ÖZGÜR ERDEM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÖZGÜR ERDEM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Aralık 2017 Cumartesi

Emperyalistler-Arası İlişkiler: Çatışma mı? Paylaşım mı? BÖLÜM 1

Emperyalistler-Arası İlişkiler: Çatışma mı?  Paylaşım mı? BÖLÜM 1



Özgür Erdem,*
* Ankara Üniversitesi SBF Yüksek Lisans Öğrencisi



I- DÜNYA SİSTEMİ: KAST SİSTEMİ

Mazlumlar olarak öncelikle nasıl bir dünyada yaşadığımız sorusunu yanıtlamamız gerekiyor. Bu soruyu yanıtlamadan ezilenlere sunulan sahte çözüm ve stratejiler deşifre edilemez. Bugün ezilenlere sunulan sahte kurtuluş reçetesi şu temel Batıcı paradigmaya dayanıyor: Mazlumların emperyalist merkezlerle kurduğu siyasi-askeri ve ekonomik ilişki, ezilenlerin lehinedir. Bu paradigmaya göre, “azgelişmiş” ülkelerin gelişmesi ve kalkınması için emperyalistlerle ilişki kurması zorunludur. Ezilenlerin büyük bir güçle kurduğu ittifak ya da stratejik müttefiklik ilişkisi sayesinde sınıf atlayabileceği iddia edilir. En azından ezilen, bu ittifak sayesinde yaşamını devam ettirebilecektir. Dikkat edilirse, ülkemizde de yaygın olan Amerikancı, Avrupacı ve Avrasyacı tezlerin bize vaat edebildiği yegane kurtuluş reçetesi budur: ABD olsun, AB olsun, Rusya olsun, bir emperyalist kutba eklemlenmek.

Ancak ezilenlerin (tabii ezilenlerin bir unsuru olarak biz Türklerin de) farkına varması gereken yegane gerçek dünyanın iki temel kutba ayrıldığıdır: Sömürgeci ülkeler ve sömürgeler. Bu iki kutup bir kast yapısıyla birbirinden ayrılır, yani bu iki kutup arasında geçiş imkansızdır. Böyle bir geçişin bir örneği de bulunmamaktadır. Sistemin genel ekonomik ve siyasi işleyişi bu yapı üzerine kurulmuştur. Sömürgeci ülkelerdeki ekonomik yapı, sömürgelerin doğal ve insani kaynaklarının sömürülmesi üzerine kurulmuştur. Sömürgelerden sömürgeci ülkelere sürekli bir mal ve hizmet akışı vardır. İki kutup arasındaki ilişki, bu nedenle, merkezle uydu arasındaki ilişkiye de benzetilebilir. Bu nedenle sömürgeci ülkelere “merkez”, sömürgelere de “çevre” ya da “uydu” ülkeler de denilebilir.

Emperyalist Kast

Emperyalist kast, temel olarak şu ülkelerden oluşmaktadır: 

1. ABD 
2. AB 
3. Rusya 
4. Çin.

Saydığımız bu dört emperyalist ülke, dünya üzerinde bir paylaşım ve hakimiyet mücadelesi içinde oldukları için emperyalist ülkelerdir. İsrail de bir emperyalist ülke olarak listeye eklenebilir, ancak İsrail siyonizmi, Ortadoğu’da, ABD emperyalizminin adeta bir eyaleti gibi bulunmaktadır. Hiçbir stratejisinde de ABD’nin bölge üzerindeki çıkarları aleyhinde hareket etmemektedir. Hatta, bölgedeki ABD egemenliğini pekiştirmek için uğraşmaktadır. Bu nedenle ABD’den ayrı ve bağımsız bir İsrail emperyalizminden bahsetmek çok doğru olmayacaktır.

Bu dört emperyalist ülke de şüphesiz hakimiyet alanını genişletmek için uğraşmakta, hedefledikleri alanlar çakıştığı oranda da kendi arasında bir çıkar çatışmasına girişmektedir. Bu çatışmanın emperyalistlerarası bir dünya savaşına yol açıp açmayacağı tüm dünyanın tartışmaya başladığı bir durumdur. Bu soruyu yanıtlamak için öncelikle emperyalistlerarası ilişkiyi dünya çapında incelemek ve aralarındaki çatışmanın bir savaşa doğru gidip gitmediğini değerlendirmekle mümkündür.

ABD

ABD, şu an dünyada hakimiyet alanı en geniş olan emperyalist ülkedir. Yıllık 450 milyar dolarla tüm diğer emperyalistlerin toplamından daha fazla askeri harcama yapmaktadır. Dünya ekonomisinin %25’inden fazlasına hükmektedir. BM, NATO, IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlara önderlik etmektedir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra SSCB ile bir dünya paylaşım mücadelesine girişen ABD, 1991’de SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte bu mücadeleden zaferle ayrılmıştır. 90’larda Yeni Dünya Düzeni adı altında SSCB’nin olmadığı tek kutuplu bir dünya inşası için çabalayan ABD, bu proje kapsamında diğer emperyalist ülkelerle karşı karşıya gelmeden kendi hegemonyasını adım adım dünyaya kabul ettirme yoluna girmiştir. Ancak 11 Eylül’le birlikte, kendi topraklarında saldırı yaşayan ABD, “önleyici savaş” doktriniyle, kendisine saldıracağını düşündüğü İran, Irak, Kuzey Kore gibi ülkelere önceden saldırmaya başlamıştır. Ayrıca ABD; ortaya koyduğu BOP ile de Kuzey Afrika ve Hindistan’a kadar Ortadoğu coğrafyasında önemli değişiklikler yapacağının haberini vermektedir.

ABD’nin hakimiyet alanlarını incelersek, Güney Amerika, Orta ve Güney Afrika’nın önemli bir kısmı, Güney Asya, Ortadoğunun bir kısmı ve Doğu Avrupa’yı sayabiliriz. Bu alanlarda ABD kâh ekonomik gücünü kullanarak, kâh askeri gücünü bir tehdit unsuru haline getirerek, kâh vaat ettiği siyasi yapıyla hakimiyet kurmaktadır. Örneğin Doğu Avrupa’da, eski Sovet ülkelerine sunduğu “demokrasi” paradigmasıyla hakimiyet kurmaktadır. İlk örneği Gürcistan’da yaşanan, hemen ardından da Ukrayna ve Kırgızistan’da gerçekleşen Turuncu Devrimler, ABD’nin eski Sovyet ülkelerini ekonomik ve siyasi açıdan kendi kampına dönüştürme ve eklemleme hamleleridir. Turuncu Devrimler vasıtasıyla ABD, Rusya’nın etkin olduğu Doğu Avrupa ve Orta Asya’da atak yapmaktadır.

ABD, dünya üzerinde diğer emperyalist ülkelere nazaran daha hakim bir görünüm sergilese de, diğerleriyle çatışmaya girmemeye özen gösteren bir davranış içerisindedir. ABD, hakimiyeti altında bulundurduğu bölgeleri kaptırmadan, Rusya ve AB’nin hakim olduğu bölgelere doğru bir yayılma politikası izlemektedir. Ancak bu yayılması sırasında diğer emperyalistlerle çatışmaya girecek derecede bir zıtlaşma ve çatışma yaşatmak istememektedir.

Ancak, ABD aynı zamanda pazarını genişletmek zorunda olan bir emperyalist ülkedir. Emperyalistler pazarları sabit kadıkça krize girer. Bir emperyalist hakim olduğu alanı sürekli genişletmek ve büyütmek zorundadır. Bu sistemin devamlılığı için şarttır. ABD işte bu krizi yaşamaktadır. ABD, diğer emperyalistlerin mevcut gelişiminden daha büyük bir gelişme yaşamak zorundadır. Bu nedenle ABD, diğer emperyalist ülkelerle karşılaştırıldığında en büyük avantajını pervasızca kullanmaktadır: Büyük askeri gücü. Tabii, askeri gücünü kullanırken bu gücünün yetmeyeceği bir noktaya doğru da hızla ilerlemektedir. Bu da emperyalistlerin kaçınılmaz bir kaderidir. Bir emperyalist yayılma yaşarken dur durak bilmez. Ve bir noktada da duvara toslar. Bu duvar ya mazlumların direnişi olur ya da başka bir emperyalist. ABD de o güne doğru hızla ilerlemektedir. Afganistan ve Irak’ta istediği düzeni bir türlü kuramaması bu gidişatın habercisi sayılmalıdır.

Avrupa Birliği

Avrupa Birliği emperyalist paylaşım savaşında yeni bir aktör olarak ortaya çıkmaktadır. Fransa, Almanya ve İngiltere, emperyalist sistemin kuruluşundan beri paylaşım mücadelesi içerisinde önemli ülkelerden olmuştur. Avrupa Birliği, işte bu ülkelerin bir araya gelmesiyle oluşmuş bir güç görünümündedir.

Ancak, AB her ne kadar kendi içinde bir birliğe gitmekte olsa da, henüz yekpare bir bütün değildir. Bilindiği gibi AB içerisinde Fransa ve Almanya ittifakı başı çekmektedir. Ancak İngiltere’nin AB perspektifi oldukça farklıdır. Fransa ve Almanya kendi önderlikleri altında yekpare ve siyasi olarak daha da bütünleşmiş ve zamanla ABD’ye kafa tutabilecek bir emperyalist merkez peşindeyken, İngiltere ise, ABD ile çatışmayacak salt ekonomik bir birlik peşindedir. Dolayısıyla AB derken aslında kastedilmesi gereken Fransa ve Almanya’nın başını çektiği “siyasi birlikçi” Avrupa ülkeleri olmalıdır. İngiltere, emperyalist paylaşımda AB kutbunun değil, ABD kutbunun bir unsuru sayılmalıdır. İngiltere ABD’nin hegemonik önderliğini kabullenmiş ve dünya sisteminin itiraz etmeyen bir unsuru olmayı kabullenmiştir ve bu sayede paylaşımdan da payını almaktadır.

Avrupa içerisinde Fransa-Almanya kutbunun önderlik ettiği kesim ile İngiltere-ABD’nin önderlik ettiği kesim arasında bir çatışma da bulunmaktadır. Fransa-Almanya’nın önderlik ettiği ve “daha fazla birlik”ten yana İtalya, Hollanda gibi ülkeler “Eski Avrupa” olarak adlandırılmaktadır. ABD’nin ve İngiltere’nin güdümünde olan ve AB’nin ABD’ye alternatif bir kutup olarak ortaya çıkmasını istemeyen genellikle Doğu Avrupa ülkelerinden oluşan kesime ise “Yeni Avrupa” denmektedir. “Eski” ve “Yeni” Avrupa arasında AB’nin geleceği üzerine büyük tartışmalar yaşanmaktadır. ABD de “Yeni” Avrupa sayesinde AB üzerinde bir kontrol kurmaya çalışmaktadır.

Ancak, “Yeni” ile “Eski” Avrupa arasındaki bu çelişkiye rağmen AB’nin son 10 yılda önemli bir bütünleşme süreci yaşadığının da altını çizelim. AB, AGSK bünyesinde oluşturmaya başladığı yeni savunma doktriniyle, NATO’dan farklı bir savunma stratejisi oluşturmaya ve bir Avrupa Ordusu kurmaya başladı. Böylece, AB, ABD’nin askeri hegemonyasından çıkmayı hedefliyor. Ayrıca AB’nin (İngiltere hariç) ortak para birimi “euro”ya geçişi de şüphesiz birlik sürecinde önemli bir adımdı. Doğu Avrupa’nın da AB’ye katılması, Eski Sovyet Avrupa’sının ise (Ukrayna vs.) AB projesinin parçası haline gelmesi de AB’nin kendi içinde bütünleşmesine ivme kazandıran bir gelişme oldu.

Rusya ve Çin

Rusya ve Çin ise emperyalist kimlikleri tartışılan ülkelerdir. Ülkemizde son dönemde yaygınlaşan Avrasyacı tezler, Rusya’nın emperyalistliği konusunda kafalarda soru işaretleri oluşturmuştur. Rusya askeri ve ekonomik gücünün büyüklüğü ve Eski Sovyet alanındaki hakimiyetiyle emperyalist bir ülkedir. Rusya tarihi boyunca da yayılmacı ve emperyalist olmuştur. Asya’nın kuzeyi, Kafkaslar ve Orta Asya olduğu gibi emperyalist Rusya’nın hakimiyet alanını oluşturmuştur. Bu alana dönem dönem Doğu Avrupa ve Balkanlar da eklenmiştir. Üstelik Rusya bu bölgelerde hakimiyet kurarken, diğer emperyalist ülkelerden farklı bir tarz izlememiştir: Askeri işgal, politik tahakküm, kültürel hegemonya ve işbirlikçi yönetimler... Bugün Rusya aynı bölgelerde hakimiyet mücadelesinin tam ortasında bulunmaktadır. Dolayısıyla Rusya’nın emperyalistliğinden kimsenin şüphesinin olmaması gerekmektedir.

Çin’in emperyalistliği de üzerinde çok tartışılan gerçeklerden birisidir. Halbuki, Çin de tarihi boyunca emperyalist olmuş bir ülkedir. Tibet, Doğu Türkistan, Mançurya, dönem dönem Çinhindi Çin’in sömürgeleştirdiği coğrafyalardır. Bugün de Çin, yüksek büyüme temposu, büyük ekonomik ve askeri olanaklarıyla dünyadaki emperyalist paylaşım mücadelesinde kendisine bir yer edinmek istemektedir. Çin konusunda kafaları karıştıran tek şey, Çin’in hâlâ Komünist Partisi tarafından yönetilmesidir. Bu Çin’in sosyalist rejimle yönetilen bir ülke olduğu yanılsaması yaratmaktadır. Halbuki, bu yanılsamaya prim vermemek gerekir. Çünkü Çin’in açık bir şekilde kapitalist bir ülke olduğu ortadadır. Hatta, Çin’de işçi emeğinin sömürüsü had safhadadır. O kadar ki, pek çok uluslararası firma, ABD ve Avrupa’daki fabrikalarını kapatıp üretimini Çin’e kaydırmaktadır. Çin, bu kimliğiyle, ismi komünist olan bir partiyle yönetilen kapitalist bir ülkedir.

Emperyalistlerarası Karşılaştırma

Emperyalistlerin dünya üzerindeki hakimiyet alanlarına bakmadan önce, bir takım ekonomik verilerle bir karşılaştırma yapalım. Yukarıdaki tabloda karşımıza şu sonuçlar çıkıyor:

- Öncelikle emperyalist ülkelerin dünya ekonomisinin ve yaratılan zenginliğin yarısından fazlasına hakim olduğunu görüyoruz. Bu dört ülkenin askeri gücünün toplamı ise %90’lara varan oranla dünya üzerindeki emperyalist tahakkümün askeri boyutu hakkında fikir vermektedir.

- ABD ekonomik açıdan rakiplerinden bir hayli önde. Dünyanın elektrik ve petrolünün dörtte birinden fazlasını tek başına ABD tüketiyor. ABD’nin vatandaşlarına sunduğu zenginlik de bir hayli yüksek (alım gücü kişi başına 36 bin dolardan fazla). ABD’nin bir süper güç olarak askeri harcamaları da diğer emperyalistlerle karşılaştırılınca yüksek kalıyor: Dünyadaki askeri harcamaların %47’si ABD tarafından gerçekleştiriliyor.

- Diğer emperyalistleri ABD ile karşılaştırdığımızda, ekonomik açıdan ABD’ye en yakın olanın AB olduğunu, askeri harcamalar açısındansa AB ve Rusya’nın toplamda ABD kadar olmasa bile yine de hatırı sayılır bir orana yaklaştıklarını görüyoruz.

- Çin ise ekonomik büyüklük ve büyüme hızı bakımından dikkat çekmektedir. Dolayısıyla Çin’i gelişmekte olan ve ileride ekonomik açıdan ABD’yi zorlayacak bir rakip olarak görebiliriz.

- AB ise üretim rakamlarına bakıldığında, hammadde kaynaklarına pek sahip olmayan, yani enerji bakımından dışa bağımlı görünmektedir. Bu durum AB’nin paylaşım mücadelesinde başını ağrıtacaktır. Hitler’in İkinci Dünya Savaşı sırasında çektiği petrol sıkıntısını hatırlarsak, durumun boyutu hakkında fikir sahibi olabiliriz.

- Rusya’ya baktığımızda ise askeri gücünün ekonomik gücünün çok çok ilerisinde olduğunu görüyoruz. Rusya’nın büyüme oranı ise %4 gibi makul bir rakam. Petrol üretiminde %10 gibi önemli bir paya sahip olan Rusya, tüketimde düşük kalmaktadır. Bu da Rusya’nın hammadde açısından zengin olduğunu, ancak elindeki hammaddeyi ürüne dönüştürecek ekonomik etkinliğe henüz ulaşmadığını göstermektedir. Örneğin, Rusya’yla aşağı yukarı eşit oranda petrol üreten ABD, tüketimde Rusya’nın neredeyse 10 katına ulaşmaktadır.

- Çin’in %7’ye varan petrol tüketimi ise bu ülkenin gelişen ekonomisinin bir göstergesidir. Ancak %4 gibi düşük petrol üretimi ise Çin’i hammadde açısından dışa bağımlı kılan bir göstergedir. Bu anlamda Çin enerji açısından AB ile aynı kaderi paylaşmaktadır.

II- Sömürgeler Kastında Emperyalıstlerarası Mücadele

Sömürgeler kastı, emperyalist olmayan ülkeler tarafından oluşturulmuştur. Gerek nüfus, gerek doğal zenginlikler, gerekse ekonomik açıdan emperyalist ülkelerle karşılaştırıldıklarında oldukça yoksul kalmaktadırlar. Ezilen coğrafyayı şu şekilde bölgelendirebiliriz: Orta Asya: Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri ve Tacikistan. Kafkaslar: Hazar Deniziyle Karadeniz arasında kalan bölge. Güney Asya: Hindistan, Afganistan, Pakistan ve eskiden Hint İmparatorluğuna bağlı Nepal gibi ülkeler. Güneydoğu Asya: Kore yarımadası, Çinhindi, Endonezya, Malezya gibi ülkeler. Türkiye, İran, Ortadoğu: Mısır ve doğusundaki İran’a kadar Arap ülkeleri. Kuzey Afrika: Akdeniz kıyısındaki ülkeler, Çad ve Sudan. Güney Afrika: Angola’nın güneyindeki Afrika. Orta Afrika: Kuzey Afrika ile Güney Afrika arasında kalan Afrika. Doğu Avrupa: Eskiden Doğu Blokuna bağlı olan ülkeler (Romanya, Polonya vs.). Sovyet Avrupası: Eskiden SSCB’de yer alıp daha sonra bağımsızlığını kazanmış Avrupa ülkeleri: (Ukrayna, Beyaz Rusya vs.). Güney Amerika, Orta Amerika.

ORTA ASYA

Emperyalistlerarası mücadelede Orta Asya’nın ayrı bir önemi bulunmakta. Öncelikle, bölge üzerinde bizim emperyalist kutup olarak saydığımız ülkelerin bir hakimiyet planı bulunmaktadır. Ayrıca bölge zengin enerji kaynakları nedeniyle de emperyalizmin hedefleri arasında. Yükselen emperyalist güçler olarak Rusya ve Çin’in bölgedeki etkinliğinin de AB ve ABD tarafından azaltılması gerekiyor. Bu nedenlerle Orta Asya üzerinde büyük bir hakimiyet mücadelesi yaşanmaktadır. Son olarak Kırgızistan’da yaşanan Turuncu Devrim bu bölgenin önemini göstermektedir. Orta Asya, Ortadoğu ve Kafkaslar’la birlikte emperyalistler arasında mücadelenin en kızıştığı bölge görünümündedir. Bu nedenle, bu üç bölgede daha ayrıntılı bir inceleme gerekmektedir.

Bölgede Rusya’nın SSCB’den kalma bir etkinliği hâlâ sürmektedir. Ancak Kırgızistan’da yaşanan son Turuncu Devrimle de ortaya çıktığı gibi bölge üzerinde ABD’nin de hakimiyet planları bulunmaktadır. Çin de önderliğini yaptığı Şanghay İşbirliği Örgütü sayesinde bölgede nüfuz kazanma çabasındadır. AB ise Orta Asya üzerinde pek söz sahibi değildir, ancak Türkmenistan ve Kazakistan’la ticari ilişkilerini arttırma çabasındadır.

Bölgeye yönelik temel emperyalist paylaşım mücadelesi şu şekilde gerçekleşiyor. Bölgede Kazakistan, Özbekistan ve Tacikistan’da Rusya’nın etkisi hâlâ birincil. Kırgızistan’da ise son gerçekleşen Turuncu Devrimle birlikte Akayev’in devrilmesi bu ülkeyi Rusya’dan uzaklaştırıp ABD kampına yakınlaştırdı.

Kırgızistan’da yaşanan Turuncu Devrim, ABD’nin bölgede varlık gösterdiği ilk olay değil kuşkusuz. Ancak şunu da vurgulayalım, ABD için Orta Asya, öncelikli bir bölge hiçbir zaman olmadı. Bunun birkaç nedeni bulunuyor. Öncelikle bölgede geleneksel olarak bir Rus egemenliği söz konusu ve coğrafi olarak bölge ABD’nin ulaşamayacağı bir alan olarak görülüyordu. Bilindiği gibi, Rusya bölgeyi 1800’lerin ikinci yarısında sömürgeleştirmişti. 1850’lere gelindiğinde Rusya Orta Asya’dan Afganistan’a doğru inerken Hindistan’dan batıya doğru yayılan İngiltere’yle karşı karşıya gelmiş ve bu iki ülke Pamir dağlarını aralarında sınır olarak belirleyip anlaşmışlardı. O zamandan beri, Rusya bölgenin tartışmasız tek egemen gücüdür.

Bölgedeki Sovyet egemenliği boyunca da, gerek İngiltere, gerekse İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD, bölge üzerinde herhangi bir faaliyette bulunmamıştır. “Özgürlük Radyosu”, “Hür Dünya Radyosu” ve “Amerika’nın Sesi” gibi yayınlarla Sovyet egemenliğindeki Avrupa ülkelerinde propaganda faaliyeti yürüten ABD, Orta Asya ülkelerine aynı ilgiyi göstermemiştir. Bunun yerine, ABD, Sovyetler Birliği’ni güneyden kuşatma projesini devreye sokmuştur. Özellikle, Brzezinski’nin 1977’de ortaya koyduğu “yeşil kuşak” projesiyle Sovyetler Birliği’ne komşu Müslüman ülkeleri kullanarak “Kızıl tehlikeye karşı yeşil panzehir” kullanılmaya başlandı. Sovyetler Birliği’nin 1978’de Afganistan’ı işgal etmesi ve İslamcı militanların direnişe geçmesi ABD’nin “yeşil kuşak” projesinin bir ürünü ve aynı zamanda hızlandırıcısı oldu.

ABD 1980’den itibaren Sovyet işgaline karşı Afgan mücahitlerin koşulsuz yanında yer aldı, onları lojistik ve parasal açıdan destekledi. ABD’nin Orta Asya’ya ilgisi de bu şekilde başlamış oldu. Ancak ABD’nin bölgeye ilgisi, Sovyetler’in Afganistan’ı ele geçirmesini önlemekle sınırlıydı. Sovyet işgalinin Gorbaçov zamanında bitmesiyle birlikte, ABD’nin ilgisi de ortadan kalktı. Sovyetler’in 90’ların başında adım adım dağılma süreci bile ABD’nin bölgeye ilgisinin artmasına neden olmadı. O dönem ABD’nin farklı stratejik öncelikleri bulunuyordu. Rus denetiminden koparılması en zor bölge olarak gördüğü Orta Asya’daki hakimiyet mücadelesini anlaşılan bu nedenle ertelemişti. ABD, Orta Asya üzerinde bir mücadeleye girişmek yerine Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla oluşan başka bölgelere dikkatini kaydırdı: Balkanlar ve Doğu Avrupa.

AB’nin Orta Asya’daki Etkinlıği

AB’nin Orta Asya’daki etkinliği henüz askeri ve siyasi değildir. Ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi ve alternatif enerji nakil hatlarının üretimi düzeyinde olan çalışmaları AB’nin bölgede daha uzun süre kalmasıyla birlikte şüphesiz değişecektir. Ancak yine de şunu söyleyebiliriz: AB’nin gücü bölgede ne Rusya’ya ne de ABD’ye karşı çıkabilecek boyuttadır. AB sessiz sedasız ABD ve Rusya’nın bölgedeki emellerine açıkça karşı çıkmadan kendi ekonomik etkinliğini artırma peşindedir.

Yeni İpek Yolu: Traceca ve Inogate

1993’te Brüksel’de 3 Kafkas ve 5 Orta Asya cumhuriyetinin katılımıyla, yapılan bir anlaşmayla “Avrupa-Kafkasya, Asya Taşıma Koridoru” (Transport Corridor Europe - Caucasus - Asia / TRACECA) oluşturulmuştur. Bu koridor salt bir boru lattı değildir. Amaç tarihi İpek Yolu’nun tekrar canlandırılmasıdır. Ancak AB açısından önemi Rusya’nın da ABD’nin de projenin tamamen dışında tutulmuş olmasıdır.

Koridor’un amaçları 1998 yılında yapılan “Tarihi Ipek Yolunun Restorasyonu” toplantısında imzalanan anlaşmayla “Avrupa’da, Karadeniz Bölgesinde, Kafkasya’da, Hazar Denizi Bölgesinde ve Asya’da ekonomik ilişkilerin, ticaret ve ulaştırmanın geliştirilmesi ve güvenliğinin sağlanması” olarak belirlenmiştir. Anlaşma Orta Asya ile Avrupa arasında bir ticaret koridoru kurmakta ve tüm organizasyon ve modernizasyon projelerini Avrupa’ya ihale etmektedir. TRACECA ile AB bölgede hatırı sayılır bir ekonomik etkinlik kazanmıştır. Koridor boyunca öngörülen önemli demiryolu, karayolu ve liman projelerine Avrupa Birliği mali destek sağlamaktadır. Bu gün TRACECA Programı kapsamında 52 yatırım projesi toplam (110 milyon euro) finanse edilmiştir.

AB’nin Orta Asya ile ilişkilerini belirleyen bir diğer önemli proje de Avrupa’ya Devletlerarası Petrol ve Gaz Taşıma Projesi’dir (Interstate Oil and Gas Transport to Europe / INOGATE). AB bu proje ile birlikte, yine Rusya ve ABD’yi dışarıda bırakarak Orta Asya ülkeleriyle ticari bir ilişki kurmuş ve doğal gaz ihtiyacını bu bölgeden sağlamak için önemli bir adım atmıştır. O gün kadar Doğu Avrupa üzerinden gelen Rusya doğal gazıyla ihtiyacını karşılayan Avrupa, bu projeyle birlikte, Rusya’ya olan bağımlılığından kurtulmuş ve bölgede bir etkinlik kurmuştur.

Ayrıca AB’nin Orta Asya ülkelerine yönelik mali yardımları da bulunmaktadır TACIS olarak adlandırılan bu program çerçevesinde 1991-1997 yılları arasındaki ilk dönemde toplam 3 milyar ECU’yu aşkın mali yardım yapılmıştır. AB, ABD’nin bölgeye çok fazla önem vermediği 1990-2001 yıllarını iyi değerlendirmiş, Orta Asya ülkeleriyle önemli ticari ortaklıklar gerçekleştirmiştir. 2001 sonrasında ABD’nin bölgeye ilgisinin artmasıyla ABD, AB’den bir adım öne geçmiştir. Ancak AB’nin bölgeye ilgisi şüphesiz devam etmektedir. 2001’den sonra da AB’nin bölge ülkelerine yardımları devam ettirmiş, bu bölgeye 50 milyon Euro kaynak ayırmıştır.

AB’nin bölgede çok fazla etkinlik göstermemesi ABD ve Rusya ile yaptığı bir anlaşmaya bağlanabilir. Rusya ve ABD, AB’nin Doğu Avrupa’daki etkinliğine ses çıkarmamakta, AB de Orta Asya üzerinde çok fazla durmamaktadır. Bu nedenle AB’nin kısa ve orta vadede Orta Asya’dan vazgeçtiğini söyleyebiliriz. Hele hele Kırgızistan’daki Turuncu Devrimden sonra bölgeye iyice yerleşmeye başlayan ABD’ye karşı AB’nin elleri kolları daha da bağlı kalmıştır.

Rusya’nın Orta Asya’daki Etkinliği

Bir emperyalist ülke olarak Rusya’nın temel hakimiyet alanı kuşkusuz Eski Sovyet alanıdır. Ancak, özellikle Doğu Avrupa bilindiği gibi Rusya’nın etkisinden önemli ölçüde arınmıştır. Orta Asya ise yukarıda da gördüğümüz gibi Rusya’nın en çok etkisi altında bulunan bölge görünümündedir. Sovyetler döneminde Orta Asya ülkelerindeki ekonomik yapı da bu ülkeleri Rusya’ya bağımlı kılma stratejisiyle oluşturulmuştur. Orta Asya ülkeleri Rusya ve SSCB’ye bağlı diğer Batı ülkelerine hammadde sağlayan bir işbölümüne tabi tutulmuştur. Orta Asya ülkeleri SSCB’nin dağılmasıyla birlikte bu durumun sancılarını yaşamaktadır. Bu nedenle Rusya’nın bölge üzerindeki etkisi ister istemez sürmektedir.

Bölgedeki tüm ülkelerin bir numaralı ticari ortağı Rusya görünmektedir. Üstelik Rusya planlı nüfus dağılımıyla da bölge üzerindeki etkisini sürdürmektedir. SSCB dönemi boyunca yöneticilerin yarısına yakınını Rus asıllılardan seçen Rusya, bölge ülkelerine Rus göçmenler de yerleştirmiştir. Her ne kadar bu ülkelerin bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte bu nüfus Rusya’ya doğru göç etmekteyse de yine de azımsanmayacak bir Rus nüfus bölgede görülebilir:

Rus nüfusun oranı İhracatta Rusya’nın payı İthalatta Rusya’nın payı

Kazakistan    %30       %12                       %37

Türkmenistan %7         ---                       %20
Özbekistan     %6         %18                       %23
Kırgızistan      %18         %17                       %20
Tacikistan       %4         %12                        %23


Rusya’nın bölgede pek çok askeri üssü de bulunmaktadır. Bu üsler, ABD’nin 11 Eylül sonrasında bölgede açtığı üslerle karşılaştırıldığında çok daha fazla askere ve mühimmata sahiptir.

Kırgızistan’da yaşanan Turuncu Devrim sonrasında Rus askeri varlığı bu ülkeden çekilmiştir. Özbekistan ve Tacikistan ise, kendilerine yönelik bir ABD operasyonundan çekindikleri için Rusya’ya daha fazla yakınlaşmıştır. Yıllardır ülkesinde bulunan Rus sınır koruma birliklerinin Rusya’ya geri dönmesini isteyen Tacikistan bu konudaki ısrarından vazgeçmiş durumdadır. Hatta Rusya Tacikistan’da yeni bir askeri üs açmış bulunmaktadır.

Bölgede Rusya’nın en büyük etkinliğin bulunduğu ülke olarak Kazakistan sayılabilir. Kazakistan Rusya’dan en çok ithalat yapan ve en büyük Rus nüfusa sahip olan ülkedir. Kazakistan’ın kuzeyi neredeyse tamamen Rus’tur. Bu bölgedeki Ruslar kendi ülkelerine geri dönme eğilimindedir, ancak Rusya Kazakistan’da kalmaları çağrısında bulunmaktadır. Kazakistan’daki Ruslar ayrımcılık yapmamakta, bölgeyi Rusya’ya bağlama gibi bir perspektife de sahip bulunmamaktadır. Bunun nedeni Rusya’nın bu ülkedeki Ruslar sayesinde etkinlik kurma isteğidir.

Kazakistan ticari olarak da Rusya’nın güdümündedir. Kazakistan temel ihracat ürünü olan petrol ve doğalgazının %70’ini Rusya’ya satmaktadır. Rusya Kazakistan’dan aldığı petrol ve doğalgazı kendi iç piyasasında değerlendirmemekte, Avrupa’ya satmaktadır. Zaten dünyanın bir numaralı doğal gaz üreticisi olan ve önemli petrol üreticilerinden olan Rusya’nın Kazak petrol ve doğalgazına ihtiyacı yoktur. Bu nedenle Rusya’nın bu ülkeden aldığı petrol ve doğalgaz aslında Kazakistan’ın başka ülkelere satabileceği ürünlerdir. Böylelikle, Rusya Kazakistan’ın kendi başına doğalgaz ve petrolünü satmasını engellemiş olmaktadır. Rusya’nın Kazakistan üzerindeki bu büyük etkinliği, ülkeyi yeni bir Turuncu Devrimin ilk hedeflerinden birisi yapmaktadır.

ABD’nin Orta Asya’daki Etkinliği

11 Eylül’e kadar, ABD’nin Orta Asya’ya bakışını 1994 yılında Dışişleri Bakan Yardımcısı Talbott’un belirttiği “Önce Rusya-Russia First” politikası belirlemekteydi. Bu politikaya göre ABD uyuyan dev Rusya’yı uyandırmamak için Orta Asya üzerinde pek fazla emele sahip olmayacak ve Rusya’yı adım adım Batı kurumlarına bağlıyarak kendi sistemine eklemleyecekti. ABD, Rusya’yı kendi sistemine katarak Orta Asya’ya dolaylı olarak hakim olmuş olacaktı. Nitekim Yeltsin döneminde Rusya ABD, AB ve NATO ile ilişkilerinde bu kurum ve ülkelere tabi olmayı kabullendi. AB ve ABD’yle herhangi bir rekabete girişmedi. Talbott’un tezine göre Rusya’nın dostluğu ABD için daha önemliydi. Rusya’nın emperyalist paylaşımda bulunmamasını kazancı Orta Asya’nın elde edilmemesinin kaybından çok daha fazla olacaktı.

Ancak ABD 11 Eylül’de yaşadığı sarsıntının altından kalkabilmek için hem güçlü bir misilleme yapma ihtiyacını hissetti, hem de dünya hakimiyetini pekiştirmesi gerektiğini gördü. 11 Eylül, ABD’nin kendi topraklarında vurulabileceğini göstermiş, bu nedenle hem mazlumlara hem de ABD’nin rakiplerine cesaret vermişti. Bu nedenle, ABD ya 11 Eylül’e “şiddetli” bir yanıt verecekti, ya da dünya hakimiyeti yarışında geri adım atmayı kabullenmiş olacaktı.

11 Eylül’den sonra Afganistan’a müdahale düzenleyen ABD, bu ülkedeki Taliban iktidarını ortadan kaldırdı ve kendi atadığı Afgan Kralı Karzai ile ülkeyi yeniden yapılandırmaya girişti. Burada Afganistan operasyonunun önemi üzerinde durmamız gerekiyor. Öncelikle, operasyon, yalnızca Taliban’a yanıt vermek ya da Afganistan’a hakim olmak için yapılmamıştır. Operasyonun amaç ve nitelikleri çok daha geniştir. Afganistan’a hakim olan ABD, bu ülke üzerinden, pek çok noktaya saldırabileceğini hesaplamıştır: Afganistan’ın batısında İran, kuzeyinde Orta Asya, batısında Pakistan ve Hindistan.

Afganistan operasyonunun ABD açısından bir başka önemi de siyasal ve ideolojik önderliğinin pekiştirilmesiydi. ABD “Uluslararası terörizme karşı savaş” doktriniyle bölgeye bir operasyon düzenledi. Bu ABD’nin elinde öyle güçlü bir koza dönüştü ki. ABD’nin önderlik ettiği her tür askeri operasyonu engellemek isteyen, bu tip operasyonları eleştiren, en azından operasyona askeri desteğini vermeyen AB ülkeleri bile, ABD’nin “uluslararası terörizme karı mücadelesinde yanında olacağı” mesajını verdi. Rusya ve Çin bile, çok kutuplu dünya paradigmalarını bir kenara bırakıp, ABD’nin bölgeye yerleşmesine ses çıkarmadılar.

ABD’nin Orta Asya’daki Etkisi Artıyor

ABD’nin bölgeye ilgisinin artması 2001 yılında bölge ülkelerine yaptığı ekonomik yardımlarda da kendisini göstermektedir:

ABD ekonomik yardımı (milyon $) İhracatta ABD’nin payı-İthalatta ABD’nin payı

Kazakistan          80                        ---                              %9
Türkmenistan  16                        ---                              %8
Özbekistan       150                        %4                               %7
Kırgızistan          50                        %8                               %8
Tacikistan          61                          ---                                  ---


ABD’nin Orta Asya ülkeleriyle yaptığı ticaret hacmi Rusya’yla karşılaştırıldığında şüphesiz düşüktür, ancak oranlar gün geçtikçe artmaktadır.

ABD 11 Eylül’le birlikte, öncelikle Orta Asya’daki Türk cumhuriyetlerinde üsler kurdu. Üsler ve bulundukları ülkeler şunlardır: Kazakistan: Alma Ata, Semipalatinsk, Çim Kent. Kırgızistan: Manas. Özbekistan: Hanabad, Taşkent. Tacikistan: Kulyaf, Tubet Urgan, Hodcan

ABD’nin henüz Türkmenistan’da bir üssü bulunmuyor. Çünkü Türkmenistan diğer Orta Asya ülkelerinden farklı olarak bağımsız bir dış politika izlemek istiyor ve tarafsızlık siyaseti güdüyor. Ancak ABD Türkmenistan ile Türkmen subaylarının eğitimiyle ilgili bir anlaşma imzalayarak, bu ülke üzerindeki askeri etkisini arttırmaya başladı.

ABD bu bölgeye yerleşirken birkaç stratejiyi bir arada yürüttü. Öncelikle bölgeyi Rus doğalgaz ve petrolünden kurtaracak formüller geliştirdi. Başını Brzezinski’nin çektiği bir grup stratejisyen ise, yıllardır ABD’nin Hazar petrolleri üzerinde de söz sahibi olması gerektiğinin propagandasını yapıyor. Tabii Hazar operasyonu ABD açısından sadece petrol kaynaklarına ulaşım anlamına gelmeyecek. Aynı zamanda rakipleri Rusya, AB ve Çin’in alternatif enerji kaynaklarına ulaşması da engellenmiş olacak. ABD önderliğini yaptığı ve Bakü petrollerinin Rusya’ya uğramadan Avrupa’ya nakledilmesini sağladığı Bakü-Ceyhan-Tiflis Boru hattına Kazakistan’ı da katmaya çalışıyor.

Çin

Çin’in bölgedeki etkisi gittikçe artmaktadır. Öncelikle ticari açıdan Çin, Kazakistan ve Türkmenistan ile olan ilişkilerini geliştirmektedir. Kırgızistan ve Tacikistan ile sınırdaş olan Çin’in bölge üzerinde tarihsel bir ağırlığı ve etkisi bulunmaktadır. Bölge ülkeleri Çin’in ülkelerine doğru yayılmasından çekinmektedir. Ancak özellikle Şanghay İşbirliği Örgütü vasıtasıyla Çin bölgede etkinliğini arttırmaktadır.

Şanghay İşbirliği Örgütü

Çin’in Orta Asya’da güç kazanması yolundaki en önemli uluslararası girişim Şanghay İşbirliği Örgütü’dür (ŞİÖ). ŞİÖ, Nisan 1996’da Çin, Rusya, Kırgızistan, Kazakistan ve Tacikistan tarafından kurulmuştur. ŞİÖ’nün kuruluş amacı üye ülkeler arasındaki çeşitli sınır anlaşmazlıklarını ortadan kaldırmak ve belli bir uzlaşmaya girişmektir. Çin’in sınırları olduğu Orta Asya ülkeleri, Tacikistan, Kırgızistan ve Kazakistan’dır. Ancak 2001 yılından sonra ŞİÖ’nün misyonu değiş, adım adım yerel işbirliği örgütüne dönüşmeye başlamıştır. Haziran 2002’de ne Rusya ne de Çin’le sınır olmayan Özbekistan’ın da katılmasıyla örgütün havası değişmiştir.

11 Eylül’ün yarattığı havayla, örgüt misyonuna “uluslararası terörizm ve aşırı dincilikle mücadeleyi” de eklemiştir. Bu eklemenin Çin için önemi Doğu Türkistan’daki ayrılıkçı hareketi “uluslararası terörizm” kapsamına aldırması ve ABD’nin de Doğu Türkistan Türklerinin mücadelesini terörizm olarak tanıtmasıydı. Bu şüphesiz “hinterland”ı sağlam tutan Çin için önemli bir fırsattı. Doğu Türkistan’daki ayrılıkçı eğilimleri istediği gibi bastırma garantisi alan Çin, böylelikle Türkistan’ın batısına yönelik emperyalist yayılma emellerini de zamanla yerine getirebilirdi.

ŞİÖ’ye her ne kadar Rusya da üyeyse de, örgütün önderliğini Çin yürütmektedir ve esas olarak Çin’in Batı sınırındaki uzlaşmazlıkları giderme ve Orta Asya ülkelerinin Doğu Türkistan’daki ayrılıkçı örgütlere olası yardımlarını engelleme misyonuna sahiptir. Rusya’nın ŞİÖ’ye üye olmaktaki amacı Çin’in Orta Asya’daki etkinliğini denetleme ve bölge ülkelerindeki gücünü kısıtlama amacıdır. Yani Rusya ŞİÖ’nin Çin önderliğinde kendi etkinliğini engellemesini önlemeye çalışmaktadır.

Türkiye’de Avrasyacı kesimin söylediğinin aksine ŞİÖ antiAmerikan bir örgüt değildir. Çin ile Rusya ilişkilerini geliştirme amaçlı da değildir. Örgütün amacı Çin’in Orta Asya ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmektir. ABD Çin’in bölgedeki etkisinin artmasının uzun vadede ABD’nin değil de Rusya’nın aleyhine olacağını hesapladığı için göz yummaktadır. Rusya ise kendisinin de üye olduğu bir örgütün kendi çıkarlarına aykırı gelmeyeceğinin bilincinde Çin ile bölge önderliği için kapışmaktansa Çin ile beraber bölgede etkin olmayı tercih etmektedir.

ŞİÖ, yalnızca sınır anlaşmazlıklarını giderme örgütünden de öte bir anlam kazanmaya başlamıştır. ŞİÖ sayesinde Çin’in bölge ülkeleriyle ticari ve siyasi ilişkileri gelişmiştir. Askeri anlamda da Çin ve bölge ülkeleri ortak askeri tatbikatlara başlamıştır. Son olarak ŞİÖ’nin toplantısında ABD’nin Özbekistan’daki üslerinin ne zaman kapatılacağının sorulması önemli bir gelişmedir. Gerçi Rus ve Çin yetkililer yapılan açıklamanın ABD’ye kafa tutmak anlamına gelmediğini söylese de Rusya ve Çin’in ŞİÖ’yü adım adım ABD’nin bölgedeki etkinliğini engelleme amaçlı kullanmak istediğini göstermektedir.

Çin-Kazakistan ilişkilerinde gelişme üzerinde özellikle durmak gerekir. Çin bu ülkeyle olan ticari ilişkilerini arttırmaktadır. Kazakistan’la 1997 yılında imzalanan anlaşmayla Kazakistan-Çin Petrol Boru Hattının inşasına karar verilmiştir. Çin Devlet Başkanı Hu Jintao’nun 2003 Haziranındaki Kazakistan ziyaretinde iki ülke anlaşarak 2006 Haziranına kadar 3 bin kilometrelik hattın 2 binlik ilk bölümünün tamamlanmasına karar vermişlerdir.

Orta Asya’daki Olası Gelişmeler

Dünyadaki emperyalist ülkelerin tümünün birden çıkarlarının olduğu ve hakimiyeti altına almak istediği yegane bölge bugün Orta Asya olarak gözükmektedir. Bu nedenle orta Asya’daki gelişmeler emperyalistler arasındaki çelişmelerin ortaya çıktığı ve bu çelişmelerin nasıl çözümleneceğinin cevaplarını da yattığı bir bölgedir. ABD’nin de 11 Eylül’den sonra bölgede hakim olmak gerektiğine kanaat getirmesiyle ve askeri üsler açmasıyla birlikte bölgedeki mücadele daha da keskinleşmiştir. Bölgede askeri gücü olan ABD dışında bir tek Rusya bulunmaktadır. Çin ve AB ekonomik güçleriyle bölgede etkin olmak istemektedir. Ancak ABD’nin Kırgızistan’daki Turuncu Devrimle birlikte bölgedeki statükoyu kökten değiştirmeyi amaçladığı ortaya çıkmıştır.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

Kürt Hareketi: ABD, Avrupa ve Rusya'ya Taşeronluğun Tarihi, BÖLÜM 2

Kürt Hareketi: ABD, Avrupa ve Rusya'ya Taşeronluğun Tarihi, BÖLÜM 2


Sevr Antlaşması: Kürtlerin de Artık Bir Devleti Var!

24 Nisan 1920’deki San Remo Konferansı’nda Kürdistan ile ilgili alınan tüm kararlar Sevr Antlaşması’nda kabul edilen maddeler haline gelmişti. Bu anlaşmaya göre Bitlis’in güneyi Kürdistan, kuzeyi ise Ermenistan olmuştu. Doğu Anadolu da Sivas’a kadar Türklerin elinden alınıyordu.

Her ne kadar Sevr Antlaşması uygulanamamış olsa da hâlâ Kürtler için önemini korumaktadır. Sevr Anlaşması uluslararası planda Kürtlerin varlığının kabul edildiği ilk anlaşma olması bakımından önemlidir. Kürt devletinin de bir Kürt milleti gerçeği üzerinden değil de, emperyalistlerin Ortadoğuyu sömürgeleştirme programları çerçevesinde kurulduğunun bir göstergesidir. Çünkü Sevr Antlaşması imzalanıp da Kürt devletinin kurulmaya karar verildiği günlerde, ne Kürt aşiretleri arasında bir birlik vardı, ne de bir millet gerçeğine işaret edebilecek dini, tarihi ve kültürel bütünlük. Kürt aşiretleri arasındaki dağınıklık o dereceye varmıştı ki, Kürt devletinin bir gerçeklik haline geldiği 1920’ler, aslında aşiretler arasındaki ayrımların en fazla yaşandığı günlerdi. Bunun nedeni de aşiret reislerinin kurulacak Kürt devletinin lideri olarak kendilerini emperyalistlere beğendirme çabasıydı.

Kemalist Cumhuriyet’e Karşı Kürtler Kullanılıyor

Mustafa Kemal önderliğindeki Türk Milleti Sevr Antlaşması’nı yırtıp çöpe attıktan sonra, emperyalistlerin Kürt politikasında da belirli bir değişiklik oldu. Öncelikle Birinci Dünya Savaşı sonrasında tamamen İngiliz ve Fransız egemenliğine bırakılan Arap topraklarında emperyalistler kendi düzenlerini kurmaya giriştiler. Irak ve Suriye’de Kral Faysal’ın liderliğinde işbirlikçi manda rejimler kuruldu. Dolayısıyla bu dönemlerde, Irak’ta da Suriye’de de bir Kürt isyanı görmüyoruz. Bir Kürt devletinin kurulması, o dönemde stratejik olarak emperyalistler için fazla bir şey ifade etmiyordu. Hatta Arapları emperyalistlerin karşısına iteceği için zararlı bile olabilirdi. Aynı şekilde İran’da da İngiliz işbirlikçisi bir Şah Rejimi bulunmaktaydı ve İran’daki Kürtler de bu dönemde sessizdi.

Ancak Türkiye’de emperyalizme kafa tutmuş bir rejim bulunmaktaydı ve emperyalistler bu rejimle nasıl başa çıkabileceklerini düşünüyorlardı. Kemalist Cumhuriyet’e karşı Padişahçı-Halifeci bir ayaklanmanın çok başarılı olmayacağı ortadaydı. Çünkü Padişahın mütareke döneminde izlediği işbirlikçi siyaset, Türk Milleti’nin nefretini kazanmasına neden olmuştu. Aynı şekilde Atatürk’ün ulusal kurtuluş mücadelesine liderlik etmiş olması hem halk nezdinde hem de Ordu üzerinde büyük etkisi olmasına neden olmaktaydı. Bu nedenle Türkiye’nin içinde bir rejim muhalifi bulmak kolay değildi. Üstelik genç Cumhuriyet de en devrimci dönemini yaşamaktaydı ve kolay kolay muhalefete izin verecek gibi gözükmüyordu.

Dolayısıyla emperyalizmin elinde tek koz olarak Kürtler kalmaktaydı. Nitekim bu kozu da kullandılar. Kurtuluş Savaşı’nın ta başlarında Koçgiri İsyanı’yla birlikte Kürtleri Mustafa Kemal’e karşı ayaklandırmayı düşünen emperyalizm çeşitli denemeler ve yoklamalardan sonra, bu planını Şeyh Sait isyanıyla birlikte uygulamaya koydu. Üstelik İngiltere ile Türkiye arasında çözülmemiş bir mesele de bulunmaktaydı: Musul meselesi.

O dönemde Musul’un etnik yapısı bugünden çok farklıydı. Yüzlerce yıllık Osmanlı iradesinin doğal bir sonucu olarak kentin büyük çoğunluğunu Türkler oluşturmaktaydı. Emperyalizmin bağımsız devlet istediklerini iddia ettiği Kürt aşiretlerinin büyük çoğunluğu da Türk iradesinden memnundu ve Kürtlük ve bağımsızlık gibi iddiaları yoktu. Bu nedenle Türkiye bölgede bir referandum yapılmasını istiyor, İngiltere ise Musul sorununun Milletler Cemiyeti’nde çözülmesini istiyordu. Doğal olarak bu cemiyetten çıkacak sonuç tam da İngiltere’nin istediği gibi çıkacaktı.

1925 yılına gelindiğinde Musul meselesi hâlâ çözümsüzdü. Bu noktada İngilizler Kürt kartını tekrar oynamaya karar verdiler. Zaten çeşitli KTC artığı Kürt aşiretleri huzursuzdu ve sürekli İngiliz ve Fransızlara başvurarak ayaklanma hazırlığı içinde olduklarını söylüyorlardı.

Şeyh Sait’in Arkasındaki İngiliz Desteği

Şeyh Sait’in liderliğinde bir grup 21 Mart 1925 (Nevruz) gününü ayaklanmanın başlangıcı olarak tespit etmişti. Ancak Türk Ordusu’yla isyancı Kürtlerin erken teması nedeniyle ayaklanma daha erken başlamak zorunda kaldı. Aslında ayaklanma, Irak sınırına daha yakın bölgelere başlatılacak ve gerektiğinde İngiliz kuvvetlerinin desteği alınacaktı. Ayrıca ayaklanma hattının güney kesimi İngiliz toprakları içinde kaldığı için sağlama alınmış olacaktı. Fakat erken temas nedeniyle ayaklanma Tunceli civarlarında başladı.

Ayaklanmanın ardındaki İngiliz desteğini ortaya koyan pek çok olgu bulunmaktadır. Ayaklanma bastırılırken Türk Ordusu, askerlerinin bir kısmını ayaklanma hattının güneyinden geçirmek zorundaydı. Bunun için de o dönem Fransız mandası olan Suriye sınırları içindeki demiryolu kullanılmak zorundaydı. Fransa için Türkiye’yle iyi ilişkiler kurmak o dönem daha önemliydi. Fransa böylelikle İngiltere’nin Ortadoğuda artan gücünü dengeleyeceğini düşünüyordu.

Bu nedenlerle Fransa, Şeyh Sait İsyanı’na destek olmadığı gibi, Türk Ordusu’nun Suriye sınırları içerisindeki demiryollarını kullanmasına da izin verdi. Bu İngiltere’nin büyük tepkisine neden oldu. Bu tepki, İngiltere’nin isyanı desteklediğinin uluslararası arenada ortaya çıkmasını sağladı. Ayrıca, ayaklanan aşiretlerin üzerlerinden İngiliz yapımı silahlar hattâ İngiltere’den gelmiş silah katalogları çıktı. İsyancı liderlerin ceplerinde de İngiltere Krallığı antetli çeşitli mektuplar çıktı. Ayrıca isyancıların kıyafetleri üzerlerinden çıkan paralar vs. tümü İngiltere’den gelmişti.

Ancak Şeyh Sait Ayaklanması’nın ardındaki İngiliz desteğini gösteren en önemli olgu, isyanın sonuçlarının İngiltere lehine olmasıdır. Tam isyanın başladığı dönemlerde Türkiye Irak sınırına yığınak yapıyordu. Mustafa Kemal bir güç gösterisiyle Musul meselesinde ne kadar ciddi olduğunu göstermeyi düşünüyordu. Ancak Şeyh Sait isyanı hem Mustafa Kemal’in bu harekâtını engellemiş oldu, hem de Türkiye’nin Musul’un bir Türk kenti olduğu yolundaki tezlerini de dünya kamuoyu önünde geçersiz kılmış oldu. Çünkü, kendi topraklarındaki vatandaşları bile Kürtlük iddiasında olan Türkiye, Musul’dakilerin Kürt olmadığı tezini ne kadar savunabilirdi? Şeyh Sait isyanı emperyalizmin Musul’da yaşayanların Türk olmadığı ve Türkiye’yle birleşmek istemeyeceği yolundaki tezini kanıtlaması için çok güzel bir fırsat vermişti.

Dolayısıyla Şeyh Sait İsyanı başarılı olamasa bile, İngiltere’nin Musul tezlerini desteklemesi bakımından önemliydi. Zaten İngilizler de isyanın başarılı olacağını düşünmüyorlardı. Hatta hiçbir zaman açıkça desteklemediler ve destekledikleri iddialarını yalanladılar. Ancak başta Mustafa Kemal olmak üzere dönemin yöneticileri isyan süresince İngiltere’yi sert dille uyarıp eleştirdiler.

İkinci Deneme: Ağrı Ayaklanması

Emperyalistler tabii pes etmedi. 1930’a doğru geniş çaplı bir hazırlıktan sonra bu sefer de Hoybun isimli örgüt önderliğinde İhsan Nuri Paşa’nın yönettiği bir kısım aşiret, Ağrı Dağı civarlarında ayaklandı. Ayaklanma başarılı olduğunda İran’a doğru genişleyecekti.

Türkiye ayaklanmayı bastırabilmek için İran’la anlaşmak ve Iğdır civarındaki bir kısım verimli arazi karşılığında Küçük Ağrı dağının çevresini İran’dan almak durumunda kalmıştı. Çünkü Ağrı Dağı’ndaki isyancılar Türkiye’nin harekatından sonra İran’a kaçabiliyorlardı. Küçük Ağrı’nın Türkiye’ye katılmasıyla birlikte isyancıları kuşatmak mümkün olabilecekti. Ağrı Ayaklanması sırasında gerçekleşen bu Türkiye-İran antlaşması Ortadoğuda Kürt ayaklanmalarını engellemenin bölgedeki tüm devletlerin el ele verirse mümkün olacağının güzel bir göstergesidir.

Burada Hoybun örgütünün de karakterine bakmamız gerekir Hoybun Ermeni örgütü Taşnak ile birlikte kurulmuş ve tamamen İngiliz istihbarat subaylarının denetiminde gelişmiştir. Hoybun, tüm örgütlenmesini yurtdışında yapmıştır.

Fransızların da Hoybun’un oluşumunda ve gelişiminde önemli yeri bulunmaktadır. Bu ayaklanmanın Fransa açısından önemi Hatay sorunudur. İngiltere Musul için Şeyh Sait’i nasıl desteklediyse, Fransa da aynı şekilde Hatay için Hoybun’u desteklemiştir.

Fransızların Hoybun’la ilişki kurmasında Taşnak’ın da büyük rolü olmuştur. Taşnak 30’ların başında SSCB tarafından dışlanan ve Fransa’nın büyük destek verdiği bir örgüttü. Taşnak’ın hedefi SSCB’den bağımsız Katolik bir Ermenistan kurmaktı. Bu da tam Fransa’nın Ermeni tezlerini destekliyordu. Bu nedenle Kürtlerin Hoybun’da Taşnak’la kurdukları ittifak, onların Fransız desteği almalarını da sağladı. Yurtdışı bağlantılarını Fransa üzerinden sağlayan Hoybun’un karargâhı da Fransız mandası Suriye’de bulunuyordu.

Türkiye-Irak-İran: Kürtlere Karşı Güçbirliğine

Ağrı İsyanı’nın bastırılması sırasında Türkiye ile İran arasında yapılan anlaşmayı incelemiştik. İran da Türkiye gibi Kürtlerden çok çeken bir ülke konumundaydı. Kürtlerin Irak’ın başına musallat olması tam Ağrı İsyanı’nın ardından olmuştur. İngilizlerin iktidara getirdiği Kral Faysal’ın yavaş yavaş denetimden çıkması üzerine bu sefer de Irak’taki Kürtler piyasaya sürüldü ve 1931’de Irak’ta bir Kürt ayaklanması çıktı. Bu Irak’taki ilk ayaklanmadır ve çok da başarılı olamamıştır. Zaten bu ayaklanmada İngiltere’nin amacı Türkiye ve Suriye ile dostane ilişkiler kurmaya başlayan ve Mustafa Kemal’la birlikte bir federasyon arayışına giren Irak Kralı’na bir gözdağı vermek ve Irak Kürtlerinin gücünü sınamaktı.

Türkiye’deki Ağrı İsyanı’nın hemen ardından Irak’ta çıkan bu Kürt ayaklanması aslında Türkiye-Irak ilişkilerinde belli bir ilerleme de sağladı. Zaten 30’lar dünyanın hızla yeni bir dünya savaşına doğru gittiği ve Ortadoğuda İngiltere’nin hakimiyetinin yavaş yavaş azaldığı dönemlerdir. Bu nedenle Irak ve İran da kendilerine yeni bir gelecek tasarlama peşindeydi. Türkiye-İran-Irak ve Afganistan arasında kurulan Sadabad Paktı, bu arayışların bir ürünü sayılabilir. Sadabad Paktı’nın çok bilinmeyen bir yönü ise Kürt meselesiyle ilgili kısmıdır. Sadabad Paktı’nda 7. maddesine “içişlerine karışmama ve şer güçleri desteklememe” gibi bir madde eklenmiştir. Bu maddede kastedilen ülkelerin pakt üyesi diğer ülkelerdeki Kürtleri desteklememesi ve Kürt isyanlarına karşı birlikte hareket etmesiydi. Sadabad Paktı’ndan sonra iki ülkenin sınırlarındaki karakollar arttırıldı. Bölgedeki Kürt aşiretlerini faaliyetleri hakkında istihbarat paylaşımına gidildi. Kürt aşiretlerinin güçlenmesine neden olan kaçakçılığın önüne beraber geçilmeye çalışıldı.

Hatay Sorunu: Tekrar bir Kürt İsyanı

1937’ye gelindiğinde ise Hatay sorunu en civcivli dönemini yaşamaktaydı. İşte tam da bu sıralarda Tunceli’de bir isyan patlak verdi. Bu isyanda Fransız parmağı bulunmaktadır. İsyanın liderlerinden Seyit Rıza Fransız ajanlarıyla defalarca görüşmüştür. Fransızlar isyana parasal olarak da destek vermiştir. İsyanın başlarında Tunceli çevresi uzun süre isyancıların kontrolünde kalmıştır. Ancak Türk Ordusu’nun harekatının ilerlemesi üzerine, Fransızlar da son kozlarını oynamış ve Suriye’deki Kürtleri Türkiye’ye göndererek isyanı desteklemelerini sağlamıştır. Ancak bu destek pek işe yaramamıştır. İsyan bastırılmış ve Türk Ordusu’ndan kaçan isyancılar bu sefer de Suriye’ye sığınmışlardır.

Atatürk dönemindeki isyanlara baktığımız zaman isyanların aslında bir Kürt devleti kurmaktan öte, Kemalist rejime bir gözdağı vermek ve Musul, Hatay gibi önemli meselelerde istediği adımları atmasını engellemek olduğu söylenebilir. Dolayısıyla Atatürk döneminde henüz belirgin bir Kürt devleti kurulması fikri bulunmuyordu. Çünkü Sevr’den beri bir Kürt devleti’nin politik zemini kalmamıştı. Bu nedenle Türkiye’yi hizaya sokmak ve Kürtleri kontrol altında tutmak o zamanlar için yeterliydi. İsyanların kesintisiz sürmemesi ve İngilizlerle Fransızların Türkiye’yle çıkarlarının bozulduğu dönemlere rast gelmesi bir raslantı değildir. Emperyalistlerin Kürt devleti gibi uzun vadeli bir planları bulunmamaktaydı. Tersine, dönem dönem yoklamak onlar için yeterliydi.

İlk Kukla Kürt Devleti: Mahabad Cumhuriyeti

İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından dünya üzerinde emperyalist paylaşım yeniden sahne alırken Stalin önderliğindeki SSCB de artık bir emperyalist ülke gibi bu paylaşıma katılıyordu. Gerek Doğu Avrupa, gerekse Kafkaslar SSCB’nin yeni nüfuz alanı haline gelmişti. Bu dönemde SSCB İran ile sınır anlaşmazlıklarını düzeltmek ve İran petrolü üzerinde bir takım imtiyazlar edinmek için İran’la sürtüşmelere giriyordu. Bu bağlamda Kuzey İran’da “Güney Azerbaycan” ve “Kürdistan” devletleri kuruldu. Bu devletlerin ikisi de tamamen SSCB desteğiyle Kızılordu’nun fiili müdahalesiyle kurulmuş kukla devletlerdi. İran bu devletlerin kurulmasıyla birlikte SSCB’nin istediği tavizleri verdiği anda da devletlerin arkasındaki SSCB desteği çekildi ve İran’ın bu devletleri ortadan kaldırması çok da zor olmadı.

Mahabad Cumhuriyeti Kürtlerin kurduğu bir cumhuriyet değildir. SSCB’nin güdümünde olduğu, SSCB desteğini çektiği anda rahatlıkla ortadan kaldırılmasıyla görülebilir. Türkiye ve Irak’taki o güne kadar pek çok ayaklanmaya katılmış Kürt aşiret reisi de bu cumhuriyetin vatandaşı olmak için başvurmuştu. Kürtler akılları sıra, topluca bu ülkeye yığınak yapacak ve hayallerindeki Kürt devletini sonunda kuracaklardı. Örneğin ayaklanma liderlerinden İhsan Nuri Paşa, Cumhuriyet’in Genelkurmay Başkanı olmuştu. Ancak istedikleri kadar yığınak yapsınlar, SSCB desteği bittiği anda Mahabad Cumhuriyeti de ortadan kalktı.

Ancak Mahabad Cumhuriyeti ortadan kalkarken Sovyetler bir başka Kürt aşiret liderini himayesine almıştır: Molla Mustafa Barzani. Irak’ta ayaklanan ve başarısız olan Barzani, Sovyetler’e sığınmıştır. SSCB, Barzani’yi bir koz olarak elinde tutmaya karar vermiştir. Kendisine ve ekibine, Askeri Akademi’de eğitim verilmiş ve Barzani General rütbesine ulaşmıştır. Bu dönemde Barzani üst düzey Sovyet yetkililerle görüşebilmiş, büyük saygı görmüştür. Ancak Irak’taki devrimden sonra Sovyetler’le ilişkisinin gelişmesi üzerine Sovyetler’in Kürtlere olan ilgisi de ortadan kalkmıştır.

İsrail-Kürt İttifakı Kuruluyor

1950’ler boyunca Kürt kartının oynanmadığını görüyoruz. Çünkü bu dönem esas olarak dünya sisteminin yeniden yerine oturduğu bir dönemdi ve Batı Bloku ile Sovyet Bloku arasında bir denge kuruluyordu. Kürtlerin bu denge içerisinde önemli bir yeri bulunmuyordu, çünkü Kürtler Sovyetler’le Batı Bloku’nun çatışma alanının dışındaydı. Henüz Ortadoğu üzerinde bir hesaplaşmaya girişilmemişti. Üstelik İran, Irak ve Türkiye’de zaten işbirlikçi rejimler vardı ve emperyalistler açısından bu statükoyu korumak yeterliydi.

Hakim emperyalist güç olarak ABD öne çıkmaya başlamıştı ve ABD’nin İngiltere gibi bu bölgelerde büyük bir tecrübesi bulunmamaktaydı. Sadece çeşitli aşiretlerle bağlantılar kurulmaya başlandı. Dolayısıyla 50’li yıllar ABD’nin bölgeyi tanımakla geçirdiği bir dönem olarak görülebilir.

Bu dönemde Ortadoğu coğrafyasına ve dolayısıyla Kürt meselesine yeni bir emperyalist ülke katılır: İsrail. İsrail 1948 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde ABD’nin Ortadoğuya hakim olma stratejisinin önemli bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. İsrail sayesinde ABD hem bölgede güvenilir bir müttefik kazanmış hem de bölgede Arapların birleşmesinin önü kesilmiştir. İsrail kurulur kurulmaz, kendisine bölgede bir yaşam alanı sağlayabilmek için Araplara karşı kendini savunması gerektiğin farkındaydı. Bu nedenle İsrail bölgedeki Arap olmayan unsurlarla ittifak kurma stratejisi geliştirdi. Bu bağlamda Etiyopya, İran ve Türkiye ilk elde İsrail’in ilişkilerini geliştirmesi gereken ülkeler olarak göze çarpıyordu. İsrail’in kurulduğu dönemde İran ve Türkiye zaten Batı Bloku’na dahil olmuş ülkelerdi. Bu nedenle bu ülkelerle kurulan ilişkilerde bir sıkıntı yaşanmadı. İsrail, bu ülkelerin yanı sıra Kürtlerle de ilişki kurdu. Böylece sağlam bir Arap karşıtı ittifak kurulmuş oluyordu.

Yahudilerin Kürtlerle ilişkileri İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadar gitmektedir. 40’lı yılların başlarında önemli ABD’li Siyonist istihbaratçılar Barzani ve Bedirhan başta olmak üzere birkaç Kürt aşiret lideriyle görüşmüşler ve Arap düşmanlığı temelinde bir ittifakın ilk temellerini atmışlardı. Nitekim İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya konjonktürünün belirlendiği San Fransisko Konferansı’nda da Kürtlerin konferansa sunduğu ve Doğu Irak’tan Doğu Anadolu’ya büyük bir alanı kaplayan Kürdistan projesini konferansta tek destekleyen Siyonistler olmuştu.

İsrail’in Kürtleri desteklemesi ilk başta Irak’taki sınırlı kalmıştı. Çünkü Türkiye ile ilişkilerini germek istemeyen İsrail, Humeyni iktidarına kadar Batı Bloku’ndan kopmayan İran’la da istihbarat alanlarını neredeyse birleştirmişti. Dolayısıyla İsrail’in İran’daki Kürtleri desteklemesi söz konusu bile olamazdı. Tersine İran gizli servisi SAVAK İsrail gizli servisi MOSSAD ile birlikte Barzani önderliğindeki Kürtlere silah ve para yardımında bulunmaya Şah devrilene kadar devam etti.

1958: Kasım Devriminden Sonra Abd Kürt Kartını Oynamaya Başlıyor

Ancak 1958 yılında Irak’ta Kasım önderliğindeki devrimci subay hareketinin antiemperyalist bir devrim yapmasıyla birlikte, bu sefer ABD Irak’taki Kürtleri ayaklandırmak gibi bir politikaya girişti. Barzani’nin Irak’ta bitmek bilmez ayaklanmalara başlaması işte bu döneme rastlar. İşin ilginci Kürtler açısında ayaklanılacak bir durum da pek yoktu. Aslında Kasım, Kral karşıtı olduğu için Kürtlere özerklik vermeyi bile teklif etmişti. Esas Kürtleri asimile etmeyi düşünen Kral’dı. Yani, Kürtlerin ayaklanması Kral’a karşı değil onu devirip Kürtlere de özerklik teklif eden Kasım’a karşı olmuştur. Çünkü antiemperyalist olan Kral değil, Kasım’dı. Dolayısıyla Kürtlerin karşı çıktığı liderler kendilerine özerklik vaat eden, o çok bahsettikleri kültürel haklarını verenler değil, emperyalizmin hoşuna gitmeyenler olmuştur.

Irak BAAS Partisi Kürt meselesini yanlış bazda ele almıştır. Meseleyi etnik bir sorun olarak görmüş arkadaki emperyalist desteği ortadan kaldırmanın yolunu Kürtlere daha fazla hak vermekle mümkün olacağını düşünmüştür. 1970 yılında bizzat Saddam Hüseyin liderliğindeki BAAS heyeti Barzani ve Talabani’nin liderlik ettiği Kürt aşiretleriyle görüşerek Kürtlere özerklik verilmesi konusunda çeşitli anlaşmalar yaptı. Bu anlaşmalar doğrultusunda Kürtçe resmi dil olacak, Irak adeta bir Arap-Kürt federasyonuna dönüşecekti. Saddam Hüseyin bu sayede Kürtleri kontrol altında tutabileceğini düşünmüştü. Ancak düşündüğü gibi olmadı. Irak’ta İran sınırında yaşayan Kürtler ile İran Şahı arasında çeşitli ittifaklar kuruldu. O dönem İran tamamen ABD’nin bölgedeki jandarması gibi çalışmaktaydı ve İsrail ile ittifak halindeydi. Dolayısıyla İran kendisi de Kürt ayrılıkçılığından muzdarip olsa da Irak’taki Kürtleri desteklemekten çekinmedi. İran, Barzani önderliğindeki aşiretlere İsrail ve ABD’nin yaptığı silah yardımının taşeronluğunu üstlendi ve silahların İran-Irak sınırından taşınmasına göz yumdu. İran ayrıca ayaklanan Kürtlerin ayaklanma bastırıldığında kendi ülkesine geçmesine de göz yumuyordu.

Ancak 1975 yılında İran ile Irak arasında Kürt aşiretlerinin desteklenmemesi konusunda bir anlaşmaya varıldı. Neden 1975? Bilindiği gibi 1973 yılı dünya çapında petrol krizinin çıktığı, Arap-İsrail savaşının yaşandığı ve ABD’nin Ortadoğu üzerindeki etkisi ve gücünün azaldığı yıl olmuştu. Bu süreçten İran da biraz olsun etkilenmişti. Dolayısıyla karşımızda Kürtlerle emperyalizmin yine kader birliğini görüyoruz. İran ile Irak’ın ABD’nin de hoşuna gitmeyen basit bir ittifakı söz konusu.

1975 yılında İran ile Irak’ın Kürt aşiretlerinin desteklenmemesi konusundaki anlaşması, Barzani’yi tamamen ABD’nin kucağına itti. 1979’daki İslam Devrimi’nden sonra, Kürtler bu sefer tekrar ABD’nin etkisiyle ayaklandılar. Ancak Humeyni bu ayaklanmayı bastırmasını bildi.

İran-Irak Savaşı: Yine İşbirlikçilik

Kürtlerin işbirlikçiliğinin en ilginç örneklerinden birisi İran-Irak Savaşı’nda yaşanmıştır. 1980’den 1988’e kadar süren savaşta özellikle İran-Irak sınırında yaşayan Kürtler İran’a destek olmuş, İran ordusuyla koordineli bir şekilde ayaklanmışlardı. İşin ilginci, Irak’tki Barzani liderliğindeki KDP’ye bağlı Kürtler İran’la birlikte Irak Devleti’ne karşı ayaklanırken, İran’da ayaklanan Kürtleri de Saddam Hüseyin destekliyordu. Hatta İran, kendi ülkesindeki Kürt ayaklanmasını bastırmak için Barzani’nin güçlerini kullandı. 1983 yılında önce Kuzey İran’da Humeyni ile birlikte Kürt ayaklanmasını bastıran Barzani, daha sonra İran’ın Kuzey Irak’a yaptığı sefere katıldı. Daha da ilginci Irak’taki Kürtlerin de İran’daki Kürtlerin de partisinin ismi aynıydı: KDP!

Savaşın sonlarına doğru ise, Barzani, İran’ın işgal ettiği Halepçe’de İran Ordusu’nun rahat geri çekilmesini sağlamak için Irak ordusunun saldırılarını püskürtme görevini üstlendi.

ABD Kürt Devleti İçin Düğmeye Basıyor

İran-Irak Savaşının bitimiyle birlikte, Saddam Hüseyin’in Arap Birliğini savunan tutumu ve sosyalist uygulamaları petrol zenginliğinin verdiği güçle de birleşince ABD’nin ve İsrail’in bölgedeki çıkarlarını zedelemeye başlamıştı. ABD, Irak’ın Kuveyt ilhakını bahane göstererek başlattığı ilk Körfez Savaşı’nda (1991) esas müttefik olarak Kürtleri belirledi. Körfez Savaşı’nda Saddam’ın Kuveyt’ten çıkartılmasından sonra Bush’un ayaklanma çağrısına bir tek Kürtler uydu. Kuzey Irak’ta ABD’nin oluşturduğu güvenli bölge (36. paralelin kuzeyi) Kürtler için adeta fiili bir Kürdistan haline geldi. KDP ve KYB uzun yıllar sonra ilk kez bir araya geldiler ve ortak bir Meclis kurdular. Yapılan seçimlerde KDP ve KYB eşit oy aldılar ve aynı sayıda milletvekili sahibi oldular.

Bu dönem, ABD’nin Kürt Devleti projesini devreye soktuğu dönemdir. Artık sadece Kürtlerin belli ayaklanmalarının desteklenmesi değil, Kürtlerin bir devlet kurmasının sağlanması gerekiyordu. Körfez Savaşı bu projenin devreye sokulması için bir başlangıç olmuştur.

Saddam Hüseyin Kuzey Irak’taki gelişmeleri elleri kolları bağlı izliyordu. Ancak 90’ların ortalarına doğru Talabani’yle Barzani tekrar birbirine düştü. Kuzey Irak’ta yetki yarışına giren aşiret liderlerinden Barzani 1995 yılında Saddam’la anlaştı. Irak Ordusu’nun desteğini arkasına alan Barzani, Talabani’ye saldırdı. Bu, fiili Kürt Devletinin sonu ve Saddam’ın Kuzey Irak üzerinde tekrar egemen olması anlamına geliyordu. Saddam’ın bölgeye tekrar hakim olmasıyla birlikte ABD ajanlaştırdığı 5000’i aşkın Kürdü Guam adalarına helikopterlerle kaçırdı.

Bu ABD’nin bölgedeki Kürt Devleti projesinin sonu demek oluyordu. ABD bu projesini tekrar uygulamaya koymak için İkinci Körfez Savaşı’nı beklemek zorundaydı.

Ve Huzurlarınızda PKK!

Irak üzerinde Kürtler kullanılırken Türkiye’deki Kürtler de sessiz durmuyordu. Irak’ta Körfez Savaşı yaşanırken, Türkiye’de de PKK, arkasına ABD desteğini almış Türkiye’nin güneydoğusunda etnik temizliğe başlamıştı. 70’lerin sonlarında kurulan PKK’nın amacı terör yoluyla bölgedeki Türkleri korkutup kaçırmak, daha sonra da bölgedeki Kürt çoğunluktan bahsederek emperyalistlerin desteğinde bir Kürt devleti kurmaktı. 80 öncesinde PKK, bölgedeki kendi dışındaki tüm örgütleri temizledi ve örgütlenmeyi tekeline aldı. 1984’te ise Türk Devleti’ne karşı savaş açtı. Emperyalizm her ayrılıkçı Kürt örgütünü desteklediği gibi PKK’yı da destekledi. Dönemin ünlü Ermeni terör örgütü ASALA da PKK’ya hem silahlı eğitimlerde, hem de eylemlerde destek oldu. Taşnak-Hoybun birlikteliğinin bir benzeri yine emperyalistlerin himayesinde PKK-ASALA arasında 80’lerin başlarında yaşandı. Ancak PKK’nın gücüne güç katması, ABD’nin Ortadoğuya saldırması ve bölgede bir Kürt devleti kurmaya karar vermesiyle başlamıştır.

PKK’nın esas gelişimi Körfez Savaşı sırasında olmuştur. Kuzey Irak’ta Kürt aşiretlerini destekleyen ABD, doğal olarak Türkiye’de de PKK’ya destek olmaya başladı.

Körfez Savaşı’ndan sonra 36. paralelin kuzeyini korumak için kurulan Çekiç Güç, PKK’ya büyük yardımlar sağlamış, aynı zamanda örgüte büyük bir hareket alanı sağlamıştır. Ancak ABD’nin PKK’ya yardımı Irak’taki Kürtlere yaptığı yardım kadar açıktan olamamıştır. Çünkü ne de olsa Türkiye ABD’nin “müttefiği”dir. Ve ABD Türk Devleti’ne tam olarak karşısına almak istememektedir. ABD, hem PKK’ya destek olmakta, hem de Türk Ordusunun Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı yürüttüğü “sınır ötesi operasyonlara” karşı çıkarak PKK terörünün bitirilmesini engellemektedir. Sınır ötesi operasyonların engellenmesi Kuzey ırak’taki Kürt devletinin geleceği açısından da önemlidir. Kuzey ırak’tan Türk Ordusu çıkarılmadan Kürt devleti kurulamayacağı ortadadır.

Ancak Türk Devlet bürokrasisinde ABD’nin Çekiç Güç yoluyla PKK’ya verdiği destek farkedildiğinde ABD’nin tepkisi sert olur. Dönemin Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis ve ekibi ABD tarafından öldürülür. Sınır ötesi operasyonları savunan ve Çekiç Güç’e karşı çıkan üst düzey subayların neredeyse tümü zamanla tasfiye edilir.

90’larda ABD ile PKK’nın kurduğu ittifakın stratejik önemi büyüktür. PKK’nın varlığı öncelikle Türkiye’ye haddini bildirmek için gereklidir. Ayrıca, ABD’nin PKK’ya karşı verdiği sözde mücadele Türkiye-ABD stratejik ortaklığını vazgeçilmez hale getirmektedir. Enazından kamuoyu bu doğrultuda ikna edilmeye çalışılmaktadır. ABD yıllardır PKK’yı “aba altından sopa gösterir gibi” kullanmaktadır. Bu durum Apo’nun ABD tarafından Türkiye’ye teslim edilmesiyle de ortaya çıkmıştır. ABD, Apo’yu Türkiye’ye vererek hem Türkiye’nink endi imkanlarıyla PKK terörünü bitirip Ortadoğu üzerinde etkin olmasını engellemiş, hem de Apo’nun idamını imkansız hale getirmiştir. Böylece PKK önderliğinin fiziksel varlığı ABD tarafından garantiye alınmıştır.

Sadece ABD Değil, AB ve Rusya Da PKK’yı Destekledi

Çeşitli Avrupa ülkeleri de PKK’ya para yardımında bulunmuştur. Bunun dışında PKK’nın gerçekleştirdiği uyuşturucu ve silah kaçakçılığına Avrupa ülkeleri tarafından göz yumulmuştur.

Güçlenen PKK; ABD, AB ve Rusya gibi günümüzün önemli emperyalist merkezleri açısından kullanılması gereken bir kozdur. Rusya 90’ların başından beri milletvekilleri düzeyinde PKK’yı desteklemektedir. Halen PKK’nın yasal olarak bürosunun ve kamplarının bulunduğu tek ülke Rusya’dır. Rusya’nın bu desteği hem Kafkaslar’da Ermeni yanlısı tutumunun bir gereğidir, hem de 1800’lere kadar uzanan Ortadoğuya Kürtler vasıtasıyla hakim olma çizgisinin bir yansımasıdır.

AB’nin Kürt politikası ise Kuzey Irak’ta Kürt aşiretlerini barıştırarak devlet kurmalarına yardımcı olmaktır. Kürt Parlamentosu’nun açılışında yılardır birbiriyle savaşan Talabani ve Barzani’nin arasında bir barıştırıcı gibi oturan Mitterand akıllardadır. AB’nin Türkiye’deki politikası ise Türkiye’nin üniter yapısını AB sürecindeki yasal-anayasal değişiklik uygulamalarıyla yıpratmak ve DEHAP’lı belediyeler yoluyla Türkiye’nin güneydoğusuda federatif yapıya ulaştırmaktır. AB, bu yolla DEHAP’lı belediyelerin hakim olduğu şehirlerde bir referandumu ve ayrılma hakkını zorlamayı planlamaktadır.

2005’e geldiğimizde

2005’e geldiğimizde Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı durum şudur: Türkiye’nin güneyinde ABD artık bir Kürt devleti kurmaya karar vermiştir. Kürt devletini misyonu Ortadoğuda ABD’nin dayanabileceği yeni bir İsrail olmaktır. Artık ABD işbirlikçi bir Irak yönetimi değil, parçalanmış bir Irak istemektedir. Ayrıca, İran’ın parçalanması açısından da Kürt devletinin büyük faydaları bulunmaktadır.

ABD açısından Kürt devletinin bir diğer faydası da Türkiye’yi hizaya sokmak ve kontrol etmek olacaktır. Türkiye Ermenistan-Kürdistan-İsrail hattıyla hem Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetlerinden kopartılmış, hem de doğudan kuşatılmış olmaktadır.

Kürt devleti ayrıca ABD’nin Irak’ın kuzeyindeki petrol kaynaklarına tam anlamıyla sahip olması anlamına da gelmektedir.

Dolayısıyla ABD’nin Kürt kartı artık İran ve Türkiye’deki Kürt aşiretlerinin yaşadıkları yerleri kapsayan büyük Kürdistan’ın kurulmasıdır.

Türkiye Ne Yapmalı?

Türkiye Kürt tehlikesini bertaraf etmek istiyorsa Atatürk dönemi politikalara dönmek zorundadır.

- Atatürk gibi Kürt ayaklanmasını ve bir istilaya dönüşen ekonomik faaliyetlerinin önüne geçilmelidir.

- Atatürk döneminde Ağrı isyanının batırılması sırasında yapıldığı gibi bölge ülkeleriyle ittifak kurulmalıdır. Türkiye bugüne kadar PKK’ya karşı Kuzey Irak’ta Barzani ve Talabanileri desteklemekle büyük hata yapmıştır. Türkiye’nin karşısındaki tehlike PKK değil, Kürtçülüktür. PKK Kürtçülük tehlikesinin sadece bir unsurudur. Türkiye salt PKK’ya karşı değil, toptan Kürtçülüğe karşı mücadele etme perspektifini kazanmalıdır. Kuzey Irak’ta Barzani ve Talabani’nin desteklenmesi bölgede Kürtçülüğün gelişmesi ve Türkiye’nin de altından kalkamayacağı bir gerçeklik haline gelmesi sonucuna neden olmuştur.

- Türkiye kendisi gibi Kürtçülük faaliyetlerinden rahatsız olan Suriye ve İran’la birlikte, Irak’taki devrimci işgal karşıtı örgütlerle de birleşerek öncelikle ABD’yi bölgeden atmak ve işbirlikçisi Kürtleri etkisiz hale getirmek için uğraşılmalıdır.

Unutulmamalıdır ki, ABD için PKK başka olmak üzere Kürt örgütlerin tümü önemlidir. ABD’nin hiçbirisinin karşısına çıkmayacağı ortadadır. ABD’nin Kandil Dağı’ndaki PKK’ya karşı bir şey yapmaması unutulmamalıdır. 1990’larda Çekiç Güç helikopterleriyle PKK’ya silah ve erzak yardımında bulunan ABD; bugün de Kandil Dağı’nda PKK’ya yardım ve yataklık etmektedir.

Türkiye Kürt tehlikesini öncelikle ABD’ye karşı çıkarak bertaraf edeceğini bilmelidir. Şu tarihsel gerçeğin altını çizelim: Bölgede emperyalizm olduğu sürece Kürtler ve Kürtçülük olacaktır. Emperyalizm yenildiği zaman ise Kürt hareketi geri çekilecektir.

Türkiye Kürtlere karşı İran-Suriye ve Irak’la birlikte ABD güdümünden bağımsız bir antiemperyalist cephe kurarak gelebilir. Sadece Kürtlere karşı savaşmak Türkiye’nin meseleyi çözmesi için yeterli değildir. Çünkü karşımızdaki salt bir çapulcu sürüsü ya da terör örgütü değildir. ABD Ordusu’nun öncü kuvvetlerinden farksız bir istila hareketidir. Bu nedenle karşımızdaki düşmanı iyi tanıyarak ve arkasındaki emperyalist tehdidi ortadan kaldırmayı hedefleyerek terörle mücadeleyi yürütmemiz gerekmektedir.

*Ankara Üniversitesi Yüksek Lisans öğrencisi

http://www.turksolu.com.tr/ileri/27/erdem27.htm

***

Kürt Hareketi: ABD, Avrupa ve Rusya'ya Taşeronluğun Tarihi, BÖLÜM 1

Kürt Hareketi: ABD, Avrupa ve Rusya'ya Taşeronluğun Tarihi, BÖLÜM 1


Özgür Erdem,*
* Ankara Üniversitesi SBF Yüksek Lisans Öğrencisi


Kürt kelimesi dünya siyasi gündemine 1800’lü yılların başlarında girmiştir. O günden bugüne, Kürt sorunu her zaman uluslararası bir sorun olmuştur. Bu yüzden Kürt meselesini sadece Türkiye’de yaşanan bir sorun olarak görmemek gerekir. Kürt sorunu aynı zamanda Irak’ta, İran’da ve Suriye’de yaşanan bir sorundur. Ve emperyalistlerin Ortadoğuyu sömürgeleştirme programı çerçevesinde planları neyi gerektiriyorsa, Kürtler o doğrultuda kullanılmıştır. Zaman zaman ayaklandırılmış, zaman zaman da yalnız bırakılmışlardır. Ancak ayaklanmadıkları dönemlerde dahi emperyalistler tarafından bir tehdit unsuru olarak kullanılmışlardır. Bu yüzden Kürt ayaklanmalarını ve karşımıza Kürt tarihi olarak sunulanları, emperyalistlerin bölgedeki çıkarları ve planları doğrultusunda ele almak gerekmektedir.

Kürt tarihini incelerken emperyalistlerin bölgedeki çıkarları, birbirleri arasındaki ilişki ve çelişkileri bağlamında değerlendirmek daha doğru olacaktır. Dünya çapındaki ve Ortadoğu düzlemindeki gelişmeleri de dikkate alarak, emperyalizmin Kürtleri nasıl kullandıklarını şu şekilde dönemlere ayırarak inceleyebiliriz:

1. 19. yüzyıl başları-1878 - Tanıma dönemi: Bu dönem emperyalizmin “Kürt Realitesi”nin farkına vardığı ve üzerinde çalışmalara başladığı dönemdir. Emperyalistler Kürtleri planları doğrultusunda kullanıp kullanmama konusunda karar verme aşamasındadır.

2. 1878-1915 - Kürt sorununun uluslararasılaştığı dönem: Bu dönemde emperyalistler Kürtler üzerinde strateji geliştirmeye başlamıştır.

3. 1915-1923 - Emperyalistlerin Kürtleri ayaklandırdığı dönem: Bu dönemde emperyalistler Kürt kartını açıkça oynamaya başlamıştır. Uluslararası konferanslarda kurulacak Kürt Devletinin sınırları belirlenmeye çalışılmaktadır. Anadolu’da ise milli mücadeleye karşı yer yer Kürt isyanları örgütlenir.

4. 1923-1938 - Kemalist Cumhuriyet’e Karşı Kürtlerin kullanıldığı dönem: Bu dönemde emperyalizm Atatürk Türkiyesi’ni yıkmak için Kürtleri kullanmaktadır. İngiliz ve Fransız destekli Kürt ayaklanmaları gerçekleşir.

5. 1939-1970 - Irak ve İran’da Ayaklanmalar: Atatürk’ün ölümünden sonra Türkiye’nin Batı Bloku’na dahil olmasıyla birlikte emperyalizm Türkiye Kürtleriyle uğraşmayı bırakır, İran ve Irak güdümünden çıktıkça bu ülkelerdeki Kürtleri ayaklandırır.

6. 1970-1990 - ABD’nin Kürtlerin hamisi haline gelmesi: Bu dönemde ABD, Ortadoğuda Kürt kartını oynamaya başlar ve Kürtlerin hamiliğini üstlenir.

7. 1990-2002 - Türkiye’de PKK’nın güçlendirilmesi ve Irak’ta Kürt Özerk Bölgesi’nin kurulması: Körfez Savaşının ardından Irak’taki Kürt devleti fiilen kurulur. Çekiç Güç vasıtasıyla bölgedeki Kürtler artık açıkça ABD’nin kontrolü ve korumasındadır. Türkiye’de ise PKK, ABD tarafından desteklenmektedir.

8. 2002’den günümüze - Fiili Kürt devleti: ABD’nin stratejisi Kürt Devletinin kurulması üzerine inşa edilmiştir. Son Irak işgaliyle birlikte Saddam’ın devrilmesinin ardından Kürt devleti artık fiilen kurulmuştur.

İngilizler Ortadoğu'da

1800’lü yılların başları, emperyalistlerin Ortadoğu politikası oluşturmaya başladığı bir dönemdir. Emperyalistlerin dikkatinin Ortadoğuya yönelmesi Napolyon’un Mısır seferiyle birlikte başlamıştır. Emperyalistlerin Kürt aşiretleriyle ilk bağlantı ise Doğu Hindistan Kumpanyası’nın Bağdat’a şube açmasıyla gerçekleşmiştir. Bu şubenin amacı İngiltere’nin Hindistan’la ticari ve askeri bağlantısının hangi yollardan sağlanacağının tespitiydi. Bu nedenle Kürt aşiret reisleriyle ilk bağlantıları kuran bu şirketin temsilcileri olmuştur. İlk görüşmeler Süleymaniye, Erbil ve Musul’da gerçekleşmiştir.

1820’lere gelindiğinde ise bir takım İngiliz subaylarının bölgede etkinlik göstermeye başladığını görüyoruz. İngilizlerin bölgeye ilgisi arttıkça Kürt aşiretleri arasında istihbarat çalışması yapan subayların da rütbeleri yükselmektedir. Başlarda yüzbaşı düzeyinde subayların çalışmalarını görüyoruz. 1900’lere gelindiğinde ise, artık albay düzeyindeki subaylar Kürtlerle bizzat ilgilenmeye başlamışlardır. Bugün ABD Genelkurmay Başkanı’nın Irak’taki Kürt aşiret liderleriyle görüşmesi, sanırız Kürtler üzerindeki ilginin en üst noktaya çıktığının bir göstergesi olarak görülmelidir.

Rusya’nın Kürtler Üzerindeki Emelleri

1800’lerin başındaki Kürtleri tanıma evresi, Rusların bölge üzerindeki emellerinin artmasıyla birlikte İngiliz-Rus rekabetine ve ardından emperyalistlerarası bir hesaplaşmaya dönüşmeye başladı. 1830 yılından itibaren çeşitli İngiliz istihbarat raporlarında bölgedeki Rus etkisine karşı bir takım etkinliklerin gerek olduğuna dair yorumlar ve bilgiler bulunmaktadır.

1830’lardan itibaren ise Rusların bölgeye geldiğini görüyoruz. Rusların bölgedeki hedefi Kafkaslar’dan güneye Basra Körfezi’ne kadar ilerlemekti. Bölgede işbirliği yapabilecekleri yerel unsurlar arıyorlardı. Kürtler de bölgede Türkler ve İranlılarla savaşan Ruslarla işbirliğine dünden razıydı. 1828-1829 yılları arasında yapılan Osmanlı-Rus ve İran-Rus savaşlarında Kürt aşiretleri, Rusların yanında çatışmalara katıldılar. Bu, Kürt aşiretlerinin emperyalizmle işbirliğinin ilk örneğidir.

Ruslar Kürtlerin bu işbirlikçiliği yakın karakterinden faydalanmasını bildiler. Van ve Erzurum gibi şehirlerde Ruslar kurdukları Konsolosluklar aracılığıyla Kürt aşiretleriyle bağlantıya geçti ve Doğu Anadolu’ya yapacakları nihai bir saldırı için kendilerine bir işbirlikçi taban yaratmaya koyuldu. 1820’ler İran’ın kuzeyinin Ruslar tarafından işgal edildiği bir dönem oldu. Bu Rus işgali sırasında Kürt aşiretleri İranlılara karşı Ruslarla birlikte savaştılar. Dolayısıyla Kürtlerin 1820’lerin sonunda Ruslarla birlikte Doğu Anadolu’nun ve Kuzey İran’ın işgali sırasında birlikte çarpışırken görüyoruz.

Rusların Kürtlerle ilgilenmesi, ayaklanmayı desteklemeyle sınırlı değildi. Ruslar aynı zamanda çeşitli sosyolojik ve antropolojik bulgularla Doğu Anadolu ve Kuzey İran’da bir “Kürt Realitesi” yaratmaya çalıştılar. 1800’lü yılların ikinci yarısından itibaren “Kürdoloji”nin babası olarak anılan Minorsky, Nikitin ve Jaba gibi Rus yazarlar bölgede çeşitli araştırmalara giriştiler.

Bu bilim adamlarının ne kadar “bilim” adamı olduğu kuşkuludur. Zira, tamamen Rus Çarlığı’nın ve Rus İstihbaratı’nın bir elemanı olarak, Ruslar hangi bölge üzerinde emel sahibiyse o bölgede çalışma yürütmüşlerdir. O dönem, Rusya’nın Doğu Anadolu’da Erzurum; Kuzey İran’da ise Urmiye başta olmak üzere önemli konsoloslukları bulunmaktaydı. Bu konsolosluklar Rusya’nın bölge ülkelerini araştırmak ve bu ülkelerde etnik karışıklıklar çıkarmak için kullandığı karargâhlar haline gelmişti. Kürt tarihi araştırmacıları işte bu konsolosluklarda çalışmıştır. Hatta Nikitin bir dönem konsolosluk dahi yapmıştır.

Fransızlar ve ABD’liler Karar Veremiyor: Hristiyanlar mı Kürtler mi?

1850’lerden sonra, Amerikalıların ve Fransızların da bölgede çalışmalarına rastlıyoruz. Fransızlar Suriye üzerinde etkili olmak istiyorlardı. Suriye’nin kuzeyinde kalan bölgede çeşitli Kürt aşiretleriyle Fransız istihbaratçılarının görüşmelerine rastlıyoruz.

Amerikalılar ise bölgeye Anadolu’da yaptıkları gibi misyonerleri vasıtasıyla geldiler. 1890 yılındaki bir ABD istihbarat raporuna göre, bölgede 1850’lerden başlayarak ABD’liler 118 kilise kurmuştur. Bu kiliselerde 891 misyoner ve 118.799 yardımcı personel çalışmaktaydı. 64 ilkokul ve 44 orta dereceli okul da açılmıştı. Ancak ABD’nin ilgisi bölgeyeydi, Kürtlere değil. ABD daha çok ticari ve askeri olarak değil, o dönem izledikleri politika gereği dini olarak etkili olmayı planlıyordu. Bu nedenle daha çok, bölgedeki Hıristiyan unsurlarla ilişki kurmayı tercih ediyordu. Keldaniler, Nasturiler, Asuriler, bu dönem ABD’lilerin bağlantı kurduğu gruplardı. Bir yandan da ABD, Orta ve Doğu Anadolu’da Ermenilerle faaliyetlere girişiyordu.

ABD’nin Hıristiyanlığa dayanan bu etkinlikleri o dönemde Kürt aşiretleri tarafından tepki gördü. 1920’lere gelinene kadar da ABD’nin bölgedeki Kürtler üzerindeki etkisi bu nedenlerle sınırlı kaldı. Zaten yukarıda bahsettiğimiz gibi ABD bölgedeki Hıristiyanlarla iş yapma peşindeydi.

Fransa’nın ise o dönem etkinliği, uzun bir süre sadece Kürtler üzerine araştırmalarla geçti. Bu araştırmalar sonucunda kurulan çeşitli Kürt enstitüleri ve araştırma merkezleri, daha sonra Kürt meselesi uluslararası bir boyut kazandığı zaman çeşitli aşiret liderlerinin Avrupa’ya kaçtıklarında sığındıkları ve Kürtlüğü öğrendikleri merkezler haline dönüşecektir.

Bu ilk tanışma döneminde pek Kürt isyanına rastlamıyoruz. Bunun birkaç nedeni bulunuyor. Öncelikle Osmanlı’nın bölgedeki otoritesi hâlâ geçerliydi. Ayrıca emperyalistler henüz Kürtler üzerinden bir sömürgeleştirme politikası gütmüyordu. Tersine, özellikle ABD’liler ve Fransızlar bölgedeki Müslüman olmayan azınlıklar üzerinden bir politika geliştirmeye çalışıyordu.

Gerçekleşen bir iki isyan ise emperyalistler tarafından desteklenmedi. 1842’deki Bedirhan Bey’in önderlik ettiği ayaklanma ile 1855’teki Yezdan Şer Ayaklanması İngiltere’nin ilgi göstermediği hatta bastırılmasını memnunlukla karşıladığı ayaklanmalardı. Zaten, İngiltere henüz Osmanlı’yı parçalamak gibi bir politika yürütmüyordu. Nitekim, Kürt aşiretleri de emperyalistlerle ayaklanmalara destek olmaları bağlamında bir irtibata da geçmemişlerdi.

1878: Kürtler Sahneye Çıkıyor

1878 Berlin Anlaşması’yla birlikte Osmanlı’nın kaderi değişmiştir. O güne kadar emperyalistler arasında bir denge vardı. Henüz Osmanlı’yı kimin nasıl paylaşacağı konusunda bir mutabakat yoktu. Bu nedenle İngiltere, Fransa ve Rusya gibi Osmanlı topraklarında emelleri olan ülkeler, bir denge içerisinde bir diğerinin daha öne geçmesini engellemek için uğraşıyordu. 1878’e kadar Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü korumak tüm emperyalist ülkeler için birincil derecede önemliydi.

Bu anlaşma emperyalistlerin Osmanlı’nın artık sonunun geldiği konusunda bir karara varmalarının ve Osmanlı’yı “Hasta Adam” olarak tanımlamalarının bir göstergesiydi. Bu anlaşmayla birlikte başta İngiltere ve Rusya olmak üzere emperyalist ülkeler, hem Balkanlar’daki hem de Doğu Anadolu’daki “Türk ve Müslüman olmayan” unsurların hamiliğini üstleniyordu. Bu anlaşmanın getirdiği meşrulukla Osmanlı üzerindeki etnik parçalanma senaryosu artık rahatlıkla uygulanabilirdi.

1878’in getirdiği konjonktürün ilk uygulaması Musul çevresinde Şeyh Ubeydullah’ın önderlik ettiği isyandır. Bu ayaklanma hem emperyalistlerin destek olduğu ilk Kürt ayaklanmasıdır, hem de emperyalistlerin Kürt politikası arasında çelişkilerin ilk ortaya çıktığı olaydır.

Dönemin bölge üzerinde emelleri olan iki emperyalist ülkesi Rusya ile İngiltere’nin izlediği stratejide farklılıklar bulunmaktaydı. Rusya, Berlin Antlaşması’nın getirdiği meşrulukla özellikle Balkanlar ve Doğu Anadolu üzerindeki hamiliğini tescil ettirmek istiyordu. O yüzden bir süre daha Rusya, bölge üzerinde politik ve ideolojik egemenliğini pekiştirene kadar Osmanlı içindeki Kürtlerle ilgili bir emel beslememektedir. Ayrıca Rusya Doğu Anadolu’daki Ermenileri desteklemeyi tercih etmektedir. İran’ın kuzeyi zaten Rusya’nın nüfuz alanındadır ve bu bölgedeki bir Kürt ayaklanmasının Rusya’nın egemenliğine katacağı bir şey yoktur.

Bütün bunlara rağmen, Ruslar Kürtler için potansiyel bir destekti. Ubeydullah da bu yüzden ayaklanmadan önce Erzurum’daki Rus Konsolosu Obrenilır ve Van Konsolosu Kamşarkan’la görüşmeler yaptı.

Ubeydullah Ruslardan destek göremedi; ama başka yerlerden destek istemeyi de ihmal etmedi. Ayaklanma hazırlıkları sırasında Rus Çarı’nın yanı sıra Mısır Hıdivi ve Mekke Emiri’ne destek isteyen mektuplar gönderen Ubeydullah, bu mektupların Ruslar olmasa bile İngilizlerin desteğini almasını sağlayacağını düşünüyordu.

İngiltere de Rusya’nın bölgedeki etkinliğini kırmak ve İran-Afganistan hattı üzerinden Ortadoğuyla Hindistan arasında bir bağlantı kurmak peşindeydi. Osmanlı’nın toprak bütünlüğü artık İngiltere’nin tercih etmediği bir olgu haline gelmişti. Bu nedenle İngiltere, Osmanlı sınırları içerisinde kendisine bağlı devletler kurma yoluna gitmek istiyordu. Bu politika doğrultusunda, İngiliz istihbarat subayları Ubeydullah’ın yardımcılarıyla Başkale’de temasa geçmiş, İngiltere’nin Van Konsolosu Clayton 1879’da bizzat Hakkari’ye giderek Ubeydullah’ın kendisiyle görüşmüştür.

Ubeydullah’ın ayaklanması sırasında Urmiye’de bir konferans düzenlendi. Konferansta ayaklanmanın başarılı olması halinde neler yapılacağı, Kürt aşiretlerinin Hıristiyanlara nasıl davranacağı ve Ermenilerle ilişkilerinin ne şekilde olacağı tartışıldı. Bu konferans aslında Kürtlerin Hıristiyan düşmanlığı yapmayacakları konusunda emperyalistleri ikna etme çabalarının bir ürünüydü. Tersinden söylersek, emperyalistlerin de Kürtlerin Hıristiyan karşıtlığını törpüleyerek tam anlamıyla ideal bir piyon haline dönüştürme çabasının da bir ürünüydü. Konferansa Amerikalı misyonerler, Nasturi Metropoliti, Ermeni Simon Ağa ve Şeyh Ubeydullah’ın bizzat kendisi katılmıştı. Konferansın izleyicileri arasında İngiliz Konsolos General Abbott da bulunmaktaydı. Ubeydullah konferans süresince ve konferanstan sonra yaptığı çeşitli konuşmalarda Müslümanlarla Hıristiyanların eşitliğini savunduğunu ısrarla vurguladı.

Avrupa’daki Kürtçülük Hareketi: Dergi Yoluyla Yaratılan Millet

Ubeydullah’ın ayaklanması Kürtlere birkaç şey göstermişti. Öncelikle Kürtler; Ermeniler ve Nasturiler gibi bölgedeki Hıristiyan azınlıklarla çatışarak emperyalizmin desteğini alamayacağın görmüştü. O güne kadar Kürtler bölgenin esas sahiplerinin kendileri olduğu ve Nasturilerle Ermenilerden önce kendilerinin desteklenmesi gerektiği propagandasını yapıyordu. Tabii bu propaganda emperyalistler arasında tutmuyordu.

1800’lerin sonlarından itibaren Kürtlerin izlediği politikada bir değişiklik oldu. Bu değişiklikte Avrupa’da eğitim gören aşiret lideri çocuklarının da etkisi olmuştur. Kürt hareketi artık Avrupa ülkelerini ikna etmek için çeşitli argümanlar geliştirmeye başladı. Aşiretler arası çelişkiler gözden kaçırılmaya çalışıldı. Kürtler bir millet olduklarını ve Ortadoğuda emperyalizmin kendilerine güvenebileceğini göstermeye çalıştı. Aynı şekilde emperyalistler de Avrupa’da eğitim gören Kürtleri ajanlaştırma faaliyetlerine giriştiler. Yüzde yüz güvenebilecekleri, emperyalizmin çıkarlarını her koşulda savunabilecek ve kendi sözde milletinin geleceğini emperyalist planlara bağlayabilecek bir kuşak yetiştirmeye koyuldular.

Böylece emperyalizm kendi elleriyle bir milli gerçek yaratmaya başlamıştı. Aşiret liderlerinin çocukları da emperyalizm sayesinde kuracakları Kürdistan’ın prensi olma hayalleriyle ajanlaşmaktan çekinmediler. Bu faaliyette hem bir Kürt dili ve kültürü yaratılıyor, hem de Kürtlerin milletleşme stratejisi oluşturulmaya çalışılıyordu.

Avrupa’daki çeşitli merkezlerde Kürtçe yayınlar çıkmaya başladı. Bu yayınların birkaç amacı vardı. Birincisi, emperyalistler bu yayınlar yoluyla tüm dünyaya “Kürt Realitesi”ni göstermiş oluyordu ve dünya kamuoyu ikna edilmeye çalışılıyordu. İkincisi, Kürtlerin milletleşmesi sağlanıyordu. Tarih boyunca aşiret yapısından kurtulamamış Kürtlerin kendisini ayrı bir millet olarak hissetmesi şüphesiz kolay değildi. Ortak bir dil ve kültür yaratılmaya çalışılıyordu. Ayrıca, Kürtlerin Ortadoğuda emperyalistlerin desteklediği diğer Hıristiyan etnik unsurlarla (Ermeniler, Keldaniler, Süryaniler vs.) dost olduğu propagandası da bu yayınlarda yapılıyordu.

Bu dönemde Cenevre, Londra, Paris, Stokholm, San Fransisko gibi çeşitli emperyalist merkezlerde Kürtçe yayınların çıktığını görüyoruz. Bu gazetelerde birkaç Kürt aydının yanı sıra “Kürdoloji”yle ilgilenen Avrupalı ve Amerikalı akademisyenler yazıyordu. Kürt tarihi üzerine çeşitli araştırma ve tartışmaların yaşandığı bu yayınlarda emperyalizm, Kürtlere bir köken ve gelecek kurmaya çalışıyordu.

Bu dönemde Rusya’nın da Kürtler üzerindeki kültürel ilgisi devam ediyordu. Bazil Nikitin’in Kürt tarihi üzerine kitapları ve Kürdolog Orbell’in hazırladığı Kürt alfabesi bu günlere denk gelmektedir. Nitekim Abdurrezzak Bedirhan Rus Konsolosu’na bizzat mektup yazarak Orbell’in çalışmalarına destek olmayı istemiştir.

Almanlar’ın da Kürtler üzerine ilgisi ise Birinci Dünya Savaşı’na doğru başlamıştır. Almanlar Kürtleri Ari ırktan gördükleri için kendi köklerini Kürt aşiretlerinde aramışlar, Kürdistan isimli bir derginin finansmanını da sağlamışlardır.

Birinci Dünya Savaşı: Kürtler Rusya’nın Yanında

Birinci Dünya Savaşına kadar emperyalistlerin Doğu Anadolu’da üzerine oynadığı at Ermeniler olmuştu. Bu yüzden 1910’lu yıllarda büyük bir Kürt ayaklanmasından bahsetmek pek mümkün değil. Ancak bölgeyi komple işgal etme planları yapan Rusya’nın, bölgedeki her etnik grup üzerinde emelleri bulunduğu biliniyordu. Zaten bölgede en çok konsolosluk açan ülke Rusya olmuştur. 1910’larda Rusya Diyarbakır, Harput, Musul ve Diyarbakır’da açtığı konsolosluklar vasıtasıyla bölgedeki Kürtler ve özellikle Ermeniler üzerinde kışkırtıcı faaliyetler yürütüyordu.

1914’te Bitlis’te gerçekleşen Molla Selim Ayaklanması Rusya’nın bu çalışmalarının ürünüdür. Ayaklanmanın tam da Birinci Dünya Savaşı başlamadan gerçekleşmiş olması dikkat çekicidir. Rusya’nın büyük silah ve para yardımında bulunduğu ayaklanma, Kürt aşiretlerinden beklenen desteği göremedi ve bastırıldı. Molla Selim de soluğu Bitlis’teki Rus Konsolosluğu’nda aldı.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı topraklarındaki Ermeniler savaş süresince açıkça Rusya’nın yanında yer aldı. Ermenilerden kurulu tümen büyüklüğündeki birlikler Rus Ordusu’na gönüllü olarak yardım ettiler. Rusya, Kürtlerin de benzer bir yardımda bulunması için elinden geleni yaptı. Bu bağlamda Dersim’deki aşiretlerin desteği sağlandı. Diğer Kürt aşiretleri Ermenilerle işbirliğini henüz kabullenmiyordu. Ancak Dersim ve Elazığ civarındaki aşiretlerin o güne kadar Ermenilerle karşı karşıya gelmemesi Birinci Dünya Savaşı sırasındaki bu işbirliğini kolaylaştırdı. Koçgiri Aşireti de Rusya’ya yardım etmeyi kabul etti.

Ancak Ermenilerle Kürtler arasındaki bu Dersim merkezli ittifakın esas olarak Rusya desteğiyle ayakta kaldığının da altını çizelim. 1917’de Bolşevik Devrim’in ardından Rusya savaştan çekilince, o güne kadar Doğu Anadolu’da “kardeş kardeş” Osmanlı’ya karşı “birlikte” savaşan Kürtler ve Ermeniler bir anda birbirine düştü. Rus Ordusu’nda görev alan Kürt tümenleriyle Ermeni tümenleri arasında çatışmalar yaşandı. Güneydeki İngiliz ordusuyla bağlantı kuramayan Kürt tümenleri bu dönemde çaresiz, Osmanlı’ya sığındılar.

Kürt aşiretlerinin Rusya’yla işbirliği bununla sınırlı değildir. Her dönem Osmanlı Devleti’yle karşı karşıya gelen Bedirhanlar, Birinci Dünya Savaşı’nda da Rusya’nın yanında yer almaktan çekinmedi. 1916 yılından itibaren Tiflis’te Rusya’yla irtibata geçen Bedirhanlar, yerel önderliklerini kabul ettirdikten sonra koşulsuz Rusya saflarına geçti. O kadar ki, aşiretin önde gelenlerinden Yusuf Kâmil Bey savaş süresince Rus işgali altında kalan Erzurum ve Bitlis’te Rusya adına valilik yapmıştır.

Bir başka aşiret lideri Seyit Taha ise, bu sefer Kuzey İran’daki faaliyetlerinde Rus desteğini almaya çalışıyordu.

Birinci Dünya Savaşı’nın Ardından İngiltere’nin Kürt Politikası

Birinci Dünya Savaşı sırasında, Kürtlerin ilişki içerisinde olduğu tek ülke Rusya değildi. Kendisini Kürtlerin temsilcisi olarak gösteren Şerif Paşa, İngiliz İşgal Kuvvetlerine yardımcı olma önerisi götürmüş ve İngiliz subaylarla defalarca görüşmüştür.

O dönemde İngilizlerin belirgin bir Kürt siyaseti yoktu. Ortadoğunun gizlice paylaşıldığı Sykes-Picot Antlaşması’na göre, İngilizler Ortadoğuda kurduğu Arap ülkeleri vasıtasıyla etkin olmayı planlıyordu. Kürtler ise daha çok Rusya’nın ilgisini çekiyordu. Bu nedenle, Fransız ve İngilizler Kürtlerle ilgilenmeyi Rusya’ya bırakmıştı. Bolşevik Devrimi’nin ardından Rusya’nın Kürtler üzerindeki emperyalist emellerinin ortadan kalkmasıya birlikte, İngiltere emperyalist planlarına Kürtleri de ekleyecektir.

Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinin emperyalist işgal sayesinde kendi bağımsız devletlerini kuracaklarını planlayan azınlıklar, emperyalist merkezlerde propaganda yarışına giriştiler. Adeta bir leş kargası gibi parçalanacak imparatorlukta en büyük parçayı kapma derdindeydiler: Rumlar, Ermeniler, Nasturiler... Bu kervana Kürtler de katıldı.

Wilson Prensipleri’nin yayınlanmasıyla birlikte Kürtler arkalarına emperyalist işgal güçlerini de alarak bağımsız bir ülke kurma macerasına girişti. O güne kadar parça parça olmuş Kürt örgütleri Aralık 1918’e gelindiğinde Kürt Teali Cemiyeti (KTC) adı altında birleştiler.

Cemiyet’in liderliğini Şeyh Ubeydullah’ın oğlu Seyit Abdülkadir yapmaktaydı. KTC’nin temel felsefesi Kürt meselesi konusunda emperyalistleri ikna etmek, olası bir anlaşmada Kürtlerin de bulunduğu bir devletin kurulmasını sağlamak ve bu konularda kamuoyu oluşturmak için Kürtler arasında bir birlik olduğu imajını yaratmaktı. Aslında KTC’yi bekleyen en zor görev bu sonuncusuydu. Kürtlerin o güne kadar emperyalist destek bulmak gibi bir sorunları olmamıştı. Hatta İngiltere’nin de artık açıkça Kürtleri desteklemeyi karar vermesiyle birlikte bu problem tamamen ortadan kalkmıştı. Artık mesele olası bir Kürt devleti için Kürt aşiretlerinin birliğini oluşturmaktı. Ancak Kürtlerin tarihleri boyunca böyle bir birlikteliği olmamıştı ve bu çeşit birliktelik zaten bölgedeki aşiret yapısını bozacağı için aşiret liderleri tarafından da benimsenmiyordu.

Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardında, Ortadoğu üzerinde egemen olmak isteyen İngiltere’nin iki hedefi vardı. Birincisi, Osmanlı’yı mümkün olduğu kadar parçalamak ve güçsüzleştirmek. İkincisi, Araplar arasında bir birlikteliğin olmasını engellemek. İkisi de İngiltere’nin bölgedeki petrol kaynakları üzerindeki hakimiyeti için şarttı. İngiltere bu politikasını önemli ölçüde uygulayabildi. İngiltere Ortadoğuda Hindistan’da uyguladığı türde bir sömürgecilik yapmayı düşünmüyordu. Çünkü İngiltere’nin bölgeye kaydırabilecek gücü kalmamıştı. Hindistan’da zaten zor günler yaşayan İngiliz egemenliği bir de Ortadoğuda maceralara hazır değildi. O yüzden İngiltere kendi askerleri ve valileri yerine bölgedeki işbirlikçi yönetimlerle egemen olmaya karar verdi. İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşı boyunca destekleyip finanse ettiği Arap ayaklanması bu politikanın ilk uygulanmasıdır.

Ancak Kürt aşiretleri arasındaki derin ayrılıklar da bir Kürt devleti projesinin çok zor olduğunu ortaya koyuyordu. Öncelikle Kürt aşiretleri arasında tarihsel, kültürel ve hatta dini bir bağ bulunmuyordu. Alevi Kürt aşiretleriyle Sünni Kürt aşiretleri arasında büyük çarpışmalar yaşanıyordu. Hemen hemen tüm Kürt aşiretleri de birbiriyle kavgalıydı. Aşiretlerin konuştukları dil açısından da büyük farklar bulunuyordu. Dolayısıyla bir Kürt devleti kurmak için gerekli tarihsel ve kültürel birlik şartı henüz olgunlaşmış değildi. Üstelik Kürtler tarihsel olarak Türklerle pek çok ortaklığa sahipti ve binlerce yıldır Türk devletleri çatısı altında yaşıyordu.

Bu nedenlerle İngiltere bir Kürt Devleti kurmaktan ziyade, Kürtleri bölge ülkelerini kontrol altında tutmak için kullanmaya karar verdi. Tüm Kürtleri bir araya getirmektense, Türkiye’deki Kürtlerle Irak’taki Kürtleri farklı değerlendirmeye tabi tutmaya karar verdi. Türkiye’deki Kürtlerin devlet kurması çok olanaklı gözükmüyordu, çünkü Osmanlı otoritesi ne olursa olsun binlerce yıllık bir geleneğe sahipti. Üstelik bu bölgedeki Kürdistan Ermenistan ile çakışıyordu. Halbuki Irak’taki Kürtler İngilizler açısından daha önemliydi, çünkü, bu bölgede Kürtler Musul ve Kerkük petrollerine yakın bölgelerde yaşıyordu.

İngiltere’nin Ermenistan ve Kürdistan projeleri böylece şekillenmiş oldu. Ermenistan vasıtasıyla Bakü petrolleri kontrol edilmiş ve stratejik öneme sahip Doğu Anadolu topraklarında hakim olunmuş olacaktı. Kürdistan vasıtasıyla ise Musul ve Kerkük petrollerine hakim olunacak, Arapların bölgede birleşmesi, bütünleşmesi ve zenginleşmesi de belli bir sınır içine hapsedilmiş olacaktı.

Bu tespitler İngiliz istihbarat raporlarına da aynen yansımıştır. 1918 Aralık’ında hazırlanan raporda şu tespitler yapılmaktaydı:

- “Kürdistan”ın İngiltere açısından önemi Mezopotamya’ya yönelik stratejik konumundan, Dicle Nehri’ne hakimiyetinden ve petrol kaynaklarından kaynaklanmaktaydı.

- Kürtlerin kendi kaderlerini belirlemeleri pek mümkün görünmüyordu.

- Kabile ayrılıkları, coğrafya koşulları ve yılların birikimi, Kürtleri bir bayrak altında toplamayı olanaksız kılıyordu.

- Bağımsız bir Kürt devleti ancak bir dış yardımla söz konusu olabilirdi.

Ayrıca İngiltere’nin dış politika temellerinden biri olarak Osmanlı’dan ayrılan bölgelerden bu imparatorluğu bir daha geri dönmesinin engellenmesi de belirlenmişti.

Dolayısıyla İngiltere için öncelik bir Kürt devleti değil, Kürtler vasıtasıyla bölgede hakim olmaktı. Bu nedenle Kürtler zaman zaman ayaklandırılarak, bölgedeki bir ülke güçsüzleştirilmeye çalışıldı. Zaman zaman ise Kürt ayaklanmaları sayesinde İngiltere askeri başarılar elde etti. Ancak İngiltere hiçbir zaman kuracağı Kürdistan’ın bir Hindistan olmasını da istemiyordu. Örneğin Kürdistan’ın nasıl kurulcağının tartışıldığı Doğu Komitesi toplantılarından birinde İngiliz Başbakan Lord Curzon bu görüşü yansıtmıştı.

Zamanla İngiltere’nin görüşü olgunlaşmaya başladı. Kürdistan Musul’un kuzeyinden başlatıldı ve petrol bölgelerinin bir kısmı Arap Şeyhliği’nin sınırları içinde kaldı. Böylece bugünkü Irak’taki petrol kaynakları iki farklı ülke içinde paylaştırılmış oluyordu. Her iki ülke de İngiltere hakimiyeti altına olduğu için önemli bir sorun olmuyordu. Kürt devletinin bir başka önemi de Türkler ile petrol bölgesi arasında bir tampon görevi görecek olmasıydı. Ermenistan’ın sınırları Doğu Anadolu’da Türklerin aleyhine genişletilirken de İngiltere’nin amacı aynıydı. Bu şekilde de Türklerin Bakü petrollerine ulaşımı engellenmiş olacaktı.

Kürdistan’ın Sınırları Avrupa’da Çiziliyor

1919’un sonlarına gelindiğinde Sevr Antlaşması’nın hazırlıkları sürmekteydi. Bu, hem Osmanlı’daki işbirlikçi yönetimler, hem de Kürtler ve Ermeniler gibi anlaşma hükümleri neticesinde ayrı devlet kurma hayaline kapılanlar için önemli bir dönemdi. Herkes emperyalist merkezlerde köşe kapmaca oynuyor, anlaşmada kendi payına düşeni arttırmaya çalışıyordu.

Bu dönemde, Bedirhanlar ve çeşitli Osmanlı aydın ve paşaları Kürtlerin temsilciliğini üstlenerek, emperyalistlerle masaya oturma planları yapmaya başladılar.

Bu isimlerden en ilginci Şerif Paşa’dır. Osmanlı Dışişleri’nde yıllarca hizmet vermiş, Stokholm Büyükelçiliği’nde de bulunmuş Şerif Paşa, bir anda kendisini Kürt olarak tanımlayan ve Kürtlerin temsilciliğini yürüttüğünü söyleyen biri olmuştu. Bu çok ilginç bir olaydır, zira Şerif Paşa’nın Kürtlüğü, bugünkü Kürt ayrılıkçısı aydınların bile tartıştığı bir olgudur. Kürtlerin lideri ve temsilcisi kesilen Şerif Paşa, kimilerine göre Osmanlı’nın ajanıdır. Bu iddia doğrudur ya da yanlıştır. Bu çok önemli değil. Önemli olan, Kürtlerin temsilciliğini üstlenen ve bunu resmi sıfatlarla yıllarca sürdüren birisinin Kürtlüğünün bile tartışılıyor olmasıdır. Kürtlerin kaderlerini ne derece elinde tuttuklarına dair önemli bir kanıttır bu. Zaten, Şerif Paşa’nın ne derece Kürtleri temsil ettiği o dönemde bile tartışılan bir konuydu.

Şerif Paşa’nın uluslararası arenaya çıkışı Paris Konferansı’yla birlikte olmuştur, bu konferansa Şerif Paşa dışında da Kürtlerin temsilcisi olduğu iddiasıyla delegeler gelmiştir. Ancak emperyalistler bunların hiçbirisine itibar etmemiş, sadece Şerif Paşa’nınkini kabul etmişti. Dolayısıyla aslında emperyalistlerle Şerif Paşa arasında gizli bir anlaşma yapıldığı da söylenebilir.

Bu dönemde Şerif Paşa ülke ülke gezmiş, pek çok emperyalist merkeze de mektuplar yazarak Kürt taleplerini iletmeye çalışmıştır. Wilson (ABD), Lloyd George (İngiltere), Clemenceau (Fransa) ve Orlando (İtalya); Şerif Paşa’nın defalarca mektup ve bildirge gönderdiği liderlerdendir. Ayrıca Şerif Paşa başta İngilizler olmak üzere pek çok ülkenin istihbarat elemanlarıyla Kürdistan’ın sınırları hakkında müzakereler ve pazarlıklar yürütmüştür. Şerif Paşa ayrıca Ermeni delegasyonu Başkanı Bogos Nubar Paşa ile birlikte ortak bir bildirge de hazırlamıştı. Böylece Kürtler Ermenilerle bir sınır ve çıkar mutabakatına vararak, emperyalistlerin başını ağrıtmayacağı konusunda garanti vermiş bulunuyordu.

Şerif Paşa ile Bogos Nubar Paşa’nın bu anlaşması emperyalizmin Kürt politikasının da bu doğrultuda değiştiği anlamına geliyordu. Emperyalizm hem Büyük Ermenistan’ı, hem de Kürdistan’ı kurmaya karar vermişti.

Ancak Şerif Paşa’nın bu anlaşması toprakları Büyük Ermenistan’ın içinde kalan çeşitli aşiretler tarafından tepkiyle karşılandı. Ayrıca Kürtlerin önderliğini Şerif Paşa’dan almak isteyen çeşitli büyük aşiretlerin liderleri de Kürt-Ermeni Anlaşması üzerinden Şerif Paşa aleyhinde propagandaya başladılar. Emperyalist merkezlere Şerif Paşa’nın Kürtleri temsil etmediğine dair mektuplar ve telgraflar yağmaya başladı. Bu tepkilerin sonucunda Şerif Paşa delegelikten çekilmeye zorunda kaldı.

Kürtlerin emperyalizmle işbirliği başka kanallardan da devam ediyordu. Milli Mücadele süresince Kürtler, İngiltere’nin de desteğini alarak, Mustafa Kemal’e ve TBMM’ye karşı ayaklanmalara giriştiler. Tunceli’deki Koçgiri Aşireti’nin ayaklanması bunların ilkidir. Ayrıca aşiretlerin yaşadığı bölgelerde yerel idarecilerin atanması da ilkesel olarak kabul edildi. Böylece Osmanlı içinde ayrı bir Kürt devletinin çıkmasını Damat Ferit Hükümeti kendi elleriyle hazırlamış bulunuyordu.

Irak Kürtleri: “Kürtlerin Başında İngilizleri Görmekten Mutluluk Duyarız”

Birinci Dünya Savaşı süresince İngilizler Irak Kürtleri arasında da faaliyet yürütüyordu. Kerkük, Musul, Süleymaniye gibi Kürt aşiretlerinin de yer aldığı şehirler sık sık İngiliz istihbaratçılarının ziyaretini yaşıyordu. Kürtler arasında Türk düşmanlığı propagandası yürütüldü. Henüz Irak’ta bir Arap düşmanlığı propagandası yapılmıyordu. Çünkü, Kürtler arasında bir Arap düşmanlığının İngiltere’ye somut bir katkısı da olmayacaktı. İngilizler sadece bölge üzerindeki hakimiyeti kendilerine sıkıntı oluşturacak Türkler aleyhinde propaganda yapıyordu. Bu dönemdeki görüşmelerde Süleymaniye bölgesinde etkili olan aşiret lideri Şeyh Mahmut Berzenci, bölgedeki İngiliz çıkarlarını sonuna kadar savunacağına dair anlaşmalar imzaladı. Berzenci, Kürtlerin başlarında İngilizleri görmekten mutluluk duyacağını söylüyordu.

1919 yılına gelindiğinde Şeyh Mahmut Berzenci’yle İngilizler arasında bir yetki sorunu doğmaya başladı. Berzenci bölgede bir Kürt Kralı gibi davranmaya başlamış, İngilizlerle yetki tartışmasına giriyordu. Halbuki bölge üzerindeki etkinliği tamamen arkasındaki İngiliz desteğine bağlıydı. Yoksa diğer Kürt aşiretlerinin Berzenci’nin otoritesini tanıdığı yoktu.

Bunu bilen İngilizler Berzenci’nin yetkilerini istediği gibi arttırmak bir yana, daha da kısmaya başladılar. Berzenci’nin buna yanıtı sert oldu. İngilizlere bölgede ne kadar güçlü olduğunu göstermeye koyuldu. İki yıldır bölgenin tek hakimi gibiydi. Bu iki yıllık hakimiyetin diğer aşiretler üzerinde etkisi olduğunu düşündü ve İngilizlere kafa tutmaya başladı. Musul ve Kuzey İran’ı da nüfuz bölgesine eklemeyi istedi. İngilizler buna karşı çıkınca da isyan başlattı. Süleymaniye’deki İngiliz birliklerini yendi, ancak takviye güçler isyanı anında bastırdı.

Bu noktada Berzenci ile İngilizler arasında karşılıklı bir sürekli aldatma söz konusuydu. Berzenci, isyanı başlatmadan önce Fransızlarla irtibat kurmuş ve Fransız İşgal Kuvvetleri’ne gönderdiği temsilcileri vasıtasıyla Irak’taki Kürtleri kendisinin temsil ettiğini vurgulamıştı. Ancak Fransızlar zaten nüfuz bölgelerinde bulunmayan Kuzey Irak için İngilizlerle karşı karşıya gelmek istememişlerdi.

İngilizler ise Berzenci dışında yeni alternatifler aramaya koyulmuştu. Seyit Taha İngilizlerin dayanmak istedikleri yeni bir isim olarak öne çıktı. İngilizler Seyit Taha’nın Musul’dan Şemdinli’ye kadar olan bölgenin valiliğini önerdi. Karşılığında Seyit Taha, Berzenci’nin ayaklanmasının bastırılmasına yardım edecekti. Böylelikle İngilizler bölgedeki Kürt kartını kaybetmemiş oldu. Ancak vurgulayalım ki İngilizler sadece Seyit Taha’ya da dayanmadılar. Bir başka aşiret lideri Hamdi Paşa da kullanıldı.

Dolayısıyla İngilizler’in Kuzey Irak’taki Sevr öncesindeki faaliyeti, bölgede bir Kürt devleti kurulması yönündedir. Ancak, bu devletin kesinlikle sadece İngilizlerin kontrolünde olması gerekmektedir. Dolayısıyla kendi etkinliğini arttırmak isteyen Kürt aşiretlerine İngilizler hiçbir şekilde taviz vermemektedir. Bu da göstermektedir ki, İngilizler için Kuzey Irak’taki Kürt devleti, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkının bir sonucu değil, Musul petrollerine hakim olmanın bir aracıdır.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***