YOLSUZLUK KISKACINDA TÜRKİYE BÖLÜM 8
2. OTURUM
YOLSUZLUKLA SAVAŞTA DÜNYADAKİ UYGULAMALAR VE TÜRKİYE İÇİN ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
OTURUM BAŞKANI - ŞÜKRÜ KIZILOT
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi
KATILIMCILAR - Prof. Dr. OĞUZ OYAN
Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi
- RECEP YAZICIOĞLU
Merkez Valisi
- KEMAL KILIÇDAROĞLU
Vavek Bakam
- ŞEVKET TAŞDELEN
Emniyet Gnl. Md. Kaçakçılık ve
Org. Suçlarla Müc. Daire Başkan Yrd.
- Doç. Dr. MAHMUT ARSLAN
Hacettepe Üniversitesi İşletme Bölümü
- ŞÜKRÜ KIZILOT (Oturum Başkanı)
Efendim, hepinize tekrar hoş geldiniz diyoruz. Panelimizin öğleden önceki oturumunda ağırlıklı olarak siyasetçilerden ve iki değerli basın mensubundan konulan, değişik açılardan dinlediniz. Şimdi biraz daha farklı, her biri kendi alanında uzman durumunda olan konuşmacılarımızdan olayı dinleyeceksiniz.
Özellikle son zamanlarda Türkiye'nin gündeminde neredeyse her gün bu yolsuzluk konusu yer almaya başladı. Bir kaç ay önce ortaya çıkan Balina, Atmaca ve benzeri operasyonlar ve buradan ortaya çıkan sonuçları, hemen ardından bankalarla ilgili durumlar, olayın önemini biraz daha artırdı. Şimdi her gün gazeteyi aldığımızda bakıyoruz; bir bankayla veya yöneticisi ile ilgili ilginç bazı durumlar. Tabi hep beraber şunun beklentisi içerisindeyiz; böyle hareketli bir şekilde başlayan bu olay aynı hızıyla devam etsin ve belli bir sonuca gitsin diye bekliyoruz. Çünkü kamuoyunda yer yer bir takım endişeler de ortaya çıkabiliyor.
Yavaş yavaş geçmişe bakılarak "bu güne kadar yakalananlara hiç bir şey olmadı bundan sonrakiler de yine bu şekilde çıkabilecekler" şeklinde endişeler var.
Biz burada olayı tartışırken bir de olayın hukuki yönünün de üzerinde durmak istiyoruz. Özellikle 4422 sayılı çıkar amaçlı suç örgütü ile ilgili yasa geçtiğimiz yıl
yayınlanmış bir yasaydı. Çoğumuz belki de adım görünce bunu farklı bir şey olarak algıladık. Yasada zor veya tehdit uygulanmak suretiyle yıldırma ve
korkutma veya sindirme gücünü kullanarak suç işlemek için örgüt kuranlara, örgütü yönetenlere veya örgüte üye olanları kapsadığını söylüyor. Acaba özellikle bu bankalarla ilgili uygulama, bu çıkar amaçlı suç örgütü yasasının kapsamına girebilir mi? Çünkü olay daha çok bu açıdan takip ediliyor. Aynı şekilde bu bankaların değişik kişilere verdikleri krediler var. Bu kredilerin takibi sürecinde bir yönetmelik yayınlandı, 26.08.200 tarihli. Bu yönetmelikle, "bankalara olan borcu eğer şirketler ödeyemezlerse limited şirketlerin ortakları hisseleri oranında, anonim şirketlerde ise yönetim kurulu üyeleri tüm mal varlıkları ile şirketin bankaya olan borcundan sorumlu olacaktır" şeklinde bir açıklamaya yer verildi. Burada da şu tartışmanın gündeme gelmesi söz konusu; bizde limited şirket ortaklarının hissesi oranında, anonim şirketlerde ise yönetim kurulu üyelerinin tüm mal varlıkları ile sorumlu olmaları ile ilgili olay vergi borçlarında ve SSK primi borçlarında var. Vergi Usûl Yasasının kanun temsilcilerinin sorumluluğu başlığı altındaki 10. maddesi ile de bağlantılı. Burada yönetmelikle getirilen bu düzenleme başlı başına bir tartışma konusu olacağa benziyor. Ben sözü daha fazla uzatmadan değerli konuşmacılara bırakmak istiyorum. Öncelikle sağ tarafımda oturan Sayın Prof. Dr. Oğuz OYAN
kendisi Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Maliye Bölümünde Öğretim Üyesi aynı zamanda Türk-İş'de uzun bir süre eğitim müdürlüğü görevini yapmış, yayınlanmış çok sayıda kitabı bildiğim kadarıyla bir kaç yüz tane de makalesi olan bir bilim adamı. Kendisinden özellikle bir üniversite mensubu olarak üniversiteler acaba bu yolsuzluklarla ilgili olarak üzerlerine düşeni belli bir ölçüde de olsa yerine getirdiler mi? O yönünde üzerinde durarak konuşmasını
rica edeceğim. Konuşmacıların süresi on beşer dakika ile sınırlı. Duruma göre tekrar ikinci bir konuşma süresi tanıyabileceğiz. Buyurun Sayın OYAN.
- PROF. DR. OĞUZ OYAN (Öğretim Üyesi)
Teşekkür ederim Sayın Başkan. Efendim şimdi galiba ilk konuşmacı olarak olayı bir genel boyutlarıyla koymak gibi bir sorumluluğumda var gözüküyor.
Ben izninizle bir kere bu yolsuzluk meselesinin Türkiye'de bu kadar gündeme çıktığı bir dönemeçte acaba, bunun Türkiye'yi aşan bir takım nedenleri var mı?
Bu sadece Türkiye'ye özgü olmaktan öte bir olay mı? Biraz oradan başlamak istiyorum. Şimdi bir kere yolsuzluk, bunu Cor-ruption anlamında kullanıyorum,
yani, bir dejenerasyon yada yozlaşma anlamında değil. O başka bir şey. Onun içinde yolsuzluk dediğimiz olgunun aslında küresel bir olgu olmak gibi bir de
özelliği de var. Bunun bence çok genel iki nedeni var. Bunun bir tanesi; insanın doğasına özgü nedenlerdir. İnsanlık, bu gün ulaştığı olgunlaşma düzeyinde
ne yazık ki henüz bu tür kişilik çarpılmalarını aşabilecek bir noktada değildir. O nedenle de zaten denetimin çok önemli bir rolü var; birazdan da değineceğim.
Yani, hiç kimsenin sadece dürüst göründüğü için, ellerine her şeyin emanet edilemeyeceğidir. İnsan doğası henüz bu tür çarpılmaların dışına çıkabilecek bir
olgunluğa erişmiş değildir. Dolayısıyla, yolsuzluk meselesinde, bu mesele öncelikle rol alır. İkincisi; aslında içinde bulunduğumuz sistemin kendine özgü doğasına özgü nedenlerdir. Buradan da gelen bir takım önemli etkiler vardır. Şimdi, bu birinci nedeni çok fazla açmayacağım. Ama şunu söyleyeyim; genellikle yolsuzluğa bulaşmış insanlar bunu içselleştirirler. Bunun gerekçelerini bulurlar. Kendilerine göre meşrulaştınrlar. Eğer bunu toplumsal olarak hoş gören ortamlar oluşmuşsa bu tür yolsuzlukları yapanların sadece yanına kar kalmıyor tam tersine, bir de onların yanında bir takım müritler oluşmaya başlıyor. Devletin yanında bir takım alternatif güç odakları doğduğu sürece, bu parasal güç odakları özellikle de illegal yollardan oluşmuş parasal güç odaklan, giderek kendi taraftarları da oluşmaya başlıyor. Özellikle de gelir dağılımının çok bozuk olduğu toplumlarda... O nedenle bu her iki noktayı da çok ciddi olarak ele almak lazım. Çok genel nedenler anlamında. Son 20-30 yıla baktığımız zaman yolsuzlukların arttığını görüyoruz. "Acaba niye artıyor" gibi sorular aklımıza gelebilir. Şimdi niye artıyor, kuşkusuz çok karmaşık süreçler sonucunda artıyor, dünya çapında artıyor. Bunun niye arttığının arkasında, eşitsiz gelişme yasasının getirdiği bazı nedenler var. Yani, aslında dünyadaki rekabet giderek çok vahşi bir rekabet ortamına gelmiştir. Bazı ülkeler kendi şirketlerini desteklemek için örneğin; rüşveti yasal bir gider olarak yazılmasını kural haline getirebilmişlerdir. Bu aslında çok uluslu şirketler bağlamında çalışan bir sistemdir ve bugün bir çok gelişmiş ülke, rüşvetin belirli sınırlar dahilinde gider olarak yazılmasını eğer mümkün hale getiriyorsa o zaman, burada "yolsuzluğun ve rüşvetin ulus-lararasılaşması" dediğimiz bir olaydan da bahsetmemiz gerekir. Yani, burada ilk bakışta sanki gelişmiş ülkeler yolsuzluğa daha az bulaşıyor, gelişmekte olan ülkeler daha çok bulaşıyor gibi ilk yargıdan biraz uzaklaşmak gerekiyor. Kuşkusuz şu doğrudur; gelişmiş ülkelerde yolsuzluğun yaygınlaşma derecesi en azından sayısal işlem anlamında bizden daha az olabilir. Yani, çok küçük
yolsuzluklar, çok küçük rüşvet alıp vermeler, çok küçük haraç alıp vermeler gelişmekte olan ülkelere kıyasla biraz daha azdır, sayı olarak. Bir dosyayı öne aldırmak için on milyon lira rüşvet vermek gibi çok küçük şeyler olmaz. Çünkü, burada bir toplumsal denetimi vardır işin. Bu kadara düşmez. Ama şu çok açık, çok büyük rüşvetler söz konusu olur, çok büyük yolsuzluklar söz konusu olduğunda gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkelerden daha masum olduklarını gösteren hiç bir kanıt yoktur. Hatta gelişmekte olan ülkelerdeki yolsuzluklara bulaşma dereceleri de oldukça yüksektir. Lockheed ile ilgili yolsuzlukları hatırlayın. Japonya'da başbakanın istifasına kadar giden bir olaydı. Bu çok uluslu şirketler aslında bu tür dolaysız yatırımlar için olsun, pazar kapma yarışı için olsun, bu tür çarpıklıklara başvurma hakkını kendinde görebilmekte dirler. Tabi bunun sadece verici tarafı yok yolsuzluğu başlatan ya da sürdüren taraf olarak bir ayırım yapmak her zaman doğru olmayabilir. Her iki açıdan da bunun savaşılması gereken bir hastalık olduğunu düşünmek lazım. Ancak, galiba bir başka şeye daha dikkat çekmek lazım; yolsuzlukları bizim gibi ülkelere giderek yaygınlaştıran olgu şudur; gelir ve servet dağılımı çok hızlı bir şekilde bozulmaktadır. Dolayısıyla bir üst yaşam tarzına ulaşmanın en kestirme yolu olarak, eğer piyango kültürü dışında bir başka şey arıyorsanız, bu sizi kestirme yollardan zenginleştirecek bir takım kaynaklardır.
Dolayısıyla, bizim gibi ülkelerde bu daha hızlı yaygınlaşıyor. Hele medyanın giderek zıtlaşan yaşam tarzlarını günü birlik önümüze getirdiği bir ortamda, insanların ekmek kuyruklarında bir taraftan sıraya girerken öbür taraftan çok küçük işlemlerle çok büyük imkanlara kavuşma olanakları bir araya geldiğinde ve bunun giderek de belli bir dönemde milli konjoktürde yaygınlaşma eğilimi gösterdiği ortamlarda, giderek benim memurum işini bilire kadar giden bir yaygınlık, bir salgın haline gelebilmekte. Şu kadarını söyleyeyim; dünya çapında küreselleşmenin getirdiği eşitsizlik aslında tek tek ülkelerin içinde olandan daha fazladır. Dünyada gelir dağılımı en bozuk ülke Brezilya'dır. Şu örneği vereyim; %20'si en zengin dünya ülkelerinde en varlıklı %20'lik kesimin dünya milli gelirdeki payı 1960'larda %70 iken şimdi 1990'larda %85'i aşmıştır. Bu Brezilya da dahil bu noktada değildir. Orada %67'lerdedir. İşte bu tür bozukluklar giderek aslında kabul edilebilir sınırların ötesine geçmekte ve dolayısıyla yolsuzlukların temel nedenlerinden biri olmaktadır. Şimdi isterseniz biraz daha farklı nedenlere de girelim. Örneğin, vergi cennetlerinin dünya çapında oynadığı rol yolsuzlukların bir diğer aracı olarak ortaya çıkmaktadır. OECD Kaynaklarına göre; dünyada elli beş kadar sayılmış vergi cenneti bulunmaktadır. Bunlar çok büyük fonların transit merkezleri olarak çalışmakta ya da kaydi merkezleri olarak çalışmaktadır. Örneğin; CAYMAN adalarında, nüfusundan fazla banka merkezi bulunmakta ve dünyanın beşinci büyük banka merkezi olma özelliği taşımakta. Bu sadece vergiden kaçış olarak algılanmamalıdır. Aslında fonların ve kara para aklamanın mekanizmaları olarak çalışmaktadır. Peki kara para nereden çıkıyor? Sadece mafya tipi ekonomik suç örgütlerinden mi çıkıyor kara para yoksa bunun aslında bazen legal versiyonları da var mı? veya hatta belki de mafyanın kendisi acaba sadece yer altı ekonomisinden mi kazanç sağlar yoksa mafyada giderek legal işlemlere doğru fonlarını aktarmaya mı başlamıştır? Aslında Birleşmiş Milletler raporlarına bakarsanız, bugün mafyanın sadece yer altı ekonomisinden, yani illegal faaliyetlerinden yaptığı işlem hacmi, uluslararası suç örgütlerinin, salt yasa dışı faaliyetlerden yaptığı işlem hacmi, bir trilyon dolar mertebesine varmıştır. Bir trilyon doların ne anlama geldiğini anlamak için Türkiye milli gelirinden yola çıkılabilir. Türkiye milli gelirinin beş katı. Bu sadece yer altı. Bir de giderek bu ekonomik suç örgütleri artık bu fonlarını aklamak için legal yani doğrudan yatırım faaliyetlerine de girişmişlerdir.
Onları hiç hesaba katmıyoruz. Muhtemelen bunun daha üzerinde bir rakamla karşı karşıyayız. Dünya Bankasının bir uzmanının sunduğu bir rapordan bahsedeyim. Yolsuzluk yükü diye tanımladıkları yani, bir şirketin bir ülkede yatırım yaptığı zaman vergi dışında ne kadarlık bir yolsuzluk yüküyle karşı karşıya olduğu, yani ne kadar rüşvet veriyor, haraç veriyor ve bunlar, yatırımlarının ne kadarım tutuyor diye. Bu konuda yapılan araştırma, OECD ülkelerinde yolsuzluk yükünün ya da yolsuzluk vergisinin en düşük oranda olduğunu gösteriyor. Yani, o ülkeler içinde Türkiye'yi dışarıda tutmak lazım, OECD ülkelerinin marjinal bir ülkesi olmak bakımından...
Gelişmiş zengin OECD ülkeleri açısından bakarsak, en düşük gözüküyor. En yüksek oranlar Latin Amerika ve Afrika'da ortaya çıkıyor. Bu, dediğim gibi gelir
dağılımı bozulmalarıyla çok yakından ilişkili. Bu arada, eski Sovyetler Birliği coğrafyası Doğu Avrupa, Baltık Ülkeleri bunları izliyor. Asya'da daha iyi gözükmekle birlikte gene de OECD ülkelerinin epey altında kalıyor. Aslında Türkiye, OECD ortalamalarının genellikle çok üzerinde yer alan bir ülke. Dünyanın çeşitli ülkelerinde iş yapan firmaların beyanına göre, yolsuzluk vergisinin sıklığı açısından bakıldığında Türkiye'yi orta sıralarda gösteriyorlar %40 ile, %1997 yılı ve¬rileridir. Ancak, en düşük yolsuzluk ülkeleri bu gelişmekte olan ülkeler arasında örneğin; Hongkong ve Singapur çok yüksek fark var. Yani, en düşük yolsuzluk ülkelerinde yolsuzluk sıklığı beş iken, en yüksek de yetmişi aşıyor. Dolayısıyla çok ciddi farklar var. Türkiye'de bankacılık sektörü ile ilgili yargıda şudur; Türkiye'de bürokratik yolsuzlukların,
yargı yolsuzluklarının daha fazla olduğu varılan sonuçlardan biridir ama, bankacılık sektöründeki sıralamada Türkiye; henüz 97'de daha bu olaylar ortaya çıkmadan yolsuzluk-larda yüksek noktalarda yer almakta. Bu aslında hiç kimsenin bugün keşfettiği bir olay değildir. 1997 oldukça yakın gözükmekle birlikte bugün ortaya çıkan son dalganın epey öncesinde yer alan bir yıldır. Aslında, Türkiye'de bankacılık sektöründeki krizin 94 sonrasında yatışmadığını ve bunun yeni krizlere yol açacağını bilmemek için herhalde çok fazla bürokrat olmak gerekirdi. Şimdi şunu da söyleyeyim; Türkiye'ye şöyle bir hızla gelirsek; bugünkü mali sistemde ortaya çıkan ve bence henüz buzdağının sadece bir bölümü olarak çıkmış olan bu yolsuzluklar, kuşkusuz Türkiye'deki seçilen ekonomik ve siyasal yönelişlerle de ilişkilidir. Türkiye, 1983-84 sonrasında bir çok şeyden birden vazgeçti. Bir, denetimden vazgeçti. Denetçiler hor görüldü Türkiye'de. İki, Türkiye 1984'ten itibaren yarattığı fon ekonomisiyle bütçe dışına sadece kaçışı değil, mali mevzuatın dışına kaçışı resmileştirdi ve yasallaştırdı. O noktaya geldi ki; Türkiye'de fonların bütçe gelirlerine oranı, 1991-92'de %55'e çıkmıştı. Türkiye'de Sayıştay denetiminin dolayısıyla, Meclis denetiminin, Türkiye'de ihale kanununun ve Türkiye'de genel muhasebe ilkelerinin dışında yönetilen fonlar hepsinin kanununda bunlar yazılmıştır. Fonların temsil ettiği kaynaklar, bütçenin temsil ettiği kaynakların %55'ine varacak noktaya gelmiştir. 1980'lerde bu fon ekonomisi üzerine yazarken bizi çok aykırı görüyorlardı. Sistemin böylesine esnekleştirilmeye çalışıldığı bir noktada bizi; çok katı eski bürokrat dinazor olarak niteliyorlardı. Şimdi IMF'nin zorlamasıyla, fonlar bütçe içine alınıyor. Bütün bunlar zamanında söylendiğinde ne yazık ki basında yer bile bulamıyordu. Dolayısıyla, burada bütün bir toplumun paylaştığı, en azından bu toplumun düşünen insanlarının da paylaştığı bir kolaycılıktan, bir denetim dışına kaçıştan bahsetmemiz lazım. Aslında bu denetim dısına kaçış bir anlamda Türkiye'de siyaset erkinin bireyselleştirilmesi hareketinin de içinde oldu.
Hazinenin koparılmasından tutun, Maliye Bakanlığında bir takım üst kurullarla, devlet yönetimi alışkanlığına geçiş bir takım bürokratların, bakanları bile atlayarak Başbakan ve Cumhurbaşkanına iş kotarmaları...
Karayollarında bunun yargıda kanıtlanmış ve hükme bağlanmış sonuçlan olmuştur. Bütün bunlar aslında hepimizin gözleri önünde oldu. Ama acaba biz de muhalefet görevini ne kadar yerine getirdi? Yani o dönemlerde, Özal iktidarı aleyhine bir şeyler söylendiğinde ne kadar yankı bulabiliyordu.
Türkiye bu noktalardan geldi. Biz, şimdi her şeyi terse çevirmeye başladık. Şimdi, yeniden denetimin önemi Türkiye'de en azından anlaşılmaya başlandı.
Tam anlaşıldı demiyorum. Bu nereye kadar gider, bunu tahmin etmek çok zor. Çünkü, Türkiye'de güçler dengesi öylesine bozuldu ki sonuçta acaba biz gerçekten yeniden mali disiplinin çalıştığı bir toplum hali¬ne gelebilecek miyiz? Bu ilişkiler zinciri nereye kadar gidecek, bu ilişkiler zinciri herkesi rahatsız ettiği zaman artık yeter! demeyecek mi belli kesimler? Bütün bunların yanıtının çok açık verilmesi lazım. Çünkü bu bir kaç tane öne çıkmış bürokratın sonuna kadar
götürebileceği ilişkiler değildir. Efendim, şimdi IMF de, Türkiye de mali saydamlık istiyor. Yani yolsuzluktan önlemenin yollarından bir tanesi kuşkusuz
"mali saydamlık". Yani devletin şeffaf olmasıdır. Bu devletin şeffaflığı kuşkusuz bir kere her şeyin bütçeden ve parlamento denetiminden geçmesinden başlıyor.
Bu parlamentoyu beğenin, beğenmeyin. Parlamentoyu Türkiye'de insanlar seçiyorlar, Türkiye'nin parlamentosunu oluşturuyorlar. Siz bunu oluşturduktan sonra parlamentonun dışında işler kolaylaşsın diye bir takım harcamaları çıkarıyorsanız, bunda bir tuhaflık var demektir. Aslında burada, parlamentonun kendisi kendi haklarına sahip çıkmadığı için sorumludur aynı zamanda, onu da söyleyeyim. Çünkü Türkiye'de parlamento kendi hakları elinden alındığı zaman, on beş yıldır buna ses çıkarmamıştır. Dolayısıyla, sorumluluklar zincirinin önemli parça¬sı, parlamentonun kendisidir. Bu günde bakın hâlâ Türkiye'de borçlanma hakkı yine bütçe kanunu içerisinde yapılıyor. Hayır, parlamenterler borçlanma yetkisini hükümete vermekte bu kadar cömert olmamalıdırlar. Türkiye öyle bir noktaya geldi ki, bugün kamu kesimi hizmet üretemez noktadadır. Bu hizmet üretemeyen kamu kesimiyle yolsuzlukların üzerine ne kadar gideceğiz meselesi çok ciddi bir tartışmadır.
En temel sorunları, gelir dağılımı, bölgesel dağılım bütün bunları nasıl gidereceksiniz? Siz vergilerinizin %89'unu bu yılın ilk dokuz ayında faize aktarmışken, yolsuzlukla mücadeleyi hangi programla yapacaksınız gibi, çok temel sorunlarınızı çözmek zorundasınız. IMF gibi kuruluşlar, Türkiye gibi ülkelerde mali saydamlık istiyorlar. Niye istiyorlar? Çünkü aslında uluslararası fınans kuruluşları kendi açılarından haklı olarak fon verdikleri, fonlarını yönettiklerini ya da istikrar programını yönlendirdikleri ülkelerin ya da kendilerine üye ülkelerin ekonomik mali durumunu çok net görmek istiyorlar. Tıpkı bir HOLDING'in kendilerine bağlı şirketleri çok iyi görmek istemesi gibi. Ben IMF istedi diye buna karşı mı çıkmalıyım, hayır. Çünkü saydamlık talebini biz IMF'den çok önce istedik. Biz 1980'lerde saydamlık talebinde üniversite hocalan olarak bulunduğumuzda, IMF'nin böyle bir gündemi yoktu. Türkiye'nin gündeminde yoktu. Ama şimdi var. Şimdi var diye karşı mı çıkmalıyız?
Hayır. Türkiye'de gerçekten saydamlık felsefesini savunmalıyız. Ama bu saydamlığın Türkiye'de çalışabilmesi sadece birilerinin talep etmesi ile olacak bir şey değil. Sadece bir kaç kişinin, sınırlı sayıda kesimin talebi ile olmaz. Bu mali saydamlık meselesi aslında hem siyasetçilerin, hem bürokratların, hem de toplumun temel meselesi olmalı. Yani toplum verdiği verginin nereye gittiğini görmek isteyecektir ve buna hakkı vardır. Türkiye'de bu sistem çalışmıyor. Bunun çalışması açık söyleyeyim, şu yanılgıdan da gitmeyelim, devleti küçültmekten geçmiyor. Bugün dünyada mali saydamlığın en iyi çalıştığı, yolsuzlukların en az olduğu ülkeler OECD'nin gelişmiş ülkeleridir. Bu ülkelerdeki devletin boyutu, bizimkinden daha büyüktür. Kamu harcamalarını milli gelire olarak aldığınızda bizden daha büyüktür. Dolayısıyla "devleti küçültelim, yolsuzluklar biter", bu yanlış bir algılamadır. Çünkü bir kere, devletin iktisadi alandan çekilmesini sağlayan mali rant, yani gayri nakti haklar dağıtması engellenmez. Yani imar haklan ile yapacağımız bir kanun değişikliği ya da bir yönetmelik uygulaması değişikliği ile siz çok fazla rant dağıtabilirsiniz. Dolayısıyla, buradaki meseleyi de yanlış algılamamak gerekiyor. Burada bütün mesele toplumsal denetimin ortaya çıkışının koşullarını sağlamak.
Toplumsal denetim ortaya nasıl çıkar? Bu çok kapsamlı sorundur. Projedir. Eğitimle çıkar. İnsanlar eğitimli olduğu zaman daha çok toplumsal denetime talip olurlar.
Çünkü insanların eğitim düzeyleri düşük ise zaten böyle birşeyin farkına bile varmazlar. Peki eğitim nasıl olur? Eğitim daha çok eğitime kaynak ayırmakla olur.
Bu bütçelerle olmaz. Bu bütçe ile siz, faize kaynak ayırıyorsunuz. Eğitimden, sağlıktan herşeyden kısıyorsunuz. Dolayısıyla, Türkiye'nin bütün meselesi
15 yıldır bozulan mali yapıyı ayaklan üzerine tekrar kaldırmaktan geçiyor ve aslında bu bir seferberlik olmaksızın, Türkiye'de herkesin de bu seferber-liğe
inanmaksızın, bu yolsuzlukların üzerinden gelinebileceği kanısında olmadığımı söylemek isterim. Teşekkür ederim.
9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder