ş.bülent yahnici etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ş.bülent yahnici etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Kasım 2017 Çarşamba

YOLSUZLUK KISKACINDA TÜRKİYE BÖLÜM 8

YOLSUZLUK KISKACINDA TÜRKİYE  BÖLÜM 8



2. OTURUM

YOLSUZLUKLA SAVAŞTA DÜNYADAKİ UYGULAMALAR VE TÜRKİYE İÇİN ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

OTURUM BAŞKANI    -  ŞÜKRÜ KIZILOT
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi

KATILIMCILAR - Prof. Dr. OĞUZ OYAN
Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi
- RECEP YAZICIOĞLU
Merkez Valisi
- KEMAL KILIÇDAROĞLU
Vavek Bakam
- ŞEVKET TAŞDELEN
Emniyet Gnl. Md. Kaçakçılık ve
Org. Suçlarla Müc. Daire Başkan Yrd.
- Doç. Dr. MAHMUT ARSLAN
Hacettepe Üniversitesi İşletme Bölümü


- ŞÜKRÜ KIZILOT (Oturum Başkanı)

Efendim, hepinize tekrar hoş geldiniz diyoruz. Panelimizin öğleden önceki oturumunda ağırlıklı olarak siyasetçilerden ve iki değerli basın mensubundan konulan, değişik açılardan dinlediniz. Şimdi biraz daha farklı, her biri kendi alanında uzman durumunda olan konuşmacılarımızdan olayı dinleyeceksiniz. 
Özellikle son zamanlarda Türkiye'nin gündeminde neredeyse her gün bu yolsuzluk konusu yer almaya başladı. Bir kaç ay önce ortaya çıkan Balina, Atmaca ve benzeri operasyonlar ve buradan ortaya çıkan sonuçları, hemen ardından bankalarla ilgili durumlar, olayın önemini biraz daha artırdı. Şimdi her gün gazeteyi aldığımızda bakıyoruz; bir bankayla veya yöneticisi ile ilgili ilginç bazı durumlar. Tabi hep beraber şunun beklentisi içerisindeyiz; böyle hareketli bir şekilde başlayan bu olay aynı hızıyla devam etsin ve belli bir sonuca gitsin diye bekliyoruz. Çünkü kamuoyunda yer yer bir takım endişeler de ortaya çıkabiliyor. 
Yavaş yavaş geçmişe bakılarak "bu güne kadar yakalananlara hiç bir şey olmadı bundan sonrakiler de yine bu şekilde çıkabilecekler" şeklinde endişeler var. 
Biz burada olayı tartışırken bir de olayın hukuki yönünün de üzerinde durmak istiyoruz. Özellikle 4422 sayılı çıkar amaçlı suç örgütü ile ilgili yasa geçtiğimiz yıl 
yayınlanmış bir yasaydı. Çoğumuz belki de adım görünce bunu farklı bir şey olarak algıladık. Yasada zor veya tehdit uygulanmak suretiyle yıldırma ve 
korkutma veya sindirme gücünü kullanarak suç işlemek için örgüt kuranlara, örgütü yönetenlere veya örgüte üye olanları kapsadığını söylüyor. Acaba özellikle bu bankalarla ilgili uygulama, bu çıkar amaçlı suç örgütü yasasının kapsamına girebilir mi? Çünkü olay daha çok bu açıdan takip ediliyor. Aynı şekilde bu bankaların değişik kişilere verdikleri krediler var. Bu kredilerin takibi sürecinde bir yönetmelik yayınlandı, 26.08.200 tarihli. Bu yönetmelikle, "bankalara olan borcu eğer şirketler ödeyemezlerse limited şirketlerin ortakları hisseleri oranında, anonim şirketlerde ise yönetim kurulu üyeleri tüm mal varlıkları ile şirketin bankaya olan borcundan sorumlu olacaktır" şeklinde bir açıklamaya yer verildi. Burada da şu tartışmanın gündeme gelmesi söz konusu; bizde limited şirket ortaklarının hissesi oranında, anonim şirketlerde ise yönetim kurulu üyelerinin tüm mal varlıkları ile sorumlu olmaları ile ilgili olay vergi borçlarında ve SSK primi borçlarında var. Vergi Usûl Yasasının kanun temsilcilerinin sorumluluğu başlığı altındaki 10. maddesi ile de bağlantılı. Burada yönetmelikle getirilen bu düzenleme başlı başına bir tartışma konusu olacağa benziyor. Ben sözü daha fazla uzatmadan değerli konuşmacılara bırakmak istiyorum. Öncelikle sağ tarafımda oturan Sayın Prof. Dr. Oğuz OYAN 
kendisi Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Maliye Bölümünde Öğretim Üyesi aynı zamanda Türk-İş'de uzun bir süre eğitim müdürlüğü görevini yapmış, yayınlanmış çok sayıda kitabı bildiğim kadarıyla bir kaç yüz tane de makalesi olan bir bilim adamı. Kendisinden özellikle bir üniversite mensubu olarak üniversiteler acaba bu yolsuzluklarla ilgili olarak üzerlerine düşeni belli bir ölçüde de olsa yerine getirdiler mi? O yönünde üzerinde durarak konuşmasını 
rica edeceğim. Konuşmacıların süresi on beşer dakika ile sınırlı. Duruma göre tekrar ikinci bir konuşma süresi tanıyabileceğiz. Buyurun Sayın OYAN.

- PROF. DR. OĞUZ OYAN (Öğretim Üyesi)

Teşekkür ederim Sayın Başkan. Efendim şimdi galiba ilk konuşmacı olarak olayı bir genel boyutlarıyla koymak gibi bir sorumluluğumda var gözüküyor. 
Ben izninizle bir kere bu yolsuzluk meselesinin Türkiye'de bu kadar gündeme çıktığı bir dönemeçte acaba, bunun Türkiye'yi aşan bir takım nedenleri var mı? 
Bu sadece Türkiye'ye özgü olmaktan öte bir olay mı? Biraz oradan başlamak istiyorum. Şimdi bir kere yolsuzluk, bunu Cor-ruption anlamında kullanıyorum, 
yani, bir dejenerasyon yada yozlaşma anlamında değil. O başka bir şey. Onun içinde yolsuzluk dediğimiz olgunun aslında küresel bir olgu olmak gibi bir de 
özelliği de var. Bunun bence çok genel iki nedeni var. Bunun bir tanesi; insanın doğasına özgü nedenlerdir. İnsanlık, bu gün ulaştığı olgunlaşma düzeyinde 
ne yazık ki henüz bu tür kişilik çarpılmalarını aşabilecek bir noktada değildir. O nedenle de zaten denetimin çok önemli bir rolü var; birazdan da değineceğim. 
Yani, hiç kimsenin sadece dürüst göründüğü için, ellerine her şeyin emanet edilemeyeceğidir. İnsan doğası henüz bu tür çarpılmaların dışına çıkabilecek bir 
olgunluğa erişmiş değildir. Dolayısıyla, yolsuzluk meselesinde, bu mesele öncelikle rol alır. İkincisi; aslında içinde bulunduğumuz sistemin kendine özgü doğasına özgü nedenlerdir. Buradan da gelen bir takım önemli etkiler vardır. Şimdi, bu birinci nedeni çok fazla açmayacağım. Ama şunu söyleyeyim; genellikle yolsuzluğa bulaşmış insanlar bunu içselleştirirler. Bunun gerekçelerini bulurlar. Kendilerine göre meşrulaştınrlar. Eğer bunu toplumsal olarak hoş gören ortamlar oluşmuşsa bu tür yolsuzlukları yapanların sadece yanına kar kalmıyor tam tersine, bir de onların yanında bir takım müritler oluşmaya başlıyor. Devletin yanında bir takım alternatif güç odakları doğduğu sürece, bu parasal güç odakları özellikle de illegal yollardan oluşmuş parasal güç odaklan, giderek kendi taraftarları da oluşmaya başlıyor. Özellikle de gelir dağılımının çok bozuk olduğu toplumlarda... O nedenle bu her iki noktayı da çok ciddi olarak ele almak lazım. Çok genel nedenler anlamında. Son 20-30 yıla baktığımız zaman yolsuzlukların arttığını görüyoruz. "Acaba niye artıyor" gibi sorular aklımıza gelebilir. Şimdi niye artıyor, kuşkusuz çok karmaşık süreçler sonucunda artıyor, dünya çapında artıyor. Bunun niye arttığının arkasında, eşitsiz gelişme yasasının getirdiği bazı nedenler var. Yani, aslında dünyadaki rekabet giderek çok vahşi bir rekabet ortamına gelmiştir. Bazı ülkeler kendi şirketlerini desteklemek için örneğin; rüşveti yasal bir gider olarak yazılmasını kural haline getirebilmişlerdir. Bu aslında çok uluslu şirketler bağlamında çalışan bir sistemdir ve bugün bir çok gelişmiş ülke, rüşvetin belirli sınırlar dahilinde gider olarak yazılmasını eğer mümkün hale getiriyorsa o zaman, burada "yolsuzluğun ve rüşvetin ulus-lararasılaşması" dediğimiz bir olaydan da bahsetmemiz gerekir. Yani, burada ilk bakışta sanki gelişmiş ülkeler yolsuzluğa daha az bulaşıyor, gelişmekte olan ülkeler daha çok bulaşıyor gibi ilk yargıdan biraz uzaklaşmak gerekiyor. Kuşkusuz şu doğrudur; gelişmiş ülkelerde yolsuzluğun yaygınlaşma derecesi en azından sayısal işlem anlamında bizden daha az olabilir. Yani, çok küçük 
yolsuzluklar, çok küçük rüşvet alıp vermeler, çok küçük haraç alıp vermeler gelişmekte olan ülkelere kıyasla biraz daha azdır, sayı olarak. Bir dosyayı öne aldırmak için on milyon lira rüşvet vermek gibi çok küçük şeyler olmaz. Çünkü, burada bir toplumsal denetimi vardır işin. Bu kadara düşmez. Ama şu çok açık, çok büyük rüşvetler söz konusu olur, çok büyük yolsuzluklar söz konusu olduğunda gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkelerden daha masum olduklarını gösteren hiç bir kanıt yoktur. Hatta gelişmekte olan ülkelerdeki yolsuzluklara bulaşma dereceleri de oldukça yüksektir. Lockheed ile ilgili yolsuzlukları hatırlayın. Japonya'da başbakanın istifasına kadar giden bir olaydı. Bu çok uluslu şirketler aslında bu tür dolaysız yatırımlar için olsun, pazar kapma yarışı için olsun, bu tür çarpıklıklara başvurma hakkını kendinde görebilmekte dirler. Tabi bunun sadece verici tarafı yok yolsuzluğu başlatan ya da sürdüren taraf olarak bir ayırım yapmak her zaman doğru olmayabilir. Her iki açıdan da bunun savaşılması gereken bir hastalık olduğunu düşünmek lazım. Ancak, galiba bir başka şeye daha dikkat çekmek lazım; yolsuzlukları bizim gibi ülkelere giderek yaygınlaştıran olgu şudur; gelir ve servet dağılımı çok hızlı bir şekilde bozulmaktadır. Dolayısıyla bir üst yaşam tarzına ulaşmanın en kestirme yolu olarak, eğer piyango kültürü dışında bir başka şey arıyorsanız, bu sizi kestirme yollardan zenginleştirecek bir takım kaynaklardır. 
Dolayısıyla, bizim gibi ülkelerde bu daha hızlı yaygınlaşıyor. Hele medyanın giderek zıtlaşan yaşam tarzlarını günü birlik önümüze getirdiği bir ortamda, insanların ekmek kuyruklarında bir taraftan sıraya girerken öbür taraftan çok küçük işlemlerle çok büyük imkanlara kavuşma olanakları bir araya geldiğinde ve bunun giderek de belli bir dönemde milli konjoktürde yaygınlaşma eğilimi gösterdiği ortamlarda, giderek benim memurum işini bilire kadar giden bir yaygınlık, bir salgın haline gelebilmekte. Şu kadarını söyleyeyim; dünya çapında küreselleşmenin getirdiği eşitsizlik aslında tek tek ülkelerin içinde olandan daha fazladır. Dünyada gelir dağılımı en bozuk ülke Brezilya'dır. Şu örneği vereyim; %20'si en zengin dünya ülkelerinde en varlıklı %20'lik kesimin dünya milli gelirdeki payı 1960'larda %70 iken şimdi 1990'larda %85'i aşmıştır. Bu Brezilya da dahil bu noktada değildir. Orada %67'lerdedir. İşte bu tür bozukluklar giderek aslında kabul edilebilir sınırların ötesine geçmekte ve dolayısıyla yolsuzlukların temel nedenlerinden biri olmaktadır. Şimdi isterseniz biraz daha farklı nedenlere de girelim. Örneğin, vergi cennetlerinin dünya çapında oynadığı rol yolsuzlukların bir diğer aracı olarak ortaya çıkmaktadır. OECD Kaynaklarına göre; dünyada elli beş kadar sayılmış vergi cenneti bulunmaktadır. Bunlar çok büyük fonların transit merkezleri olarak çalışmakta ya da kaydi merkezleri olarak çalışmaktadır. Örneğin; CAYMAN adalarında, nüfusundan fazla banka merkezi bulunmakta ve dünyanın beşinci büyük banka merkezi olma özelliği taşımakta. Bu sadece vergiden kaçış olarak algılanmamalıdır. Aslında fonların ve kara para aklamanın mekanizmaları olarak çalışmaktadır. Peki kara para nereden çıkıyor? Sadece mafya tipi ekonomik suç örgütlerinden mi çıkıyor kara para yoksa bunun aslında bazen legal versiyonları da var mı? veya hatta belki de mafyanın kendisi acaba sadece yer altı ekonomisinden mi kazanç sağlar yoksa mafyada giderek legal işlemlere doğru fonlarını aktarmaya mı başlamıştır? Aslında Birleşmiş Milletler raporlarına bakarsanız, bugün mafyanın sadece yer altı ekonomisinden, yani illegal faaliyetlerinden yaptığı işlem hacmi, uluslararası suç örgütlerinin, salt yasa dışı faaliyetlerden yaptığı işlem hacmi, bir trilyon dolar mertebesine varmıştır. Bir trilyon doların ne anlama geldiğini anlamak için Türkiye milli gelirinden yola çıkılabilir. Türkiye milli gelirinin beş katı. Bu sadece yer altı. Bir de giderek bu ekonomik suç örgütleri artık bu fonlarını aklamak için legal yani doğrudan yatırım faaliyetlerine de girişmişlerdir. 

Onları hiç hesaba katmıyoruz. Muhtemelen bunun daha üzerinde bir rakamla karşı karşıyayız. Dünya Bankasının bir uzmanının sunduğu bir rapordan bahsedeyim. Yolsuzluk yükü diye tanımladıkları yani, bir şirketin bir ülkede yatırım yaptığı zaman vergi dışında ne kadarlık bir yolsuzluk yüküyle karşı karşıya olduğu, yani ne kadar rüşvet veriyor, haraç veriyor ve bunlar, yatırımlarının ne kadarım tutuyor diye. Bu konuda yapılan araştırma, OECD ülkelerinde yolsuzluk yükünün ya da yolsuzluk vergisinin en düşük oranda olduğunu gösteriyor. Yani, o ülkeler içinde Türkiye'yi dışarıda tutmak lazım, OECD ülkelerinin marjinal bir ülkesi olmak bakımından... 

Gelişmiş zengin OECD ülkeleri açısından bakarsak, en düşük gözüküyor. En yüksek oranlar Latin Amerika ve Afrika'da ortaya çıkıyor. Bu, dediğim gibi gelir 
dağılımı bozulmalarıyla çok yakından ilişkili. Bu arada, eski Sovyetler Birliği coğrafyası Doğu Avrupa, Baltık Ülkeleri bunları izliyor. Asya'da daha iyi gözükmekle birlikte gene de OECD ülkelerinin epey altında kalıyor. Aslında Türkiye, OECD ortalamalarının genellikle çok üzerinde yer alan bir ülke. Dünyanın çeşitli ülkelerinde iş yapan firmaların beyanına göre, yolsuzluk vergisinin sıklığı açısından bakıldığında Türkiye'yi orta sıralarda gösteriyorlar %40 ile, %1997 yılı ve¬rileridir. Ancak, en düşük yolsuzluk ülkeleri bu gelişmekte olan ülkeler arasında örneğin; Hongkong ve Singapur çok yüksek fark var. Yani, en düşük yolsuzluk ülkelerinde yolsuzluk sıklığı beş iken, en yüksek de yetmişi aşıyor. Dolayısıyla çok ciddi farklar var. Türkiye'de bankacılık sektörü ile ilgili yargıda şudur; Türkiye'de bürokratik yolsuzlukların, 
yargı yolsuzluklarının daha fazla olduğu varılan sonuçlardan biridir ama, bankacılık sektöründeki sıralamada Türkiye; henüz 97'de daha bu olaylar ortaya çıkmadan yolsuzluk-larda yüksek noktalarda yer almakta. Bu aslında hiç kimsenin bugün keşfettiği bir olay değildir. 1997 oldukça yakın gözükmekle birlikte bugün ortaya çıkan son dalganın epey öncesinde yer alan bir yıldır. Aslında, Türkiye'de bankacılık sektöründeki krizin 94 sonrasında yatışmadığını ve bunun yeni krizlere yol açacağını bilmemek için herhalde çok fazla bürokrat olmak gerekirdi. Şimdi şunu da söyleyeyim; Türkiye'ye şöyle bir hızla gelirsek; bugünkü mali sistemde ortaya çıkan ve bence henüz buzdağının sadece bir bölümü olarak çıkmış olan bu yolsuzluklar, kuşkusuz Türkiye'deki seçilen ekonomik ve siyasal yönelişlerle de ilişkilidir. Türkiye, 1983-84 sonrasında bir çok şeyden birden vazgeçti. Bir, denetimden vazgeçti. Denetçiler hor görüldü Türkiye'de. İki, Türkiye 1984'ten itibaren yarattığı fon ekonomisiyle bütçe dışına sadece kaçışı değil, mali mevzuatın dışına kaçışı resmileştirdi ve yasallaştırdı. O noktaya geldi ki; Türkiye'de fonların bütçe gelirlerine oranı, 1991-92'de %55'e çıkmıştı. Türkiye'de Sayıştay denetiminin dolayısıyla, Meclis denetiminin, Türkiye'de ihale kanununun ve Türkiye'de genel muhasebe ilkelerinin dışında yönetilen fonlar hepsinin kanununda bunlar yazılmıştır. Fonların temsil ettiği kaynaklar, bütçenin temsil ettiği kaynakların %55'ine varacak noktaya gelmiştir. 1980'lerde bu fon ekonomisi üzerine yazarken bizi çok aykırı görüyorlardı. Sistemin böylesine esnekleştirilmeye çalışıldığı bir noktada bizi; çok katı eski bürokrat dinazor olarak niteliyorlardı. Şimdi IMF'nin zorlamasıyla, fonlar bütçe içine alınıyor. Bütün bunlar zamanında söylendiğinde ne yazık ki basında yer bile bulamıyordu. Dolayısıyla, burada bütün bir toplumun paylaştığı, en azından bu toplumun düşünen insanlarının da paylaştığı bir kolaycılıktan, bir denetim dışına kaçıştan bahsetmemiz lazım. Aslında bu denetim dısına kaçış bir anlamda Türkiye'de siyaset erkinin bireyselleştirilmesi hareketinin de içinde oldu. 

Hazinenin koparılmasından tutun, Maliye Bakanlığında bir takım üst kurullarla, devlet yönetimi alışkanlığına geçiş bir takım bürokratların, bakanları bile atlayarak Başbakan ve Cumhurbaşkanına iş kotarmaları...

Karayollarında bunun yargıda kanıtlanmış ve hükme bağlanmış sonuçlan olmuştur. Bütün bunlar aslında hepimizin gözleri önünde oldu. Ama acaba biz de muhalefet görevini ne kadar yerine getirdi? Yani o dönemlerde, Özal iktidarı aleyhine bir şeyler söylendiğinde ne kadar yankı bulabiliyordu. 

Türkiye bu noktalardan geldi. Biz, şimdi her şeyi terse çevirmeye başladık. Şimdi, yeniden denetimin önemi Türkiye'de en azından anlaşılmaya başlandı. 
Tam anlaşıldı demiyorum. Bu nereye kadar gider, bunu tahmin etmek çok zor. Çünkü, Türkiye'de güçler dengesi öylesine bozuldu ki sonuçta acaba biz gerçekten yeniden mali disiplinin çalıştığı bir toplum hali¬ne gelebilecek miyiz? Bu ilişkiler zinciri nereye kadar gidecek, bu ilişkiler zinciri herkesi rahatsız ettiği zaman artık yeter! demeyecek mi belli kesimler? Bütün bunların yanıtının çok açık verilmesi lazım. Çünkü bu bir kaç tane öne çıkmış bürokratın sonuna kadar 
götürebileceği ilişkiler değildir. Efendim, şimdi IMF de, Türkiye de mali saydamlık istiyor. Yani yolsuzluktan önlemenin yollarından bir tanesi kuşkusuz 
"mali saydamlık". Yani devletin şeffaf olmasıdır. Bu devletin şeffaflığı kuşkusuz bir kere her şeyin bütçeden ve parlamento denetiminden geçmesinden başlıyor. 
Bu parlamentoyu beğenin, beğenmeyin. Parlamentoyu Türkiye'de insanlar seçiyorlar, Türkiye'nin parlamentosunu oluşturuyorlar. Siz bunu oluşturduktan sonra parlamentonun dışında işler kolaylaşsın diye bir takım harcamaları çıkarıyorsanız, bunda bir tuhaflık var demektir. Aslında burada, parlamentonun kendisi kendi haklarına sahip çıkmadığı için sorumludur aynı zamanda, onu da söyleyeyim. Çünkü Türkiye'de parlamento kendi hakları elinden alındığı zaman, on beş yıldır buna ses çıkarmamıştır. Dolayısıyla, sorumluluklar zincirinin önemli parça¬sı, parlamentonun kendisidir. Bu günde bakın hâlâ Türkiye'de borçlanma hakkı yine bütçe kanunu içerisinde yapılıyor. Hayır, parlamenterler borçlanma yetkisini hükümete vermekte bu kadar cömert olmamalıdırlar. Türkiye öyle bir noktaya geldi ki, bugün kamu kesimi hizmet üretemez noktadadır. Bu hizmet üretemeyen kamu kesimiyle yolsuzlukların üzerine ne kadar gideceğiz meselesi çok ciddi bir tartışmadır. 

En temel sorunları, gelir dağılımı, bölgesel dağılım bütün bunları nasıl gidereceksiniz? Siz vergilerinizin %89'unu bu yılın ilk dokuz ayında faize aktarmışken, yolsuzlukla mücadeleyi hangi programla yapacaksınız gibi, çok temel sorunlarınızı çözmek zorundasınız. IMF gibi kuruluşlar, Türkiye gibi ülkelerde mali saydamlık istiyorlar. Niye istiyorlar? Çünkü aslında uluslararası fınans kuruluşları kendi açılarından haklı olarak fon verdikleri, fonlarını yönettiklerini ya da istikrar programını yönlendirdikleri ülkelerin ya da kendilerine üye ülkelerin ekonomik mali durumunu çok net görmek istiyorlar. Tıpkı bir HOLDING'in kendilerine bağlı şirketleri çok iyi görmek istemesi gibi. Ben IMF istedi diye buna karşı mı çıkmalıyım, hayır. Çünkü saydamlık talebini biz IMF'den çok önce istedik. Biz 1980'lerde saydamlık talebinde üniversite hocalan olarak bulunduğumuzda, IMF'nin böyle bir gündemi yoktu. Türkiye'nin gündeminde yoktu. Ama şimdi var. Şimdi var diye karşı mı çıkmalıyız? 

Hayır. Türkiye'de gerçekten saydamlık felsefesini savunmalıyız. Ama bu saydamlığın Türkiye'de çalışabilmesi sadece birilerinin talep etmesi ile olacak bir şey değil. Sadece bir kaç kişinin, sınırlı sayıda kesimin talebi ile olmaz. Bu mali saydamlık meselesi aslında hem siyasetçilerin, hem bürokratların, hem de toplumun temel meselesi olmalı. Yani toplum verdiği verginin nereye gittiğini görmek isteyecektir ve buna hakkı vardır. Türkiye'de bu sistem çalışmıyor. Bunun çalışması açık söyleyeyim, şu yanılgıdan da gitmeyelim, devleti küçültmekten geçmiyor. Bugün dünyada mali saydamlığın en iyi çalıştığı, yolsuzlukların en az olduğu ülkeler OECD'nin gelişmiş ülkeleridir. Bu ülkelerdeki devletin boyutu, bizimkinden daha büyüktür. Kamu harcamalarını milli gelire olarak aldığınızda bizden daha büyüktür. Dolayısıyla "devleti küçültelim, yolsuzluklar biter", bu yanlış bir algılamadır. Çünkü bir kere, devletin iktisadi alandan çekilmesini sağlayan mali rant, yani gayri nakti haklar dağıtması engellenmez. Yani imar haklan ile yapacağımız bir kanun değişikliği ya da bir yönetmelik uygulaması değişikliği ile siz çok fazla rant dağıtabilirsiniz. Dolayısıyla, buradaki meseleyi de yanlış algılamamak gerekiyor. Burada bütün mesele toplumsal denetimin ortaya çıkışının koşullarını sağlamak. 

Toplumsal denetim ortaya nasıl çıkar? Bu çok kapsamlı sorundur. Projedir. Eğitimle çıkar. İnsanlar eğitimli olduğu zaman daha çok toplumsal denetime talip olurlar. 
Çünkü insanların eğitim düzeyleri düşük ise zaten böyle birşeyin farkına bile varmazlar. Peki eğitim nasıl olur? Eğitim daha çok eğitime kaynak ayırmakla olur. 
Bu bütçelerle olmaz. Bu bütçe ile siz, faize kaynak ayırıyorsunuz. Eğitimden, sağlıktan herşeyden kısıyorsunuz. Dolayısıyla, Türkiye'nin bütün meselesi 
15 yıldır bozulan mali yapıyı ayaklan üzerine tekrar kaldırmaktan geçiyor ve aslında bu bir seferberlik olmaksızın, Türkiye'de herkesin de bu seferber-liğe 
inanmaksızın, bu yolsuzlukların üzerinden gelinebileceği kanısında olmadığımı söylemek isterim. Teşekkür ederim.


9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

YOLSUZLUK KISKACINDA TÜRKİYE BÖLÜM 7


YOLSUZLUK KISKACINDA TÜRKİYE  BÖLÜM 7



SORULAR CEVAPLAR

- DİNLEYİCİ

Ben bütün panelistlere öncelikle teşekkür etmek istiyorum. İktisat literatürüne ilk kez 1974 yılında kazandırılmış, rant arayışı diye bir kavram var. Amerikalı iktisatçı Anna Kroger 1974 yılında yayınlanmış olan bir makelesinde rant arayışı kavramını literatüre kazandırmış. Bunu niçin söylüyorum? Türkiye örneğini inceleme konusu yaptığı için önemli. İlginç olan Anna Kroger 1968-69 yılları için Türkiye örneğine göre bir inceleme yapmış ve sonuçta Türkiye gayri safi milli hasılasının %15'lik bölümünün yani, 1968-69 yılları için %15'lik bölümünün gayri meşru yollarda rant arayışı biçiminde bazı yerlere aktarıldığını söylüyor. Şimdi bu oran uzun yıllar diğer iktisatçılarca tereddütle karşılanmıştı. Ama şimdi anlıyoruz ki, aradan geçen zaman zarfında bu tür kazançlar hırsızlık olarak ortaya çıkmış. Siz değerli panel başkanının çözüm ve değerlendirmelerine, çözüm önerilerine içten katılıyorum. Sayın Yahnici'ye de buradan teşekkür ediyorum. Olay bir ahlak sorunudur. Dolayısıyla insanın içinde vicdan yoksa, Allah korkusu yoksa yolsuzluk önlenemez diyorum. Birde diyorum ki, ortalama yurttaş kadar tepe makamlardaki siyasiler çok daha titiz, duyarlı ve ahlaklı olmak zorundalar.

Şunu arz etmek isterim; bir arkadaşımız konuşmasında 50 senesinde 90 kuruş olduğunu beyan ettiler doların. 50 senesinde 284 kuruş idi. Bunu gençlerin bilmesi lazım. Daha ziyade izahlarım 50 yaşının altındaki kişilere inandırıcı olabileceği kanaatimi arz etmek isterim. Daha çok siyasi kişiler veya siyaset devirleri değil bugünkü davamız, nedir? Yolsuzluklar. Evvelki veya bugünkü bulduklarımız, gördüklerimiz hakkında sizler ne yapıyorsunuz? Diğer genç arkadaşıma bir hususu hatırlatmak isterim. 40'lara doğru gittiler. 40'lı senelerde de yaşadığımız bazı soygun usulleri vardı. Bunları bilmekte ve onlardan da ders alarak olan veya olabilecek şeyler hakkında ne yaptınız ne düşündünüz? Bir örnek vermek isterim. Örnek üzerinde ders alacağız. Bir zamanlar soygunun şekli müesseler soyuluyor ve sonra yakılıyordu. Bu Toprak Ofisindeki örnekler, ordudaki depoların yakılarak soyulduğu ve diğer Milli Eğitim Bakanlığının dahi yakılış şekillerindeki maksatlar, şekiller bilinmesinde fayda vardır, bunlara göre ne yaptık? Ne gibi faaliyetimiz oldu?

- DİNLEYİCİ

Her şeyin sıfıra indiği bir nokta düşünürsek, en azından bundan sonra yapılacak işler için bir devlet noterliğinin kurulmasını ve yine devletin envanterinin çıkartılmasını mümkün görürler mi? Nitekim Sayın Yahnici ilginç bir benzetmede bulundu. Diyelim ki operasyonlardan kaynaklanan çalınan paralar geri alındığı zaman bunu kimler nerelerde bölüşecek, paylaşacak noktasında devlet erkini bile rencide eden çok ciddi bir açmaz içindeyiz. Tüm bunlara paralel, gerek Yalçın Bey gerek Tuncay Özkan Beyde medya patronlarının medyanın genel konumu noktasındaki kanaatlarını kısaca bize söylerlerse çok sevinirim ama özellikle devletin envanterinin çıkartılmasını mümkün görür müyüz?

- YALÇIN BAYER (Gazeteci)

Ben yazarlık yapıyorum ama eskiden yöneticiydim. Tuncay'ın da yöneticisiydim. Tuncay şu anda yöneticilik yapıyor. Onunda görüşünü alın. Ben açıkça bir şey 
söyleyeyim; şimdiye kadar, bana patronumdan şu yazıyı yazma diye birşey gelmedi. Ben kendi aleyhine de yazdım su havzalarıyla ilgili... Ömerli Barajı vardır şu anda. Samimi söylüyorum hiç bir müdahale yok, Ufak tefek bazı şeyler olabilir. Patron açısından değil.

- TUNCAY ÖZKAN (Kanal D Genel Yayın Yönetmeni)

Şimdi efendim buradaki konuşmalarımız, kendi ahlakımızı, kendi hukuk anlayışımızı ve kendi bilincimizi ortaya koyar. Ben çıkıp televizyonda liderlerin karşısında bile konuşma cesareti olan bir insanım. O yüzden hiç öyle komplekslerim yok. Ne yapmam gerekiyorsa, neyin doğru olduğuna inanıyorsam onu yapmaya çalışıyorum. Sorulardan bir tanesi devletin envanterinin çıkartılmasıydı. Onu çok daha önemli buluyorum. Çünkü, Türkiye Cumhuriyetinin neyi var, neyi yok kimse bilmiyor. 
Şimdi düşünün bir tablo var, bir değer olarak duvarda duruyor. O tablo trilyonlar edebiliyor. Bir hazine çünkü 1930'larda siyasilerle bürokrasinin birleşip bir 
oligarşik düzen yaratmadığı dönemler. O zaman demişler ki bu kültür sanat eserlerinin varlıklarını devlet dairelerinde sergileyelim. O amaçla göndermişler. 
Şimdi, 120 milyon alan bir Odacının zimmetinde 500 milyarlık bir tablo durabiliyor. O tablonun orijinalini bulursanız orada durabiliyor. Orijinali başka yerde satılıyor. 
Cumhurbaşkanlarının eşleri bile Başbakanlık konutundan tablo kaldırdıktan sonra bu ülkede kimi, neye emanet ettiğinizi bilmeniz gerekiyor. O anlamda devletin 
bir dokümanının bulunması önemlidir. Ben bunu yerinde bir şey olarak görüyorum. Ama değinmek istediğim bir başka konu var. Çalandan çaldığını alacaksınız. 
Faiziyle birlikte alacaksınız. Ama çalma suçunu göz ardı ederseniz başka çalanlara zemin hazırlamış olursunuz.

Şimdi düşünebiliyor musunuz, silahı elime aldım, gittim bankanın kapısından içeri girdim "verin bana kasadaki paraları" dedim, 25 yıl limitle yargılanıyorum. 
Mahkum olduğum zaman da öyle. Baklava çalsam da aynı şey. O çocuklar oraya baklava yemek için filan girmemişler. Oradaki baklavaları, fıstıkları kaldırmaya 
gitmişler. Sokak çetesi yani. Birazda hukuku böyle yıpratmamak da gerekiyor, diye düşüyorum. Gasp en ağır suçlardan birtanesi. Toplum kendini korumaya çalışıyor. 
Ama şimdi banka patronu olup içini boşalttığınız parayı ver faiziyle geçin. Ben bu anlayışa karşıyım efendim.

- FİKRİ SAĞLAR (Kültür Eski Bakanı)

- Devletin, envanterini çıkarması çok gerekli. Türkiye Cumhuriyetinin kendi envanterini bilmediğini biz bakan olduğumuz zaman gördük. Ben Kültür Bakanlığında envanter çalışmasının yapılmadığım gördüm ve 92'den itibaren, daha önceki başlatılanların üzerine biz de devam ettirdik. Vatandaşını bilmeyen bir devlet kendisini de bilmiyor demektir. Ama son 30 yıla doğru baktığımızda yeni dünya düzeninin, küreselleşmenin, devletin zaten küçültülmesi anlayışının yerleştirilmesiyle; elinde olanları bilmeyen devlet elindeki olanları da sattı, yok etti, devretti. Her taraf yağmalandı. "Devletin malı deniz yemeyen domuz" diye arkasından devam ediyoruz. 

Böyle bir gelenek oluştu. Kültür bir yaşam biçimidir. Bizim demokratik kültürümüz gelişmemiştir. Dolayısıyla demokrasiyle olan ilgimiz, ilişkimiz çok güçlü değildir. 
Ama aslında çok ciddi bir kültür mirasına da sahibiz.
Onu kullanmamız gerekiyor. Ahlak deniliyor. Ahlak eğer toplumsal düzen sizin ahlakınıza etkili olabiliyorsa hukuki yolu, otoriteyi bırakmış, yok etmişse, sizin ahlakınız ona göre gelişecektir. Sayın Başkanın söylediği gibi. Polisin göz yummadığı hiçbir suçun gelişmesi mümkün değildir.

- TINAZ TİTİZ (Oturum Başkanı)

- Vatandaşımızın sayısı bilinmiyor dendi, efendim. Bir ara ben yazı yazıyordum. Kapalı çarşıda bir çırak, bir kuyumcunun çırağı, naylon torba içinde sallaya sallaya parlatılmış altınları götürüyor. Birden naylon torba deliniyor. Bütün o içindeki paralar falan hepsi yerlere dökülüyor. Ufak 8-10 yaşında bir çırak. Etrafdaki vatandaşlar bütün o saçılan paraları alıyorlar ceplerine koyuyorlar ve çocuk da ağlaya ağlaya dükkanın yolunu tutuyor.

Dükkanda da tabi feci halde bir dayak yiyor. Ondan sonra da karakola veriliyor filan. Ben ondan sonra yazı yazmıştı. Dedim ki; ben bu vatandaşlarla, o paraları alan vatandaşlarla aynı kimlikle anılmaktan utanıyorum. Dolayısıyla acaba o insanlar vatandaş mıdır, değil midir? Herhalde karışıklık buradan geliyor. Onun için sayımız tam belli değil. Yani kaçtane vatandaş olduğu onun için pek belli değil. Evet arkadaşım.

- DİNLEYİCİ Efendim benim söylemek istediğim şu; Atatürk bu ülkeyi bizlere emanet etti ve Genç¬liğe Hitabında da bizlere bu ülkenin her türlü sorunlarını 
halletmemiz için yol gösterdi. O bakımdan şuna inanıyorum ki her vatandaş parlamenterinden, sokaktaki insanına kadar bu ülkeye sahip çıktığı takdirde el birliği ile biz bunların üstesinden geliriz ve bu yüzden de bizler elimizden geldiğince gayret gösteriyoruz. Ancak vatandaşımız o derece sıkıntıda ki evine ekmek götürmekten aciz ve biraya gelme yolunu bulamıyor. Benim acizane söyle¬mek istediğim şu; görüyoruz ki yolsuzluğu yapan insanlarımız halktan çıkmıyor, maale¬sef parlamentomuzdan ve bürokratımızdan çıkıyor. Burada parlamenter arkadaşlarımızı görüyoruz. Kimi bu dönemde hâlâ parlamenterlik yapıyor. Kimi de eski dönemlerde par¬lamenter olan arkadaşlarımız. Şimdi 550 tane milletvekilimiz var. Bunlar birbirlerini ta¬nırlar. Parlamenter arkadaşlarımıza soru soruyorum. Sanki sade vatandaşmışsınız gibi bu 
işlerden şikayetçisiniz. Biz de yakınıyoruz. Sizler de yakınıyorsunuz. Acaba vicdanınıza soruyorum, sizler üzerinize düşen görevleri yaptınız mı?

- DİNLEYİCİ

- Efendim ben, Ankara İş Kadınları Derneği Başkanıyım. Aynı zamanda Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği Vakfının Başkan Vekiliyim. 
Ben gazeteci arkadaşlarımızadeğil, siyasilerimize sormak istiyorum. Türkiye şu anda en yoksul günleri yaşıyor. Ekonomimiz durma noktasında. Sayın siyasilerimiz bir sürü çözüm ürettiler, söylediler. Ama bunları nasıl yapmayı düşünüyorlar? Sadace Türkiye'de 3-5 bürokrat mı namuslu. Başka namuslu bürokratımız yok mu? 
Parti milletvekillerimiz şu anda bizim vekillerimiz sayılıyorlar. Bunlar bizden daha çok şikayet ediyorlar, görüyorum ki bir vatandaştan daha çok şikayet ediyorlar ki bunlar çözüm üretme noktasındalar. Bu pisliği onlar temizlemek zorundalar. Nasıl temizlemeyi düşünüyorlar? Lütfen bize aysbergleri açıklasınlar. 
Ama maalesef kabahat siyasilerimizde de değil. Biz millet olarak duyarsız ve tepkisiz bir toplum olduk. Ben sayın vekillerimize bunları sormak istiyorum. 

Teşekkür ediyorum.

- TINAZ TİTİZ (Oturum Başkanı)

Çok teşekkür ederim. Ben tabi buradaki şu anda aktif siyasette bulunan arkadaşlarıma tek tek söz vereceğim. Ama tabi birşey söylerken veya bir soru sorarken esasında bazı cevapları da veriyoruz. O da şu; demokrasinin tek oyunculu bir oyun olduğu, bunun sadece bizi yöneten ve yönlendiren büyüklerimiz olduğu. Onun dışında bizim vatandaş olarak hiçbir görevimizin olmadığı. Bizim sadece yakınmak ve talep etmek gibi iki görevimizin bulunduğu. Ama bizim adımıza birilerinin iyileri düşünüp ve onları uygulamak gibi bir görevi olduğu gibi de tabi buradan bazı imaen sonuçlar çıkartmak mümkün. Buna bütün herkesin dikkatini çekmek istiyorum ve sırayla siyasi arkadaşlarımıza söz veriyorum. Buyurun Sayın Yalçın.

- Ş. BÜLENT YAHNİCİ (MHP Genel Bşk. Yrd.)

- Şimdi efendim demin devletin envanterinin çıkarılmasından bahsedildi. Birde yolsuzluk envanterinin çıkarılması lazım. Yani yolsuzluk nerede yapılıyor? 
Nerelerde yolsuzlukla karşı karşıyayız ve hangi yolsuzlukla kim karşı karşıya olduğunda devletin hangi bi¬rimi, hangi organı o yolsuzlukla karşı karşıya kalıyor. Demin Sayın Bayer bir tarihi perspektif içerisinde zaman zaman karşılaşılan yolsuzluk olaylarını anlatmaya çalıştı. Sayı sıra olarak geçti. Mercedes'ten bahsetti, şu kadar Mercedes diye. O Mercedeslerin davaları hâlâ devam ediyor. Yargıtaya gitti geri döndü. Tekrar gitti. Şimdi zaman aşımından hepsi bitecek. O yargılanların hepsi de dışarda ve o Mercedeslere biniyorlar şu anda hiç merak etmeyin. Yolsuzluğun envanteri dedim. Yolsuzluğun envanteri ne? Yani Türkiye'de nerelerde yolsuzluk yapılır. Bir sürü yerde yapılır. İşte en son bankalarda yolsuzluğu gördük. Bankalar vasıtasıyla soygunu gördük. Bankaların hortumlanması gördük. 

Onun üzerinde duruyoruz. Başka hortumlama yok mu? Türkiye'de Sayın Sağlar bahsetti. Senelerdir kaçak hayvan girer. Türkiye'nin her tarafından kaçak hayvan giriyor. 
Güney-doğu'da 27 milyon koyun sürüsü sayılır, 21 milyonu kaçak. Tarım Bakanınız gider Van'a kaçakçılar tarafından öldürülme tehdidiyle geri gelir. Şeker tahsisi bir ayrı yolsuzluk konusudur. Şekeri tahsisen alırlar. Kuzey Irak'a tahsisle şeker ihraç edeceğiz derler. Bu tahsisle alınan şeker Türk iş piyasasında ucuza satılır, el altından satılır. DPT senelerce ihracat kaydıyla ithalat belgesi vermiştir. Milyonlarca dolar ihracat taahhütlü ithalat belgeleri verilmiştir. Müteahhitlik hizmetleri bir ayrı yolsuzluk sebebidir. İhaleler şu paralarla alınır. İstikhaklar şu paralarla alınır. Akaryakıt diye bir olay var. Güneydoğumuzda rafine kurmuşlar şimdi. Akaryakıtı getirmeleri bir tarafa bir de işliyorlar. Yani bütün bunlar, Türkiye'de hepimizin gündelik hayatta yaşadığımız gördüğümüz bildiğimiz yolsuzluk hadiseleri. Bunların hepsini biliyoruz, hepsinin farkındayız. Son 30 yıl içerisinde de hepimiz gözlemlerimizle bunların farkında olarak yaşayan insanlarız. Hanımefendi diyorki siz siyasetçisiniz ne düşüyorsunuz? Ben siyasetçi olarak sadece tespit yapmakla kalmayan, kendimce tespite karşı tedbir olabilecek konuları da mümkün olduğunca aslında çare nediri 
cevaplamak açısından mümkün olduğu kadar kendi konuşmamda çare olabilecek şeyleri aktarmaya kendi düşüncelerimiz veya siyasi düşüncelerimiz paralelinde 
aktarmaya gayret ettim. Hatta müessese tekliflerim oldu. Yargıda ne yapılmalı, adalet sisteminde ne yapılmalı, denetim sisteminde ne yapılmalı, etkin denetim dedim. 

Yani bütün bunları da söylüyoruz. Bütün bunlarla ilgili işte bankacılık kurulunu yeni kurdunuz, yeni düzenlediniz. Sermaye piyasayı kurulunu yeni kurdunuz, yeni düzenlediniz işliyor. Başka şeyleri yeni kuruyorsunuz. Ombudsman müessesini yeni getiriyorsunuz. Ombudsman müessesesi işler işlemez, Türkiye'ye uyar uymaz. İleride ne olur onu bilmem. Ama demin dediğim etkin denetim sistemi için yeni bir sistemin getirilmesi ve bir merkezi denetleme kurulunun etkin bir şekilde kurulmasını teklif ediyoruz. Bütün bunlar alınabilecek tedbirlerdir. Ama bütün bunların içinde bir şeye bir kere daha ısrarla temas etmek istiyorum. Hukuk sistemi doğrudur. Hukukun üstünlüğüne inanmak, hukuku uygulamak. Hukuku kim uygular? Sayın Nuh Mete Yüksel uygular. Hukuku kim uygular? Vatandaş olarak biz uyarız uymak zorundayız. Hukuka uymadığımızdan bizde bu işler oluyor veya hukuku uygulayanlar iyi uygulamadığından bu işler oluyor. Hukuk bir cezai yaptırım sistemidir. 
O sistemin dışında biz vicdani yaptırım sistemimizi gözden geçirmek zorundayız. Ahlaki ve manevi sistemimizi gözden geçirmek zorundayız. Teşekkür ederim.


- TINAZ TİTİZ (Oturum Başkam)

Çok teşekkür ederim. Efendim süremiz doldu ama bir iktidar, bir muhalefet siyasetçisi¬ne söz vermek istiyorum. Buyurun Sayın Elkatmış.

- MEHMET ELKATMIŞ (FP Milletvekili)

Efendim bazı şeyler ortada kalmış gibi gözüküyor. İşte soru soran arkadaşımız dedi ki sizde şikayet ediyorsunuz. Halbuki siz işi çözmek mevkiindesiniz, şikayet etmeye hakkınız yok. "Ne yaptınız" diyor. Doğrudur. Tabi biz burada sadece şikayet eder konumda değiliz. Belki bilinen bir takım şeyleri ifade ediyoruz ama, şikayet kabilinden değil bunlar. Bir tespit ortaya koyuyoruz; herkesin bildiği bir tespit. Kendi çapımızda da gerek parti olarak gerekse kişisel olarak bunların çözümleri için gayret gösteriyoruz. Bir kere o yolsuzluğun, o hırsızlığın içerisinde bulunmuyoruz. Bunun mücadelesini her platformda dile getiriyoruz. Tabi bütün fatura siyasetçilere kesiliyor. Yani bütün siyasetçileri topyekün-de bu yolsuzluğun, hırsızlığın içerisinde görmemek lazım. Parlamentoda gerçekten çok değerli siyasetçi arkadaşlarımız vardır. Ama maalesef bir soygun düzeni olduğu için bu soygun düzenini kırmak zor oluyor. İşte bunun mücadelesini yapacağız. Sadece burada siyasetçi yapmayacak. 

Hep beraber yapacağız. Bize düşen görev vardır. Belki bizim görevimiz daha ağırdır. Ama biz, bize düşeni yapacağız. Sivil toplum örgütleri kendilerine düşeni 
yapacak. Medyamız kendine düşeni yapacak. Hasılı; her insan kendi üzerine düşen görevleri yapacak. Bunlara prim vermeyecek. Bu soygun ve vurgun düzeninin değişmesi için elbirliği ile gayret edeceğiz, ediyoruz da. Biz dilimiz döndüğü kadar, aklımız erdiği kadar bunun mücadelesini yapıyoruz.

- FİKRİ SAĞLAR (Kültür Eski Bakam)

Hanımefendinin sözlerini birazda kendi üzerime alındım ama, karşılıklı düşünmek gerekiyor diye söylemek istiyorum. Eğer biz yöneticiler ve yönetilenler kendi haklarımızı bilirsek ve sorumluluklarımızı yerine getirebilirsek, her halde bunların hepsini çözebiliriz. Örnek olarak takip ediyor muyuz? Mesela Batman valisinin 2.6 milyon dolarlık bir silah alımında ortadan kaybolan silahlar ve paralarla ilgili kamu oyuna aksettikten sonra Cumhurbaşkanı "rutinin dışına çıkılmıştır canım" deyip kapatıyorsa ve bizler buna ses çıkarmıyorsak bu büyük bir olay. Küçük bir olay diyelim arkasından. Devlet Tiyatroları Genel Müdürü kendi yazmadığı bir eseri yazdım diye gösterip oynatıp ondan telif hakkı alıyor ve bununla ilgili savcılığa başvurması gerekirken bakanı bunu imzalamıyorsa veya arkasından Türk Bank olayının ortaya çıkmasından dolayı bir hükümet düşüyor ve bu hükümeti düşürenlere "niye hükümeti düşürdünüz" diye hesap soruyorsak veya Tansu ÇİLLER 500 milyar liranın hesabını vermeden otobüsün üstüne çıktığı zaman "500 milyar daha sana helal olsun anam" deyip ona oy veriyorsak o zaman bir çok şey karşılıklı çözülmüyor demektir. 
Bizler yani çözme noktasında olanlar çözemiyoruz. Çünkü ya-pım onu getiriyor. 12 Eylül hukuku var, 12 Eylül anayasası var. Siyaset sadece siyasi partilerde ve 
parlementoda. Parlamentoyu da biz seçmiyoruz. Sizler seçiyorsunuz.


- DİNLEYİCİ

Ben doğrudan sorulara geçeceğim izninizle. Birincisi son günlerde tartışılan burada Sayın ELKATMIŞ'm da dile getirdiği bir konu var. Bu yolsuzluğu yapanlar paralarını öderlerse, hırsızlık yapanlar paralarını öderse ya da telafi ederse affedilecekler. Buna göre örneğin; bir tepsi baklava çalıp dokuz yıl hapse mahkum olan birisi bir tepsi baklava getirdiğinde bırakılacak mı? Sorum birincisi bu. İkinci sorum, Sayın ELKATMIŞ'a soruyorum ve Sayın YAHNİCİ'ye. Şu otuz üç yıldır Sayıştay yasasının 64. maddesinde yer alan bir hüküm var. Devleti soyan, zimmetine para geçiren haksız parasını alan birisi ortaya çıkartılıp yargılandığında, mahkum olduğunda 7 sene, 8 sene, 10 sene sonra buna toplam %10 faiz uygulanabiliyor; azami yıllık değil on yıllık, sekiz yıllık. Devleti dolandırmanın dayanılmaz cazibesi. Acaba bu konuda yasayı artık değiştirme zamanı gelmiş midir? Bunu soracağım.

- DİNLEYİCİ

Ben doğrudan Sayın YAHNİCİ'ye iki soru sormak istiyorum. Birinci sorum şu; geçen dönemde adı yolsuzluklara karışan siyasal parti liderlerini sizlerde akladınız. 
Daha doğrusu el kaldırıldı ve Sayın ÖZKAN'ın ifade ettiği tablo çıktı ortaya. Yani elle tutulacak hiç bir şey kalmadı. Böyle düşünüldüğü zaman acaba gerçekten 
yolsuzlukla ciddi bir mücadele yapılabilir mi? İkinci sorum da şu; geçen hafta kamu bankalarının önce özerkleştirilmesi sonra da özelleştirilmesi ile ilgili bir 
yasa çıkardınız. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulunun denetim yetkisini ellerinden aldınız. Bununla siz denetimin özerkleş¬mesinden bahsediyorsunuz. 
Bu davranışla yolsuzluklar önlenebilir mi? Çok teşekkür ederim.

- MEHMET ELKATMIŞ (FP Milletvekili)

Ben bu bir oyundur dedim. Çünkü adamlar bankaların içini boşaltıyor, soyuyor. Efendim bunları tekrar ekonomiye kazandıralım adı altında tekrar onlara kaynak 
aktarılacak ondan sonda da zamana yayılıp ödeyecekler. Nasıl ödeyecekler o da belli değil. Zamana yayacaklar, ama para karşılığı olarak değil. Ondan sonra da 
affedilecek. Yani bu mantığı kabul etmek; bunu kabul etmek mümkün değil. Tabi bunlar daha netleşmiş şeyler de değil. Tasarı olarak Meclise gelmiş bir şey de yok. Yanlız ben bir şey ifade edeyim. Bunun bir oyun olduğunu tekrar söylüyorum. Kabul edilemez bir oyun olduğunu ifade ediyorum ve tasvip etmiyorum.

- Ş. BÜLENT YAHNİCİ (MHP Genel Bşk. Yrd.)

Efendim, şimdi baklava meselesi. Baklava çalan tepsi getirmesi gereği; tepsi yüz milyon yüz elli milyon dolar bir değil. Ben kanaatimi belirtirken bu konu ile ilgili 
tartışmalar, görüşmeler af kanunu kapsamında yapılıyor. MHP'de zaten buna karşı çıkıyor ve bu bütün haberlerde veriliyor diye dikkatinizi çekerek söyledim. Partim buna karşı çıkıyor.

Ceza sisteminden ayrı tutulmasına taraftar değiliz. Bir şekilde hem adamın ceza almasını temin edecek sistemi hem de parayı tahsil edecek sistemi getirmek 
veya bulmak zorundayız. Ha, bunun çaresi nedir? Onu bilerek söylemiyorum. Sayıştay aslında gerekli denetimleri yapar. Memurlar tarafından işlenebilecek 
suçlar var. Rüşvetin iki tarafı vardır biri vatandaştır biri memurdur. İrtikap'ın tek tarafı vardır memurdur. Zimmet ve ihtilasın tek tarafı vardır memurdur. 
Bu suçlara ilgili soruşturmalar yapılıyor. Sayıştay denetimleri ve hatta teftiş denetimleri de yapılıyor. Bunların neticesindeki verilen maddi cezai müeyyide azdır, doğrudur, Sayıştay kanununda mutlaka bu değişikliğin yapılması gerekir diye düşünüyorum. Biz MHP olarak el kaldırmadık. Bunu bütün Türkiye biliyor. 
Biz Meclis soruşturma komisyonları noktasında her iki tarafın getirdiği önergelere de, evet dedik. Az kalsın da, Türkiye üstümüze yıkılıyordu, niye evet dediniz diye.


***

YOLSUZLUK KISKACINDA TÜRKİYE BÖLÜM 6


YOLSUZLUK KISKACINDA TÜRKİYE  BÖLÜM 6


- TINAZ TİTİZ (Oturum Başkanı)

Çok teşekkür ederim Sayın Bayer. Efendim konuşmacılarımızı dinledik. Hepsine teşekkür ederiz. Hepsi Türkiye'nin bu konuda söz söyleme ehliyeti olan insanları, her tarafıyla bize bir resmi gösterdiler. Şimdi sizlere geçmeden önce, bende müsaade ederseniz bir iki ufak noktaya değinmek istiyorum Bu konuda yazılar vardır. Onlardan bir tanesinin başlığı "Çete anatomisini iyi anlamalıyız" diye. Son paragrafını müsaade ederseniz okuyayım. Ondan sonra bir kaç hatırlatma yapmak istiyorum.Bir çetenin oluşabileceği alanlar toplumun onayına tabidir. Toplum onayından geçmemiş bir alanda ne denli gözü kara olursa olsun, hiç kimse çete kuramaz. Kurmasına kurar ama, bir kaç günde dağılır gider. Yani, uzun ömürlü olmaz. Toplum bir çetenin var olup olmamasına benimsediği değerlerle onay verir ya da vermez. Nasıl ki bir evde üreyen böcekler, böceklerin arzusu yoluyla değil de o ev sahibinin pasaklılığı yoluyla oluşuyorsa, çetelerde toplumun çeşitli değerlerinin yarattığı iklim içinde var olabilir ya da olamazlar. Eğer bir çete var ise orada bazı değerlerde sorunlar var demektir. Değerleri bozulmamış bir yerde kimse çete kuramaz. Buna çete kurmanın altın kuralı denilebilir. Türkiye'nin en büyük dört üniversitesinden birini, içinde, yaklaşık yüz kişini görev yaptığı saray yavrusu rektörlük binasındaki tuvalet, yalnızca 
rektör tarafından kullanılabiliyor. Burada bilgi toplumuyla ilgili olarak yapılan bir toplantıya çağrılan davetlilere ise yanındaki bir binanın tuvaleti gösteriliyor. 
Orada da kapının üzerinde şunlar yazıyor; "sular akmadığından dolayı tuvalet kapalıdır." Bu basit görünüşlü olayın çetelerle ilişkisi ilk başta görülemeyebilir. 
Ama çok ilişkilidir. Her sorunun tek nedeni olarak, okul eğitiminin yetersizliğini görüp kaynaklarını bu yolda mobilize etmiş olan ülkemizde, bu basit olay çok 
değerli bir yol göstericidir. İnsanlarımızı okutup hepsini birer profesör yapsak, 59 üniversitemizi kurduğumuz illerimizin her birini birer İstanbul yapsak, sonuçta 
varacağımız yer, tuvaletin ve suyun önemini anlamamış ama beklentileri, iddiaları, tafraları, ihtirasları artmış bir sürü yardımcı çete üyesi oluşturmaktan ileri değildir. 

Çetelerin yok edilmesi, temizlenmesi gibi isteklerimizi gözden geçirmeli, hangi çetelerin üyeleri olduğumuzu keşfetmeye ondan sonra, gerçek mücadele yöntemlerini bulmaya çalışmalıyız. Bir ara 1998'de böyle bir şey yapmıştım. Efendim Discovery kanalı zannediyorum ki; gerçekten hepinizde etkiler yapıyor. Orada her gün belki onlarca, yüzlerce tür bitki ve hayvan görüyoruz. Bir kısmının nasıl olduğunu dahi anlamıyoruz. Yani gözleri, kulakları, oraları, buraları, hiç bizim anlayacağımız gibi değil. Ama bütün bunlann altında, ekoloji dediğimiz bir şey yatıyor. Yani bütün o yaratıkların hepsi uygun bir ekoloji varsa ortaya çıkıyor. Uygun ekoloji yoksa yok oluyor. Şimdi bu aynen yolsuzluklar veya hırsızlıklar ekoloji içinde doğar. Burada adlarını deminden beri saydığımız ve daha saymaya kalksak herhalde bunu gibi yüz tane panelin yetmeyeceği yolsuzluk ve hırsızlıklar bu insanlar var diye olmuyor. Onlar bir ekoloji dolayısıyla var olup tuhaf tuhaf tipler altında ortaya çıkıyorlar. Şimdi Türkiye toplumunun sorun çözme geleneğinde şöyle bir yaklaşım var; bir şeyin dışa vurumlarıyla, manifestas-yonlarıyla onun nedenleri aynı sayıyor ve ne kadar çok manifestasyon varsa, ne kadar çok dışavurumu varsa bunları sayarak bu sorunu çözdüğünü, analiz ettiğini düşünüyor, Türk toplumu. 

Buna çok dikkat etmeliyiz. Nedenleri de ortaya çıkanları birbiriyle karıştırmamak gerekiyor. Sadece nedenler değil, o nedenlerin arasındaki ilişkilerde çok önemli. 
1994-95 yılında yaptığımız bir çalışma var, rüşvetle ilgili. Hem Türkçe hem İngilizce olarak yayınlandı. Rüşvet dediğimiz olaya yol açan nedenleri şurada on dakika uğraşsak hepimiz sıralayabiliriz. Ama bu nedenler arasındaki ilişkileri ortaya koyup da kim kimi ne kadar etkiliyor ve sonuçta da rüşveti nasıl etkiliyor diye ortaya çıktığımızda, işte o zaman hiç konuşmadığımız nedenler ortaya çıkmaya başlıyor. Bakın burada değerler sisteminden bahsettim. Ahlakın çok önemli rolü üstünde hepimiz konuştuk. Hukuk ve ahlakı aynı kefeye koymak lazım belki. Onlardan bir tanesi de bütün toplumlara binlerce yıl yönvermiş olan din kurumudur. 

Ama Türkiye'de din kurumu diye bir şey yoktur. Türkiye'de din kurumu siyasetin emrindedir, bir siyasi enstrüman olmuştur. Dolayısıyla bütün bunlar yoktur derken neyin olduğunu, neyin başkasının yerine geçtiğini, neyin işlevini kaybettiğini görmemiz etmemiz lazım. Bu nedenler arası ilişkiler durup dururken oturduğumuz yerde anlaşılabilecek bir iş değil. Bugün en basit konuları birer meslek dalı, birer mühendislik dalı, birer disiplin haline getirmişiz. Şimdi şurada görüyoruz ki, son derece karmaşık ilişkileri içeren bir tabloyla karşı karşıyayız ve bu tablo statik de değil. Her geçen gün şekil değiştiriyor. İçinde bulunan aktörleri de ortaya çıkan resme göre tavır alıyor ve bunu saptırıcı, ortadan kaldırıcı, başka yönlere bakmamızı sağlayıcı bir dinamizm öğesi de var içinde. Böyle bir problemi çözmek herhangi bir konuda özel bir bilgi, beceri dalı geliştirmeksizin hangi babayiğit in harcıdır? Bunu bana söyleyebilecek kimse var mıdır? Öyle bir kimya laboratuvarı düşünün ki orada çalışanlar kimya bilimiyle herhangi bir iliş¬kileri yok. Maddelerin nasıl birleştiğini, nasıl ayrıştığını, hangi yapı taşlarından oluştuğu konusunda bir merakları da yok ama ısrarla kimyagerlik mesleğini sürdürmeye çalışıyorlar. Türkiye'de ben buna "sorunlar kimyası" adını veriyorum. Sorunlar konusunda analizler ve bunlara ait çözümler üretebilmemiz için önce bu sorunlar kimyasını iyi öğrenmemiz gerekiyor. Yolsuzluklar hiyerarşisi dediğimiz şey tamamen bu kimya ile ilgili. Keşke mümkün olsaydı da Türkiye'de bütün bu hırsızlıkları, yolsuzlukları yapanlar sadece belirli insanlar olsaydı. Onları bir biçimde teşhis edip yok ederdik. 
Böylelikle de bu işler biterdi. Ama yolsuzlukların bir hiyerarşisi var. En tepesinde en büyük paraları çalanlar, uzun dönemli en büyük zararları verenler var. 
Ama bu hiyerarşinin altına doğru indiğinizde hele bizim gündelik yerlerde yaptığımız basit kural ihlalleri var. Bir toplantı salonunda telefonların çalması 
dahi bu kurallara dahildir. Bu çok masum görülebilir ama, onun üstüne uçakta telefon kullanmak binebilir. Onun üstüne trafikte hız sınırının üstünde kullanmak 
gelebilir. Onun üstünde alkollü araç kullanmak gelebilir. Onun üstünü üç sene çalışmaması gereken yerde çalışmak gelebilir. Onun üstüne gizlememesi gereken bilgiyi gizlemek gelebilir. Bunlar kademe kademe giderler. Şu bir altın kural olarak bilinmelidir ki hiç bir yolsuzluk, hiçbir eğrilik daha onun altındaki basit bir eğrilik tabanı olmaksızın ayakta duramaz. İşte çete kurmanın altın kuralı deminkiydi. Belki yolsuzlukların altın kuralı da her yolsuzluk daha basit bir başka yolsuzluğun eğriliği üstünde yer alabilir. Hepimiz kendimize dönerek, "ben hangi eğriliklerle benim üstümdeki daha büyük eğriliklere taban inşa ediyorum" diye kendimize sormamızda yarar var. Sonuç şudur; yakınma yoluyla tepkilerimizi dile getirme alışkanlığı zannediyorum ki, yolsuzlukların gerçek nedenlerinin ortaya çıkarılmasının karşısındaki en büyük engeldir. Onun için bu yakınma işini bırakarak son derece serin kanlı olarak, bu işlere gerçekten bir kimyaya bakar gibi, bir yolsuzluklar kimyasına bakar gibi bakmayı görmemiz gerekiyor. İkincisi de düşünce sistemimizin zaafiyetlerini keşfetmek zorundayız. Bunu bugüne kadar keşfetmedik. Düşünce sistemimiz zayıf, içine virüsler karışmış. Bakınız trafikte emniyet şeridinde araç kullanan birisini durduruyorsunuz, beyefendi veya hanımefendi birisine "burada niçin 
kullanıyorsunuz" diyorsunuz, bakıyor "evet haklısınız, burada kullanılmaz" diyor. Ama diyor bakın başkaları da kullanıyor. Dolayısıyla bende kullanıyorum. 
Bu düşünce sisteminin içine karışmış olan bir virüstür. 

Bu virüs dolayısıyla ürettiği bütün düşünceler bununla enfekte haldedir. Dolayısıyla eğer düşünce sistemimizin içinde bu tip enfeksiyonlar varsa bunları keşfetmemiz ve yok etmemiz lazım. İkincisi nasıl insanların bir bağışıklık sistemi var hastalıklardan koruyorlarsa toplumunda bağışıklık sistemi var. Ona da sorun çözme kabiliyeti diyoruz. Şunu yüksek sesle itiraf etmemiz lazım; bu işin kabadayılıkla filan bir ilgisi yok. Türk toplumunun sorun çözme kabiliyeti zayıftır, dumura uğramıştır. İşte kanser nasıl ki bağışıklık sistemi çökmüş olan organizmalarda ürüyorsa yolsuzluk, hırsızlık, eğriliklerde böylece toplumsal sorun çözme kabiliyeti düşük olan bir ekoloji içinde ürüyor. Önce biz bunu keşfedip bunun nerelerden kaynaklandığına bağırıp çağırmadan çok serin kanlılıkla bakmamız lazım. Hiçbir mimar çizdiği planları bağırarak yapmıyor. Hiçbir kimyager laboratuvarında yaptığı analizleri bağırarak, çağırarak yapmıyor. Biz bu işleri hakikaten bir denklem çözer gibi, çok bilinmeyenli 
ve dinamik bir denklemi çözer gibi, bununla ilgili geliştirdiğimiz bu sorun kimyası disiplininin kurallarına uygun biçimde ve çete kurmanın ve yolsuzlukların altın 
kurallarına uyacak biçimde bakmak zorundayız.



YOLSUZLUK KISKACINDA TÜRKİYE BÖLÜM 5


YOLSUZLUK KISKACINDA TÜRKİYE  BÖLÜM 5


- TİNAZ TİTİZ (Oturum Başkanı)

Çok teşekkür ederim Sayın ÖZKAN. İki gazeteci üst üste olmasın. Sayın Fikri SAĞLAR'a söz verelim. Sonra da Sayın Yalçın BAYER'e.


- FİKRİ SAĞLAR (Kültür Eski Bakanı)


Sizlere ve bizi buraya toplayan çok değerli Ankara Ticaret Odası Başkanına ve yöneticilerine teşekkür ediyorum. Çünkü ülkemizin en önemli sorununu sizin gibi çok değerli insanlarla, aydınlarla birlikte görüşlerimiz düşüncelerimiz doğrultusunda tartışıyoruz, tartışacağız. Gerçekten bu masanın yanında beraber olduğumuz arkadaşlarımız da bu konuda Türkiye'de büyük üretimler yapmış olan insanlar. Çok değerli konuşmalar dinledim. Verilen bütün örnekler, yaşadığımız bütün olaylar, sonuçlar, banka operasyonlarının son¬rasındaki banka boşaltılmalar, Sayın Aygün'ün söylediği gibi rakamı da çok fazla bilmi¬yoruz. Çünkü biz kendi ülkemizin yurttaşının sayısını da bilmiyoruz. Aslında şimdi sor¬sam karşımda maliyeciler denetleme kurulunda çok önemli bürokratlar, siyasiler var. "Bizim iç ve dış borç toplamımız kaç" desem çok değişik rakamlar söyleyecektir herkes de. Onu da bilmiyoruz. Birçok şeyi bilmiyoruz. Ama bilmeden konuşuyoruz. Konuşmamızın nedeni de, var olan sıkıntıların bir sistemden kaynaklandığını çok fazla anlamak istemiyoruz, ya da bize anlatılmıyor. Bu bir sistem meselesi. Bir düzen meselesi, daha doğrusu. 
Bu düzenin sonuçlarıyla şimdi karşı karşıyayız. Ama bu hale ne şekilde gelindi, nasıl bu kadar çabuk farkında olmadan bu noktalara kadar geldik bunları hep birlikte tartışıyoruz, düşünüyoruz. Teşhisi doğru koyunca da sonuçlarını ve çözümlerini de aynı şekilde doğru koyacağız. Bu günlere gelmemizin, bugün burada da bu tartışmaları yapmamızın nedeni 03.11.1996'da bir trafik kazasıdır. Aslında Meclis Trafik Komisyonunun açıkladığı¬na göre yılda on bin kişi trafik kazasından ölüyor. 

Bu, yurttaşlarımızın ve milli servetimizin nasıl yok edildiğinin bir göstergesi, son derece önemli bir olay. Buna çok fazla bakmıyoruz. Hepimiz arabamıza bindiğimiz zaman, gaza bastığımızda o motorun gücünü kendi gücümüz olarak hissediyoruz, soldan gitmeye çalışıyoruz, sola oy vermiyoruz ama hep soldan gitmeye çalışıyoruz yol bizim olsun diye, sağı da açık bırakıyoruz oradan da hiç kimse geçmiyor. Solda herkes tıkanıyor. Bir trafik kazasında Mehmet Özbay isimli bir işadamının öldüğü ama daha sonra Sayın Tuncay Özkan ve çok değerli Yalçın Bayer'in de birlikte hemen ortaya koydukları gibi bunun bir iş adamı değil, bir katliam sanığı, bir mafya lideri kişi olduğunun açıklanması ile birlikte, Türkiye'de bir çok şey değişti. Bu trafik kazası sonrasında hiç bir trafik kazası bugüne kadar on binlerce yurttaşımızın ölmesine rağmen İçişleri Bakanını istifa ettirmemiştir, bir trafik kazası İçişleri Bakanını istifa ettirdi. Mehmet Ağar'ı istifa ettirdi. Çünkü hakkında bir gensoru verildi. 

Ondan itibaren bu trafik kazasının öyle basit bir trafik kazası olmadığını gördük. Çünkü arabanın içerisinden asfalta yayılan belgelere, bilgilere baktığımızda o 
belgeler ve bilgiler Türkiye'nin hangi noktaya geldiğini gösterdi. Şimdi bazı şeyleri yineliyoruz ve çoğumuzda diyoruz ki; "biz bunları biliyoruz".  Ama bundan dört yıl önce bunları bilmiyorduk. Münferit bazı olayları biliyorduk. Çok değerli araştırmacı yazarlar, bürokratlar münferit olarak gördükleri olayları aktarıyorlardı ama orayla sınırlı kalıyordu. Fakat bunun bir sistem olduğunu ancak o trafik kazasından sonra gördük. Trafik kazasını yapan Mercedes arabaya şöyle bir bakalım. Aslında ben bu konuşmalarımın sonrasında; o Mercedes arabanın iç oturuşu Türkiye'de hangi düzenin resmi olduğunu görebilmemize imkan veriyor. Tesadüf mü? Biraz önce tesadüfler dendi ama tesadüf mü yoksa işin gerçeği mi? dikkat edin. Mercedes araba ülkemizde özellikle kamuda, erki ele geçiren siyasetçiler ve şimdi yeni işadamları da, devleti soyarak ya da uyuşturucu kaçırarak hepimizin alın teriyle çok dürüst bir şekilde kazanan esnafın, tüccarın işadamının yanında ancak devleti soyarak veya uyuşturucu kaçırarak birden zengin olan önemli işadamlarımızda aynı yolu deniyorlar. Yani makam arabası olarak Mercedes'i kullanıyorlar. 

Makam arabasının makam koltuğu arka sağ koltuktur. Makam arabasını sevk eden şoför ön solda bildiğiniz gibi. Ama makamı koruyan poliste ön sağda ya da koruma görevlisi de ön sağ koltukta oturur. Genellikle arka sol koltukta da makamla ilişkisi bulunan insanlar olurlar. Bunlar dış dünyayla ya da dostluk derecesine göre oraya oturma hakkını elde ederler. Şimdi bakın Mercedes'in trafik kazasındaki bu tabloya. Makam koltuğunda Abdullah Çatlı oturuyor, katliam sanığı. Üzerinde devletin ona vermiş olduğu sahte kimlik, emniyet görevlisi kimliği. Makamı koruyan koltukta bir siyasetçi oturuyor. Sedat Bucak, ön sağ koltukta. Makam aracını sevk idare eden bir bürokrat, bir güvenlik görevlisi. Oda sol koltukta oturuyor. Dış dünyayla, iş alemiyle veya dünyevi alemle ilişkisini sağlayan arka sol koltukta da bir bayan oturuyor, Gonca Us ismi. Şimdi baktığımız zaman bu tablo, bu fotoğraf aslında Türkiye'nin kimler tarafından ne şekilde yönlendirildiğini, yönetildiğini, hangi oluşumla Türkiye'deki 
düzenin idare edildiğini, gösteriyor. Ayrıca bu aracın içerisinde devletin kayıp silahı var, susturucuyla birlikte. Devletin yine kayıtlara geçmeyen mermileri var. 
Katliam sanığının uyuşturucusu var. Siyasetçinin de paraları var ve arabayı kullanan emniyet müdürünün belindeki silah da. Zaire istihbarat örgütüne satılmış olan bir silah... Yani, Türk emniyet güçlerinde de kaydı olmayan bir silah. Bu silah nasıl oraya gelmiş o da bir başka mesele. Şimdi böyle baktığımız zaman biz ne olduğumuzu görebiliyoruz. Bugünkü düzen, bu yolsuzlukları ortaya koyan düzen, şöyle gerilere giderek açıklanması gereken bir düzen. Bizim kendimizden kaynaklanan ama bizim dışımızdan da oluşan bir düzen. Çok doğru; eğer yolsuzluğu yani hırsızlığı kayırmayı, namussuzluğu Türkiye'deki hukuksuzluğu yok etmek istiyorsak yoksulluğu yok etmeliyiz. Yoksulluğu yok edebilmek için devletin düzeninin, rejimimizin, uygulanan yaşadığımız düzenin değişmesi gerekiyor. Mesele bu dü¬zenden kaynaklanıyor. 
Buna önlemler kanunlarla olmuyor. Çok ciddi bir şekilde radikal, yapısal değişiklikler getirmemiz gerekiyor. Bizden kaynaklanan bölümü, 1950'lere kadar alalım. 
Sizin atalarınız, bizim atalarımız, babalarımız Türkiye Cumhuriyetini, Kurtuluş Savaşı sonrasında kurdular. Emperyalizme karşı kan dökerek kurdular. Kuva-i Milliye heyecanıyla ve ondan sonra Cumhuriyetin temel ilkelerini çağdaşlaştırma doğrultusunda, devrimci bir güçle 1950'lere kadar getirdiler. Emperyalizme karşı mücadele verdiler. Bu mücadelede başarılı oldular ve aynı zamanda o günkü koşullar içerisinde savaş sonrası yıkılmış, talan edilmiş yeni kurulan bir ülkenin varlığını yükseltmeye çalıştılar. Osmanlıdan kalma borçları altın olarak ödediler tek kuruşuna kadar ve 1950'lere kadar gelindiğinde, Türkiye'nin yıllık kalkınma hızı %114'e ulaşmıştı ve bir dolarda 90 kuruşa gelmişti. 1950'den İkinci Dünya Savaşı geçirildikten sonra, Türkiye dünyadaki bloklar arasında bir tercih yaptı. Türkiye Cumhuriyeti'nin temel ilkesi, Cumhuriyeti kuranların oluşturduğu temel ilke; antiemperyalist, antikapitalist ve tam bağımsızlık üzerine dayanmaktaydı. Demokratik açılımları ve insanca yaşam koşullarını bu anlaşıyla sürdürmekteydiler. Kuva-i Milliye'ciler kan dökerek Cumhuriyeti kurmuş olmalarına rağmen yurtta ve cihanda, barıştan yana olduklarını da açıkça koymaktaydılar ve yapısal düzenlemeyi halkçılığa dayanan, devletçilik yanı olan yani, o günkü koşullarda özel girişimci olmadığı için sadece KOÇ ve benzeri bir kaç kişinin olmasından kaynaklanarak, devlet eliyle ekonominin büyümesini sağlamaya çalışmışlardır. 

Bunun için devletçilik ön plana çıkarılmıştı ve yapılan bütün yapısal değişikliklerin aşamalı olarak gelişebilmesi adına da devrimcilik ilkesi, her an yenilenmesi hedef gösterilen çağın üzerine çıkabilme, çağdaş uygarlıkların üzerine çıkabilmek içinde durmadan, gerilemeden ileriye doğru bakma adına oluşturulmuş bir devletçilik, devrimcilik kavramı da yerleştirilmişti ve bildiğiniz gibi iki cephede verilen mücadelenin bir cephesinde zafere ulaşılmıştı. 
Emperyalizme ama ikinci cephe olan irticaya, hilafete karşı olan cephede hâlâ açıklıklar vardı. Cumhuriyetin kuruluş döneminde de ve ondan sonraki 
dönemlerde de gördüğümüz gibi irtica yanlıları, Cumhuriyetin temel ilkelerine, inanca, ibadet özgürlüğüne baskı kuracak, devletin yönetimini dini esaslara göre 
dayandıracak o irtica ve çağın dışına taşıma anlayışını da oluşturulan o cephede başarı daha henüz kazanılmamıştı. Hâlâ da savaş sürmektedir. Ama onun üzerinde anayasal anlamda da laiklik ilkesi getirilerek de çağdaş İslam ülkeleri içerisinde en çağdaş olan bir noktaya gitme doğrultusunda bir açılımda yapılmıştı. Milliyetçiliği, bir kan ve kafatası milliyetçiliği olarak görmemişlerdir. Anayasal yurttaşlık esasına dayalı bir milliyetçilik olarak kabul etmişler ve bu ülkede yaşayan 27 etnik gruptan olan insanlarımızın Kürt, Türk, Alevi, Laz, Çerkez, Arap ayırt etmeden değişik dinden, dilden, mezhepten, renkten, ırktan olan insanların, anayasal yurttaş olarak, yasalar önünde eşit olduklarını söylemişlerdi. Onun içinde hukuk devleti demişlerdi. Demokratik hukuk sosyal hukuk devletini kurma esasını getirmişlerdi. 

Şimdi bu yapı 1950'den sonra bizim seçtiğimiz blokta kapitalist blokta değiştirildi. NATO ile birlikte Türkiye her şeyden önce anti-emperyalist, anti kapitalist, tam bağımsızlık anlayışından uzaklaştırıldı, emperyalizmin güler yüzlerine, kapitalizmin tam içine sokulmaya çalışıldı. Sanayileşme uzaklaştırıldı, montaj sanayi Marshall yardımlarıyla birlikte ulusal sermayenin gelişmesi yerine dışarıdan dış kaynaklı bir oluşumun yapısal anlamda sanayi sektöründe ve diğer sektörlerinde yer alması istendi. Daha sonra temel nitelikleri olan halkçılık, devletçilik, devrimcilik ilkeleri de böylelikle askıya alınmaya çalışıldı. Devrimcilik ilkesi zaten bırakıldı ve hedef komünizmdir, karşı bloktur. Öyleyse komünistlere karşı savunma konsepti olan NATO ile birlikte, yapısal değişikliklerle birlikte, durmalıyız ama sadece Bolşevik'lere değil, onların yerli iş-birlikçilerine de karşı olmalıyız. Onları yakalamalıyız. "En büyük tehlikede odur" denilmekteydi. Bunun içinde devletin içerisinde yeni organlar oluşturuldu. Bu organlar resmi ama yasa dışı organlar haline geldi daha sonra. Şimdi arkadaşlar, bu Ergenekon adı altında İtalya'da "Gladio", İspanya'da "Gal" diye adlandırılan bir oluşum, konjöktüre göre siyasal korumalarıyla birlikte bir siyasi partinin içerisinde de yer alarak bugünlere kadar geldi. 1980'e kadar 'Türkiye'nin milli menfaatleri adına' diye görev yaptı ama bu sırada Türkiye'nin gelişmesi, çağdaşlaşması doğrultusunda yapılan bütün hareketlerin önünde engel olmaya çalıştı. 12 Eylül darbesine zemin hazırladı. Günde yirmi kişinin öldüğü darbenin içerisinde yer aldı. Bu insanlar 12 Eylülden sonra da kullanılmaya başladılar. 12 Eylülden önce masum öğrenci olaylarını ve benzeri birçok hak arayışlarını, toplumda infial uyandıracak noktaya getirdiler. 1980'den sonra Türkiye yeni dünya düzeni diye karşımıza çıkan küreselleşmenin etkisine bırakıldı ve bununla birlikte yapı tamamen değiştirildi. Bugün ulus-devletin yok edilmeye çalışıldığı, sınırların kaldırıldığı bir düzen getirildi. "Uluslararası sermaye Türkiye'ye gelmelidir" dendi ve uluslararası sermayenin gelmesi için anayasal değişiklikler yapıldı. 
Bakın bu son hükümet bu güne kadar toplumda işçilerin, memurların, çiftçilerin, esnafın, emeklilerin, dulun, yetimin talepleri doğrultusunda haklarını iyileştirme ile ilgili yasal düzenlemeleri yapmadı. Öncelikle ilk geldiği andan itibaren tahkim yasası, imtiyaz sözleşmelerini denetleyecek olan yani hukukun sermayeyi denetleyebilecek haklarını elinden aldı. Çalışma ile ilgili yasaları çıkardı. 
Bütün çalışanlar buna karşı durdukları zaman, Şemsi Denizer bir basit olayla öldürülmüş gibi gösterildi. İşçilerin eylemleri bitirildi. 17 Ağustos depreminin gecesi yasalar çıkarıldı. Çalışanların hakları gasp edilmeye çalışıldı. Vergi adaletinden bahsedildi. Devrim olarak vergi alınmayacak dendi. Yeni dünya düzeninin oluşturduğu bir Türkiye noktasına getirildi. 

Bu Türkiye'de çeteleşme ve tekelleşmeyi getirdi. Çünkü bizim gibi geri kalmış ülkelerde sermayenin daha fazla yoğun ve istediği şekilde hareket edebilmesi için, sosyal hukuk devleti olmaktan çıkarılması gerekiyordu. Bunlar yapıldı. Bütün olaylar, münferit olarak sıraladığımız olaylar bu temele bağlıdır. 
Tarım Bakanı çok doğal olarak diyor ki; ben işte şu önlemleri almaya çalışıyorum, ama bunları alamıyorum, yeterli olamıyorum diye şikayet ediyor. 
Bakanlara baktığımız zaman şikayet konumunda olduklarını görüyor¬sunuz, oysa çözmek noktasındalar ama çözemiyorlar. Çünkü devlet küçültülmelidir. 
HA-YEK'in getirmiş olduğu eğer kolektifiz idare genişlerse o zaman kamu diktası ortaya çıkar. Dolayısıyla devleti küçültmek gerekir dendi. Türkiye'de 
hayvan hastalığı kalktı mı? Ama Türkiye'de Veteriner Genel Müdürlüğü kaldırıldı, Zirai Mücadele Bölümü kaldırıldı, Tohum İslah Bölümü kaldırıldı. 
Şimdi deli danalar filan geliyor. Niye geliyor? İşte bunlar yolsuzluk deniliyor. Bufalo operasyonu. Doğru da, bunlar bir sistemden kaynaklanıyor. Şimdi 
bankalardan çok bahsedildi. Bankalar bu yapısal düzenlemenin içerisinde son halka ve en önemli halka. Türkiye kara para cenneti haline geldi. İlk defa bir 
başbakan Cenevre'de berber Yaşar ile birlikte Türkiye'nin kara para aklamasının ne şekilde ol-masının kararını verdi. ŞEMİLER bunları açıklıyor. 
Özal siyasetçi olarak elinden gelen her şeyi yaptı. Devletin gücünü kullanan bu düzene uygun bir oluşum var, arkadaşlar. Devletin içine sızmışlar. 
Siyasetçi, bürokrat, mafya, gladio, tarikat. Bu oluşum devletin gücünü kendi çıkarları doğrultusunda sürdürüyor. Biraz evvel söylediğim yapısal hukuk dışılığa 
çıkmış kurumlarda bunun başında. Medyasıyla, toplumu etkileyecek diğer kaynaklarıyla sistem kendisine yer alıyor. Şimdi bakın bankalardan bahsediyoruz. 

6.1 milyar dolar bu bankaları kurtarmak için para konuldu. Üst kurula verildi. Demek ki 6 milyar dolar oradan alındı. Şimdi ben bu 6 milyar dolara dikkatinizi çekmek istiyorum. Sayın sendika başkanımızda burada, o çok mücadele ettiği için onun önünde de bir kez daha söylemek istiyorum, diğer sivil toplum örgütleri ile birlikte... Çalışanlardan tasarruf fonu diye zorunlu tasarruf fonuna aktarılmak üzere para kestiler. Bunun toplamı 6 milyar dolar. Dedi ki çalışanlar, "bizden aldığınız paramızı bize geri verin". "Bir bardak su için" dediler. Ama öbür taraftan 10 tane bankaya 6 milyar doları verdiler. Çünkü, bankacılık sistemi önemli ekonomide. Doğru, önemli. Ama burada bir tercih var. Tercih nedir? On milyon insan, işçisiyle memuru ile bir tarafta, on kişi bir tarafta. On kişiden yana iseniz, tercihlerinizi belirlemek zorundasınız. Şimdiki düzende globalleşmenin, yeni dünya düzeninin tercihi sermayedir, emek değil. 

Sermaye özgürce dolaşabilir, serbest piyasa ekonomisinden bahsediyoruz. Yirmi yıldır ülkede serbest piyasa ekonomisi uygulanıyor arkadaşlar, sonunda geldiğimiz nokta "yolsuzluk kader değildir", "Türkiye yolsuzluk utancı ile yaşayamazdı". Bunu burada ticaretle uğraşan, ekonomide dinamizm olan siz¬ler söylüyorsunuz. Geniş yığınlar söylüyor. Sizler en önemli sıkıntılar içerisine girdiniz. Ama siyasetçiler, bürokratlar, gladio, mafya size bu düzeni başka türlü anlattı. Bu düzenin başka türlü anlatılmasının sonucunda nereye geldik? Murat Demirel'in Ege Bank'ına geldik. Sayın Tantan'ı herkes destekliyor, peki bende destekleyeyim. Doğru yaptıkları, küçümsenmeyecek bir şey. Ama abartılmaması gerekiyor. Çünkü benzeri bir çok olayları yapanlar var. Asıl burada destek verilmesi gereken, takdir edilmesi gereken yargıçlar, savcılar ve maliyecilerdir. Yine biz bürokratlar mafya ilişkilerinden bahsediyoruz ama Allah'tan ki ülkemizde bir devlet yapısı ve bürokrat namusu var. Çoğunlukta bunlar... Azınlıkta olan insanları çökertmeliyiz. Biz İtalya'dan farklıyız. İtalya'da mafya yönetimi ele geçirdi. Bizde tam yönetimi ele geçirirken trafik kazası oldu. Ama, insanların ölmesini ya da bir yerden çekilmesini beklememeliyiz. 

Ben şunu isterim ve şunu söylüyorum; yolsuzluğu engellemek mi istiyoruz, yoksulluğu engellemeliyiz. Bugün geldiğimiz noktada herkes suçludur, kendi 
payıma da belki düşer. Ama başı var. Övünerek hep alkışladık, plaketler verdik. Denize atar mı, İsparta'nın Eymir gölüne mi atar bilmem? Ama kırk yıldır bu 
ülkeyi yönetmekle övünen Sayın Süleyman Demirci'dir. Eğer biz Murat Demirci'den değil, Süleyman Demirel'den ne yaptığını sorarsak "amcam cumhurbaşkanıdır" diye bankayı aldığında, amca olarak ne yaptığını açıklamasını bekler ve istersek, kamuoyu, yetkililer isterse ve o da gelir bunu anlatırsa, öyle demogaji ile falan değil, anlatırsa o zaman Türkiye hukuk devleti olma doğrultusunda, yoksulluğu ve yolsuzluğu yenme doğrultusunda önemli bir noktaya gitmiştir. 

"Süleyman Demirel mi sadece?" diyeceksiniz hayır. Sayın Ecevit de on beş tane dosyanın aklanmasına el kaldırdı. Arkasından Mesut Yılmaz... İçi boşaltılan 
bankaların verilmesinde imzaları da var. Güneş Taner, Tansu Çiller, Mehmet Ağar bunlar gelip bilgilerini ortaya koyarlarsa çözülecektir. Halkın da beklediği 
bu. Evet, bunları çözmek için hukuk devleti olmak lazım. Tam demokrasiye ulaşmak lazım. Sosyal hukuk devletinin bütün temel taşlarını koymak lazım. 
Eğitimi oluşturmak lazım. Kuvvetler ayrımında yürütmenin; yasama ve yargının üzerindeki baskısını kaldırmak lazım. Bugün Türkiye'yi üç kişi yönetiyor. 
Üç lider bir araya geliyorlar karar alıyorlar, yasa çıkacak diyorlar karar alıyorlar, denetlenmeyecek diyorlar karar alıyorlar, ekonomi böyle olacak diyorlar, 
onları da Cottarelli yönetiyor. Dolayısıyla bizler hiçbirimiz yokuz yönetimin içerisinde. Belki bir arkadaşımız bundan kaynaklanarak dün dedi ki; "Milli Güvenlik Kurulu tam demokrasiye geçme doğrultusunda tavsiye karan almalıdır ve Türkiye demokrasiye geçmelidir ki yolsuzluklar bitsin." Bu anlayış eğer siyasetçi, bürokrat bir yurttaşta varsam zaman Türkiye'ye demokrasi gelmez. Aslında bazı kurumlara hakaret ediyoruz. Demek ki o kurumlar tavsiye kararı almadıkları için demokrasi yok, yolsuzluklar, hırsızlıklar, yoksulluk var. Böyle şey olmaz. Yurttaş olarak kendi haklarımızla ortaya çıkmalıyız. Eğer bugün bu yapılan panel, yurttaşların genel talebi olarak burada onların temsilcisi ekonominin dinamizmi olan sizler tarafından yapılıyorsa, Türkiye'nin önü açıktır. Ben umutluyum onun için. Hepinize tekrar teşekkür ediyorum.



- TİNAZ TİTİZ (Oturum Başkanı)

Teşekkür ederim. Sayın Yalçın BAYER size söz veriyoruz. Sizden de özellikle istirham ediyorum, bu zamana riayet etmek konusunda.


- YALÇIN BAYER (Gazeteci)

Hırsızlık bizim genlerimize Osmanlılardan geliyor. 16. yy.'da KANUNİ'nin bir damadı varmış Rüstem PAŞA, bütün memurları rüşvetle atarmış. 
1920'lerde de bir KÜBA Cumhurbaşkanı varmış yılda bir kez milli piyangoyu, ya karısına ya eşine çıkartırmış. Yani ben 1950'lerden 1938'lerden bahsetmek istiyorum. 

O havuz-yavuz meselesi vardır hatta Maliye Bakam'nın, Cavit Bey'in idamına kadar gelişen bir yolsuzluk... Ondan sonra Demokrat Parti dönemleri, 
Cumhuriyet Halk Partisi dönemleri lastik, bakır, florasan kuyruklarını, 50'lerin sonlarında yaşayanlar gayet iyi biliyorlar. Arkalarında hangi siyasetçilerin rolleri 
var onları da biliyoruz. 1975'lere geldiğimiz zaman, hayali ihracatı gerçekleştiren kişilerin amcası; aslında burada Süleyman Demirel'den bahsediyor, ama Şevket 
Demirci'den başlamak lazım. Hiç sesi, sedası çıkmıyor. Benim bildiğim altı tane Holding'leri var, oğlu ile birlikte kurdukları. Uzun yıllar İsviçre'de kaçak yaşadı. 
Göstermelik şekilde bir kaç ay hapis yattıktan sonra hâlâ banka soymaya devam etti. Yine babası ile birlikte ellerini kollarını sallayarak geziyorlar. Gelirsek o 
dönemlerde yine Menderes'in döneminde bu teneke, lastik, çimento tahsislerinden kimlerin ne paralar kazandıkları, "Şellaf-yan" adını da unutmayarak aktarmak istiyorum. Döviz karaborsası, Marlboro kaçakçılığının arkasında hangi mafya grupları var diye... Askeri döneme geldiğimiz zaman banker skandalinin neler olduğunu, neler yaşandığını biliyoruz. Dün Kurthan Fişek'e Kastelli bir mektup göndermiş bayağı tehdit ederek; "bak hoca! haddini bil, hakkımda yazacağın her yazı adliyeye intikal edecek. Bu satırları sana yazmak istemezdim ama kendimi tutamadım. Sana meydan okuyorum, hadi bakalım çık karşıma". Artık iş bu hale geldi. Turgut Özal dönemine gelirsek, gerçi Turgut Özal Türk insanın dinamizmini yakaladı ama, gerçek bir yağma ve talan dönemi onun döneminde başladı. Yerel yönetim yasaları ile İstanbul'un ne hale geldiği, nasıl çirkinleşmeye başladığını, askerlerle gümrükçülerin birbirlerini nasıl vurduğunu, JAGUAR'ları, İsmail Özdağlar'ı da unutmadık. 85-86-87'lerde azgın bir hayali ihracat dönemi yaşarken Ertan Sert'leri, Turan Çevik'leri, Hasbi Menteşoğulları'nı da... 

Yine o yıllarda turizm tahsislerinden kimler yararlandı, arazileri aldılar, kimler kredilerle teşviklerle ödemeden oteller yaptılar. 1990'ların başlarına
gelirken Körfez Krizinin nasıl patladığını, nasıl büyük zararlara uğradığımızı da tırnak içinde avanta peşinde koşarken maliyecilerin hesabına göre; 27 milyar dolar nasıl zararımızın olduğunu Demirel geldikten sonra "Koskatas" dosyalarının nasıl hiç edildiğini, PKK terörünün nasıl yükseldiğini ve 20-30 bin can gittiğini, uyuşturucu kaçakçılığından kimlerin neler vurduğunu, ekonominin nasıl yer altına girdiğini, devlet bankalarının ardından nasıl soyulmaya başladığım, kumarhanelerin nasıl açıldığını, kimlerin izin verdiğini, hangi bakanların izin verdiğini, kara paranın daha şiddetle dolaşmaya başladığını, o arada tabi herkes uyuyor biz tedbiri sonradan almaya başlıyoruz, karar veriliyor sonra önlem alınıyor. Hem siyasi hem de ekonomik yönden bir çeteleşme başladı. Siyaset hakikaten iyice kirlendi. Yine o dönemde yüz elli bin kaçak Mercedes bu dönemde sokuldu, Türkiye'ye. Maalesef gümrükler bunları tespit etti ama, ucunu getirmedi. Milyon dolarlar vuranlar var. Hâlâ bugün piyasada bilinen isimler. Üç banka yine bu dönemde soyuldu. Bunun bedelleri bizim sırtımıza yüklendi. Yüksek faiz dönemiyle Hazine nasıl boşaldı? Memur maaşlarını karşılayamaz hale nasıl geldi? Bu arada yeni bankalar kuruldu. Yeni bankaların gidin bugün; İstanbul'da, Levent'te nasıl büyük binalar yaptıklarını görün. Ondan sonra bu süreç içerisinde gene İSKİ'yi Çiller'e meşhur Tofaş ihalesini, Türk Bank'ı daha sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesinde Refahlı ve Faziletli İktaş'ı, Akbil yolsuzluklarını, önümüzdeki günlerde sanıyorum Metro'nun nasıl bir maliyetle, Ankara'dan bir misli daha pahalı nasıl yaptığını, düşünün. Kuzey Irak, Nahçıvan ve Karadeniz üzerinden yapılan petrol ticaretini, petrol vurgununu, hayali ihracatları unutmayalım. Hep bunların sorunları, Ankaraydı. Bu bürokrat, politikacı ve iş adamı üçgeninde döndü mafyalaşma. İş adamı önerdi, bürokrat kararnameyi çıkardı. Milletvekiline önerdi, kanun çıktı, ilgili kararnameler 
bir gecede çıktı, bir gecede kaldırıldı, tahsisler geldikten sonra. Yani Paraşütler, Balinalar, Kasırgalar, Bufalo operasyonları bu dönemlerde başladı. Paraşüt 
operasyonunda, bir haftada yüz TIR Türkiye'de, "işleme kaydıyla transit ticareti yapıyorum" diyerek Kuzey Irak'a haftada yüz TIR salça gitti, çay gitti, muz gitti. 
Fakat bunların hiç biri doğru değildi. Gelmiş gibi iç piyasalara sokuldu. Sadece Paraşüt operasyonuna bir tek gümrükten, Kilis gümrüğünden yapılan Hazinenin 
zararı 26 milyon dolar olduğunu geçenlerde açıkladılar. Görüldüğü kadarıyla ihracatımızın %36.7'sinin hayali olduğu da biliniyor. Orhan Aslıtürk ile ilgili olarak ilk önce yazanlardan biriyim. Yakınlarının hepsi iktidardaydı. Maalesef hiçbir önlem alınmadı. Hiçbir maliye düzeyinde, ilgili vergi dairelerinde denetim yapılmadı. Adam Türkiye'yi gerçekten soydu, soğana çevirdi. Laleli piyasası onunla şahlanmış gibi gözüktü ve ancak belgelenen l .7 milyar dolar bir bedel, ödedi Türkiye. Şu anda ise Londra'da evleri var, uçakları var, yatları var, katlan var. Onun bir de karısı var, Gülay Aslıtürk. Gülay Aslıtürk'ü kim soyguna itti? Kimler bu hale getirdi? Liderin eşi; lösemili çocuklar için yardım toplantıları düzenledi. Dünyanın masrafları yapıldı. O bedelleri veremedi. Belediye üzerinden rantlar sağladı. Siyasi liderlerin toplantılarına, yemeklerine, seçim masraflarına, kampanyalarına... Bugüne gelirsek, turizm patladı, çatladı diyorlar. Ben hiç turizmin patladığını, çatladığını sanmıyorum. Yalnız Antalya yöresine, dışarıdaki bir turizm acentesine verilen büyük para tanıtım kampanyasıyla, Amasya'nın çöpçüsü, itfaiyecisi beş yıldızlı otellere yerleştirilerek, rekor kırıldı diye gösteriliyor. Aslında sayısal olarak belki rekordur ama, döviz olarak ne girdiği hâlâ açıklanmış değil. Üretimimiz durdu. 

Trakya'da çok dinamik ve kendi bölgem olduğu için daha iyi gözlemliyorum. 600 tane tekstil fabrikası var. Onlarca yağ ve deri fabrikası ve diğer kirletici sanayiler var. Trakya'nın havzasında su bulunduğu için, bugün onlar oraya geldiler. Fakat maalesef, ekonomideki daralmadan, hayali ihracattan ötürü o 600 fabrika %30 kapasite ile çalışıyor. Bir de oraya Avrupa'nın en büyük Coca-Cola fabrikasını kurduk. Onun 20 km ötesinde Pepsi fabrikası geldi. Harcanan yeraltı sularını hesap edebiliyor musunuz? Yalnız Lewis fabrikasının bir günde tükettiği su miktarı, 150 bin nüfuslu Çorlu'nun kullandığı su kadar yıkıyor, atıyor, kirletiyor. Bir çevre planı yapılamadı. 

Herkes bir fabrika kurdu. Teşviklerini aldı kurdu ve hepside tıkandı. Çok büyük bir facia yasanacak gibi görüyorum. Kasım ayı geldi hâlâ hava sıcaklığı 20'lerde. 
12-13 olması lazım. Yağışların düşmesi lazım. Maalesef dünyadaki iklim değişikliğinden ötürü bir faciaya doğru gidiyoruz. Bizim İstanbul Belediyesi de Istıranca ormanlarının derelerini alıp Terkoz'a getirdi. Ben belediyenin yerinde olsam, bunu İstanbul'daki toplantılarda da söylüyorum, İstanbul'a günde artık iki gün su veririm. 

Çünkü büyük bir tehlike ile karşı karşıya... Bu Ankara ve Türkiye içinde geçerli. 
Buna rağmen bakıyorsunuz, çevrenizde oto¬mobilden geçilmiyor. Biz İkitelli'deki işyerimize giderken gözle görülür şekilde üç yıldan beri müthiş bir trafik tıkanıklığı yaşanıyor. Geçenlerde artık çıldırdım. Karayolları İstanbul'daki Bölge Müdür Yardımcısıyla konuştuk. Karayollarındaki yetkili isyan eder durumda herhalde. "Ne olur yazın Ankara duysun". Hiçbir şey yazılmıyor. İstanbul Boğaziçi Köprüsü kapasitesi günde 120 bin araçlık fakat şu anda 195 bini bulmuş halde. Otomobil fuarı açılıyor. Geçen hafta otomobil fuarı vardı. Otomobil fuarı ziyaretçi rekoru kırdı. Halka bakıyorsun otomobilden başka bir düşündüğü yok. 
Millet soyuluyormuş, bilmem ne soyuluyormuş hiç umurunda değil. Faizdeki paraları buraya aktardı. Yani böyle bir süreç yaşanıyor. Ne yapacağız? Bilmiyoruz. Çevreden tutun hükümetteki basiretsizliğe kadar böyle bir hasta toplumla karşı karşıyayız. Fırtınalı bir dönem geçiriyoruz. Maalesef vatandaş olarak da bu soygunlara, vurgunlara karşı da duyarsız, seyirci kalıyoruz. Kardeşlik ve dayanışma ilişkileri, kültürel değerlerimizi kaybediyoruz. Soruyorum; iktidarda olmak sadece siyasetçilerin işi midir? Sivil toplum örgütleri maalesef ortada yok. Ben bir konuya, globalleşmeye dikkat çekmek istiyorum. Çok tartışmalı bir uygulama. Evet ortak kurallılık getiriliyor, şeffaflık getiriliyor ama, bunun yanında kaçakçılık, yol-suzluğu da getiriyor. Yasa dışı sınır ticareti, uyuşturucu ve silah ticareti, üretimde mafyalaşma biçimleri, vergiden kaçış, işletmelerde çifte muhasebe ve kara para olgusu önümüzde artık. İktidara ortak bir partinin genel başkanı "bugün hedefimiz Türkiye'nin sanayileşmesini daha ileriye götürürken öte yandan da bilgi çağının alt yapısını hazırlamalıyız" diyordu, Mesut Yılmaz. Ancak sanayi ve kalkınma stratejileri acaba yeni bilimsel, teknik ve ekonomik gelişmelerine bizi uydurabiliyor musunuz? Yine, yakında Cumhuriyetin bilim teknik ekibinde çok önemli bir adamdır; 

Orhan Bursalı yazmış. "Yarını inşa" başlıklı bir yazısında; Öneririm. 
Türk insanının ülkesi, şirketi, yönetimi vesaireyle dünyadaki gelişmeyi yakalaması gerektiğini söylerken, yeni siyasi kadroları mı bekleyeceğiz, diye soruyordu? Yoksa küreselleşme hakikaten demokrasiyi öldürdü mü, öldürüyor mu? Acaba bizim bu kargaşa ve soygun düzeni içerisinde başka şeyler mi düşünmemiz gerekiyor? Gerçekten Türkiye'ye de yazık oluyor. Teşekkür ediyorum.




***