AB Bitmeyen Yol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AB Bitmeyen Yol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 14


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 14


KIBRIS (RUM KESİMİ)

1998 İlerleme Raporu- Komisyon, Kıbrıs'taki politik durum nedeniyle, inceleme çalışmasının bir bütün olarak Kıbrıs adasını kapsamadığını ve Kıbrıs Türk toplumunun temsilcilerinin müzakerelere dahil edilmesi yolunda Kıbrıs hükümetince yapılan davetin kabul edilmediğini kaydetmiştir. Komisyon, "katılım yönünde ilerleme ile Kıbrıs probleminin kalıcı ve âdil bir çözümü yönünde ilerlemesi doğal olarak birbirini takviye edecektir" düşüncesinde Konsey ile aynı görüştedir. Kıbrıs raporu, adanın iki kesimi arasındaki ekonomik dengesizlikler konusunda 1993 Görüşü'nün analizini doğrulamaktadır. Son iki yılda gerçek GSYH önemli ölçüde düşmüş olsa da, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin ekonomisi Görüş'ten bu yana nisbeten iyi bir performans göstermeye devam etmiştir. Tarım ve turizm, olumsuz gelişmeler yüzünden zorluklarla karşı karşıyadır. Son dönemdeki maliye politikası gevşekliğine rağmen, otoriteler, istikrarlı makroekonomik ortamı ve olumlu bir iklimi muhafaza etmeye kararlıdırlar.
Son yıllarda Kıbrıs geleneksel sektörlerde (sanayi ve turizm) rekabet gücü kaybına uğramıştır; AB'ye katılım dikkate alındığında bu sektörlerde bir yeniden yapılanma ihtiyacı vardır. Ancak, ekonominin turizme aşırı bağımlılığını azaltmak için çabalar sarf edilmiş olduğu halde, üçüncü sektörün önemi artmaya devam etmiştir. Adanın kuzey ve güney kesimleri arasındaki ekonomik dengesizlik, 1993'ten beri daha da artmıştır. Bununla beraber, Kıbrıs'ın kuzey kesiminin entegrasyonu büyük ekonomik zorluklar yaratmamalıdır.
Müktesebat ile ilgili olarak, müktesebatın kademeli biçimde uyarlanması için gerekli olan araçların çoğu, Ortaklık Anlaşması'nda ve 1998 tarihli Protokol'de zaten vardır. Bu araçlar temelinde, Kıbrıs, özellikle gümrük birliği bağlamında müktesebatın benimsenmesinde önemli ilerleme kaydetmiştir. Ancak, iç pazar alanında girişilecek büyük çabalar vardır; Topluluk'ta geçerli bankacılık mevzuatıyla tamamen uyumlu gibi görünmeyen malî aktivitelerin olduğu kıyı bankacılığı sektörü bakımından bu husus özellikle önem taşır. Deniz taşımacılığı, telekomünikasyon, adalet ve içişleri ise özel endişe konusu diğer alanlardır. Şimdiden incelenmiş bulunan 16 fasıl açısından, Kıbrıs, müktesebatın benimsenmesinde büyük sorunlarla karşılaşmamalıdır. Genel olarak, Kıbrıs idaresi, müktesebatın doğru uygulanmasını sağlamaya hazır görünmektedir. 
AB'nin Kıbrıs Rum Kesimi ile ilgili ilk raporunun değerlendirilmesine, son cümleden başlarsak açık bir kayırma görülmektedir. Müktesebatın benimsenmesinde büyük sorunlarla "karşılaşmamalıdır" deniliyor, konu Kıbrıs İdaresinin "iyi niyetine" bırakılıyor. AB'nin tüm malî yardımlarına karşılık Rum kesiminin ekonomik kriterler açısından hâlâ sıkıntılı olduğu görülüyor, bu kesimdeki kara para, kaçakçılık ve terörle ilişkisi ise üstü kapalı geçiştiriliyor. 
Raporda, Rum kesiminin katılım yönünde ilerlemesi ile problemin kalıcı ve âdil çözümünün birbirini takip edeceği vurgulanmaktadır. Yani AB'ye katılımı öne alınmış, problemin çözümünün onu takip etmesi öngörülmüştür. Türkiye'ye olduğu gibi problemin çözümü "şart" koşulmamaktadır. 
Kıbrıs'ın iki kesimi arasındaki ekonomik dengesizliğe işaret edilirken, ambargoyu uygulayan tarafın kendileri olduğu unutulmakta, üstelik de iki ayrı milletin entegrasyonundan bahsedilebilmektedir. Her yönden birbirinden ayrı iki toplumun entegrasyonunu savunan AB'nin, Türkiye'de gerçekte birbiri ile bütünleşmiş grupları ayrıştırmaya çalıştığını bir kez daha hatırlatmak isteriz.
1999 İlerleme Raporu- Kıbrıs, mevzuatın uyumlulaştırılmasında ilerleme kaydetmiştir. Ancak, önemli miktarda mevzuat henüz aktarılmamıştır. Bu husus, çevre, sosyal politika ve adalet ve içişleri alanlarında kaygı vericidir. Bu alanlardaki mevzuatın kabul edilmesindeki gecikmeler, uygulamada zincirleme etki yapabilir. Çünkü aktarım için öngörülen tarihler, Kıbrıs'ın katılım için belirlemiş olduğu hedef tarihten hemen öncedir. Son dönemde, bir parlamento seri çalışma usulünün oluşturulması, mevzuat çıkarma hızını arttırmıştır. Aktarmanın hızlanmasına da katkıda bulunmalıdır. Kıbrıs, idarî kapasite ile ilgili olarak, iyi bir temelden yola çıkmakla beraber, telekomünikasyon, malların serbest dolaşımı ve adalet ve içişleri alanlarında kurumlar oluşturmalıdır. Deniz ulaşımı ve çevre sektörlerinde daha fazla takviye gereklidir. 
1999 yılı değerlendirmesinde de ekonomik kriterler üzerinde durulmuştur. İlginç olan "Kıbrıs'ın mevzuat düzenlemelerini, katılım için belirlemiş olduğu tarihe yetiştirememesinden" ne kadar endişe duyulduğunun ifade edilmesidir. Rum kesiminin "iyi temelden yola çıktığı" ve "takviye gerektiği " ifadeleri de AB'nin özellikle Rum kesimi için nasıl "himayeci" bir üslup geliştirdiğini ve istediği zaman ne kadar "sempatik yaklaşabildiğini" göstermektedir. 
2000 İlerleme Raporu- Kıbrıs'ın durumu, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam etmektedir. En önemli siyasal sorun, adanın bölünmüşlüğünün sürmesidir, fakat geçen yıl içinde Katılım Ortaklığı'na uygun olarak bir siyasal çözüm arayışında önemli çabalar sarf edilmiştir. Eylül ayında yapılan dolaylı görüşmelerin dördüncü turunda, iki tarafın, meselenin özüne ilişkin müzakerelere girmekte olduklarını gösteren cesaret verici işaretler görülmüştür. 
Kıbrıs ekonomisi, güçlü bir şekilde büyümeye devam etmekte ve tam istihdamda çalışmaktadır. Liberalleşme ve yapısal reformlarda ilerleme kaydedilmektedir. Yıllar süren bir gecikmeden sonra, Parlamento, faiz tavanının Ocak 2001'e kadar kaldırılması için bir takvim öngören mevzuat kabul etti. Kıbrıs makamları, sağlık sektöründe önemli bir reform başlattılar. 
Ancak, makroekonomik istikrar son zamanlarda zayıflamıştır ve maliye politikasının mevcut seviyesi ve vaziyeti orta vadede sürdürülemez niteliktedir. Kooperatif bankacılığı sektöründe denetim güçlendirilmelidir. Fiyat liberalleşmesi de tamamlanmalıdır. Bazı yapısal katılıklar ve ekonomide önemli devlet müdahalesi, rekabet gücüne köstek olmaktadır. Kıbrıs, özel sektörünü, AB'ye entegrasyonun gerektirdiği açık ortamda çalışmaya hazırlamalıdır. Ekonomik faaliyetlere devlet karışmasının ölçüsünü sınırlayan, temel sektörleri dış rekabete açan ve önemli çevresel kısıtlamaları çözen kapsamlı bir yapısal reform gündemi oluşturmak için, daha büyük siyasal uzlaşmaya ihtiyaç vardır. Son bir yılda Kıbrıs, tarım alanında bir miktar uyumlulaşma mevzuatı kabul etmiştir. Ancak, yapılanlar esas olarak hazırlık çalışması niteliğindedir. Dolayısıyla, hayvan ve bitki sağlığı konularında müktesebat ile uyumlulaşma sınırlıdır. Sınır kapılarında hayvan sağlığı kontrolleriyle ilgili olarak ilave çabalar gereklidir. Ulaştırma ve balıkçılık alanlarında, Kıbrıs, idarî kapasitesini güçlendirerek ve mevzuat kabul ederek müktesebat ile daha çok uyumlulaşma sağlamak için ciddi çabalara girişmiştir. 

Adalet ve içişleri alanında, Kıbrıs, iltica konusunda mevzuat çıkarılmasıyla ve ayrıca cezaî ve medenî hususlarda adlî işbirliği amacına yönelik olarak ilerleme kaydetmiştir. Ancak, bu alanda önemli çabalara girişilmiş olmakla beraber, Kıbrıs'ın gelecekte AB'nin bir dış sınırını oluşturacağı gerçeğini özellikle dikkate alarak, sınır kontrolü uygulanmasına ve, ayrıca, karapara aklama konusunda var olan mevzuatın etkin biçimde uygulanmasına dikkat gösterilmelidir. Kıbrıs filosunun güvenlik sicilini iyileştirmek üzere, geçen bir yıl içinde denetlenen gemi sayısı iki mislinden fazla artmış olup Kıbrıs gemileri için dünya çapındaki denetimciler şebekesi de büyümüştür. Ayrıca, vergileme ve karapara aklanması ile mücadele gibi konular için, ilave personel alınmış/eğitilmiş veya bu amaçla bütçede düzenleme yapılmıştır. Ancak, idarî kapasitenin güçlü temeline rağmen, malların serbest dolaşımı, tarım, enerji, iletişim, adalet ve içişleri sahalarında gereken düzenleyici makamların oluşturulması ve gereken kurumların tesis edilmesi henüz gerçekleşmemiştir. Şirketler hukuku, ulaştırma, vergileme, çevre, adalet ve içişleri gibi çeşitli alanlarda yeni personel alımına ihtiyaç vardır. 

2000 raporunda da Kıbrıs Rum Kesimi ayrıcalıklı konumunu muhafaza etmekte, temel ekonomik yapılanmalardaki ufak gelişmeler "ilerleme" olarak sunulmakta, uluslararası platformda sorun haline gelen kara para aklama gibi çok ciddi bir konuda mevzuatın etkin kullanılmasının istenmesi ile yetinilmektedir. Türkiye'nin "sağlık kontrolleri sebebiyle" AB'den canlı hayvan ve et ithalatını durdurmasına sert şekilde misilleme yapılırken, Rum kesiminin hayvan sağlığı ile ilgili sınır kontrollerinde ilave çabalar istenmektedir. 

Kıbrıs sorunu ile ilgili olarak ise yine Rum kesimine yönelik hiçbir zorlama ifadesine rastlanmamakta, aksine "Katılım Ortaklığı'na uygun olarak bir siyasal çözüm arayışında önemli çabalar sarf ettiği" iddia edilmektedir. Kıbrıs'ın tepeden tırnağa ihtilaflı durumu Kopenhag ve Helsinki'ye tamamen aykırı olmasına rağmen, bu görmezden gelinmekte ve "Kıbrıs'ın, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam ettiği" söylenebilmektedir. 

DOĞU BLOKU ÜLKELERİNİN GÖRÜNÜMÜ

Bu bölümde AB raporlarına göre, Merkezî ve Doğu Avrupa'nın 10 ülkesinin genel görünümlerini de imkânlar ölçüsünde geniş bir şekilde ele almaya çalıştık. Önceliği de "siyasî kriterlere" verdik. Bu ülkeler için siyasî kriterlerden anlaşılan, seçimlerin demokratik bir ortamda yapılıp yapılmadığı, kimsesiz çocukların korunması, resmî azınlıkların hakları ve ırkçılığa varan Çingenelere yapılan ayrımcılık ile radyo ve tv'lerin bağımsızlığı gibi konulardır. Türkiye için belirlenen siyasî kriterlerin yanında oldukça hafif kaldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu ülkelerle ile ilgili tesbitler şöyledir: 
1998 İlerleme Raporu (Genel Değerlendirme): 
1. Politik kriterler: Komisyon'un vardığı genel sonuç, bazı aday ülkelerin demokrasinin fiilen uygulanması ve insan haklarının ve azınlıkların korunması konularında daha fazla ilerleme sağlamaları gerekli olmakla beraber, bir tanesi hariç tüm aday ülkelerin politik kriterleri karşıladıkları şeklindeydi. Komisyon'un genel kanaati odur ki, Görüşler'de kaydedilmiş olan pozitif eğilimleri güçlendiren demokratik gelişmeler pekişirken, genel durum tatmin edici olmaya devam etmektedir. Son 18 ay içinde, Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Litvanya ve Letonya'da, parlamento veya başkanlık düzeyinde, serbest ve âdil seçimler gerçekleşmiştir. Bu aday ülkeler, kamu otoritelerinin düzgün işleyişini ve demokrasinin pekişmesini sağlayan istikrarlı kurumlara sahip olduklarını kanıtlamışlardır. Slovakya'nın da bu yönde ilerlediği görülmektedir. 
Bu olumlu gelişmelere karşın, kurumsal konularda tesbit edilen eksikliklerin giderilmesi yönündeki çabalar yeterli değildir. Yargıçların eğitiminden davaların aşırı uzamasını gidermeyi amaçlayan prosedür reformuna kadar, tüm aday ülkeler için ortak bir sorun, yargının yapısal zayıflığı olmaya devam etmektedir. Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovenya ve Estonya'da bu sorun özellikle ciddîdir. Slovakya için, başlıca konulardan biri, yargıçların bağımsızlığı olmaya devam etmektedir. Macaristan hukuk sisteminin işleyişini ıslah etmek için çaba göstermiştir, fakat diğer aday ülkeler pek az ilerleme kaydetmişlerdir.
 İnsan hakları bakımından, aday ülkelerde temel haklara saygı genel olarak güvence altındadır. Aday ülkelerin çoğu, önemli insan hakları belgelerini onaylamaktadırlar. Ancak, Komisyon, bazı ülkelerde radyo ve televizyon bağımsızlığının güçlendirilmesi gerektiği görüşündedir. 
Romanya'nın özel durumunda, hükümet, Phare desteğiyle, devlet yetimhanelerinde bulunan 100.000'e yakın terkedilmiş çocuğun korunmasını iyileştirmek için tedbirler almaya devam etmiştir. Bu çocukların ailelerine geri dönmelerini veya koruyucu aileler tarafından evlatlığa alınmalarını desteklemek için çabalar sarf edilmiştir.
Azınlıklar konusunda, yurttaş olmayan kişilerin ve bunların devletsiz çocuklarının yurttaşlığa alınmasını kolaylaştıracağı için yurttaşlık yasası üzerine Letonya'da kısa bir süre önce yapılmış referandumun neticesi AB tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. Estonya'da ise, devletsiz çocukların yurttaşlığa girmesine imkân verecek olan yurttaşlık yasası değişikliklerinin henüz parlamentoda kabul edilmemiş olması üzüntü vericidir. 
Çingenelerin durumu problemli olmaya devam etmektedir çünkü ilgili aday ülkeler bu konuda pek az ilerleme kaydetmişlerdir. Hukukî statüleri ve hakları aynı kalmakla beraber, Çingeneler, özellikle Macaristan, Slovakya, Bulgaristan ve Çek Cumhuriyeti'nde ayrımcılığa ve sosyal dışlanmaya uğramaktadırlar. Bir kaç milyon Çingene'nin yurdu olan Romanya, bu azınlığın durumunu iyileştirme gayretlerini arttırmalıdır. 
Romanya'daki Macar azınlık için, Romanya makamlarının bir Macar-Alman üniversitesi kurulmasına ilişkin bir düzenleme bulmaya yönelik kararlılığı dahil, kamusal yaşamın tüm düzeylerinde durumun iyileştiğini gösteren işaretler vardır. Bugüne kadar, Slovakya'daki Macar azınlığın durumu endişe konusu olmuştur. Macar azınlığın temsilcilerinin yeni Slovak hükümetine katılması, Macar azınlığa, Slovakya'daki statüleriyle ilgili olumlu bir sinyal göndermektedir.
Topluca bakıldığında, azınlıklar sorunu genişleme perspektifinde kaygılara neden olmaya devam etmektedir. 

1999 İlerleme Raporu: 

Politik kriterler- Geçtiğimiz yıl, politik kriterlerin yerine getirilmesinde en kayda değer gelişmeler Slovakya'da gerçekleşti. Son Düzenli Rapor, Eylül 1998'de yapılan ve bir hükümet değişikliği getiren seçimlerden hemen sonra yayınlanmıştı. Ülke, bu dönemde iddialı bir politik reform programı izledi. Aralık 1998'de serbest ve adil belediye seçimleri yapıldı. Mayıs 1999'da, Slovak Cumhurbaşkanı'nın genel oyla seçilmesini kolaylaştırmak için anayasal düzenlemeler kabul edildi. Muhalefetin parlamento komitelerine ve denetim organlarına katılması fırsatı sağlandı. 
İlgili uluslararası kuruluşlarla yakın işbirliği içinde, hükümet, azınlık dilleri konusunda mevzuat hazırladı. Bu mevzuat tasarısı, Temmuz 1999'da Parlamento tarafından kabul edildi. Halen, yargının bağımsızlığını sağlamak için anayasada değişiklikler hazırlanmaktadır. Reform sürecinin derinliği ve başarısıyla, Slovakya'nın artık Kopenhag politik kriterlerini karşıladığı kabul edilmektedir. 

Diğer aday ülkeler, çoğulcu demokratik yönetim sistemlerinin işleyişini derinleştirmeye ve iyileştirmeye devam etmiştir. Macaristan, Litvanya ve Estonya'da, parlamento veya başkanlık düzeyinde, özgür ve âdil ulusal ve yerel seçimler yapılmıştır. Romanya, demokratik uygulamadan ve hukukun üstünlüğüne saygıdan ayrılmaksızın, grevlerden kaynaklanan iç kargaşa ve Batı Balkanlar'daki dış bunalımla başa çıkabilmiştir. 

Romanya'da bakım kurumlarında bulunan 100.000' den fazla çocuğun durumu ciddî şekilde kötüye gitmiştir. Hükümet, çocuk bakımı için yeterli ödenek ayrılması amacıyla zamanında harekete geçmemiş ve bu konuya acilen ihtiyaç duyulan siyasî önceliği vermemiştir. Çocukların insanca yaşam şartlarına ve temel sağlık hizmetlerine kavuşma hakkı, bir insan hakları konusudur. Yetkili makamların, çocuk bakım kurumlarındaki krizle uğraşmaya öncelik vermeyi sürdürdükleri varsayımı ile, Komisyon, halen Romanya'nın Kopenhag politik kriterlerini yerine getirmeye devam ettiği düşüncesindedir. Komisyon, gerekli bütçe kaynaklarını sağlamak ve Romanya'da çocuk bakımını güvenli ve insanca bir temel üzerine ve insan haklarına tam saygı içine yerleştiren bir yapısal reform gerçekleştirmek üzere hükümetçe alınan son kararları yakından izleyecektir. 
Çoğu aday ülkede güçlü ve canlı bir medya olsa da, radyo ve televizyonun bağımsızlığı kırılgan bir görünüm arzetmektedir. Bağımsızlığı güçlendirmek ve medya kurullarında geniş bir politik yelpazeden temsilciler bulunmasını sağlamak için çabalar sürdürülmelidir. 
Son düzenli raporlarda, Azınlıklar konusunda belirlenen zaafların pek çoğu ile ilgili olarak harekete geçilmiştir. Estonya Parlamentosu, devletsiz çocukların vatandaş olabilmeleri için vatandaşlık yasasında değişiklikler yapmıştır. Slovak Parlamentosu, azınlık dilleri konusunda mevzuat çıkarmıştır. Bununla birlikte, bazı aday ülkeler, devlet dilinin meşru şekilde güçlendirilmesi ve azınlık dil haklarının korunması arasındaki dengeyi bulmakta zorluklarla karşılaşmaya devam etmektedir. Bu bağlamda, Estonya'daki dil yasası ve Litvanya'daki mevzuat taslağı, uluslararası standartları karşılamanın gerisindedir. Litvanya, taslağı uluslararası standartlara ve kendi anayasasına uyumlu hale getirmek için ilgili uluslararası kuruluşlar ile birlikte taslağı gözden geçirmeye istekli olduğunu göstermiştir. Aynı esnekliği göstermeyen Estonya yasada değil, sadece uygulamaya ilişkin hükümlerde iyileştirmeler yapmaya hazırdır. 
Aday ülkelerin pek çoğunda köklü önyargılar, toplumsal ve ekonomik yaşamda Çingenelere karşı ayrımcılığa neden olmaktadır. Çingenelere karşı, etnik güdümlü şiddet olaylarında bir artış yaşanmış olup, yetkili makamlar buna gerektiği şekilde karşılık vermemiştir. Çingene toplulukları, işsizlik, kötü yaşama şartları, yetersiz eğitim ve sağlık hizmetleri ve (sosyal yardımın mevcut olduğu ülkelerde) sosyal yardıma artan bağımlılık şartları içindedir. Çingene çocukları, bazı okul sistemlerinde diğer çocuklardan ayrı tutulmakta olup pek çoğu sokak çocuklarıdır. Çingenelerin durumunu iyileştirmeyi hedefleyen özel programlar kabul edilmesi gibi, bazı aday ülkelerde cesaret verici gelişmeler olmakla beraber, bu programların gerçekten uygulanmasını sağlamak için uyumlu bir çaba hâlâ gereklidir. 
Slovakya'daki Macar azınlığın durumu, bu azınlığın temsilcilerinin Slovak hükümetine dahil edilmesiyle, hükümetin etnik gruplar arasındaki ilişkileri iyileştirmeye yönelik uyumlu gayretleriyle, azınlık kültür faaliyetleri için malî yardım politikasındaki iyileşmelerle ve özellikle azınlık dil mevzuatı kabul edilmesiyle daha iyi hale gelmiştir. Romanya makamları, bir Macar-Alman üniversitesi kurmak için bir düzenleme bulunmasına istekli olduklarını göstermiştir. Fakat bu alanda pek fazla somut gelişme olmamıştır. 
2000 Yılı İlerleme Raporu: Siyasal kriterler- 1999 yılına ait raporlarda, Komisyon'un vardığı sonuç, bazı aday ülkelerin insan hakları ve azınlıkların korunması alanında daha yapmaları gereken ilerleme olmakla beraber, halen müzakere sürecinde bulunan bütün aday ülkelerin siyasal kriterleri karşıladıkları şeklindeydi. Bu ülkeler, demokratik yönetim sistemlerinin işleyişini güçlendirmeye devam ettiler. Son Düzenli Raporlar'dan bu yana, Bulgaristan, Litvanya, Macaristan, Polonya, Romanya ve Slovenya'da özgür ve âdil ulusal veya yerel seçimler yapıldı.
Yolsuzluk, sahtecilik ve ekonomik suçlar, aday ülkelerin çoğunda yaygın olup vatandaşlarda güvensizliğe ve reformların gözden düşmesine yol açmaktadır. Bu alanda uluslararası araçlara katılım dahil, yolsuzluğa karşı programlar başlatılmış ve bir miktar ilerleme sağlanmıştır, fakat yolsuzluk ciddi bir endişe konusu olmayı sürdürmektedir. 
Komisyon, geçen yılki karma belgede, Romanya'da çocuk bakım kurumlarındaki sorunları vurgulamıştı. O zamandan bu yana, Romanya, bu konuyu düzeltmek için, PHARE desteğiyle, kanunî, idarî ve malî tedbirler kabul etmiştir. Ancak, bu kurumlarda bulunan 100.000'den fazla çocuğun yaşam koşulları iyileşmemiştir ve bir yapısal reform politikası ancak şimdi uygulamaya konulmaktadır. Dolayısıyla, insan haklarına tam saygı içinde, sokak çocukları problemini çözmek yanında, bu konuda somut iyileşmeler sağlamak için yeni sürekli çabalara ihtiyaç vardır. 
Kanunen yasak olmasına rağmen, kadın ve çocuk ticareti, menşe, geçiş ve varış ülkeleri haline gelmiş bazı adaylarda büyüyen bir sorundur. Uluslararası evlat edinme programlarının istismar edilmesi de bir endişe konusudur. Bu ticareti önlemek için büyük çabalar gereklidir. 

Azınlıklar konusunda, geçen yıla ait raporlardan bu yana olumlu gelişmeler meydana gelmiştir. Estonya ve Letonya, vatandaş olmayan kişilerin entegrasyonunda daha da ilerlemişler ve AGİT'in vatandaşlık ve vatandaşlığa kabul ile ilgili bütün tavsiyelerini yerine getirmeye devam etmektedirler. Her iki ülkede, dil yasası uluslararası standartlara uygun hale getirilmiştir. Macaristan ve Slovakya arasındaki temel antlaşma, Slovakya'daki Macar azınlık ile ilgili olarak uygulanmaktadır. Romanya'da, Macarca, Almanca ve Romence dillerinde öğretim yapan bir üniversite kurulmasına dair hükümetçe alınan karar aleyhine başvuruların reddinden sonra, bu projenin kısa zamanda gerçekleşmesi umulmaktadır. 
Çingeneler, geçen yıla ait raporlarda belirtildiği gibi, sosyal ve ekonomik yaşamda yaygın ayrımcılık ve zorluklar ile karşılaşmaya devam etmektedir. Bu durumun yaşandığı ülkelerin çoğunda, PHARE finansman desteğiyle ve bazı örneklerde, ulusal bütçe kaynaklarıyla, çeşitli düzenlemeler ve programlar kabul edilmiştir. Bütün ülkelerde bütçe imkânlarıyla desteklenmesi gereken bu programlar, Çingene temsilcileri ile yakın işbirliği halinde, daha sürekli bir şekilde uygulanmalıdır. AB Başkanlığı, bu amaçla, Çingene STK'lerinin katılımıyla ve Komisyon ile yakın işbirliği içinde, Haziran 2000'de Lizbon'da bir konferans düzenledi. 

Ülkeler bazındaki detaylı değerlendirmeler de şöyledir: 

Bulgaristan: Bulgaristan'ın durumu, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam etmektedir. Bulgaristan, Mülkî İdare Kanunu'nu uygulamak için gereken tali mevzuatın kabul edilmesi ve uygulanması alanında ilerleme kaydetmiştir. Çocukların korunması için bir devlet kurumu tesis eden Çocuk Koruma Yasası'nın Haziran 2000'de kabul edilmesi, bir diğer olumlu ileri adımdır. 
Genel olarak, Bulgaristan idaresi ve yargı sisteminin müktesebatın uygulanmasını sağlama kapasitesi hâlâ sınırlıdır. Çabalar mevzuat hazırlanması ve çıkarılması üzerinde yoğunlaşırken, bunun nasıl uygulanacağı ve icra edileceği konusuna yeterli ilgi gösterilmemektedir. Bu nedenle, yeterli bir yasal çerçevenin kabul edilmiş olduğu alanlarda, zayıf idarî ve adlî kapasite ve uygulama için yeterli hazırlık olmayışı yüzünden, yasaların uygulanması ve icrası yetersiz olmaya devam etmektedir.

Çek Cumhuriyeti: Çek Cumhuriyeti'nin durumu, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam etmektedir. Son zamanlardaki önemli gelişmeler içinde, 
özellikle, hükümet ve parlamento arasında daha etkin bir işbirliği bulunuyor. Bölgesel yönetimle ilgili yasal çerçevenin kurulmasında ilerleme olmuştur. 
Ancak, kamu idaresi reformu anlamlı bir ilerleme göstermemiş olup Katılım Ortaklığı'nın bu konudaki kısa vadeli önceliği yerine getirilmemiştir. 
Yargı reformu da, Katılım Ortaklığı'nın kısa vadeli bir önceliğidir. İlerleme kaydedilmiş olmakla beraber, bu reformun bazı önemli kısımlarının henüz kabul 
edilmemiş olması üzücüdür. İdare ve yargı reformları, müktesebatın etkin uygulanması ve yönetim tarzının iyileştirilmesi için elzemdir. 
Dolayısıyla, Katılım Ortaklığı'nın orta vadeli önceliklerine uygun olarak, bu alanlarda çabalar sürdürülmelidir. Ayrıca, yolsuzluğa ve ekonomik suçlara karşı 
mücadele şimdiye kadar yetersiz olmuştur. Bu alanda elle tutulur sonuçlar alınması, kamuoyunun kaygılarına yanıt verecek ve saydam bir iş ortamı 
sağlanmasına yardım edecektir.

Çek Cumhuriyeti, insan haklarına ve özgürlüklere saygılı olmayı sürdürmektedir ve bu alanda kendi kurumsal çerçevesini geliştirmiştir. Ancak, hapishane sistemindeki aşırı yığılma ve kadın ve çocuk ticaretinin sürmesi başta olmak üzere, kaygı verici konular devam etmektedir. Özellikle eğitim sistemi açısından, Çingene cemaatinin durumuyla ilgili olarak, geçen yıldan bu yana, daha büyük ve bazı alanlarda anlamlı çabalar sarf edilmiştir. Ancak, Çingeneler'in durumunda kalıcı bir düzelme sağlanması için, sürekli çaba gereklidir. Adalet ve içişleri sahasında, sınır korumasının etkinliği yetersiz olmaya devam etmektedir. Gümrük makamları ile olduğu gibi, normal zabıta ve sınır zabıtası arasında koordinasyon iyileştirilmelidir. Yolsuzluğa ve örgütlü suçlara karşı mücadelede çok büyük ilerleme olmamıştır. 
Estonya: Estonya'nın durumu, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam etmektedir. Estonya, dil yasasında değişiklikler yapılması, Eston olmayanlar için DEVLET ENTEGRASYON PROGRAMI'NIN kabul edilmesi, yargıçların eğitiminin güçlendirilmesi ve boş yargıç kadrolarının sayısındaki azalma dahil, bu alanda 1999 Katılım Ortaklığı'nın kısa vadeli önceliklerinin çoğunu ele almıştır. Ayrıca, ikamet ve vatandaşlık başvurularını yürütme konusunda Vatandaşlık ve Göç Komisyonu'nun kapasitesini arttırmak için adımlar atılmıştır. Kamu idaresinin modernleştirilmesi yönünde ilerleme sınırlı olmuştur. Farklı adalet organları arasındaki koordinasyon takviye edilmeli ve ceza hukuku ve medenî hukuk sistemlerinde reform hızlandırılmalıdır. Azınlıkların korunması ile ilgili olarak, Estonya, Dil Yasası'nın uygulanmasının, uluslararası standartlara ve Avrupa Anlaşması'na uygun biçimde gerçekleşmesini sağlamalıdır. Ombudsmanın yetkileri, özellikle azınlıkların korunması açısından, takviye edilmelidir. 

Estonya, işleyen bir piyasa ekonomisidir ve, şimdiki reform yolunda kalmak koşuluyla, yakın vadede Birlik içindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleri ile başa çıkabilecektir. 

Macaristan: Macaristan'ın durumu, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam etmektedir. Yargı tatmin edici bir şekilde işlemekte ve yargıçların AT müktesebatı konusunda eğitilmesi ilerlemiş olmakla beraber, Yüksek Mahkeme'de birikmiş olan çok sayıda dava, Mahkeme icraatının birleştirilmesine ve tutarlı bir içtihadın gelişmesine engel olmaktadır. Bunu düzeltmek için gayret sarf edilmelidir. Katılım Ortaklığı'nın orta vadeli önceliğine uygun olarak, devlet memurları ve yargıçlar için eğitim programları devam etmelidir. Yolsuzluğa karşı savaşmak için bazı önemli tedbirlere rağmen, bu konu bir sorun teşkil etmeyi sürdürmektedir ve bu sorunu çözmek için yeni çabalara girişilmelidir. 

Macaristan, insan haklarına ve özgürlüklerine saygılı olmaya devam etmektedir. Ancak, hapishanelerdeki aşırı yığılma, düzeltilmesi gereken büyüyen bir sorundur. Kısa vadeli Katılım Ortaklığı önceliğine uygun olarak, Macaristan, ulusal ve yerel düzeylerde malî imkânlar ile desteklenen, Çingene toplumuna yönelik orta vadeli eylem programını uygulamaya başlamıştır. Bu program, Çingenelerin entegrasyonunu kolaylaştırmakta ve eğitim, kültür, istihdam, konut, sağlık ve sosyal hizmetler alanında ayrımcılığa karşı verdikleri mücadelede onlara yardım etmektedir. Ancak, orta vadede somut sonuçlar elde etmek için bu programın sürekli uygulanmasına gerek vardır.

Letonya: Letonya'nın durumu, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam etmektedir. Geçen bir yılda, yeni bir Mülkî İdare Yasası'nın kabul edilmesi dahil, Kamu Yönetimi Reformu sürecinin ileriye götürülmesinde, yargı sisteminin işleyişinin ıslah edilmesinde ve yolsuzluğa karşı mücadele çerçevesinin tasarlanmasında ilerleme kaydedildi. Bir Dil Yasası'nın ve (Letonya'nın uluslararası yükümlülüklerine ve Avrupa Anlaşması'na büyük ölçüde uygun olan) uygulama yönetmeliklerinin ve ayrıca LETONYA TOPLUMUNUN BÜTÜNLEŞMESİ PROGRAMI adlı bir düzenlemenin kabul edilmesi dahil, vatandaş olmayan kişilerin Leton toplumu ile bütünleşmesini desteklemek için bazı önemli adımlar atıldı. 

Vatandaş olmayan kişilerin entegrasyonunu kolaylaştırmak ve desteklemek için, vatandaşlığa kabul sürecinin etkinliği korunmalı ve Letonca eğitimi, 1999 Katılım Ortaklığı'nın ilgili orta vadeli önceliğine uygun biçimde devam etmeli ve genişletilmelidir. Ayrıca, vatandaş olmayan kişilerin entegrasyonuna yönelik tedbirler için yeterli kaynak tahsis edilmesini sağlamak da önemli olacaktır. Dil Yasası ve buna ilişkin uygulama yönetmelikleri, orantı ilkesini dikkate alarak ve Letonya'nın uluslararası yükümlülüklerine ve Avrupa Anlaşması'na uygun şekilde, ancak meşru bir kamu çıkarının gerekli kıldığı ölçüde uygulanmalı ve icra edilmelidir. 

Letonya işleyen bir piyasa ekonomisi olarak görülebilir ve, yapısal reformlarının temposunu korumak ve bu reformları tamamlamak koşuluyla, orta vadede Birlik içindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleri ile başa çıkabilecektir. Bazı alanlarda, uyumlulaşma açısından ilerleme daha sınırlı olmuştur. Bunlar arasında, kişilerin serbest dolaşımı ve iletişim ve bilgi teknolojileri vardır. Bu alanda, müktesebat gereklerinden çoğunun aktarımı hâlâ gerçekleşmemiştir. Sosyal politika ve istihdam konusunda, ileriye dönük bazı çabalar sarf edilmiştir fakat temel mevzuat hâlâ çıkarılmamıştır. Bölgesel politika ile ilgili olarak, Letonya'nın AB'ye katılım hazırlıklarının takviye edilmesine hâlâ ihtiyaç vardır. 

Litvanya: Litvanya'nın durumu, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam etmektedir. Yolsuzluğa karşı mücadele ile ilgili olarak, şimdiye kadar alınmış olan önemli tedbirler, bir Ulusal Yolsuzluk Karşıtı Strateji'nin kabul edilmesi yoluyla ikmal edilmelidir. İlgili kurumları daha da güçlendirerek ve bunlar arasında koordinasyonu sağlayarak, icranın önemli ölçüde takviye edilmesi gereklidir. Litvanya, işleyen bir piyasa ekonomisi olarak görülebilir ve, mevcut yapısal reform programının uygulanmasını sürdürmek ve gerekli diğer reformlara girişmek koşuluyla, orta vadede Birlik içindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleri ile başa çıkabilecektir. Litvanya'nın karşılaşmış olduğu bütçe kısıtlamaları, mevcut yapıların gereken takviyesi yanında yeni kurumların etkin operasyonel kapasitesini ve kültürel haklara ilişkin genel durum tatmin edicidir. Ancak, hukuk davalarındaki yığılma konusuna özel dikkat gösterilmelidir. 

Polonya: Polonya'nın durumu, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam etmektedir. Geçen yıl belirlenmiş olan eylem alanlarıyla ilgili olarak, Polonya, yargı reformunda ve en ivedi darboğazları gidermek için ortamın hazırlanmasında ilk adımları atmıştır. Bu tür tedbirler önemlidir, zira etkin bir yargının varlığı müktesebatın uygulanması ve icrasında çok gerekli bir unsurdur. Yolsuzluğa karşı mücadele konusunda da, ilk adımlar atılmıştır fakat, gerekli mevzuatın çıkarılması dahil, ilave çabalara ihtiyaç vardır. Fırsat eşitliğine yönelik gelişmeler pek belirgin olmamıştır. Gerekli tedbirlerin katılım tarihine kadar alınmış olmasını sağlamak için, bu eylemlerin sürdürülmesi ve yoğunlaştırılması gerekecektir. Katılım ortaklığında gösterilen orta vadeli önceliklerin henüz yerine getirilmemiş olduğu yargı reformu için bu husus özellikle önemlidir. 

Polonya, işleyen bir piyasa ekonomisidir ve, şimdiki reform çabalarını sürdürmek ve tamamlamak koşuluyla, yakın vadede Birlik içindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleri ile başa çıkabilecektir. Ancak, bazı ekonomik dengesizlikler ortaya çıkmıştır: enflasyon yüksektir ve cari hesap açığı, sürdürülebilirlik konusunu gündeme getiren bir düzeye çıkmıştır. Orta vadeli malî sürdürülebilirliğin sağlanması gereği devam etmektedir. Çelik sektörünün özelleştirilmesinde ve tarımın yeniden yapılandırılmasında gecikmeler vardır. Devlet işletme sektörünün büyük kısımları henüz yeniden yapılandırılmamıştır. 

Romanya: Romanya'nın durumu, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam etmektedir. Hükümet, bakım kurumlarında yaşayan çocukların sorunlarını ele almaya yönelik siyasal bir taahhüt göstermiş ve ilerleme kaydedilmiştir. Bu kurumların sorumluluğu yerel makamlara devredilmiş, yapısal reform için bir ulusal strateji kabul edilmiş ve gerekli bütçe transferleri yapılmıştır. Romanya, böylece, 1999 Katılım Ortaklığı'nın kısa vadeli önceliklerini karşılamış sayılabilir. Ancak, bu olumlu politika gelişmelerinin, ilgili kurumlardaki gerçek yaşam koşullarında bir iyileşme yanında, kapsamlı bir reform ile sonuçlanmasını sağlamak için, Komisyon durumu yakından izlemeye devam edecektir.

Çingenelerin tabi oldukları muamele konusunda, devam eden yüksek düzeylerde ayrımcılık ciddi bir kaygı oluşturmaktadır. Katılım Ortaklığı'nın kısa vadeli öncelikleri (bir ulusal Çingene stratejisi hazırlanması ve azınlık programlarına yeterli malî destek sağlanması) henüz yerine getirilmemiş ve bu alandaki ilerleme, eğitim imkânlarına erişimi iyileştirmeyi hedefleyen programlar ile sınırlı olmuştur. Romanya'nın demokratik kurumları yerleşmiştir, fakat karar alma süreci zayıf olmaya devam etmektedir. Geçen bir yılda başlatılan girişimlere rağmen, hükümet kararnameler yoluyla mevzuat çıkarmaya bel bağlamayı sürdürmüştür ve taslak mevzuat üzerinde istişare büyük ölçüde iyileştirilmelidir.

Romanya, işleyen bir piyasa ekonomisi olarak görülemez ve orta vadede Birlik içindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleri ile başa çıkamaz. Ülkenin geleceğe dönük ekonomik beklentilerinde büyük bir iyileşme olmamıştır. Bir piyasa ekonomisinin işleyişini sağlamak için gerekli olan kurumlar, ya hiç yoktur, ya da etkili olamayacak kadar zayıftır. Yetersiz reformlar ve büyüyen bir yeraltı ekonomisi, makroekonomik istikrar yönünde sağlanan ilerlemenin temelini zayıflatmıştır. Sağlam ve iyi işleyen bir malî sistemin yokluğu, ekonomik faaliyete ket vurmaktadır. İşletme sektörünün çok büyük bir kısmı, yeniden yapılanmaya henüz girmemiştir veya ancak şimdi girmektedir. Yatırım düzeyi azalmaya devam etmiş ve böylece ekonominin arz yönünde gereken modernleşme gecikmiştir. Olumlu gelişmelerin not edilebileceği alanlar arasında, müktesebat ile yüksek düzeyde bir uyum sağlanmış olan rekabet ve şirketler hukuku vardır. Yukarıda not edilen olumlu gelişmelere rağmen, daha çok ilerlemenin gerekli olduğu çeşitli alanlar vardır.

Slovakya: Slovakya'nın durumu, ilk defa olarak son raporda yerine getirilmiş olduğu kabul edilen, katılım için gerekli siyasal kriterlere uygun olmaya devam etmektedir. Slovakya, demokratik sisteminin pekiştirilmesinde ve kurumlarının normal işleyişinde daha da ilerlemiştir. Ancak, reform süreci ivme kaybetmiştir. Bunun bir nedeni, koalisyon hükümeti içindeki ihtilaftır. Yargının bağımsızlığını güçlendirmek için bazı yasal adımlar atılmıştır. Ancak, aday gösterme ve deneme sistemiyle ilgili anayasa değişikliği başta olmak üzere, kısa vadeli bir öncelik olarak belirlenmiş olan önemli bazı reformlar henüz kabul edilmemiştir. Bu nedenle, yargının bağımsızlığını sağlamak için çabaların sürmesi gerekir. 

Azınlıkların sorunlarını çözmeye yönelik yaklaşımlar geliştirilmesinde ilerleme görülmektedir fakat politika formülasyonu ile uygulama arasında denklik yoktur. 1999 Katılım Ortaklığı'nın kısa vadeli bir önceliği olan, spesifik tedbirler uygulanması yoluyla Çingene azınlığın durumunda somut iyileşme sağlanması, büyük ölçüde gerçekleşmemiştir. Bu konuda, 1999 Katılım Ortaklığı'nın orta vadeli öncelikleriyle uyumlu olarak politikaların ve bütçe olanaklarının güçlendirilmesi yanında, çeşitli sektörlerde mevzuatın uygulanmasına yönelik daha büyük çabalar gereklidir. 

Slovakya, işleyen bir piyasa ekonomisi olarak görülebilir ve yapısal reform gündemi tam olarak uygulanmak ve geriye kalan reformları içine alacak şekilde genişletilmek koşuluyla, orta vadede Birlik içindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleri ile başa çıkabilecektir. Slovakya, müktesebat ile uyumlulaşma konusunda önemli ilerleme yapmaya devam etmiş, böylece üyelik vecibelerini üstlenme yeteneğini arttırmıştır. Ancak, bu ilerleme her alanda eşit olmamıştır. Geçen yılın Düzenli Raporunda belirtildiği gibi, şirketler hukuku, tarım, ulaştırma, bölgesel politika, yapısal araçların koordinasyonu, çevre ve malî kontrol gibi bazı alanlar geriden gelmeye devam etmektedir. Aynı zamanda, mevzuatın uygulanması ve icrasından sorumlu kurumların güçlendirilmesinde kaydedilen ilerleme, genel olarak, mevzuat çıkarılmasında kaydedilen ilerleme kadar belirgin değildir. Bu zaafların düzeltilmesi gerekir. Bu amaçla uygun kaynaklar tahsis edilmelidir.

Slovenya: Slovenya'nın durumu, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam etmektedir. Katılım Ortaklığı'nda orta vadeli bir öncelik olan yargı reformunda ilerleme kaydedilmiştir. Ancak, devam eden davalar yığınını azaltmayı hedefleyen yeni tedbirlerin etkinliğini ölçmek için henüz çok erkendir. 

Slovenya, işleyen bir piyasa ekonomisi olarak görülebilir ve ekonomide rekabeti arttıracak olan geriye kalan reformları tamamlamak koşuluyla, orta vadede Birlik içindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleri ile başa çıkabilecektir.



15 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 13


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 13



"Müzakerelerde, her aday devlet kendi meziyetlerine göre değerlendirilecektir. Bu ilke, hem muhtelif müzakere başlıklarının açılması, hem de müzakerelerin yürütülmesi bakımından geçerli olacaktır." 

AB'nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Bay Verheugen, Deutschland Dergisi'nin Aralık-Ocak 2002 sayısına verdiği demeçte Polonya ile ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmıştır:

"Polonya'ya haksızlık ediliyor. Yaklaşık 40 milyon nüfusa sahip Polonya bu süreçte yer alan en büyük ülke. Dolayısıyla Polonya'dan başka ülkelerde olmayan sorunlar yaşanması son derece doğal. Böyle bir süreçte Polonya gibi büyük ve güçlü bir ülkenin, küçük ülkelerinkinden çok daha farklı sorunlarla karşı karşıya kalması gayet normal. Bu nedenle de Polonya'yla yapılan üyelik görüşmeleri mecburen daha karmaşık ve tabii ki daha uzun sürüyor. Ancak bundan Polonya'nın yeterince hazırlanmadığı gibi bir sonuç çıkarılması doğru olmaz."

Bay Verheugen'in bu açıklaması birkaç açıdan üzerinde durulacak kadar önemlidir. Birincisi Türkiye'nin gündemlerinde olmadığı bir kez daha görülmektedir. Çünkü süreçte yer alan en büyük ülkenin Polonya olduğunu vurgulamaktadır. İkincisi böylesi büyük bir ülkenin, küçük ülkelerinkinden farklı sorunlarla karşı karşıya kalmasının normal olduğunu dile getirmektedir. Çok doğru bir tesbit. 15 yıl terörle savaşmış, binlerce insanını kaybetmiş, bu yüzden ekonomisi ağır darbe almış, 65 milyon nüfusu olan Türkiye'nin de aynı anlayışı görmesi gerekmektedir. Bu sebeplerden dolayı (üstelik daha üyelik müzakereleri bile başlamamışken), küçük ülkelerin durumu dikkate alınarak istenen standartları yerine getirmesi elbette ki karmaşık olacak ve uzun sürecektir. Ancak tam üyelik anlamında AB'nin gündeminde Türkiye olmadığı için bu özel durumlar sadece diğer ülkeler için akla gelmektedir. 

Teröristbaşının Dosyasının Başbakanlık'ta Beklemeye Alınmasından Sonra Neler Oldu?

Bilindiği gibi teröristbaşının dosyası, hükümet ortağı üç genel başkan tarafından, "AİHM tedbir kararı" gerekçesiyle ancak Anayasa'nın kesinleşmiş mahkeme kararlarının geciktirilemeyeceğine ilişkin 38. maddesi çiğnenerek, Başbakanlık'ta bekletilmektedir. İlk kez teröristbaşının dosyası için oluşturulan "üç genel başkan müessesesi", ne hukukî yapımıza ve ne de devletin idarî yapısına uygundur. Maalesef kötü bir gelenek halini alan bu uygulama ile devletin tüm işlem ve eylemlerinin hukuka dayanması gerektiği göz ardı edilmiştir. 

Üç lider dosya ile ilgili kararı verirken, bu bekletmenin sınırını şöyle çizmişlerdi:

"Genel Başkanlar, hukuka saygı içinde aldıkları bu kararın, terör örgütü ve yandaşı çevrelerce milleti ve devleti ile Türkiye'nin yüksek menfaatleri aleyhine kullanmak istendiğinin değerlendirilmesi halinde, erteleme süreci kesilerek infaz sürecine derhal geçilmesi hususunda görüş birliğine varmışlardır."

Teröristbaşı, kararın mürekkebi kurumadan konuşmaya başlamıştı. Sonrasında da adeta İmralı'yı karargâh haline getirip, bölücü terör örgütünü yönlendirmeyi sürdürmüştür. Bu durumda teröristbaşının, liderlerin kararını, Türkiye'nin "yüksek menfaatleri aleyhine" kullanmadığı söylenebilir mi? O günün şartlarında yapılan bu açıklamanın tümüyle kamuoyu tepkisini azaltma ve oyalamaya yönelik olduğu geçen zaman içinde daha iyi anlaşılmıştır. 

İdam cezasının kaldırılması da, liderlerin teröristbaşının dosyasını, Başbakanlık'ta bekletme kararını vermelerinin üzerinden 2 yıl geçtikten sonra gündeme gelmiştir. Liderler, "AİHM'in tedbiri" gerekçesiyle bu kararı almışlardı. Ancak bugün gelinen noktada bu konuda, zorunluluk veya tesadüflerin değil, planlı ve programlı bir çalışmanın etkili olduğu anlaşılmaktadır. 2 yıl önceki bazı gelişmeleri alt alta sıraladığımızda ortaya ilginç bir tablo çıkmıştır.

12 Ocak 2000 günü, koalisyon liderlerinin zirvesi sürürken AİHM Genel Sekreteri Wolfgang Peukert, hükümeti idam etmeme kararı vermeye çağırarak, "Türk hükümeti tedbir kararına uymazsa, AİHM'in yeni ve bağlayıcı bir ara karar daha alabileceği" sinyalini verdi. Bağımsız ve tarafsız olduğu iddia edilen AİHM'in Genel Sekreteri, "AİHM'in Apo'nun başvurusunu haksız bile bulsa, Türkiye'nin modern ülkeler gibi idam cezasını kaldırıp, asmaması" gerektiğini söyledi. Genel Sekreter, AİHM tedbir kararlarının bağlayıcı etkisi olmadığını, ancak aksi kararın, Türkiye-Avrupa ilişkilerinde büyük olumsuzluklara yol açabileceğini duyurdu.

Liderler zirvesinden sonra dış basındaki haberlerin tamamına yakını, "Türkiye Avrupa'nın baskılarına teslim oldu" şeklindeydi. Zirve ile ilgili değerlendirmeler yapılırken de, kulislerde "yoğun dış baskılardan" söz edilmişti. En ilginç başlık Yunanistan'da yayınlanan Eksusia Gazetesi'ne aittir:

"Türkiye Öcalan'ın idam edilmeyeceği konusunda AB'ye taahhütte bulundu ve bu yönde de ilk adımı attı."

Teröristbaşının, sıcağı sıcağına verdiği "demeç" de bu iddiayı doğrular nitelikteydi:

 "Bu karar ile bundan sonra özellikle AB'ye uyum çerçevesinde Türkiye'nin reformlara ihtiyacı var. Bu zirve kararı bunlara da bir başlangıç olur. Bu plana herkes olumlu temelde katkı sunmalıdır. Bunun için de gerekli olan iç barış ve istikrara ihtiyaç vardır. Eğer bu yönlü gelişmeler olursa PKK tarafından olumlu davranışlar gelişecektir." 

Başbakan Ecevit, teröristbaşının bu beyanatı üzerine kızmış ve "İmralı'nın bir siyaset kürsüsü gibi kullanılmasına müsamaha ile bakılması mümkün değildir. Terörizmi sona erdirmenin bedeli olarak bölücü akımı siyasallaştırma eğilimleri var. Asıl tehlikeli olan bu. Buna asla fırsat vermeyeceğiz." 

demiştir. Bilindiği gibi teröristbaşı, İmralı'yı bugüne kadar "siyaset kürsüsü" olarak kullanmış ve bölücü akım da siyasallaşma çabalarını yoğunlaştırmıştır. Son dönemde gündeme gelen tartışmaların ve yaşanan gelişmelerin tamamı bu çabalarla ilişkilidir.

Şehit aileleri, karardan sonra liderlerle görüşmüşler ve teröristbaşının dosyasının en geç 6 ay sonra Meclis'e geleceği sözünü almışlardır. Ancak o günlerde, 2 yıl sonra ne olacağını gören, şehit aileleri adına dönemin Cumhurbaşkanı Sn. Süleyman Demirel ile görüşen Mehmet Gencer'dir. Hatırlanacağı üzere Demirel ve Gencer arasında şu konuşma geçmiştir: 

Gencer: Sabır diyorsunuz ama sabrın sonunda Apo asılmayacak.

Demirel: Dur bakalım sabrın sonu olur mu? Biraz sabredin.

Gencer:  İdamlar yasalardan kaldırılacak ve Apo asılmayacak

Demirel: Dur bakalım kardeşim. Herşey oldu-bitti anlamında söylüyorsunuz. Meclis'e, devlete güvenimiz var diyorsunuz, o zaman bunların hepsini siliyorsunuz.

Gencer: Meclis'e gelsin.

Demirel: Gelecektir kardeşim.

Gencer: Ama 2 sene sonra gelecek.

Demirel: Ne biliyorsun iki sene sonra geleceğini?

Gencer: İki sene sonra sizin meşhur sözünüzle dün dündür, bugün bugündür denirse ne yapacağız?

Demirel: O zaman, bugün ne yapacaksan, o gün yaparsın. O gün yapacağınızı bugün yaparsanız yanlıştır. Sizi incitecek birşeyin yapılmasına kesinlikle taraf olmam. Benim size tavsiyem biraz sabırdır.

Bilindiği gibi aileler bu görüşmeden, devlete haklarını helâl etmeyerek ayrılmışlardır. Demirel, şehit ailelerine "sabır" tavsiye etmiştir ve onları incitecek bir şeyin yapılmasına kesinlikle taraf olmayacağını da eklemiştir. Ama bugün idamın kaldırılmasını savunmaktadır. Mehmet Gencer'in haklı endişesi olan "Dün dündür, bugün bugündür" gerçekleşmiş, şehit aileleri incitilmiştir.

Teröristbaşının dosyasının 2 yıldır hukuka aykırı bir şekilde Başbakanlık'ta bekletilmesi ve idam cezasının kaldırılması tartışmalarının yine teröristbaşı ile bağlantılı sürdürülmesi, bu konuda da ciddi anlamda kafa karışıklığına yol açmıştır. İlgili, ilgisiz, hukukî veya değil herkes görüş beyan ederken, asıl taraf olması gereken askerlerin, başından beri izlediği "suskunluk politikası" dikkat çekmektedir. Bu suskunluğun gerekçesi de, "Biz tarafız" diye açıklanmaktadır. Yalnız Türk milleti değil, 15 yıldır bölücü terörle mücadele eden Türk Silahlı Kuvvetleri de dahil topyekün Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu konunun tarafıdır. Güneydoğu'da tetik çekerken taraf olanların bugün hakem olmaları mümkün değildir. Askerlerimizin, yapılan mücadelenin bir parçası ve devamı niteliğinde olan bu konuda muhatap ve taraf olarak görüş bildirme mecburiyetleri vardır, hatta herkesten önce konuşması gereken onlardır. 

Gerek teröristbaşının dosyasının Başbakanlık'ta bekletileceği formülünün tartışıldığı günlerde ve gerekse de kararın hemen ardından yaptığım açıklamalarda, hem bu düşüncelerimi, hem de genel başkanların kararının Anayasa'ya aykırı olduğunu ve TBMM'ye ait bir yetkinin kullanılamayacağını ifade ettim. Bu konudaki sert açıklamalarım sebebiyle, partiyle aramda "soğuk rüzgârların" estiği yazıldı, çizildi. 1 hafta sonra ise benim adım da dahil olmak üzere kabine revizyonundan bahsedilmeye başlandı. 

Üç liderin hukuksuzluğunu daha sonra da dile getirmeyi sürdürdüm. Haziran 2001'de Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk'e, yönelttiğim bir önerge ile, hükümete bu konuda baskı yapılıp yapılmadığını, AHİM'in muhatabının "TBMM mi, üç genel başkan mı" olduğunu sordum. Adalet Bakanı Türk, "AİHM'in, bir karar verene kadar idam cezasının yerine getirilmemesini sağlayacak her türlü tedbirin alınmasını istediğini" belirterek, "Hükümetin de bu talebi kabul ettiği" cevabını verdi. Bu doğru değildi. O dönemde ben de hükümet üyesiydim ve hükümete böyle bir konu gelmemişti. Çünkü kesinleşmiş mahkeme kararlarının hükümette görüşülmesi zaten mümkün değildi. Sözkonusu kararı 7 saatlik bir zirvenin ardından üç genel başkan almıştı. Bunun üzerine Adalet Bakanı'na Ocak 2002'de ikinci bir önerge vererek, "Dosyayı bekletme kararının hükümete mi, üç genel başkana mı ait olup olmadığı ve Anayasa'ya aykırılığı" sorularını tekrarladım. Adalet Bakanı Türk, bu kez de sorularıma cevap vermek yerine, uzun uzun AİHM kararlarının hukukî durumunu anlatmayı tercih etmişti. Bu durum, Adalet Bakanı'nın dahi hukuken savunamadığı bir işlem yapıldığını göstermektedir. 

İlerleme Raporlarında Kürtçe Yayın ve Eğitim Talebi Nasıl İfade Edilmiştir? 

İdam cezası gibi kaos içinde tartışılan ve kafaları karıştıran bir diğer konu da ana dillerde yayın ve eğitimdir. AB'nin bu konularda, Katılım Ortaklığı Belgesi'nde diplomatik bir üslûpla, bu belgenin temelini oluşturan ilerleme raporlarında ise açıkça talepleri olmuştur. Sözkonusu taleplere Ulusal Programımız ile verdiğimiz cevapta herhangi bir taahhütte bulunmadığımız halde, en başta hükümet yetkilileri olmak üzere tüm AB yanlılarınca sanki taahhüdümüz varmış gibi bir tutum izlenmektedir. Ülkeyi yönetenlerin verdiği bu hava ile diğer kesimlerin, bilmeden "taahhütten" bahsetmeleri belki doğal karşılanabilir ancak programın altında imzası olanların yürüttüğü "taahhüt kampanyasının" izahı mümkün değildir. Yöneticilerin, ülkelerinin çıkar ve politikaları yerine, adeta başkalarının çıkar ve politikalarını savunmaları ciddi izahatı gerektirmektedir. Bu öylesine bir dengedir ki, bilindiği gibi AB üyesi İtalya'nın Başbakanı Berlusconi, İtalya'nın değil de Brüksel'in sözcülüğünü yaptığı gerekçesiyle Dışişleri Bakanı'nı azletmiştir. 

AB, ana dillerde yayın ve eğitim yapılmasını nasıl talep etmiştir. Raporlardan inceleyelim;

1998 İlerleme Raporu- (Azınlık hakları ve azınlıkların korunması bölümü içinde Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar alt başlığı altında) 1991 yılında Türkçe'den başka dillerdeki yayınlarla ilgili yasanın kaldırılması Kürtçe dahil yabancı dillerde yayın yapılabilmesini mümkün kıldı. Kürtçe kültürel faaliyetler çerçevesinde artık yasak değildir fakat siyasî iletişim veya eğitim alanlarında kullanılamaz. Kürt dillerinden herhangi birinde radyo ve tv yayıncılığı yasaktır. 

1999 İlerleme Raporu- Ekonomik, sosyal ve kültürel haklarla ilgili özel bir gelişme olmamıştır. Bazı üye devletlerce ifade edilen ümitlerin aksine, Kürt sorunu konusunda bir ilerleme kaydedilmemiştir. Bu ümitler Öcalan'ın ve diğer bazı önemli PKK mensuplarının tutuklanmasıyla terörizmin kontrol altına alınmasının kolaylaşacağı ve güneydoğunun sorunlarına sivil bir çözüm bulma şansının artacağı beklentisine dayanıyordu. Son düzenli raporda belirtildiği gibi "bir sivil çözüm kapsamında Kürt kültürel kimliğinin belirli biçimleri tanınabilir ve ayrılıkçılığı veya terörizmi savunmaması şartıyla o kimliğin ifade edilme yollarına daha fazla hoşgörü gösterilebilir. Örneğin Kürt dilinde tv yayınlarına görünüşte, siyasî olmayan programlar için hoşgörü gösterilirken, resmî olarak hâlâ müsaade edilmemektedir. Türkçe'den başka dillerin kullanımı açısından, 1923 Lozan Antlaşması kapsamına giren azınlıklara mensup vatandaşlar (Yahudiler, Ermeniler, Rumlar) ile ilgili olarak belirli bir problem bildirilmiş değildir. Ancak, Lozan Antlaşması'nın kapsamı dışındaki gruplara mensup olanlar için, özellikle TV/radyo yayıncılığı ve eğitim açısından, durum iyileşmemiştir. 3984 sayılı yasa, evrensel kültürün ve bilimin gelişmesine katkıda bulunacak diller hariç, radyo ve televizyon yayınlarının Türkçe olmasını öngörmektedir. Uygulamada, Kürt dilinde bazı yayınlara bazen müsamaha gösterilmektedir. Eğitim alanında (temel ve yaygın eğitim), Milli Eğitim Bakanlığı tarafından açıkça müsaade edilmedikçe, Türkçe'den başka hiçbir dil eğitim amacıyla kullanılamaz. Ne mevzuat, ne de uygulama, etnik kökenlerinden bağımsız olarak bütün Türkler için kültürel hakların kullanımına engel olmamalıdır. Nüfusun büyük ölçüde Kürt kökenli olduğu güneydoğudaki durumun düzelmesi için, bu husus özel önem taşımaktadır. 

2001 İlerleme Raporu- Kültürel haklar açısından Anayasa'nın 26 ve 28'inci maddelerinin tadil edilmesiyle ilerleme sağlanmıştır. Kanunla yasaklanmış dillerin kullanılmasına izin vermeyen hüküm kaldırılmıştır. Bu değişiklik Türkçe'den başka dillerin kullanılmasının yolunu açabilir ve dolayısıyla olumlu bir gelişmedir. Ancak Türkçe'den başka dillerde haberleşme hakkına müdahale edilmesine karşın etkin koruma sağlamak için var olan kısıtlayıcı mevzuat ve uygulamalarda değişikliğe ihtiyaç olacaktır. RTÜK Yasası, "evrensel kültürün ve bilimin gelişmesine katkıda bulunacak diller hariç" radyo ve tv yayınlarının Türkçe olmasını öngörmektedir.

1923 Lozan Antlaşmasının kapsamına girenler (Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler) dışındaki gruplara mensup kişiler bakımından fiilî durum, özellikle yayıncılık ve eğitim ile ilgili olarak iyileşmiş değildir. Pratikte örneğin Kürtçe şarkılar ve Kürtçe sokak röportajları arada sırada yayınlanmaktadır. Eğitim (temel ve yaygın eğitim) alanında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından resmen izin verilmedikçe Türkçe'den başka hiçbir dil öğretim amacıyla kullanılamaz. Anayasal reform kapsamında hiçbir değişiklik Türkçe'den başka dillerde eğitim yapılabilmesini öngörmüyor. Kültürel haklara saygı konusu Güneydoğu'daki durumun iyileştirilmesi bakımından özellikle önemlidir.

Görüldüğü gibi "Türk kökenli vatandaşlar" olarak nitelendirilen ancak "azınlık" başlığı altında ele alınan Kürt kökenli vatandaşlarımız üzerinden "sanal azınlıklar" yaratma çabası ısrarlı sürdürülmektedir. Türkiye'nin Lozan Antlaşması dışında azınlık tanımadığı ısrarlı vurgulanmakta, "tüm vatandaşların ana dillerini kullanmalarının önündeki engellerin kaldırılması" istenerek, Kürtlerle başlatılıp, devam ettirilecek bir sürecin işaretleri verilmektedir. Ayrıca bugün yetkililerimizin söylediğinin aksine sadece yayın değil "eğitim" talebi de vardır, açık açık "temel ve yaygın eğitim" denilmektedir ve Milli Eğitim Kanunu'na sık sık atıf yapılmaktadır. 

Kaldı ki, Türkiye'den, ana dillerde, özellikle de Kürtçe eğitim  talebinde bulunan AB'nin üye ülkelerinde de çok sayıda Kürt kökenli vatandaşımız vardır. Bunu bir hak olarak gören AB, eğer gerçekten böyle bir ihtiyaç varsa neden öncelikle kendi ülkelerinde kurs veya okul açılmasını gündeme getirmemektedir? Türkiye'nin bunu yapmamasının "hak ihlali" olduğunu iddia eden AB'nin kendisi de hakları ihlal etmiş olmuyor mu?   

AB'nin diğer talepleri gibi ne yazık ki bu çok önemli konu da, Türkiye gerçeklerine uygun şekilde ve ciddiyet içinde ele alınmamaktadır. Enine boyuna tartışılması gerekirken, telaş içinde, adeta birşeyler yapmış veya söylemiş olmak için her kafadan ayrı ses çıkmaktadır. Devletin en tepe noktalarında, Kürtçe yayının TRT eliyle yapılması telaffuz edilmektedir. Bu görüşün, "devlet eliyle yayın ve kontrolün" ötesinde, öncelikle Anayasa'nın değişmez maddeleri arasında yer alan 3. Madde'deki, "Devletin dili Türkçe'dir" hükmü dikkate alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir. O zaman, devletin resmî bir kurumu olan TRT'den böyle bir yayının yapılmasının anlamının daha farklı olacağı, Anayasa'nın değişmez bir hükmünün delinmesinin yolunun açılacağı görülecektir. Ancak maalesef konuya basit yasa veya yönetmelik değişiklikleri çerçevesinde bakılmaktadır. 

İlerleme Raporları İle Sanal Dinî Azınlıklar da Yaratıldı mı?

Maalesef bu konu da sanal etnik ve dilsel azınlıklar yaratma politikası ile paralel bir seyir izlemiştir ve AB, ülkemizde sanal dinî azınlıklar bulunduğunu iddia etmektedir. İşte AB'nin raporlarından sanal dinî azınlıklarımız; 
1998 İlerleme Raporu- Din özgürlüğü konusunda devlet ilkokullarında dinsel eğitim(sünni) zorunludur. Gayrı müslüm kökenlerini ispat etmeleri üzerine Lozan Antlaşması azınlıkları İslamî din eğitiminden yasayla muaf tutulurlar. Türkiye tarafından tanınan dinsel azınlıklar kendi dinlerini icra etmekte serbesttirler. Fakat (sünni) İslamdan başka dinlerin icrası, örneğin dinsel mekânların (Acaba Ayasofya ve Heybeliada Ruhban Okulu mu kastedilmektedir?) mülkiyeti ve faaliyetlerinin genişletilmesi pek çok bürokratik kısıtlamaya tabidir. Süryani Ortodokslar bir dinsel azınlık olarak tanınmamakta olup, dinsel eğitimlerinin icrasında baskılara tabidir. Türkiye'nin Alevi Müslümanları en az 12 milyon kişi olarak tahmin edilmektedir. Sünni din adamlarının aksine hükümetten maaş alan Alevi din adamları yoktur. Kültürel haklar arasında din özgürlüğü, resmen tanınan dinsel azınlıklara (Lozan Antlaşması) ve engellerle karşı karşıya olan diğer dinsel azınlıklara farklı muamele edilmesi yüzünden sınırlı kalmaktadır. 
1999 İlerleme Raporu: Din özgürlüğü bakımından Lozan Antlaşması ile tanınan dinsel azınlıklar ve diğer dinsel azınlıklar arasında bir muamele farklılığı hâlâ mevcuttur.
2000 İlerleme Raporu - Din özgürlüğü ile ilgili olarak, Yahudi cemaati yanında, Yunan Ortodoks, Ermeni, Katolik ve Süryani Ortodoks Kiliseleri başta olmak üzere, bazı gayri müslim cemaatlere yönelik daha büyük bir hoşgörü olduğunu gösteren işaretler vardır. Aralık 1999'da, yetkili makamların yayınlamış olduğu bir genelgeye göre, dinsel cemaatler, hayır ve ibadet binalarını tamir etmek için devletten izin almak zorunda olmayacaklardır. (Ancak AB üyesi Yunanistan, Batı Trakya'daki Müslüman Türk azınlığının neredeyse kiremit değiştirmesini bile izne bağlamıştır.) Genel olarak, bu olumlu yaklaşım daha da geliştirilmeli ve 1923 Lozan Antlaşması'nın kapsamına girsinler veya girmesinler, gayri müslimlerin somut talepleri, Heybeliada Ruhban Okulunun kapalı kalmaya devam etmesi konusu dahil, gerektiği gibi incelenmelidir. 
Alevilere yönelik resmî yaklaşımda herhangi bir değişiklik olmadığı görülmektedir. Alevilerin şikâyetleri, sadece Sünni camileri ve dinsel vakıflarının inşası için malî destek sağlanması yanında, okullarda ve ders kitaplarında Alevi kimliğini yansıtmayan zorunlu din eğitimi verilmesi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu konular son derece hassastır; ancak, bunlar hakkında açık bir tartışmaya girmek mümkün olmalıdır. 
2001 İlerleme Raporu- Din özgürlüğü ile ilgili olarak bazı gayrı müslim cemaatlere yönelik daha büyük hoşgörü olduğunu gösteren işaretler vardır. 2000 yılında özellikle Hıristiyanlığın 2000. yıldönümü kutlamalarında Türk makamları Tarsus'ta bir toplantı dahil belli başlı dinsel gruplar arasında düzenlenen "ekümenik" etkinliklere destek oldular. Aralık ayında Cumhurbaşkanı Sezer, Noel ve Hanuka münasebetiyle Türkiye'nin dinsel azınlık gruplarına bir mesaj yayınladı. Azınlık vakıflarına ait olan kiliseler ve diğer binaların onarımı için artık resmî izin gerekli değildir. Ancak Hıristiyan kiliseler, özellikle taşınmaz mülkiyeti ile ilgili olarak güçlüklerle karşılaşmaya devam ediyorlar. Heybeliada Ortodoks Ruhban Okulu'nun 1971'den beri kapalı kalmasıyla ilgili herhangi bir ilerleme olmamıştır. Çeşitli kiliselerin yasal statüsünün tanınmaması, din adamlarının Türkiye'ye girişi dahil bir dizi güçlük yaratmaktadır. 
Sünni olmayan Müslüman toplulukların durumunda iyileşme olmamıştır. Alevilere yönelik resmî yaklaşım değişmemiştir. Alevilerin sorunlarına Diyanet İşleri Başkanlığınca ilgi gösterilmemiştir. Alevilerin şikâyetleri okullarda ve ders kitaplarında Alevi kimliğini tanımayan zorunlu din eğitimi verilmesiyle ve sadece Sünni camileri ve dinsel vakıfları için malî destek sağlanmasıyla ilgilidir. 
Görüldüğü gibi sanal dinsel azınlıklar yaratma çabası bütün hızıyla devam etmektedir. Yıllardır çeşitli platformlarda dile getirilen ekümenliğin tanınması, Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması ve kiliselerin istediği şekilde mal-mülk sahibi olması da nihayet AB'nin talimat listesine(!) dahil edilmiştir. Bu arada Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'ne verilen bir önerge ile Ayasofya'nın kilise olarak ibadete açılması talep edilmiştir. İstanbul için "Constantinople" denilen önergede, "İşgal altındaki görkemli Hıristiyan toprakları"ndan bahsedilmekte ve "Ayasofya'nın Hıristiyan dünyasına iadesi" istenmektedir. Avrupa Konseyi gündemindeki bu konunun yakın zamanda AB Parlamentosu'na gelmesi de sürpriz olmayacaktır. 

Heybeliada Ruhban Okulu Meselesi Nedir?

Heybeliada Ruhban Okulu meselesi AB'nin 1998 ve 1999 ilerleme raporlarında yokken, birden bire 2000 yılından itibaren gündeme gelmiştir. AB, bu okulun açılmasını istemektedir. Henüz ön şart olmasa da ön şart haline geleceğine kesin gözüyle bakılan konulardan birisidir. Çünkü ilerleme raporlarına bu tarihlerde girmiştir; ancak öncesinde diğer konular gibi Avrupa Parlamentosu'nda tavsiye kararları şeklinde gündeme getirilmiştir. Avrupa Parlamentosu'nun bu konuyla ilgili kararlarından bazıları şöyledir;

- Dünyanın her tarafında milyonlarca Ortodoks Hristiyan için Konstantinopolis'teki (AP İstanbul yerine bu ifadeyi kullanmaktadır) Patrikhane'nin önemini gözününde bulundurarak, patrikhanenin ve diğer dinsel yerlerin binalarının korunması için gerekli önlemleri alması için Türk yetkililerine çağrıda bulunur. (24.10.1996)

- Avrupa Parlamentosu, Patrikhane'ye doğrudan bağlı olan Heybeliada Ruhban Okulu'nun derhal yeniden açılması çağrısında bulunur. (24.10.1996) 
Hıristiyan din adamı yetiştirmek amacıyla 1844 yılında kurulan bu okul, zamanla amacından sapmış bu yüzden Lozan görüşmeleri sırasında yasaklanması gündeme gelmiştir. Ancak Batılı devletlerin ısrarı üzerine belli şartlar çerçevesinde faaliyetine izin verilmiş, statüsü de Lozan ile belirlenmiştir. Buna rağmen, Türkiye aleyhine faaliyetlerin merkezi haline gelen, özellikle de Kıbrıs sorununun gündeme gelmesiyle "odak" olduğu ortaya çıkan bu okulun mezunlarından birisi de Enosis'in temel direklerinden Başpiskopos Makarios'tur. Anayasa Mahkemesi'nin özel okullarla ilgili yasayı iptalinden sonra Milli Eğitime veya bir üniversiteye bağlanmayı reddedip, faaliyetlerini kendiliğinden sona erdiren bu okulun, özel ve özerk, evrensel, siyasî ve dinî bir mekân yani ikinci bir Vatikan olması için çalışmalar sürdürülmektedir. 

Kısa sürede onlarca ülkeyi gezen ve gittiği her yerde "ekümen- evrensel patrik" ünvanını kullanan Fener-Rum Patriği Bartholomeos, Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması için AB'den sonra, ABD'nin de desteğini aldı. Süratle uluslararası bir sorun haline dönüştürülen bu konunun çözülmesinden sonra Patriğin, çok sayıda başka hedefi gündeme getireceği bilinmektedir. 
Türk makamları ile yazışmalarında dahi, "Archbishop of Constantinople, New Rome and Ecumenical Patriarch- Constantinople (İstanbul), Yeni Roma ve Evrensel Patrikhanesi Başpiskoposu" ünvanını kullanmaya cüret eden Patriğin bu ünvanı hedeflerini gösterir niteliktedir. Ancak yöneticilerimiz olaya, "Bunların isteklerini kabul ettiğimizde, bizim dinî kuruluşlarımız da özel okul isterse" mantığıyla bakmaktadırlar. Böyle bir endişeyi gerekçe yapanlar düşünemiyorlar ki, İslam dini bir inanç sistemi olmanın yanında büyük Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli dediği, Türk kültürünü oluşturan ana unsurlardan birisidir. Böyle bir anlayış, milleti millet yapan kültürle çatışmaya girmek demektir ki, bu da bindiği dalı kesmekle eş anlamlıdır. 
Atatürk'ün, Lozan Konferansı'nın ilk dönem görüşmelerinin yapıldığı sırada 25 Aralık 1922'de Le Journal Gazetesi'ne verdiği demeçte Patrikhane ile ilgili olarak söylediği şu sözler yeterince açıktır:

"Azınlıklara gelince, bu konuda değiş tokuş ileri sürmüştük. Öbür devletlerin temsilcileri de bu konuda bizim fikrimizi izlemişler ve onaylamışlardı. Ama bir fesat ve hıyanet ocağı olan, ülkede ayrılık ve uyuşmazlık tohumları saçan, Hıristiyan hemşehrilerimizin huzur ve refahı için de uğursuzluk ve felaket simgesi olan Rum Patrikhanesi'ni artık topraklarımızda barındıramayız. Bu tehlikeli örgütü ülkemizde tutmamız için ne gibi vesile ve nedenler ileri sürülebilir? Türkiye'nin Rum Patrikhanesi için topraklarında bir sığınak göstermeye ne zorunluluğu vardır? Bu fesat yuvasının gerçek yeri Yunanistan değil midir?"

İlerleme Raporları; Katılım Ortaklığı Belgesi'nin İlerisinde... Sırada Hangi Talepler Var?

İlerleme raporlarının, Katılım Ortaklığı Belgesi'nin temelini oluşturduğunu, hatta onun da önünde olduğunu söylemiştik. Türkiye hakkındaki ilk ilerleme raporu 1998 yılında düzenlendi ve sonraki yıllarda da devam etti. Türkiye'ye Katılım Ortaklığı Belgesi ise 8 Kasım 2000'de verildi. Bu belgenin hazırlanmasında tümüyle 2000 yılı İlerleme Raporu esas alınmıştı. Daha önce belirttiğimiz gibi 2000 raporunun temel dayanaklarından birisi ise meşhur Morillon Raporu'dur. 2000 ve 2001 yılları ilerleme raporları ile Katılım Ortaklığı Belgesi'ni karşılaştırdığımızda, raporlardaki birçok hususun KOB'a girmediğini görüyoruz. KOB'da olmasa bile raporlardaki tesbit daha doğrusu dolaylı taleplerin ileriki yıllarda gündeme gelmesine kesin gözüyle bakmalıyız. Çünkü, KOB'un başlangıcında, "İlerleme raporlarındaki hususların her halükârda yerine getirileceği" belirtilmektedir. Kaldı ki, "Ulusal Program'ın KOB'un ayrılmaz bir parçası olmamakla beraber, kapsadığı önceliklerin Katılım Ortaklığı Belgesine uyması", kısaca Ulusal Program'ın, KOB'a uydurulması gerektiği de açıkça ifade edilmektedir. 

KOB'da bulunmayıp da, ilerleme raporlarımızda yer alan, bu sebeple bir süre sonra gündeme gelmesi ihtimali bulunan taleplerin neler olabileceğini  raporlardan kabaca taradığımızda önümüzde şöyle bir liste bulduk:  

- Genelkurmay Başkanı'nın, AB, NATO ve AGİT standartlarına aykırı olarak Savunma Bakanına karşı sorumlu olmak yerine hâlâ Başbakan'a karşı sorumlu olması,
- Savunma ve güvenlik konularında parlamentoya karşı pek az sorumluluk olduğu anlaşılmaktadır, (Genelkurmay Başkanlığı kast ediliyor) 
- YÖK'te Genelkurmay Başkanı tarafından seçilen bir üyenin olduğu görülmektedir,
- Daha önce gündeme gelen RTÜK Yasası'nda, RTÜK'e MGK temsilcisinin atanması öngörülüyordu. Yasanın yeni şeklinin Avrupa standartlarına uygun olması  önemlidir,
- Adalet Bakanı'nın Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na Başkanlık etmesi yargı ve yürütme arasındaki güçler ayrılığına gölge düşürmektedir,    
- AİHM kararlarının dolaysız geçerliliği sorunu devam etmektedir, (AİHM kararlarının doğrudan geçerli olması isteniyor) 
- Türk Ceza Kanunu değişikliği 6 No'lu Protokülü imzalama ve onaylama durumu olup olmadığını gösterecektir (Anayasa'daki terör suçlarında idam cezasının TCK değişikliği ile kaldırılmasının istendiği ima ediliyor),
- Her Türlü Irk Ayrımcılığının Tasfiyesi Sözleşmesi, Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi, Uluslararası Ceza Mahkemesi Tüzüğü henüz imzalanmamıştır, (AB üyesi Yunanistan ve İrlanda da Ceza Mahkemesi Tüzüğü'nü imzalamamıştır)
- Türkiye, Lozan Antlaşması ile tarif edilenlerden başka azınlıkları tanımamaktadır, (Böyle bir mecburiyetimiz olmadığına göre, açıkça dayatmada bulunuluyor)
- Alevilik gibi konular son derece hassastır. Ancak bunların hakları konusunda tartışmaya girmek mümkün olmalıdır. Zorunlu din eğitimi verilmesi, sadece Sünni camilere ve dinsel vakıflara malî yardım gibi problemler vardır,
- Heybeliada Ruhban Okulu konusunda herhangi bir ilerleme olmamıştır. Çeşitli kiliselerin yasal statüsünün tanınmaması, din adamlarının Türkiye'ye girişi dahil bir dizi güçlük yaratmaktadır, 
- Sivil Toplum Kuruluşlarının işleyişi hâlâ devlet kontrolündedir. STK'lar Türkiye dışından malî kaynak almak için hükümetten onay almak zorundadırlar, (Son dönemde yaşanan yabancı kuruluşlarla ilişkide olan vakıf ve dernekler ile ilgili tartışmalar hatırlanırsa, bunların tüm faaliyetlerinin serbest bırakılmasının istendiği sonucunu çıkarabiliriz)

- Göçebe çingeneler Türkiye'ye göçmen olarak kabul edilmeyecek gruplar arasında olmaya devam ediyor.  

Görüldüğü gibi daha "yapacak çok işimiz" var. Bu listelerde olmayan ancak 2002 İlerleme raporunda yer alması kuvvetle muhtemel olan bir hususu da biz ilave edelim istiyoruz. Bilindiği gibi Ankara'daki travestiler Mart ayı içinde Bayan Karen Fogg ile görüşerek, yardım istediler. AB'nin, bu sorunu da mutlaka gündemine alacağına inanıyoruz!..
Sanal Değil Gerçek Aday Ülkelerin Sorunları, AB'nin Bunlardan İstekleri Nelerdir? 
AB'nin, Türkiye'nin "temel siyasi eksikliklerine" ilişkin değerlendirmelerine geride kalan bölümlerde çeşitli başlıklar altında yer verdik. Burada diğer aday ülkelerle ilgili tesbitleri mümkün olduğunca geniş bir şekilde ele alarak, AB'nin gerçekten tüm ülkelerden aynı taleplerde bulunup, bulunmadığının görülmesine ve değerlendirmelerinin "insafı" hakkında bir karşılaştırma yapılmasına imkân sağlamak istiyoruz. 

Merkezî ve Doğu Avrupa'nın 10 ülkesinin yanısıra Kıbrıs ve Malta ile ilgili raporların toplu bir değerlendirmesi yapılacak olursa, bu ülkelere yapıcı ve oldukça iyi niyetle yaklaşıldığını, bunların gerçekten AB üyeliğine hazırlanmalarına çaba gösterildiği görülmektedir. Yine bu ülkelerle ilgili olarak ağırlık ekonomik, idarî ve hukukî yapılanmaya verilmekte, siyasî kriterlerde de, örneğin resmî azınlıkları için dil, kültür ve sosyal açıdan topluma entegrasyonlarından bahsedilmektedir. Türkiye için devamlı olarak resmî azınlık veya etnik grup sayılmadıkları halde, neredeyse toplum gruplarının tamamını ayrıştırıcı ve farklılaştırıcı taleplerde bulunulduğu dikkate alınacak olunursa "niyet" farklılığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Diğer aday ülkelere, resmî azınlıkları için tavsiye ve maddî destek verilmekte hatta bunların topluma entegrasyonu için özel programlar geliştirilmektedir. Herhalde Türkiye, böyle özel entegrasyon programları geliştirse, AB raporlarında asimilasyondan ve insan haklarına aykırılıktan bahsedilir, yüksek sesle ve ağır bir dille tenkit edilirdi. 
Türkiye'nin sorunlarına karşılık, AB'nin adeta dayatma şeklindeki talepleri, hem sayıca fazladır ve hem de en hassas konuları içermektedir. Bu gerçek karşısında diğer aday ülkelerden beklentilerin "detay" kaldığını söylememiz mümkündür. Buna rağmen, gerçek aday olan 12 ülke, istenilenlerin tamamını henüz yerine getirmemiştir. Bunlara, yakın dönemde üyeliğe alınacak olanlar da dahildir. Ancak aday ülkelerin tamamının raporları, "Kopenhag kriterlerine uygunluk devam ediyor" şeklinde başlarken, sadece Türkiye için "Kopenhag kriterlerine uyum olmadığı" belirtilmektedir. Türkiye dışındaki ülkelere genelde son derece yapıcı bir üslup kullanılarak, anlayış gösterildiği, ülke yöneticilerinin "niyet"lerinin yeterli sayıldığı, özellikle de Kıbrıs Rum kesimi ile ilgili olarak açık bir "himaye" üslubunun geliştirildiği görülmektedir.                 

Bu tesbitlerden sonra AB'nin 12 aday ülkenin ilerlemesi ile ilgili raporlarını yıllar itibariyle şöyle özetlemek mümkündür:



14 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 12


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 12


İlerleme Raporlarında Kıbrıs Nasıl Ele Alınmıştır? 

İlk üyelik müracaatımıza red cevabının verildiği 1989 yılında Kıbrıs konusu şöyle değerlendirilmiştir; 

"Kıbrıs'taki durum dikkate alınmazsa Türkiye'nin katılmasının politik yönlerine ilişkin bir inceleme eksik olurdu. Burada söz konusu olan, Birleşmiş Milletler'in ilgili kararlarına uygun olarak, Kıbrıs'ın birliği, bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğüdür." 

Sonraki gelişimi diğer raporlardan takip edersek; 

1998 İlerleme Raporu: Türkiye 1974'den beri Kuzey Kıbrıs'ı işgal altında tutmakta ve yaklaşık olarak 35 bin kişilik bir ordu bulundurmaktadır. 1983 yılında adanın bu kesimi bağımsız bir cumhuriyet olduğunu ilan etti. Türkiye dışında uluslararası toplum bu devleti tanımamıştır. Muhtelif BM kararları Kuzey Kıbrıs'ın Türkiye tarafından işgalini ve Kıbrıs Cumhuriyetini kuran antlaşmalara aykırı olarak işgal altındaki kesimde bir bağımsız cumhuriyetin tek taraflı ilanını kınamış ve mevcut durumun kabul edilemez olduğunu belirtmiştir. 

27 Ocak 1997'de Denktaş ve Cumhurbaşkanı Demirel, Kuzey Kıbrıs'ın kademeli olarak Türkiye ile bütünleşmesi hakkında ortak bir açıklama yaptılar. Bu açıklama AB'nin Kıbrıs ile katılım müzakereleri başlatma kararını tarihsel bir hata olarak kınıyordu ve AB'ye tek taraflı üyelik yolunda Rum yönetimi tarafından atılan her adımın KKTC ve Türkiye arasındaki bütünleşme sürecini hızlandıracağını belirtiyordu. Temmuz ayında Türkiye ve Kuzey Kıbrıs ekonomik ve malî bütünleşme, güvenlik, savunma ve dış politika alanlarında kısmî bütünleşme sağlamak için gerekli tedbirleri oluşturmakla görevli bir ortaklık konseyi kuran bir ortaklık anlaşması imzaladılar. Komisyon Türkiye tarafından alınan tedbirlerin AB'nin onayladığı ilgili BM kararlarında ifadesini bulan uluslararası hukuk ile bağdaşmadığı görüşündedir. (Kıbrıs'ın hukukî statüsünü diğer bölümlerde anlatmıştık. Uluslararası hukuku tanımaz bir tutumla Rum Kesimi'nin üyelik başvurusunu kabul eden AB, BM kararlarını da, Garanti Antlaşmaları ve Kıbrıs Anayasasının üzerinde tutmaktadır.) Komisyon BM Güvenlik Konseyinin ve AB'nin tam desteğiyle BM Genel Sekreteri tarafından yürütülen iyi niyet misyonunun ilgili tüm taraflarca aktif şekilde desteklenmesi gerektiğine inanmaya devam etmektedir. Komisyon, Kıbrıs Türk toplumunun garantörü olarak Türkiye'nin esas olarak iki bölgeli ve iki toplumlu bir federasyon kurulmasına dayanan ilgili BM kararlarına uygun biçimde Kıbrıs sorununa âdil ve hakça bir çözüm bulunması için özel ilişkisini kullanması gerektiğine inanmaktadır. (AB aynı şeyi diğer garantör ülkeler Yunanistan ve İngiltere'den istememiştir.) 

1999 İlerleme Raporu- Bay Denktaş ve Bay Ecevit tarafından yayınlanan 20 Temmuz 1999 tarihli ortak bildirgenin gösterdiği gibi Türkiye ve Kuzey Kıbrıs aralarındaki ilişkileri en yüksek düzeyde bütünleme hedefiyle uyumlu olarak geliştirmeyi öngörmektedirler. Bir garantör olarak Türkiye G-8'in davetiyle başlatılan BM süreci çerçevesinde iki tarafı bir araya getirmek için güçlü taahhüt göstermelidir. Türkiye tüm tarafların meşru çıkarlarını dikkate alan kapsamlı bir çözüme varmak için bu çerçevede aktif ve yapıcı bir rol oynayabilir. 1996 yılında AİHM, Kuzey Kıbrıs'taki emlâkına erişim imkânından mahrum edilmiş olan bir Kıbrıslı Rum kadının (Bayan Loizidou) davasında Türkiye aleyhine bir karar aldı. Temmuz 1998'de aldığı ikinci bir kararla mahkeme davacı lehine parasal tazminat hükmetti ve tazminatı ödemesi için Türkiye'ye Ekim 1998'e kadar süre tanıdı. Türkiye bugüne kadar söz konusu arazinin Türkiye'de değil KKTC'de bulunduğu gerekçesiyle mahkemenin kararına uymamıştır. Nisan 1999'da Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin Başkanı Türkiye'nin mahkeme tarafından belirlenen tazminatı ödemekle yükümlü olduğunu hatırlatmıştır.

2000 İlerleme Raporu- Helsinki'de 10 ve 11 Aralık 1999 tarihlerinde yaptığı toplantıda Avrupa Birliği Konseyi, 3 Aralık'ta New York'ta Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulunması amacına yönelik görüşmelerin başlatılmasını memnuniyetle karşıladı ve BM Genel Sekreteri'nin süreci başarılı bir sonuca bağlama çabaları için güçlü desteğini ifade etti. Cenevre'de 2000 yılının Şubat ve Temmuz aylarında, özlü konulara ilişkin anlamlı bir görüşme olmaksızın, ikinci ve üçüncü tur dolaylı müzakereler yapıldı. Eylül ayında New York'ta dördüncü bir tur düzenlendi. BM Genel Sekreteri'nin Kıbrıs Özel Danışmanı De Soto, bu turda iki tarafın özlü tartışmaya girdiklerini bildirdi ve bunu "ileriye doğru niteliksel bir adım" olarak tanımladı. Masaya, dört temel konu olan toprak, mülkiyet, güvenlik ve anayasa konularında fikirler koymuş olduğunu söyledi, fakat bu fikirlerin bu aşamada resmî teklifler olmadığını vurguladı. Bundan sonraki görüşme turunun Cenevre'de Kasım ayı başında yapılması öngörülmüştür. Türkiye, bir garantör olarak, Kıbrıs sorununa Birleşmiş Milletler himayesi altında kapsamlı bir çözüm bulunması için her gayreti göstermeye devam etmelidir. 

Türkiye'nin, kuzeydeki mülküne gitmesine engel olarak, Loizidou adlı bir Kıbrıslı Rum'un haklarını sürekli olarak ihlal etmiş olduğu yolunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin verdiği karar gereğince, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Temmuz 2000'de bu konuda ikinci bir ara karar kabul etti. Bu ara kararda, Bakanlar Komitesi, "bir yüksek âkit tarafın Mahkemenin kararını yerine getirmemesinin daha önce hiç görülmemiş bir şey olduğunu" vurguluyor, "Türkiye'nin Mahkemenin kararını yerine getirmeyi reddetmesinin, onun uluslararası yükümlülüklerine açıkça aykırı olduğunu" beyan ediyor ve "Türkiye'nin, daha fazla gecikmeksizin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin 28 Temmuz 1998 tarihli kararına tam olarak uymasını" ısrarla talep ediyordu.

Kıbrıslılar (Rumlar kastediliyor) tarafından Türkiye aleyhine açılan ve halen İnsan Hakları Mahkemesi önünde bulunan 150-200 kadar benzer dava olduğu tahmin edilmektedir. 

2001 İlerleme Raporu- Güçlendirilmiş siyasî diyalog çerçevesinde AB temsilcileri, Kıbrıs ile katılım müzakerelerinin sonuçlanması öncesinde bir çözüme varılması için fırsat penceresinden yararlanmaya, Kıbrıs Türk lideri teşvik etmesini Türkiye'den istediler. Böylece bir siyasal çözüm temelinde Kıbrıslı Türkler AB üyelik müzakerelerine katılabilirler ve tarafların çıkarlarını yansıtan böyle bir uzlaşmanın sonuçları AB'ye katılım düzenlemelerine yansıtılabilir. 

İlerleme Raporlarında İnsan Hakları Konusu Nasıl İşlenmiştir? 

Türkiye'nin ilk tam üyelik başvurusuna 1989 yılında verilen cevapta insan hakları en son sıralarda yer almış ve "İnsan hakları alanında ve azınlıkların kimliğine saygı konusunda son zamanlarda bazı gelişmeler olmakla beraber, bunlar henüz bir demokraside olması gereken düzeye ulaşmamıştır." denilmekle yetinilmiştir. 

Sonraki yıllarda bu konudaki değerlendirmeler şöyle olmuştur;

1998 İlerleme Raporu: Türkiye ile ilgili ilk düzenli raporun hazırlandığı 1998 yılında siyasî kriterlerin ilk sıraya konmasıyla birlikte 1989 tarihli yukarıdaki görüşe atıfta bulunulduktan sonra Avrupa Komisyonu'nun Gündem 2000 belgesindeki şu değerlendirme rapora aynen aktarılmıştır: 

"Türkiye'nin kişi haklarını ve ifade özgürlüğünü destekleme konusundaki sicili, AB'deki standartların hayli gerisindedir. Güneydoğu'daki terörizm ile mücadele ederken Türkiye itidal sergilemeli, hukukun üstünlüğüne ve insan haklarına saygı göstermek için daha fazla çaba harcamalı ve askerî değil, sivil bir çözüm bulmalıdır. 

Devam eden işkence, kaybolma ve yargısız infaz olayları hükümetin bu tür şeylere son vermeye kararlı olduğunun resmî ağızlardan defalarca beyan edilmesine rağmen resmî makamların, güvenlik kuvvetlerinin faaliyetlerini izleme ve kontrol etme yeteneğinin sorgulanmasına neden olmaktadır. 

Türkiye'nin güneydoğuda karşı karşıya olduğu sorunun ölçeğinin bilincinde olmakla beraber Birlik, terörizme karşı mücadelenin insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne gereken saygı ile yürütülmesi gerektiğini vurgular ve politik bir çözüm için çağrıda bulunur. Dolayısıyla Avrupa Konseyi'nin ve AGİT'in bir üyesi olarak Türkiye'nin taahhütlerini yerine getirmesi zorunludur.(Burada AGİT kararlarına uymayan AB'nin kendisidir. AGİT'in bütün metinleri ülkelerin toprak bütünlüğünü esas almaktadır. Terör örgütünün Güneydoğu'da bağımsız bir Kürdistan devleti kurmayı amaçladığını kabul eden AB'nin, AGİT'in kararlarına rağmen Türkiye'yi suçlaması dikkat çekicidir.) AB'nin Türkiye'nin ve bölgedeki tüm ülkelerin toprak bütünlüğünü desteklediği ve terörizmi kınadığı konusunda Türkiye'nin hiçbir şüphesi olmamalıdır.

İfade özgürlüğü tam olarak teminat altına alınmamıştır ve çok sayıda kısıtlamaya tabidir. Not edilmelidir ki medenî ve siyasî hakların ihlal edilmesi vakalarının çoğu, şu veya bu şekilde hükümetin ve ordunun ülkenin güneydoğusundaki sorunlara gösterdikleri tepkiyle bağlantılıdır."

1999 İlerleme Raporu- Raportörlerin hazırladığı bilgi raporu ülkedeki mevcut durumun bir analizini içermekte ve şu alanlarda yoğunlaşmaktadır: İşkence ve kötü muamele uygulamaları, hukuk devleti, ifade özgürlüğü, hapisteki eski DEP milletvekilleri, anayasal reform ve Kürt kökenli Türk vatandaşlarının haklarına saygı. Raportörler durumun iyileştirilmesi için Türk makamlarına tavsiyelerde de bulunmaktadır.

2000 İlerleme Raporu- Ağustos 2000'de, Türkiye insan hakları sahasında iki önemli uluslararası belgeyi imzaladı: Siyasî ve Medenî Haklar Uluslararası Sözleşmesi ve Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi. Yakında başlaması beklenen TBMM'deki onay süreci, bu sözleşmelerin herhangi birinde yer alan spesifik hükümlere herhangi bir spesifik çekince konulup konulmadığını gösterecektir. Ancak, ölüm cezasının kaldırılması hakkında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne ek 6 numaralı protokol ve Her Türden Irk Ayrımcılığının Tasfiyesi Sözleşmesi dahil, Türkiye'nin henüz katılmamış olduğu bazı önemli insan hakları belgeleri vardır. Türkiye, Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi'ni ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Tüzüğü'nü de imzalamamıştır.

AB, Katılım Ortaklığı Belgesi'nin orta vadeli öncelikleri arasında BM'nin Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi'nin onaylanması şartı bulunmaktadır. Türkiye her iki sözleşmeyi de çekince koyarak imzalamıştır. Ancak Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi'ni AB üyesi olan Yunanistan imzalamamış, Fransa da bizim gibi çekince koymuştur. Kendi üyelerine bile imzalatamayan ya da çekince konulmasına cevaz veren AB'nin, Türkiye'yi böyle bir şart koşması, çekince konulup konulmayacağını da merak etmesi hem dikkat çekicidir hem de çifte standarttır. 

2001 İlerleme Raporu- İşkence ve kötü muamele kökü kazınmış olmaktan uzaktır. Türkiye cezaevi sisteminde önemli bir reform yapmaya hazırlanmakta olsa da cezaevi koşulları düzelmemiştir. İfade, örgütlenme ve toplantı özgürlükleri hâlâ sürekli olarak kısıtlanmaktadır.

İlerleme Raporlarına Sanal Azınlıklar Nasıl Girdi?

Kürtler Azınlık mıdır?

Türkiye'nin uluslararası anlaşmalar ile kabul edilmiş, millî azınlıkları vardır ve bunların kim oldukları bellidir. Buna rağmen AB, ısrarlı bir biçimde özellikle de Lozan Antlaşması'nı tanımaz bir tutum içinde, bu ülkenin aslî vatandaşlarını azınlık gösterme gayreti içine girmiştir. İlk etapta Kürt vatandaşlarımız üzerinde duran AB, daha sonra bunu diğer vatandaşlarımıza da yaygınlaştıracağının işaretlerini vermektedir. İşte AB'nin ilerleme raporlarının satır aralarında "sanal azınlıklar yaratma" stratejisi: 

1998 İlerleme Raporu: (İnsan hakları ve Azınlıkların korunması başlığı altında) Türkiye Ulusal Azınlıkların Korunması İçin Çerçeve Sözleşmeyi imzalamamıştır. 

Türkiye'nin nüfusu 62 milyondan fazladır. Bu rakamın içinde bilgi kaynağına bağlı olarak 8-15 milyon arasında olduğu tahmin edilen Kürt kökenli bir nüfus da vardır. Lozan antlaşmasına göre Türk devleti resmen üç azınlığı tanımaktadır. Ermeniler (50.000), Museviler (25.000) ve Rumlar (5.000). Bu azınlıklar kendi kiliselerini, okullarını ve hastanelerini serbestçe yönetirler. Resmen tanınan bu üç azınlığın mensupları yetkili makamlara kayıt yaptırmakla yükümlüdürler. Bu azınlıkların üyelerinin kimlik kartlarında onların mensubiyetleri belirtilirdi. İçişleri Bakanlığında azınlıklar ile ilgilenen bir daire vardır. Anayasa Kürtleri ulusal, ırksal veya etnik bir azınlık olarak tanımaz. Kürt kökenli vatandaşların politik ve ekonomik hayata katılmaları önünde hukukî engeller yoktur fakat açıkça veya politik olarak etnik kimliklerini öne süren Kürtler taciz edilme veya takibata uğrama riskine girerler (Cumhurbaşkanı Özal, Kürt olmakla övünmüştü). Kürt nüfusun çoğunluğu ülkenin güneydoğusunda yaşar. Bu bölgede, 10 yıldan daha uzun bir süredir Türk hükümeti güneydoğu Türkiye'de bağımsız bir Kürdistan devleti kurma amacını güden ve terörist yöntemler kullanan Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile silahlı çatışma içinde olmuştur. Bu durumun doğrudan bir sonucu olarak Türk güvenlik güçleri tarafından işlenen insan hakları ihlalleriyle birlikte köylerin geniş ölçekte zorla boşaltıldığını ve tahrip edildiğini gösteren kanıtlar vardır. 

Türkiye'deki durumun izlenmesi çerçevesinde Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi, üye ülkelerin yükümlülük ve taahhütlerinden sorumlu Komitenin, Kürt azınlığı konusunu araştırmasını istedi. Türkiye'de Lozan Antlaşması çerçevesinde resmen tanınan azınlıklara ve bu antlaşmanın kapsamı dışında kalan azınlıklara yapılan muamele açısından hukukî ve fiilî bir farklılık vardır. Türk makamları bir Kürt azınlığın varlığını tanımamakta, onları Kürt kökenli Türkler olarak telakki etmektedir. Kürtler Türkiye'nin her yerinde bulunur fakat esas olarak güneydoğuda yoğunlaşmıştır. Ekonomik ve sosyal bakımdan dezavantajlı bir konumdadırlar ve olağanüstü halin yürürlükte olduğu illerde devam eden terörist eylemlerin tüm sonuçlarını, medenî ve siyasî hakların normal kullanımı üzerinde olağanüstü halden kaynaklanan kısıtlamaları yaşamaktadırlar. Bu bağlamda Türkiye güneydoğu sorununa siyasî ve gayrı askerî bir çözüm bulmalıdır. Bugüne kadar görülen esas itibariyle askerî yaklaşım insanî ve malî açıdan maliyetlidir ve bölgenin sosyal ve ekonomik gelişmesine engel olmaktadır. Ayrıca bu yaklaşım Türkiye'nin uluslararası imajına da zarar vermiştir. Bir sivil çözüm kapsamında Kürt kültürel kimliğinin belirli biçimleri tanınabilir ve ayrılıkçılığı veya terörizmi savunmaması şartıyla o kimliğin ifade edilme yollarına daha fazla hoşgörü gösterilebilir.

AB'nin bu ilerleme raporunun ciddi bir analizi gerekmektedir. Öncelikle görüldüğü gibi alenî bir biçimde çoğunluğa mensup bazı vatandaşlarımız "azınlıkların korunması" başlığı altında ele alınmış, Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi'nin raporuna atıf yapılmış olsa da "Kürt azınlığı" ifadesi açıkça kullanılmıştır. Lozan kapsamında olanlar ve olmayanlar şeklinde bir ayırıma gidilmiştir. Kürt vatandaşlarının yoğun olarak Güneydoğu'da bulunduğu iddia edilmektedir. Oysa, AB'nin Karen Fogg'dan önceki Türkiye Temsilcisi Lake, ileride detaylı olarak ele alınacak Türkiye raporunda, Kürt vatandaşlarımızın yurdun her tarafında bulunduğunu özellikle de İstanbul'da yoğunlaştığını belirtmiştir. Bölgenin ekonomik ve sosyal bakımdan dezavantajlı olduğu doğrudur, ancak yurdun birçok bölgesi aynı durumdadır. Diğer bölgeler üzerinde durulmaması dikkat çekicidir. Kaldı ki, bölgenin son yıllardaki gerilemesinde Avrupa destekli PKK terörünün büyük etkisi olmuştur. Ancak AB, bu gerçeğe hiç değinmemektedir. Teröre verdiği desteği unutan AB'nin, terörle mücadelenin maliyetli olduğuna işaret ederek, soruna siyasî ve gayrı askerî çözüm bulunmasını istemesinin sebebi Türkiye'yi düşünmesi değil, terör hareketinin siyasallaşma zamanının gelmesidir. Ayrıca, diğer aday ülkelerin temel sorunlarını gidermeleri için malî desteğini esirgemeyen AB, Güneydoğu için aynı şeyi düşünmemiştir. Bu tür sorunların temelinin ekonomik sıkıntılar olduğunu elbette AB de biliyor. Ancak sadece teröristbaşının idam cezasının onaylanmasından sonra "rüşvet" kabilinden yardım teklifinde bulunmuştur. Rapordaki, "Bir sivil çözüm kapsamında Kürt kültürel kimliğinin belirli biçimleri tanınabilir ve ayrılıkçılığı veya terörizmi savunmaması şartıyla o kimliğin ifade edilme yollarına daha fazla hoşgörü gösterilebilir." şeklindeki ifade, siyasallaştırma çağrısı olduğu gibi, sonraki yıllarda açıkça gündeme getirilecek olan Kürtçe yayın ve eğitim taleplerinin de altyapısı niteliğindedir.

Bu sebeple, diğer yıllardaki raporlarda yer alan ifadeleri de aynen aktarmak istiyoruz;                

1999 İlerleme Raporu- Avrupa Konseyinin üye devletlerince yükümlülüklerin ve taahhütlerin yerine getirilmesi komitesi Ocak 1999 raporunda şöyle diyordu: Önemli nokta şudur ki böyle herhangi bir grup (Kürt kökenli Türk vatandaşları) şimdi iki önemli Avrupa Konseyi sözleşmesinde açıkça ve makul biçimde tarif edilen durumlarda ve şartlar altında kendi doğal dillerini ve kültürel geleneklerini kullanma ve sürdürme fırsatına ve bunun için gerekli maddî kaynaklara sahip olmalıdır. Bu iki önemli sözleşme şunlardır: Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi ve Bölgesel veya Azınlık Dilleri için Avrupa Şartı ve ayrıca Ulusal Azınlıkların Hakları Üzerine Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ek protokol hakkında genel kurul tavsiyesi. (AB, Kürt vatandaşlarımızın azınlık olduğuna karar vermiş ve imzalamadığımız sözleşmeleri dayanak yaparak, haklarını istemektedir. Buradaki "maddî kaynaklara sahip olmalıdır" ifadesi ayrıca çok dikkat çekicidir.) 

2000 İlerleme Raporu- Türkiye, Ulusal Azınlıkların Korunması İçin Avrupa Konseyi Çerçeve Sözleşmesi'ni henüz imzalamamıştır ve Lozan Antlaşması ile tarif edilenlerden başka azınlıkları tanımamaktadır. 

Türkiye'nin, kültürel bir kimliğe ve ortak geleneklere sahip herhangi bir etnik grubu "ulusal azınlık" olarak kabul etmeye istekli olup olmamasından bağımsız olarak, bu tür grupların mensupları, hâlâ açıkça bazı temel haklardan yoksun bırakılmaktadır. Ana dillerinde yayın yapma, ana dillerini öğrenme veya ana dillerinde eğitim alma hakkı gibi, etnik kökenleri ne olursa olsun bütün Türklerin sahip olması gereken kültürel haklar garanti edilmiş değildir Ayrıca, bu vatandaşlara, bu konulardaki görüşlerini ifade etme fırsatları verilmemektedir. Kürt Kökenli Türk vatandaşlarıyla ilgili olarak, Türk devletinin, Kürt taraftarı görüşlerin ifade edilmesine karşı canlı bir şekilde mücadele ettiği belirtilmelidir. Şubat ayında, Kürt taraftarı HADEP'e mensup olan güneydoğudaki üç belediye başkanı, PKK ile bağlantılı olmakla suçlandı ve hapsedildi. Aynı ayda, HADEP'li 18 yönetici, Öcalan'ın yakalanmasını müteakip açlık grevleri başlattıkları için, 3 yıl 9 ay hapis cezasına mahkûm edildiler. Son Düzenli Rapor'dan bu yana, olağanüstü hal bölgesinde çeşitli gazete ve dergiler yasaklandı ve bazı Kürt taraftarı dernekler kapatıldı. Geçen yıla kıyasla, ekonomik, sosyal ve kültürel haklara ilişkin durum, özellikle etnik kökene bakılmaksızın bütün Türkler için kültürel haklardan yararlanma söz konusu olduğunda, iyileşme göstermemiştir. Nüfusun ağırlıklı olarak Kürt olduğu güneydoğuda durum pek fazla değişmemiştir.

2001 İlerleme Raporu- Kültürel bir kimliğe ve ortak geleneklere sahip etnik grupların mensuplarının kendi dilsel ve kültürel kimliklerini ifade edebilme imkânlarında herhangi bir iyileşme olmamıştır. Türkiye ulusal azınlıkların korunması için Avrupa Konseyi çerçeve sözleşmesini imzalamamıştır. Ve 1923 Lozan Antlaşması ile tarif edilenlerden başka azınlıkları tanımamaktadır. 

İlerleme Raporlarında İdam Cezası ve Terörist başı Arasında Nasıl Bir Bağlantı Kurulmuştur?

Uluslararası anlaşma ve sözleşmelerde idam cezasının nasıl düzenlendiğini ve Türkiye'de bu konuda yapılan Anayasa değişikliğini detaylı olarak anlatmıştık. AB, 1999 yılına kadar ülkemizde idam cezalarının 1984 yılından bu yana uygulanmıyor olmasını takdir ediyordu ve gündemin ilk maddelerinden birisi değildi. Ancak teröristbaşının yakalanması ve idam cezasına çaptırılması ile birlikte bu da, Türkiye'nin önüne öncelikle getirilen konulardan birisi oldu. Terörü kınayan ancak Türkiye'nin Güneydoğu'sunda ya da yine AB'nin ifadesiyle "Doğu Türkiye"de bağımsız bir Kürdistan devleti kurmayı amaçladığını kendisinin de kabul ettiği bölücü terör örgütünün faaliyetleri için "meşru çıkarlar" ifadesini kullanabilen Birliğin, özellikle teröristbaşının yakalanmasından sonra  ülkelerinde meydana gelen gösteriler karşısında nasıl paniklediğini de raporlarında görmek mümkün. 15 yıl boyunca ülkeyi kan gölüne çeviren örgütün benzeri eylemleri kendi ülkelerinde yapması halinde AB, acaba "meşru çıkarlar" diyebilecek miydi? AB'nin bu konudaki politikasını yine raporlarından takip edelim;   

1998 İlerleme Raporu- Türkiye ölüm cezasını mevzuatında tutmaya devam etmektedir fakat bu ceza 1984'den beri uygulanmamıştır. 

Türkiye Aralık 1996'da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 3. maddesini ihlal etmekten mahkûm edildi. Halen TBMM Adalet Komisyonu önünde olan ceza kanunu tasarısı ölüm cezasını Türk hukukundan kaldıracaktır. 

1999 İlerleme Raporu: AB-Türkiye ilişkileri PKK lideri Abdullah Öcalan'ın tutuklanması ve yargılanmasından ve 29 Haziran 1999'da Ankara DGM'ce ölüm cezasına mahkûm edilmesinden de etkilenmiştir. Öcalan operasyonu kısa bir süreyle de olsa bazı AB ülkelerinde şiddetli PKK gösterilerine ve Türkiye'de terörist eylemlere yol açtı. Bu bağlamda AB, 22 Şubat 1999 tarihli Genel İşler Konseyi toplantısında aşağıda verilen açıklamayı yaptı: "AB terörizmin tüm biçimlerini kınadığını tekrar eder. Terörizme karşı meşru mücadele insan haklarına hukukun üstünlüğüne ve demokratik kurallara tam saygı içinde yürütülmelidir. Meşru çıkarlar, şiddet yoluyla değil, politik bir süreç yoluyla ifade edilmelidir."

AB, Abdullah Öcalan'ın tutuklanmasının ölüm, rehin alma, yıldırma ve yaygın tahribat ile sonuçlanmış olan kitlesel kargaşa ve şiddet eylemlerine yol açmış olmasını çok büyük esefle karşılamaktadır. Bu tür şiddet eylemlerinin kabul edilemez ve hiçbir şart altında hoş görülemez olduğu şeklindeki görüşünü tekrar ifade eder. AB, Türk hükümeti tarafından verilen Abdullah Öcalan'ın âdil biçimde yargılanacağı güvencesini kaydeder. Bu güvencenin kendi seçtiği avukatlara erişim imkânıyla ve uluslararası gözlemcilerin davaya kabul edilmesiyle birlikte bağımsız bir mahkeme önünde hukukun üstünlüğüne uygun bir açık yargılama ve âdil ve düzgün muamele anlamına gelmesini bekler. Ölüm cezasına karşı olduğunu bir kez daha vurgular. 

AB, Türkiye'nin toprak bütünlüğünü tamamen destekler. Aynı zamanda Türkiye'nin sorunlarını insan haklarına ve demokratik bir toplumda, hukukun üstünlüğüne tam saygıyla, politik yollardan ve Avrupa Konseyinin bir üyesi olarak taahhütlerine uygun biçimde çözmesini bekler. Bu bağlamda terörizme karşı mücadeleyi politik çözümler arayışından ayırmaya ve uzlaşmayı teşvik etmeye yönelik tüm sahici çabaları memnuniyetle karşılar. Bunu desteklemek için AB devamlı malî yardım dahil katkıda bulunmaya hazırdır. [Yıllardır verilmeyen malî yardımlar birdenbire teröristbaşı sayesinde hatırlanır. (S.S.)]

Abdullah Öcalan'ın yargılanması basının ve bazı yabancı temsilcilerin de bulunmasıyla Ankara DGM önünde 31 Mayıs 1999'da başladı. Davada asamblenin bulunmasını sağlamaya yönelik Avrupa Konseyi özel komitesine göre yargılama prosedürü "esas olarak düzgün ve ilgili Türk mevzuatına uygun görünmektedir..." diğer yandan Uluslararası Af Örgütü yargılama öncesi tutukluluk süresinde ve yargılama boyunca âdil yargılama standartlarının ihlal edilmiş olduğu görüşündeydi. 

29 Haziran 1999'da DGM tarafından Öcalan'a karşı ölüm cezası verilmesini AB'nin tepkileri izledi. AB başkanlığı 29 Haziran 1999 tarihli açıklamasında Türkiye'nin son 15 yıldan beri hep aynı kalmış olan teamülü izleyeceğini ve Öcalan aleyhine ölüm cezasını infaz etmeyeceği "ümidini" ifade etti. Yeni seçilen Avrupa Parlamentosu da 22 Temmuz 1999 tarihli bir kararda, Türk makamlarına cezayı infaz etmeme çağrısında bulundu.   

Öcalan aleyhindeki ölüm cezası Türk Yargıtay'ı önünde temyiz edilmiş olup, cezanın infaz edilmesi için parlamento tarafından onaylanması gerekecektir. 

Mahkûmiyet kararı Yargıtay tarafından tasdik edilirse AİHM önünde temyiz edilebilir. (AB, bir yandan Türkiye'de yargı bağımsızlığını isterken, öte yandan bu ifadelerinde de görüldüğü gibi yargıya müdahale etmekten, teröristbaşına bundan sonra ne yapması gerektiği konusunda yol göstermekten çekinmemektedir.)

Son zamanlarda Öcalan davasıyla ilgili olarak ölüm cezası sorunu Türkiye'de ve Türkiye dışında önemli bir tartışma konusu olmuştur. Öcalan vatana ihanet ve Türkiye Cumhuriyeti topraklarının bir kısmını ayırmayı istemekten suçlu bulundu ve ölüm cezasına mahkûm edildi. Böyle bir cezanın uygulanmasının Türkiye'de ölüm cezasının kaldırılması için sarfedilen önemli çabayı etkisiz kılacağı açıktır. Bu bağlamda Parlamentonun gündeminde olan TCK tasarısında ölüm cezasının kaldırılmasının öngörüldüğü hatırlanmalıdır. 

2000 İlerleme Raporu- Ölüm cezası hâlâ kaldırılmamıştır, fakat bu cezanın infazı üzerine, de facto- moratoryum, Abdullah Öcalan davası dahil, devam ettirilmiştir. Kasım 1999'da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, davacı şikâyetlerinin Sözleşme çerçevesinde kabul edilebilirliğini ve esasını incelemeye etkin şekilde devam edebilmesi için, Türkiye'den Öcalan'ın infazını ertelemesini talep etti. Ocak 2000'de, Türk hükümeti, bu davanın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde sonuçlanmasına kadar infazın geçici olarak askıya alınmasını kabul etti. Ölüm cezasını kaldıracak bir yasanın ne zaman müzakereye sunulacağı konusunda tartışmalar sürmektedir. [AB burada yanılmaktadır. Teröristbaşının dosyasını bekletme kararı hükümete değil, o dönemde üstelik birisi hükümette herhangi bir görevi de olmayan koalisyon ortağı üç partinin genel başkanına aittir. (S.S.)]

2001 İlerleme Raporu- Son Anayasa değişiklikleri insan hakları ve temel özgürlükler alanındaki güvencelerin güçlendirilmesi ve ölüm cezasının sınırlandırılması yönünde anlamlı bir adımdır. Anayasanın değiştirilen 38. maddesi ölüm cezasını terörizm suçlarıyla ve savaş zamanıyla ve yakın savaş tehlikeli durumlarıyla sınırlamaktadır. Terörizm suçlarına ait istisna (herhangi bir çekinceye izin vermeyen) AİHS'ye ek 6 sayılı protokol ile uyumlu değildir. Savaş suçlarıyla ilgili istisna ise 6 sayılı protokol kapsamında caizdir. Değiştirilen bu maddeyi yürürlüğe koymak için Ceza Kanununda değişiklik yapılması gerekecektir. Bu yapıldığında Türkiye'nin AİHS'ye ek 6 numaralı protokolü imzalamak ve onaylamak durumunda olup olmadığını değerlendirmek mümkün olacaktır. Ölüm cezalarının infazı konusunda 1984'den beri devam eden fiilî moratoryum sürdürülmüştür. Abdullah Öcalan davasıyla ilgili olarak Türk makamları AİHM önündeki davanın tamamlanmasına kadar idam kararının infazını ertelemeyi kabul etmişlerdir. 

Türkiye, 2001 yılı sonunda yaptığı Anayasa değişikliği ile idam cezasını kaldırmıştır. Sadece aynen AB ülkeleri gibi istisnaî haller için idam cezasını muhafaza etmektedir. AB ülkelerinden tek farkı, savaş ve yakın savaş suçlarına ilave olarak, terör suçlarını da kapsamasıdır. İnsanların ölmediği yakın savaş durumunda idam cezasına cevaz veren AB'nin, 15 yıl süren, 30 bin insanın ölümüne yol açan, gerçekten istisnaî bir hal olan terörü görmezden gelmesi ve bu suçlarda idam cezasının kaldırılmasını istemesi, ne detayları yukarıda aktarılan uluslararası hukuk kuralları ile BM Antlaşmasına ve ne de ahlaka ve vicdana sığmaktadır.

Kaldı ki, Komiserimiz Bay Verheugen bile, yapılan Anayasa değişikliği için, "Ölüm cezasının terörizm ve savaş durumlarıyla sınırlanması, Avrupa standartlarıyla tam olarak uyumlu olmasa da doğru yönde bir adımdır" değerlendirmesini yapmıştır. (15 Şubat 2002- ODTÜ Konferansı) 

Türkiye gibi sürekli terör tehdidi altında bulunan bir ülkeden bunu yapmasını istemenin iyi niyetle ve insan haklarıyla ilgisi bulunmamaktadır. AB, ülkelerin "özel şartlarını" göz önünde tutmak zorundadır. Bu Ekim 2000'de kendisinin aldığı bir karardır. Ancak diğer ülkelerin "özel şartları" dikkate alınırken, konu Türkiye'ye geldiğinde, "Adaylar arasında hiçbir ayrım yapılmadığı" söylenmektedir. AB'nin "özel şartlarla" ilgili düzenlemesi şöyledir:



13 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***