3 Kasım 2020 Salı

DARBEMİ İSTİYORSUNUZ ALIN SİZE DABE

 DARBEMİ İSTİYORSUNUZ ALIN SİZE DABE.,


Darbe mi İstiyorsunuz. Alın Size Gerçek Darbeler Dizisi, 

Darbe mi İstiyorsunuz, Alın Size Gerçek Darbeler, Dizisi, Zahide UÇAR,

Darbe mi İstiyorsunuz? Alın Size Gerçek Darbeler Dizisi., 
Zahide UÇAR
Çrş Haz 06, 2012 13:00

Darbe mi İstiyorsunuz? Alın Size Gerçek Darbeler Dizisi

Şu ülkede en samimi dediğimiz kişi bile darbe konusunda konuşup yazarken; “tabii biz de darbeler olmasın istiyoruz ama…” diye söze başlayarak darbeci sivillere bir özür mesajı yolluyor. Bıktım bu korkaklıktan. Bıktım bu ikiyüzlü, yüreği başka, kalemi başka, dili başka aydınlardan.

Hangi darbe ey insancıklar? 1960, 1971, 80, 28 Şubat mı? 100 yıla dayanan Cumhuriyet’in darbeleri bunlardan mı ibaret? Neden gerçekleri yazmıyorsunuz? Psikolojik harp elemanlarının kulaklarınıza fısıldadığı kafa karışıklığını bilgi diye mi pazarlıyorsunuz?

O zaman ben sizlere gerçek darbeler silsilesini 73 yıllık tarihi süreç içinde yazayım da, ezberiniz bozulsun. Belki bozuk plak gibi aynı cümleleri tekrarlamaktan kurtulursunuz.

Tarihsel darbe süreçleri:

Atatürk’ün ölümünden sadece altı ay sonra ilk darbe İsmet İnönü hükümeti tarafından indirildi. Bağımsız dış politika anlayışından vazgeçilerek, İngiltere ve Fransa ile iki ayrı deklarasyon imzalandığı gün bu ülkeye yapıldı DARBE.
Dışişlerine getirilen Şükrü Saraçoğlu İngiltere Büyükelçisine; “Türkiye’nin bütün nüfuzunu Batı ülkelerinin hizmetine verdiğini” söylediğinde indirdi DARBEYİ!..
Antlaşma yapılan İngiltere 1930 yılına kadar süren bütün Kürt ayaklanmalarını kışkırtıyordu.

Atatürk’ün ölmesinden önce projeleri hazırlanan Demir Çelik, Genel Makina ve Elektrolit Bakır gibi yatırımların programdan çıkarılmasıyla ekonomik bağımsızlığımıza karşı yedik DARBEYİ.

ABD ile gizli "sanayileşmeme" anlaşmaları yapıldığı tarih, milletin geleceğine indirilen en gerçek DARBELERDEN biridir!!.

1947 Yılında İMF, Dünya Bankası ile antlaşmaların yapıldığı gün ülkenin boynuna esaret halkası geçirilerek yapıldı DARBE!!.

1947?de Truman Doktrini kabul edildi. 1948?de Marshall yardım planı kabul edildiğinde ABD kapısına bağlanan Türkiye’ye siyasiler eli ile indirildi DARBE!!.
ABD ile yapılan Eğitim Antlaşması 27-Aralık 1949 yılında imzalandı. İmzalanan antlaşmaya göre Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu kurulacak, parasını Türk Devleti verecekti. Komisyon üyeleri dördü ABD, dördü Türk olmak üzere 8 kişiden teşekkül edecek, oylar eşit olduğu takdirde kararı komisyon başkanı verecekti. Komisyon başkanı olarak ABD’nin diplomatik misyon şefinin kabul edildiği gün bu millete sadece darbe yapılmadı, bütün gelecek nesillerin başına Amerikan çuvalı geçirildi.

Söyler misiniz? Darbeci diye damgalanan ordu mu yaptı bu anlaşmaları?
CHP Vekili iken çıkarılmak istenen toprak reformuna toprak ağası olduğu için karşı çıkarak istifa eden Menderes, toprak reformunu engelleyerek vurdu DARBEYİ. Toprak reformu yapılabilseydi eğer, Güneydoğu sorunu bu günkü çetrefilli hale gelmeyebilirdi. Menderes halkı ezen ağaları meclise taşıyarak zalimleri devlet yaptı. Zalim devlet olursa, halkın sığınıp adalet bekleyeceği bir merci kalır mı? Kalmaz!. Bu günkü Güneydoğu sorununda Menderes’in harcı vardır, emeği vardır. Günahı vardır.

Toprak Reformunu Askerler mi Engelledi?

NATO’ya girerek ABD askerlerini en mahrem yerlerimize, Genelkurmay’ın içine yerleştirenler, bütün yapılacak darbelere de zemin hazırladı. El verdi. Yol verdi.
NATO’ya girmek uğruna yer altı kaynaklarımızı 50 yıl çıkarmama GİZLİ anlaşması yapılarak yapıldı DARBE!.

Atatürk’ün kurduğu uçak fabrikası kapatıldığı gün yedik darbelerden birini.
Avrupa ülkeleri, ABD vb. ülkeler ülkelerinin bekası için bir dış düşman belirler. Yunanistan Türk düşmanlığı üzerinden halkın önüne bir hedef koyar. Bir avuç aç Ermenistan gençliğinin önüne hedef olarak Ağrı’yı ve Büyük Ermenistan’ı koyuyor. İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin bile bir hedefi var. Ekümen olduğunu kabul ettirerek İstanbul’un bağrında ikinci Vatikan’ı kurmak için çalışıyor. 1453 yılında İstanbul’un fethinden sonra İstanbul geri alınana kadar kapattıkları Patrikhanenin kapısı hala kapalı olduğuna göre, 1453 yılından beri İstanbul’u geri alma hedefi Patrikhane için devam ediyor.

Bir tek Türk Devleti’nin hedefi yok!.. Neden? Askerler yüzünden mi?
HAYIR!.. ABD memuru siyasiler yüzünden.

Ufuksuz, çapsız siyasiler; devletin bekası için ancak iç düşman yaratabilecek kapasiteye sahiptiler.

12 Eylül öncesinde sağ-sol diye ikiye bölünen gençlik üzerinden siyaset yapanlar aslında 12 Eylül Darbesi ile aklandı. Evet, yanlış okumadınız.

Siyasiler 12 Eylül Darbesi üzerinden aklandı!!.

12 Eylül öncesinde sağ-sol diye ikiye bölünen polis taraf olduğu kesime arka çıkmakla kalmayıp teşvik ederken, işlenen cinayetlerden İçişleri Bakanı sorumlu değil miydi?
O silahların gençlere ulaşmasını engellemeyen MİT ve bağlı olduğu Başbakan, Gümrük Bakanı, Milli Savunma Bakanı suçlu değil miydi?
Polis, asker, üniversiteler, mahalle ve sokakların bölündüğü, penceresinin önünde otururken serseri kurşunlarla ölen insanların yaşandığı bir ülkede siyasiler ne halt ediyordu? Ne halt ettiklerini ben size anlatayım:
Sağ hükümetler solcu memurları öldürülsün diye Yozgat, Çankırı, Erzurum gibi illere gönderiyordu. Sol hükümetler sağcı memurları öldürülsün diye Kars, Tunceli gibi illere gönderiyordu.
Gençliği kışkırtıp birbirine kırdırırken kendileri Anadolu Kulüp’te karşılıklı oyun oynuyordu.
Hızlı eğitimler icat ettiler. 3 ayda maydanoz bile yetişmez ama bunlar öğretmen yetiştirdi. Al sana Milli Eğitim sistemine yapılan bir darbe daha.
Bu darbeleri asker mi yaptı?
Ecevit ve Demirel günlerce bir Cumhurbaşkanı seçemedi. Cumhurbaşkanı seçimi komediye döndü. Ajda Pekkan bile dalga geçmek için aday gösterildi. Peki 57. Koalisyon hükümetinin Başbakanı Merhum Ecevit koalisyon döneminde ne yaptı? Demirel’in Cumhurbaşkanlığı süresini uzatmak için uğraştı, başaramadı. Demirel’i ancak keşfetti demek ki(!)… Olan 12 Eylül öncesi birbirine boğazlatılan gençliğe oldu.
Ya o zamanın sözde gazetecileri… Şimdi birçoğu 2. Cumhuriyetçi veya Liboş, ya da devlet düşmanı, Kürtçü faşist… Onlar köşelerinde kimi yazsalar ölüm emri olarak alınır, o isim ortadan kaldırılırdı. Hiç biri cinayete azmettirmekten yargılanmadı.
12 Eylül Darbesi aslında ihaneti akladı. Hainleri, ucubeleri kurtarıp yeniden başlayabilecekleri bir sayfa açtı.
Darbe siyasilere ve medya yamyamlarına değil, millete yapıldı. Siyasiler karaya oturttukları devlet gemisinden darbe sayesinde kurtuldu.

ABD, NATO Paşaları ile NATO partilerine operasyon yapmış. Bu millete ne?
Bu milleti ilgilendiren mezara koyduğu evlatları, idam sehpalarında sallandırılan canlarıdır. Hepsi bu!!.
12 Eylül Darbesinden Özal hükümeti çıktı. “Ben zengini severim” dediği gün sosyal devlete darbe yaptı. “Benim memurum işini bilir” dediği gün rüşvete meşruluk kazandırarak ahlaka darbe yaptı.

ABD’den aldığı icazet ile hükümet olan Demokrat(!) Özal, siyasi yasakların kalkmaması için referanduma gitti. Yasaklar kalkmasın diye seçim propagandası gibi propaganda yaptı. Oylama yasakların kalkması yönünde çıktı. Şimdi o Özal’ın Bakanı Cemil Çiçek 12 Eylül darbe yasasını değiştirmek için adeta mabadını yırtıyor. Siyasi ilke denen böyle bir şey olmalı(!).. Sonra da bizden saygı bekliyorlar ama bu gerçeği hatırlatacak muhalefet yok.

Mesut Yılmaz AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer dediği gün bu milletin birliğine DARBE yaptı.
Bu milletin 30 bin evladını katleden bebek katilinin idamdan kurtarıldığı gün en kahpe DARBELERDEN birine maruz kaldı bu millet.
BOP’nin eşbaşkanı olanlar, Diyarbakır’ı BOP’un yıldızı yapanlar yaptı asıl DARBEYİ.

Sürekli Kürt, Türk, Çerkez diye etnik fesat tohumlarını eken Ordu değil, SİYASİ DARBECİLERDİR.

Bebek katili sapığa gizli af çıkaran da Ordu değildi. (AKP Hükümeti gizli af çıkarmıştı.)
Bebek katili teröriste “sayın” diyerek itibar kazandıranlar, ülkenin Genel Kurmay Başkanına “terörist” damgası vurup itibar cellatlığı yaptığı gün yedi bu millet çivili DARBEYİ!..

Şimdi operasyon yaptığını zannederken operasyona uğrayan bir kesim daha var. Onlar 40 yıldır aynı evlerde, aynı yemekleri(maklube) yiyerek, aynı sohbetleri dinleyerek efsunlandılar, mankurtlaştılar.

Şimdi ABD maşası olarak DARBE yapıyorlar. Hem de en ahlaksızından… Masonları Atatürkçülük maskesi ile 80 yıl kibarca kullanan küresel elit, 9 yılda bunları en pespaye şekilde kullanıp afişe etti. Çünkü (AKP+F Tipi) koalisyon hükümeti üzerinden Müslümanlara DARBE yapıyordu.

AKP koalisyonu 90 Yıllık kinlerinin intikamını alırken, Türk Ordusu üzerinden Türk Milletine DARBE yaptı.

Son sözüm 2007 yılından beri darbe ile yatıp darbe ile kalkanlaradır:
Ordu 50 yılda 4 defa darbe yaptı. Farz edin ki ABD Ordu’ya 4 defa darbe yaptırdı. O da Ordunun tamamına değil, üst kesimine.
Oysa AB-D güdümündeki siyasiler, gazeteciler, MİT ve bürokratlar eliyle 73 yıldır bu ülkeye DARBE yapılıyor.

İşte asıl gerçek budur!

“Darbeler olmasın ama…” diyen cümleler ile söze başlayarak asıl gerçeği gözden kaçırmayın!.
Ülkesine kıyan kinciler, Kuva-i İnzibatiye artıkları Atatürk’e saldırıyor.
Atatürk’e saldıran nankörlere:
“Bırakın Atatürk’ün yaptıklarını, sadece hayalleri için sadaka verecek olsak ve topunuzu toplasak o sadakayı karşılamazsınız.”
Darbeymiş…
4 mevsimi yaşayan ülkemiz kendi kendini besleyen 7 ülkeden biri iken, bu ülkenin tarımını asker mi bitirdi?
Hayvancılığı bitirip, utanmadan Sırbistan’dan bile hayvan ithal edenlerde mi askerdi yoksa?
Ülkenin neyi var, neyi yok satıp, mirasyedi kumarbazlar gibi ülkeyi borç batağına sürükleyenlerde mi askerdi?

2002 yılına kadar 230 Milyar Dolar olan dış borç 20012 yılı başında 520 milyar dolara çıktı. 

Ülkenin 80 yıllık varlıkları 10 yılda 50 Milyar Dolara satıldı. Abdülhamit’in dediği gibi; borç alan emir de alır.

Ülkemizi bu borç batağına askerler mi sürükledi?

Ülkenin savunma silahlarını üretmeyerek ülkemizin savunmasını Türkiye üzerinde emelleri olan AB-D ve İsrail’e ihale edende mi askerlerdi?
Vatan topraklarını satan, Kıbrıs’ta Rum’a, K. Irak’ta Barzani’ye arka çıkan; Ege’de iki adamızı Yunanistan’a verende mi askerdi?

Banka sektörünü yabancıya devreden, borsayı yabancılara vergisiz işleme açarken kendi vatandaşına vergi koyanda mı askerdi?
Bir ülkenin namusu olan sınırındaki araziyi İsrailli iş adamlarına 49 yıllığına kiraya vermeye kalkanda mı askerdi?

Ağrı’yı isteyen, Türkiye üzerinde 3T(Tanıtma-Tazminat-Toprak) hedefi olan Ermenistan’ın ayağına askerler mi gitti?
Devletin savcısını, yargıcını, valisini PKK’nın ayağına götürüp, PKK tahrik olmasın diye devletin bayrağını bile asamayanlar, PKK önünde koskoca devlete diz çöktürenlerde mi ASKERLERDİ?

Darbe arıyorsanız eğer; Habur rezaleti bu milletin onuruna, haysiyetine, bayrağına, yargısına, Ordusuna yapılmış en rezil DARBEDİR!..

73 yıldır dilimize, dinimize, eğitimimize kimler darbe yapıyor biliyor musunuz?

UCUBE SİYASİLER!!.

Askerler darbe yapmış. 40 yılda 4 defa. Ucube siyasiler 73 yıldır sürekli DARBE yapıyor bu millete.

AKP 10 yıldır paramıza, Misak-ı Milli sınırlarımıza, tarihimize, kimliğimize, bütünlüğümüze, bütün maddi ve manevi değerlerimize DARBE yapıyor. Ne ölümüz kurtuldu bu saldırıdan, ne dirimiz. CFR’nin yolladığı memerandumu parti programı haline getiren AKP, ülkemize karşı küresel elit tarafından bir TERMİNATÖR gibi kullanılıyor.

Aslı yok örgütün aslı olmayan delilleri üzerinden, aslı olmayan darbe suçuyla “gerçek insanlar” yargılanıyor.

Ve AKP hükümeti bu milletin bütün değerlerine TECAVÜZ ederken; mağdur olan kendisi imiş gibi “canım yanıyor” diye cıyaklamayı da ihmal etmiyor.

Ey Türk Milleti; CİA elemanları, FBI Savcıları ile birlik olup Türk Ordusu’nun mensupları esir alındığı gün yedin sen DARBEYİ!!.

Erdoğan ülkede yok ettiği değerler tartışılmasın diye 10 yıldır bir münazara konusu bulup çadırın oyuncularına veriyor. Çadırın oyuncuları ev ödevleri olan bu münazara konularını tartışırken, malı götüren Kuveyt-Dubai ve İsviçre benzeri yerlerde nefes alıyor.

AKP CFR’nin virüslü bir dosyası gibi hareket ederek ülkenin bütün kurumlarını tahrip etti.
İşte asıl DARBE budur diyeceğim de… Yapılanlar DARBEDEN çok ötedir.
AKP küresel elit elinde bir Terminatör, Y-CHP Terminatör adayıdır.
Türk Milletinin kendini savunma hakkı doğmuştur.

Zahide UÇAR, 5 Haziran 2012
http://www.zahideucar.com
zahide@zahideucar.com
Güncel Meydan
Kayıt: Pzr Eki 12, 2008 23:12


CIA, AJANLARI, BAZI GAZETECİLER, BAZI GAZETELER, YAŞADIKLARIM, OKUDUKLARIM...

 CIA, AJANLARI, BAZI GAZETECİLER, BAZI GAZETELER, YAŞADIKLARIM, OKUDUKLARIM... 


TDK

Tuncay D.KALEMOĞLU, BİLDERBERG, Sorosçu, Yılmaz Dikbaş,


Tuncay D.KALEMOĞLU.,
22 Kasım 2012 Perşembe.,


( El adamının özentisi, Oyuncağı, Kölesi olup, Başı kumda gömülü gerisi açıkta olmak yerine... Ülkenin ve milletin adamı olup, gerisi kumda, başı açıkta ve dik olması gerekenlere… TDK )

Okuduğum kitaplarda Gazetelerin, Gazetecilerin, Ajanların, izledikleri yollar… Bunlardan uzun uzun bahsetmeyeceğim.( Bknz. Kitaplar.) ( *)

***
Tarih 14.Kasım.2012.

Yer Atatürk Havalimanı, Sabah 08.30 civarı.
Günlük Gazetelerimi almak için tezgâha yaklaştım ve
‘’ Aydınlık, Yeniçağ, Yurt…’’ dedim ve ardından, ‘’ Birde şu (….) olan Sözcü’ yü de alayım…’’ dedim.
Tezgâhtar;
‘’ Şimdi Sözcü’ de mi öyle oldu? ‘’ diye sordu.
‘’ Bilemiyorum, ama kafamda sorular var. Bakın,’’ dedim ve devam ettim.
‘’ Bakın ben yıllarca Cumhuriyet okudum, Uzun Uzun anlatmayayım, bazı sebeplerden dolayı onu bıraktım. Araştırmacı bir yazara sordum. Bana, 
‘’ iyi yazarlar ve insanlar var orada ama bir Truva atı.’’ demişti.

Şimdi Sözcü için soru işaretleri var kafamda. Yat kalk Atatürk diyorlar ama 10 Kasım ertesi günü yorum köşesinde toplam yaklaşık 300 kişinin üyesi olduğu yazılan CFR’ de tek Türk olan Rahmi Koç’ un (bknz. Kitaplar) şirketinin, KOÇ’ un On Kasım ilanını övüyorlar…

Bu ülkeyi bu içinden çıkılmaz kötü hale getiren AKP ve RTE hakkında her gün yazmalarına rağmen, onu başımıza getiren ve hükümet programı yaptıran CFR’ yi (bknz. Kitaplar, basın…) ve hakkındaki bilgileri yazmıyorlar…

TESEV ( Sorosçu), kurucu üyesi ve övücüsü CHP başkanı Kılıçdaroğlu ile ilgili çok güzel haberler veriyorlar. Ama TESEV’ in ne olduğu hakkında, karşı çıkmak bir yana, bilgilendiren bir yazı bile yazmıyorlar…

Aynı zaman da YCHP’ yi ve Kılıçdaroğlu’ nu mı hazırlıyorlar bir sonraki dönem için acaba? Ama CHP içinde, CFR’ nin, BİLDERBERG’ in, Küresel Çetenin adamları, Fettullah Gülen’ in adamları, bölücülerin adamları beyanat veriyor, buna da kendileri karşı çıkıyorlar… Çıkıyorlar mı acaba?

Çok iyi biliyorum, ne Cumhuriyet, ne de Sözcü, Yılmaz Dikbaş’ ın son kitabı ‘’ ATATÜRKÇÜLER YENİLDİ‘’ nin ve basımevinin paralı reklamını bile vermediler. Cumhuriyet haftalık Kitap ekinde hele hiç yer vermedi… Bu da beni düşündürüyor… Bakın sizde de yok bu kitap, değil mi? ‘’ dedim.

***
Bu arada, Mustafa Yıldırım’ ın 19.11.2012 tarihli, ‘’ 52 Yıl Önce 19 Mayıs Bayramı Yasaklanmıştı ‘’ yazısından konu ile ilgili olan şu alıntıyı eklemek isterim… Biraz büyük yazalım, rahat okunsun…
‘’
Zorunlu Açıklama: “Dersim” eyalet hesapçısı Kılıçdaroğlu, “ ( Ben TESEV’e kurucu olduğumda ) Soros yoktu!” dedi yine! 

   Haklıdır, o zaman Quantum Bankerlerinin temsilcisi Soros yoktu; ama Reagan - Bush’ların örgütü IRI, Nixon-Clinton-Obama’ların örgütü NDI; Amerikan kartellerinin örgütü CIPE, CIA emektarlarının örgütleri CIPE - CFR ve arkalarında ABD kasası NED (Başkanı Yunan asıllı ambargocuydu) vardı! Şimdi de onlar var! Soros devenin en gerisidir. (Bu konu için internette bkz: “TESEV neyin nesi?” ya da “Sivil 6. Filo: TESEV” ve ”Sivil Örümcek Ağı’nın Düğümcüsü: TESEV” ; ABD örgüt-para bağlantıları ve sivil TESEV görevleri, CIA’cılar listesi için bkz: Ortağın Çocukları 3. Basım ve Sivil Örümceğin Ağında 24 - 25 Basım”) 19 Kasım 2012 ‘’

***
Devam edelim.
Söylediklerimin bazılarını anlıyor musunuz diye sorduğum zaman ‘’ hayır’’ dedikçe kısaca açıklamaya çalıştım tezgâhtara. Ve dedim ki;
‘’ Hayır, anlamadım diyorsunuz ama belki de burada görevlisiniz, anlıyor da olabilirsiniz…’’ dedim.
Gülümsedi ve ‘’ Hayır, tezgâhtarım.’’ dedi.
Bu arada gelen giden müşterilere de ödeme için izin veriyor ve bekliyordum. İzin istedim ve yanından ayrıldım. On metre sonra geri döndüm.
‘’ Ne oldu? ‘’ dedi merakla.
‘’ Bir şey daha var.’’ dedim ve devam ettim.
‘’ Bir şey daha var. Siz Sebahattin Önkibar’ ı bilir misiniz?’’ dedim.
‘’ Hayır.’’ dedi.

Devam ettim.

‘’ Sebahattin Önkibar Aydınlık’ da yazar. Köşesinde Sözcü gazetesinin sahibinin Fettullah Gülen’ in Işık Evlerinden yetiştiğini yazdı birkaç sefer. 

Buna sanırım bir kez Bay Çölaşan ‘’ Olmaz böyle şey, yalan, tanırım, mümkün değil.’’ gibilerden cevap verdi. Başka cevap varsa ben bilmiyorum. Bu da kafamda soru işareti bırakıyor.’’ dedim.

( Not: Doğru mu, yanlış mı? Doğru ise FG' nin önceleri can dostu, sonraları uyanan ve onu terk eden Nurettin Veren gibi, uyanan birisi mi? İhtimal… Mi?)
Ve tam gidecektim ki;

Solumda bir erkek sesi ve tezgâhtara ‘’ buyurun ‘’ diyerek aldığı gazetenin parasını uzatıyordu. Dönüp baktım. ‘’Sözcü ‘’ gazetesi. Tezgâhtar ile göz göze geldim. İkimizde donup kaldık. Bu kadar mı olurdu…

‘’ Bu kadar da olmaz değil mi? İstesem bu konuşmamın üstüne denk getiremem. Diyecek bir şey var mı? ‘’ diye sordum.
‘’ Hayır yok. ‘’dedi hayretle… Ve dudak büktü. Vedalaştık.

***
Gazeteyi alan bey dini kıyafetler giymişti. Ben ona dini kıyafetler diyorum. Başka bir tarifi varsa da ben bilmiyorum. Uzun, diz ve ayak arasına kadar uzanan bir pardösü, altında gri bir şalvarın benzeri pantolon, başının üstünde namazlarda kullanılan takke, ayağında mes(  veya mest) benzeri ayakkabılar. Şimdi bu kıyafet ile bu bey hiç saklamadan şunu ifade ediyordu.

‘’ Ben tercih ettiğim dini kurallarıma göre giyinir, yaşarım… Şeriatçıyım…’’
Ve bunu saklamıyor, yani takiyye yapmıyor. Neyse o… Muhtemelen de bir tarikat mensubu ki İstanbul’ da artık bu kişileri görmedim diyen varsa kimse ona inanmaz.

Beni düşündüren kıyafet değil, bunu biliyoruz… 
Bu kişinin neden bu gazeteyi aldığıdır…

1-      Okumak için ve yazılanları takip etmek için.
2-      Okumasa da alıp satış desteği vermek için. Gurup veya tarikat kararı ile ya da bireysel tercihi ile…
3-      Başkasına almak için…
4-      Diğerleri…
Benimde önemli bir olayın olduğunun ertesi günü, günlük aldığım gazetelerin dışında, aldığım diğer gazeteler olur. Ne yazıldığını ve düşünüldüğünü bilmek için. Ama bir gün olsun okumadığım ve ara sıra mukayese etmek için aldığım diğer bir gazeteyi tek başına almamışımdır…

Bu açıklamalardan sonra şunu söyleyebilir miyiz?

Cumhuriyet öncesi ve sonrası, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığının bu günkü birlikteliği...

'' Liberaller(Küresel Çete) ve dincilerin( yobazlar) birlikteliği...

***
Yaklaşık beş veya altı yıl kadar önce.
Bu gün 88 yaşında olan, kanser tedavisi ile uğraşırken son kitabını çıkaran, kırk yıldır Küresel Çete, Kontrgerilla, Gladyo, Yeni Dünya Düzeni hakkında kitaplar yazan, o zamanlarında  ‘’düzen’’ (!) mağduru, Gazi’ nin Yarbayı, 68’ liler Vakfı Üyesi, araştırmacı yazar Talat Turhan’ a ( www.talatturhan.com ) bir sohbetimizde sorum olmuştu.

( Not. Sitesine girince karşınıza çıkacak olan ‘’ ARAP BAHARI ‘’ kitabının, RTE ve FG hakkında belgeli yazdıklarından yayın evlerinin korkmaları sebebiyle basamadıklarını söylemişti altı ay kadar önce bana. Okumam için kitabın kopyasını vermişti. Neyse, nihayet Mayıs ayında basıldı. Bu günü anlayabilmek için Talat Turhan’ ın dününü ve yazdıklarını okumak, yaşananların özü olacaktır. Özellikle meslektaşları açısından…

O günün Selimiye’si( ceza evi), bu günün Silivri’si ( ceza evi), ‘’ aynı ‘’ el adamı ‘’ nın eli olduğunu daha iyi anlayabilmeleri için…
- http://www.talatturhan.com/kitaplarim.html Kitaplarını ücretsiz sitesinden okuyabilirsiniz. )

Ya da TV programlarını buradan izleyebilirsiniz...
Devam edelim.

Bana şöyle cevap vermişti.

‘’ Bak Evladım, bir tarihte ABD’ de Komünist Gazetesi batmak üzereydi. CIA bir emir verdi, tüm CIA mensupları abone oldu, gazete batmaktan kurtuldu. 

Karşıtlarını yaratırlar. Karşıt gazeteleri kurarlar. Kontrol ederler…’’  demişti.
CIA, Fettullah Gülen ve Işık evi, yaşadığı yer Pensilvanya (Pennsylvania), TESEV (Soros) ve kurucu üyesi KILÇDAROĞLU, CHP, Sözcü Gazetesi ve gazeteyi alan dini kıyafetli bey, Siyonizm, Cumhuriyet gazetesi ve( ?)…

Kafalarda kalan soru işaretleri…

·         Neden Atatürk ve Cumhuriyet değerleri diyenler olayları tam algılayamaz ve mitinglerden sonra evlerine çekilir ve günlük gazeteleri okurlar…
·         Bunları gösterenleri, belgeleyenleri de sevmezler, kabul etmezler? Onlar hakkında inanarak suçlayıcı olurlar?

·         Eğer kendilerini gizleyen ‘’ pirinç çuvalındaki beyaz taşlar ve onlara özenen, devşirdikleri siyah taşlar…’’ ın yaptıkları doğru ise ve kötü değillerse, bunu gösterip belgeleyenler suçlanıyorsa, ya da dikkate alınmıyorsa…

Yanlış nerede?

·         Ve bunları sorgulamayanlar, bırakın sorgulamayı, akıllarına bile getirmeyenler… Marşlar söyleyenler… Ne zaman uyanacaklar ve bayramlar dışında coşkulu olacaklar…

·         Bizim, bu ülkenin insanlarının dişleri, pilav yerken göremediğimiz beyaz taşlardan ve göz göre göre buradayım diyen siyah taşlardan hep kırılacak mı böyle?
·         ‘’ AHMAZ…(**)’’ mıyız biz, hepimiz?
***
Başka bir konu daha, hani bilenlere değil de, dikkatlerinden kaçıranlara… Bir şey için dikkatinizi çekmek isterim.
Eski ABD Dış İşleri Bakanı olan, CFR, Bilderberg’ in en önemli isimlerinden Siyonist Henry Kissinger, bir tarihte Nakşibendi Tarikatının Dergâh açılışı için Türkiye’ ye gelmişti.( Bknz. Cengiz Özakıncı, Yeni Osmanlı Tuzağı veya İblisin Kıblesi kitabı.).

Aynı Henry Kissinger, Bülent Ecevit’ in hocası idi… Bilderberg toplantılarının Türkiye de yöneticisi idi… 
Ve Bülent Ecevit bu toplantıya(lara) katılmıştı, ayrıca Fettullah Gülen’ e saygılıydı… 
Bülent Ecevit CHP ve DSP başkanıydı. Kılıçdaroğlu’ nun tarikatlar, ABD, Atatürk hakkındaki söylediklerini basından buraya uzun uzun taşımayacağım…
( Bknz. Kitaplar)

***
Bu arada;
Birde Aydınlık gazetesinde bir iki gün önce çıkan, CFR-Bilderberg hakkında paranoyaklık diyen bir Silivri tutsağının köşe yazısı da kafada soru ışığı bıraktı ben de… 
Buradan başlayan sorularımın nereye gideceğini bilemem ama hep bir yerlerden başlayan kafalardaki soruşturan sorular bir yerlere mutlaka ulaşıyor eninde 
sonunda… Neye inanacağımı şaşırıyor insan bazen… Tam ‘’ hah işte budur ‘’ derken, ‘’ pat ‘’, kafalarda soru işareti…

***
Benim Cumhuriyet gazetesini okumayı bırakmaya karar verdiğim zaman, Kültür sayfasında yazan Bertan Onaran’ ın işten çıkarılmasının hemen sonrası idi. 
Bana göre ne ilginçtir ki, Bertan Onaran’ da gazeteden çıkarılmadan az bir zaman önce köşesinde Yılmaz Dikbaş’ ın ‘’ EFENDİ TERÖRİSTLER ‘’ kitabını 
tanıtmış ve alıntılar aktarmıştı… Siyonist Henry Kissenger, bu kitapta adı geçiyor muydu acaba? CFR üyesi miydi ne, hatırlayamadım birden… 
Güçsüz hafızam, fazla zorlamaya gelemiyor…
Daha sonra bir söyleşide karşılaştığım, bunu sorduğum Orhan Bursalı şöyle cevap vermişti bana.
‘’ Eee, sanmıyorum. Kültür sayfasında siyaset yazıları yazılmasından idare rahatsız olmuştur herhalde…’’
Benim için ‘’ idare eden ‘’ bir cevap olmuştu açıkçası…

***
Tam yazımı tamamlamıştım ki;

Konuyla alakası olmayan bir ileti düştü ekrana... Tarih 20.11.2012…
ADD ISPARTA Şubesi Başkanı Mahmut Özyürek hakkında ‘’ Üyelikten İhraç ‘’ kararının verildiği bilgisi geliyor. İletinin bir bölümü şöyle devam ediyor…
‘’ Genel Merkezce daha önce verilmiş olan 11.03.2012 günlü yetkiye dayanılarak açılmış olan davanın bundan böyle doğrudan Genel Merkez Hukuk 
Müşavirliğince yetkili kılınan avukat aracılığıyla takibine karar verilmiştir.’’…
Hangi Dava mı?

‘’ Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Yaşadığı Topraklardasınız ‘’ tabelasının Isparta Barla' da dikilmesinin kararının iptali için açılan dava…
Davanın duruşmasına 12 saat kala şube başkanı üyelikten ihraç ediliyor…
ADD Başkanı Bayan Çölaşan tarafından mı?

Herhalde…

Bay Çölaşan acaba, Bayan Çölaşan ve bu konu hakkında bir şey yazacak mı, 
yazarsa ne yazacak, bir okur olarak merak ediyorum…

***
Bu arada ADD den ihraç edilen bir kişi daha vardı dik başıyla ve bunu onun önüne hep koyan(lar)geldi bir an aklıma… 

   ADD de olmak için sadece mitinglere gitmek yeterli mi? Yoksa dik başlı olup aklına yatmayanları söylemek ve savunmak rahatsız mı ediyor?

***
Bir şey daha;

Cengiz Özakıncı’nın kitaplarından birinde( İblisin Kıblesi veya Yeni Osmanlı Tuzağı) bir resim ve Said Nursi hakkında bilgilendirme vardı. 
Resim onunla ilgili bir açılış resmi idi. Ve Resimde resmi kıyafetli bir subay vardı. Tugay Kom.  gibi bir açıklama vardı altında.
Hay Allah, aklımda da doğru dürüst bir şeyler kalsa ve hatırlasam, şaşarım…

***
Sevgili Mustafa Yıldırım’ ın Saidi Kürdi-Nursi ile ilgili ‘’ MECZUP YARATMAK ‘’ kitabını bir daha okumakta yarar var diye düşündüm bir an.
Ve diğerlerinin, araştırmacı yazarların kitaplarını…
İmzalı kitaplarımı sakladığım rafa uzandım… Kitaplara ve yazarların isimlerine baktım… 
‘’ Elleri öpülesi insanlar bunlar…’’ diye aklımdan geçti bir an…

***
Bir an içimden TGB gençleri için ‘’ Allahım onları koru…’’ diye dua etmek geldi nedense, içgüdü işte…
Hani bizim zamanımızın gençleri gibi, 68,78 kuşakları, yem olmasınlar ‘’ el adamı ‘’ na, ve adamlarına…

***
Bizler;
Hep ‘’ kafamız kumda, gerimiz açıkta’’ olarak mı yaşayacağız… Ve marşlar söyleyip nutuklar atacağız…
Birilerinin ardından…
Bu aralar diğerlerinden çok Atatürk diyenlerden korkmaya başladım, düzeltelim, Atatürk arkasına saklananlardan…

***
Okuduğum gazetelerin özünün doğru olmasını ummaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Yoksa bizler, halk olarak, oradan oraya savrulan, kontrol edilen 
‘’ ahmaz’’(**) lar mı olacağız hep…
Hep söylediğim ve yazdığım iki ayrı küçük ‘’satırlar öbeğimi ‘’ bir kere daha yazacağım.
·         ‘’ Paranoyaklık hastalıktır ama biraz paranoyak olmakta ‘’ ahmaz ‘’ (**) olmayı önler… TDK ’’
·         ‘’ Şeytan, ayrıntıda gizlidir, görebilene… Şeytan, kendini ya hiç göstermez, ya da en sonunda gösterir, göremeyene… TDK ‘’

***
O geçmiş günleri bir daha yaşar ise, ülkem ve ülkem insanım… Ve ‘’ el adamı ‘’ ve adamları tekrar başarılı olurlarsa eğer. Beyinleri uyuşturulmuş bu millet için bu son olur ve ‘’ altın vuruş ‘’ olur…
Bu dönemden başka da zamanları kalmadı sanırım, sona geldiklerini düşünüyorlar da…
Onlar öyle düşünüyor elbette…
Biz onların sonunun geldiğini düşünmeliyiz…

Saygılarımla,
Tuncay D.KALEMOĞLU
www.tdkalemoglu.blogspot.com
22.Kasım.2012, İstanbul


(*) Atatürkçüler Yenildi. Yılmaz Dikbaş.
(**) ahmaz… ahmak + aymaz… TDK


****

Türkiye PKK ve PYD’ye Ne Yapmalı?

Türkiye PKK ve PYD’ye Ne Yapmalı?



Türkiye ,PKK , PYD’, Ne Yapmalı, Şanlı Bahadır Koç ,


Yazan  Şanlı Bahadır Koç 
31 Temmuz 2015

Yayınlandığı Kategori
Amerika Araştırmaları Merkezi

ABD ile görüşmeler ve anlaşma nihayetlenmiş değil tabii ama henüz ABD'den somut olarak ne aldığımızı anlamak kolay değil. Şu anda görünen ABD PYD'den vazgeçmiş veya vazgeçecek gibi değil, bahsedilen bölgeyi ve sivilleri korumak ve Esad'ı vurmakla ilgili herhangi bağlayıcı bir taahhüde girmeyi reddediyor. Adı bir kere telaffuz edildikten sonra ABD’nin artık İncirlik’i de cebe atacağını var sayabiliriz. PYD'nin söz konusu bölgeye girip girmeyeceği bile belli değil. Ayrıca bu bölgede sadece siviller ve muhalifler için havadan ve dışarıdan korumayla istenilen düzeyde bir korunma sağlanabileceği şüpheli. ABD’nin Türkiye'nin istediği grupların buraya hakim olmasını kabul edip etmeyeceği meçhul. PKK-PYD’ye "yine açığa düştünüz, ABD yine sattı sizi” denecek bir şey henüz yok. 
Bu arada anlaşmanın varlığının belli olmasından sonra yerli ve yabancı medyaya çelişkili, muğlak ve havada denebilecek bazı bilgi, değerlendirme ve demeçler yansıdı. Bunların kısmen tarafların pazarlık pozisyonlarını güçlendirmek için sızdırıldığı ve manipüle edildiği düşünülebilirse de, tarafların gerçekten anlaştılar mı, varılan ön mutabakattan farklı şeyler mi anladılar, biri öbürünü ya da bizi kandırıyor mu, yoksa kervan yolda mı dizilecek, bu tam belli olmadı. Bu yazı yayınlandığında resim bir parça daha netleşmiş olabilir ama müzakere sürecinin haftalar ve hatta daha uzun sürmesi de sürpriz olmaz çünkü aslında tarafların pozisyonları, amaçları, öncelikleri ve olayları değerlendirmeleri arasında önemli farklar var. Türkiye’deki koalisyon görüşmeleri, PKK ile yeni çatışma durumu, ABD-İran anlaşmasının geleceği ve IŞİD’in bölgede yaratmaya devam ettiği yıkım da olayların seyrini etkileyebilecek ve araya sürprizler sokuşturabilecek faktörler arasında.

PKK

“Çözüm süreci” denilen şeyin ve çatışmasızlığın PKK’ya ne kadar yaradığı artık herkes için açık olmalıdır. Bunun neden ve şekillerini daha önce yazmıştık. Daha çok demokrasi, açılım, müzakere ve süreç PKK’yı zayıflattı mı, güçlendirdi mi? Efendim? Demek ki, liberal şablonlar, planlar ve teoriler her zaman doğru çıkmıyormuş değil mi? PKK en son 2011’de vurulmuştu. Örgütü böylece kendi haline bırakmanın onun palazlanması, eğitim, siyasi yayılma, alan kontrolünü ele geçirme, meşrulaşarak yabancı ortaklarla bir kısmı gizli bile olmayan ilişkiler geliştirme, sadece kendi seçmeni değil halkın geneli gözünde de imajının kısmen rehabilite etme, ona oy vermenin sadece Batı’daki Kürtler için değil “Nişantaşı ve Cihangir’deki beyaz Türkler” için bile kabul edilebilir bir şey haline gelmesi gibi sonuçları oldu. Bunların çoğu kolaylıkla tahmin edilebilirdi. PKK arada ayrıca kahraman, kadın ve hatta çevre hakları savunucusu oldu. Türkiye'nin, o da şimdi değil ileride, PKK'yla yapabileceği müzakereyi en azından önemli bir süre için çatışmasızlık olmadan yürütebilmesi gerekiyor. “Türkiye PKK'ya ölçülü, orantılı ve kısa cevap vermeli" diyenler ciddi şekilde yanılıyor. NATO’nun da Türkiye’ye orantılı ve sınırlı tepki vermesinin istenmesi anlaşılır gibi değildir. Bir terör örgütüne askeri tepki verirken, eğer sivillere zarar verme de söz konusu değilse, neden ölçülü olunsun ki? Ayrıca örneğin ABD tarihte kendisine yapılan hangi saldırıya sadece orantılı cevap vermiştir? PKK sana tokat attığında senin ona sadece tokatla karşılık vereceğini bilirse ve sen bunu caydırıcılık sanırsan çok -çook!- tokat yersin. Türkiye'nin PKK’ya karşı haklı, gerekli ve ertelenemez nefsi müdafaası güçlü, orantısız, ucu açık olmalı. Bu çatışmada insiyatif bizde olmalı, çatışmanın temposunu – elbette tamamen değil ama büyük ölçüde - biz belirleyebilmeliyiz ve “tırmandırma hakimiyeti” (“escalation dominance)” Türkiye’de olmalı. PKK’nın bu çatışma safhasından ciddi yara, kayıp ve gerilemeyle çıkmaması bizim için yenilgi olur. Büyük ölçüde kendine fazla güvenerek başlattığı bu çatışmadan sonra PKK’nın Türkiye’ye karşı aynı şeyi bir daha aklından bile geçirmemesi gerekiyor. Tabii bunları böyle ifade etmek kolay da nasıl başaracağız bunu? Ve tabii PKK’nın da eli armut toplamıyor. Ayrıca unutmayalım PKK için ne kendi ne ortadaki ve ne de karşıdaki insan hayatının önemi var. Bu “iğrenç” bir şey ama bu tür bir mücadelede belki de önemli bir avantaj da onun için. 

Bu nedenle başlangıçta şunu sormalıyız kendimize, gelecekte, belki de yakın gelecekte yaşanabilecek büyük çaplı askeri ve sivil kayıplara rağmen bu mücadeleyi sürdürmek istiyor muyuz gerçekten? Çünkü eğer işi yarı yolda bırakacak ve tekrar 1. kareye döneceksek o zaman bütün bu insanlar bir hiç için ölmüş olur. Çatışmanın amacının PKK’yı masaya getirmekle sınırlı olması gerektiğini söyleyenler de yanılıyor. Çünkü aslında PKK zaten pazarlıktan kaçıyor sayılmaz. Sorun onun (aslında anlaşılır bir şekilde) Türkiye’nin mücadele etme iradesini kaybettiğini düşünmesinde ve bunu masada kendince kazanımlara tahvil etme isteğinde. Operasyonların amaçları arasında kamu otoritesinin şüphe bırakmayacak derecede tekrar tesis edilmesi gerekiyor. Bu otoritenin hem de göz göre göre kaybolması AKP’nin belki de en büyük hatasıydı. Artık AKP’nin bölgedeki tabanı ve liderleri de bunu açıkça belirtip şikayet ettiklerine göre bu konuda ciddi olduklarını umabiliriz. Bunun dışında PKK’nın askeri olarak ülke dışına çıkarılması da gerekiyor. Türkiye’nin artık PKK ile örgütün silah tehdidinin gölgesi altında taktik düzeyde olanlar hariç esaslı hiçbir müzakereye girmemesi gerekiyor. 

PKK liderlerinin yarına sağ çıkamayabileceklerinden korkmaya başlamaları hem bu ara amaçlara ulaşmak ama hem de makul nihai sonuca varmak için gerekli. PKK verdiği alt düzeyde kayıpların yerini çok zorlanmadan doldurabiliyor. Bölgenin ekonomik, sosyal ve kültürel dokusu bunu daha uzun süre mümkün kılabilir. O nedenle PKK’lı militanları öldürmek tek başına örgütün moral gücünü, amaçlarını, taleplerini ve bunlara ulaşma umudunu azaltmıyor. Terörle mücadele literatüründe liderlerin ortadan kaldırılmasının terör örgütlerinin gücü, devamlılığı, talepleri ve performansına nasıl etki yaptığı konusunda farklı görüşler var. Bize göre PKK liderlerini hedeflemeyen, hatta buna öncelik vermeyen bir mücadelenin sonuç alması çok zor olur. Bayık ve ekibinin kalbine korku salmadan onları makul bir müzakere kıvamına sokmak neredeyse imkânsız. Bunun için de liderleri sürekli takip etmek, onlarla ilgili anlık ve nokta istihbarat üretebilecek durumda olmak gerek. Bu kolay değil ve şimdiye kadar Türkiye’nin bu yeteneği geliştirememiş olması gerçek bir skandal. MİT ve askeri istihbaratın başına getirilecek kişilerden belki de ilk önce PKK liderlerine yönelik istihbaratın geliştirilmesi istenmelidir. Bu sağlandığında da, PKK ile o anda müzakere ediyor bile olsa yüksek değerde hedef tespit edildi mi vurmaktan kaçınmamak gerek. PKK'nın her saldırısı ya da tehlikeli hamlesine misliyle karşılık verebilecek istihbarat, ateş gücü, koordinasyon ve kararlılığa sahip olmamız gerekiyor. Bu arada tabii dağa çıkmanın yaz kampına gitmek olmadığı, gidenlerin beyninin kayaların üstünde yapışıp kalabileceğini düşündürmek de önemli. Ama bölgedeki insanlarda oluşan, “bu savaşı PKK’nın kazanacağı”na dair algının kırılması ise hayati. Sonuçta PKK’nın askeri varlığının sonlandırılması elbette müzakereyle olacak ama bu kesin ve kaçınılmaz bir şey değil. Şunu kabul edelim, Türkiye’nin bu savaşı kaybetmesi özellikle yapageldiği hata ve eksikliklerde ısrar ederse ciddi bir olasılıktır. Bu aşamada Türkiye’nin uzun bir süre müzakereden bahsetmemesi gerekiyor. Müzakere konusunu çok çabuk ve istekle dile getirmek karşı tarafa bizim savaşma irademiz, sabrımız, kayıp vermeye ve acıya dayanıklılığımız konusunda arzu edilmeyen olumsuz sinyaller gönderiyor. Hâlbuki Suriye ve Irak’ta eli dolu olan ve işi tırmandırırsa ABD ile girdiği yeni ilişkiyi riske edecek olan taraf PKK. Türkiye şu anda askeri dikkat ve enerjisini büyük ölçüde PKK’ya odaklayabilir. Elbette IŞİD de var ve Suriye’deki “bölge”yle ilgili olarak gireceğimiz taahhütler de askeri yükler getirecek ama onlar ikincil önemde. Sonuçta PKK için ne kendi ne de bu taraftaki insan kaybının önemi var. O yüzden liderlerin peşinden gidip onlara ölüm korkusu salmak gerekiyor. Yani ceviz ağaçlarının altında yayılıp meyve yerken korkmalı PKK liderleri ki masaya geldiğinde makul olsunlar. Tabii sadece bu değil ve bu da kolay bir şey değil ama gerekli ve mümkün. Liderlere yönelik nokta, vur-kaç komando operasyonları lazım, bunun için de eğitimli, çok çok iyi eğitimli personel, cesaret (çünkü riskli) ve tabii nokta ve anlık istihbarat. Önümüzdeki dönemde MİT’in artık barış istihbaratından önce savaş istihbaratına odaklanması gerekiyor: Hedefler, ilişkiler, toplantılar, şemalar, siyasi ve askeri planlar, adresler, kamplar, eylem hazırlıkları, hücreler, silah sevkiyatları, elektronik haberleşme, para transferleri, düşünme biçimleri ve karar alma mekanizmaları istihbaratı. PKK’nın üst düzey yetkililerine yönelik istihbarata önem verilmesi gerekiyor. IŞİD Türkiye’ye ABD’ye olduğundan daha büyük bir tehdit mi? Evet. Ama PKK da, hem IŞİD’e göre hem de tüm radikal örgütlerinin toplamının ABD’ye olan tehdidinden daha büyük bir tehdit Türkiye için. Bu kadar basit, adeta matematik kadar kesin ve açık bir şeyi anlamak o kadar eğitimli anlı şanlı entelektüel için niye bu kadar zor oluyor? IŞİD bu oyunda sadece karakter oyuncusudur (“tecavüzcü Coşkun”?), tabii engellenmelidir, etkisiz hale getirilmelidir. Ama Türkiye için esas büyük uzun dönemli tehdit o değildir. Ona bakarak ve odaklanarak PKK’yı gözden kaçırmanın açıklaması olamaz.

Bu arada Türkiye’de kurulacak hükümetin bu mücadeleyi kararlılık ve ustalıkla sürdürecek türden olması da çok önemli. Bu nedenle PKK ile mücadeleyi önemseyen partilerin mevcut tercihlerini gözden geçirmeleri gerekebilir. Bu konuda son olarak şunu söyleyelim: Türkiye "iyi  insan" olarak PKK’yı yenemez. Savaşı kazanmak için PKK’ya karşı zalim, şımarık, dengesiz, küstah ve kinci olmalıyız. Bunlar kulağa hoş gelmeyen sıfatlar olabilir ama başarı için gereklidir. PKK’nın başarılı olma umudunu kırmalıyız, ki şu anda bu tarihi olarak en zirve noktalarından birinde, belki de yükseğindedir. Başarılı olmanın ahlaki getirisi bu belki rahatsız edici sıfatların önemini azaltacak ve onları affettirecektir. Zayıflık, yavaşlık, erteleme, kararsızlık, gevşeklik, sabırsızlık, yumuşaklık, unutkanlık, bağışlayıcılık gibi şeyler çatışmanın uzamasına ve çok daha fazla insanın ölmesi veya hayatının mahvolmasına neden olmaktadır.  İşte tam bu nedenle terörle mücadelede teröriste karşı yumuşak olmak sadece teknik değil ahlaki bir kusurdur da. “İyi olmaktansa korkulan ve saygı gören olmalıyız.” Yoksa bu kavgayı ya kaybederiz ya da sonuçlandıramadan çok kayıplar verir ve acı çekeriz.  İlk jest ve şirinlikte hemen yine çözüme dönecekmiş gibi davranmayalım ve dönmeyelim. PKK ile mücadele konusunda HDP dışındaki partilerin aralarındaki tüm husumet, şüphe ve görüş ayrılıklarını bir kenara bırakarak bir araya gelebilmeleri ve temel konularda anlaşabilmeleri gerekiyor. Bunu yapamazlarsa da bu konuda kimin hangi pozisyona sahip olduğunun net bir şekilde ortaya çıkması ve seçmenin de sandıktaki tercihini belirlerken bunu biliyor olması iyi olur. 

HDP

HDP’nin şiddeti desteklememesi, ki bunun doğruluğu bile tartışılır, yeterli mi? Şiddete net, aktif ve istikrarlı bir biçimde karşı çıkması da gerekmiyor mu? HDP’nin “elinde silah yok.” Burada hukuki bir suçlamanın hazırlığı anlamında değil analitik olarak soralım. HDP’nin PKK’dan farklı hangi konuda neyi var, talep, pozisyon, prensip, amaç ve felsefe olarak? HDP, PKK’yı “dinliyor” mu? Kullanıyor mu? En önemlisi onun kurduğu fiziki ve psikolojik baskıyla oy alıyor mu? HDP, PKK’dan bağımsız mı? Farklı mı? Ona yardım ediyor mu? Ondan yardım alıyor mu? HDP’nin hızlı ya da yavaş bir şekilde çözümün içeriği konusunda PKK’dan farklılaştığı iddia edilebilir mi? HDP PKK’yı eleştiriyor mu? Ona silah bırakma çağrısı yapıyor mu? PKK eylemlerini kınıyor mu?  Seçim sürecinde Demirtaş’a şu sorular tekrar tekrar sorulmalı değil miydi? PKK’ya yönelik eleştirileriniz neler? Onlarla direk görüştüğünüzde de bunları söylüyor muydunuz? Hiç PKK’dan emir aldınız mı? Bu arada acaba PKK ile yapılan görüşmelere 1) HDP dışındaki partilerin ortak oluşturdukları talep ve pozisyonlarla çıkılabilse sonuç ne olurdu? Hatta bu görüşmelerde diğer parti temsilcileri de gözlemci olarak katılsa bu teknik ve lojistik olarak imkansız mı olurdu? Görüşmeler bu şekilde yapılsa ve yine sonuç çıkmasa bu “çözümsüzlük” Türk tarafı için çok daha meşru ve silahlı mücadeleye başvurmak daha kolay, erken, güçlü ve etkili olmaz mıydı? Bunlar birçok kulağa masal gibi gelebilir ama bizce daha çok “devlet adamlığı yaratıcılığı eksikliği” olarak görülebilir.

Barzani

Bu arada Barzani kendi otoritesini giderek daha açıktan sarsan PKK’dan tehdit algılama, Ankara’yla kendi açısından hayati enerji ve ticaret ilişkisi, Bağdat ile yaşadığı gerilimlerden bunalma ve hatta İran’ın artan etkisinden duyduğu rahatsızlık gibi nedenlerle son krizde Türkiye’ye destek verdi. Sonuçta PKK’nın davranışlarının savunulamayacak türden olması da bir faktör olabilir. Ama PKK’dan sadece askeri değil artık belki siyasi olarak da çekinen Barzani’nin bazı durumlarda bu tavrını değiştirmesi de şaşırtıcı olmaz. Bir de Barzani’nin içinde yaşadığı iç ve dış sıkışıklıktan tüm açmaz, zorluk ve risklerine rağmen bağımsızlık kartını çekerek çıkmayı denemesi ihtimalini de göz önünde tutmalı. Hatta belki bunun için kafasında bir takvim belirlemiştir de Türkiye’ye açık desteği bununla ilgilidir. Düşük de olsa bu ihtimal gerçekleşirse Türkiye’nin PKK karşısında sözlü destek aldığı Barzani’ye nasıl tepki vereceğini önceden kararlaştırması doğru olabilir. Bu cevabın olumlu olmaması gerekir diye düşünüyoruz ama bu konu belki üzerinde biraz düşünmeyi tartmayı gerektirebilir.
 
PYD

ABD’lilerin ikili görüşmelerde PYD-PKK ilişkisi –aslında birliği- konusu açıldığında tam ne dediklerini bilmek ilginç olurdu. Tabii burada konunun ayrıntılı olarak konuşulduğu ve kendileriyle istihbarat bilgilerinin paylaşıldığını varsayıyor ve bunun henüz -hala!- olmadığını düşünmek bile istemiyoruz. 

Acaba bu toplantılarda bize, “sunduğun kanıtlar yetersiz” mi deniyor,  “eskiden öyleyse bile bunlar artık PKK değil, sen de fazla uzatma” mı? Yoksa iki örgütün aslında aynı şey olduğu kabul ediliyor ama sadece IŞİD’e karşı savaşan başka etkin güç olmadığı için bu durumu kabullenmemiz gerektiği mi? Washington’daki basın toplantıların katılan muhabirlerin sözcüleri bu tür sorularla açması belki enteresan yeni tartışmalar ve gerçeklerin kapısını açabilirdi. ABD’nin kendisinin de bilmemesi mümkün olmayan PYD-PKK birliği konusunda yeterince sıkıştırılmış ve utandırılmış olmamasını Türk devleti ve medyasının ciddi boyutta ortak bir ayıbı ve beceriksizliği olarak görmeliyiz. Konuyu uzatmak istemiyoruz ama örneğin Obama’nın kendisinin bu yönde bir soruya ABD’nin pozisyonunu bizim lehimize az da olsa esnetmeden ve bazı itiraflarda bulunmadan cevap ver(e) meyeceğini zannediyoruz. Tabii burada bununla ilişkili şu başarısızlığı da hatırlayalım: Washington Post gibi gazetelerde ABD’nin üstünü çizdiği radikal Suriyeli grupların sözcüleri bile kolaylıkla dertlerini anlattıkları yazılar yayınlatabilirken (kaçırdıysak lütfen affola) Türkiye’nin resmi temsilcileri ya da Türk uzman ve yazarların Türkiye’nin IŞİD, PKK, PYD, terörle mücadele, Suriye gibi konulardaki pozisyon, iddia, öneri, eleştiri, uyarı ve savunmalarını  içeren tek bir yazı yayınlanmamış olmaları acıklıdır. (Bu arada tam bu yazı yayına hazırlandığı sırada Davutoğlu’nun Washington Post gazetesinde Türkiye’nin terörle mücadele pozisyonunu anlattığı yazısı çıktı, 31 Temmuz 2015). 

Bu durumun Türkiye’ye duyulan önyargı gibi mazeretlerle açıklanması mümkün değildir. Türkiye PYD konusundaki imaj savaşını şu anda ciddi olarak kaybetmiş durumdadır. Bu konuda dünyanın önyargılı olduğu doğruysa bile bizim de iyi bir performans gösteremediğimiz söylenebilir. PYD’nin Esat karnesi, PKK ile ilişkisi, yaptığı etnik temizlik, tüm şirin ve ultra ilerici görüntüsü altında Barzani’ye yakın Kürtlere bile alan bırakmaması, yaptığı suikastlar ve tehditler yeterince anlatılamadı.   
   
ABD’ye şunu kameraların önünde açıkça sormalı değil miyiz? Sen şimdi bu PYD’nin PKK olmadığına ve Türkiye’ye karşı hiçbir şekilde şiddete başvurmayacağına “kefil” misin? Değil misin? 

O halde beni ne hakla engelliyorsun? Tabii burada akla şu soru da geliyor: 

Türkiye ABD’ye PYD’ye ilişmeyeceğinin sözünü verdi/verecek/vermeli mi gerçekten? Gerçi, PYD’ye, şu aşamada askeri bir harekât yapmanın, 

1) Bu örgütün dünyada “şirin” bir imaja sahip oluşu, 

2) Bize şu an için ivedi bir saldırı tehdidi olmayışı, 

3) Bunun da etkisiyle Türkiye’nin saldırgan ve kavgacı taraf olarak görülme riski, 

4) Bölgedeki ABD varlığı ve ABD’nin PYD’yi korumak için neler yapabileceğinin açık olmaması, 

5) PYD’yi vurmanın Ankara’nın IŞİD’in koruyucusu olduğu yolundaki temelsiz ama yaygın kanıyı daha da güçlendirme ihtimali ve 

6) Aslında Türkiye’nin de yüzlerce kilometre genişlikte yeni bir cephe açmaya Askeri, Siyasi ve Psikolojik olarak hazır olmaması gibi nedenlerle denenmemesi/ ertelenmesi anlaşılabilir. 

Ama bize göre Türkiye PYD konusunda kendini bağlayıcı bir taahhüde girmemeli dir. 

ABD PYD’ye PKK ve Türkiye ile ilgili olarak ne kadar baskı yapıyor? 

Ama aslında bir de şu var: 

PYD’nin şu anda “uslu ve cici” görünmeyi başarabilmesi bizim için iyi bir şey midir? PYD açık verse ve gerçek doğası ve niyetini kussa bizim için daha iyi değil mi? PYD hem ABD desteğini korumak hem de kendine ikinci bir cephe açmamak için şu aşamada PKK dışı görünmeye çalışacak ve Türkiye’ye ilişmeyecektir. Biz de “bu PYD bize saldırmıyor, iyi çocuklar bunlar, özyönetim, kadın askerler” vs diyecek “faydalı olağan aptallar” olacaktır. Eğer bunun geçici ve yanıltıcı bir sessizlik ve huzur olacağına inanıyorsak o halde ne yapmalıyız PYD’nin gerçek yüzünü kusması için?

Türkiye kendisine karşı aktif silahlı eylemlere katılmış PYD üniformalı PKK’lıları isim isim ayrıntısıyla biliyor mu? Türkiye’nin elinde kaç PYD’linin kaydı var? Bu kayıtla ne kadar ayrıntılı? Bu teröristlerin database’i ne kadar özenli tutuluyor, ne kadar güncel, ayrıntılı, kullanışlı ve analitik? Ne kadar sık kullanılıyor? MİT PKK-PYD ilişkisini somut olarak dokümante edemiyorsa ne için var diye sorası geliyor insanın. Kadro, doktrin, amaç, lider, strateji, kumanda sistemindeki benzerlik ve hatta birliği, aradaki haberleşmelere dayanarak kanıtlamak ve ABD’nin ve dünyanın önüne koymak ve bunu gecikmeden yapmak gerekiyor. Gerçi ABD (zaten halihazırda sahip olması gereken bu istihbaratla yüzleştiğinde bile pişkinliğe vurarak, “haklı olabilirsin, ama napalım bu işler böyle, bu arkadaşlara ihtiyacım var, alış bu duruma” diyebilir. Hatta neredeyse kesinlikle böyle diyecektir. PKK-PYD ilişkisi kanıtlanıp ABD önce utandırılıp sonra bunlarla iş tutmaktan vazgeçirilmeye mi çalışılmalı, yoksa bu hiç ya da çok denenmemeli mi? ABD PYD’den vazgeçebilir mi? Vazgeçmeyecekse ilişkileri germeye değer mi? ABD’yi bu konuda zorlamamanın onu PYD’den tamamen vazgeçirmesi değilse bile ona telkinde bulunmaya ve onun davranışlarını sınırlamaya zorlaması ve desteğini sınırlaması gibi faydaları olabilir. Geçen yazıda söylediğimiz gibi bu aşamada ABD’yi o da bir parça- suçlu hissettirmekten fazla şeyler ummak doğru olmayabilir. 

Bu arada, Türkiye’de bazılarının sandığı gibi, IŞİD’e karşı Türkiye’nin gönülsüz ve sınırlı da olsa desteği PYD’nin sağladığından daha önemli mi gerçekten ABD için? Bundan emin olmayalım. Kaldı ki, artık Türkiye IŞİD’e karşı aktif mücadeleye katıldıktan ve İncirlik’i operasyonlara açtıktan sonra kolay kolay burada geri adım atamaz. Ama ABD dolaylı ve imalı olarak da olsa şunu diyebilir: “PYD yerine seni seçmemi istiyorsan onun ‘yerde’ yaptığını yapabilmen lazım. Yok bunu bana veremiyorsan o zaman kusura bakma ben PYD ile ilişkimi devam ettiririm. En fazla İncirlik karşılığında bunun ölçek ve alanını sınırlayabilirim. O da benle çok sıkı pazarlık yaparsan. Gevşek olursan onu da unut.”

Bir de şu soruyu soralım ki peşin hükümlü olduğumuz, değişime ve umuda tamamen kapalı olduğumuz düşünülmesin:  PYD PKK’dan esasta, kalıcı ve müspet şekilde farklılaşabilir mi? Bu ne olursa mümkün olabilir? Bunu en etkili nasıl talep, teşvik ve tespit edebiliriz? PYD PKK geçmişinden sıyrılabilir ve artık PKK’lı değil gibi düşünüp hareket edebilir mi? Daha ileri gidelim, PKK’nın kendisinin şimdi PYD’nin olduğu iddia edilen türden “cici” bir şekle bürünmesi mümkün olabilir mi? Son hafta içinde yaşanan olayların gösterdiği ise bunun çok düşük ihtimal olmasının yanında zaten PKK’nın kendisi tarafından da istenmediğidir. 

Şu aşamada PYD konusunu kabullenmek ve zamana bırakmak dışında bir yol yok gibi düşünülebilir. PYD rahat mı bırakılmalı? Peki rahat bırakmanın parametreleri ve kuralları ne olacak? Türkiye PYD’ye aşılmasına kesinlikle tahammül göstermeyeceği açık bazı çizgiler çizmeli, hem coğrafi hem aktvite hem de söylem olarak. Bunlar aşıldığında da ABD dahil hiçbir gücün PYD’nin hem de orantısız sertlikte cezalandırılacağını engelleyemeyeceği bilinmeli. PYD konusunda sürekli iddia, talep, uyarı, sınırlama, ceza ve mühlet verme gibi yollarla uyanık, ihtiyatlı, tetikte, aktif  ve talepkar olmak mümkün ve gerekli. PYD’nin Türkiye’ye karşı dokunulmazlığı de fakto, de jure ve hatta zımnen dahi olmamalı. PYD tarafından Türkiye’ye yapılabilecek en ufak saldırının çok sert karşılık bulacağı açık olmalı. PYD’nin ilerleyen askeri kapasitesine yönelik operasyonlar yapılmalı. Hatta bazen sırf Türkiye’nin caydırıcılığını periyodik bakıma almak için ve rakibi çaresiz hissettirmek için kaprisli olunmalı ve “incir çekirdeğini doldurmayacak bahanelerle” kaprisli bir şekilde PYD vurulmalı ve ABD’nin varlığına rağmen burada patronun kim olduğu hatırlatılmalı. Gerçi bu tür önerilerin Türk karar alıcılar tarafından uygulanmayı bırakın anlaşılabileceğinden bile umutlu değiliz.

Düşmanı çaresiz bırakma, tüm umutlarını tüketme amaçlı bu tür adımlar kendileri için fazla riskli, anlamsız ve gereksiz bulunacaktır.   

https://21yyte.org/tr/merkezler/bolgesel-arastirma-merkezleri/amerika-arastirmalari-merkezi/turkiye-pkk-ve-pydye-ne-yapmali


***

ABD’nin Orta Doğu’dan “Doğum İzni”

 ABD’nin Orta Doğu’dan “Doğum İzni”

    
ABD, Orta Doğu, Doğum İzni,Şanlı Bahadır Koç,


Yazan  Şanlı Bahadır Koç 
22 Nisan 2014
Yayınlandığı Kategori
Amerika Araştırmaları Merkezi

  
 ABD’nin Orta Doğu’daki durumu bir Facebook statüsüyle özetlenseydi uygun ifade  muhtemelen “ Biraz Karışık ” olurdu. ABD iddia edildiği gibi bölgeden “çekiliyor” mu? Yoksa ABD sadece bölgedeki konuşlanması, öncelikleri, araçları, metodları ve angajman kurallarını mı değiştiriyor? Bu yazıda ABD’nin Orta Doğu’dan nispi “geri çekilmesinin” neden, şekil, derece, muhtemel sonuç ve bölgesel aktörlerin hesap ve davranışları üzerindeki olası etkilerini tartışacağız.
Unutmamak gerekir ki, ABD “hep” burada değildi. ABD’nin bölgedeki ciddi anlamdaki varlığı Suudilerle 1930’larda tesis edilen özel ilişkiyle başlamış, Soğuk Savaş’ın ilk döneminde İngiltere ile ortaklık ve  “kalfalık eğitimiyle” devam etmiş ve bu ülkenin 1971’de bölgeden çekilmesi ile beraber onun yerini alarak bölgenin hegemeonu olarak geçirilen 40 küsur yıl ile sürmüştür. ABD bölgeye sonradan gelmiştir ve birgün de gidecektir. “O gün bugün mü?” ya da o “ana” ne kadar yakınız? Soğuk Savaş da, özellikle onun içinde doğup büyüyenler için kalıcı, nihai ve değişmez bir durum gibi görüyordu ama bir gün hem de aniden bitti.

ABD’nin 

a) Başta travmatik Irak tecrübesi olmak üzere bölgedeki başarısızlık kataloğunun büyümesi, 

b) Giderek dış enerji bağımlılığının azalmaya başlaması ve hatta çok uzun olmayan bir dönemde net ihracatçı olma ihtimali, 

c) Ekonomideki sorunlar ve savunma harcamalarını kısma gereği, 

d) Bölgenin iflah olmaz olduğunun düşünülmesi, 

e) Yükselen ve önemi artan Asya’ya daha fazla siyasi, askeri, ekonomik kaynak ve zaman hasredilmesi gereği,  

f) Obama’nın nispeten daha az müdahaleci, temkinli, mütevazi ve çekingen dış politika tarzı, 

g) Cumhuriyetçi Parti’de uzun süredir “uyuyan” izolasyonist eğilimlerin tekrar güçlenmeye başlaması, 

h) Arap Baharı’nın ABD’yi içinden çıkılması zor seçenek ve açmazlara zorlaması, 

i) bölgede “fazla bulunma ve görünmenin” teröre hedef olma ihtimalini arttırdığı endişesi gibi faktörler ABD’nin bölgeye olan yaklaşımında önemli sayılabilecek değişimlere neden olmaktadır. 

ABD’nin bölgeden çekilme sürecinin şeklini tahmin edemesek de bu konuda spekülasyonlar yapabiliriz: ABD bölgeden iç ve/veya dış aktörler tarafından “atılacak” mı, bölgeden “sıkılacak”, ona duyduğu ihtiyaç ve ilgiyi kaybedecek mi? Çekilme görülebilir bir gelecekte mi gerçekleşecek, yoksa ABD’nin bölgedeki başat konumu daha uzun süre devam mı edecek? Çekilme hızlı, ani ve beklenmedik mi olacak, yoksa zamana yayılmış, önceden duyurulmuş ve aktörlerin kendilerini hazırlamaları için fırsat verilerek mi? 

Muhtemelen sınırlı, safhalı, geri çevrilebilir (en azından ABD tarafından öyle olacağı varsayılan), “iki adım geri bir adım ileri”, zaman zaman acil durumlar ve krizler nedeniyle kesintiye uğrayan bir çekilmeden bahsediyoruz.

Bu arada Obama sanki ABD’yi “bu süper güç işinden çıkarmak” ve onu “sınırlı sorumlu”, “seküler” ve sıradan bir büyük güç haline getirmeye çalışmaktadır: 

Tek süpergüç değil sadece “eşit ol(may)anlar arasında birinci”.

ABD’nin Körfez’deki petrol ile ilgili çıkarlarını “uzaktan”, daha az müdahaleci bir duruş ve konuşlanma ile koruyabileceği savunulmaktadır. “Daha az asker ve üsle, kriz zamanında hızla bölgeye intikal edecek altyapı ve hazırlıkla bölgede çıkarlarımızı daha az maliyet, zorluk ve ‘tantana’ ile koruyabiliriz.” Ama tekrar hızla ve etkili bir şekilde gelebileceksen bile bölgedeki hasımlar buna tam inanmayıp “bir şanslarını denemek isteyebilirler”. ABD varlığı, müdahaleleri, uygulamaları ve taleplerinden şikayet edenler yokluğunda ABD’yi “mumla arayabilirler”. ABD son dönemde bölgede çok fazla istikrarsızlık ve yıkıma neden olmuşsa da o gidince “bölgesel iç savaş” ihtimali artabilir. 

El Kaide ile mücadele önemli olmaya devam etmekle beraber ABD dış politikası nın merkezinde tek belirleyici olmaktan çıkmıştır. Eksik, kusur ve günahları olsa da Obama ABD dış politikasını hem coğrafi ilgi, hem kullanılan araçlar,  kovalanan  amaçlar ve genel yaklaşım açısından çeşitlendirdi ve Bush dönemindeki saplantılı halinden çıkardı. ABD ağırlığını daha çok Asya’ya vermek istemekte ama bölgedeki kriz ve sorunlar nedeniyle bunu bir türlü yapamamakta dır. Öte yandan, Asyalı devletler ABD’nin bölgedeki müttefikleri ortada bıraktığı algısına sahip olurlarsa Washington’a güvenmekte tereddüt edebilirler. Ayrıca Çin ve Hindistan gibi ülkelerin orta ve uzun vadede bölgede ne kadar aktif olmak isteyecekleri, bunu ABD ile koordineli mi yoksa ona rağmen mi yapmaya çalışacakları, bölgenin güvenliğine katkıda bulunmak için sorumluluk üstlenip üstlenmeyecekleri önemli olacaktır. 

Obama liderliğindeki ABD bölgedeki dost ve müttefik ülkeler ve belki de daha önemlisi rejimlerle ilişkilerinde de daha mesafeli denebilecek bir aşamaya geçmekte, İsrail ile arasına ince, kademeli ve elbette geri dönülmez olmayan eleştirel bir mesafe koymaktadır. ABD, 

a) bölgesel müttefikler kendi güvenlikleri için daha fazla yük, rol ve sorumluluk alsınlar, 

b) ABD’nin garanti ve desteğinin müttefikler için bir hak değil nimet olduğu anlaşılsın, 

c) içerideki ekonomik zorluklarla uğraşmak için biraz soluklanalım ve kendimize gelelim, (belki sonra yine bölgeye döneriz) diye düşünüyor gibidir.

Bu adımlar Obama’nın Türkiye’de çok tahlil edilmeyen realist damarının sonuçlarıdır. Obama Nobel konuşmasında da belirttiği ve değişik şekillerde kanıtladığı gibi askeri güç kullanmaya kapalı değil ama bu enstrümanı büyük çaplı kullanma konusunda oldukça isteksizdir. Bu konuda Obama’yı aşan yapısal ve konjenktürel boyutlar olmakla beraber, onun yerine Cumhuriyetçi adaylar seçilseydi şimdiye kadar muhtemelen Suriye ve belki de İran’a karşı ABD’nin güç kullanmış olacağını sanıyoruz. Obama’nın Marc Lynch, Stephen Walt, Zbigniew Brzezinski, Andrew Bacevich gibi başkalarına yaptırılabilecek güç kullanımına alerjisi olan dış politika entellektüellerinden istifade ettiği bilinmektedir. 

ABD açısından Orta Doğu’da aktif olmanın değişik şekil, yöntem ve araçları olabilir. ABD geçmişte bölgede kara ve denizde askeri varlık bulundurmak, caydırıcı tehdit ve eylemler, kriz yönetimi, demokrasi promosyonu, barış arabuluculuğu, ekonomik destek, müttefikleri bir araya getirmek ve onlara güven vermek, kollamak, yol göstermek, insani müdahale, silah satışı, askeri eğitim, istihbarat varlığı ve işbirliği, kontr-terör,   bölgeyi ziyaret etmek, müttefiklere önemli olduklarını hissettirmek, gerektiğinde güç kullanma kapasite, istek ve maharetinde olduğunu göstermek, müttefikler arasındaki sorunlarda kolaylaştırı cı, arabulucu vs olmak, bölgenin fazla sermayesine ev sahipliği yapmak gibi eylem ve fonksiyonlarda bulunmuştur. Bugünse Obama’ya bölgedeki hoşnutsuz müttefikleri ve içerideki muhaliflerince, “liderlik yapmıyor, pasif, zayıf, yavaş, kararsız, korkak, müttefiklerini korumuyor ve onları biraraya getirmiyor, onlara güven vermiyor, İran’a ‘ütülecek’, hasımlara çok ödün veriyor” şeklinde eleştiriler yapılmaktadır.

ABD ise bölgedeki eski ya da “eskimeyen” müttefiklerinin serzenişlerine karşılık şu tür cevaplar verebilir: “Gidebileceğiniz başka bir yer yok”, “en iyi silahlar bizde”, “mevcut ordularınız bizim silahları kullanıyor, kolayca veya hızla başkasına geçemezsiniz”, “sürü(m)den ilk ayrılmaya kalkanı cezalandırırım”, “(artık) herkesle kavga edemem, hasımlarla anlaşmaya çalışmalıyım, ama korkmayın sizi yüzüstü bırakmayacağım” “sizi korumaktan hiç vazgeçmedim ki”, “akıllıca ekonomik, siyasi ve sosyal reformlar yapmaz ve gücü ve serveti halkınızla paylaşmazsanız sizi ne ben, ne kendiniz ne de bir başkası koruyabilir”.
Bölgede hala 35 bin Amerikan askeri personeli bulunmaktadır. 

Müttefik devletlerle askeri, istihbarati, ekonomik ve diplomatik temas, işbirliği ve ortaklıklar devam etmektedir. Bölge ülkeleri, bir-iki istisna hariç, ABD silahlarını almaktan vazgeçmiş değildir. ABD’li yetkililer hala sık sık bölgeyi ziyaret etmektedir. ABD Suriye konusunda Sünni ülkelerin beklentisinin gerisinde kalmış olsa da, İran ve İsrail-Filistin konularındaki müzakere süreçlerine liderlik etmektedir. İsrail’i ziyaret eden Obama bu ülkenin halkıyla sorunsuz olmasa da daha önce kuramadığı türden sıcak ve samimi bir ilişki kurmayı başarabilmiştir. ABD’nin İsrail’in varlığına olan taahhüt ve desteği azalmadan devam etmekte dir. 

“O halde siz hangi geri çekilmeden bahsediyorsunuz?” denebilir.

Yukarıdakilerin hepsi doğrudur ve önemsiz de değildir. Ama şu aşağıdakiler de öyle: Müttefiklerin memnuniyetsizlik, şüphe, endişe ve hatta korkuları birikmektedir. Denebilir ki, bu derecede olmasa da Körfez ülkeleri zaten hep bir güvenlik ve terkedilme endişesi ile yaşamışlar, sık sık ABD’nin kendilerini ne kadar koruyacağını sorgulamışlardır. Mısır’da Obama’nın Mübarek’ten çok kısa sürede vazgeçmesi, Suriye’de beklenen liderlik ve kararlılığı gösterememesi, kendinden öncekilere göre İsrail-Filistin barışı için  daha fazla zaman ayırmasına rağmen İsrail’e (henüz?) söz geçirememiş olması, demokratikleşme konusunda muhafazakar rejimleri sıkıştırması, Irak Savaşı sonrasında bölgede Şiilerin yükselişinin önünü açması ve İran ile anlaşarak bölgeyi Tahran’ın keyfine terk edeceği endişesi başta Suudi liderliği olmak üzere Yasal yöneticileri giderek daha çok tedirgin etmektedir.

ABD’nin “Çekileceği” düşünülürse Yasalların da 

1) “safları sıklaştırmak”, 
2) “yeni abiler aramak”, 
3) “kendi kapasitelerini arttırmak” ya da 
4) hasımların “suyuna giderek onları yatıştırmak” (appeasement) gibi yollara gitmesi beklenebilir. Türkiye’nin Çin’den silah alımı, Sisi ve Bandar’ın Moskova gezileri, Suudilerin Lübnan ordusu için ABD’den değil Fransa’dan 3 milyar dolarlık silah almaları dikkat çekicidir. Suudiler Körfez İşbirliği Konseyi’ni yeni döneme hazırlamak için çok daha sıkı bir yapıya sokmak istemiş ama bu başta Umman olmak üzere diğer ülkeleri tedirgin etmiştir.  

Suudilerin yakın oldukları Navaz Şerif’in seçilmesinden sonra Pakistan askerlerini ülkelerinde konuşlandıra bilecekleri, bu ülkeyle askeri ittifak anlaşması imzalayabilecekleri ve hatta geçmişte ciddi şekilde finanse ettikleri Pakistan nükleer programının meyvelerinin bir kısmını ülkelerinde misafir edebilecekleri ya da kiralayabilecekleri söylentilerinin artması da önemsiz olmayabilir. Çok önemli güvenlik ihtiyaçları olan Suudilerin ABD’nin daha az aktif olacağı bir döneme tek bir partner yerine çoklu ortaklarla girmek istemesi anlaşılabilir. Riyad Rusya, Çin, Fransa, Pakistan ve hatta İsrail gibi ülkelerle ilişkilerini arttırarak “bütün yumurtaları ABD’nin tek sepetine koymak istemiyor ve hatta belki de ABD’yi “kıskandırmak”, “bak, başka seçenekler yok değil” demek istiyor olabilir. Buzdağının büyük kısmı suyun altındaki Suudi-İsrail yakınlaşması, Mısır’daki darbeyle beraber Müslüman Kardeşler’in püskürtülmesi, Müslüman Kardeşler’in Türkiye ile beraber bölgedeki en ciddi müttefiki olan Katar’ın Körfez rejimlerince dışlanmaya başlaması da önemli ölçüde Suudi hamleleridir.    
Öte yandan eğer İran’ın nükleer programı ve İsrail-Filistin çatışması hakkında geçici veya kısmi değil nihai ve kapsamlı anlaşmalar sağlanabilirse ABD’nin bölgede zayıf, etkisiz ve “kaçıcı” olduğunu iddia etmek güçleşecektir. Ancak Obama dönemi sona ermeden bu iki konunun birinde dahi anlaşma sağlanması ihtimali yüzde 50’den çok fazla değildir. İkisinden birden sonuç alınması şaşırtıcı ve çok büyük bir başarı olur. Bu iki müzakere arasında tanımlanması kolay olmayan bir ilişki mevcuttur. Görüşmelerden birinde başarı sağlanması iyimser bir hava yaratarak diğerinde ivme yaratabilir. Öte yandan İran müzakereleri İsrail’i memnun etmeyen bir şekil alırsa bu ülkenin (haklı veya olmayan nedenlerle) zaten sınırlı ödün verme yeteneğini daha da azalabilir. ABD’nin güvenlik garantisinden daha az emin bir İsrail barış konusunda risk almaktan kaçınabilir ama aslında belki de barışa geçmişe göre daha fazla ihtiyaç duyacağı bir döneme girmiş olabilir. Burada önemli soru –Türkiye’de konuşlu silahları saymazsak- İsrail’in bölgedeki  nükleer tekeli, komşularıyla arasında giderek açtığı askeri üstünlüğü, hasımlarının içlerinde ve aralarında yaşadığı sorun ve çekişmeler  nedeniyle fiziki bir ABD varlığına aslında ne kadar ihtiyaç duyduğudur. İsrail tüm yumurtaları aynı sepete koymama konusunda hep araştırıcı olmuş ve Rusya ve Çin ile ilişkilerini hep belli bir seviyenin üstünde tutmaya gayret etmiştir.  

ABD’nin belki Kırım krizinde de görüldüğü gibi zayıflamaya başladığının düşünülmesi   İran’a da nükleer konuda anlaşmak zorunda olmadığını düşündürtebilir ve bunun yerine ABD’yi oyalamak Tahran’a çekici bir seçenek gibi görünebilir. Rusya-ABD ilişkilerinin bozulmaya devam etmesi bu ülkenin müzakere sürecinde ABD’nin işini zorlaştırmasına neden olabilir. İyimser açıdan bakarsak da, ABD’nin varlık ve şemsiyesinden emin olamayacak bir İsrail o çekilmeden varacağı bir anlaşmayı “ileride bulamayabileceğine”, İran ise bölgede varlığı azalmış bir ABD ile temel sorunlarından en önemlisini çözerse orta vadede Washington’un bölgedeki dostu değilse bile ortağı olabileceğine hükmedebilir. 

ABD’nin yokluğunda İran, Türkiye, S. Arabistan ve eski gücünden çok şey kaybetmiş olsa bile bölgesel ağırlığı belli bir düzeyin altına düşmeyen Mısır arasındaki ilişkilerin nasıl olacağı önemli olabilir. İddia edilebilir ki bu aktörler içinde tercihleri bölgenin geleceğine en çok etki edecek aktör İran olacaktır. İran ABD’yi bölgeden esas olarak kendisinin kovduğunu, onun iradesine boyun eğmediğini, “kendi köşesini” tüm bedel ve kayıplara rağmen iyi savunduğunu ve dolayısıyla yeni dönemin başat oyuncusunun kendisi olacağı/olması gerektiği sonucunu çıkarırsa başka bir Orta Doğu olur. İran Batı ile giderek yumuşayan ilişkilerinden istifade eder ve “büyüklüğünün” sonunda kabul edildiğinin verdiği güven ve doymuşlukla daha yumuşak bir bölgesel profil çizerse farklı  bir bölgeye tanıklık edilebilir.

Türkiye ama esas olarak İsrail’in var olduğu, ABD’nin azalsa da olsa varlık, kapasite ve ilgisinin sona ermeyeceği bir Orta Doğu’da İran hegemonyası beklemek abartılı olur. Ama İsrail’in “bölge ailesinin” haricinde olmaya devam etmesi durumunda İran’ın bu ülkeyi birinci derecede ilgilendirmeyen meselelerde bir tür yarı hegemon ve “ Eşit olmayanlar arasında birinci” görüntü vermesi beklenebilir. İran’ın nükleer istekleri eğer bir şekilde İsrail ile sürekli gerilim üretmeyen bir şekilde çözümlenebilirse –gerçi başlayan nükleer müzakerelere rağmen bu hala referans senaryo değildir- bu iki ülkenin bölgede rekabetçi ama kavgacı olmayan ikili bir hegemonya kurmaları da beklenebilir. Tabii bu ikinci senaryo İran’ın iç yapısı, dengeleri ve değerlerinde çok önemli bazı değişiklikler yaşanmasını gerektirebilir.

Körfez Arapları ABD’nin İran ile anlaşıp onunla Şah dönemindekine benzer bir vekâlet ilişkisine girmesinden çekinmektedir. Bu iki ülke vekalet, ittifak ve dost değilse bile çok sık danışmalarla beraber artık soğuk savaş ortamından çıkıp “birbirlerinin ayaklarına basmayacakları” bir döneme girebilirler. Böyle bir gelişmenin Türkiye dahil bölge ülkeleri için ne ifade edeceğini hesaplamak zor, ama denemekse imkansız değildir:  Türkiye’nin ABD’nin gözündeki öneminin azalması beklenebilir ama denebilir ki, Ankara örneğin Obama için önemli olduğu dönemde bile zaten bu işten çok fazla ekmek yemiş değildik. İsrail-İran Savaşı ihtimalinin oldukça azalması, İran’ın dünya pazarlarını sunduğu enerjinin miktar olarak ciddi oranda artması, petrol fiyatlarında önemli düşüşlerin yaşanması ve Körfez ülkelerinde (ve Rusya’da?) önemli ekonomik, sosyal ve siyasi buhranların yaşanması beklenebilir. ABD ile keskin bir düşmanlık ilişkisinde olmayan bir İran rejiminin işleyişi, politikaları, doğası ve hatta varlığında bile önemli değişmeler yaşanması beklenebilir. İran içinde bu süreci devam ettirmek isteyenlerle buna karşı çıkanlar arasındaki gerilim üst düzeye çıkabilir. 
   
Ama yukarıda da belirtildiği gibi bu “eğerler” giderek kulağa daha az yabancı gelmeye başlasa da hala çok yüksek ihtimal değildir ve nükleer anlaşma henüz “referans senaryo” halini almamıştır. Tarafların pozisyonları arasındaki mesafe aşılmaz değilse de önemli olmaya devam etmektedir. Obama’nın görev süresi bitiminde nihai anlaşmanın hala imzalanmamış olması ama belli ara formüllerle “teneke kutunun yoldan aşağıya tekmelenmeye” devam ediliyor olması ciddi bir ihtimaldir. Nispeten daha düşük ama önemli bir senaryo da, anlaşmaya sadece ulaşılamaması değil görüşmelerin kopması ve Obama’nın İran’ın nükleer silah yeteneği kazanmasını kabul etmekle savaş arasında tercih yapmak zorunda kalmasıdır. Hem ABD Başkanı’nın hem de İran’da Ruhani ve ekibinin olayların bu noktaya gelmemesi için ellerinden geleni yapacağını varsayabiliriz. Ama iki tarafta da olduğunu bildiğimiz şahinler ile İsrail ve S. Arabistan gibi 3. taraflar diplomatik süreci baltalama konusunda pekala başarılı olabilirler.    
 
SONUÇ

Aslında Obama’nın ABD’yi bölgeden çekmediği sadece Bush döneminin abartılı ve sürdürülemeyecek aşırı müdahaleci eğilimini törpülediği söylenebilir. ABD’nin Orta Doğu’dan çekilmesinden  kastedilen mutlak değil derece olarak ve fizikiden daha fazla psikolojik ve zihinsel bir geri çekilmedir.

Orta Doğu’dan çekilmek bu niyetle yapılmasa bile dost ve müttefiklerce dünyadan çekilmenin bir parçası, nedeni ve işareti olarak görülebilir. Obama “artık kasabadaki tek şerif, tek tabanca biz değiliz” demiş olmasa bile buna yakın düşündüğünü varsayabiliriz. Obama tarih kitaplarına Amerikan imparatorluğunun gerilemesini ilk ilan eden, bunun  kararını alan, bunu başlatan, hızlandıran, ona mihmandarlık eden ve teorisini yapan lider olarak geçebilir. Bölgede tartışmasız şekilde başat olmayan bir ABD dünyanın süper gücü olmaya devam edebilir mi? Bölgeden çekilen bir ABD’nin dünyadaki prestij, inandırıcılık, caydırıcılık ve etkisinde de gerileme yaşanabilir.

Obama’nın kayıpları, maliyetleri, taahhütleri azaltma stratejisi sorunsuz yürümeyebilir ve geçiş dönemi oldukça buhranlı olabilir. ABD sınırlı bir küçülme hedeflerken kontrolü ve onlarca yılda emekle ve biriktirilmiş stratejik mevzileri elden kaçırabilir. Süper güçlük sektörü “krizde işçi çıkarıp küçülelim, ekonomi toparlayınca tekrar geri alır büyürüz” diyen şirketlerin mantığından biraz farklı işliyor olabilir. Bu arada Amerika’nın “gerçek” gücü ile bu gücün şöhreti arasındaki makas daralıyor olabilir. ABD gibi bir küresel gücün koruması gereken ya da beklenen çıkarları, salt fiziksel güçle korunabilecekten her zaman daha fazla olacaktır. Bu nedenle şöhret, inandırıcılık ve caydırıcılık gibi çoğaltıcı (multiplier) faktörler belki herkesten çok ABD için gereklidir. Bunlar belki bazen kendi başlarına yeşerebilirler ama canlı kalmaları için sürekli bakıma ihtiyaç duyarlar. Her zaman her yerde olamazsınız ama hasımlarınızın olacağınızdan korkması gerekir. Olmadığınız yere gölgeniz gitmelidir. Bu korku eğer kırılırsa güç, yetenek ve iradeniz yetişemeyeceğiniz kadar çok yerde ve şekilde test edilebilir. Hasımlar dalgınlığınızı veya meşguliyetinizi fırsat bilerek, sadece birbirlerinden cesaret alarak ya da daha kötüsü koordineli bir şekilde oldu-bittiler ile sizi denemek isteyebilirler.

ABD çekildikten sonra bölgede etkisini yerel vekiller üzerinden devam ettirmeye çalışabilir.  Eğer atadığı ve tamamen ABD’nin iradesini uygulamasa da temel konularda onunla uyumlu çalışan bir ya da daha çok sayıda “bölge valisi” olacaksa Türkiye, İsrail ve ABD ile ilişkisi önemli bir iyileşme yaşaması halinde İran bu rolün muhtemel adaylarıdır. Bu rolü bir devletin tek başına oynayabilmesinin önünde ise “maddi ve manevi” engeller vardır. Arap olmayan bu ülkelerin ABD’nin gözetiminde üçlü bir “kurul” oluşturarak “ Tatlı bir Rekabetten” vazgeçmeden ama birbirlerinin ayağına basmadan uyumlu bir liderlik yapmaları mümkün olabilir.    

***