27 Şubat 2019 Çarşamba

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu, Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 14

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu,  Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 14





Doğan ERŞAHİN : 

Malatya Pötürge Tosunlu Köyü’nden Doğan ERŞAHİN adında Mafyanın çok önemli bir adamı olduğunu, bu kişinin halen cezaevinde bulunan İsrailli MOSSAD ajanı Gülbahar ATEŞ’in kocası (ve Pötürgeli) olan Celal ATEŞ’in ve İzzet Avni ÖZTÜRK’ün de arkadaşı olduğunu, (Celal ATEŞ’in de Hollanda’da öldürüldüğünü) Doğan ERŞAHİN’in Veli KÜÇÜK Kocaeli Jandarma Komutanı olduğu sırada Kocaeli Jandarmasının elinden firar ettiğini, Malatya nüfusuna kayıtlı olduğu için olayla ilgilendiğini, Kocaeli Jandarmasını telefonla arayarak 
Erdoğan EMELCE adında bir astsubayla görüştüğünü, O’na “Sizin pisliğinizi biz mi temizleyeceğiz, 800 milyon para almışsınız” dediğini, Doğan ERŞAHİN’in adamı Mehmet ATEŞ’in annesinden para alınıp sevk sırasında yemekte kaçtığının açık olduğunu, Veli KÜÇÜK’ün bu yüzden soruşturma geçirmiş olabileceğini, 
Kocaeli Jandarma Komutanı Veli KÜÇÜK’ün kendilerine Doğan ERŞAHİN’in Malatya’ya geldiğini, Gülbahar ATEŞ’le konuştuğunu söylediğini ve bu kadının telefonunu verdiğini, kendisinin de Gülbahar ATEŞ’le konuştuğunu, kadının kendisine “Evladım Doğan ERŞAHİN’i Veli KÜÇÜK koruyor, nerede olduğunu onlar çok iyi biliyor, O Malatya’da değil, bana sorma” dediğini, 

Doğan ERŞAHİN’in bir tetikçi olduğunu, ilk icraatının bir vatandaşın kafasını kesip kahvede masanın üzerine koymak olduğunu, Kocaelinden firar ettikten sonra da Yüzbaşı elbisesi ile Malatya’ya gelerek Battalgazi’de evi 
olan Tekin COŞKUN ile görüştüğünü, (Tekin’i polisin çok iyi tanıdığını, çek senet mafyası ile uğraştığını, Alaattin ÇAKICI’nın da arkadaşı olduğunu, kendisinin bu adamla tanıştığını, evine gittiğini) Battalgazi’de bir vatandaşı evinden çıkardığını ve bahçede öldürdüğünü, olayın polis bölgesinde olduğunu, (öldürülen adamın 
akrabası olan Aydın ÖZTÜRK adındaki vatandaşla kendisinin görüştüğünü, hala da görüştüğünü), daha sonra Doğan ERŞAHİN’in muhtar olan kardeşinin misilleme olarak öldürüldüğünü, bu dosyanın da adliyede faili mechul olarak kaldığını, kendilerinin failini bildiğini, polisten bazılarının da bildiğini, ancak kanıtlamak istemiyeceklerini, çünkü onların da zarar göreceğini, bu cinayetin bir uyuşturucu hesaplaşması nedeniyle işlendiğini, Doğan ERŞAHİN olayıyla 6 ay uğraştığını, daha sonra yakalandığını, ancak yine firar ettiğini, bu kişinin toplam üç defa firar ettiğini, bir sefer de İstanbul’dan firar ettiğini, bu Doğan ERŞAHİN’in zabıta ile genel birlikteliğinden ziyade ferdi bir menfaat paylaşımının sözkonusu olduğunu, Doğan ERŞAHİN’in Yeşille birbirlerini tanımadıklarını, 
Genellikle pişmanlık yasasından faydalananların tetikçi olarak kullanıldığını, neticede tetiği çekenlerin de infaz edildiğini, bu nedenle faili meçhullerin yakalanmıyacağını, 

HAKKÂRİ :

1 Temmuz 1996’da Hakkâri İl Jandarma Alay Komutanlığı İstihbarat Şube Subay Vekill1iğine atandığını, burada kendinden önce Binbaşı İbrahim İÇGÜDER’in görev yaptığını, çalışacağı odayı temizlerken çekmecede 2 adet tabanca bulduğunu, birinin 14’lü Saddam, diğeri daha önce hiç görmediği bir silah olduğunu, önce bir astsubayla kendisi bir tutanak tuttuğunu, sonra tabancaları Komutan Yardımcısı Mesut KURU’ya, sonra da Alay Komutanı Necati KILIÇKAYA Albay’a götürdüğünü, ancak alay komutanın beklediği tepkiyi göstermeden Arif ÖZKAN Başçavuşa gödererek “Buluntu Silah” tutanağı tutturduğunu, kendi tutanağını saklıyarak daha sonra Diyarbakır DGM’ne verdiğini, Alay Komutanından kendi kurs gördüğü alan olan SORGU’da çalışmak istediğini söylediğini ve bu konuda ısrar ettiğini, ancak Alay komutanının bunu kabul etmiyerek kendini Şemdinli’nin ORTAKLAR KARAKOLU’na sürdüğünü, bu karakolda 19Temmuz-16 Ağustos tarihleri arasında görev yaptığını,

Bu karakolun 1995 yılında baskına uğradığını ve 17 erin şehit olduğunu, bu konuda bir soruşturma yapılmadığını, ancak Bölük Komutanının bu olaydan kendini kurtarmak için (Arkadaşı Astsubay Ali ŞEN’in kardeşi olan) Urfa-Viranşehir’li Uzman Çavuş Haşim ŞEN’i sorguya çektiğini, O’na işkence yaptığını, hatta cop soktuğunu, bunun üzerine adı geçen astsubayın bütün özel eşyalarını da karakolda bırakarak firar edip İsviçreye gittiğini, orada MED-TV’ye beyanat verdiğini, bunun da ülkemiz aleyhine olduğnu, Ortaklar Karakolundan Hakkâri İl Jandarma Harekat Asayiş Müdürü Yarbay Adnan KESKİN’le birlikte 
ayrılarak birlikte bir rapor yazdıklarını, yapılması lazım gelen şeyleri yazdıklarını, Buradan Hakkâri-Van-Yüksekova arasındaki üçgende yer alan ve önemli bir kontrol noktası olan YENİKÖPRÜ Karakolu’na atandığını, Burada görev yaparken 06 plakalı kırmızı bir Opel aracın geçerken askerlerin aramak 
istediğini, içinde bulunan bir Başkomiserin aratmak istemediğini, kendisinin de onlarla münakaşa ettiğini, aracın gitmek istediği yönden vazgeçerek Hakkâri’ye geri döndüğünü, bunun üzerine kendisinin de 2 gün sonra İl Merkezine bağlı BAĞIŞLI Karakolu’na tayin edildiğini, Bağışlı’ya varınca Karakol Komutanının odasında 2 kilo esrar bulduğunu, burada 8 gün kaldığını, buradan Hakkâri’ye döndüğünü, Hakkâri’de daha önce Uşak’ta birlikte çalıştığı için tanıdığı ve Tugay’da çalışan, dürüst bir insan olan Yarbay Hami ÇAKIR’a gizlice telefon ettiğini ve gördüğü yolsuzlukları anlatarak kendisini Yüksekova’ya aldırmasını 
istediğini, Onun da Paşa’ya söyliyerek 4-5 gün içinde 20 Ekim’de (gerçekte 20 Eylül) YÜKSEKOVA’ya tayinini çıkardığını, 

Aynı gün Yüksekova’da göreve başlıyarak gözaltında bulunan 37 kişinin sorgusunu yaptığını, bunlardan kırsaldan gelen silahlı militan Ferhat DURNA’nın ifadesinin önemli olduğunu, Ertesi günü (21 Eylül) Anavatan İlçe Başkanı Tahir BASKIN’ın gelerek yeğeni Necip BASKIN’ın kaçırıldığını söylediğini, olayla hemen 
ilgilenip bunun fidye amaçlı olduğunu anladığında korucu ve itirafçılardan şüphelendiğini, bunlardan Kahraman BİLGİÇ’i çağırıp da kaçırılırken Necip BASKIN’ın yanında bulunan İlhami BASKIN’la yüzleştirilince renginin attığını, bunun üzerine Kahraman BİLGİÇ’i hemen sorguya çektiğini, hiç bir işkence yapmadan, çay, sigara ikram ederek adamın ifadesini aldığını, 

Yüce KARADEMİR Olayı : 

Önce üstünü başını boşalttığını, cüzdanından 1000 Irak Dinarının çıktığını, defterinde “15 Ağustos 1996 tarihinden itibaren beni ara- Yüce KARADEMİR” şeklinde bir not bulduğunu, Yüce KARADEMİR’in kim olduğunu sorduğunu, “Çukurca Komanda Taburunda İkmal Astsubayı olduğunu” öğrendiğini, bir itirafçının ikmal astsubayı ile ilişkisine anlam veremediği için Onunla ne ilişkisi olduğunu sorduğunu, Kahraman BİLGİÇ’in “kendisinin bu astsubayda 7 adet Lav silahı, Uzi ve bir-kaç el bombasının olduğunu, kendisi ile Ankara’da banka soyacaklarını planladıklarını, Yüce Astsubayın herşeyi ayarladığını, silahları, 
elbiseleri Ankara’ya götürdüğünü, burada sözlüsünü ayarladığını, bir kaç gün sonra cep telefonundan kendisini arayacağını, isterse şimdi de arayabileceğini” anlattığını, önce bunlara inanamadığını, sonra bu ifadeleri tutanağa geçirerek ve mesaj halinde üst makamlara gönderdiklerini, Daha sonra bu kişinin Ankara’da tutuklanarak Hakkâri’ye getirildiğini, bunu Van askeri savcılığına götürmek 
üzere kendisinin görevlendirildiğini, Yücel’i 07.10.1997 tarihinde alarak Van’a götürüp Askeri Savcılığa teslim ettiğini, Yolda giderken 7 saat süre arabada kendisi ile konuştuğunu, “10.600 markı, 7 tane tapuyu nereden bulduğunu, 
bu silahların ne olduğunu sorduğunu”, O’nun da; “Çeto isimli bir kaçakçıdan bahsettiğini, Kıdemli Binbaşı Cengiz YILDIRIM’a (Halen Yarbay, Jan.Gn. Kom. Sınır Kaçakçılık Şb.Md.) 2 sıfır kaleş, bir M-16, 16’lı Baretta, 9 mm. verdiğini , bir kaleşi Bayram AKDOĞAN’a (Halen Albay, Niğde Alay Komutanı), M-16’yı 
Hamdi POYRAZ’a verdiğini, bunu Kahraman BİLGİÇ’in de doğruladığını, kendisi ikmal subayı olduğu için bunları verebildiğini, ayrıca Ramazan ismindeki bir astsubaya 75 milyon karşılığı silah sattığını” söylediğini, Ayrıca Yüce KARADEMİR’in özel eşyaları arasında 2 orijinal sıfır kaleş, 5 tabanca, bir tane ucuna susturucu takılabilen UZİ marka suikast silahı ve 2 çuval askeri malzemeyi ve 10.600 markı teslim aldığını , 

Necip BASKIN’ın Kaçırılması :

Daha sonra Necip BASKIN olayını net bir şekilde anlattığını, yüzleştermelerinin yapıldığını, buna göre; Komiser Fatih (Fatih ÖZKAN ismindeki polis memuru), Kahraman BİLGİÇ, Korucu Kadir (Abdülkerim ÖZCÜK) ve birkaç korucunun Korucubaşı Mehmet Emin ERGEN’in evinde toplandıklarını ve bir düzen 
kurduklarını, önce A Köyünde, B Köyünde koyunları kaçırıp Muş’ta satmayı ve parasını kırışmayı, bunun için “PKK Kaçırdı” diye propaganda etmeyi planladıklarını, MHP İlçe Başkanı Tahir’in de MENŞE’ ŞEHADETNAMESİNİ ayarlayacağını söylediğini, Aynı toplantıda BASKIN’lardan birini kaçırmayı, PKK 
tarafından kaçırılmış süsü verilerek alacakları fidyeyi paylaşmayı, sonra da teslim sırasında hem Necip BASKIN’ı hem de para getirenleri öldürmeyi, sonra da “PKK ile çatışmada öldürüldüler” demeyi planladıklarını, Komşu Köyden Korucubaşı M.Emin ERGEN’in istihbarat çalışması yaptığını, (20 Eylül gecesi) 
Kahraman BİLGİÇ’in PKK militanı kılığında olmak üzere, üç polis, üç korucu BASKIN’ların köyüne gittiklerini, Kahraman BİLGİÇ’in Necip BASKIN’ın evine girdiğini, yüzünün açık olduğunu, elinde de bir M- 16 marka silah olduğunu (Örgüt mensuplarında genellikle kaleşnikof olduğunu), odada Üniversite öğrencisi Necip BASKIN’la İlhami BASKIN’ın ve bir yaşlı kadınla bir çocuğun yattığını, K.BİLGİÇ’in kendisini PKK örgüt üyesi olarak tanıttığını, önceden hazırlanmış mühürlü imzalı 200 bin marklık bağış makbuzunu İlhami 
BASKIN’a vererek Necip BASKIN’ı da yol gösterme bahanesi ile yanına alıp çıktığını, Necip BASKIN’ı Komiser Fatih’in Mazda marka arabasına bindirdiklerini, yolda gözlerini bağladıklarını, doğru Özel Harekat kapısından Emniyete götürdüklerini ve mescide kapattıklarını, bu arada da İl Emniyet Müdürü’ne telefon ederek “bir milis ele geçirdiklerini, muhtemelen PKK’nın buluşması olduğunu, akşam bir operasyon yapacaklarını”, bunun üzerine Emniyet Müdürünün yardıma ihtiyaçları olup olmadığını sorduğunu, Fatih’in de 
“buna gerek olmadığını, kuvvetlerinin yettiğini” söylediğini, böylece öldürme eylemine kılıf hazırladıklarını, sonra da Necip BASKIN’ın verdiği numaraya telefon ederek parayı istediklerini, telefona Tahir BASKIN’ın çıktığını, paranın çok olduğunu, biraz müsade etmelerini istediğini, daha sonra da Jandarma Taburuna gidip Hami Yarbay’a durumu anlattığını, Korucu ve polislerden şüphelendiğini de söylediğini, bunun üzerine telefonun dinlemeye alındığını, buradan telefon edilen yerin tesbit edildiğini, bu arada Kahraman BİLGİÇ’in tabura çağrıldığını, bunun üzerine K.BİLGİÇ’in Komiser FATİH’e telefonla bilgi verdiğini, bunun üzerine 
Fatih’in Necip BASKIN’ı ikindi vakti stadyum yakınına bıraktığını, K.BİLGİÇ’in tekrar sorguya çekildiğini, herşeyi anlattığını, sonra da Necip BASKIN ile yüzleştirildiğini ve Necip BİLGİÇ’in Kahraman’ı teşhis ettiğini, daha sonra olay yerinde YER GÖSTERİMİ yaptıklarını ve bunu kasete aldıklarını, Bundan sonra Polislerin ifadeden vazgeçsin diye Tahir BASKIN’ın bir akrabasının evine 2 kilo esrar koydurduğunu, bunu koyan çocuğun da yakalandığını, ifadesini kendisinin aldığını, çocuğun “kendisinin polisler tarafından ölümle tehdit edildiğini” söylediğini, 

Kurmay Albay Hamdi POYRAZ : 

Kahraman BİLGİÇ’in bu sorgusunda, halen Genelkurmay’da İcra Tetkik Dairesi Başkanı olan, o zaman Tugay’da Kurmay Albay Hamdi POYRAZ’dan bahsettiğini, Hamdi POYRAZ’ın Kendisi (K.BİLGİÇ) ile Kemal ve İsmet ÖLMEZ ve sözde haber elemanı bir Kuzey Irak’yı Çukurca ÇIĞLI’ya gönderdiğini, yolda arandıkları zaman rahat geçmeleri için bir yazı verdiğini, Çığlı’da kendisinin askeriyede kaldığını, Kuzey Iraklı’nın Irak’a geçtiğini, sonra içi silah dolu ağır bir çuvalla geri geldiğini, bunu İsmet ÖLMEZ’le birlikte Tugay Karargahına Hamdi POYRAZ’ın odasına götürdüklerini, Piyade Binbaşı Mehmet Emin YURDAKUL : 
Kahraman BİLGİÇ talimatları Albay Hamdi POYRAZ’dan aldığını, Binbaşı Mehmet Emin YURDAKUL ile de görevlere gittiğini, Özel Harekat Timi ile birlikte AŞAĞIKONAK köyünde operasyon yaparken kendisinin ( K.BİLGİÇ’in) 
kümesten 13 kilo eroin ile 4 adet silah çıkardığını, tabancaları Tabur Komutanı Binbaşı Mehmet Emin YURDAKUL’a verdiğini, Binbaşının da bu silahlardan birini Belediye Başkanı Ali İhsan ZEYDAN’a verdiğini, diğerlerini bilmediğini, Eroinin 8 kilosunun Mehmet Emin YURDAKUL’un taburundaki bir astsubaya verdiğini, Bu astsubayın İzmir’de yakalandığını, tifadesinde Binbaşının ismini vermediğini, çünkü bunun için Mehmet Emin YURDAKUL’un karısının adı geçen astsubayın karısına 480 veya 580 milyon lira gönderdiğini,

Mehmet Emin YURDAKUL’un kendisi (Kahraman BİLGİÇ) ile birlikte iki çobanla daha sonra tanıklık yapmasın diye namaz kılarken babalarını öldürdüklerini, ayrıca Esendere Yolu’nda iki gencin öldürülüp karlı bir zamanda atıldığını, 

Abdullah CANAN ‘ın da Mehmet Emin YURDAKUL’un tabura aldırdığını, bir hafta taburda sorguladığını, sonra da kendisinin tabura getirdiği ve üsteğmen diye tanıttığı, ancak gerçekte üsteğmen olmayan iki tetikçiye öldürttüğünü, kendisine (K.BİLGİÇ’e) de kimseye söyleme dediğini, (Kahraman BİLGİÇ’in) Bu olayla ilgili olarak Abdullah CANAN’ın akrabası olan Mehmet CANAN’la Yakup EDİŞ’in evinde (Abdullah CANAN’dan haber almak veya kurtarmak için) pazarlık yaptıklarını 24 bin marka anlaştıklarını, Mehmet CANAN’ın bunun 7 bin markını ev sahibi Yakup EDİŞ’e bıraktığını, bunu Kemal ve İsmet ÖLMEZ’in kardeşi Burhan ÖLMEZ’e verdiğini, çünkü onlarla beraber olduğunu, daha sonra bunlarla Otel Şenler’de görüştüğünü, Bu Ölmezlerin ve Yakup EDİŞ’in 1984 yılında PKK’yı bölgeye sokan insanlar olduğunu, ancak sonradan bundan zarar gördükleri için devlet yanlısı olduklarını, 

Kaçakçılık Olayları : 

Kahraman BİLGİÇ, Hasan ÖZTUNÇ’un ZEYDAN’ın bir altı Korucubaşı olduğunu, devlet yanlısı geçindiğini, Çolak Hasan lakabını taşıdığını, korucuların maaşını bile vekaletle O’nun aldığını, Bir de Kemal ÖLMEZ ve İsmet ÖLMEZ olduğunu, bu kişilerin daha önce fakir olduklarını, Hkkariye giden otobüslerde muavinlik yaptıklarını, şimdi ise altlarında birer CHAVROLET marka araba olduğunu, bunları Kurmay Albay Hamdi POYRAZ’ın kendisine (K.BİLGİÇ’e) tanıttığını, Kemal ÖLMEZ’in Vahyettin ASLAN’ın yazıhanesine gelerek tehdit ettiğini, ancak O’ndan para alamadıklarını, Refah Partisi İlçe Başkanı Fakin MENGEÇ’in (askeriyeye malzeme veren bir esnafmış) de “tehdit edildiğini, şikayet dilekçesi verdiğini, ancak dilekçenin Emniyete gelip takıldığını, o zana işin içinde polisin de olduğunu anladığını, korkusundan takip edemediğini” kendisine (Hüseyin OĞUZ’a) anlattığını, Hüseyin OĞUZ, Astsubay Aydın, Teğmen Yalçın KARAKURT ve Atilla Astsubayla birlikte bu işlerin üzerine korkusuzca gitmek için silah üzerine yemin ettiklerini, bundan sonra şikayeti olanların dilekçe vermeleri için Fakin MENGEÇ’e haber gönderdiğini, Daha sonra taburda Hamdi ÇAKIR Yarbay ve Ersan ALKAN Albayla birlikte halka güven vermek, “olayların 
üzerine gidiyoruz” imajını vermek ve halkı devletin yanına çekmek için bir halk toplantısı yapmaya karar verdiklerini, aşiret ileri gelenlerini çağırdıklarını, hepsinin geldiğini, yalnızca Belediye Başkanının gelmediğini, kolonya, çikolota alarak vatandaşa ikram ettiklerini, orada bir vatandaşın “Abdullah CANAN olayı da çözülecek mi?” diye sorduğunu, Abdullah CANAN’ın oğlu Vahap CANAN’ın da Mehmet BALKIZ Yüzbaşıya gittiğini, yakasına yapıştığını, “Babamın katilleri sizsiniz” dediğini, bunun üzerine kendisini dövdüklerini, Çünkü babasını çağırtıp tabura gönderenin Mehmet BALKIZ Yüzbaşı olduğunu söylediğini, bunun üzerine bu çocuğu kenara çekip özel telefonunu verdiğini ve kendisini aramasını istediğini, Kahraman BİLGİÇ’in ifadelerini mesaj halinde Alaya, Tugaya, Genel Komutanlığa çekildiğini, Alaydan Yalçın Teğmen’e telefon açılarak kendisi (Hüseyin OĞUZ) için “Ulan sen Silahlı Kuvvetlerini hedef aldın.”şeklinde 
tepki gösterdiklerini, Bunun üzerine Albay Hasan, Yarbay Hami ÇAKIR, kendisi (H.OĞUZ), Aydın Başçavuş, Yalçın Teğmen’in toplandıklarını, Hami Yarbay’ın “Dürüstçe mücadele ediyoruz, yanlış birşey olmasın” dediğini, olaya siyaset 
karıştırılmaması gerektiğini konuştuklarını, Yalçın Teğmen’in “Abi bunlar bizi infaz edecekler, bunları not üşeceğim, yazacağım, kasete alacağım” dediğini, 
kendisinin de “Ben sonuna kadar mücadele edeceğini, kendisini desteklemelerini “ istediğini, kendisinin de Atilla Astsubaya “yer gösterimi ve ifade sırasında alınan kasetleri çoğalt” dediğini, ifadeleri de 6 nüsha yazdığını, birini özel olarak saklaması için Atilla Astsubaya verdiğini, O’nun da özel valizine sakladığını,
toplantıda 5 suret ifade yazdıklarını söylediğini, Ersan ALKAN Albayın “Bu ifade tutanaklarını yok edeceksiniz” dediğini, “Neden” diye sorması üzerine Albay’ın “Bu Tugay Komutanına, Genelkurmaya’a, bir yere sıçrıyor” dediğini, 

Kahraman BİLGİÇ’in ifadesini kendisinin aldığını, ancak orada geçici görevli olduğu için imza atmadığını, bu tutanakların PBİK (Personel Bilgi İşlem) Kod numarası yazılarak imzalandığını, bu ifadelerdeki imzaların Teğmen Yalçın KARAKURT ile Astsubay Aydın’a ait olduğunu, Aydın’ın soyadını hatırlamadığını, bu sorgunun Atlla ATEŞ astsubay tarafından kamera ile çekilerek banta da alındığını, Yüksekovaya gidişinin 8. günü görevinin bittiğini söylediklerini, İl Jandarma Alay Komutanı Necati KILIÇKAYA’nın kendisini istediğini ve çok acele gelmesini istediğini, orada yol güvenliğinin olmadığını, yolda infazdan korktuğunu, tedbir alarak YENİKÖPRÜ’ye geldiğini, buradan tanıdığı Erdal Astsubay’ın kendisini BRT denilen araçla Hakkâri’ye ilettiğini, burada çok kötü karşılandığını, telefonla görüşmesi, çarşıya çıkmasının yasaklandığını, bunun üzerine 4 Kasım’da (4 Ekim olmalı) Atilla Astsubay adına misafirhaneye 
bağlattıkları özel telefondan eşini aradığını, olayları anlattığını, 7.10.1996 tarihinde de tututklanmış olan Yüce Astsubayı Van’a Askeri mahkemeye götürmek üzere görevlendirildiğini, Van’da Abdullah CANAN’ın akrabası olan Eski Hakkâri Milletvekili Esat CANAN’ın telefonunu bularak kendisi ile 2 saat konuştuğunu, bildiği herşeyi anlattığını, kendisini kurtarmasını istediğini, 
O’nun da bunu basına anlattığını, 10 Ekim’de Hakkâri’ye dönünce basına demeç vermişsin diye kendisini sorguya çektiklerini, kendisinin de halen Malatya’da görevli İsmail adındaki helikopter pilotu üsteğmenden kendisini kaçırmasını istediğini, ayın 16’sında Tugay’da buluşmak üzere anlaştıklarını, 
Bu arada Mahmut IŞIK adındaki milletvekilini özel telefonla aradığını, olayları anlattığını, “Askerlik hayatı beni buradan çıkarmaz, infaz ederler. Kaset varsa konuşmayı al” dediğini, O’nun tavsiyesi üzerine ATV’den Suat isminde birinin kendisini aradığını, O’na da herşeyi anlattığını, eğer infaz ederlerse yayınlanmak üzere anlaştıklarını, medya’da resmim çıkarsa belki kurtulurum diye düşündüğünü, Ayın 16’sında sivil bir taksi ile İsmail Üsteğmenle buluşmak üzere Tugaya gittiğini, ancak alaydan oraya gittiğini öğrendikleri için acele alaya çağırdıklarını “Jandarma Genel Komutanının kendisini istediğini” söylediklerini, Mahmut IŞIK’ın İçişleri ve Savunma Bakanını arayarak durumu anlattığını, bunun üzeri Genel Komutanlıktan çağrıldığını, ancak yine de infazdan şüphelendiği için Ali KARDEŞ ismindeki İzmir’li bir askere evnin telefonumu vererek, babasına açmasını ve kendi durumunu anlatmasını istediğini, 
Ayın 17’sinde bir daha dönmemek niyetiyle valizini alarak Hakkâri’den ayrıldığını ve Ankara’ya geldiğini, Komutanlığa GİTMEDEN önce Mahmut IŞIK’ı bulduğunu ve konuştuğunu, ATV’den Suat’la Onun evinde buluşarak görüntü verdiğini, sonra Jandarma Genel Komutanlığına gittiğini, burada bir gün 12 sayfa ifade 
verdiğini, anlattıklarına inanmadıklarını, kaçırılan adamın PKK’lı olduğunu söylediklerini, kendisine 20 Ekim’de Komutan’la görüşeceğini söyledikleri halde 20 gün Ankara’da kaldığını, fakat Genel Komutanla görüşemediğini, ifadesinde askeri personeli ve Jandarmayı da yazdığı için görüşmek istememiş olabileceğini, sonra tayinini istediğini, 10 Kasım’da Elazığ’a tayininin çıktığını, mehil müddetini kullanarak Elazığ’a gittiğini, burada pek hoş karşılanmadığını, bir İlçe Jandarma Bölük Komutanlığı’na Harekat subaylığı gibi bir göreve 
verdiklerini, orada bir ay kaldığını, telefon irtibatı falan olmayan bu yere kendisini susturmak için verdiklerin, bonra 30 Kasım’da Diyarbakır’a gidip Devlet Güvenlik Mahkemesin’de 9 saat 16 sayfa ifade verdiğini, çünkü 
adliyeye, hukuka güvendiğini, Hakkâri’deki menfaat şebekesine karşı Vali’nin hiçbir etkinliğinin olmadığını, kendisinin de uluşamadığını, adli sistemin de orada birşey yapmasının mümkün olmadığını, 

Otluca Köyü Olayı :

Yüksekova Tugayı’nın çevresinde tel örgü kıyısında koruma amaçlı pusu atıldığını, bu pusu timinin gece saat 24.20-24.30’da pusuya düşürülerek 2 astusbay, 4 erin şehit edildiğini, telsiz konuşmalarını dinlediğini, şehit 
olan astsubayların pusuya düşünce ısrarla yardım istediğini, ancak birlik yok bahanesiyle yardıma gidilmediğini, ancak 2 gün sonra bölgede operasyonlara başlandığını, Tugay’a 1-2 km. yakınında bulunan OTLUCA Köyünden başta muhtar olmak üzere 5 yaşında çocuk dahil birçok insanın tugaya götürüldüğü nü, bunlardan 5 tanesinin eline illegal 5 kaleş verilerek mahkemeye verildiğini, bununla ilgili arama tutanağı tutması için Alay Komutanı Necati KILIÇKAYA, Yalçın YALINCAK astsubaya emir verdiğini, ancak bu astsubay kabul etmediği için başka bir üstçavuşa tutturduğunu, ancak savcılık bunlara inanmadığı için 
takipsizlik verdiğini, 

Bu arada Otluca Köyünün tamamen boşaltıldığını, köyden 2-4 bin civarında koyunun tugaya getirilerek kesildiğini, bu olaydan sonra bu köyden 24 kişinin kırsala çıkarak örgüte katıldığını, bu hareketle örgütün gücüne güç katılmış olduğunu, 

Yücel ZEYDAN ( PKK Yüksekova Dağlıca Tabur Komutanı - Rüstem Kod adlı) 

Yücel ZEYDAN’ın Hakkâri Milletvekili Mustafa ZEYDAN’ın oğlu olduğunu, İran’da annesinin yanına sık sık gittiğini, (Mustafa ZEYDAN’ın bir karısının da İran’da olduğunu), telefonla babası ile de görüştüğünü, Mustafa ZEYDAN’ın bir oğlunun da Sağlık Bakanlığı’nda üst düzeyde görevli olduğunu, Yücel ZEYDAN’ın amca çocuklarının da korucu olduğunu, Yücelle sık sık görüştüklerini, bu nedenle de 
Hakkâri Bölgesinde PKK’nın eylem yapmadığını, Hakkâri’de bütün önemli ihaleleri Mustafa ZEYDAN’ın akrabalarının aldığını, sonunda PKK’ya da devlet 
parasının gittiğini, son olarak 100 milyonluk Yatılı Bölge Okulu ihalesini yine Mustafa ZEYDAN’ın yakın akrabalarının aldığını, Mustafa ZEYDAN, istediği adamı korucu yaptırdığını, Vali’ye telefon ettiği zaman almamazlık  yapamayacağı nı, Yüksekova’lı Mehmet oğlu Bayram AKSU adında bir vatandaşın bulunduğunu, bunun gönüllü istihbaratçılık yaptığını, halen Van’da olduğunu, bunun gerek Yeşille gerekse diğer faili mechullerle ilgili herşeyi bildiğini, 

Aşiret Yapısı : 

Hakkâri’de irili ufaklı 23 aşiret bulunduğunu, Yüksekova’da da 3 büyük aşiret olduğunu, Bunların Piyaniş , Doski ve Jirki aşiretleri olduğunu, Bunlardan JİRKİ aşiretinin 200 elemanı ile çok ciddi ve samimi bir mücadele verdiğini, 
PİYANİŞ Aşiretinin (Mustafa ZEYDAN’ın aşireti) 9 bin korucusu olduğunu, ancak bunların Yücel ZEYDAN nedeniyle PKK ile ciddi bir mücadelesinin olmadığını, Fakin MENGİÇ (RP ilçe başkanı) ‘nin yanında bir kuyumcu olduğunu, bu kuyumcudan altın alma olayı olduğunu, suçluların Piyaniş aşiretinden olduğunu, işin içinde bir de asteğmenin olduğunu, bu asteğmenin mağduru sanık olarak mahkemeye çıkardığını, sonra aşiretler arasında husumet omlmaması için aşiret ileri gelenlerinin araya girerek barıştırdıklarını, 

Korucu Sistemi : 

Koruculuk Sisteminde korucubaşı, onun altında tim veya takım komutanı, onun altında da elemanlar olduğu, Her timin 20 kişiden oluştuğu, tim komutanının elemanların vekaletini, korucubaşının da tim komutanlarından özlük haklarına ilişkin vekalet aldığını, korucubaşının kendine bağlı olanların maaşlarını aldığını, asıl mücadeleyi yürütenlere bir çuval un, şeker, çay vs. verilerek işin götürüldüğünü, korucubaşıları ve tim komutanlarının göreve falan gitmediklerini, bunlar şehirde bazı hatırı sayılır kişilerin korunmasında görev almış 
göründüklerini, şehirde ikamet edip devletten maaş aldıklarını, altlarında yepyeni Toyoto arabalar olduğunu, kısaca iyi menfaat sağladıklarını,

Koruculuk Sisteminin doğuda Silahlı Kuvvetlerin ve Emniyet Teşkilatının bütün etkinliğini bitirdiğini, daha üstün silahlarının olduğunu, ayrıca alt yapısı halk olduğu için daha etkili olduğunu, garip vatandaşın hakkını aramasının mümkün olmadığını, ne Vali’ye ne komutana, ne de korucubaşına ulaşamadığını, adalet sisteminin de doğru çalışmadığını, Güvenlik güçlerinden bir kısmının da oradaki menfaat işlerine bulaştığını, orada herkesin derdinin iyi model bir araba, bir ev, bir yazlık alıp dönmek olduğunu, dönerken de yanında illegal yollardan edinilmiş silahlar alıp götürdüklerini, 

JİTEM ( Jandarma İstihbarat Terörle Mücadele ) 

Bunun kanunen mevcut ve örgütlenme şeması içinde bir birim olmadığını, ancak Jandarma’da resmen İstihbarat birimlerinin bulunduğunu, ancak bu birimlerin terörle fiilen mücadele görevlerinin olmadığını, görevlerinin sadece istihbarat olduğunu, 

JİTEM’in ise Cem ERSEVER tarafından fiilen kurulduğunu, Diyarbakır, Elazığı, Mardin, Hakkâri gibi bazı hassas illerde gayriresmi olarak örgütlendiğini, her ilde bulunmadığını, ama JİTEM elemanlarının Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Başkanlığına bağlı olarak çalıştıklarını, genellikle kod adı kullandıkları, 
kendisinin Jitem elemanı olmadığını, sadece Jandarma İstihbarat şubelerinde sorgu amiri olarak görev yaptığını, İstihbarat birimlerinin terörle mücadele yaparken menfaat mücadelesi yaptıklarını, mesela Cem ERSEVER’in 
yanında çalışan ismini hatırlamadığı bir astsubayın adli emanetteki 2-3 bin silahı alarak güneydoğuda koruculara sattığını, bu kişinin yakalandığını ve yargılandığını, Cem ERSEVER’in asıl amacının menfaat temini olduğunu, JİTEM adının da birtakım kirli işlerde daha çok işe yaradığını, çünkü terörle mücadele görevi olunca gözaltı süresinin daha uzun olduğunu, sonradan JİTEM‘in 
lağvedildiğini, Cem ERSEVER’in de mecburen emekli olduğunu, kendisini Jandarmanın diğer elemanlarının temizlediği iddiasının yanlış olduğunu, kendisinin çok uyanık birisi olduğunu, kolay tuzağa düşmeyeceğini, 
ancak Mahkemeye gelirken alarak kaçırdıklarını, sorguladıklarını ve şırınga sorgusu sonucu öldürdüklerini, otopsi raporunu okuyan arkadaşlarından öğrendiğini, bu şırıga sorgusunu herkesin bilmediğini, Cem ERSEVER’i Habur Gümrük Müdürünün Kemal ismindeki oğlunun (veya şoförünün ) öldürdüğünü, bunu içerde yapılan konuşmalardan bildiğini, şu anda bunu bilenler asker oldukları için konuşamak istemediklerini, ancak not tuttuklarını, ileride çıkıp konuşacaklarını, Cem ERSEVER’in karısının suriyeli olduğunu, bu yolla Suriye istihbarat servisi ile irtibat kurduğunu, bu servise bilgi sızdırdığını, bu nedenle de Jandarma Genel Komutanlığı tarafından dışlandığını, bu nedenle de öldürüldüğü  nü, Yeşil’in de kendisi ile irtibatı dolayısiyle Suriye ile bağlantısı olduğunu, 

Uyuşturucu Kaçakçılığı :

Uyuşturucu’da Van’ın bir merkez olduğunu, Van’dan her tarafa uyuşturucu sevkiyatının yapılabildiğini, Pazarlamasının da İstanbul’da yapıldığını, Van’da bir kadının uyuşturucu’nun THC (Tetro Hidro Karnobilen) yani kalite kontrolünü yaptığını, Bir başka kanalın yani Suriye hattının Mardin-Habur Hattının olduğunu, buradaki sevkiyatının GKK (Geçici Köy Korucuları) vasıtasıyla, onların gümrüklerdeki akrabaları kanalıyla geçiş sağlandığını, Daha sonra bu konuda zaafı olan, çok para kazanma hırsı olan güvenlik gücü mensuplarının devreye girdiğini, bunların bazan kendi arabaları ile uyuşturu naklini sağladıklarını, bunların arabalarının aranmadığını, özellikle PKK istihbaratı için Suriyeye gidip gelenlerin bu arada bu işi de ayarladıklarını, bir menfaat şebekesi 
oluşturduklarını, Bu olayları bilen namuslu insanların az olduğunu, ancak atılma veya öldürülme korkusundan konuşmayacaklarını, Bu menfaat şebekesinin TBMM’ne kadar uzandığını, mesela Mustafa ZEYDAN’ın bu işin içinde olduğunu,
Sedat BUCAK’ın Urfa’da devletten daha güçlü olduğunu, uyuşturucu trafiğinden de menfaat aldığını, 

15 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu, Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 13

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu,  Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 13




51- BURHANETTİN BİGALI 02.03. 1997 tarihli ifadesinde; 

1927 Bergama’nın Göçbeyli nahiyesinde doğduğunu, 13 yaşında Konya askeri Ortaokulu’na gittiğini, 1947’de Harbiye’yi, 1959’da Harp Akademisini bitirdiğini, 1972 yılında General olduğunu, İstanbul Garnizon Kurmay Başkanlığı, Harp Akademileri Kurmay Başkanlığı, Erzurum’da Tümen Komutanlığı, Kara Kuvvetleri İstihbarat Başkanlığı, Genelkurmay Sıkıyönetim ve Koordinasyon Başkanlığı ve 6. Kolordu Komutanlığı görevlerinden sonra 1981 yılında MİT müsteşarı olduğunu 1986 yılı Ağustos ayına kadar 5 yıl bu görevde kaldığını,Orgenaral 
olarak 2. Ordu Komutanlığı ve arkasından da Jandarma Genel Komutanlığı görevlerinde bulunduktan sonra 1990 yılında emekli olduğunu, MİT Kanununa göre; “MİT’in görevinin, T.C.’nin ülkesiyle, milletiyle bütünlüğüne, varlığına, bağımsızlığına, güvenliğine, anayasal düzenine ve millî gücünü meydana getiren bütün unsurlara karşı, içten ve dıştan yöneltilen mevcut ve muhtemel faaliyetler hakkında millî güvenlik istihbaratınıdevlet çapında oluşturmak, bunları Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı ve Milli Güvenlik Kurulu ile gerekli kuruluşlara bildirmek” olduğunu, Çeşitli Kamu kurum ve kuruluşlarının yukarıdaki bağlamda elde ettikleri bilgileri MİT’e bildirmelerinin gerekli 
olduğunu, bu bilgilerin bir havuzda toplanmasının gerektiğini, MİT Kanununa göre; “ MİT müşteşarının başkanlığında Bakanlıklar ve diğer kurum ve kuruluşlar arasında yukarıda belirtilen görev ve yükümlülüklerin yerine getirilmesiyle ilgili koordinasyon sağlanması ve istihbarat çalışmalarının yönetilmesinde temel görüşler oluşturmak üzere Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulu’nun
oluşturulduğunu, bu kurulun her üç ayda bir toplanması gerektiğini”, 
Kendi döneminde Koordinasyon Kurulunu hep topladığını, Oysa bugün bunun sağlıklı şekilde yapılamadığını, kurumlar arasında, özellikle Emniyet, Jandarma ve MİT arasında kopukluk olduğunu, MİT’in gelen bilgileri değerlendirerek icra etmek üzere yine emniyete verdiğini, MİT’in öcü olmadığını, millî bir kuruluşumuz olduğunu, Başbakanın, bakanların bu kuruluştan brifing alması 
gerektiğini, bu kurumu tanımaları ve yardımcı olmaları gerektiğini, MİT’in dışarıya gidecek büyükelçilere brifing verdiğini, onların teröre karşı, mesela Asala eylemlerine karşı nasıl hareket edeceklerini anlattığını, dış 
temsilciliklerimizin korunması için gerekli tedbirleri aldığını, ayrıca dış temsilciliklerimizin sık sık kontrol edildiğini, bir sürü dinleme cihazı vs. bulunduğunu, MİT’in ihtiyaç duyduğu elekronik, teknik cihazlarla 
donatılması gerektiğini, Avrupa’daki Türk varlığını, dış temsilciliklerimizi korumak için çevre kuşak ülkelere dikkat etmek, istihbaratı daima güncel tutmak gerektiğini, 30 Kasım 1983 tarihi itibariyle 195 Asala eylemi olduğunu, 56 kişinin hayatını kaybettiğini, bunlardan 39’unun Türk olduğunu, Bu Asala eylemlerine karşı siyaseten dost ülkelerin istihbarat teşkilatları ile işbirliği yaptıklarını, ayrıca bu devletlere bir gün bu eylemlerin kendilerine zarar vereceğini anlattıklarını, nitekim ölen insanların 17’sinin çeşitli yabancı ülke vatandaşları olduğunu, bu ülkelerin zarar gördüğünü, ayrıca Türkiye ile ticari münasebeti olan ülkelerin bunları desteklememeleri için uyardıklarını, ayrıca Ermeniler içinde de bu eylemlerden rahatsız olan insanlar olduğunu, siyasî platformda da bunların haklılıklarını isbat edemediklerini, ve sonuçta Ermeni terörünün sona erdiğini, kısmen de bu işi PKK’nın sürdürdüğünü, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin teröre terörle mukabele etmediğini, Abdullah ÇATLI ismini MİT müsteşarı olduğu dönemde hiç duymadığını, böyle bir kişinin MİT tarafından Asala’ya karşı kullanılmasının asla sözkonusu olmadığını, Müsteşarın bilgisi olmadan alt düzeyde birilerinin de böyle bir şey yapmalarının mümkün olmadığını, MİT’in kişilere pasaport verme görevi olmadığını, dolayısiyle bu kişilere pasaport falan 
vermediğini, kendilerinin Asala terörüne karşı dış temsilciliklerde sadece pasif koruma tedbirleri aldıklarını, Kendi döneminde ne dışarıda, ne de içeride bir takım sağ ve sol militanların, Abdullah ÇATLI gibi, Oral ÇELİK gibi kimselerin tetikçi olarak kullanılmadığını, istihbarat haricinde herhangi bir operasyonda sivil kişilerin kullanılmadığını, bunun mümkün olmadığını, bu kişilerin kendileri tarafından korunmadığını, MİT Müsteşarı iken MİT bünyesinde silah kaçakçılığı, uyuşturucu kaçakçılığı gibi teröre destek veren işlerle ilgilenmek üzere Kaçakçılık Dairesinin kurulduğunu, bunun sebebinin 12 Eylül’de çok sayıda silah  yakalandığını, yani terörü silah kaçakçılığının desteklediğini, O’nu da uyuşturucu kaçakçılığının desteklediğini belirlediklerini, bunun sonucunda 1984 yılında uyuşturucu kaçakçılığına bulaşan Mafya Babaları operasyonu yaptıklarını, Dündar KILIÇ, Behçet CANTÜRK gibi insanların sorgulandıklarını, haklarında fezleke düzenlendiğini ve adli makamlara sevkedildiğini, sonucunun ne olduğunu bilmediğini, Mehmet EYMÜR’ün bu Kaçakçılık Dairesinin başına getirildiğini, bu kişinin çok çalışkan birisi olduğunu, konusu ile ilgili sorgulamalara katıldığını, 

Dündar KILIÇ ve benzeri babaların MİT içindeki, kamudaki insanlarla, (Örneğin iddia edildiği gibi, MİT İstanbul Bölge Eski Müdürü Nuri GÜNDEŞ ile yahut İstanbul Emniyet Eski Müdürü Şükrü BALCI ile ) ilişki içinde olduklarına dair bir bilgisi olmadığını, buna inanmanın da mümkün olmadığını, Mehmet EYMÜR’ün 1987 yılında yayınladığı çeşitli devlet görevlileri hakkındaki Raporun kendisinden sonra olduğunu, sonucunda da MİT’ten ihraç edildiğini, sonradan nedenini bilmediği bir şekilde geri alındığını, Korkut EKEN’in kendi zamanında MİT’te olmadığını, sonra yarbay olarak bir dönem Mehmet EYMÜR’le birlikte MİT’te çalıştığını, bu rapor dolayı sonra ikisinin birlikte uzaklaştırıldığını, halen Emniyet Genel Müdürlüğü danışmanı olarak çalıştığını duyduğunu,

Kendi MİT Müsteşarlığı döneminde Nuri GÜNDEŞ hakkında Dündar KILIÇ’la ilişkisi olduğuna dair bazı iddialar olduğunu, daha üst görevli kimselerden oluşan bir komisyonla hakkında tahkikat yaptırdığını, katiyen böyle bir şey olmadığına dair rapor verdiklerini, iddiaların tamamen yanlış olduğunu, Mehmet EYMÜR’ün 
Nuri GÜNDEŞ hakkındaki iddialarının birtakım şahsi husumetlerden kaynaklandığını, Nuri GÜNDEŞ’le ilgili olarak Dündar KILIÇ’ın verdiği bilgilerin ortadan kaldırıldığı iddialarının doğru olmadığını, JİTEM diye bir kuruluşun kendi Jandarma Komutanlığı döneminde kurulmadığını,kendisinin 1990 yılında 
emekli olduğunu, bunun 1993 yılından sonra ortaya çıktığını, arkadaşlarına sorduğu zaman da böyle bir şeyin olmadığını ifade ettiklerini, Mehmet Ali AĞCA’nın 1982 yılında askeri ceza evinden kaçırılması sırasında MİT’te görevli olduklarını, ancak o günlerde işlerinin çok yoğun olduğunu, bu nedenle Başbakanlıktan özel bir emir de verilmediği için bu konu ile ilgilenmediklerini, bu tip cezaevi firarlarının herzaman olduğunu, hapishanelerin iç ve dış güvenliklerinin ayrı ayrı Bakanlıklarda olmasının bunda rolü olduğunu, 
PKK’nın Ankara’daki İstanbul’daki örgütlenmesine karşı istihbari çalışmaların ve diğer tedbirlerin iyi olduğu kanaatında olduğunu, İstihbarat Teşkilatının kanuni prosedür içinde alelusul şunu bunu dinleme yetkisinin olmadığını, önemli bir 
hedefi,bir örgüt mensubunun ancak savcılığın müsaadesi alınarak dinlenebileceğini, ancak şimdi birçok kişinin elinde dinleme cihazının olabileceğini, buna karşı tedbir alınması gerektiğini, örneğin bu komisyonun 
dinlenmemesi için MİT’ten uzman çağrılarak kontrol yaptırılabileceğini, bir parti lideri dinlendiğini iddia ediyorsa, O’nun da çağırıp uzmanlara kontrol ettirebileceğini, MİT’te görev yapan kişilerin siyasî görüşlerinin, ideolojilerinin görevlerini etkilememesi gerektiğini, bazı siyasî kişilerin MİT elemanlarını MİT Müsteşarının bilgisi dışında ayrı bir yapılanma içinde, mesela Asala’ya karşı 
kullanmalarının kendi döneminde olmadığını, siyasîlerden böyle bir direktif almadığını, şimdi de olmaması gerektiğini, varsa bilemiyeceğini, MİT’in Tarık ÜMİT gibi yasadışı işlere bulaşmış, uyuşturucu kaçakçılarını istihbari amaçla kullanmasının, istihbarat alınması karşılığında onların yasadışı eylemlerine göz yumulmasının, hatta yardımcı olunmasının asla doğru olmadığını, bunun mümkün de olmadığını, kendi zamanında da sureti katiyede böyle bir şeyin 
olmadığını, 
MİT’in sivilleşmesini, yani başına sivil bir insanın gelmsini doğru bulmadığını, çünkü yabancı birisinin teşkilatı tanıyıncaya kadar uzun zaman geçeceğini, oysa askeri birimlerde benzeri istihbari birimler olduğundan asker kişilerin konuya yabancı olmadığını, örneğin kendisinin Kara Kuvvetleri İstihbarat Başkanlığı yaptığını, MİT’in bazı bilgileri bağlı olduğu siyasî kişilere vermediği iddiasına katılmadığını, Başbakanlar ne zaman isterlerse MİT’ten bilgi alabileceklerini, Milletvekillerinin de Başbakan’ın izniyle brifing alabileceğini, ABD’de 
CİA Başkanının hergün konutundan çıkarken Dışişleri Bakanının arabasına binerek işyerine varıncaya kadar son 24 saat içinde dünyada olan gelişmeleri bildirdiğini, bunun bizde de olabileceğini, Çeşitli basın organlarında zaman zaman MİT kaynaklı olduğu iddia edilen rapor, etüd veya bilgi notlarının çoğu 
zaman gerçeği yansıtmadığını, ancak MİT’in kendini tanıtmak amacıyla kamuoyunu aydınlatmasını doğru bulduğunu, herkesin bu millî kuruluşumuzu tanıması gerektiğini, PKK terörüne karşı askerin yetersiz olduğu iddiasıyla Özel Harekat Polisinin aşırı derecede güçlendirilmesine karşı olduğunu, bunun zaman içinde kontrolden çıkabileceğini, askerdeki disiplini bunlarda sağlamanın çok zor 
olduğunu, yalnızca askerin yaptığı çevirme harekatından sonra yakın operasyon için özel komando eğitimi almış sınırlı sayıda Özel Harekat Timinin bulundurulmasının yeterli olacağını belirtmiştir.(Ek:224) 


52- HÜSEYİN OĞUZ 18.02.1997 tarihli ifadesinde;

1959 Edirne İpsala doğumlu olduğunu, daha sonra nüfusunu İzmir Karaburun Merkez Mahallesine aldırdığını, Baba adı Mehmet, ana adı Havva olduğunu, halen Elazığ İl Jandarma Komutanlığı Merkez Bölüğü personel İşlem Astsubayı olarak çalıştığını, 1977 yılında Astsubay Okulunu bitirdiğini, 1977-1981 arasında Diyarbakırda görev yaptığını, önce 1977-1979 arasında Kulp’ta, 1979-1981 arasında Ergani’de çalıştığını, 1981 yılında Ergani Kesantaş Köyü matematik öğretmeni, Afyon Kırali Kasabası’ndan babası Adalet Partisi İlçe Başkanı olan ve okulda kürtçe konuşulmasına, şarkı söylenmesine karşı olan Kadir ismindeki öğretmenin Ergani-Afyon yolunda otobüs içinde bıçaklanarak öldürüldüğünü, bunun Kesantaş Köyünden Şaban ismindeki failini kendisinin bulduğunu, 
1981-1983 arasında Bursa’da 6 ay komando’da çalıştığını, 1982’de Sorgu’ya geçtiğini, 1983-1986 yıllarında Kars’ta çalıştığını, bu sırada 1984 yılında 3 ay 10 gün faili mechullerle ilgili sorgu kursuna katıldığını (Babası Faili Mechul gittiği için bu konuda hobisi olduğunu), burada herhangi bir terör ya da faili mechul olayı hatırlamadığını, 1986-1993 yıllarında Uşak İl Jandarma’da sorgu kısım amiri olarak çalıştığını, narkotik sorumluluğuna baktığını, burada Dev-Sol içindeki bir hesaplaşma dolayısıyla Ulubey İlçesinin Büyükkayalı köyüne atılan 1 
ceset dışında önemli bir olay olmadığını, 1993-1996 yıllarında (1 Temmuz 1996 tarihine kadar) Malatya İl Jandarma’da sorgu görevinde çalıştığını, Malatya’da görev yaparken 1996 yılında Elazığ-Malatya arasındaki Kömürhan Köprüsünün yakınında 20-25 yaşlarında genç bir erkekle genç bir bayan cesedinin bulunduğunu, her ikisinin de ellerinin arkadan bağlı olduğunu ve enselerinden vurulduğunu, olay yerinde 9 mm. Makina Kimya Mermileri olduğunu, erkeğin 
ayaklarının çıplak olduğunu, ayakkabılarının kendine ait olmadığını tesbit ettiklerini, her ikisinin de temiz giyimli, erkeğin ttraşlı olduğunu, bayanın da bakire kız olduğunu ve iç çamaşırlarının dahi çok temiz olduğunu, 
bunlardan hareketle bu olayın başkası tarafından değil, kesinlikle güvenlik güçleri tarafından gerçekleştirilmiş bir İNFAZ olduğu kanaatine vardıklarını, örgüt işi olsaydı, örgütün maktülün ayağına “Ajan veya provakatörün 
sonu budur” gibi bir bildiri bırakacağını, Maktullerin kimliklerini tesbit etmek için olay yerinde çektiği resimleri basına verdiğini, kızın babasının resmi 
gazetede görerek kendilerini aradığını ve Malatya’ya geldiğini, cesedi morgta teşhis ettiğini, adamın Mersin Gülnar ilçesinde ayakkabı tamircisi ve fakir bir aile oluduğunu, kızın Dicle Üniversitesi Yabancı Diller bölümünde öğrenci olduğunu, herhangi bir olayla ilgisinin olmadığını, Erkeğin ise; Diyarbakır Silvan nüfusuna kayıtlı olup Sivas’ta 2 yıllık yüksek okulu bitirdiğini, Diyarbakır’da iş ararken kızla tanıştıklarını, güvenlik güçlerince gözaltına alındığına dair bir kaydının olmadığını, Diyarbakır’daki sistemi bildiğini, buna göre bir kişinin bu şekilde öldürülmesi için kürt kökenli olması ve PKK’ya MÜZAHİR olmasının (yani PKK’ya hafif bir sempatisinin olmasının) yeterli olduğunu, kendini devlet yanlısı tanıtan birinin “Falan PKK yanlısıdır” gibi bir ihbarı üzerine adamın özel harekatçı kıyafetiyle evinden alındığını ve 2-3 kişilik infaz ekibi (Tetik Timi) tarafından infaz yapıldığını, buna İstihbarat biriminin karar verdiğini, ancak son zamanlarda infazların durduğunu, 
Bu kişinin de bu sisteme göre tahminen müzahir olması nedeniyle yanındaki kızla beraber Diyarbakır ekiplerince gözaltına alındığını, onlar gözaltındayken başka bir infaz olayına tanık olduklarından bu tanıkları yok etmek için infaz edilmiş olabilirler diye değerlendirdiğini, çünkü o sırada 5 kişinin daha Diyarbakır’da atıldığını bildiğini, ayrıca bu kişileri polisin gözaltına aldığının da kesin olduğunu, kızın bir arkadaşının ailesine telefon ederek yurda gelmediğini bildirdiğini, Ayrıca Diyarbakır’la cesetlerin bulunduğu yer arasında 11-12 tane kontrol noktasının bulunduğunu, güvenlik güçlerinden başka kimsenin bu noktaları yanındaki bu kişilerle veya cesetlerle geçmesinin mümkün olmadığını, 
ceset bırakılan yerin güvenlik amirinin de normalden bu işten haberdar olmasının gerektiğini, ancak Malatya’da fazla güvenlik görevlisi olmadığını da düşünerek cesetleri Malatya’ya, Jandarma bölgesine bıraktıklarını, 
Olayı araştırmak üzere İl Merkez Bölük Komutanı Üsteğmen Abdullah KAYA ile Kriminalci Uzman Çavuş Ergun KAYAKAYA ve Ali Başçavuşun Diyarbakır’a gittiklerini, kendisinin gitmek istemediğini ve gitmediğini, bu ekibin polis ve jandarmaya uğradıklarını, adı geçen kişilerin (maktüllerin) poliste gözaltına alındıklarını öğrendiklerini, ancak burada kendilerine; “Sizin ne işinize geliyor, bunun sizinle alakası yok, çekin gidin görevinize” dendiğini, böylece hiç bir evrak almadan ,hiç bir işlem yapmadan geri geldiklerini, onlara “İyi ki sizi de infaz etmemişler” dediğini, olayın böylece kaldığını, 

Yeşil ve Veli KÜÇÜK : 

YEŞİL’in aslen Bingöl Solhan Asmakaya Köyü nüfusuna kayıtlı, 1953 doğumlu Salih oğlu Mahmut YILDIRIM olduğunu, Sakallı diye anılan işinin de aynı şahıs olduğunu, çocukluğunun Elazığ’da geçtiğini, 1982 yılında Ülkü Ocakları davasından Elazığ Polisince gözaltına alındığını, “Devletin manevi şahsiyetine 
hakaret ve Polis Memuruna hakaret”ten 2 fişi bulunduğunu, kendisini gördüğünü, uzun boylu, 1,85 boyunda, esmer bir şahıs olduğunu, çok zengin olduğunu, Yeşil’in önce polisle birlikte çalıştığını, daha sonra Cem ERSEVER’le tanışarak JİTEM’de çalışmaya başladığını, O’nunla birlikte Suriye’ye gidip geldiğini, Jandarma istihbarat birimlerinden herkesin yeşili tanıdığını, Yeşil’in Emniyet ve Jandarma teşkilatlarına rahat girip çıktığını, hatta bazan kapıda karşılandığını, Kürtçe bildiği için herkesle rahat dialog kurduğunu, Çatlı’dan da önemli ve üstte bir adam olduğunu, bilhassa Jandarma’da çok önemli olduğunu, Çatlı ile de ülkücülükten dolayı birbirlerini tanıdığını, ayrıca Jandarma’da 
da ülkücü olanların olduğunu, bunlar arasında da ilişki olduğunu, Yeşil’in Korkuut EKEN’i de Sedat BUCAK’ı da, hatta Mehmet AĞAR’ı da tanıdığını, hatta Mehmet AĞAR’ın “Bu adamı öldürün” diye emir de verdiğini, Yeşil’le irtibatı olanların Ankara’da Cinnah Caddesinde Kumarhane veya Birahane gibi herkesin girip 
çıkmadığı bir yerde buluştuklarını, Tuğgeneral Veli KÜÇÜK’ün de Yeşil’i çok iyi tanıdığını, beraber çalıştıklarını, Yeşil’in Veli KÜÇÜK’ün sözünden çıkmadığını, Veli KÜÇÜK bir zamanlar JİTEM’in en kıdemli, en sözü geçen kişisi olduğunu, bu 
kişiyi tutan kötü insanlar çoğunlukta oldukları için general olduğunu, Kocaeli Jandarma Komutanıyken birkaç soruşturma geçirdiğini, ancak bunların kapatıldığını, Veli KÜÇÜK’ün doğudan ayrıldıktan sonra da telefonla 
doğudaki bazı şeyleri yaptığını, Kocaeli Jandarma Komutanı olduktan sonra Yeşil’in de İstanbul tarafına kaydığını, bu tarafta da infazların başladığını, faili mechullerin arttığını, 1993 yılında Diyarbakır’da birtakım infazlar yapıldığı zaman Yeşil’in de orada olduğunu, tetikçi olarak görev yaptığını, Diyarbakırda Vedat AYDIN’ı Yeşil’in iki kişiyle Özel Harekatçı elbisesi giyerek evine gidip, “Polis” 
diyerek kaçırdığını, sonra da infaz ettiğini, yanındakilerden birinin Alaattin KANAT olabileceğini, bu kişinin de PKK itirafçısı ve tetikçi olduğunu, Ankara açık cezaevinden konuşmasın diye kaçırıldığını, belki de infaz edileceğini, Yeşil’in Malatya’ya da girmek istediğini, ancak o zamanki Jandarma Alay Komutanı Yaşar ERCAN’ın buna izin vermediğini, bir defa Malatya Alay Komutanlığına geldiğini, Alay Komutanını sorduğunu, ancak Yaşar Albay’ın kendisini kabul etmediğini, kendisinin de orada gördüğünü, Yeşil’in Alaattin ÇAKICI’yı çok iyi tanıdığını, bir zamanlar İstanbul’da çıkan çek-senet mafyasında da olduğunu, çünkü Yeşil’in parasız iş yapmadığını, çok parası olduğunu, çok para harcadığını, bekar olduğunu, kadına düşkünlüğü bulunduğunu, Yeşil’in uyuşturucu olayını en iyi yönlendiren kişi olduğunu, TORBACI tabir edilen taşıyıcı olduğunu, 
arabasıyla getirip götürdüğünü, Uyuşturucu’nun Yüksekova’da imal edildiğini, sevk yolunun VAN olduğunu ve oradan ayarlandığını, İstanbul’da da pazarlanıp satıldığını, Güvenlik güçlerinden zaafı olanların, menfaati olanların bu olaya yardımcı olduğunu, bütün bu irtibatları Yeşil’in sağladığını, nerede ne kadar güvenlik gücü olduğuna dair istihbaratı da Yeşil’in sağladığını, Yeşil’in bankaya yatırdığı 300 bin mark, 50 bin doları Urfa Suruç (veya Siverek) nüfusuna kayıtlı Ahmet DEMİR’in çektiğini,Yeşil’in halen MİT’te çalıştığını sandığını, üç gün önce 
İstanbul’da MİT tarafından sorgulandığını, Sabancı Suikastının tetikçisi DHKP’li İsmail AKKOL’u Suriye’den Yeşil’in getirip MİT’e teslim ettiğini, Çünkü 
Yeşil’in Cem ERSEVER’le birlikte Suriye’ye gidip geldiğini, Suriye istihbaratı ile irtibatı olduğunu, Bütün bu bilgileri Jandarma Genel Komutanlığında istihbaratçı olarak çalışan samimi arkadaşlarından şifahi olarak aldığını, 

14 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu, Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 12

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu,  Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 12




44- ORAL ÇELİK 29.01.1997 tarihli ifadesinde; 

1959 Malatya Hekimhan doğumlu olduğunu, Eğitim enstitüsünü bitirdiğini, 1980 öncesinde Türkiyedeki sağsol olaylarına katıldığını, sağda Milliyetçi kanatta yer aldığını, katılmadığı olaylarda kendisine isnat edilen suçlar olduğundan 12 eylül 1980’den sonra yurtdışına çıktığını, yurtdışına çıkarken aynı görüşü paylayan 
insanların yardımını gördüğünü, Harun Çelik adına düzenlenmiş bir sahte pasaportla ve yalnız olarak Türkiyeden ayrıldığını, giderken Tren yolculuğu yaptığını, Bulgaristan, Yugoslavya, İtalya, İsviçre yoluyla Avusturyaya direk olarak vardığını, orada Abdullah Çatlı ile buluştuğunu, Çatlı’nın kendisinden 2-3 gün önce uçakla İngiltereye gittiğini, İngiltereye alınmadığı için oradan Avusturyaya geldiğini, Çatlının Hasan Kurdoğlu adına düzenlenmiş sahte pasaportla Türkiyeden ayrıldığını, Avusturyada oturma izni alabilmek için
Üniversitenin dil kursuna kayıt olduklarını, yurtdışındaki akraba ve tanıdıkların yardımıyla geçindiklerini, Papa olayı olduğu zaman Avusturyadan Fransaya geçtiklerini, Papa işinde bir rolü olmadığını, ancak basında isminin 
rolü varmış gibi geçtiğini, Fransaya geçtikleri tarihin 1982’nin son ayları olduğunu, Fransada Poitiers şehrinde ki Üniversiteye Çatlı ve Eşi ile birlikte kayıt yaptırdıklarını, Çatlı’nın eşinin uçakla Avusturya’ya oradan da İsviçreye ve Fransaya geldiğini, oraya varınca herşeyin Türk Milleti ve Devletinin aleyhinde olduğunu gördüklerini, kendilerinin orada Türkiye’nin turizm büyükelçisi gibi olduklarını, o sırada kendilerine “Türk Devletinin Milletinin aleyhinde çalışan mesela Asala gibi örgütlerle mücadele edermisiniz, nasıl ve ne takdiklerle mücadele edersiniz?" şeklinde teklifler geldiğini, bu teklifin devletimizin üst düzeydeki yetkililerinden geldiğini, ancak onların ismini söyleyemeyeceğini, bu teklifi alınca kendilerinin de, oralardaki devlet temsilcilerinin, diplomatların değil Türklükle, insanlıkla bağdaşmayacak şeyler yaptıklarını söyleyerek değiştirilmesi  ni istediklerini, kendilerine teklif getiren kişilerin "biz bunları değiştiremeyiz; bunlar bizim ülkemize mal olmuş kişiler; fakat, bizim devletimiz ve milletimiz sözkonusu, ortada olan bu" dediklerini, o zaman da kendilerinin Milliyetçi ve Vatanseverler olarak bu teklifi gönüllü olarak kabul ettiklerini, bu arada 
suçsuz olarak cezaevinde yatan arkadaşları ve bazı tanınmış politikacıların serbest bırakılmasını istediklerini ve olumlu cevap aldıklarını, bunun üzerine (12) kişilik bir liste verdiklerini, bu isimlerden birisinin Mehmet IRMAK olduğunu, Ancak bu 12 kişinin hiç birisinin bu işlerden yararlanmadığını, bu teklifin kendilerine 1981 yılında kendilerinin Fransada oldukları zaman yapıldığını, aslında bu tekliflerin o zaman Avrupadaki Türk federasyonundan tutun da herkese kadar yapıldığını, en sonunda kendilerine Çatlı ile birlikte teklif geldiğini, teklifi kabul ettikten sonra Fransada (18), Hollanda da (2), Kanadada, Amerikada, Yugoslavya da Beyrutta, Yunanistanda, akla gelen pekçok eylem yaptıklarını, bu eylemleri Oral çelik, Abdullah Çatlı ve diğer iki kişiden 
oluşan (4) kişilik grubun yaptığı ya da yaptırdığını, bu arkadaşlarından birisinin mahkemeye geçtiğini, gizli celse olduğunu, yaptıklarını orada anlatarak kendilerine, önceden söz verildiği gibi ceza indirimi uygulanmasını, yada kanuni takibattan muaf tutulmalarını istediğini, ancak taleplerinin kabul olmadığını, 10-12 sene mahkumiyet verildiğini duyduğunu, 4 arkadaşının da Türkiye'ye döndüğünü, onun cezasının zaman aşımına uğradığını, kendisine de yurt dışında yaptığı hizmetlerden dolayı kolaylık gösterilmediğini, yurda döner dönmez cezaevine konduğunu ve boş yere (4) ay hapis yattığını, yurt dışında olduğu yıllarda bir kere 1983 yılında yurda giriş-çıkış yaptığını, onun da istihbaratın kontrolü altında gerçekleştiğini, yurtdışında oldukları sırada istedikleri pasaportu, istedikleri yerden alabildiklerini, Türkiye konsolosunun da kendilerine pasaport 
verdiğini; çünkü, Türk Basını ve Türkiyedeki güya aydınların kendilerini ihbar etmeye başladıklarını, İsviçrede yakalanan bir adamın kendilerinin eylemleri ile ilgili bilgiler verdiğini, bu adamın Nevzat Bilican olduğunu, bu kişinin birgün İsviçre Polisine giderek yalan yere ben Abdullah Çatlı, Oral Çelik, Mehmet Şener ile eroin işi yaptım dediğini, daha bir kaç isim daha söylediğini, kendilerinin Ermenileri öldürdüğünü söylediğini, İsviçrenin durumu Türkiye'ye bildirmesi üzerine Türkiye'den ilgili kimselerin kendilerine-ki o zaman Fransada Çatlı ile bir 
evde oturduklarını bildirdiğini, kendilerinin de oradan kaçtıklarını, bunun üzerine Türkiye-İsviçre arasında problem çıktığını, bu olayın 1984 yılında cerayan ettiğini. Bunun üzerine Türkiyeden bir Devlet Bakanının İsviçreye gelerek ortamı yatıştırdığını, Mesut Yılmaz'ın da o sırada bakan olduğunu, daha sonraları da 
İsviçrenin kendilerine (Oral Çelik, Çatlı ve arkadaşları) ambargo koyduğunu, Mesut Yılmaz'ın da Dışişleri Bakanı olarak kendileri için İsviçre nezdinde teşebbüsleri olduğunu, duyumlarına göre Mesut Yılmaz'ın Çatlı ile temasa geçerek bir kulube olan kumar borcunu sildirdiğini, Çatlı'nın 1991 yılında İsviçreden hapisten kaçınca Türkiyeye döndüğünü, Çatlının bu mahkumiyetinin Nevzat Bilican iftirası ile olduğunu, aynı davada kendisi ve Mehmet Şener'in de yargılandığını ve beraat ettiklerini, çünkü Nevzat Bilican'ın daha sonra İsviçre 
Makamlarına giderek "ben yalan söyledim, ben PKK'yım, bunlar Milliyetçi bana öyle ifade vermem söylendi bende öyle söylemiştim. Ben Oral Çelik ve Çatlı'yı tanımıyorum bile" dediğini. Fransadaki mahkumiyetlerinin de aynı şekilde Fransız İstihbaratının yaptıkları faaliyetleri anlaması üzerine hazırladığı düzmece bir senaryo ile olduğunu, kendilerinin katiyen eroin ile uğraşmadığını, eğer uğraşsalardı 100 gr değil 10 ton eroin yükleyip satardık. Çatlı'nın İsviçrede ceza evinden kaçmasının da çok normal bir şey olduğunu, çünkü orada hüküm 
verildikten sonra mahkumların başka bir şehir ve cezaevine nakledildiğini ve orada Türkiyedeki yarı açık cezaevi şartlarının olduğunu, yani kolayca kaçılabildiğini, İsviçre cezaevlerindeki yabancıların % 75'inin kaçtığını, buna İsviçrenin belkide bilerek göz yumduğunu, böylece yabancılardan kurtulduğunu, kendileriyle ilgilenenlerden birisinin METE kod isimli üst düzey MİT yetkilisi olduğunu ancak ismini vermeyeceğini, M.Ali Ağca ile fazla bir ilgisi olmadığını, Ağca'ya Türkiyede hapisten kaçınca yardım ettiğini, Avrupaya yeni geldiği 
zamanda biraz yardım ettiğini, onun dışında irtibatı olmadığını, son zamanlarda Çatlı ile ilgili basında yer alan iddiaları Çatlı ile bağdaştıramadığını, Çatlı'nın iyi, temiz, saf, politikadan anlamayan, sözünü söyleyen birisi olduğunu, böyle tiplerin de pek sevilmediğini, Çatlı'dan duyduğuna göre Mesut Yılmaz'ın kumar borcunu sildirme işi için Çatlı ile Yılmaz Belçika'da yüzyüze görüşmüşler. 
Aynı yıl Çatlı'nın, 85 yılına 2,5 ay kala yani 1984'ün 9. ayında Fransa hapise girdiğini, kendisinin de Fransada 86'nın 11. ayından 93'ün 11. ayına kadar 1984'ün 9. ayında Fransa hapise girdiğini, kendisinin de Fransada 86'nın 
11. ayından 93'ün 11. ayına kadar hapis yattığını ayrıca (30) ayda Fransada görülmemiş sürgün cezası verildiğini, o sırada Çatlı'nın da İsviçre cezaevinde olduğunu, Meral Çatlı'nın kendisini cezaevinde ziyaret ettiğini, 1986 yılında Fransa Belçika sınırında Fransız polisinin düzmece iddiaları ile tutuklandığında Bedri Ateş kimliğini kullandığını, çünkü; eğer kendi ismini verseydi yaptıkları eylemlerinin ortaya çıkacağını, belkide Türkiye'ye zararı olabileceğini, o yüzden başka bir isim kullandığını, kendisini savunan avukatlarının MHP'li olmasının normal olduğunu, çünkü 80 öncesinden tanıdığı arkadaşları olduğunu, Özer Çiller ve Mehmet Ağar ile hiç bir yerde ve hiçbir şekilde görüşmediğini, yurtdışında bulundukları sırada liderin Çatlı olduğunu, şimdi Çatlı öldüğü için kendisinin lider sayılabileceğini, çünkü yurtdışında Çatlı ile aynı evi paylaşıp, aynı bardaktan su içtiğini, yurtdışında eylemler yaparken devletten sadece 10 bin dolar para aldıklarını, Çatlı yurda döndükten sonraki zamanlarda kendisinin Fransa, İtalya ve İçviçrede aynı suçtan cezaevinde olduğunu, Çatlı ile mektuplaştıklarını, kendisi yurda dönünce Çatlı'nın kendisini ziyaret etmediğini, haber gönderdiğini, Bedri Ateş kimliği ile yakalandığında PKK'lıyım, PKK'ya hizmet ediyorum dediğini, çünkü kart alabilmek için ne yaparsan yap Türkiye aleyhine bir şey yapmak 
gerektiğini, Çatlı'nın 1991 yılındaki ANAP kongresinde önce Yıldırım Akbulut'u sonra Mesut Yılmaz'ı desteklediğini, Yaşar Okuyan ve Agah Oktay'ın Çatlı'yı iyi tanıdıklarını, seçim zamanı biz kahramanız, ASALA'yı yok ettik, yok bilmem Fransızları şöyle yaptık dediklerini, şimdi ise Çatlı'yı kötülediklerini, 
kendilerinin mücadele ettikleri ASALA'nın belki 500 militanının olduğunu, fakat bütün ülkelerin istihbarat birimlerinin bunlara yardımcı olduğunu, ASALA kendi içinde anlaşmazlığa düştüğü için dağıldı diyenlerin yalan söylediğini, eğer böyle şeyler kendiliğinden oluyorsa bu memlekete zararlı olan örgütlerin olduğunu ve 
onların niye kendi kendine dağılmadığının sorulması gerektiğini, yurtdışında hizmet yürütürken kendilerine MİT'in üst düzeyde yetkililerinin yardım ettiğini ve yönlendirdiğini, Çatlı'nın Muhsin Yazıcıoğlu ile telefon görüşmeleri yaptığını, Türkeş'le Çatlı'nın arasının hoş olmadığını, çünkü Çatlı’nın Türkeş hakkında MİT'e bir rapor yazdığını ve Türkeş'in bundan haberi olduğunu, Çatlı'nın Türkiyedeki ticari faaliyetlerinden haberdar olmadığını, Mehmet Özbay ismini kullandığını bilmediğini, Hüseyin Kocadağı tanımadığını, Haluk Kırcı'yı çok önceden tanıdığını, son yıllarda görmediğini belirtmiştir.(Ek:217) 

47-MEHMET SENA SÖYLEMEZ 2 Mart 1997 tarihli ifadesinde; 

Aslen Muş’lu, Kürt kökenli, 1961 doğumlu, doktor, genel cerrah oluduğunu, Eşinin Muş Eski Milletvekili Mehmet Emin SEVER’in yeğeni ve doktor olduğu, 1995 yılına kadar Ankara Numune hastanesinde çalıştığını, 6 kardeş olduklarını, kardeşlerinden birinin başkomiser, birinin astsubay, birinin emekli polis, birinin de emekli işçi olduğu, 1994 yılında bir araba parkı meselesi yüzünden Bucak ailesinden Sedat BUCAK’ın yeğeni uyuşturucu, alkol bağımlısı Sultan Memduh BUCAK tarafından vurulduğunu, (kardeşinin de O’nu öldürdüğünü), bu tarihe kadar Bucak ailesini hiç tanımadığını, bundan sonra aralarında kan davası başladığını, vurulan insan olmasına rağmen Ankara’da gözaltına alındığını ve sorgulandığını, bu sorgulamada Ankara Asayiş Müdür Yard. Ali İhsan 
SARIKAVAK’ın kendisine “Biz Bucakların dostuyuz. Seni ve ailenden herkesi öldüreceğiz” dediğini, (Bu kişinin daha sonra abisi ve yeğenini öldürenlerle birlikte oturup kalktığını,) Sedat BUCAK’ın Mehmet AĞAR ile ortaklığı, karanlık işlere eraber girip çıkmaları yüzünden kendisine bağlı polisleri kendi üzerlerine saldırttığını, kendilerine saldıranların daima polisler olduğunu, 

Bir oaydan dolayı Bilkent Üniversitesinde okuyan yeğeninin tutuklandığını, işkence gördüğünü ve o zaman Adalet Bakanı olan Mehmet AĞAR’ın emri ile özellikle Eskişehir Hapishanesine gönderildiğini, yeğeni yem olarak kullanılarak O’na elbise, çamaşır, para vs. götüren ağabeyi ve diğer yeğeninin orada Savcıdan izin alma bahanesi ile bekletildiğini, bu sırada ziyaret günü olmamasına rağmen oraya gelen Ülkücü Mafyasından bazı kimselerin güya ziyaret amacı ile oraya gelerek ağabeyi ve yeğenini teşhis ederek dönüş yolunda pusu  kurduklarını ve (13 Mart 1996 günü) ağabeyi ve yeğenini öldürdüklerini, onlara ateş edenlerin polisler olduğunu, bu olayın maddi delillerinin araştırılmadığını, örneğin Orada bulunan Mercedesin içinde vurulan insanların saç kılları, parmak izleri, tükürük ve kanlarının olduğunu, yıllar geçse de DNA testi ile bunların kime ait olduğunun tesbitinin mümkün olduğunu, ayrıca Fatih BUCAK adına kayıtlı bir cep telefonu bulunduğunu,bu telefondan kimlerle görüşüldüğünün tesbit edilebildiğini, Daha sonra bu öldürme olayının çiğ köfte partisi 
ile kutlandığını, bu partiye; Mehmet AĞAR’ın, Yalım EREZ’in, Sedat BUCAK’ın ve Necmeddin Dedenin katıldığını, ancak bu davanın kapatıldığını, 

Sedat DEMİR ve Deniz GÖKÇETİN’in kendi taraftarları olmadığını, bu kişilerin yine Mehmet AĞAR’ın adamları olduğunu, ağabeyini pusuya düşürtüp öldürmek için bu insanların kullanıldığını, bu müdürlerle beraber olan Başkomiser Halim APAYDIN’ın ağabeyine arabasının vererek Eskişehir’e gönderdiğini, ancak ne 
zaman gideceğini (katillere) haber vererek karşılığında çek aldığını, eylemin sonucunda ağabeyinin öldüğünü, Kendisinin 11 Haziran 199’da Adana’da bulunan ağabeyini ziyaretten dönerken Pozantı’da vurulduğunu, kendisini vuran insanların İstanbul Polisi olduğunu, güya operasyon yaptıklarını, bundan Adana polisinin haberi olmadığını, bu kişilerin İstanbul dışında operasyon yapmak için görev belgelerinin olmadığını, oraya gelmek için bir gerekçelerinin de olmadığını, kendisi orada ölseydi olayın faili mechul olacağını, trafik polislerinin, kamyoncu  ların, vatandaşların gelerek kendisini kurtardığını, bunun üzerine işi resmileştirdiklerini, kendisini vurmalarına bir bahane bulmak için kendisini ÇETE olmarak suçladıklarını, kendi arabasında silah olduğunu iddia ettiklerini, bunun kesinlikle yalan olduğunu, Orada ( POZANTI’da) yakalandıkları , Adana’da hastanede yaralı iken Adana Terörle Mücadele ekipleri tarafından ifadesi alındığı halde İstanbul’da yakalanmış gibi tutanak tutulduğunu, Pozantı’da hiçbir işlem yapılmadığını, olayın Pozantı Savcısından gizlendiğini, daha sonra 
İstanbul’a götürüldüğünü, burada hiçbir ifade vermediğini, hiçbir şeye de imza atmadığını, ancak kendi ifadesi olarak sahte bir ifadenin düzenlendiğini, mahkemeye aleyhine delil olarak sunulan tek şeyin bu ifade olduğunu, 
kendisinin bir şey itiraf edecekse bunu Adana’da itiraf edeceğini, oysa Adana’da verdiği ifadede “Hiç bir şey yapmadım” dediğini, o ifadenin kesinlikle kendi ifade olmadığını, 

Ayrıca kardeşlerine de çeşitli uydurma şeyler imzalatıldığını, kardeşinin tutuklama kararı olduğu halde, kardeşinin savcının, hakimin karşısına çıkarılmadığını, 4 yıl gezdirildiğini, işkenceden geçirildiğini, bunun arkasında da Mehmet AĞAR’ın olduğunu, 

Kendisi tutuklandığı zaman, memur olduğu için memur koğuşuna konulması gerekirken, Adalet Bakanı Mehmet AĞAR’ın imzasıyla Kütahya Cezaevine gönderildiğini, çünkü burada abisini öldürmekten zanlı insanların bulunduğunu, 50 kadar Urfa’lı bulunduğunu, Sedat BUCAK’la yakın ilişkisi olan Müslüm BAKAN 
adında birinin kardeşinin olduğunu, bu cezaevine konulursa kendisinin muhakkak öldürüleceğini, bunu da M.AĞAR’ın kendisini öldürsünler diye Adalet Bakanı olarak yetkisini kullanarak bilerek yaptığını, orada vicdan sahibi bir savcının durumu farkederek kendisini koymadığını, buradan sevkinin itirafçıların bulunduğu Kırklareli cezaevine çıktığını, 

Eminönü Belediye Başkanı Ahmet ÇETİNSAYA’nın yeğeninin öldürülmesi olayı ile hiç bir ilgisinin olmadığını, orada beraber yargılandıkları insanların sonradan kendilerine polis tarafından aldatıldıklarını söylediklerini belirtmiştir.(Ek:220) 

48- ABDÜLGANİ KIZILKAYA 28.02.1997 tarihli ifadesinde; 

1966 Urfa-Siverek doğumlu, ilkokul mezunu, Aşiret içinde resmi korucu, Sedat BUCAK’ın da yakın akrabası ve özel koruması olduğunu, 4 yıldır beraber olduklarını, Susurluk kazası olduğunda Sedat BUCAK’ı arkadan takip ettiklerini, kazadan 4-5 dakika sonra olay mahalline vardıklarında, arabanın kamyonun altında olduğunu, halatla vatandaşın yardımı ile 15 dakikalık bir uğraştan 
sonra arabayı kamyonun altından çıkardıklarını, Sedat Beyi ve cesetleri de ancak ondan sonra çıkarabildiklerini, hatta Sedat Beyin öldüğünü sandığını, asfaltın üzerine uzattığını, Sedat Beyin burada konuşmasına imkân olmadığını, “Silahımı verin, tabancamı verin” sözünü hastanede söylediğini, ARENA’da yayınlanan resimde ise arabanın kamyonun altında olduğunu, demekki birilerinin kendilerinden önce olay yerine vararak resimleri çektiklerini, silahları da arabanın arka koltuğuna onların koymuş olabileceğini, (bunlar üzerindeki parmak izlerinin rahatlıkla kontrol edilebileceğini ve kime ait olduğunun 
anlaşılabileceğini) çünkü arabayı kendisinin hazırladığını, arka koltukta silah görmediğini, yalnız arabanın arkasından milletvekillerine verilen Sedat BUCAK’a ait çantanın düştüğünü, bu çantayı aldığını, Balıkesiregiderken ve İstanbul’da havaalanında da bu çantanın elinde olduğunu, bunun resimlerde de göründüğünü, bu çantada Sedat Beyin kimliği ile 230 milyon liranın bulunduğunu, zaten bu parayı çantaya beyaz bir poşet içinde kendisinin koyduğunu, çantadan başka bir şey almadığını, Sedat BUCAK’ın M-16 ve MP-5 marka ve başka hertürlü silahının olduğunu, bunların devletin verdiğini, 
arabada bu silahların mermilerinin de olduğunun söylendiğini, peki mermileri varsa, susturucu varsa da silahların nerede olduğunu, Eğer Sedat BUCAK’a ait silah olduğunu bilseydi rahatlıkla kendisine ait olduğunu söyliyeceğini, 4 yıl yatıp çıkacağını, ancak kesinlikle böyle bir şey olmadığını, kendisinin silah, susturucu falan görmediğini, Mehmet ÖZBAY’ı 1,5 yıldır Sedat BUCAK’ın yanına gelip gittiği için tanıdığını, ancak Abdullah ÇATLI olarak bilmediğini, esasen Abdullah ÇATLI’nın kim olduğunu da bilmediğini, bu kişinin Siverek’e, Ankara’ya 
Sedat Beyin yanına geldiğini, İstanbul’da da görüştüklerini, kendisinin bol içki kullandığını, ancak kokain falan kullanmadığını, daha doğrusu bilmediğini, 
Hüseyin KOCADAĞ’ın cebinden okunmuş toprak çıktığını, bunun toz esrar olarak kamuoyuna sunulduğunu, Sami HOŞTAN’ı tanıdığını, Kazadan önce İstanbul’da görüştüklerini ve yurt dışına Galatasaray’ın maçına gittiğini, kendilerini takip etmesinin mümkün olmadığını, ancak telefonla görüştüklerini , Kendilerini kimsenin takip ettiklerinden şüphelenmediklerini, ancak İzmirde Otelde kendisine “Gani Dikkatli olun” dediğini, oradan Kuşadasına geçtiklerini, genelde yolda her arabadan şüphelendiklerini, Ali ÇÖRÜ’yü de tanıdığını, maça gelirken görüştüklerini, ancak Ankara’ya Sedat Beyin yanına gelmediğini, Gonca US’u Mehmet ÖZBAY’ın yanında gördüğünü, Ahmet BAYDAR’ı tanımadığını, 
Sedat BUCAK’ın Susurluk Kazasında beraber olduğu kişilerle daha önce hep birlikte beraber olduklarını görmediğini belirtmiştir.(Ek:221) 

49- MUSTAFA  ALTINOK 28. 02.1997 tarihli ifadesinde; 

1960 Yozgat doğumlu, Sorgun Lisesi mezunu, 1985’de Sorgun Lisesi mezunu, evli, 3 çocuklu olduğunu, okuldan mezun olduktan sonra 1985 sonundan itibaren Başbakanlık’da koruma memuru olarak göreve başladığını, 1987 yılında Gölbaşına Özel Harekat kursuna gittiğini, kurstan sonra 1987 onuncu ayında 
Şanlıurfa’ya gittiğini, 1990’a kadar burada kaldığını, şark dönüşü İstanbul Terörle Mücadele Müdürlüğünde göreve başladığını, 6 ay öncesine kadar burada görev yaptığını, 28 Ağustos 1996’Da Sedat BUCAK’ın koruma görevine atandığını, 

Susurluk Kazası öncesi Ankara’dan İstanbul’a gittiklerini, kendisinin 15 gün evinde kaldığını, buradan Yalova’ya geçtiklerini, maç seyrettiklerini, sonra Burhaniye’ye gittiklerini, bir arsaya baktıklarını, oradan İzmir’e gittiklerini, İzmir’de 2 gün, Kuşadasında 2 gün kaldıklarını, dönüşte malum kazanın olduğunu, Gidiş ve dönüşte kendilerini takip eden kimseyi görmediğini, hissetmediğini, arkadaşlarının da hissetmediklerini, 

Kazadan 5 dakika sonra olay yerine geldiklerini, yaralı ve ölüleri çıkarmaya çıkarmaya çalıştıklarını, bu sırada arabadan Sedat BUCAK’ın, Mehmet ÖZBAY’ın ve Hüseyin KOCADAĞ’ın zati silahları dışında bir silah çıkmadığını, başka hiç bir silah ve mermi görmediğini, arabadan hiçbir şey almadığını, para çantasını Gani’nin almış olabileceğini, kaza yerine vardıklarında arka bagajın açık olduğunu, ama silah falan görmediğini, yaralıları kurtardıktan sonra arabanın yanında Enver’in kaldığını,

Abdullah ÇATLI’yı bir yıl kadar önce Ayhan ÇARKIN’ın yanında Mehmet ÖZBAY olarak tanıdığını, kendisinden hiç şüphelenmediğini, çünkü adamın taşıma ruhsatlı silahı olduğunu, uçaklara bindiğini, büyük adamlarla, mesela milletvekilleri ile görüştüğünü, kendisini Emniyet Müdürlüğünde, Müdür odasında, koridorda, bahçede, yolda gördüğünü, 

Sami HOŞTAN’ı da Mehmet ÖZBAY’ın yanında gördüğünü, Ali Fevzi BİR’in ismini bu olaylardan sonra duyduğunu, 

Ömer Lütfi TOPAL’ı hiç tanımadığını, TOPAL cinayetinde sanık olmadığını, o gün nöbetçi ekiple görevde olduğunu, arkadaşlarına da çok güvendiğini, onlara kefil olduğunu, onların böyle bir cinayeti işleyceklerine ihtimal vermediğini, buna inanmadığını, 

Mehmet ÖZBAY’ın kokain kullandığını sanmadığını, çok düzenli, kibar, efendi, iyi bir insan olduğunu, O’nun tetik çekecek bir insan olduğuna inanmadığını, duyunca çok şaşırdığını, iş sahibi olduğunu, iş yerine bir defa gittiğini, orada ortağı Ahmet BAYDAR’ı da gördüğünü, Kendilerinin çete kurmakla suçlandığını, Sedat BUCAK’ın yanına gideli 3 ay olduğunu, 3 ayda çete kurulamıyacağını, Ayhan ÇARKIN’la beraber, ama ayrı ayrı timlerde çalıştıklarını, bazı nokta operasyonlarda müşterek görev yaptıklarını, bu operasyonlarda kesinlikle sivil kişilerin bulunmadığını, Güneydoğuda da Jandarma bölgesinde görev yaptıklarını, yüzlerini de kapatmadıklarını, faili mechul olaylarda ölenlerin bu 
operasyonlarda ölmediğini, bu operasyonlar yüzünden DEV-SOL tarafından evine gelindiğini, öldürülmek istendiğini, 

İbrahim ŞAHİN’in Sami ile, yahut Ömer Lütfi TOPAL’la bir ilişkisinin olamıyacağını, İ.ŞAHİN ve Korkut EKEN’in Özel Harekat Kursunda hocaları olduğunu, onları çok iyi ve dürüst olarak bildiğini, 1991 yılında Hasan Paşa olayından dolayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde yargılandıklarını, bu olayda içeridekilere teslim olun dediklerini, ancak “Biz faşistlere teslim olmayız” dediklerini, slogan attıklarını, silahlı çatışma olduğunu, bir arkadaşlarının yaralandığını, içerde beraat ettiklerini, daha sonra İnsan Hakları 
Mahkemesinde dava açıldığını ve devam ettiğini belirtmiştir. (Ek:222) 


13 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***