı idrâkimizin temel hedefi yapmıştır.Hak’kın bu büyük evliyası bir ömrü insanlara  “insan olduklarını hatırlatma” yolunda sarf etmiştir.  “Ey İnsan! Hürriyetinin kıymetini bil, hür ol da hayvan ol” diyerek, insanlara önce kendi nefsine karşı hür olmaları öğüdünü veren Hz.Pir’in vefatı, Konya tarihinde görülmemiş bir genel yasa sebep oldu. Her dinden, her soydan ve her sınıftan insanlar onun tabutunu hıçkırıklarla takip ettiler.O, sevdiği şehir Konya’da yeşil türbenin (Kubbe-i Hadra) altında yatmaktadır. 

   Bugün Mevlânâ Müzesi olan yeşil türbe, Atatürk’ün de on dört defa huşu içinde ziyaret ettiği bir mübarek makamdır. Tekkelerin kapatılmasına dair kanun Meclis’ten çıktığı zaman Başbakan İnönü’ye Atatürk  “Yarın Hz. Mevlânâ’nın türbesini müze olarak açacaksın”  emrini vermiştir. Nitekim bugün Mevlânâ Müzesi’ni her yıl artan bir ölçüde her dinden ve inançtan milyonları aşan sayıda insan ziyaret etmekte, dua etmekte, bu güzellik pınarından aldığı feyizleri geldikleri coğrafyalara taşımaktadır. Türbenin giriş kapısının üstünde bulunan alınlıktaki yazı  “Allah’ın Gaffar ve Rahim”  (bağışlayan ve acıyan) sıfatlarının sıcaklığında Hz. Pir’in engin hoşgörüsünün insan soyuna duyduğu sevgi ve merhametin ebedi bir ifadesi olarak ümit saçmaktadır:

  “ Yine de gel... Yine de gel! Ne olursan ol,yine de gel! 
    Hıristiyan, Mecusi, Putperest olsan yine de gel... 
    Bu bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değildir 
    Yüz kere tövbeni bozmuş olsan yine gel...”  

   Mevlânâ zamanının taçsız bir maneviyat sultanı idi. Dertliler, günahkârlar hep O’nun şefkatine sığınmışlardır. Kendisinden sonra oğlu Sultan Veled ve torunu Ulu Arif Çelebi tarafından inceden inceye birçok usûl, erkân ve kaidelerle Mevlevi Tarikat’ı kurulmuştur. Mevlevilik, Türk şiir, musiki ve sanat hayatına çok büyük değerler katmıştır. En büyük hizmeti ise, Selçuklu ve Osmanlı coğrafyasını Hz. Pir’in engin idrâki ile yorumladığı İslam anlayışıyla ışıklandırmış olmasıdır. Mevlevilik, Mevlânâ’nın eser ve hatıralarını korumuş ve onun düşüncelerini şerh eden eserler meydana getirmiştir.Mesnevi Bosna’dan, Hindistan’a kadar gönüller uyandırmıştır. 

  Divan-ı Kebir, Fihi Ma-Fih, Mecalis-i Seb’a, Mektubat bu yolda devam eden şaheserler olmuştur. Hz. Mevlânâ, Allah karşısında insanın durumunu belirtmiştir. O’na göre, yalnız insan Allah’ı değil, Allah da insanı sever. 
  Bu sebeple insanoğlu bu yüceliği iyi bilmeli ve ona göre davranmalı, yaşamalıdır. Tanrı sevgilisi olan insan O’na yakışmayan hallerden uzak durmalıdır. İnsan, nefsini aşmalı, Allah’ın kendisine verdiği ve kendinde tecelli ettirmiş olduğu ölümsüz ve yüce güzelliklere özenmelidir. Hakiki insan, Allah’ın kendisine lütfettiği bu aşk karşısında şımarmaz. Nefsinin Müslüman olması için her nefes dikkat ve gayret üzere olur. Milletlerin saadet asırları kendini aşmış, her dem Allah’ın kudreti karşısında kendi hiçlik muhasebesini yapan şahsiyetlerin yönetim sorumluluğu taşıdığı zamanlardır. 

   Örnek mi arıyoruz? 

   İşte Orhun Anıtları, Fatih Divanı, Büyük Nutkun dile getirdiği devlet adamı kimliği... Dünyadaki ve Türkiye’deki bütün yıkım ve felaketlerin, hukuk tanımayan zulümlerin temelinde; kendi nefsini hak zanneden gaflet ve enaniyet vardır. 1961 yılında Buhara Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı olan Osman Kocaoğlu’nu tanıdığım zaman 83 yaşında idi. Merhum Türkeş’in örtülü ödenekten kiralamış olduğu Anadolu yakasındaki evde ailesi ile kalıyordu. 
   Türkiye’de kendi kesesinden 116 genci üniversitede okutan, Milli mücadeleye gönderilmek üzere Lenin’e 100 milyon altın teslim eden, ömrü Türk Dünyasının hürriyeti uğruna mücadelelerle geçmiş bu abide insan hasta idi. Parasızlıktan sobası yanmayan evde yatağında oturuyordu. Nurlu yüzünde Türk erenlerinin ilahi ışık çizgileri aksediyordu.  “ Efendim, nasıl oldu da Ruslara mağlup oldunuz?”  deyince, o mübarek şahsiyet şöyle cevap lütfetti:  “Sloganları kaybettik, gençliği kaybettik, dinin, İslam’ın özünü, aşkını kaybettik, kabuğunda kaldık ve nefsini hak zannedenler bizi sattı” . 

  Biz ne haldeyiz? 

Türk toplumu olarak sloganlara sahip miyiz?
Gençliğimiz ne halde? 
Geçtik sigaradan, alkolden, eroin kaç yaşında başlıyor? 
Biz İslam’ın özüne, aşkına, sorumluluk şuuruna ne kadar sahibiz? 
Hz. Mevlânâ’nın yüce idrâkindeki İslam’a ne kadar yakınız?

Hz. Pir’e sonsuz muhabbetlerimizle fatihalarımızı hep birlikte sunalım. 

Kaynak Yeniçağ: Hz. Mevlana ve insan - 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/hz-mevlana-ve-insan-16112yy.htm



****

Agah Oktay Güner Kimdir?



Agah Oktay Güner Kimdir?



Demokrat Parti Genel Başkanlığına Namık Kemal Zeybek’in seçilmesi ile dikkatler DP’nin MHP’lileşmesine çekiliyor.

Agah Oktay Güner buy Plavix online 1937, Bayburt, doğumlu. Evli ve 5 çocuk babası olan Güner, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. DPT Uzmanlığı ve Şube Müdürlüğü, Ankara Ticaret Odası Genel Sekreterliği, Ticaret Bakanlığı Müsteşarlığı, AİTİA Öğretim Üyeliği, Konya, Ankara ve Balıkesir Milletvekilliği ile Ticaret ve Kültür Bakanlıkları yaptı.
Agâh Oktay Güner, siyaset hayatında yakın zamana kadar önemli roller üstlenmiş bir önemli bir siyasi şahsiyet. Turgut Özal, Süleyman Demirel, Alparslan Türkeş ve Mesut Yılmaz ile bürokrat, bakan, ya da parti yöneticisi olarak çok yakın çalıştı.
Bürokrat ve siyasetçi olarak en belirgin özelliği her dönem oynadığı “Doğrucu Davut” rolü olmuş.
Bunun en tipik örneği; 1976’da, Başbakan Süleyman Demirel’in göreve getirdiği bir müsteşar olmasına rağmen, hayali mobilya ihracatı yapan yeğen Yahya Demirel’i tutuklatan oydu.

Bir diğer örnek ise oldukça düşündürücü; 1984’te Başbakan Turgut Özal’ı Başbakanlık Konutu’nda ziyaret ettiğinde, “ Sizi bir gün vururlar.” diyen Agah Oktay Güner’dir.

Anavatan Partisi’nde iken, 1999’da Bülent Ecevit başkanlığında kurulan hükümet döneminde ANAP lideri ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz’a, “Yüce Divan’a gidin” diyen Güner, Yılmaz’dan “Yüce Divan’a gidip gelmemek var” cevabını almış.

Sağ çizgideki üç büyük partide, MHP, ANAP ve DYP’de siyaset yapan; Tansu Çiller’i “yarım imam” sayıp “İki buçuk defa imam değiştirdim, ama inanç değiştirmedim” sözleriyle siyasi çizgisinde kırılma olmadığını anlatan Güner, çocukluğu ve gençliği Konya’da geçti.

Güner’in 1954’te girdiği Ankara Hukuk Fakültesi’nde sınıf arkadaşlarından üçü Deniz Baykal, Sami Selçuk ve Yavuz Bülent Bakiler’di. O tarihte henüz Türkiye’de sağ-sol ayrımı yoktu. Gençler daha çok münazara ve şiir günlerine katılıyordu.

Milliyetçilere “gerici”, solculara “inkılapçı” deniyordu.

Son dönemde eski MHP’lilerin Demokrat Partide birleşmesi, özellikle 12 Haziran Genel Seçimlerinde çeşitli dengeler ve hesaplar yapıldığının göstergesi olarak siyasi kulislerde konuşulmakta.


***