Kürt Hareketi: ABD, Avrupa ve Rusya'ya Taşeronluğun Tarihi, BÖLÜM 2
24 Nisan 1920’deki San Remo Konferansı’nda Kürdistan ile ilgili alınan tüm kararlar Sevr Antlaşması’nda kabul edilen maddeler haline gelmişti. Bu anlaşmaya göre Bitlis’in güneyi Kürdistan, kuzeyi ise Ermenistan olmuştu. Doğu Anadolu da Sivas’a kadar Türklerin elinden alınıyordu.
Her ne kadar Sevr Antlaşması uygulanamamış olsa da hâlâ Kürtler için önemini korumaktadır. Sevr Anlaşması uluslararası planda Kürtlerin varlığının kabul edildiği ilk anlaşma olması bakımından önemlidir. Kürt devletinin de bir Kürt milleti gerçeği üzerinden değil de, emperyalistlerin Ortadoğuyu sömürgeleştirme programları çerçevesinde kurulduğunun bir göstergesidir. Çünkü Sevr Antlaşması imzalanıp da Kürt devletinin kurulmaya karar verildiği günlerde, ne Kürt aşiretleri arasında bir birlik vardı, ne de bir millet gerçeğine işaret edebilecek dini, tarihi ve kültürel bütünlük. Kürt aşiretleri arasındaki dağınıklık o dereceye varmıştı ki, Kürt devletinin bir gerçeklik haline geldiği 1920’ler, aslında aşiretler arasındaki ayrımların en fazla yaşandığı günlerdi. Bunun nedeni de aşiret reislerinin kurulacak Kürt devletinin lideri olarak kendilerini emperyalistlere beğendirme çabasıydı.
Kemalist Cumhuriyet’e Karşı Kürtler Kullanılıyor
Mustafa Kemal önderliğindeki Türk Milleti Sevr Antlaşması’nı yırtıp çöpe attıktan sonra, emperyalistlerin Kürt politikasında da belirli bir değişiklik oldu. Öncelikle Birinci Dünya Savaşı sonrasında tamamen İngiliz ve Fransız egemenliğine bırakılan Arap topraklarında emperyalistler kendi düzenlerini kurmaya giriştiler. Irak ve Suriye’de Kral Faysal’ın liderliğinde işbirlikçi manda rejimler kuruldu. Dolayısıyla bu dönemlerde, Irak’ta da Suriye’de de bir Kürt isyanı görmüyoruz. Bir Kürt devletinin kurulması, o dönemde stratejik olarak emperyalistler için fazla bir şey ifade etmiyordu. Hatta Arapları emperyalistlerin karşısına iteceği için zararlı bile olabilirdi. Aynı şekilde İran’da da İngiliz işbirlikçisi bir Şah Rejimi bulunmaktaydı ve İran’daki Kürtler de bu dönemde sessizdi.
Ancak Türkiye’de emperyalizme kafa tutmuş bir rejim bulunmaktaydı ve emperyalistler bu rejimle nasıl başa çıkabileceklerini düşünüyorlardı. Kemalist Cumhuriyet’e karşı Padişahçı-Halifeci bir ayaklanmanın çok başarılı olmayacağı ortadaydı. Çünkü Padişahın mütareke döneminde izlediği işbirlikçi siyaset, Türk Milleti’nin nefretini kazanmasına neden olmuştu. Aynı şekilde Atatürk’ün ulusal kurtuluş mücadelesine liderlik etmiş olması hem halk nezdinde hem de Ordu üzerinde büyük etkisi olmasına neden olmaktaydı. Bu nedenle Türkiye’nin içinde bir rejim muhalifi bulmak kolay değildi. Üstelik genç Cumhuriyet de en devrimci dönemini yaşamaktaydı ve kolay kolay muhalefete izin verecek gibi gözükmüyordu.
Dolayısıyla emperyalizmin elinde tek koz olarak Kürtler kalmaktaydı. Nitekim bu kozu da kullandılar. Kurtuluş Savaşı’nın ta başlarında Koçgiri İsyanı’yla birlikte Kürtleri Mustafa Kemal’e karşı ayaklandırmayı düşünen emperyalizm çeşitli denemeler ve yoklamalardan sonra, bu planını Şeyh Sait isyanıyla birlikte uygulamaya koydu. Üstelik İngiltere ile Türkiye arasında çözülmemiş bir mesele de bulunmaktaydı: Musul meselesi.
O dönemde Musul’un etnik yapısı bugünden çok farklıydı. Yüzlerce yıllık Osmanlı iradesinin doğal bir sonucu olarak kentin büyük çoğunluğunu Türkler oluşturmaktaydı. Emperyalizmin bağımsız devlet istediklerini iddia ettiği Kürt aşiretlerinin büyük çoğunluğu da Türk iradesinden memnundu ve Kürtlük ve bağımsızlık gibi iddiaları yoktu. Bu nedenle Türkiye bölgede bir referandum yapılmasını istiyor, İngiltere ise Musul sorununun Milletler Cemiyeti’nde çözülmesini istiyordu. Doğal olarak bu cemiyetten çıkacak sonuç tam da İngiltere’nin istediği gibi çıkacaktı.
1925 yılına gelindiğinde Musul meselesi hâlâ çözümsüzdü. Bu noktada İngilizler Kürt kartını tekrar oynamaya karar verdiler. Zaten çeşitli KTC artığı Kürt aşiretleri huzursuzdu ve sürekli İngiliz ve Fransızlara başvurarak ayaklanma hazırlığı içinde olduklarını söylüyorlardı.
Şeyh Sait’in Arkasındaki İngiliz Desteği
Şeyh Sait’in liderliğinde bir grup 21 Mart 1925 (Nevruz) gününü ayaklanmanın başlangıcı olarak tespit etmişti. Ancak Türk Ordusu’yla isyancı Kürtlerin erken teması nedeniyle ayaklanma daha erken başlamak zorunda kaldı. Aslında ayaklanma, Irak sınırına daha yakın bölgelere başlatılacak ve gerektiğinde İngiliz kuvvetlerinin desteği alınacaktı. Ayrıca ayaklanma hattının güney kesimi İngiliz toprakları içinde kaldığı için sağlama alınmış olacaktı. Fakat erken temas nedeniyle ayaklanma Tunceli civarlarında başladı.
Ayaklanmanın ardındaki İngiliz desteğini ortaya koyan pek çok olgu bulunmaktadır. Ayaklanma bastırılırken Türk Ordusu, askerlerinin bir kısmını ayaklanma hattının güneyinden geçirmek zorundaydı. Bunun için de o dönem Fransız mandası olan Suriye sınırları içindeki demiryolu kullanılmak zorundaydı. Fransa için Türkiye’yle iyi ilişkiler kurmak o dönem daha önemliydi. Fransa böylelikle İngiltere’nin Ortadoğuda artan gücünü dengeleyeceğini düşünüyordu.
Bu nedenlerle Fransa, Şeyh Sait İsyanı’na destek olmadığı gibi, Türk Ordusu’nun Suriye sınırları içerisindeki demiryollarını kullanmasına da izin verdi. Bu İngiltere’nin büyük tepkisine neden oldu. Bu tepki, İngiltere’nin isyanı desteklediğinin uluslararası arenada ortaya çıkmasını sağladı. Ayrıca, ayaklanan aşiretlerin üzerlerinden İngiliz yapımı silahlar hattâ İngiltere’den gelmiş silah katalogları çıktı. İsyancı liderlerin ceplerinde de İngiltere Krallığı antetli çeşitli mektuplar çıktı. Ayrıca isyancıların kıyafetleri üzerlerinden çıkan paralar vs. tümü İngiltere’den gelmişti.
Ancak Şeyh Sait Ayaklanması’nın ardındaki İngiliz desteğini gösteren en önemli olgu, isyanın sonuçlarının İngiltere lehine olmasıdır. Tam isyanın başladığı dönemlerde Türkiye Irak sınırına yığınak yapıyordu. Mustafa Kemal bir güç gösterisiyle Musul meselesinde ne kadar ciddi olduğunu göstermeyi düşünüyordu. Ancak Şeyh Sait isyanı hem Mustafa Kemal’in bu harekâtını engellemiş oldu, hem de Türkiye’nin Musul’un bir Türk kenti olduğu yolundaki tezlerini de dünya kamuoyu önünde geçersiz kılmış oldu. Çünkü, kendi topraklarındaki vatandaşları bile Kürtlük iddiasında olan Türkiye, Musul’dakilerin Kürt olmadığı tezini ne kadar savunabilirdi? Şeyh Sait isyanı emperyalizmin Musul’da yaşayanların Türk olmadığı ve Türkiye’yle birleşmek istemeyeceği yolundaki tezini kanıtlaması için çok güzel bir fırsat vermişti.
Dolayısıyla Şeyh Sait İsyanı başarılı olamasa bile, İngiltere’nin Musul tezlerini desteklemesi bakımından önemliydi. Zaten İngilizler de isyanın başarılı olacağını düşünmüyorlardı. Hatta hiçbir zaman açıkça desteklemediler ve destekledikleri iddialarını yalanladılar. Ancak başta Mustafa Kemal olmak üzere dönemin yöneticileri isyan süresince İngiltere’yi sert dille uyarıp eleştirdiler.
İkinci Deneme: Ağrı Ayaklanması
Emperyalistler tabii pes etmedi. 1930’a doğru geniş çaplı bir hazırlıktan sonra bu sefer de Hoybun isimli örgüt önderliğinde İhsan Nuri Paşa’nın yönettiği bir kısım aşiret, Ağrı Dağı civarlarında ayaklandı. Ayaklanma başarılı olduğunda İran’a doğru genişleyecekti.
Türkiye ayaklanmayı bastırabilmek için İran’la anlaşmak ve Iğdır civarındaki bir kısım verimli arazi karşılığında Küçük Ağrı dağının çevresini İran’dan almak durumunda kalmıştı. Çünkü Ağrı Dağı’ndaki isyancılar Türkiye’nin harekatından sonra İran’a kaçabiliyorlardı. Küçük Ağrı’nın Türkiye’ye katılmasıyla birlikte isyancıları kuşatmak mümkün olabilecekti. Ağrı Ayaklanması sırasında gerçekleşen bu Türkiye-İran antlaşması Ortadoğuda Kürt ayaklanmalarını engellemenin bölgedeki tüm devletlerin el ele verirse mümkün olacağının güzel bir göstergesidir.
Burada Hoybun örgütünün de karakterine bakmamız gerekir Hoybun Ermeni örgütü Taşnak ile birlikte kurulmuş ve tamamen İngiliz istihbarat subaylarının denetiminde gelişmiştir. Hoybun, tüm örgütlenmesini yurtdışında yapmıştır.
Fransızların da Hoybun’un oluşumunda ve gelişiminde önemli yeri bulunmaktadır. Bu ayaklanmanın Fransa açısından önemi Hatay sorunudur. İngiltere Musul için Şeyh Sait’i nasıl desteklediyse, Fransa da aynı şekilde Hatay için Hoybun’u desteklemiştir.
Fransızların Hoybun’la ilişki kurmasında Taşnak’ın da büyük rolü olmuştur. Taşnak 30’ların başında SSCB tarafından dışlanan ve Fransa’nın büyük destek verdiği bir örgüttü. Taşnak’ın hedefi SSCB’den bağımsız Katolik bir Ermenistan kurmaktı. Bu da tam Fransa’nın Ermeni tezlerini destekliyordu. Bu nedenle Kürtlerin Hoybun’da Taşnak’la kurdukları ittifak, onların Fransız desteği almalarını da sağladı. Yurtdışı bağlantılarını Fransa üzerinden sağlayan Hoybun’un karargâhı da Fransız mandası Suriye’de bulunuyordu.
Türkiye-Irak-İran: Kürtlere Karşı Güçbirliğine
Ağrı İsyanı’nın bastırılması sırasında Türkiye ile İran arasında yapılan anlaşmayı incelemiştik. İran da Türkiye gibi Kürtlerden çok çeken bir ülke konumundaydı. Kürtlerin Irak’ın başına musallat olması tam Ağrı İsyanı’nın ardından olmuştur. İngilizlerin iktidara getirdiği Kral Faysal’ın yavaş yavaş denetimden çıkması üzerine bu sefer de Irak’taki Kürtler piyasaya sürüldü ve 1931’de Irak’ta bir Kürt ayaklanması çıktı. Bu Irak’taki ilk ayaklanmadır ve çok da başarılı olamamıştır. Zaten bu ayaklanmada İngiltere’nin amacı Türkiye ve Suriye ile dostane ilişkiler kurmaya başlayan ve Mustafa Kemal’la birlikte bir federasyon arayışına giren Irak Kralı’na bir gözdağı vermek ve Irak Kürtlerinin gücünü sınamaktı.
Türkiye’deki Ağrı İsyanı’nın hemen ardından Irak’ta çıkan bu Kürt ayaklanması aslında Türkiye-Irak ilişkilerinde belli bir ilerleme de sağladı. Zaten 30’lar dünyanın hızla yeni bir dünya savaşına doğru gittiği ve Ortadoğuda İngiltere’nin hakimiyetinin yavaş yavaş azaldığı dönemlerdir. Bu nedenle Irak ve İran da kendilerine yeni bir gelecek tasarlama peşindeydi. Türkiye-İran-Irak ve Afganistan arasında kurulan Sadabad Paktı, bu arayışların bir ürünü sayılabilir. Sadabad Paktı’nın çok bilinmeyen bir yönü ise Kürt meselesiyle ilgili kısmıdır. Sadabad Paktı’nda 7. maddesine “içişlerine karışmama ve şer güçleri desteklememe” gibi bir madde eklenmiştir. Bu maddede kastedilen ülkelerin pakt üyesi diğer ülkelerdeki Kürtleri desteklememesi ve Kürt isyanlarına karşı birlikte hareket etmesiydi. Sadabad Paktı’ndan sonra iki ülkenin sınırlarındaki karakollar arttırıldı. Bölgedeki Kürt aşiretlerini faaliyetleri hakkında istihbarat paylaşımına gidildi. Kürt aşiretlerinin güçlenmesine neden olan kaçakçılığın önüne beraber geçilmeye çalışıldı.
Hatay Sorunu: Tekrar bir Kürt İsyanı
1937’ye gelindiğinde ise Hatay sorunu en civcivli dönemini yaşamaktaydı. İşte tam da bu sıralarda Tunceli’de bir isyan patlak verdi. Bu isyanda Fransız parmağı bulunmaktadır. İsyanın liderlerinden Seyit Rıza Fransız ajanlarıyla defalarca görüşmüştür. Fransızlar isyana parasal olarak da destek vermiştir. İsyanın başlarında Tunceli çevresi uzun süre isyancıların kontrolünde kalmıştır. Ancak Türk Ordusu’nun harekatının ilerlemesi üzerine, Fransızlar da son kozlarını oynamış ve Suriye’deki Kürtleri Türkiye’ye göndererek isyanı desteklemelerini sağlamıştır. Ancak bu destek pek işe yaramamıştır. İsyan bastırılmış ve Türk Ordusu’ndan kaçan isyancılar bu sefer de Suriye’ye sığınmışlardır.
Atatürk dönemindeki isyanlara baktığımız zaman isyanların aslında bir Kürt devleti kurmaktan öte, Kemalist rejime bir gözdağı vermek ve Musul, Hatay gibi önemli meselelerde istediği adımları atmasını engellemek olduğu söylenebilir. Dolayısıyla Atatürk döneminde henüz belirgin bir Kürt devleti kurulması fikri bulunmuyordu. Çünkü Sevr’den beri bir Kürt devleti’nin politik zemini kalmamıştı. Bu nedenle Türkiye’yi hizaya sokmak ve Kürtleri kontrol altında tutmak o zamanlar için yeterliydi. İsyanların kesintisiz sürmemesi ve İngilizlerle Fransızların Türkiye’yle çıkarlarının bozulduğu dönemlere rast gelmesi bir raslantı değildir. Emperyalistlerin Kürt devleti gibi uzun vadeli bir planları bulunmamaktaydı. Tersine, dönem dönem yoklamak onlar için yeterliydi.
İlk Kukla Kürt Devleti: Mahabad Cumhuriyeti
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından dünya üzerinde emperyalist paylaşım yeniden sahne alırken Stalin önderliğindeki SSCB de artık bir emperyalist ülke gibi bu paylaşıma katılıyordu. Gerek Doğu Avrupa, gerekse Kafkaslar SSCB’nin yeni nüfuz alanı haline gelmişti. Bu dönemde SSCB İran ile sınır anlaşmazlıklarını düzeltmek ve İran petrolü üzerinde bir takım imtiyazlar edinmek için İran’la sürtüşmelere giriyordu. Bu bağlamda Kuzey İran’da “Güney Azerbaycan” ve “Kürdistan” devletleri kuruldu. Bu devletlerin ikisi de tamamen SSCB desteğiyle Kızılordu’nun fiili müdahalesiyle kurulmuş kukla devletlerdi. İran bu devletlerin kurulmasıyla birlikte SSCB’nin istediği tavizleri verdiği anda da devletlerin arkasındaki SSCB desteği çekildi ve İran’ın bu devletleri ortadan kaldırması çok da zor olmadı.
Mahabad Cumhuriyeti Kürtlerin kurduğu bir cumhuriyet değildir. SSCB’nin güdümünde olduğu, SSCB desteğini çektiği anda rahatlıkla ortadan kaldırılmasıyla görülebilir. Türkiye ve Irak’taki o güne kadar pek çok ayaklanmaya katılmış Kürt aşiret reisi de bu cumhuriyetin vatandaşı olmak için başvurmuştu. Kürtler akılları sıra, topluca bu ülkeye yığınak yapacak ve hayallerindeki Kürt devletini sonunda kuracaklardı. Örneğin ayaklanma liderlerinden İhsan Nuri Paşa, Cumhuriyet’in Genelkurmay Başkanı olmuştu. Ancak istedikleri kadar yığınak yapsınlar, SSCB desteği bittiği anda Mahabad Cumhuriyeti de ortadan kalktı.
Ancak Mahabad Cumhuriyeti ortadan kalkarken Sovyetler bir başka Kürt aşiret liderini himayesine almıştır: Molla Mustafa Barzani. Irak’ta ayaklanan ve başarısız olan Barzani, Sovyetler’e sığınmıştır. SSCB, Barzani’yi bir koz olarak elinde tutmaya karar vermiştir. Kendisine ve ekibine, Askeri Akademi’de eğitim verilmiş ve Barzani General rütbesine ulaşmıştır. Bu dönemde Barzani üst düzey Sovyet yetkililerle görüşebilmiş, büyük saygı görmüştür. Ancak Irak’taki devrimden sonra Sovyetler’le ilişkisinin gelişmesi üzerine Sovyetler’in Kürtlere olan ilgisi de ortadan kalkmıştır.
İsrail-Kürt İttifakı Kuruluyor
1950’ler boyunca Kürt kartının oynanmadığını görüyoruz. Çünkü bu dönem esas olarak dünya sisteminin yeniden yerine oturduğu bir dönemdi ve Batı Bloku ile Sovyet Bloku arasında bir denge kuruluyordu. Kürtlerin bu denge içerisinde önemli bir yeri bulunmuyordu, çünkü Kürtler Sovyetler’le Batı Bloku’nun çatışma alanının dışındaydı. Henüz Ortadoğu üzerinde bir hesaplaşmaya girişilmemişti. Üstelik İran, Irak ve Türkiye’de zaten işbirlikçi rejimler vardı ve emperyalistler açısından bu statükoyu korumak yeterliydi.
Hakim emperyalist güç olarak ABD öne çıkmaya başlamıştı ve ABD’nin İngiltere gibi bu bölgelerde büyük bir tecrübesi bulunmamaktaydı. Sadece çeşitli aşiretlerle bağlantılar kurulmaya başlandı. Dolayısıyla 50’li yıllar ABD’nin bölgeyi tanımakla geçirdiği bir dönem olarak görülebilir.
Bu dönemde Ortadoğu coğrafyasına ve dolayısıyla Kürt meselesine yeni bir emperyalist ülke katılır: İsrail. İsrail 1948 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde ABD’nin Ortadoğuya hakim olma stratejisinin önemli bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. İsrail sayesinde ABD hem bölgede güvenilir bir müttefik kazanmış hem de bölgede Arapların birleşmesinin önü kesilmiştir. İsrail kurulur kurulmaz, kendisine bölgede bir yaşam alanı sağlayabilmek için Araplara karşı kendini savunması gerektiğin farkındaydı. Bu nedenle İsrail bölgedeki Arap olmayan unsurlarla ittifak kurma stratejisi geliştirdi. Bu bağlamda Etiyopya, İran ve Türkiye ilk elde İsrail’in ilişkilerini geliştirmesi gereken ülkeler olarak göze çarpıyordu. İsrail’in kurulduğu dönemde İran ve Türkiye zaten Batı Bloku’na dahil olmuş ülkelerdi. Bu nedenle bu ülkelerle kurulan ilişkilerde bir sıkıntı yaşanmadı. İsrail, bu ülkelerin yanı sıra Kürtlerle de ilişki kurdu. Böylece sağlam bir Arap karşıtı ittifak kurulmuş oluyordu.
Yahudilerin Kürtlerle ilişkileri İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadar gitmektedir. 40’lı yılların başlarında önemli ABD’li Siyonist istihbaratçılar Barzani ve Bedirhan başta olmak üzere birkaç Kürt aşiret lideriyle görüşmüşler ve Arap düşmanlığı temelinde bir ittifakın ilk temellerini atmışlardı. Nitekim İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya konjonktürünün belirlendiği San Fransisko Konferansı’nda da Kürtlerin konferansa sunduğu ve Doğu Irak’tan Doğu Anadolu’ya büyük bir alanı kaplayan Kürdistan projesini konferansta tek destekleyen Siyonistler olmuştu.
İsrail’in Kürtleri desteklemesi ilk başta Irak’taki sınırlı kalmıştı. Çünkü Türkiye ile ilişkilerini germek istemeyen İsrail, Humeyni iktidarına kadar Batı Bloku’ndan kopmayan İran’la da istihbarat alanlarını neredeyse birleştirmişti. Dolayısıyla İsrail’in İran’daki Kürtleri desteklemesi söz konusu bile olamazdı. Tersine İran gizli servisi SAVAK İsrail gizli servisi MOSSAD ile birlikte Barzani önderliğindeki Kürtlere silah ve para yardımında bulunmaya Şah devrilene kadar devam etti.
1958: Kasım Devriminden Sonra Abd Kürt Kartını Oynamaya Başlıyor
Ancak 1958 yılında Irak’ta Kasım önderliğindeki devrimci subay hareketinin antiemperyalist bir devrim yapmasıyla birlikte, bu sefer ABD Irak’taki Kürtleri ayaklandırmak gibi bir politikaya girişti. Barzani’nin Irak’ta bitmek bilmez ayaklanmalara başlaması işte bu döneme rastlar. İşin ilginci Kürtler açısında ayaklanılacak bir durum da pek yoktu. Aslında Kasım, Kral karşıtı olduğu için Kürtlere özerklik vermeyi bile teklif etmişti. Esas Kürtleri asimile etmeyi düşünen Kral’dı. Yani, Kürtlerin ayaklanması Kral’a karşı değil onu devirip Kürtlere de özerklik teklif eden Kasım’a karşı olmuştur. Çünkü antiemperyalist olan Kral değil, Kasım’dı. Dolayısıyla Kürtlerin karşı çıktığı liderler kendilerine özerklik vaat eden, o çok bahsettikleri kültürel haklarını verenler değil, emperyalizmin hoşuna gitmeyenler olmuştur.
Irak BAAS Partisi Kürt meselesini yanlış bazda ele almıştır. Meseleyi etnik bir sorun olarak görmüş arkadaki emperyalist desteği ortadan kaldırmanın yolunu Kürtlere daha fazla hak vermekle mümkün olacağını düşünmüştür. 1970 yılında bizzat Saddam Hüseyin liderliğindeki BAAS heyeti Barzani ve Talabani’nin liderlik ettiği Kürt aşiretleriyle görüşerek Kürtlere özerklik verilmesi konusunda çeşitli anlaşmalar yaptı. Bu anlaşmalar doğrultusunda Kürtçe resmi dil olacak, Irak adeta bir Arap-Kürt federasyonuna dönüşecekti. Saddam Hüseyin bu sayede Kürtleri kontrol altında tutabileceğini düşünmüştü. Ancak düşündüğü gibi olmadı. Irak’ta İran sınırında yaşayan Kürtler ile İran Şahı arasında çeşitli ittifaklar kuruldu. O dönem İran tamamen ABD’nin bölgedeki jandarması gibi çalışmaktaydı ve İsrail ile ittifak halindeydi. Dolayısıyla İran kendisi de Kürt ayrılıkçılığından muzdarip olsa da Irak’taki Kürtleri desteklemekten çekinmedi. İran, Barzani önderliğindeki aşiretlere İsrail ve ABD’nin yaptığı silah yardımının taşeronluğunu üstlendi ve silahların İran-Irak sınırından taşınmasına göz yumdu. İran ayrıca ayaklanan Kürtlerin ayaklanma bastırıldığında kendi ülkesine geçmesine de göz yumuyordu.
Ancak 1975 yılında İran ile Irak arasında Kürt aşiretlerinin desteklenmemesi konusunda bir anlaşmaya varıldı. Neden 1975? Bilindiği gibi 1973 yılı dünya çapında petrol krizinin çıktığı, Arap-İsrail savaşının yaşandığı ve ABD’nin Ortadoğu üzerindeki etkisi ve gücünün azaldığı yıl olmuştu. Bu süreçten İran da biraz olsun etkilenmişti. Dolayısıyla karşımızda Kürtlerle emperyalizmin yine kader birliğini görüyoruz. İran ile Irak’ın ABD’nin de hoşuna gitmeyen basit bir ittifakı söz konusu.
1975 yılında İran ile Irak’ın Kürt aşiretlerinin desteklenmemesi konusundaki anlaşması, Barzani’yi tamamen ABD’nin kucağına itti. 1979’daki İslam Devrimi’nden sonra, Kürtler bu sefer tekrar ABD’nin etkisiyle ayaklandılar. Ancak Humeyni bu ayaklanmayı bastırmasını bildi.
İran-Irak Savaşı: Yine İşbirlikçilik
Kürtlerin işbirlikçiliğinin en ilginç örneklerinden birisi İran-Irak Savaşı’nda yaşanmıştır. 1980’den 1988’e kadar süren savaşta özellikle İran-Irak sınırında yaşayan Kürtler İran’a destek olmuş, İran ordusuyla koordineli bir şekilde ayaklanmışlardı. İşin ilginci, Irak’tki Barzani liderliğindeki KDP’ye bağlı Kürtler İran’la birlikte Irak Devleti’ne karşı ayaklanırken, İran’da ayaklanan Kürtleri de Saddam Hüseyin destekliyordu. Hatta İran, kendi ülkesindeki Kürt ayaklanmasını bastırmak için Barzani’nin güçlerini kullandı. 1983 yılında önce Kuzey İran’da Humeyni ile birlikte Kürt ayaklanmasını bastıran Barzani, daha sonra İran’ın Kuzey Irak’a yaptığı sefere katıldı. Daha da ilginci Irak’taki Kürtlerin de İran’daki Kürtlerin de partisinin ismi aynıydı: KDP!
Savaşın sonlarına doğru ise, Barzani, İran’ın işgal ettiği Halepçe’de İran Ordusu’nun rahat geri çekilmesini sağlamak için Irak ordusunun saldırılarını püskürtme görevini üstlendi.
ABD Kürt Devleti İçin Düğmeye Basıyor
İran-Irak Savaşının bitimiyle birlikte, Saddam Hüseyin’in Arap Birliğini savunan tutumu ve sosyalist uygulamaları petrol zenginliğinin verdiği güçle de birleşince ABD’nin ve İsrail’in bölgedeki çıkarlarını zedelemeye başlamıştı. ABD, Irak’ın Kuveyt ilhakını bahane göstererek başlattığı ilk Körfez Savaşı’nda (1991) esas müttefik olarak Kürtleri belirledi. Körfez Savaşı’nda Saddam’ın Kuveyt’ten çıkartılmasından sonra Bush’un ayaklanma çağrısına bir tek Kürtler uydu. Kuzey Irak’ta ABD’nin oluşturduğu güvenli bölge (36. paralelin kuzeyi) Kürtler için adeta fiili bir Kürdistan haline geldi. KDP ve KYB uzun yıllar sonra ilk kez bir araya geldiler ve ortak bir Meclis kurdular. Yapılan seçimlerde KDP ve KYB eşit oy aldılar ve aynı sayıda milletvekili sahibi oldular.
Bu dönem, ABD’nin Kürt Devleti projesini devreye soktuğu dönemdir. Artık sadece Kürtlerin belli ayaklanmalarının desteklenmesi değil, Kürtlerin bir devlet kurmasının sağlanması gerekiyordu. Körfez Savaşı bu projenin devreye sokulması için bir başlangıç olmuştur.
Saddam Hüseyin Kuzey Irak’taki gelişmeleri elleri kolları bağlı izliyordu. Ancak 90’ların ortalarına doğru Talabani’yle Barzani tekrar birbirine düştü. Kuzey Irak’ta yetki yarışına giren aşiret liderlerinden Barzani 1995 yılında Saddam’la anlaştı. Irak Ordusu’nun desteğini arkasına alan Barzani, Talabani’ye saldırdı. Bu, fiili Kürt Devletinin sonu ve Saddam’ın Kuzey Irak üzerinde tekrar egemen olması anlamına geliyordu. Saddam’ın bölgeye tekrar hakim olmasıyla birlikte ABD ajanlaştırdığı 5000’i aşkın Kürdü Guam adalarına helikopterlerle kaçırdı.
Bu ABD’nin bölgedeki Kürt Devleti projesinin sonu demek oluyordu. ABD bu projesini tekrar uygulamaya koymak için İkinci Körfez Savaşı’nı beklemek zorundaydı.
Ve Huzurlarınızda PKK!
Irak üzerinde Kürtler kullanılırken Türkiye’deki Kürtler de sessiz durmuyordu. Irak’ta Körfez Savaşı yaşanırken, Türkiye’de de PKK, arkasına ABD desteğini almış Türkiye’nin güneydoğusunda etnik temizliğe başlamıştı. 70’lerin sonlarında kurulan PKK’nın amacı terör yoluyla bölgedeki Türkleri korkutup kaçırmak, daha sonra da bölgedeki Kürt çoğunluktan bahsederek emperyalistlerin desteğinde bir Kürt devleti kurmaktı. 80 öncesinde PKK, bölgedeki kendi dışındaki tüm örgütleri temizledi ve örgütlenmeyi tekeline aldı. 1984’te ise Türk Devleti’ne karşı savaş açtı. Emperyalizm her ayrılıkçı Kürt örgütünü desteklediği gibi PKK’yı da destekledi. Dönemin ünlü Ermeni terör örgütü ASALA da PKK’ya hem silahlı eğitimlerde, hem de eylemlerde destek oldu. Taşnak-Hoybun birlikteliğinin bir benzeri yine emperyalistlerin himayesinde PKK-ASALA arasında 80’lerin başlarında yaşandı. Ancak PKK’nın gücüne güç katması, ABD’nin Ortadoğuya saldırması ve bölgede bir Kürt devleti kurmaya karar vermesiyle başlamıştır.
PKK’nın esas gelişimi Körfez Savaşı sırasında olmuştur. Kuzey Irak’ta Kürt aşiretlerini destekleyen ABD, doğal olarak Türkiye’de de PKK’ya destek olmaya başladı.
Körfez Savaşı’ndan sonra 36. paralelin kuzeyini korumak için kurulan Çekiç Güç, PKK’ya büyük yardımlar sağlamış, aynı zamanda örgüte büyük bir hareket alanı sağlamıştır. Ancak ABD’nin PKK’ya yardımı Irak’taki Kürtlere yaptığı yardım kadar açıktan olamamıştır. Çünkü ne de olsa Türkiye ABD’nin “müttefiği”dir. Ve ABD Türk Devleti’ne tam olarak karşısına almak istememektedir. ABD, hem PKK’ya destek olmakta, hem de Türk Ordusunun Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı yürüttüğü “sınır ötesi operasyonlara” karşı çıkarak PKK terörünün bitirilmesini engellemektedir. Sınır ötesi operasyonların engellenmesi Kuzey ırak’taki Kürt devletinin geleceği açısından da önemlidir. Kuzey ırak’tan Türk Ordusu çıkarılmadan Kürt devleti kurulamayacağı ortadadır.
Ancak Türk Devlet bürokrasisinde ABD’nin Çekiç Güç yoluyla PKK’ya verdiği destek farkedildiğinde ABD’nin tepkisi sert olur. Dönemin Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis ve ekibi ABD tarafından öldürülür. Sınır ötesi operasyonları savunan ve Çekiç Güç’e karşı çıkan üst düzey subayların neredeyse tümü zamanla tasfiye edilir.
90’larda ABD ile PKK’nın kurduğu ittifakın stratejik önemi büyüktür. PKK’nın varlığı öncelikle Türkiye’ye haddini bildirmek için gereklidir. Ayrıca, ABD’nin PKK’ya karşı verdiği sözde mücadele Türkiye-ABD stratejik ortaklığını vazgeçilmez hale getirmektedir. Enazından kamuoyu bu doğrultuda ikna edilmeye çalışılmaktadır. ABD yıllardır PKK’yı “aba altından sopa gösterir gibi” kullanmaktadır. Bu durum Apo’nun ABD tarafından Türkiye’ye teslim edilmesiyle de ortaya çıkmıştır. ABD, Apo’yu Türkiye’ye vererek hem Türkiye’nink endi imkanlarıyla PKK terörünü bitirip Ortadoğu üzerinde etkin olmasını engellemiş, hem de Apo’nun idamını imkansız hale getirmiştir. Böylece PKK önderliğinin fiziksel varlığı ABD tarafından garantiye alınmıştır.
Sadece ABD Değil, AB ve Rusya Da PKK’yı Destekledi
Çeşitli Avrupa ülkeleri de PKK’ya para yardımında bulunmuştur. Bunun dışında PKK’nın gerçekleştirdiği uyuşturucu ve silah kaçakçılığına Avrupa ülkeleri tarafından göz yumulmuştur.
Güçlenen PKK; ABD, AB ve Rusya gibi günümüzün önemli emperyalist merkezleri açısından kullanılması gereken bir kozdur. Rusya 90’ların başından beri milletvekilleri düzeyinde PKK’yı desteklemektedir. Halen PKK’nın yasal olarak bürosunun ve kamplarının bulunduğu tek ülke Rusya’dır. Rusya’nın bu desteği hem Kafkaslar’da Ermeni yanlısı tutumunun bir gereğidir, hem de 1800’lere kadar uzanan Ortadoğuya Kürtler vasıtasıyla hakim olma çizgisinin bir yansımasıdır.
AB’nin Kürt politikası ise Kuzey Irak’ta Kürt aşiretlerini barıştırarak devlet kurmalarına yardımcı olmaktır. Kürt Parlamentosu’nun açılışında yılardır birbiriyle savaşan Talabani ve Barzani’nin arasında bir barıştırıcı gibi oturan Mitterand akıllardadır. AB’nin Türkiye’deki politikası ise Türkiye’nin üniter yapısını AB sürecindeki yasal-anayasal değişiklik uygulamalarıyla yıpratmak ve DEHAP’lı belediyeler yoluyla Türkiye’nin güneydoğusuda federatif yapıya ulaştırmaktır. AB, bu yolla DEHAP’lı belediyelerin hakim olduğu şehirlerde bir referandumu ve ayrılma hakkını zorlamayı planlamaktadır.
2005’e geldiğimizde
2005’e geldiğimizde Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı durum şudur: Türkiye’nin güneyinde ABD artık bir Kürt devleti kurmaya karar vermiştir. Kürt devletini misyonu Ortadoğuda ABD’nin dayanabileceği yeni bir İsrail olmaktır. Artık ABD işbirlikçi bir Irak yönetimi değil, parçalanmış bir Irak istemektedir. Ayrıca, İran’ın parçalanması açısından da Kürt devletinin büyük faydaları bulunmaktadır.
ABD açısından Kürt devletinin bir diğer faydası da Türkiye’yi hizaya sokmak ve kontrol etmek olacaktır. Türkiye Ermenistan-Kürdistan-İsrail hattıyla hem Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetlerinden kopartılmış, hem de doğudan kuşatılmış olmaktadır.
Kürt devleti ayrıca ABD’nin Irak’ın kuzeyindeki petrol kaynaklarına tam anlamıyla sahip olması anlamına da gelmektedir.
Dolayısıyla ABD’nin Kürt kartı artık İran ve Türkiye’deki Kürt aşiretlerinin yaşadıkları yerleri kapsayan büyük Kürdistan’ın kurulmasıdır.
Türkiye Ne Yapmalı?
Türkiye Kürt tehlikesini bertaraf etmek istiyorsa Atatürk dönemi politikalara dönmek zorundadır.
- Atatürk gibi Kürt ayaklanmasını ve bir istilaya dönüşen ekonomik faaliyetlerinin önüne geçilmelidir.
- Atatürk döneminde Ağrı isyanının batırılması sırasında yapıldığı gibi bölge ülkeleriyle ittifak kurulmalıdır. Türkiye bugüne kadar PKK’ya karşı Kuzey Irak’ta Barzani ve Talabanileri desteklemekle büyük hata yapmıştır. Türkiye’nin karşısındaki tehlike PKK değil, Kürtçülüktür. PKK Kürtçülük tehlikesinin sadece bir unsurudur. Türkiye salt PKK’ya karşı değil, toptan Kürtçülüğe karşı mücadele etme perspektifini kazanmalıdır. Kuzey Irak’ta Barzani ve Talabani’nin desteklenmesi bölgede Kürtçülüğün gelişmesi ve Türkiye’nin de altından kalkamayacağı bir gerçeklik haline gelmesi sonucuna neden olmuştur.
- Türkiye kendisi gibi Kürtçülük faaliyetlerinden rahatsız olan Suriye ve İran’la birlikte, Irak’taki devrimci işgal karşıtı örgütlerle de birleşerek öncelikle ABD’yi bölgeden atmak ve işbirlikçisi Kürtleri etkisiz hale getirmek için uğraşılmalıdır.
Unutulmamalıdır ki, ABD için PKK başka olmak üzere Kürt örgütlerin tümü önemlidir. ABD’nin hiçbirisinin karşısına çıkmayacağı ortadadır. ABD’nin Kandil Dağı’ndaki PKK’ya karşı bir şey yapmaması unutulmamalıdır. 1990’larda Çekiç Güç helikopterleriyle PKK’ya silah ve erzak yardımında bulunan ABD; bugün de Kandil Dağı’nda PKK’ya yardım ve yataklık etmektedir.
Türkiye Kürt tehlikesini öncelikle ABD’ye karşı çıkarak bertaraf edeceğini bilmelidir. Şu tarihsel gerçeğin altını çizelim: Bölgede emperyalizm olduğu sürece Kürtler ve Kürtçülük olacaktır. Emperyalizm yenildiği zaman ise Kürt hareketi geri çekilecektir.
Türkiye Kürtlere karşı İran-Suriye ve Irak’la birlikte ABD güdümünden bağımsız bir antiemperyalist cephe kurarak gelebilir. Sadece Kürtlere karşı savaşmak Türkiye’nin meseleyi çözmesi için yeterli değildir. Çünkü karşımızdaki salt bir çapulcu sürüsü ya da terör örgütü değildir. ABD Ordusu’nun öncü kuvvetlerinden farksız bir istila hareketidir. Bu nedenle karşımızdaki düşmanı iyi tanıyarak ve arkasındaki emperyalist tehdidi ortadan kaldırmayı hedefleyerek terörle mücadeleyi yürütmemiz gerekmektedir.
*Ankara Üniversitesi Yüksek Lisans öğrencisi
http://www.turksolu.com.tr/ileri/27/erdem27.htm
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder