23 Şubat 2020 Pazar

TERÖRLE MÜCADELEDE SOSYAL PAZARLAMA VE İLETİŞİM STRATEJİLERİ.BÖLÜM 1

TERÖRLE MÜCADELEDE SOSYAL PAZARLAMA VE İLETİŞİM STRATEJİLERİ.BÖLÜM 1




Mine Saran * 
Selin Bitirim ** 

* Doç. Dr., Ege Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü Öğretim Üyesi. 
** Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Anabilim Dalı, Doktora Öğrencisi. 


Özet 

Günümüzde terörizm az gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelere kadar tüm dünya coğrafyasını etkileyen bir olgu; politik olduğu kadar sosyo-ekonomik-kültürel ve psikolojik açıdan da toplumu birçok yönden olumsuz etkileyen bir tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Bilindiği gibi, İngiltere, IRA, İspanya, ETA, Amerika Birleşik Devletleri, El Kaide, Türkiye, PKK terörizmi ile uzun yıllardan bu yana mücadele etmektedir. Kuşkusuz terör çeşitli sorunlardan kaynaklanan çok boyutlu bir olgudur ve terörizmin arka planında bulunan bu sorunların çözüme ulaştırılmasında polisiye ve askeri çözümlerin dışındaki arayışlara da ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç doğrultusunda, son yıllarda sosyal pazarlama da bir çözüm yolu olarak dikkat çekmekte ve bu konuda araştırmalar yapılarak öneriler ortaya konulmaktadır. 

Kısaca tanımlayacak olursak, sosyal pazarlama bir fikrin ya da kamusal bir hizmetin, maddi kârlılık düşünülmeden sadece toplumsal yarar sağlamak amacıyla uygulanmasını ifade etmektedir. Sosyal pazarlamanın başarısı, tutarlı ve bütünleşik iletişim stratejileri ile uygulanmasına dayanmaktadır. Sosyal pazarlama yaklaşımı, toplumun genelini kapsayan bir sorunun kalıcı bir şekilde çözüme ulaşması için günümüzde sıklıkla tercih edilmekte ve iletişim uzmanları tarafından profesyonelce uygulanmaktadır. Bu bakış açısıyla, çalışmamızda terörizm ile mücadelede sosyal pazarlama perspektifinden etkin iletişim yöntemleri ve önerileri üzerinde durulacaktır. 

Giriş 

Terörizm tarihine bakıldığında, bu sorunun kaynağında çeşitli tarihsel, dinsel, sosyal, kültürel, ırksal, etnik, politik, psikolojik, vb. sorunların yattığı ve bunların çok boyutlu ve karmaşık bir yapı arz ettiği gözlemlenmektedir. Bu konuda örnekler verecek olursak; ülkemizde radikal düşüncelerin yayılmasında ve dini istismar eden terör örgütlerinin ortaya çıkmasında en büyük etkenler; İran’da 1979 yılında Şahlık rejiminin yıkılarak yerine dini esaslara dayalı devlet 
düzenine geçilmesi (Alkan, 2003: 772) olmuştur. “Ülkemizde özellikle 1980’li yıllardan sonra İslam dinini kan, savaş ve ihtilal ile bütünleştiren Ortadoğu kökenli örgütlerin yayınlarından ve faaliyetlerinden etkilenen Hizbullah, İHÖ, İBDA/C, AFİD/İCB, Vasat, Tevhid Selam/ Kudüs Ordusu gibi terör gruplarının faaliyetleri söz konusu olmuştur” (Küçükakkaya, 2003: 371). Etnik temele dayalı terör olayları özellikle 1900’lü yılların ikinci yarısından itibaren dünyada 
gittikçe daha fazla görülen bir terör çeşidi olmuş ve bu tür terör olaylarının ortaya çıktığı ülkelerde diğer terör biçimleri ile mukayese edildiğinde daha fazla şiddet içerdiği görülmüştür. 

Türkiye açısından diğer terör çeşitleri yanında etnik temele dayalı terör sorunu, ASALA ve PKK örneği ile yaşanmıştır (Bahar çiçek, 2000: 12). Tarihsel geçmiş de bu tür terör eylemlerinin ortaya çıkmasında açıklayıcı bir rol oynamaktadır. “Bölgedeki coğrafi ve demografik yapı, adet ve gelenekler, Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan hadiseler ‘şark sorunu’ denilen bölgesel olguyu ortaya çıkarmıştır. Bölgeyi kontrolü altında tutmaya çalışan merkezi devlet otoritesiyle geleneksel yapısını korumaya çalışan bölge halkı arasındaki gerilim pek çok çatışmaya yol açmıştır” (Özhan ve Ete, 2008: 5). Görüldüğü üzere, tarihsel perspektif ve etnik yapı ulusal güvenliği tehdit eden terör sorununun doğup gelişmesine neden olabilmektedir. 

Ayrıca dinsel, ırksal ve etnik terör gruplarına ilişkin uluslararası örnekler olarak 
İspanya’da ETA, İngiltere’de IRA ve Amerika’da El Kaide karşımıza çıkmaktadır. En güçlü devlet(ler)in en sağlam güvenlik sistem(ler)ini aşabileceğini ve askeri önlemlerle önüne geçilemeyecek sınırlar ötesi bir fenomen halini aldığını açıkça gözler önüne seren uluslararası terörizm, 11 Mart 2004’te Madrid’in merkezinde üç ayrı tren istasyonu, 15-20 Kasım 2003 İstanbul eylemleri ve 7 Temmuz 2005’te Londra’da metro istasyonu ve bir otobüste meydana gelen 4 farklı patlamayla yaklaşık 250 kişinin canını almıştır (Yalçıner, 2006: 116). Söz konusu örnekler terörizmin azgelişmiş ya da gelişmiş ülke ayrımı yapmadan tüm dünya ülkelerinde büyük bir tehdit unsuru olarak ortaya çıktığını göstermektedir. 

Terörü besleyen sosyo-ekonomik koşullardan kaynaklanan psikolojik etkenler konusunda, ülkemizden bir başka örnek verecek olursak, terör yanlılarının hızla değişen toplumsal değerlerin yaratmış olduğu ortamdan yararlanarak, buna uyum gösteremeyen kitleleri etkilemeyi her zaman için öncelikli hedef seçtikleri söylenebilmektedir. “Örneğin, kırsal kesimde yaşayan ve sistem içinde sesini duyuramayan gençler için, ideolojik bir takım gerekçelere de sığınarak, bir suç örgütüne katılıp silah sahibi olmak, en kolay ve kestirme bir yol olarak 
algılanmaktadır” (Çaycı, 2007: 61). Terörün sosyal bir olgu olarak varlık gösterdiği bölgelerin özellikle ekonomik zayıflığı ve eğitsel yapısı terörün oluşması için zemin hazırlamaktadır. 

Örneğin, PKK’ya katılma ve destek verme nedenleri arasında; işsizlik, eğitimsiz lik ve zor kullanma/zorla götürülme ilk üç sırada yer almaktadır (Bilgiç ve Akyürek, 2009: 88). Görüldüğü gibi, terör örgütü mensupları bir ülkenin dezavantajlı bölgelerindeki zayıflıkları kullanarak bireyler ile temasa geçmekte ve eğitim düzeyinin düşüklüğünden ve ekonomik sistemin güçsüzlüğünden 
yararlanarak, toplumun beynini yıkamaya çalışmaktadır. “Siyasal, ekonomik ve 
sosyal koşullardaki aksaklıklar, bir kısım bireylere hakim olabilen yoksunluk ve dışlanmışlık duygusu, milli eğitim sistemlerinin etkin olamayışı ve ulusal ortak paydaları destekleyememesi, güçlendirememesi; hem terör örgütlerinin hem de aşırı akımların, insan kaynakları açısından önemli bir sorun yaşamamasına olanak sağlamaktadır” (Çaycı, 2007: 66). Buna göre dezavantajlı bölgelerde terör örgütünün sosyo-ekonomik vaatleri, terörün varlığının temel nedenleri 
arasında görülebilmektedir. 

Dünyada terörün halen büyük bir problem niteliğinde karşımıza çıkmasında etkili bir diğer faktörün de çeşitli ülkelerde faaliyet gösteren terör örgütlerine uluslararası diğer terör örgütlerinin ya da diğer ülkelerin verdikleri maddi ve manevi destek olduğu ileri sürülebilir. Terör örgütünü kendi amaçlarına ulaşmada bir araç olarak gören birçok kişi, kurum ya da kuruluş, bölgesel terör örgütlerine barınma, eğitim ve lojistik destekler sağlamaktadır. Böylece 
terör beslenmekte ve kalıcı bir sorun haline gelmektedir. 2003 Mart ayında ABD’nin Irak’a düzenlediği harekât sonrasında Saddam rejiminin devrilmesinin ardından yaşanan gelişmeler, Irak’ı etnik ve mezhepsel çatışmaların yaşandığı, güvenliğin ve istikrarın bir türlü sağlanamadığı ülke haline getirmiştir. 

İç çatışmaya varan şiddet olayları ülke çapında bir karmaşaya neden olmuştur. 

Bu ortamda PKK benzeri terör örgütleri Irak topraklarında çok daha rahat  barınma ve korunma olanağı bulmuşlardır. PKK/KONGRAGEL isimli bölücü örgüt bu istikrarsız ortamın verdiği cesaretle Türkiye’ye yönelik yoğun eylemler gerçekleştirebilmiştir (Başer, 2008: 179). Dolayısıyla komşu ülkelerin kendi çıkarlarını korumak adına teröre verdikleri destekle ülkedeki güven ve istikrar ortamı zedelenmektedir. 

Terör tehdidi ve ortaya çıkan sonuçlar, terörden etkilenen ülkelerin dış politikaları ve komşu ülke ilişkileri üzerinde de etkili olmaktadır. “Türkiye’ye yönelik terör tehdidi, komşuları tarafından idealist ya da neo-liberal teorilerin öngördüğü şekilde; barışçı eğilimler ve uluslararası işbirliği ile karşılanmamış; tersine İran, Suriye, Yunanistan başta olmak üzere birçok devlet, kendi ulusal çıkarları ve güç politikaları gereği terörü Türkiye aleyhine kullanmayı tercih etmiştir” (Bahçeşehir Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Araştırma Raporu, 2008: 1-2). Bu durum da belirli bölgelerdeki terör eylemlerinin kökleşmesine zemin hazırlamaktadır. Yukarıda oluşturduğumuz çerçeve içinde, çalışmaya bütünsel bir perspektif sunabilmek için öncelikle çalışmanın çerçevesi ni belirleyen terör ve terörizm kavramlarının etraflıca ele alınması ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle kavramsal bir tanımlama yapmak üzere 
terör ve terörizm kavramlarının tanıtılmasında yarar bulunmaktadır. 

1. Terör ve Terörizm Kavramlarına Genel Bir Bakış 

Terör ve terörizm kavramlarını öncelikle tanımlayarak irdelemeye başlayacak olursak, etimolojik kökeni Fransızca “terreur” sözcüğünden gelen terör kavramı, “şiddet kullanarak veya kullanmakla tehdit ederek toplumda güvensizlik havası yaratmaya yol açan eylemler”i (Ünsal ve Keleş, 1982: 21) ifade etmektedir. Türk Dil Kurumu’nun hazırladığı Türkçe sözlükte ise terör kavramı “yıldırma, cana kıyma ve malı yakıp yıkma, korkutma, tedhiş”(TDK, 1998: 2200) 
olarak tanımlanmaktadır. 

Terör, hemen hemen tüm milletlerin gündelik yaşantılarında çok sık kullandıkları bir kavram olmasına karşın, terimin anlamı üzerinde tam anlamıyla bir mutabakatın sağlandığını söylemek zordur. Terör kavramı temel anlamıyla bir şiddet halini ifade etmektedir. Terör olgusu kavram olarak belirgin görünmesine karşın, bu alanda meydana gelen olayların hangi tür ve biçiminin terör kapsamında nitelendirileceği yeterince açık ifade edilememektedir. Bu durum terörün çok yönlü ve karmaşık olmasından başka, onu değerlendirenlerin konumu ile yönelimine bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Meydana gelen herhangi bir olayı dikkate alarak onu meşrulaştırma ya da gayri meşru kılma çabası yönünden terörü tanımlama istek ve eğilimleri, üzerinde konsensüs sağlanan bir tanıma ulaşmayı her zaman engellemektedir. Bu bakımdan olgunun farklı yönlerini vurgulayan diğer tanımlamaları da kullanmakta yarar vardır. 

“Başlangıçta sadece devlet tarafından uygulanan şiddet hareketleri terör olarak ifade edilirken, çağdaş tanımlamaların önemli bir bölümü artık devlet dışı unsurlar tarafından gerçekleştirilen şiddet hareketlerini de içerecek şekilde genişletilmiştir (Sambanis, 2008: 176). Buna göre sivil inisiyatif ya da siyasi mekanizmalar tarafından gerçekleştirilen her türlü şiddete dayalı davranış ya da yaptırımlar, terör kavramı ile ifade bulmaktadır. 

3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun 1. maddesinde ise terör kavramı; “baskı, cebir ve şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzenini değiştirmek, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devleti’nin ve Cumhuriyeti’nin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzeni ni veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü eylemler” şeklinde tanımlanmakta ve bu kapsam dahilindeki herhangi bir tutum ya da davranış, başlı başına suç görülmektedir. 

Kuçuradi’ye (2007) göre ise terör, “örgütlü bir grubun psikolojik baskı yoluyla siyasal/ideolojik isteklerini, dolaylı biçimde kabul ettirmek amacıyla bu isteklerinin gerçekleşmesine engel olarak gördüğü kimseleri korkutmak yıldırmak, ya da saf dışı etmek için; veya doğrudan doğruya öç almak için, sistematik bir biçimde gerçekleştirdiği ya da gerçekleştirmekle tehdit ettiği, bazı insan haklarını çiğneyen ya da kamu veya özel mülke önemli sayılabilecek 
zararlar veren şiddet eylemleri” (Kuçuradi, 2007’den akt: Uysal vd., 2009: 3) şeklinde nitelendirilmektedir. 

Bu tür tanımlarda, terörün insani ve psikolojik boyutuna vurgu yapılmakta ve 
terör, siyasi bir sorun olduğu kadar, toplumsal ölçekte kamusal vicdanda sorgulanması gereken bir kavram niteliğine bürünmektedir. 

Terörizm en genel kabul görebilecek bir tanımlamayla, sahip olduğu geniş katılımcılarla kendi politik, dinsel ve ideolojik amaçlarının doğrudan yasa yapıcıları hedef almadan, önceden planlayarak sıra dışı şiddet eylemleri ile gerçekleştirilmesi ve bu şekilde hedeflerine ulaşmayı amaçlayan bir yöntem (Yeşiltaş vd., 2008: 177) niteliği taşımaktadır. Aynı amaçlar doğrultusunda tutarlı yapı izleyen bir dizi terör olayının varlığı terörizm olarak kavramsallaş tırılmaktadır. 

Bu paralelde terörizm, “kendi politik amaçlarına ulaşmak amacıyla sistematik 
olarak şiddet içermektedir ve terörizmin amacı, güç elde etmek, toplumu sindirmek ve normal işleyen bir politik, ekonomik süreci kendi politikaları lehine güçsüzleştirmek ve avantajsızmış gibi algılanmasını sağlamaktır” (Then ve Loosemore, 2006: 157). Bu tanımlamalar çerçevesinde, birbirleriyle bağlantılı olmayan terör eylemlerine terörizm demek mümkün değildir. 

Terörizm kavramı belirli bir amaç doğrultusunda, belirli bir grubun ya da grupların sistematik bir biçimde kendi politikalarını haklı çıkarmaya yönelik şiddet uygulamalarına yapılan vurguyu içermektedir. 

Yukarıda çizmiş olduğumuz çerçeve terörün yıkıcı potansiyelini açıkça ortaya koymaktadır. 
Dolayısıyla terör ile mücadele konusunda öncelikli yöntemlerin geliştirilmesi ve 
belirli ilkelerin saptanması önem taşımaktadır. Bu türden bir çalışma ise, karmaşık boyutları olan terör olgusunun işlevsel bir şekilde sınıflandırılmasını gerekli kılmaktadır. Farklı yazarların çalışmalarından yararlanarak terör olgusu konusunda şu şekilde bir sınıflandırma yapabiliriz: 

“Bölücü terör, yıkıcı terör, ayrılıkçı terör, etnik terör, dinsel terör (Demirel, 2001: 27), siyasal terör, ideolojik terör, iç terör, uluslararası terör (Ulugöl, 2002: 140), ırkçı terör, siber terör, kriminal terör, aşağıdan-yukarıya terör (Ergil, 1990: 26), küresel terör (Kongar, 2002: 31), biyolojik terör (Pabuçcu, 2003: 13), devlet terörü” (akt: Taşkın, 2004: 120). Terörizm gelişmiş 
ülkelerde olduğu gibi az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri de yuva olarak seçmekte ve buralardan yayılan terörizm giderek tüm dünyayı etkisi altına almaktadır. Bu durum, terörle mücadelede yeni boyutların ve alternatif yolların aranmasını beraberinde getirmektedir. Terörle mücadeleye geçmeden önce terörün amaçları ve ülkelere etkilerine yer vermenin çalışmanın geneline ışık tutacağı düşünülmektedir. 

2. Terörün Amaçları ve Etkileri.,

Terör ve terörizm tanımlarının içerdiği eylemlerin amaç ve etkilerinin ortaya konulmasıyla bu iki kavramın daha iyi anlaşılması sağlanacaktır. Terörün temel amacı, terör eylemlerinin gerçekleştirilmesi yoluyla toplumda korku kültürünün egemen olması ve psikolojik şiddetin toplum geneline yayılıp sürekli kılınması çerçevesinde özetlenebilir. Terör eylemlerinin bu temel amaç doğrultusundaki diğer amaçları şu şekilde sıralanabilir: 

• Varlığından haberdar etme, 
• Sesini duyurma ve gücünü gösterme, 
• Taraftarlarına ve işbirlikçilerine moral sağlama, 
• Kendinden yana olmayanları korkutma ve sindirme, 
• Mevcut yönetimin otoritesini sarsma, 
• Devleti halka baskı oluşturmaya zorlama, 
• Örgüt üyelerini eğitme, 
• Örgüt üyeleri üzerinde otorite kurma ve disiplin sağlama, 
• Karmaşa (kaos) yaratarak ilgi uyandırma ve dikkat çekme (Dilmaç, 1997:19). 


Buradaki amaçlardan hareketle, terör eylemlerinde ne kadar çok kişinin yaralandığı ya da hayatını kaybettiği değil; terör eylemlerinden kaç kişinin haberdar olduğu önem taşımaktadır. 

Terör eylemleri, örgütü tanıtma, toplumu örgütün ideolojisinden haberdar etme ve topluma isteklerini iletme amacıyla, korku, şiddet ve yıkımı doğurmakta ve beslemektedir. Teröristlerin amaçları farklılık gösterse de terörizm niteliği taşıyan eylemler genel olarak aşağıdaki üç faktöre odaklanmaktadır: 

• Tanıtım: Terörizm, belirli bir amacın, gerekçenin ya da nedenin kamuoyuna anlatılabilmesi için yararlanılan araçlardan biridir. Teröristler medyanın ilgisini çekmek istediklerinden, zararın daha ağır olabileceği kentleri ya da kentsel yaşam alanlarını hedef olarak seçmektedirler. 
• Politik istikrarsızlık: Teröristler amaçlarına ulaşma şanslarını güçlendirebilmek amacıyla mevcut rejimin meşruiyetini yıpratmak için kurumsal politik çerçevenin dışında hareket etmektedirler. 
• Ekonomiye zarar vermek: Teröristler toplum üzerinde baskı oluşturabilmek için maddi zarar vermeye çalışmaktadırlar (Tavares, 2004: 1042’den akt: Yılmaz ve Yılmaz, 2005: 42). 

Yukarıda sayılan faktörler göz önüne alındığında, ülkenin uğradığı ekonomik zararın ötesinde, yaşadığı imaj kaybı da ekonomik kaybın süreğen olmasına neden olan önemli sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Her kıtada yer alan birçok ülkenin önemli sorunları arasında değerlendirilen terör olgusu, ülkelerin uluslararası arenada imajına ve itibarına da gölge düşürmekte ve demokratikleşme çabalarının önündeki en büyük engeller arasında yer almaktadır. 

Bir ülkenin mevcut ve potansiyel imajını etkileyen en önemli faktörlerin başında ülkenin güvenliği gelmektedir. Ama terörist eylemler, ülkelerin güvenliğini zedeleyerek uluslararası çapta imaj ve itibar kaybına yol açmakta ve ülkeye yönelik yapılan yatırımların boşa gitmesine neden olmakta, sonuç olarak ise ülkenin marka değerinin kayba uğramasına zemin hazırlamaktadır. 

“Son yıllara damgasını vuran büyük terör eylemlerinin yanı sıra, geçmişte dünya genelinde birçok terör eylemi yaşanmış ve bu eylemlerin olumsuz sonuçları dünya turizm endüstrisini oldukça etkilemiştir. Terör saldırılarının yoğunlaştığı turistik bölge ya da ülkeler açısından ilk olumsuz etki, ulusal ve bölgesel imajın zarar görmesi olarak kabul edilmektedir” (Tanrısevdi, 2002: 26). Herhangi bir turistik bölgenin tekrar ziyaret edilmesinin, söz konusu yerin bulunduğu bölge ve ülkenin imajına bağlı olduğu bilinmektedir. Çünkü turistik bölgenin imajı, 
hedef kitlenin karar verme süreçlerinde ve istenen davranışın ortaya çıkmasında etkili olmaktadır. 

Bu bağlamda, terörist saldırılar terörist gruplarının ulusal ve uluslararası düzeyde tanınırlığını sağlarken, ülke tanıtımını ters yönde etkileyerek ülkenin imaj ve itibarını zarara uğratmaktadır. 

“Özellikle az gelişmiş ve/veya gelişmekte olan ülkeler üzerinde sosyo-ekonomik 
açıdan çok yönlü etkilere sahip olan turizm, politik istikrarsızlıktan da etkilenir. Bu çerçevede terörizm, askeri darbeler ve ihtilaller turizm gelirlerinde istikrarsızlığın kaynağı konumundadır” (Emsen ve Değer, 2004: 68). 

Terör olayları silahlı mücadele boyutu içerdiği ve ülke ekonomisinin sağlıklı işlemesini sağlayacak ortamı ortadan kaldırdığı için, terörizm özellikle uzun yıllardır terörle yoğrulan bölgelerin kökleşmiş sorunlarından palazlanarak artmakta ve artan terör eylemleri yatırımların önünü tıkayarak, en başta ekonomik gelişmeye engel olmaktadır. 

Bu olumsuz etki yalnızca terör saldırılarına maruz kalan ülkenin ekonomisini 
etkilemekle kalmayıp “uluslararası ekonomi üzerinde de olumsuz etkiler yaratmaktadır. 

Terör eylemlerinin yarattığı güvensizlik ortamı işletmelerin faaliyet 
maliyetlerini yükseltmektedir. Terörizmin toplumda yarattığı gerginlik ve baskılar, özellikle alışveriş, turizm ve ulaşım tercih ve alışkanlıkları başta olmak üzere ülkenin satın alma ve üretim yapılarını değiştirmekte ve bu durum uluslararası ekonomiyi etkilemektedir. Terörizmin yarattığı güvensizlik ortamı, daha fazla risk üstlenmek zorunda kalan işletmeler için de pazarın çekiciliğini azaltmaktadır. 

Teröristler belirli endüstrilerin tedarik zincirlerine ya da ulaşım yollarına 
saldırılar düzenleyerek terörizme duyarlı ülkelerde ticareti doğrudan hedef 
alabilmektedirler” (Nitsch ve Schumacher, 2004: 424-425). 

Böylece giderek daha da yoksullaşan toplumlar, istemeden de olsa kendilerini terörün ağında bulmakta; kısır bir döngü içinde teröre neden olan koşulların ortadan kaldırılması mümkün olmamaktadır. 

Bununla birlikte terör, gelişmiş ülkelerin ekonomisinde de büyük hasar yaratmakta-dır: “Örneğin, 11 Eylül saldırılarının ABD ekonomisi üzerine yaklaşık 105 milyar dolarlık bir maliyetinin olduğu tahmin edilmektedir. 2001 yılı ikinci çeyreğinde büyüme hızı %2,4 olarak gerçekleşmişken, 11 Eylülden sonra bu rakam % 0,9’a gerilemiştir. 11 Eylül’den sonra, ABD ekonomisinin fiili büyüme hızı %0,3 iken, saldırının yaralarının tamir edilmeye başlandığı 2002 yılında %2,3, 2003 yılında % 3,1, 2004 yılında da % 4,2 olmuştur (Worldbank, 2009). 
Bu veriler terörün, dünyanın önde gelen ekonomileri arasında yer alan ABD’ne olan maddi yansımasını açık bir şekilde göstermektedir. 

Ayrıca terör tehdidi altındaki ülkelerin siyasi istikrarı da sekteye uğramaktadır. Terör üzerinden siyaset yapılması ya da terörün siyasete alet edilmesi, ulusal kamuoyunda siyasi ve toplumsal kutuplaşmaları da beraberinde getirmekte ve böylece terörle mücadelede çözümden uzaklaşılmaktadır. “Siyaset etmek, ekonomik sorundan bölgesel gelişme sorunlarına, özgürlük ve demokrasi sorunundan, insan yetiştirme yöntemlerine kadar her konuyu, belli bir ideoloji, siyasal program ve ilkeler düzeyinde ortaya koyan, sivil taleplere cevap veren 
bir faaliyeti, çabayı ve üretimi gerektirmektedir. Bu konuda Türkiye, terör meselesini bir ‘güvenlik algısı’na endeksleyerek uzun yıllar siyasetin dışında tutarak ‘devlet görevlileri’nin meselesi olarak ele almıştır. Bunun anlamı açıktır. Türkiye siyaset üretememiştir” (Bilgin, 2010). 

Bu durumun, siyasi aktörler ile kamuoyu arasında bir uçurumun doğmasına yol açtığı ve toplumsal vicdanda siyasi erke olan inancı zedeleyerek, ülke genelinde siyasi ve toplumsal istikrarı bozduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü ancak bir bütün olarak ülke güvenliği söz konusu olduğunda siyasi ve toplumsal istikrardan söz etmek mümkün olabilecektir. 

Buna ek olarak, terör sorununu çözemeyen siyasi aktör ve mekanizmaların, ulusal ve uluslararası kamuoyunda güven kaybı yaşayabileceğinin de göz ardı edilmemesi gerekmektedir. 

Terör sorununu çözmeye yönelik mevcut ve alternatif yollar, terörle mücadele yöntemleri başlığı altında tartışılacaktır. 

3. Terörle Mücadele Yöntemleri.,

Terör ile mücadele etmenin bir yolu olarak teröristlere şiddet uygulamak, pratikte tercih edilen bir yöntemmiş gibi görünse de, esasen kolaylıkla uygulanamamaktadır. Her şeyden önce günümüzde insan hakları, uluslararası kurum ve kuruluşlarla garanti altına alınmaktadır ve devletlerin imzalayarak kabul ettikleri uluslararası antlaşmalar, teröre çok sayıda kurban veren  devletlerin bile elini kolunu bağlayabilmektedir. 

Terörle mücadelede siyasal uzlaşma ve taviz vermek ise, diğer bir yol olarak görülmektedir. 
“Terör ile mücadele etmenin en ideal yollarından biri geniş desteğe sahip etnik 
grupla işbirliği yoluna giderek bunların desteği ile radikallerin önünü almaya çalışmaktır” 
(Byman, 1998: 165). Ancak bu tür bir uzlaşma yolu içinde dikkat edilmesi gereken noktalar da bulunmaktadır: “Terör bastırılırken ılımlıların bundan zarar görmemeleri için azami özen gösterilmesi gerekmektedir. Bu sonucu elde etmek için ise sağlam ve yeterli bir istihbarat elde etmek gerekmektedir” (Bahar Çiçek, 2000: 22). 

Dünya geneline bakıldığında ve ülkeler bazında değerlendirildiği zaman, bugüne kadar terörle mücadelenin çeşitli yasalarla ya da askeri operasyonlarla çerçevelendiği göze çarpmaktadır. 

Kuşkusuz, terörle mücadelede askeriye ve güvenlik güçlerinin gerçekleştirdiği stratejiler büyük bir role sahiptir, ancak askeri uygulamalar işin uzmanları tarafından ele alınması gereken başka bir çalışmanın konusudur. 

Bu çalışma terörle mücadeleye disiplinler arası bir bilim olan iletişimi de dahil ederek, sivil ve siyasi iradeyi bütünleştiren politikalarla terör sorununun daha kalıcı bir zeminde nasıl çözülebileceğine dair yanıtları aramaya ve sorgulamaya  yöneliktir. 

Terörle mücadelenin başarı sağlaması için, hükümet ve kurumlarının tutarlı bir yapı göstermesi ve teröre karşı el ele bir mücadele içinde bulunması önem taşımaktadır. “Terörle mücadelenin sadece ‘silahlı mücadele’ olarak görülmeye başlanması, ‘terörle mücadelenin’ diğer unsurlarının (siyaset bilimciler, sosyologlar, uluslararası ilişkiler uzmanları, iktisatçılar, eğitimciler gibi uzmanlar) bu sürecin dışına itilmesine yol açmaktadır. Dolayısıyla konu, sadece güvenlik uzmanlarına, hatta sahada faaliyet gösteren güvenlik birimlerine terk edilmektedir” (Laçiner, 2008: 10). Yukarıda sayılan unsurların da dikkate alınmasıyla iletişim odaklı bütünleştirici çalışmaların gerçekleştirilmesi mücadelenin başarısı açısından bir gerekliliktir. 

Terörle mücadelede yasalar ve askeri operasyonlar, mevcut ve anlık terör eylemlerini çözmeye yönelik rol oynamaktadır. Ancak terörün kaynağını ve iç dinamiğini yok etmede yetersizdir. 

Terörizmin önlenebilmesi ve potansiyel eylemlerin yok edilebilmesi için, ilk önce teröre yönelik algının değişmesi gerekmektedir. Algı değişimi ise, tutum ve davranış değişimini içermektedir. “Bir insanın belli bir yönde eyleme geçebilmesi için ön koşul; o insanın o yönde bir alternatifi n varlığını bilmesi ve bu bilgiyi algılamasıdır. Bu nedenle örneğin; bireyin belli bir ürünün tüketicisi, belli bir görüşün yanlısı durumuna getirilebilmesi için, konu ve içeriği hakkında iletilen bilgileri algılayabilmesi gerekir” (İnceoğlu, 1993: 41). Teröre karşı olumsuz 
tavır takınılması ve istenen yönde terör karşıtı davranış pratiklerinin oluşması için, terörün şiddet ve yıkımla özdeşleştirilmesi, demokratik bir hak arama ya da talep etme aracı olamayacağına yönelik bir algı düzeneğinin ve iknanın oluşturulması gerekli görülmektedir. Tutum ve algıların değişmesine yönelik hedef kitlenin ikna edilmesi de, iletişim disiplininin temel yapı taşını oluşturmak tadır. İletişimde tutum ve algıların değişmesi yoluyla istenen yönde 
davranışın ortaya çıkması, sosyal pazarlama teorisi ile ifade bulmaktadır. Sosyal pazarlama özü gereği, toplumun genelini ilgilendiren sorunlu bir konu ya da olgunun çözüme kavuşması ve böylelikle toplumsal iyinin elde edilmesi için maddi kârlılık gözetilmeden bir fikrin ya da davranış değişikliğinin benimse tilmesini içerdiğinden; bir sonraki başlık altında sosyal pazarlama 
teorisinin, terörle mücadelede neden ve nasıl kullanılacağına yer verilerek, terörle mücadelede iletişimden ve sosyal pazarlama disiplininden nasıl yararlanılacağı özgün stratejiler aracılığıyla açıklanmaya çalışılacaktır. 

4. Terörle Mücadelede Sosyal Pazarlama ve İletişim Stratejileri.,

Küreselleşme ile birlikte uluslararası boyut kazanan terör olgusu artık tüm dünya ülkelerini, kurum ve kişileri ilgilendiren bir sorun haline gelmiştir. Terörle mücadelede iletişimin kullanılması, ülkelerin kendilerini uluslararası kamuoyuna ifade etmelerini sağlama noktasında son derece önem taşımaktadır. Terörle mücadelede iletişim yöntemlerinden yararlanılması yoluyla, terörün sadece ortaya çıktığı ülkeye değil, aynı zamanda komşu ve dünya genelindeki tüm ülkelere de, terörün yol açtığı yıkımın anlatılabilmesi ve uluslararası kamu oyunun desteğinin sağlanması amaçlanmaktadır. Terörle mücadelede uluslararası işbirliğinin elde edilmesi ve sürekliliğinin sağlanması için çift yönlü işleyen sağlıklı ve etkin iletişime ihtiyaç duyulmaktadır. 

Bu bağlamda Çaycı, ulusal ve uluslararası tüm uyuşmazlıkların karşılıklı iletişim, 
konuşma, anlaşma, uzlaşma, hakemlik veya yargı yolu gibi barışçı yöntemlerle çözümlenmesi kültürünün, “temel insani değerler” kavramının esas altyapısı olarak milli eğitim düzenleri içerisinde yer almasının gerekliliğini vurgulamak tadır. İletişim sadece bir masa etrafında eşit statüde görüşmekten öte, doğrudan veya dolaylı tüm temas yöntemlerini kapsayan bir kavram olarak anlaşılmalıdır (Çakıcı, 2007: 64). Bu anlamıyla iletişimin terörle mücadele sürecinde de önemli rol oynayacağı, ayrıca, iletişimin sürekliliğinin ve etkinliğinin, sosyal pazarlama kampanyalarına entegre edilmesiyle artacağı düşünülmektedir. 

Sosyal pazarlamanın tamamen kamu yararı içeren bir fikrin ve davranışın benimsetilmesine hizmet etmesi söz konusu olduğundan, sosyal pazarlama yöntem ve ilkeleri terörle mücadelede etkili sonuçlar alınmasını sağlayabilecektir. 

Sosyal pazarlamanın terörle mücadelede nasıl kullanılacağı konusuna geçmeden 
önce bu kavramı açıklamaya geçecek olursak, sosyal pazarlamanın klasik pazarlama anlayışından farklılaşarak, bir mal ya da ürünün değil, bir fikrin ve davranış değişikliğinin pazarlanmasını ifade ettiğini belirtmemiz gerekir. Sosyal pazarlamayı “devletin, kâr amacı gütmeyen işletmelerin ve yardım derneklerinin toplumsal fayda sağlayacak bir fikri ve davranışı topluma benimsetmek amacıyla yaptıkları pazarlama uygulamaları” (McMahon, 2001: 77) Şeklinde tanımlaya biliriz. Sosyal pazarlamada amaç, kâr elde etmeyi düşünmeksizin genel anlamıyla tüm toplumun refahına odaklanan girişimlerde bulunmaktır. Bu çabalar daha çok kamu hizmeti görevi üstlenen kamu kurum ve kuruluşları, sivil toplum örgütleri gibi ortak toplumsal fayda amaçlı kurumların faaliyet alanına girmektedir. “Sosyal bir fikri topluma benimsetmek ve bu konuda olumlu davranış değişikliği yaratmak amacıyla düzenlenen pazarlama faaliyetleri 
sosyal pazarlama olarak adlandırılmaktadır. Sosyal pazarlamada kâr amacı yerine, sosyal amaç ve uzun vadeli toplum çıkarları ön plana çıkmaktadır” (Mucuk, 2001: 16). 

Bu tür sosyal amaçlar ve çıkarlar ihtiyaca bağlı olarak çeşitlilik göstermekte ve geniş bir yelpazede karşımıza çıkmaktadırlar. “Doğal çevrenin korunması, kızların okula gitmesi ve eğitilmesi, kırsal kesimdeki ekonomik gelişimin sağlanması gibi birtakım toplumsal sorunların çözümlenmesine hizmet eden çalışmalar sosyal pazarlama kapsamında geliştirilen programlara örnek olarak 
verilebilir” (Bayraktaroğlu ve İlter, 2007: 118). Sosyal pazarlamanın temel hedefi, sosyal pazarlama faaliyetine temel oluşturan sorunlu bir konuda hedef kitlelerin dikkatini çekmeye, söz konusu hedef kitleleri istenen yönde harekete geçirmek için gerekli olan tutum ve davranış değişikliğini yaratmaya ve bu değişiklikleri benimseyerek kalıcı hale getirmeye odaklanmaktadır. 

Bu kapsamda toplumun genelini ilgilendiren terörle mücadele çabalarının da, sosyal pazarlama evreni içerisinde kendine yer bulacağını söylemek mümkündür. 

Sosyal pazarlama, temel hedefl er doğrultusunda klasik pazarlamadan ayrılsa da, pazarlama ilkeleri çerçevesinde klasik pazarlama anlayışından farklılık göstermemektedir. Klasik pazarlamanın vazgeçilmez bileşenleri olan ve pazarlama karması olarak adlandırılan 4 P (ürün/product, fi yat/price, dağıtım/place ve tutundurma/promotion), sosyal pazarlamada 
da varlığını korumaktadır. Klasik pazarlamadaki ürün temelinde düşünürsek, toplumun yararı çerçevesinde geliştirilecek herhangi bir fikir ve bu fikrin eyleme dönüşmesi sonucu ortaya çıkan kamu yararı, sosyal pazarlamada ürün adıyla karşımıza çıkmaktadır. “Sosyal pazarlama ürünü fiziksel bir ürün olmak zorunda değildir. Sosyal pazarlama ürünleri dokunulabilir ürünlerden başlayıp sıralandığında; fiziksel ürünler (doğum kontrol hapı, prezervatif), hizmetler 
(sağlık muayenesi), uygulamalar (anne sütüyle beslenme, sağlıklı beslenme) ve dokunulamayan fikirlere (çevre koruma) kadar geniş bir yelpazede kendini göstermektedir” (Dinan ve Sargent, 2000: 5). Buna göre sosyal pazarlamada ürün kavramından, sadece somut karşılığı olan bir nesne anlaşılmamaktadır. 

Sosyal pazarlamada ürünün fiziksel (somut) bir ürün olmasından ziyade, tüm toplum için “iyi” olan sosyal bir fayda (soyut ürün) taşıması önemlidir. “Sosyal pazarlama uzmanlarının başarılı olabilmeleri için ürünün, tüketicilerin önemli bulduğu bir probleme çözüm olması veya tüketicilerin istekleri doğrultusunda bir yarar elde etmelerini sağlaması gerekmektedir” (Pfeiffer, 2004: 164). Sosyal pazarlamada dikkat çekmesi ve davranış değişikliği yaratması istenen ürünün, ilgili konuya çözüm sunuyor olması ve doğru uygulamalarla hedef kitlelere 
ulaşması stratejik noktalardan birini oluşturmaktadır. Sosyal pazarlamada terörle mücadele açısından düşünüldüğünde ürün, terörün ortadan kaldırıl masına yönelik bilinç düzeyi  ve terörden arındırılmış refah bir toplum düzeni olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Bununla beraber, ticari pazarlama için söz konusu olan ürünün üç boyutu, sosyal pazarlama açısından da geçerliliğini korumaktadır. “Sosyal pazarlamada ürün, ticari pazarlamada olduğu gibi çekirdek ürün, somut ürün, faydası arttırılmış ya da genişletilmiş ürün olmak üzere üç düzeyde incelenmektedir” (McCarthy ve Perrault, 1993: 254). 

Bu ürün türlerini sosyal pazarlama açısından tanımlayacak olursak, “çekirdek ürün, istenilen bir davranışın yaratacağı öz faydadır… Somut ürün, çekirdek ürünü çevreleyen özel bir davranıştır. Genişletilmiş ürün düzeyinde ise herhangi bir somut amaç ve hizmet için istenilen davranışın tanıtımı yapılır” (Argan, 2007: 60). Buna göre, bu çalışma kapsamında örnek verecek olursak, çekirdek ürün (fayda) terörün önlenmesi ve terör tehdidinden kurtulmuş bir ülkedir. Çekirdek 
ürün sosyal pazarlamada ulaşılmak istenen ana hedeftir. Sosyal pazarlama kampanyalarıyla hedef kitlede gerçek ürünün (davranış) ortaya çıkması beklenmektedir. Gerçek ürün (davranış) ise, terörü oluşturan nedenlerin ortadan kalkması için gerçekleştirilen terörle mücadele çalışmalarına (eğitim, bilgilendir me, bilinçlendirme vb.) olumlu yanıt ve destek vermektir. 

Genişletilmiş ürün (somut nesneler ya da hizmetler) ise, terörle etkin bir şekilde mücadele etmek için oluşturulan güvenlik birimleri ya da etkin politikalar ve uygulamalardır. Bu politika ve uygulamalar çekirdek ürüne ulaşılmasını amaçlayan aktörler (sivil toplum örgütleri, siyasetçiler, iletişim uzmanları, yerel yönetimler, medya vs.) tarafından planlanarak yürürlüğe konulan hizmet programlarını ve somut nesneleri kapsamaktadır. Sosyal pazarlama ekseninde ele alınan ürünün her üç boyutu, sonuç itibariyle bir tutum ve davranış değişikliği getirmekte ve toplumsal bir yarar üretmektedir. 

Sosyal pazarlamada fiyat, “hedef kitlenin belirli bir davranışı benimsemesi için ne vereceği (neye katlanacağı) anlamına gelir. Fiyat, geleneksel pazarlamada çoğunlukla para olarak değerlendirilir, fakat sosyal pazarlamada daha çok zaman, çaba ve eski alışkanlıklar gibi soyut veya manevi şeyleri ifade eder” (Weinreich, 1999: 11). Örneğin, “çevreye dost ürünler satın almanın parasal maliyeti vardır. Sigarayı bırakmanın ise psikolojik maliyetinin yanı sıra 
parasal maliyeti düşürme etkisi vardır” (Torlak, 2001: 50). Buradan yola çıkarak sosyal pazarlama içerisinde fiyatın, davranış değişikliğini benimsemek için maddi ve manevi maliyetler olduğunu söylemek mümkündür. Bu doğrultuda terörle mücadelenin manevi fiyatı terörü önlemeye yönelik atılacak adımlar, hazırlanacak askeri planlar ve devletin tüm kurum ve kuruluşları tarafından uygulanacak sosyal yapılanma çalışmalarıdır. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

Terörizmle Mücadelede Kırılma Noktaları ve Strateji Değişikliğinin Zamanlaması., BÖLÜM 2

Terörizmle Mücadelede Kırılma Noktaları ve Strateji Değişikliğinin Zamanlaması., BÖLÜM 2




Güvenlik Kuvveti Miktarı ve Kırılma Noktaları., 

Terörle mücadelede başarılı olmak için ne kadar güç kullanılması gerektiği konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır. Sömürgelerde ortaya çıkan iç ayaklanmalar ve Soğuk Savaş dönemindeki isyanlarda bu ihtiyaç asgari lüzumlu kuvvet olarak tanımlanmıştır. Yakın geçmişteki olaylar dikkate alınarak yapılan incelemelerde ise isyancı/terörist başına düşen güvenlik kuvveti miktarı, bölgedeki toplam nüfus ile güvenlik kuvveti karşılaştırması veya kilometre kareye düşen güvenlik personeli sayısı gibi faktörler dikkate alınmıştır. Sadece terörist sayısı ile güvenlik kuvvetleri sayısını karşılaştırmanın doğru olmadığı, halk desteğinin etkisini de dahil etmek için toplam nüfus ile karşılaştırmak gerektiği yönündeki görüşler daha fazla kabul görmektedir (Kozelka, 2008: 7). 

Bu çerçevede 1000 kişilik nüfusa karşılık 20-25 güvenlik personelinin, yerleşim yerlerinde görev yapacak polis miktarı için de her 1000 kişilik nüfusa karşılık 4 polisin asgari yeterli miktar olduğu belirtilmektedir (McGrath, 2006: 81-106). Kuvvet ihtiyacının tespiti sadece birkaç faktöre bakarak belirlenebilecek bir husus değildir. Bu husus daha detaylı bir inceleme konusu olabilecek 
niteliktedir. Örnek olarak verilen oranlar araştırmacıların kendi ana vatanları 
dışında yaşanmış olaylar dikkate alınarak tespit edilmiştir. Türkiye’nin yaşadığı 
tecrübeler farklıdır. Her şeyden önce hudut güvenliğinin sağlanması için ayrılacak güvenlik kuvveti miktarı önemli bir yer tutmaktadır. PKK terörünün kırsal ağırlıklı, bölge arazisinin sarp ve ulaşımın yetersiz olması, alan kontrolü için gerekli karakol ve sabit üs miktarının fazlalığı, bu üslerde kendi kendine yeterli olacak sayıda personel bulundurma zorunluluğu güvenlik gücü ihtiyacını da artırmıştır. 

Aşağıdaki grafik (Şekil 3.) ülkemizin yaşadığı tecrübede gücün etkisinin çok 
önemli bir faktör olduğunu göstermektedir. 


Şekil 3.Güvenlik güçleri miktarı, ele geçen ve teslim olan terörist sayısı karşılaştırması.,

Olayların başlangıcından itibaren uzun süre aynı miktarda güvenlik kuvveti 
ile yürütülen mücadelede görev alan unsurların sayısı 1991-1994 yılları arasında iki katına çıkarılmış ve bu yıllar terörle mücadelede en fazla insan kaybının yaşandığı dönem olmuştur. PKK kuruluş aşamasında benimsediği strateji ile 1991 yılında devrimci halk savaşında üçüncü safhaya geçmeyi (Halk ayaklanmaları ile kurtarılmış bölgeler oluşturulması) öngördüğünden olayların yoğunluğunu artırmıştır. 

Bu eylemlerle elde edeceği kazançların yaşayacağı kayıplardan daha fazla 
olacağını düşündüğü için insan zayiatındaki artışı göze almıştır. Çatışmalarda yaşanan can kayıpları ve şiddetten zarar görenlerin yaşadığı acılar örgüt üyeleri ve destekçileri arasındaki bağların güçlendirilmesi, şehitlik kavramının yüceltilmesi, intikam duygusunun yüksek tutulması ve bütün bunların bir kurtuluş mücadelesi olduğu yönünde algı yaratılması için PKK tarafından kullanılmıştır. Bu gelişmelere rağmen 1994 yılı askeri açıdan örgüt adına bir hezimet ve kırılma yılıdır. Bundan sonra örgüt teoride öngörülen askeri zafer kazanma hedefini bırakmış, siyasi alandaki çalışmalara ağırlık vermiştir. Silahlı unsurları ise bu çalışmaları desteklemek ve pazarlık gücünü yüksek tutmak için muhafaza etmiştir. Bu değişimin iyi analiz edilebildiğini söylemek güçtür. Doğrudan mücadelenin uygulama aracı olan güvenlik kuvvetlerinin kullanımında alan kontrolüne geçmek gibi taktik ve strateji değişiklikleri yapılmış olmasına rağmen dolaylı mücadele kapsamında uygulanabilecek reform niteliğinde bir değişiklik yapılmamıştır. 

1996 yılında kolluk güçlerine ilave olarak Silahlı Kuvvetlerin diğer birliklerinin 
de teröristle mücadelede görevlendirilmesi ile sahadaki kuvvet miktarı ezici bir 
şekilde artmıştır. Şekil.3’ de sadece Silahlı Kuvvetlerin Jandarma ve Kara Kuvvetleri unsurlarına rakamsal olarak yer verilmiştir. Aynı dönemde Hava Kuvvetlerinin terörle mücadeleye aktif desteği de artmıştır. 1997 Yılından itibaren PKK.nın yurt dışı kamplarına yapılan yoğun hava harekatları örgüt mensuplarının kalabalık olarak barındığı yerlerde daha küçük unsurlara ayrılmasına neden olmuş, bunun sonucunda barınma, eğitim, komuta kontrol ve lojistik desteğin sağlanmasında güçlükler yaşanmış, yeni elemanların katılımını önlemede caydırıcı bir faktör olmuştur. 

Sahadaki güç miktarı artmış olmasına karşılık güvenlik kuvvetlerinin verdiği 
kayıpların azalması, ele geçen terörist miktarının artması ve kendi inisiyatifleri 
ile eylem yapma yeteneklerinin azalması terörle mücadelede bir dönüm noktasını işaret etmektedir. Bu dönemde terör örgütü tarafından ilan edilen sözde ateşkesin en önemli nedeni kaybedilen güç ve prestijdir. Dünyadaki diğer örnekler incelendiğinde terör örgütlerinin ortalama 10-15 yıl aktif mücadele verebildiği başarılı olamazsa çöküşe geçtiklerine yönelik tespitler bulunmaktadır. 

Bunu doğrular şekilde PKK yöneticileri de 1994-95 yıllarında sonuç almayı 
planladıklarını açıklamışlardır. 

    Kamu düzeni sağlandıktan sonra asker yerine kolluk güçlerinin görünürlüğünün artırılması ve sorumluluğun devir alınması dikkat edilmesi gereken önemli bir husustur. 

   Örgütün çöküşe geçtiği bir dönemde güvenlik kuvvetlerinin miktarının 
artırılması, doğrudan mücadele döneminde getirilen sınırlayıcı tedbirlerin 
devam etmesine neden olduğundan halkın yaşamı olumsuz etkilenmiş, bu durum örgüt tarafından siyasi tabanını genişletmede istismar edilmiştir. 

Bölgeye yönelik mahalli ve genel seçim sonuçlarına göz atıldığında desteğin nasıl arttığını gözlemlemek mümkündür. Ayrıca kullanılan kuvvet miktarı ile teröristlerin etkisiz hale getirilmesinde sağlanan sayısal başarı güç ile orantılı değildir. 

1996 Yılında yapılan değişikliğin olumlu yanlarından birisi yoğun çatışmaların yaşandığı dönemde kolluk kuvvetlerinin yıpranan imajının diğer bir askeri unsur ile değiştirilmiş olmasıdır. 

PKK terörü ile yürütülen uzun soluklu mücadelede güç kullanımı ve buna 
bağlı dönüm noktalarının irdelendiği bu bölümün sonunda ilk yıllarda yığınakta 
yapılan hatanın günümüzdeki etkilerine tekrar değinilecektir. Olayların başlangıcından 1994 yılına kadar mücadele ağırlıklı olarak kolluk güçleri ile yürütülmüş, ihtiyaca göre Kara Kuvvetleri unsurları kolluk güçlerini takviye etmiştir. Terör olayları bir asayiş sorunu olduğundan öncelikle polis, jandarma gibi kolluk güçlerinin kullanılması doğru bir yaklaşımdır. 1996 Yılında Silahlı Kuvvetler unsurları doğrudan sorumluluk almıştır. Takviye olarak birlik göndermekle asli sorumlu unsur olarak görev almak oldukça farklıdır. Çünkü eğitim, teşkilatlanma, silah, malzeme temini ve mücadeleye yönelik bilgi alt yapısının sağlanması Silahlı Kuvvetler için önceliklerin değiştirilmesi gereken, zaman alıcı bir faaliyettir. Bu nedenle Silahlı Kuvvetlere daha önceki bir zaman diliminde, örneğin Birinci Körfez Savaşı öncesi veya hemen sonrasında sorum luluk verilmiş olsa örgütün çöküşü ve terörün sonlandırılması hızlandırılmış olur mu idi sorusu düşünülmeye değer bir konudur. 

Çünkü kullanılacak kuvvet kadar zamanlaması da önemlidir. Bu kuvvetin hangi 
safhada nasıl kullanılacağına hükümet ve parlamento karar verir (Özcan, 2010). 

Çatışmaların süresi uzadıkça yaşanan kayıplar ve acılardan dolayı kin, düşmanlık ve bunlarla bağlantılı toplumun ayrışması artacağı için barışın sağlanması da zorlaşmaktadır. Mason (2007: 79), çatışmaların uzaması durumunda her iki tarafın da kesin zafer elde etme ihtimalinin azalacağına dikkat çeker. 

Buna göre: 

“Eğer isyancılar kazanırsa genellikle oldukça erken bir zamanda kazanırlar. 
Eğer hükümet güçleri kazanırsa benzer şekilde onlarda erken bir zamanda 
kazanırlar çünkü isyancılar örgütlü askeri bir güce sahip olan devletin gözü 
ve baskısı altında, kendilerinden çok daha kuvvetli bir otoriteye karşı savaşacak 
yetenek geliştirmek zorunda olduklarından bu dönemde dezavantajlı 
durumdadırlar”(Mason 2007: 79). 

Bu varsayımdan hareketle terörün 1990’lı yıllarda bitirilmiş olması halinde 
sağlanabilecek pek çok kazanımdan bir kaçı aşağıda belirtilmiştir. 

• Demokrasinin geliştirilmesi ve sağlamlaştırılmasında daha cesaretli adımlar 
atılabilir veTürkiye bölgesine örnek olabilirdi. 
• Güvenliğe yapılacak harcamalardan yapılacak tasarruflar ve sağlanacak güvenlik ortamında özel sektörün gerçekleştireceği yatırımlarla daha dengeli 
bölgesel kalkınma sağlanabilirdi. 
• Soğuk savaşın sonunda batılı ülkelerin fazlası ile yararlandığı barışın hisselerine düşen payından (peace dividend) Türkiye de yararlanabilirdi. 
• Asker sivil ilişkileri demokratik standartlara göre düzenlenebilirdi. 
• Silahlı kuvvetlerin reorganizasyonu daha erken yapılabilirdi. 
Terörün daha erken bir zamanda sonlandırılmasının getireceği kazanımlar yanında olumsuz yönleri de olabileceği unutulmamalıdır. 1999 Yılından sonra yaşanan dönemde görüldüğü gibi güvenlik alanında erkenden sağlanacak mutlak başarı sonucunda sorunun temel nedenlerinin göz ardı edilme ihtimali de yüksek olabilir, bu durum bittiği zannedilen terörün uygun koşullar oluştuğunda tekrar ortaya çıkma nedeni olarak kullanılabilirdi. 

Dönüm noktası tanımında da değinildiği gibi olayların üzerinden zaman geçtikten sonra bu değerlendirmeleri yapmak daha kolay ancak yaşandığı dönemlerde tespit etmek zordur. Bu nedenle terörizmle mücadelede siyasi ve sosyal analizler kadar dönüm noktalarının tayininde bir karar destek vasıtası olarak analitik yaklaşımlardan da yararlanılmalıdır. 2000 ’li Yıllarda güvenlik kuvvetlerinin miktarı önemli ölçüde azaltılmış olmasına rağmen bölgede devlet otoritesinin görünürlüğü ve kanun hakimiyeti arttığından bu tarihten itibaren dolaylı mücadele kapsamında yapılacak değişikliklerin güvenlik kuvvetlerinin varlığı ile desteklenmesi ve kalıcı olma şansı artmıştır. Ancak aşağıdaki tabloya bakıldığında bu fırsatın değerlendirilemediği görülmektedir. 

Dolaylı Mücadele İçin Uygulanan Tedbirler 

Dolaylı mücadele kapsamında güvenlik tedbirlerine paralel olarak uygulamaya 
konulan diğer tedbirler (Tablo 1.) incelendiğinde yine güvenlik kuvvetlerinin ihtiyacı olan düzenlemelerin ön plana çıktığı görülmektedir 



Tablo 1.Terörizmle Dolaylı Mücadele Kapsamında Uygulanan Bazı Tedbirler. 

Yıllar Önemli Değişiklikler.,

1983 Devlet Güvenlik Mahkemelerinin (DGM) Kurulması 
1985 Geçici Köy Koruculuğu Kanunu, İlk pişmanlık yasası kabulü 
1987 Sıkıyönetimin kaldırılması OHAL ilanı, OHAL valiliği ve 
Jandarma Asayiş Komutanlığını kurulması 
1988 İkinci pişmanlık yasası 
1990 Üçüncü pişmanlık yasası, OHAL yetkilerinin genişletilmesi 
1991 Terörle Mücadele Kanunun (TMK) kabul edilmesi 
1992 Dördüncü pişmanlık yasası, bölgedeki diğer valilere de OHAL yetkilerinin verilmesi 
1993 HEP’nin kapatılması, HADEP’nin kurulması, Polis Özel Harekat birliklerinin kurulması 
1995 Beşinci pişmanlık yasası 
1997 DEHAP’ın kurulması, Terörle Mücadele Yüksek Kurulu teşkili 
1999 Altıncı pişmanlık kanunu 
2000 Yedinci pişmanlık kanunu 
2001 TRT’de ve günlük yaşamda Kürtçe vediğer lehçelerin kullanımının serbest bırakılması 
2002 OHAL’in kaldırılması, Kürtçe kurs açılması, Radyo veTV.lerde dil yasağının kaldırılması 
2003 HADEP’in kapatılması, DEHAP’ın kurulması, TMK 8nci maddenin değiştirilmesi 
2004 Nüfus kanunu değişikliği, Kürtçe isim koyma ve farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesinin serbest bırakılması 
2005 DEHAP’ın kapatılması, DTP’nin kurulması 
2009 DTP’nin kapatılması, TRT-6 Kürtçe yayın başlatılması, Demokratik açılım programı, 
        Yayla yasaklarının kaldırılması,İnsan hakları izleme kurulu, Cezaevlerinde Kürtçe konuşma yasağının kaldırılması, RTÜK Yönetmeliğinde değişiklik yapılması 
2010 Kamu düzeni müsteşarlığı kurulması, Seçimlerde Kürtçe propagandanın serbest bırakılması, Taş atan çocuklar yasası 
2014 Demokratikleşme paketi, Anadilde eğitim, köy isimleri değişikliği, partilere seçim yardımı, Yargı reformu, TRT kanunu değişikliği 

Tabloda yer verilen tedbirler bu konudaki uygulamaların tamamı olmas da 
önemli olanları kapsamaktadır. Bunlara ilaveler yapılabilir. Ancak görünen odur 
ki ilk yıllarda güvenliği sağlamak için ihtiyaç duyulan idari ve hukuki düzenlemelere ağırlık verilmiş, 2000 ’li yıllarda bunların yanında siyasi ve hukuki tedbirler de uygulamaya konulmuştur. Söz konusu uygulamaların bütün tedbirler dikkate alınarak eş güdüm içerisinde ve fırsat penceresi olarak tanımlanabilecek dönemlerde yapıldığını söylemek zordur. Çünkü bakanlıklar arası terörizmle mücadele faaliyetlerinde koordinasyonu sağlayacak daimi bir teşkilat merkezi idare seviyesinde kurulmamıştır. 1997 Yılında faaliyete geçirilen Terörle Mücadele Yüksek Kurulu ise belirli aralıklarla toplanan bir koordinasyon kurulu niteliğindedir. Mevcut uygulamalara göre bir konuda kanun teklifi hazırlanması ve yasalaşması öncelikle ilgili bakanlık bürokrasisi ve meclisteki komisyonun çalışmaları ile hayata geçirilmektedir. Mecliste Terörle Mücadele Komisyonu da oluşturulmamıştır. Her bakanlığın önceliği ve terörle mücadeledeki rolü farklı olduğundan ihtiyaçların bir bütün olarak ele alınması çoğu zaman mümkün olmamıştır. Güvenlik gerekçeleri ile bazı bakanlıkların karar alıcı bürokrat ve siyasetçileri de bölgeye ziyaretlerini sınırlandırdık ları için gerçek durumu ve ihtiyaçları değerlendirmekten uzak kalmışlar dır. 
Ülkenin bütünü için hazırlanan düzenlemeler bölge ihtiyaçları karşısında 
yetersiz kalmış ya da beklenen etkiyi yaratmamıştır. OHAL Valiliği kaldırıldıktan 
sonra terör bölgesinde görev yapan mülki idarecilerin yetkileri oldukça 
kısıtlanmış ve bölgenin gerektirdiği ihtiyaca göre inisiyatif kullanamaz duruma 
gelmişlerdir. Kanunların içeriği, detayları ve dili konusunda var olan genel şikayetler bölgedeki idareciler açısından daha büyük problemler yaratmıştır. 

Tablo 1.’de yer alan düzenlemeler incelendiğinde başlangıçta olaylara sadece 
güvenlik penceresinden bakıldığı, sorunun kaynağı venasıl çözülebileceğine dair 
değerlendirmelerin eksik yapıldığı görülmektedir. Sıkıyönetimden sonra 1987 yılında OHAL ilanı ve Bölge Valiliği teşkili ile bir an önce asayiş ve kamu düzenin 
sağlanması hedeflenmiştir. İsimleri farklı olsa da yapılan düzenlemelerin birçoğu 
geçmişte devletin asayişi sağlamak için uyguladığı tedbirlerin benzeridir. Son olayın diğerlerinden en önemli farkı 30 yılı aşkın bir süredir sonlandırılmamış olmasıdır. 

Aslında demokrasi ile yönetilen ve benzer sorunları 20 yıldan fazla yaşayan ülkelerin çoğunda terörizmle mücadeleden devletlerin galip çıktığı görülmüştür. (Connable ve Libincki’in (2010: 153) tespitlerine göre: 

“Teröristler, çatışmaların uzaması ile halktan aldıkları desteğin azalması, 
başlangıçta ilan ettikleri hedeflerinden sapmaları, şiddeti acımasızca kullanıp 
halkı bıktırmaları ya da hükümetlerin çeşitli alanlarda reform yaparak 
kozlarını ellerinden almış olmalarından dolayı mücadeleyi kaybetmişlerdir.” 

Bu değerlendirme ışığında PKK ile mücadelede; yapılması gereken düzenlemelerin zamana yayılarak geciktirilmesi, çok uzun süre halkın günlük yaşamını olumsuz etkilemesine rağmen güvenlik tedbirlerinin değişiklik yapılmadan uygulanması, teröristler aleyhine olabilecek bir süreci neredeyse tersine çevirmiştir denebilir. 

Karar vericilerin ihtiyatlı yaklaşımı ve yaşanan gecikmede şu değerlendirmenin 
de etkili olabileceği gözden kaçırılmamalıdır. 

“Başlangıçta küçük de olsa yapılan reformlar daha sonra yapılacak hızlı ve 
radikal reformlardan daha önemlidir. Ancak bu durum henüz demokratikleşmeyi 
tamamlamamış ülkelerde kumar oynamak gibidir. Bazen temel haklar 
ve bazı siyasi isteklerin yerine getirilmesi stratejik seviyede dezavantajyaratabilir. 

   Örneğin basın, konuşma ve toplantı hürriyetini genişletme 
temel bir hak isteğidir fakat bunlar kolaylıkla kitle gösterilerine dönüşebilir 
ve terörle mücadeleyi olumsuz etkileyebilir.” (Connable ve Libincki, 
2010:79 ) 

Bu nedenle daha önce verilen bazı haklar bir müddet sonra daraltıldığında 
terör örgütünün istismarına açık bir alan yaratılmış olmaktadır. Zaman içerisinde değişiklikler yapılsa bile demokratikleşme çabalarının sürdürülmesi yine de en iyi çözüm ve terörün panzehiridir. Ancak can güvenliği ve yaşam hakkını vatandaşları için sağlayamayan devletlerin diğer tedbirlerle başarıya ulaşması da mümkün değildir. 

TSK ve bir bütün olarak güvenlik güçleri terörle mücadelede kendilerine verilen 
görevi başarı ile yerine getirmiş ve bazı dönemlerde örgütün silahlı gücünü 
büyük ölçüde etkisiz kılmıştır. PKK terör örgütü içerde kaybettiği gücünü, Birinci 
Körfez Savaşı, Kuzey Irak’ta uçuşa yasak bölge uygulaması, Kuzey Irak’ta gönüllü veya sessiz bir destekle barınma ve yaşam alanları elde etmesi, İkinci Körfez Savaşı ve sonrasında yaşanan kaotik ortam gibi dış gelişmelerden yararlanarak yeniden tesis etmekte başarılı olmuştur. 

Bu gelişmeler örgütün ömrünü uzatmış, geçen sürede tabanını sağlamlaştırmış, 
hem yurt içi hem de yurt dışında daha fazla siyasi bir figür haline gelmiştir. Devletlerin mutlak üstünlüğü ile sonuçlanan dünyadaki diğer örneklere bakıldığında terörün sonlandırılması için müzakere yapılması, genel af ilanı, yasa dışı örgütlerin siyasi hayata katılmasına izin verilmesi veya bölgesel reformların gerçekleştirilmesi gibi bir çok düzenlemenin hükümet inisiyatifi ile hayata geçirildiği görülmektedir. ( Sri Lanka ve Tamil örneğinde olduğu gibi) Çünkü terörü yaratan nedenlerde bir iyileştirme yapılmadığı zaman uygun koşullar oluştuğunda tekrar ortaya çıkma ihtimali vardır. Bu durumda mutlak zafer de göreceli bir başarıya dönüşmektedir. 

Söz konusu değişiklikler terör örgütünün çöküşünü müteakip hükümet inisiyatifi 
ile yapıldığında en önemli faktör psikolojik üstünlüktür. 

Bu durumda kamuoyunun yapılan değişiklikleri benimsemesi ve örgütün isteklerinin sınırlandırılması ihtimali daha yüksek olacaktır. 

Sonuç 

Sonuç olarak terörizmle mücadelede uygulanacak strateji, bu kapsamda hangi 
araçların ne zaman, hangi sıklıkla uygulamaya konulacağı siyasi bir tercihtir. Terör örgütleri açısından amaç, terörü bir araç olarak kullanarak “çatışmanın bedelleri karşısında devletin dayanma iradesini adım adım yok etmek, hareketin gelişmesini sağlamak, sonuçta çatışmaların çoğunu kaybetse de savaşı kazanmaktır. 
Bu tür bir anlayış karşısında en önemli husus devletin gücünü kullanma iradesi 
ve bu gücün yetenekleri ile ilgilidir. 
Hiçbir isyancı/devrimci hareket devletin güvenlik güçleri istekli ve mücadeleyi 
sürdürebilecek yetenekte olduğu sürece başarıya ulaşamaz. Ancak devletin güvenlik güçleri başka seçeneklerin bulunduğu bir ortamda silahlarını kullanma 
arzusunu sorgulamaya başladıklarında isyancıların/devrimcilerin 
kazanma günü gelebilir.” (Romano , 2010: 243) 

Son dönemde özellikle 2012 yılından sonra çözümün olgunlaştığı varsayımından 
hareketle PKK terörünü sonlandırmak için dolaylı mücadele yolu seçilmiş ve 
siyasi bir tercih yapılmıştır. Devlet bu yaklaşımla silahlı gücünü kullanma iradesini gönüllü olarak bir müddet askıya almıştır. Uygulanan yöntemler ve zamanlama konusundaki tartışmalar bir tarafa bırakılacak olursa yaşanan gelişmeler sonucunda artık macun tüpten çıkmıştır. Örgüt ve siyasi uzantıları tarafından öne sürülen hususlar kabul edilmese bile kazanç hanesine yazılacak ve talep çıtası daha yükseklere çıkarılmak istenecektir. 

Halk arasında destekçileri olan ve geniş kitleleri etkileyebilme yeteneğine sahip 
bir terör örgütü ve onun yarattığı terörizmle mücadele stratejisi ve uygulama planları hazırlanırken şu husus daima göz önünde bulundurulmalıdır. “Terörizme karşı başarılı olabilmek için topluma ve mevcut rejime yönelik asıl tehdidin öncelikle teröristlerin silahlı unsurlarından değil terör örgütünün ideolojisi ve toplumda istismar ettiği konulardan geldiği dikkate alınmalıdır. Şüphesiz terör örgütünün silahlı unsurları ortadan kaldırılmalıdır ancak bu gerçek tehlikenin ortadan kalktığı anlamına gelmez. Terör örgütünün siyasi istekleri ve niyetini dikkate almayan hiçbir strateji terörle mücadelede başarılı olamaz. Başarı için güvenlik tedbirlerinin alınması gereklidir fakat tek başına yeterli değildir (US Army FM 100-20). 

Not;

Bu Tanımlamanın Çinli bir general tarafından yapıldığı yönünde bilgiler de mevcuttur. 

Kaynakça 

British Army Field ManuelVolume 1 Part 10, October (2009). 

Connable B. ve Libicki Martin C. (2010). How Insurgencies Ends.National Defense Research Institute. 

Erdoğan İ. (2003). Terörle Mücadele Stratejileri Bağlamında “Müzakere”Türkiye Örneği, Akademik İncelemeler Dergisi, 8 (2). 

Galula, D. (2006). Counterinsurgency Warfare,Theory and Practice. Preager Security International. 

Guide to the Analysis of Insurgency(2012). US Government Publication. 

Kozelka Glen E.(Maj.). (2008). Boots on the Ground; A Historical and Contemporary Analysis of Force Levels for 
Counterinsurgency Operations, School of Advanced Military Studies. 

Mason David T.(2007).Sustaining the PeaceAfter Civil War.Strategic Studies Institute. 

McGrath John J. (2006). Boots on the Ground, Troop Density in Contingency Operations. Combat Studies Institute Press. 

Özcan Nihat A. (3 Temmuz 2010). Kanlı Terörle Yüzleşme, Yeniçağ Gazetesi. 

Romano, D., (2010). Kürt Milliyetçiliği.Vate Yayınevi. 

US Army FM 100-20 Military Operations in Low Intensity Conflict, Appendix-D, Chapter-2. 

Ünal M.C. (2011). The Basics of Terrorism and Counterterrorism. Routledge Handbook of Criminology. 


***

Terörizmle Mücadelede Kırılma Noktaları ve Strateji Değişikliğinin Zamanlaması., BÖLÜM 1

Terörizmle Mücadelede Kırılma Noktaları ve Strateji Değişikliğinin Zamanlaması., BÖLÜM 1 




Terörizmle Mücadelede 
Kırılma Noktaları ve Strateji 
Değişikliğinin Zamanlaması 
Nazım ALTINTAŞ* 
* (E) Korgeneral, nazimaltintas@yahoo.com 
Makalenin GelişTarihi: 05.01.2015 Kabul Tarihi: 28.03.2015 
Millî Güvenlik ve Askerî Bilimler İlkbahar 2015 • Cilt: 2 • Sayı: 6 

Özet; 

Terörizmle mücadele stratejilerinde koşullara bağlı olarak değişiklik yapılabilir ancak değişen stratejinin başarılı olması için zamanlama kritik bir faktördür. Mücadelenin kırılma noktaları zamanında teşhis edilebilirse bundan sonra ortaya çıkacak fırsat penceresi değişen stratejilerin uygulama araçları için uygun zemin yaratabilir. Zamanında yapılmayan değişiklikler terör örgütünün ömrü ve mücadelenin uzamasına, örgütün isteklerinin artmasına neden olmaktadır. Makalede, PKK terör örgütü ile yürütülen mücadele örneğinde bu konu incelenmiştir. Kırılma noktaları zamanında tespit edilemediği için strateji değişikliğinde kaçırılan fırsatlar üzerinde durulmaktadır.. 

Giriş 

Terör örgütlerinin özelliğine ve ülkelerin tercihlerine göre terörizmle mücadele 
stratejileri de değişkenlik göstermektedir. Stratejiler şartlara göre değiştiğinden bu değişikliğin zamanlaması karar vericiler için en zor konulardan birisidir. Bu yazının amacı terörizmle mücadele stratejilerinin irdelenmesinden çok strateji değişikliklerin zamanlamasını PKK terör örgütü ile yürütülen mücadele örneği ile incelemektir. 

Bu nedenle başlangıçta terörizmle mücadele stratejilerine genel hatları ile 
değinilmiş, ikinci bölümde Türkiye’nin PKK ile mücadelesinde strateji değişikliği 
yapılabilecek fırsat pencerelerinin zamanlaması üzerinde durulmuştur. 

Terörizmle Mücadele Stratejilerine Genel Bakış 

Terör örgütlerinin çoğu şiddete başvurmayı bir yöntem olarak seçtiğinden buna 
karşı devletler de tepkisel bir yaklaşımla teröristlere karşı güç kullanarak mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Ancak bu gücün kullanım şeklive alınan önleyici tedbirlerin şiddeti tercih edilen mücadele stratejisine göre değişmekte dir. Teröre karşı devletlerin uyguladığı tedbirler; terörist odaklı yöntemler, halkın güvenini kazanma ve güvenliğini sağlamaya öncelik veren tedbirler veya üçüncü bir yol olarak hem teröristleri hem de onların destekçilerini cezalandırma odaklı stratejileri kapsamaktadır (Guide to the Analysis of Insurgency, 2012: 22). 

Tarihsel süreçte “teröristle mücadeleden terörizmle mücadeleye doğru evrim geçiren stratejiler içerisinde müzakere yönteminin son zamanlarda gelişen bir mücadele stratejisi” (Erdoğan, 2003: 347) olabileceği yönünde tartışmalar olmakla birlikte, müzakere başlı başına bir strateji değil topyekun mücadele içerisinde siyasi açıdan alınacak tedbirlerin bir uygulama aracı olarak görülmelidir. 

Daha geniş bir bakış açısı ile teröre karşı devletlerin uyguladığı her türlü karşı 
tedbiri içeren mücadele yöntemleri genel olarak iki kategoriye ayrılmaktadır. 

Buna göre: 

Terörün karakteri ve çevre koşulları farklı olduğundan her ülkeye uyarlanabilecek standart stratejilerden bahsetmek zordur ancak devletlerin uyguladığı tedbirler ya bastırmak için caydırıcı güç kullanımını, ya da sosyal 
reformlar yaparak, istihbarat ve diplomasiyi kullanarak veya müzakere ederek 
yumuşak güç kullanımını kapsamaktadır. Bunlara aktif ve pasif yöntemler 
adı verildiği gibi, dolaylı veya doğrudan güç kullanımı adı da verilmektedir. Güvenlikçi önlemlerin tercih edildiği birinci yöntemin hedefi olayları olmadan önlemek veya caydırmak, ikinci yöntemin hedefi ise örgüt sempatizanı veya tarafsız kalmaya çalışan kitlelerin sağladığı psikolojik desteği kesmektir. 

Caydırıcı güç kullanımını benimseyen mücadele yöntemlerinin uzun süre kullanılması hem güvenlik kuvvetlerinin hem de devletin meşruluğunu tartışmalı hale getireceğinden hükümetler için yıpratıcı olabilmektedir. Hem toplum hem de teröristler açısından karşı tedbirlerin ölçülü ve hukuk çerçevesinde kalarak uygulanması daha etkili olmaktadır. (Ünal, 2011: 274) 

O halde bu yöntemlerden hangisine ne zaman ağırlık verileceği stratejik bir 
karar ve siyasi bir tercihtir. 

Terörizmle Mücadelede Uygulama Araçlarının Önceliği 

Galula’ya göre terör örgütlerinin bir yöntem olarak kullandığı “devrimci halk 
savaşı %20 askeri, %80 siyasi bir eylemdir” (Galula, 2006: 63). Bu görüşten hareketle söz konusu stratejiyi benimseyen terör örgütlerine karşı alınacak tedbirlerin önceliklerini belirlemede benzer bir yaklaşımın göz önünde bulundurulması gerektiği sonucu çıkarılabilir. Uzun süre devam eden terör eylemleri ve buna karşı yürütülen mücadelede dönemlere ve siyasi tercihlere göre uygulama araçlarından bazıları ön plana çıkmaktadır. Terör eylemlerinin şiddetinin arttığı ve güvenlik kuvvetlerinin de buna karşı yoğun operasyonlar yürüttüğü dönem, güç kullanımını ön plana çıkardığı için doğrudan mücadele, diğer uygulamaların ağırlık kazandığı dönem ise dolaylı mücadele dönemi olarak adlandırılmaktadır (British Army Field Manuel, 2009: 1-12). Terör olaylarının şiddeti ile uygulanacak strateji ve kullanılacak araçların önceliği Şekil 1.’de grafik olarak gösterilmiştir. 




Şekil 1.Terörizmle Mücadelede Uygulama Araçları İçin Fırsat Pencereleri. 

Doğrudan mücadele dönemi teröristlerin kendi inisiyatifleri ile eylem yapma 
yeteneklerinin bulunduğu, yoğun olarak güvenlik tedbirlerinin alındığı dönemdir. 
Bu dönemde güvenliğin süratle sağlanabilmesi için sıkıyönetim, olağanüstü hal 
ilanı, terörle mücadele için özel kanunlar yapılması, var olan cezaların artırılması, bireysel ve toplumsal özgürlüklerin kısıtlanması, yargılamanın kolaylaştırılması, özel mahkemelerin kurulması, bazı yayınlara yasaklama getirilmesi, yollarda arama ve kontrol tedbirlerinin artırılması gibi yasaklayıcı tedbirlere öncelik verilmesi kaçınılmazdır. 

Bu tedbirlerin hepsi veya bir kısmı ihtiyaca göre hayata geçirilebilir. 
Demokratik bir düzende arzu edilmeyen bu uygulamalar güvenlik söz konusu olduğunda toplum tarafından fazla eleştirilmeyebilir. 

Söz konusu tedbirlerin içeriği ve önceliklerin tespitinde belirleyici olan husus 
terör eylemlerinin sıklığı ve toplumda hissedilen şiddet algısının derecesidir. Terör örgütleri belirli bir güce ulaşıp inisiyatifi ele geçirdiğinde eylem yeri, zamanı ve şeklini seçme üstünlüğüne de sahip olmaktadırlar. Güvenlik güçleri bu eylemleri önlemek için operasyonları arttırdığı zaman gücün doğrudan kullanımına yönelik stratejiler ön plana çıktığından diğer tedbirlerin önceliği ikinci plana düşmektedir. 

Bu aşamada siyasi, idari, ekonomik, sosyal, kültürel vb. alanlarda reform niteliğinde değişiklikler yapılması yararlı olmayacaktır. Çünkü terör örgütü kazanma ümidinin arttığı bir zamanda bu değişiklikleri yetersiz bulacak, kamuoyu ise bunları baskı altında alınan kararlar olarak göreceğinden şiddete boyun eğme ve teröristlerin isteklerine taviz verme şeklinde algılayacaktır. 

Bu dönemlerde yumuşak güç kullanımı kapsamındaki tedbirlere öncelik verilmesi sanki terörizm kazanıyormuş izlenimi vereceğinden riskli bir tercih olacaktır. Tarihi örnekler incelendiğinde terör örgütleri, bu değişiklikleri eylemlere karşılık alınmış bir hak olduğunu iddia etmiş ve daha fazlasını talep etmişler, eylemlerini haklı göstermek için de bu kazanımları propaganda aracı olarak kullanma eğiliminde olmuşlardır. Bu nedenle şiddetin çok arttığı, gündemin her gün terör olayları ile meşgul edildiği dönemlerde faaliyetlerin önceliği güvenlik tedbirlerin de olmak durumundadır. Çünkü güvenlik kuvvetlerinin aldığı tedbirler diğer alanlarda gerçekleştirilecek uygulamaların da güvencesidir. İdari, ekonomik ve siyasi alanlarda alınan kararlar terör örgütünün tehditleri nedeni ile uzun süre yaşatılamaz ise etkileri de ortadan kalkmaktadır. 

Bu dönemlerde öncelikli konu güvenlik ve vatandaşların yaşam hakkının 
sağlanması olduğundan diğer alanlarda alınan tedbirler günlük hayata hemen yansımayacak ve çoğu zaman kişisel haklar, özgürlükler ve güvenlik arasındaki dengede güvenlik yönü ağır basan düzenlemeler ön plana çıkmaktadır. 

Bu dönemde çıkarılan kanunlar ve yapılan idari düzenlemeler çoğunlukla terör olaylarına ve istismar edilen konulara reaksiyon niteliğinde olduğundan demokrasi kriterleri açısından da tartışmalı hale gelmekte ve bu durum terör örgütüne yeni propaganda fırsatları sunan kısır bir döngü yaratmaktadır. 

Güvenlik kuvvetlerinin mutlak hâkimiyet sağladığı durumlarda daha önce terör 
örgütünün taleplerini çağrıştıran değişikliklerin yapılması kamuoyu tarafından gereksiz taviz olarak görülebilir. Bu nedenle söz konusu dönemde yapılacak değişiklikler siyasi risk taşıdığı için gündeme alınma ihtimali düşüktür. Böyle zamanlarda toplumsal iradenin oluşmasını sağlayacak vizyon sahibi cesaretli liderlerin olmaması bir toplumu terörü sonlandırmak için yakalanan tarihi fırsattan yoksun bırakabilir. 

Diğer taraftan terörizmle mücadelede güvenlik boyutunda mutlak hâkimiyet sağlamak oldukça zordur. Güvenlik tedbirleri devam ederken diğer alanlarda 
yeni uygulamaları gündeme getirmek için en uygun zaman doğrudan ve dolaylı 
mücadele dönemleri arasındaki bir zaman dilimidir. Güvenlik tedbirleri yanında diğer alanlardaki uygulamaların da ivme kazandığı dönem terörizmle mücadele de dolaylı güç kullanımının başladığı dönemidir. Dolaylı mücadele için mutlak  hakimiyet beklenirse geç, olaylar azalmadan başlatılırsa erken olacaktır. 

Teröristlerin inisiyatifi kaybetmeye başladığı, terör olaylarının makul bir seviyeye indirgendiği bu dönemde hayata geçirilecek değişiklikler güvenlik tedbirleri ile korunacağından hem halk tarafından benimsenecek hem de örgütün propaganda imkânları elinden alınmış olacaktır Bu gelişmeler güvenlik ortamının sağlanması ve sürdürülmesine de olumlu katkı sağlayacaktır. 

Uzun vadede sonuç verecek olsa dahi yapılacak bazı düzenlemelerin gerekçeleri 
açıkça anlatılarak muhtemel sonuçları hakkında kamuoyu yaratılmalıdır. 

Çünkü iç siyasette bazı değişikliklerin kabulü, toplumun bunları benimsemesi uzun zaman almakta bir ölçüde toplumsal mutabakat sağlanması gerekmektedir. Ekonomik hayatı iyileştirecek teşvik tedbirleri bu dönemde gündeme alınmalıdır. Bu suretle sağlanacak gelişmeler terör örgütünün istismar ettiği konuları elinden almak için fırsat yaratabilir. Ancak unutulmaması gereken husus terörizmle mücadelenin ikna edilmesi gereken taraflarından biri teröristler ise diğeri de iç ve dış kamuoyudur. 

Bazı değişikliklerin sıradan bir vatandaş için ödemesi gereken maliyetleri olacaktır. 

Demokrasilerde şeffaflık ve hesap verme en temel özelliktir. Bu nedenle terörün 
nasıl sonlandırılacağı na dair farklı düşünceler olsa bile toplumun büyük kesimleri ve siyasi partiler arasında asgari müştereklerde görüş birliği sağlamak dolaylı mücadelenin başarısını artıracaktır. Bireysel hak ve özgürlükler ile güvenlik arasındaki dengelerde güvenlik anlayışını öne çıkaran gerekçeler azalacağı için bu dönem terörizmle mücadelede diğer tedbirlerin uygulanması için bir çeşit fırsat penceresidir. 

Terörizmle Mücadelede Kırılma / Dönüm Noktaları ve Fırsat Pencereleri 

Terörizmle mücadelede kırılma veya dönüm noktaları olarak da tanımlana bilecek fırsat pencerelerinin tespiti karar alıcılar için hiç de kolay değildir. Kırılma ya da dönüm noktasının tanımı şu şekilde yapılmaktadır. “Nihai sonuca doğru olayların keskin bir dönüş yaptığı, karakterinin değiştiği noktadır. Dönüm noktalarını yaratan faktörlerin teşhisi analizlerin dışında bazen sezgilerle yapılabilir.

Üzerinden uzun bir süre geçtiği halde farkına varılmaya bilirler. Dönüm noktası nı yaratan faktörlerin ortaya çıkışı olayların içinde ve en yakından gözlemleyen ler tarafından bile fark edilmeyebilir, karar vericiler çoğu zaman koşullar ve davranışlara ilişkin paradigma değişikliklerinden yanlış sonuçlar çıkarabilirler.” (Connable ve Libicki , 2010: 28). O halde bu değişimin başladığı nasıl anlaşılabilir? Burada iki husus öne çıkmaktadır. Birincisi tanımda geçen sezgi kavramıdır. Sezgi, geçmiş deneyimlerin, eğitim ve yaşanarak öğrenilenlerin özümsenmesi ile oluşan bilgidir. 

Bunun için karar vericilerin terörizm konusunda tecrübeli ve bilgili olmaları gerekir. 

   Güvenlik kuvvetleri mensupları olayların görünür sonuçlarına yoğunlaştığın dan halkın davranışları, ekonomik göstergeler ve duygusal davranışları gözden  kaçırabilirler. Bu alanlardaki değişikliklerin takibi diğer kurumlarla birlikte siyasi karar vericilerin görevidir. Bu nedenle siyasi liderlerin sorunlu bölge ile yakından ilgilenmesi ve bölgeye ait kişisel gözleme dayalı bilgi ve tecrübeye sahip olması önemlidir. Güvenlik bürokrasisi ile siyasi makamlar arasında karşılıklı güven ve uygun iletişim kanalları olmadığı zaman kararların geç veya eksik alınma riski de artmaktadır. 

Dönüm noktasını yaratan değişikliklerin teşhisi için yararlanılabilecek araçlardan 
birisi de bilgiye dayalı analizlerdir. Söz konusu analizler istihbarat bilgileri, 
operasyon sonuçları ve bölgeden alınan çeşitli alanlara yönelik veriler ya da kamuoyu araştırmalarına dayanarak yapılabilir. Bu amaca yönelik değerlendirme kriterlerinin ve eşik değerlerin önceden belirlenmesi ve bunlara periyodik analizlerde yer verilmesi, terörizmle mücadelede meydana gelen dönüm noktalarının tespitini kolaylaştıracaktır. Örneğin Dünyadaki çeşitli örnekleri inceleyerek terörizmin nasıl sonlanabileceğini analiz eden bir çalışmada; aşağıdaki emarelerin güvenlik güçlerinin mücadeleyi kazanmakta olduklarının işareti, dolayısıyla bir kırılma noktasının göstergeleri olabileceği üzerinde durulmuştur (Connable ve Libicki , 2010: 44). 

-Teröristlerin kendi inisiyatifleri ile eylem yapma yeteneğinin veses getirici 
eylem sayısının azalması, 

-Terör örgütünün lider kadrosu ve üst yapısındaki elemanlarında kapsayacak 
şekilde örgütten kaçanların ve teslim olanların sayısının artmaya başlaması, 

-Halk tarafından sağlanan sonuç alıcı istihbarat bilgilerindeki artış, 

-Yurtiçi ve dışındaki örgüte ait güvenli bölge vekampların imhası, 

-Terör örgütünün silah, patlayıcı ve yaşam malzemelerini daha zor ve fazla 
para ödeyerek temin etmeye başlaması, 

-Uluslar arası desteğin ve özellikle maddi yardımların azalması. 

Yukarıda belirtilen faktörler ışığında bir terör örgütünün güvenlik güçleri karşısında başarısız olduğu, hedeflerine ulaşmak için şiddetin gerekli ve yeterli bir araç olup olmadığını tartışmaya başladığı zaman terörizmle mücadelenin kırılma noktalarından birisidir. Bu emarelerin tespiti mücadele stratejisinde yapılacak değişiklikler açısından çok önemlidir. Bu zaman diliminde açılan fırsat pencereleri iyi değerlendirilmez ise mücadelenin süresi uzayabilir ve örgüt kazanılan zamanı lehine çevirebilir. Bu nedenle söz konusu kırılma anının tespitinde devletin istihbarat teşkilatının çalışmaları hayati önem taşımaktadır. 

PKKTerör Örgütü ile Mücadelede Fırsat Pencereleri 

Yukarıdaki değerlendirmeler ışığında olay sayısı ve sıklığı, terörle mücadelede 
kullanılan güvenlik kuvvetlerin miktarı, teslim olan ve etkisiz hale getirilen terörist miktarı gibi bazı faktörler dikkate alınarak PKK ile mücadelede yaşanan kırılma noktaları analiz edilmiştir. 

Olay Sayısı ve Sıklığı 

PKK Terör örgütü ile mücadelenin dönüm noktalarını belirlemek, dolaylı ve 
doğrudan mücadelede fırsat pencerelerini teşhis edebilmek için geçmiş yıllara ait olay sayıları Şekil 2.’de gösterilmiştir. 

Eruh ve Şemdinli’de 1984 yılında gerçekleştirilen ilk eylemden sonra terör 
olayları Birinci Körfez savaşına kadar artarak devam etmiş, 1992 yılında başlayan tırmanma 1993 yılında zirve yapmıştır. Olayların başlangıcında örgütün amaçları ve niteliğinin doğru teşhis edilememesi, zayıf ve hassas olduğu dönemlerde bölgedeki güvenlik kuvvetlerinin sayıca yetersiz olması, bu kuvvetlerin eğitim, teşkilatlanma ve malzeme noksanlıkları nedeniyle denetim sağlanamamış ve terör örgütü bu dönemde tabanını genişletmiştir. Mao’nun ifadesi ile halkın %1520’nin desteğini kazanan gerilla görünmez olur prensibini doğrular nitelikte, bazen gönüllü bazen de şiddet uygulayarak bu destek kazanılmıştır. Eylemlerin başladığı yıldan Birinci Körfez Savaşına kadar geçen süre terörle mücadelenin geleceği açısından en kritik dönemlerden birisidir. Mason’un (2007: 79): “İlk yıllarda isyancılar hayatta kalmayı başarırlarsa, kazanmaya yetecek güçleri olmasa da büyümeye, güçlenmeye devam ederler” saptaması PKK ile mücadelede de geçerli olmuştur. Güvenlik tedbirlerinin ağır bastığı, teröristle mücadeleyi esas alan bir strateji uygulanmasına rağmen bölgede denetimi sağlamak için başlangıçtan itibaren yeterli gücün tahsis edilmemesi örgütün ömrünü uzatan bir faktör olmuştur. 

O dönemde dolaylı mücadele kapsamında siyasal, idari, sosyal ve kültürel 
alanlarda bir değişiklik düşünülmemiştir. Bugün PKK terör örgütü tarafından 
çözüm için öne sürülen isteklerin boyutu dikkate alındığında “başlangıçta küçük 
de olsa atılacak adımlar daha sonra yapılacak hızlı ve radikal reformlardan daha 
önemlidir” (Mason, 2007 s:79) şeklinde ifade edilen görüşe haklılık kazandırmaktadır. 


Şekil 2.Terör Olayı Sayısı ve Fırsat Pencereleri., 

Başlangıçta bölgedeki kolluk güçleri olan Polis, Jandarma, Geçici Köy Korucuları 
(GKK) ve onları takviye eden Kara Kuvvetleri birlikleri ile alınan güvenlik tedbir  leri yeterli olmayınca 1996 yılında Kara Kuvvetleri Komutanlığı birliklerine 
terörle mücadelede doğrudan sorumluluk verilmiş, bölgeye daha fazla kuvvet gönderilerek alan kontrolü sağlanmış ve inisiyatif güvenlik güçlerine geçmiştir. 1997 Yılında örgüt bağımsızlık hedefine ulaşamayacağını belirterek stratejisinde değişiklik yaptığını ve bir yıl sonra da sözde ateşkes ilan ettiğini açıklamıştır. 

Bu nedenle 1997 yılı, birinci bölümde ifade edilen “bir terör örgütünün güvenlik güçleri karşısında başarısız olduğu, hedeflerine ulaşmak için şiddetin gerekli ve yeterli bir araç olup olmadığını tartışmaya başladığı zaman terörizmle mücadelenin kırılma noktalarından birisidir ve bu dönem mücadele stratejisinin değiştirilmesi için fırsat penceresi teşkil eder” saptamasına uygun düşmektedir. Bu zaman dilimi güvenlik tedbirleri yanında diğer tedbirlerin de ön plana çıkarılacağı bir dönemin başlangıcını teşkil etmektedir. Siyasi otoritenin yetki alanında olan bu tercih ve bunun yaratacağı fırsat kullanılmamıştır. 

1999-2004 yılları arasındaki dönem güvenlik kuvvetleri açısından mutlak hakimiyet dönemidir. Olay sayısı kabul edilebilir normal asayiş düzeyine inmiştir. PKK terör örgütü ile mücadelenin bütün tarihi boyunca güvenlikçi tedbirlerin dışında dolaylı mücadele yöntemlerinin uygulanması için en müsait ortam bu zaman diliminde yakalanmıştır. Ancak bu dönemde terörle mücadelede taviz olarak nitelenebilecek söz konusu tedbirler gündeme gelmemiş, sorunun kaynağına el atacak siyasi bir irade ortaya konulmamıştır. Aynı dönemde ikinci Körfez Savaşının yarattığı güvenlik endişeleri de ön plana çıkmış, ekonomik ve siyasi krizler terörle mücadele çalışmalarını gölgede bırakmıştır. 2004 Yılında tekrar başlayıp 2006’da yükselişe geçen olaylar 2008 yılında son zamanların en üst düzeyine çıkmış ve 2009 yılında tekrar azalma eğilimi göstermiştir. Önceki yıllara göre çok daha az olay meydana gelmesine rağmen terör konusu kamuoyunun gündemini geçmiş dönemlerden daha fazla meşgul etmiştir. 

Bu algının oluşmasında etkisi giderek artan medya önemli bir rol oynamış, mücadele stratejilerinin değiştirilmesinde etkili olmuştur. Bu değişimde uluslararası gelişmelerde göz ardı edilmemelidir. 

Bu dönem terör örgütü ile dolaylı ve doğrudan temasların başladığı, dolaylı mücadele yöntemlerinin devreye alınması için zemin hazırlandığı dönemdir. 

Bu tarihlerde olayların şiddetinin artması örgütün elini güçlendirmek için başvurduğu bir taktik olarak da görülmelidir. 2009 Yılından itibaren terörle mücadelede strateji değişikliği gündeme alınmıştır. Siyasi açıdan bir uygulama aracı olarak nitelenebilecek terör örgütü ile görüşmeler de bu zamanda başlamıştır. 

Dolaylı mücadele dönemi için fırsat penceresi göstergelerinden birisi de güvenlik 
tedbirlerinin ne ölçüde başarılı olduğu, ele geçen ve teslim olan terörist 
miktarı ile bunu sağlayan güç miktarının yeterliliğini karşılaştırmaktır. 1988-2000 dönemine ait veriler Şekil.3’de karşılaştırılmıştır. Grafikte kullanılan veriler her faktörün gerçek değeri olmayıp sadece trendleri belirtmektedir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

21 Şubat 2020 Cuma

TÜRKİYENİN AB ÜYELİĞİ,

TÜRKİYENİN AB ÜYELİĞİ, 

DR. Bahadır Kaleağası.,
Röportaj - Bahadır KALEAĞASI,



26 Mayıs 2009


Türkiye-AB ilişkileri üzerine yorumların yer aldığı sitemizde, muhtelif görüşleri yansıtmak amacıyla, Türkiye ve Avrupa Birliği ilişkileri hakkında röportajlar yapıyoruz.
Sitemizin ikinci röportajını, TÜSİAD Avrupa Birliği Temsilcisi, Brüksel Üniversitesi Avrupa Etütleri Enstitüsü’nün bilimsel üyesi TEMA-Brüksel'in kurucu başkanı ve JCI-Europe Yönetim Kurulu üyesi görevlerini başarıyla sürdüren Bahadır KALEAĞASI ile 26 Mayıs 2009'da e-posta yoluyla yaptık.


Davetimizi kabul ettiği ve sorularımızı içtenlikle yanıtladığı için Sayın Bahadır KALEAĞASI'na teşekkür ederiz.

Röportaj

Röportör: İş dünyası, Türkiye-AB ilişkilerine genel olarak nasıl bakmaktadır? Türk işadamlarının olası bir üyelikle ilgili genel beklentileri nelerdir?
Bahadır KALEAĞASI: AB üyeliği Türkiye için bir demokrasi, ulusal egemenlik, ulusal çıkar, küresel rekabet gücü ve toplumsal kalkınma süreci, aracı ve hedefidir. Bunun bilincinde olan iş dünyasının geniş kesimleri AB üyeliğini destekliyor.

Röportör: AB'nin sosyal politikaları nelerdir? Türkiye söz konusu sosyal politikaların neresinde yer almaktadır?

Bahadır KALEAĞASI: AB sosyal politikaları çalışanların hakları, kadın-erkek eşitliği, iş yeri güvenliği ve sağlık koşulları, girişimcilik ve sosyal dengelerin aynı anda desteklenmesi, ekonomik rekabet gücünü gözeten esneklik ve iş güvencesi arasında denge arayan yeni politikalar arayışı gibi etkenler üzerinde gelişmektedir. AB üyeliği sürecinin Türk halkı açısından en önemli kazançlarından biri sosyal politika alanıdır.

Röportör: İmtiyazlı ortaklık hakkında görüşünüz nedir?


Bahadır KALEAĞASI: AB ülkelerinin karşılaştıkları sorunlar sınırlar ötesi. Çözümleri de öyle. Uluslararası ticaret, teknolojik altyapı, salgın hastalıklar ve güvenlik gibi farklı alanlarda Avrupa ülkeleri Birlik içinde daha fazla küresel güç sahibiler. AB üyeliği sayesinde ne İngiltere, Fransa, İspanya gibi büyük ülkeler, ne de Yunanistan, Macaristan, Finlandiya gibi küçük ülkeler egemenlik kaybetti.
Türkiye’nin de içinde bulunduğu uluslararası dengelerde AB en etkili ekonomik ve siyasal güç odağı. Türkiye dışında kalacağı bir AB’nin uydusu konumuna gelebilir. Asıl o zaman ulusal egemenlik erir. Çünkü coğrafyamızdaki ülkeler AB’nin politikaları ve standartlarına uyum alanı içindeler. İran’a sattığımız ürünler, Kore’den çekmeye çalıştığımız yatırımlar, limanlarımız için yaptığımız planlar, temiz enerji teknolojileri, iletişim altyapımız, turizm gibi çok sayıda alanda AB standartları etkili. AB politikalarının manyetik alanı içindeyiz. Üye olarak bu politikaların karar sürecine katılmalıyız.

Aksi takdirde her şeyden önce bir demokratik meşruiyet sorunu oluşur. Hal böyleyken, Türkiye’ye “ayrıcalıklı ortaklık” önermek AB değerleri ve hukuku ile çelişiyor. Gerek Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, gerekse ana muhalefet olarak CHP Başkanı Baykal’ın son açıklamaları yönde. Ankara’dan Paris ve Berlin’e mesaj açık: Türkiye partiler üstü bir anlayışla bu öneriyi reddediyor.

Buna rağmen, Avrupa’da bazı çevreler Türkiye’nin AB üyeliği sürecinden kendi kendine öngörüyorlar. Umutları “demokratik eksiklikler, toplumsal duygusallık, siyasal özgüvensizlik, hantal devlet mekanizması ve analiz hataları”. Amaçları Türkiye’yi siyasal karar sistemine ortak almadan, özel bir statü ile AB’nin etki alanı içinde tutmak. Bunu da mümkünse “Türkiye dostu” edası ve “Türkiye büyük ülkedir” söylemiyle süslemek. Ya da Türk kamuoyunu kışkırtmak, karamsarlaştırmak. Bu tuzağa dikkat!

Röportör: Kişisel olarak, Türkiye'nin AB'ye girebileceğini düşünüyor musunuz?

Bahadır KALEAĞASI: Türkiye’nin önünde 2014-2015’te üyeliğe uzanabileceği bir AB yol haritası var. İnişli çıkışlı, bol engelli fakat ilerlemesi olası ve hayırlı bir yol. Dünya siyasetindeki son gelişmeler, küresel ekonomik kriz, enerji jeopolitiği ve yeniden şekillenen uluslararası düzen Türkiye için yeni bir AB perspektifi oluşturmakta. Bu yolun temel atılımları şunlar olmalıdır:

1. DEVLET REFORMU

Eğer Türk devlet yapısının geçmişte bir noktada (örneğin 1965 veya 1985’de, fark etmez) esas olarak çağına uygun verimli bir sistem olduğunu kabul edersek, bugün, 2009’da vahim bir durum var demektir. Türk toplumu ve dünya kökten değişti, devlet sistemi pek değişmedi, zaman aşımına uğradı.

Bu nedenle, kamu personel rejimi, yeni teknolojiler, bilginin kurumlar arasında yatay paylaşımı, sivil toplumla işbirliği, vatandaşa hizmetkârlık ve AB mevzuatına uyum odaklı bir devlet reformu hızla sonuçlandırılmalı.

2. İNSAN SERMAYESİ

Türkiye’nin insan kaynakları iyi değerlendirilmeli. Ülke içinde ve dışında finans, AB hukuku, bilgi teknolojileri gibi farklı alanlarda iyi yetişmiş birçok uzman, akademisyen, özel sektör yöneticisi ve uluslararası kurum çalışanı p_07483_o (1) var. Başbakan’dan bürokrasiye, tüm devlet sistemi içinde stratejik çalışma geleneği güçlenmeli. ABD, Fransa, Avusturya gibi ülkelerde olduğu üzere, hükümette bakan olmakla milletvekilliği arasında bir bağ aranmayabilinir. Çok daha geniş bir insan sermayesine dayalı hükümet ve üst düzey bürokrasi oluşabilir. Ayrıca artık “Türk kadınını dışlayan devlet” zafiyetinden kurtulmalı.

Diğer yandan, topluma AB süreci artıları ve eksileriyle iyi anlatılmalı. AB üyeliğinin dünyanın diğer bölgeleriyle olan ilişkilerimize katkısı, toplumsal kalkınma boyutu, partiler üstü ulusal çıkar niteliği bu iletişimin ana hatları. Uygulamada başarı ise, ancak uzman iletişimcilere görev veren bir çağdaş anlayışla olası.

Avrupa’yı iyi anlayan bir Türk toplumu AB üyeliğine giden yolun en önemli itici gücü olur. Özellikle gençlik bu noktada belirleyici etken. Bilgiye ulaşma, sorgulama ve kullanma yeteneğinden, İngilizce bilgisinden, ülkesi ve dünya hakkında temel genel kültürden ve okul dışı sosyal etkinlik olanaklarından yoksun bir gençlik ile hiçbir ülke AB üyesi olmaz; küresel düzende ikinci, üçüncü sınıf bir oyuncu olur.

3. MÜZAKERE STRATEJİSİ

Önce olmak istediğimiz gibi olmalıyız. Özgürlükler, yargı reformu, temiz hava, gıda, güvenli ulaşım, sosyal haklar gibi ‘AB koşulları’ da denen reform dosyaları her şeyden önce bir çağdaş ülke ve refah toplumunun temel özellikleridir. Ulusal çıkar, uluslararası saygınlık ve küresel güç kaynaklarıdır. Örneğin Kıbrıs'ta müzakere tutumumuz daha saygın bir demokrasi olarak güçlenir.

Müzakere stratejimiz belirlenirken, AB’nin bugünü değil yarınına uyum sağlamak hedefi iyi anlaşılmalı.

AB içinde bugün sorun yaratan veya işlevsiz hale gelmiş birçok mevzuat var. Bizzat AB Komisyonu “Daha İyi Düzenlemeler” başlığı altında mevzuatı yalınlaştırıyor. Bu eğilimleri iyi anlayarak, Türkiye’yi küresel ekonomik rekabet gücünü zedelemeyecek bir dönüşüm içinde AB hedefine doğru ilerletmek gerekiyor.

Yalnızca kurumsal boyut yetmez. Türkiye kapsamlı bir toplumsal kalkınma reformları devinimi içinde olmalı: eğitim, iş piyasası, kayıt dışı ekonomi, bilgi toplumu, enerji kaynakları, bölgesel kalkınma, kadın hakları, tarım, …

Ayrıca temel amaç artık AB ile ikili ilişkiler mantığını aşmak olmalı. Küresel düzene ve Avrupa’nın geleceğine yön veren temel eğilimler neler ise, Türkiye Avrupa içinde bu konulara yönelik tartışmalarda rol sahibi olabilir.

Diğer taraftan, siyasal rekabet her demokrasinin enerji kaynağıdır. Ekonomi, AB, güvenlik, eğitim, sağlık, çevre ... Siyasal partiler hangi politikaları, hangi kaynaklar, kadrolar ve takvimle, hangi ölçülebilir hedefler için öneriyorlar?

Bu dönüşümleri başarmakta olan bir Türkiye AB içindeki karşıt lobiler, saplantılı siyasetçiler ve evhamlı kamuoyu gibi engelleri aşar, yoluna devam eder. Aynı zamanda ancak bu yönde ilerleyen bir Türkiye önce kendi AB üyeliği tarihini belirleyecek ve AB’ye kabul ettirecektir. Bundan önceki aday ülkeler de böyle yaptı.

4. ULUSLARARASI İLETİŞİM

Dış iletişim artık her çağdaş ülke için çok önemli bir siyasal ve ekonomik güç aracı. Türkiye için ayrıca AB yolunda kaçınılmaz bir boyut. Fakat Türkiye çoğu zaman iletişim sorununu sorun kabul etme aşamasında tıkanıyor. Halbuki, sanıldığından daha küçük olanaklarla, ulusal çıkar için getirisi yüksek atılımlar olası.

Örneğin Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın son Avrupa başkenti ziyaretleri ve ABD Başkanı’nın Türkiye gezisinde dünyanın önde gelen medya, ekonomi ve siyaset çevreleri aynı ortamlarda buluştular. Tanıtım şirketlerine engin bütçeler verilse elde edilemeyecek bir fırsat. Fakat Türkiye bu çevrelere iyi hazırlanmış dosyalar ve görsel malzemeler ulaştıramadı, iletişim ağlarını yeterince geliştiremedi. Peki kim sorumlusu? Bu kaynakları etkin kullanamamanın hesabını kim verecek Türk halkına, vergi mükelleflerine, seçmenlere? Yanıt yok. Çünkü henüz, 21. yüzyılda, Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası iletişimden sorumlu etkin bir birimi yok.

5. TÜRKİYE’NİN AB’YE KOŞULLARI

Avrupa ve dünya önümüzdeki dönemde önemli değişimler yaşayacak. Türkiye de daha güçlü bir demokrasi, ekonomi ve toplum olma yolunda ilerleyecek. Bu yükselişi başarırken, bizim de üyelik için AB’den beklentilerimiz iyi vurgulanmalı.

En az dört alanda AB’ye koşullarımız olmalı: küresel ekonomik rekabet gücü, kurumsal etkinlik, siyasal bütünlük ve demokratik saygınlık. Bu sonuncu koşul, aşırı uçlardaki içine kapanmacı siyasal söylemlerin ve Türkiye karşıtlığının merkez sağ ve soldaki bazı siyasal çevrelerce benimsenmediği bir AB gerektirir.

Kendi evrimini başarabilen bir Türkiye ancak böyle bir AB’nin üyesi olmayı kabul edebilir. Ancak böyle bir AB Türkiye’ye karşı çekim gücünü devam ettirebilir. Çünkü, ancak böyle bir AB 21. yüzyılda önemli bir ekonomik ve siyasal aktör konumunu sürdürebilir.

Röportör: Sorularımızı yanıtladığınız için çok teşekkür ederiz. 


http://turkiye-ab.blogspot.com/2009/05/roportaj-bahadr-kaleagasi.html