13 Haziran 2016 Pazartesi

Ergenekon Davası ve Türk Ordusu BÖLÜM 1



Ergenekon Davası ve Türk Ordusu 

BÖLÜM 1



Yazar: Ümit Özdağ
06 AGUSTOS 2013 SALI
“Adalet TANRI’nın, Hüküm Sizindir.” 
E. Kur. Yüzbaşı Muzaffer Özdağ

Talat Aydemir tarafından düzenlenen 21 Mayıs askeri darbe girişimi sonrasında gerçekleşen Mamak Sıkıyönetim Mahkemesinde yapılan savunmanın son sözü, (1963) 

Giriş

5 Ağustos 2013’de Ergenekon Davası diye adlandırılan ve derin devlet davası olarak başlayıp, muhalif siyaseti baskı altına almak üzerinden gelişen ve sonuç olarak askeri darbe yargılamasına dönen yargı sürecinin ilk aşaması tamamlandı. Özel yetkili Mahkeme çok ağır cezalar verdi. Böylece kurucusu, bugün ki lideri, sembolü, ideolojisi, ana kitabı belli olmayan, (belki de belli olan ancak henüz dile getirilmeye cesaret edilemeyen) tarihin “ilk gizli terör örgütü” davası sona erdi. Tarihte ilk kez kimse mensup olduğu iddia edilen örgüte sahip çıkmadı, üyesiyim demedi. Şimdi dava Yargıtay’da devam edecek.

Ağustos 2011 başında yapılan Yüksek Askeri Şüra toplantıları kamuoyunun büyük ilgi ve dikkati altında çok gerilimli bir ortamda geçmiştir. Genelkurmay Başkanı Org. Işık Koşaner ve üç kuvvet komutanı hükümeti, hükümet yanlısı basını ve adalet mekanizmasını suçlayan veda mesajları yayınlayarak istifa etmişlerdir. Genelkurmay Başkanı istifasının temel gerekçesini “silah arkadaşlarını koruyamamak” olarak ortaya koymuştur.

İstifaların ve yeniden şekillenen komuta kadrosunun ardından ordu üzerinde hükümetin iradesinin kurulduğu yorumları yapılmıştır. Soğukkanlı bir yorum yapan Ahmet Turan Alkan, kontrolsüz mutlak gücün bozduğu Türk Ordusuna değişimin dışarıdan geldiğini ve kaçınılmaz olarak sancılı olduğunu kaydetmiştir.[1]  Peki, Alkan’ın dışarıdan geldiğini söylediği değişim “ne kadar dışarıdan” gelmektedir. Bir gazeteci PKK açılımı  sürecinden bahsederken, “Biz Ergenekon davasını bugünlere ulaşabilmek için desteklemiştik” derken, davanın örtülü amacını ortaya koymaktaydı ancak bu ifade bile yaşanan değişimin nereden geldiğini, TSK’nın ne kadar dışarıdan dönüştürüldüğünü açıklamıyordu.
Bu makalenin konusu da son yıllarda TSK’nın karşı karşıya olduğu “değişim sürecinin” dinamiklerini ve bu dinamiklerin amaçlarının ortaya konulmasıdır. Diğer bir ifade ile değişimin gerçekten nereden geldiğinin tespit edilmesidir. Böylece yaşanan sürecin bir demokratikleşme ve  TSK’nın hükümetin denetimi altına alınması mı yoksa küresel denetim dışına çıkan bir ordunun dizginlenmesi mi olduğu tartışılacaktır.

Ergenekon Operasyonu

2007’den buyana Türkiye’de yaşanan hemen hemen hiçbir politik gelişme Ergenekon Operasyonu dışında izah edilemez. TSK’nın yeniden şekillendirilmesi sürecinde de Ergenekon Operasyonu’nun çok önemli bir rol oynadığı tartışma götürmez bir gerçektir. Ergenekon Operasyonu'nun soruşturmanın arkasında ABD'nin olduğu ileri sürülmektedir. Bu iddiayı sadece Operasyona eleştirisel yaklaşanlar değil, operasyonu büyük bir istekle savunanlar da iddia etmişlerdir.
ABD’nin Ergenekon Operasyonu’nu neden desteklediğinin gerekçesi ise Türk Ordusu içinde ağırlıklı olarak Özel Kuvvetler içinde yoğunlaşmış “Avrasyacı-Rusçu” bir kliğin “temizlenmesi”  olarak ortaya konulmuştur. İddiaya göre, ABD ve NATO, Ergenekon operasyonu ile Avrasyacı-Rusçu kliğin temizlenmesi için AKP iktidarına yardımcı olmaktadır.

Bu fısıltıyı Prof. Dr. Mümtazer  Türköne şöyle dile getirmiştir: “Ergenekon operasyonu ile ilgili giderek daha fazla dillendirilen bir tez var. Bu operasyon ile kontrgerilla örgütlenmesinin dış politikada ABD'ye karşı Rus eksenini savunan kanadın tasfiye edildiği iddiası. Ben bu iddiayı inandırıcı bulmuyorum. Ama eksik olan bir şey var”[2]

Türköne'den gelen bu zayıf itiraza rağmen Ümraniye Soruşturması sürecinde Ergenekon operasyonuna büyük psikolojik-politik destek veren bazı akademisyen ve köşe yazarları,  Türk Ordusu içinde Türk Ordusu'nu ve Türkiye'yi Rusya eksenine, Rus-Çin, İran zeminine kaydırmak isteyen, anti-AB'ci, anti-ABD'ci Rusçu bir kliğin, ABD ve NATO'nun desteği ile tasfiye edildiği görüşünü savunmuşlardır. Örneğin Ahmet Altan ise şöyle demektedir:”Çünkü bütün bu olanlar sadece Türkiye'nin arzusu gibi görünmüyor bana. Yanılıyor olabilirim ama olanları izlerken hep bir 'dünya operasyonu' izliyor mu izlenimine kapılıyorum.” [3]

Hasan Cemal ise Türkiye'de ulusalcı-aşırı milliyetçilerin, birinci sınıf demokrasiyi sevmeyenlerin, AB'den nefret edenlerin, “Türkiye, Avrupa'ya, Amerika'ya sırtını dönsün, Avrasya'ya açılsın ve Rusya'yla, Çin'le Orta Asya'yla hatta İran'la kendine yeni bir dünya kursun!...Ve asker içinde de etkili oldu. Örneğin Tuncer Kılınç Paşa… MGK Genel Sekreteriyken, Türkiye için Avrasya açılımını savunmuştu. Ergenekon davasının sanıklarından eski Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur Paşa'nın da davanın sivil sanıkları gibi Avrasyacılık konusunda benzer görüşleri benimsediği söylenebilir” görüşünü savunmuştur. Hasan Cemal, Eruygur'un Avrasyacılığına kanıt olarak 22 Ekim 2008'de Hürriyet gazetesinde Nerdun Hacıoğlu'nun şu cümlelerini göstermektedir: “Şener Eruygur ise yine Rusya'dan empoze edilen fikirlerle Türkiye'nin NATO'dan çıkarak Şanghay İşbirliği Örgütüne katılmasını, Rusya ve İran'la birlikte bölgede yeni bir askeri ittifak oluşturmasını önermişti.” [4]

Bu izahın şampiyonlarının başında gelenlerden birisi de eski AKP milletvekili Bayan Dağı'nın eşi akademisyen İhsan Dağı’dır. Prof. Dr. Dağı'ya göre Ergenekon operasyonu AKP'den çok uluslar arası dinamiklerin sonucudur. Küresel bir irade ortaya çıkmıştır ve operasyon gerçekleşmiştir.[5] Dağı, daha da ayrıntıya girmekte, küresel iradeyi netleştirmekte ve gerekçesini de ortaya koymaktadır. İhsan Dağı'ya göre, Ergenekon Operasyonu, ABD'nin desteklediği bir operasyondur. Dağı, Ergenekon örgütünün Özel Harp Dairesi'den kaynaklandığını ileri sürmektedir. Oysa, 1993'den buyana Türk Ordusu'nda söz konusu olan nitelik ve nicelik açısından Özel Harp Dairesinden farklı olan Özel Kuvvetler Komutanlığı söz konusudur.




Dağı'ya göre, “Amacı dışına çıkan ve Rusçu bir kliğin kontrolüne giren Türk Gladio'su artık korunup kollanmıyor. Nedeni açık: Gürcistan ve doğalgaz krizlerinde iyice görülen Rusya-Batı gerginliği Türkiye'yi yeniden vazgeçilmez bir cephe ülke konumuna getiriyor. Peki, böyle bir ülkede elli yıldır Batı güvenlik sistematiğinde bulunan bir ordunun Rusya yanlısı, NATO, ABD ve AB ile işbirliğine karşı Rusçu bir kliğin eline geçmesine seyirci kalır mı? Üstelik bu klik sadece ordu içinde yükselmeye değil, Özden Örnek günlüklerinden anlaşıldığı gibi fiili bir darbeyle yönetime el koymaya çalışmış. Ama başaramamışlar; Rusçu bir darbeye vize verilmemiş! Bunlardan Ergenekon soruşturmasında ABD/NATO parmağı olduğu sonucu çıkmaz.(Oysa Dağı, daha sonra Ergenekon soruşturmasının arkasında ABD desteğinin olduğunu ileri sürmüştür.) Tasfiyeyi yargı yapıyor, ama dikkat; tasfiye edilen Ergenekon resmi bir kurumun uzantısı. Dolayısıyla  bu örgütün arka plânında bulunan güçlerin tasfiye işlemine yönelik tutumu önemli. Nedir bu tutum? Sessizlik;  ordunun ve ordu üzerinden ABD/NATO sessizliği.  TSK üst yönetimi bu soruşturmalara izin vererek kendini Batı ittifakı içinde 'yeniden' konumlandırmaya çalışıyor.”[6]

Dağı, Türk Ordusu'nun, Soğuk Savaş sonrasında ortak düşman olan SSCB'nin ortadan kalkmasından sonra NATO'nun “ortak düşman” yerine,demokrasi, insan hakları ve hukuk devletine dayanan “ortak değerler” merkezli siyasetini kavrayamadığını/kabul etmediğini ileri sürmektedir. Dağı'ya göre, Türk Ordusu'nun “ortak değerleri” kabul etmemesinin arkasında rejim içinde kendi konumunu yitirmesi endişesi vardır. Bundan dolayı, Türk Ordusu içinde bir grup, Avrasyacı-Rusçu çizgiye kaymıştır.[7]

Dağı, Türk Ordusu içinde “Özel Harp Dairesi” veya “Özel Kuvvetler Komutanlığı” etrafında kümelenmiş küçük bir Rusçu kliği değil, bütün Türk Ordusu'nu Rusçu olmakla suçlamaktadır. Nasıl mı? İşte şu cümlesi ile: “Fikret Bila'nın 'Komutanlar Cephesi' kitabı incelendiğinde TSK'nın üst düzey komutanlarının NATO, AB ve ABD hakkında nasıl bir duygu ve düşünceye sahip oldukları görebilir; müttefik değil, âdeta savaşa girişilecek bir hasım…”[8] Bu cümle bir kliği değil, bir orduyu anlatmaktadır.

Yasemin Çongar da “Amerikan siyasetinin ve ordusunun Türkiye'yi iyi tanıyan mensuplarının, TSK'nin Soğuk Savaş sonrasındaki performansına kuşkuyla baktıklarına bir çok kez tanık oldum. Türk Ordusu'nun Washington'da 'gitgide Batı’dan kopan, bazı unsurlarıyla Rusya'nın etki alanına giren Avrupa Birliği sürecini içine sindiremeyen, 1920'lerin zihniyetine tutsak, küreselleşmeden de Türkiye'nin küreselleşmeyle uyumlu toplumsal değişiminden de, giderek Türk toplumundan da kopuk bir kurum olarak algılanmaya başladığını gözledim” diyerek, Dağı'ya destek vermiştir.[9]

Dağı'ya göre, Türk Ordusu içindeki Avrasyacı/Rusçular aslında ABD, AKP'ye karşı yapmak istedikleri darbeyi desteklemediği için Avrasyacı/Rusçu olmuşlardır.[10]Dağı'ya destek yine Yasemin Çongar'dan gelmiştir. Çongar, Avrasyacıların Bush Yönetiminin entelektüel dinamosu olan neoconları, ABD'nin AKP'ye karşı ikna etmesi için çok çaba sarf ettiğini ileri sürmüştür.[11]

Ergun Babahan da 14 Ocak 2009'da Kanal 24'de özetle şöyle demiştir: “Ergenekon bölgede ABD'nin tetikçisi idi. ABD'ye sadakatle çalıştılar. Küresel dengeler değişti ve Ergenekon tetiğini ABD'ye yöneltmeye başlayınca da ABD Ergenekon'u tek tek tasfiye etmeye başladı. İşin bu boyutu görülmez ise Ergenekon meselesini anlamak mümkün değildir. ABD, “Rusçu, Putinci” olan eski adamlarını hızla tasfiye etmektedir. Son Ergenekon dalgasında gözaltına alınan e. Org. Tuncer Kılınç ta MGK Genel Sekreteri iken NATO-AB eksenine karşı Rusya-Çin-İran eksenini savunmuştu”[12]

Eski EGM İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu’da Ümraniye soruşturmasının dış dinamiğinin ABD olduğunu düşünmektedir: “Sadece hükümetin iradesiyle bu iş çözülemez. Ergenekon operasyonu da tamamen iç dinamiklerle anlaşılamaz. Çünkü kural şudur: bir örgütü kim kurduysa o tasfiye eder. İç ve dış dinamiklerin bir örgütü kurmaktaki amaçları bitmeden o örgüt bitmez. Gladio tipi yapılanmayı kuran dış dinamik Pentagon’dur. (…) Çünkü dünyada yükselen değer demokrasi, insan hakları ve özgürlükler… Türkiye’ye de bu dünyada Amerika tarafından bir rol biçiliyor. Türkiye’nin bu rolü üstlenmesi için şartlara uygun olması için, temizlenmesi lazım. Hatırlayın, Başbakan Erdoğan 5 Kasım 2007’deki Amerika ziyaretinde Bush’la görüşmüştü. Ergenekon operasyonu Washington’daki o görüşmeden sonra başladı.”[13]
ABD’nin Türk Ordusu’na yönelik müdahakesi konusunda belki de en çarpıcı ve açık yaklaşımı Zaman Gazetesi’nin Washington muhabiri Ali H. Arslan’ınsatırlarında bulmak mümkündür. Arslan şöyle demektedir: “ABD’nin düşmanlara karşı önleyici saldırı doktrininin makûliyeti ve hakkaniyeti tartışılır. Ama dostlarının hayatî hatalarına karşı bazı önleyici mekanizmaları devreye sokmalarına itirazımız olamaz. Bunlardan biri, sesini şeksiz şüphesiz demokrasi lehinde yükseltmektir. Diğeri de, özel resmî görüşmelerde ilgililere de aynı mesajı daha da açık bir dille ifade etmektir. Özellikle ABD'nin Ankara büyükelçiliğine bu konuda çok iş düşüyor. Ve bir şeyler yapıldığı da kulağıma geliyor.”[14]

Gerçekten, Ümraniye soruşturmasına verilen siyasî desteğin ve düzenlenen Ergenekon psikolojik operasyonunun arkasındaki Amerikan desteğinin nedeni Türk Ordusu içinde bir kliğin veya Türk Ordusu'nun tamamının NATO, ABD ve AB karşıtı bir çizgiye kaymasına karşı, ABD'nin bir tepkisi midir yoksa ABD'nin tepkisinin nedeni bir başka şey midir?

Aşağıda bu hususu ayrıntılı olarak değerlendirmeden önce Dağı ve Çongar'ın ABD'nin Türkiye'de “Ergenekon sürecine” müdahale etmesini “meşru kabul etmelerinin” çok tehlikeli olan bir boyutunun altını çizmek gerekmektedir. 1968'de Çekoslavakya'da Çekoslavak Komunist Partisi Genel Sekreteri A. Dubçek'in geliştirdiği sosyalizm yorumuna Moskova sert tepki göstermiştir. Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Brejnev, “Brejnev Doktrini” diye anılan doktrini ilân etmiştir. Bu doktrin, sosyalist ülkelerin egemenliğini kısıtlayan ve SSCB'ye sosyalist ülkelerin iç işlerine müdahale hakkı veren bir anlayışı ilân etmiştir. Kızılordu, Prag'ı işgal etmiştir. Türkiye'de ve dünyada bir çok sosyalist bu müdahaleyi destekler ve meşru görürken, bir çok sosyalist de SSCB ile olan yollarını ayırmıştır.

Cemal, Dağı, Babahan, Sarıibrahimoğlu, Çongar'ın temsil ettiği çizgi, “Moskova çizgisindeki komünistlere” benzer şekilde, ABD'nin Türk Ordusu'na müdahalesini meşru görmektedirler. Oysa, demokrasiyi savunan NATO, reel sosyalizmi savunan Varşova Paktı değildir. Türkiye, sosyalist Çekoslavakya, değildir. Türkiye egemen, bağımsız bir ülkedir. Türk siyaset, akademi, basın ve silahlı kuvvetlerinde bir çok insan ABD'ye, AB'ye, NATO'ya eleştirisel bakabilir.[15]
Burada sorulması gereken soru yukarıda anılan kişilerin ileri sürdüğü tezin doğru olup olmadığını değerlendirmeden önce özgün olup olmadığı tespit edilmelidir. CIA üst düzey yöneticisi ve Türkiye uzmanı Graham Fuller, 19 Ekim 2007'de yazdığı “Ankara’nın ABD Düşmanlığı’nın Soykırım Kararından Çok Daha Derin Kökleri Var” başlıklı makalede şöyle demektedir: “Washington kızgın. Türk generaller, Batı’nın dayatmalarına karşı, Rus stratejik seçeneğini bile alçak sesle konuşmaktadırlar. Orta Asya enerji hatlarının Rusya veya İran ve Türkiye üzerinden Batı’ya ulaştırılması konusunda bazı anlaşmazlıklar olsa da, Ankara-Moskova ilişkilerine önem vermektedir; ABD’nin NATO’yu genişletme ve füze sorunu yoluyla Rus ayısına Kafkaslar’da ve Doğu Avrupa’da büyük çıkarları var. Çin ve Rusya’nın başını çektiği Şanghay İşbirliği Örgütü Asya’da hakim jeopolitik gruplaşma olursa, Türkiye de tıpkı Afganistan, İran ve Hindistan gibi bu örgütle işbirliği yapacaktır. Washington buna karşıdır.”[16] Türk Ordusu içinde Rusçu Klikiddialarının kökeninde Graham Fuller’in  bu makalesi vardır.
Türkiye'nin geleceğinin Avrasya'da(orası neresi ise çünkü üzerinde uzlaşılmış bir Türk-Avrasyası yoktur) ya da daha somut bir ifade ile Rusya, İran, Çin, Hindistan, Pakistan, Türk Cumhuriyetleri-Pasifik bölgesinde olduğuna inananlar olabilir.



Bu noktada belirtilmesi gereken önemli bir hususta Türk Ordusu’nda “Avrasyacı çizgi”den rahatsız olduğu söylenen ABD’nin 21. Yüzyılda Asya’ya 20. Yüzyılda Avrupa’ya verdiği önemi vereceğinin değişik zeminlerde açıklanmadır.
Türkiye için milli menfaatleri doğrultusunda değişik seçenekler arayabilir. Hiçbir ülkenin veya ittifakın, egemen ve bağımsız bir ülke olan Türkiye'nin iç işlerine karışması meşru değildir. Ancak, bunun ötesinde Ergenekon Operasyonu'nun arkasında Avrasyacı-Rusçu bir klik iddiası çok çürüktür. Aşağıda gelişmeler, tarihsel derinliği içinde ele alınırken, bu iddianın çürüklüğü ve Türk Ordusu'na yönelik saldırının gerçek nedeni ortaya konulacaktır. 

Soğuk Savaş Sonrasının Yeni Jeopolitiği ve Bağımsızlaşan Türkiye

Türk-Amerikan ilişkilerinde 1990'larda yaşanan kriz, kendisini Kuzey Irak ve Irak somutunda ortaya koymuş olmasına rağmen krizin asıl nedeni, Türk-Amerikan ilişkilerinin Soğuk Savaş paradigmasından Soğuk Savaş sonrasına tarafların üzerinde anlaştıkları kurallar çerçevesinde geçememiş olmasıdır.[17] Daha açık bir ifade ile Soğuk Savaşın sona ermesi ile başlayan Irak'ın bölünmesi sürecini Türkiye kendisi ve Ortadoğu barışı için tehdit olarak algılarken, ABD, Irak bölünmesinin arkasındaki ana dinamik olmuştur.

1990'lı yılların başından itibaren ABD ve Türkiye birbirlerini “tehdit unsuru”ve “güvenilmez müttefik“ olarak algılamaya başlamışlardır.[18]Ancak, Türk Ordusu'nun ABD'nin bir müttefik olarak güvenilirliği ile ilgili sorgulamaları daha erken tarihlere uzanmaktadır. Küba Krizi sonrasında ABD'nin, Rusya'nın Küba'daki füzelerini çekmesi karşılığında, Türkiye'ye sormaya dahi gerek duymadan Türkiye'den Jupiter füzelerini geri çekmesi, belki de Türk Ordusu'nda ABD ile ittifakın niteliği konusunda ilk şüphelerin uyanmasına neden olan gelişmedir.

5 Haziran 1964'de gelen ve Türkiye'nin Kıbrıs'a müdahalesinin önünü kesen Başkan Johnson'un mektubu, Türk Ordusu'nda ABD ile ilişkilerde bir kırılma noktası olmuştur. Başkan Johnson, Ankara tarafından 1966 yılına kadar gizli tutulan mektubunda NATO Anlaşmasının bir Sovyet saldırısı durumunda NATO üyesi Müttefik ülkelerin yardıma gelmesini öngören 5. maddesini işletmeyeceğinin altını çizmesi, hayal kırıklığının en önemli boyutunu oluşturmuştur.[19]

1967'de Org. Cemal Tural'ın, “kendi uçağını kendin yap” kampanyasını başlatması, Türk Ordusu'nun Amerikan silah sanayiinden bağımsızlaşma arayışının ilk göstergesiydi. 1947'de başlayan Amerikan silah yardımlarının yarattığı olumlu hava, ardı ardına gelen darbeler sonucunda bulanıklaşmış, Türk Ordusu, silah ve malzeme konusunda arayış içine girmiştir.
1974'de Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında gerçekleşen Amerikan silah ambargosu Türk Ordusu'nda ABD'ye karşı gerçekleşen ikinci büyük kırılış olarak görülmektedir. Ambargoya tepki olarak Türkiye'deki Amerikan askeri üslerinin tamamı kapatılmıştır. Washington'un Amerikan silah sevkiyatının durmasının yarattığı boşluğu Batı Almanya'yı Türkiye'ye silah sevkiyatı yapmaya teşvik ederek doldurmaya çalışması Türk Ordusu'nda ABD'ye güvensizliğin azalmasına neden olmamıştır.[20] Amerikan silah ambargosu, 1970'lerden başlayarak, Türk savunma sanayiini oluşturacak yeni arayış ve atılımlara hız vermiştir.
1986 gibi bir erken tarihte, PKK'nın yok edilmesi için güçlü bir helikopter filosu kurulması amacı ile Genelkurmay Başkanlığı Başbakan Turgut Özal'dan 100 askeri helikopter tedariki için gereken kaynağın oluşturulmasını istemiştir. Başbakan Özal, bu kaynağı sağladı ise de ABD Türk Ordusu'na bu tarihte Türkiye'nin istediği helikopterleri satmayı reddetmiştir. Bu rahatsızlık ve şüphe birikimi, 1990'lara taşınmıştır.

Türk Ordusu'nun ABD ve NATO'ya olan güveninin sarsılmasında bir başka aşama da 1991'de Almanya başta olmak üzere, bazı NATO ülkelerinin Türkiye'ye, bir Irak saldırısına karşı hava savunma sistemlerinin NATO işbirliği çerçevesinde konuşlandırılmasını reddetmeleri olmuştur. Bu rahatsızlık, 1980'lerin sonu ve 1990'larda  bir çok NATO ülkesi üyenin PKK'yı aktif ve pasif şekilde desteklemesi ile zirveye çıkmıştır.

1990'ların başında SSCB'nin çökmesi ile Soğuk Savaş döneminde birlikte, Türkiye'nin etrafındaki jeopolitik değişmiştir.. Jeopolitik ne demektir? Bir Türk Harp Akademisi yayını jeopolitiği şu şekilde tanımlamaktadır: “Jeopolitik, bir ülkenin güvenlik politikasının coğrafyanın isteklerine göre düzenlenmesini sağlayan bilim dalıdır. Coğrafî muhiti dünya politikasında kullanma sanatıdır.”[21]



Soğuk Savaş döneminde Türkiye jeopolitiği, küresel jeopolitikte, NATO ve Varşova Paktı çatışması ekseninde “NATO'nun Güneydoğu kanat ülkesi”olarak belirlenmiştir. Bir savaş durumunda Türkiye'nin görevi, Kızılordu ve Varşova Paktı ülkesi ordularının bütün güçlerini Batı Avrupa'daki merkez cephe üzerinde yoğunlaşmasını engellemektir. Erzurum'daki 3. Ordu ve Konya'daki 2. Ordu, Kafkaslardan saldırıya geçecek 20 Kızılordu tümenini Hatay'ın kuzeyinde Amanos Dağları üzerinde durduracak, İskenderun Körfezine gelen NATO yardımı ile geri püskürteceklerdir. Türk Ordusu'nun en güçlü kuvveti olan 1. Ordu ise Trakya'ya gerçekleşecek bir Rus-Bulgar saldırısını durduracaktır.
1952-1990 arasında değişik aşamalardan geçen bu jeostrateji, Varşova Paktı'nın dağılması ve SSCB'nin çökmesi üzerine, değişen jeopolitiğe bağlı olarak çözülmüştür, çünkü nesnesi ortadan kalkmıştır. Türkiye'nin SSCB ile sınırları ortadan kalkmış, bunun yerine, Gürcistan,  Ermenistan ve Azerbaycan (Nahçıvan) ile sınırdaş olmuştur. Bulgaristan etkisiz bir komşuya dönüşmüştür.

Bu yeni jeopolitik, fırsatlar sunduğu kadar ortaya yeni tehditler de çıkarmıştır. 1945-1990 arasında Soğuk Savaş'ın yarattığı dehşet dengesi Avrupa'ya değişmez ve dokunulmaz sınırları da empoze etmiştir. Ancak, SSCB'nin çöküşü ile birlikte, Türkiye'yi saran Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu alanları, Bermuda Şeytan Üçgeni'ni oluşturmuştur. Bu üç alt kıtasal coğrafyadaki bütün çatışma, savaş, iç savaş, etnik temizlik ve diğer güvenlik sorunları Türkiye için tehdit oluşturmuş veya ülkemizi yakından ilgilendirmiştir.
Türkiye ve Türk Ordusu değişen jeopolitik çerçevesinde yeni jeopolitik tanımlamalar yapmıştır. Dönemin Cumhurbaşkanları Özal ve Demirel, Türkiye'yi, Türk Dünyası jeopolitiği çerçevesinde “Adriyatik'ten Çin Seddine kadar uzanan alanda” tanımlarken, Türk Ordusu, belgelerinde Türkiye'yi “Avrasya ülkesi” olarak tanımlamaya başlamıştır.



1990'ların başlarında ABD'nin bütün Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya uzmanları da yazılarında Türkiye'nin Türk Dünyası ve Avrasya ile ilgilenmesini teşvik etmişlerdir. Washington açısından en büyük tehdit İran'ın bu bölgelere radikal İslam ihraç etmesidir. Türkiye'nin Kafkasya ve Orta Asya'da İran tehdidinin önünü keseceği ve laikliği ihraç edeceği düşünülmüş, arzu edilmiştir. 
Öte yandan 1990'lı yıllar boyunca, Türk Ordusu, PKK terörü ile mücadele sürecinde hantal bir NATO kanat ordusu olmaktan hızla uzaklaşarak, yüksek muharebe yeteneğine sahip, esnek, ateş gücünü artıran, sınır ötesine kısa zaman içinde 50 bin kişilik askeri birliklerle müdahale eden, kara-hava ortak operasyon yeteneği gelişmiş bir orduya dönüşmüştür. 1998'de Türk Ordusu, askeri-politik stratejisini değiştirerek geliştirmiştir.

Soğuk Savaş döneminde Türk Ordusu'nun savunma anlayışı, bir Sovyet saldırısını caydırmak ve diğer NATO ülkeleri orduları ile birlikte kollektif güvenliğin sağlanması üzerine kuruludur. Ancak değişen koşullar değişen tehditler ve cevaplar ortaya çıkarmıştır. Bundan dolayı, 1998'de Türk Ordusu, NATO'yu karşısına almadan; hatta NATO'daki yapısal değişime paralel olarak, “ileriden savunma” ve “kriz yönetimine askerî katkı” ilkelerini, caydırıcılık ve kolektif güvenlik ilkelerine eklemiştir.
Bunlar sadece kâğıt üzerinde gerçekleşen değişimler değildir. Türk Ordusu, 1990'larda ileriden savunma ve kriz yönetimine askeri katkı yapabilecek bir etkili ordu niteliğine kavuşmuştur. Terör ile mücadele bütün olumsuzluklarının yanında Türk Ordusu'na en zor koşullarda savaş deneyimi ve üstün muharebe yeteneği dışında, milli ihtiyaçlar çerçevesinde üretilen sahra talimnameleri kazandırmıştır.

Özgüveni yüksek, askeri doktrinini değiştirmenin ötesinde, gücünü, Kardak Krizi, Çelik Harekâtı ve Suriye ile savaş/kriz yönetimi süreçlerinde etkili şekilde kullanan, Soğuk Savaş sonrası koşullara NATO gözlüğü dışında bakan Türk Ordusu'nun ABD'de bazı çevrelerde büyük rahatsızlık uyandırdığı görülmüştür. Çünkü, böyle bir Türk Ordusu anılan Amerikalı çevrelerin sadece Ortadoğu'ya değil, Türkiye'ye de vermek istedikleri politik şeklin önünde büyük bir engel olarak görülmektedir.

Özetle, 1991-2002 arasındaki yıllarda Türkiye ve ABD, birbirlerine karşı, Ortadoğu'da kendisini Kuzey Irak özelinde ortaya koyan “kontrollü bir yüksek tansiyon” politikası geliştirmişlerdir. 1996 Ağustosunda Türkiye'nin KDP-Saddam işbirliğini teşvik ederek Irak Ordusunun Erbil'e girmesine karşı çıkmaması bu yüksek tansiyonun bile kontrol dışına çıkabileceği krizlere neden olmuştur.
1994 gibi erken bir tarihte, Türk Harp Akademileri tarafından yayınlanan bir çalışmada “Türk-ABD ilişkilerinde Kürt sorununun artan bir yer edineceği” ortaya konulmakta ve ABD'nin Türkiye'deki askerî tesisleri NATO'nun sınırları dışında kullanma taleplerinin ikili ilişkileri zorlayacağı, Orta Doğu'da Türk-Amerikan ilişkilerinin “dengelenmesinin zor olduğu” belirlenmiştir. Çalışmada Türkiye'nin ABD'nin beklentilerini yerine getirmesi durumunda “ülkemize dış politika alanında çıkaracağı faturalar çok ağır olabilecektir” tespiti yapılmıştır.[22]

22. Genelkurmay Başkanı E. Org. İsmail Hakkı Karadayı, 2009 yılında yaptığı bir açıklamada Ergenekon psikolojik operasyonunun Türk Ordusu'nu hedef almasının nedeni olarak, Kuzey Irak'a 1996'da düzenlenen Çelik Harekâtı ve Kardak Krizi'ni de göstermiştir. Bu da bu iki operasyon sırasında ABD ile Türkiye arasında kamuoyuna gerçek kapsamı ile yansımayan iki ağır krizin yaşandığını göstermektedir.[23]

Türk Ordusuna Yönelik Amerikan Ordusundan Gelen Eleştiriler

ABD'de ise birçok resmi, gayri resmi yayında, Türkiye'nin Ortadoğu ve Kürt politikaları, 1990'lar boyunca sert bir şekilde eleştirilmiştir. 1990'ların  ortalarından itibaren ABD'de Türkiye uzmanları arasında ortaya çıkan yaklaşımları, Türk Ordusu'nun askerî anlamda gittikçe güçlendiğini, iddialı hale geldiğini(more assertive), güçlendikçe ve iddiaları artıkça tek başına (on his own) Orta Doğu'ya yönelik politikalar geliştirmeye başladığını ve daha güçlü Türkiye'nin daha zor ve hatta daha güvenilmez bir müttefik haline geldiğini ileri sürmüşlerdir. Bu anlayışa sahip çalışmalar daha çok askerî kuruluşlar veya ABD Ordusu'na yakın kuruluşlar tarafından yayınlanmıştır.

Bu doğrultuda ilk çalışma, Amerikalı akademisyen ve askeri istihbarat elemanı Michael Robert Hickok tarafından ABD Kara Kuvvetleri'nin resmi yayın organı olan Parameters dergisinde, 2000 yılında yayınlanan “Yükselen Hegemon: Türk Stratejisi İle Askeri Modernizasyon Arasındaki Uçurum” adlı makaledir.[24] Dr. Hickok'a göre, Soğuk Savaş boyunca NATO stratejileri çerçevesinde silahlanan, eğitilen ve NATO konseptine bağlı olan Türkiye, NATO dışında “inandırıcı şekilde gücünü yansıtamadığını” görmüştür.[25]

Dr. Hickok, Türkiye'nin 1990'ların başında Kafkaslar ve Balkanlar'da etkisiz kaldığını gördüğünü savunmaktadır. Bundan dolayı 1990'lı yıllarda “Türk karar alıcılar, Batı ve NATO ile olan ilişkilerinde bir değişiklik olmaksızın, Atatürk'ün Türkiye'nin geleceğinin sadece Batı'da olduğu” yolundaki sözlerini yumuşatmaktadır (Bu husus Hickok'un kendi çarpıtmasıdır. Atatürk'ün böyle bir anlayışı yoktur. Ü. Ö.) Resmi askerî belgeler günümüzde, Türkiye'yi bir Avrasya ülkesi olarak nitelemekte ve hem Batı hem de Doğu'yla ilişkilerini korumak ve geliştirmek zorunda olduğunu belirtmektedirler. 70 yıllık alışılmış politikadaki bu sapma, Hickok tarafından “Türk stratejik düşüncesinde önemli bir dönüm noktası” olarak nitelendirilmiştir.[26]

Farklı bir jeopolitik algılama geliştiren ve NATO konseptinin bu jeopolitik algılama için yetersiz olduğunu gören Türkiye, Amerikalı uzmana göre, savunma konseptini değiştirmiştir. Türk Ordusu'nun savunma doktrini, 1998'e kadar, caydırıcılık ve kollektif güvenlik ilkelerine dayanırken; 1998'de ileriden savunma ve kriz yönetimine askerî  katkı ilkeleri de eklenerek köklü bir değişim gerçekleştirilmiştir.[27] Dr. Hickok'a göre “daha aktif politika izleme girişimi(her tür siyasî görüşten sivil ve askerî lideri yeni politikalar denemeye teşvik etmiş olmakla birlikte )[28], büyük ölçüde orduya aittir ve eski Osmanlı toprakları üzerinde yoğunlaşmaktadır”.
Yazar, Türkiye-İsrail ilişkilerinin de bu iddialı politikanın bir parçası olduğunu ileri sürmektedir.[29]1990'lı yıllar boyunca gerçekleştirilen “ihtiraslı ulusal güvenlik stratejisi ve kanıtlanmış askerî yetenekleri, tüm bölgede yeniden bir jeopolitik yapılanmayı zorlarken[30] “Türk Ordusu, sadece sınırları dışında faaliyet gösterme gücüne sahip değil, aynı zamanda bu konuda isteklidir de” denilmektedir.[31]

Ancak, Hickok, “Türkiye'nin bölgede bağımsız bir güvenlik aktörü olarak yükselmesi komşuların dikkatinden kaçmaz iken, Türkiye'nin bölgesel hâkim güç olarak ortaya çıkma olasılığı, Batı için müspet ve menfi tarafları olan karmaşık bir durumdur.[32] Washington, uzun zamandan beri Türkiye'nin uluslar arası alandaki en güvenilir müttefikidir; ancak, Amerikalı karar alıcılar, Türkiye'nin dış politikada ve güvenlik konularında giderek daha aktif olmasına hazırlıksızdır... Türkiye'nin müttefik olarak gerçek değeri artarken, Ankara daha az güvenilir bir güvenlik ortağı olmuştur” yargısını gündeme getirmektedir.[33]

Dr.  Hickok, “Türk  Ordusu, Türk halkından büyük askerî modernizasyon programı için fedakârlık isterken, halkın seçtiği liderlere de güvenmemektedir” dedikten sonra eklemektedir: “Modern silahlara ve gelişmiş kabiliyete sahip olan Türk Ordusu, ülke içinde kültürel ve anayasal gücünde önemli değişiklikler yapılmadıkça, ne kısa vadede komşularına ne de uzun vade de Türkiye halkına rahat yüzü gösterecektir.”[34] Bu son cümle bugün Türkiye’de yaşanan sürece ışık tutan bir içeriğe sahiptir.
Dr. Hickok, Amerikan Kara Kuvvetlerinin dergisinde açık bir şekilde Türk Ordusuna karşı, ancak düşman bir ordu için söylenebilecek ölçüde art niyetli, düşmanca bir yaklaşımı temsil etmekte ve Türk Ordusu'nun kurumsal olarak zayıflatılması gerektiğini savunmaktadır.




Dr. Hickok'un çalışması kadar önemli bir diğer çalışma ise Amerikan Hava Kuvvetleri'nin mali desteği ile çalışan ve ona bağlı olan, RAND Ulusal Güvenli Araştırmaları Bölümü'nün, 2002 sonunda tanınmış iki Türkiye uzmanına hazırlatmış oldukları “Turkish Foreign Policy in an Age of Uncertainty” adlı kitaptır.[35]

Bu çalışmada da Türkiye'nin uluslar arası planda gittikçe daha iddialı ve bağımsız hale geldiği, bunun en çok Orta Doğu bölgesinde kendisini gösterdiği ileri sürülmektedir. Yazarlar eskiden sadece Batı'ya bakan Türkiye'nin şimdi Doğu ve Güney'e de çekildiğinden bahsetmektedirler.[36]

Yazarlar, Türkiye'nin, 1990'lı yıllarda Kafkasya, Orta Asya ve Balkanlar'da ABD ile işbirliğine girerek “anahtar bir stratejik müttefik” olduğunu; ama iki ülkenin Irak ve İran konusundaki farklı algılamalarının iki ülkenin “gerçek bir stratejik ortaklık” kurmalarını engellediğini belirtmektedirler.[37] Türkiye, gittikçe güçlenen ve bağımsızlaşan önemli ve muhtemelen çok daha zor bir müttefiktir.[38]

Bu arada ilginç bir makale de emekli yarbay  Steve Williams tarafından 30 Ekim 2002'de “Western Policy Center” adlı Yunan kökenli Amerikalılar tarafından kurulan ve desteklenen, Yunanistan bağlantılı, sadece görünürde bir Amerikan düşünce kuruluşu çerçevesinde hazırlanmıştır.[39]  E. Yarbay, Williams, makalesinde Türk Ordusu'nun anti-Batı tutumundan, Org. Kıvrıkoğlu’nun dört sene süren Genelkurmay Başkanlığı sırasında Çin'i ziyaret etmesine rağmen, ABD'yi hiç ziyaret etmemesinden Vashington'un duyduğu rahatsızlığı dile getirmiştir. Yarbay, Williams, Org. Kıvrıkoğlu'nu münzevi olarak nitelendirmiştir. Makalede Org. Hilmi Özkök'ün Genelkurmay Başkanı olması ile birlikte, Türk Ordusunda yüzü tekrar Batıya dönük komutanların göreve geldiğinin altı çizilmiştir. Ancak, Yarbay'a göre, Org. Özkök, olumlu ve yapıcı imajını koruyabilmek için Irak'ta rejim değişikliğini desteklemeli, AB reformlarını desteklemeli ve Annan Plânının arkasında durmalıdır. Amerikalı yarbay, Özkök sayesinde Türk Ordusu'nun yeni çehresinin kendine daha güvenli ve daha yetenekli, aynı zamanda da ABD'ye daha yakın hale geldiğini ileri sürmüştür.[40]

Türk Ordusu ile ilgili şikayetlerin ve Org. Özkök’e beslenen umutların sadece Amerikan askerleri ile sınırlı kalmadığı Wikileaks belgelerinin yayınlanmasından sonra ortaya çıkmıştır. 18 Nisan 2003 tarihinde ABD’nin Ankara Büyükelçisi Pearson’un Washington’a geçmiş olduğu telgrafta şu görüşler savunulmuştur: “Türk Genelkurmayı’nın ABD’nin Irak stratejisine karşı uzatmalı muhalefeti, operasyonel konularda ayak sürümesi ve ABD’nin Irak’ta Türk karşıtı bir gündemi olduğuna dair devam eden suçlamaları, Genelkurmay’ın ABD ile ilişkilere ne kadar bağlı olduğu konusunda daha çok soru sorulmasına yol açtı…Özkök’ün ABD  ile yeniden sağlam bir işbirliği inşa etmek için Türk Genelkurmayı’ndaki muhaliflerinin emekli olmasını bekleyerek fırsat kolladığı yönünde bazı ipuçlarına sahibiz. İrtibatta olduğumuz kişiler, Türk devlet sistemi üzerindeki mevcut askeri hakimiyette köklü değişiklikler olması kadar, ABD-Türkiye ilişkisinin yenide dinamizm kazanmasının da, hem katı muhafazakarların istifasını hem de özellikle modern, ileri görüşlü, yeni bir subay kadrosunun yetişmesini gerektireceğini tahmin ediyorlar.”[41]

Bu çalışmalardan çıkan sonuç, ABD'nin ama özellikle de Amerikan Silahlı Kuvvetleri'nin, Orta Doğu ve diğer politikalarında bağımsız ve kendi amaçlarını gerçekleştirmek hedefi ile hareket eden bir Türkiye'den rahatsız olduğudur. ABD, Türkiye'nin bağımsız hareket etmesine, Washington'a “hayır“ demesine hazır değildir. Türk Ordusu çoğu kez ABD'ye “hayır“ demenin ana dinamiğini oluşturmaktadır.






..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder