TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu, Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 12
44- ORAL ÇELİK 29.01.1997 tarihli ifadesinde;
1959 Malatya Hekimhan doğumlu olduğunu, Eğitim enstitüsünü bitirdiğini, 1980 öncesinde Türkiyedeki sağsol olaylarına katıldığını, sağda Milliyetçi kanatta yer aldığını, katılmadığı olaylarda kendisine isnat edilen suçlar olduğundan 12 eylül 1980’den sonra yurtdışına çıktığını, yurtdışına çıkarken aynı görüşü paylayan
insanların yardımını gördüğünü, Harun Çelik adına düzenlenmiş bir sahte pasaportla ve yalnız olarak Türkiyeden ayrıldığını, giderken Tren yolculuğu yaptığını, Bulgaristan, Yugoslavya, İtalya, İsviçre yoluyla Avusturyaya direk olarak vardığını, orada Abdullah Çatlı ile buluştuğunu, Çatlı’nın kendisinden 2-3 gün önce uçakla İngiltereye gittiğini, İngiltereye alınmadığı için oradan Avusturyaya geldiğini, Çatlının Hasan Kurdoğlu adına düzenlenmiş sahte pasaportla Türkiyeden ayrıldığını, Avusturyada oturma izni alabilmek için
Üniversitenin dil kursuna kayıt olduklarını, yurtdışındaki akraba ve tanıdıkların yardımıyla geçindiklerini, Papa olayı olduğu zaman Avusturyadan Fransaya geçtiklerini, Papa işinde bir rolü olmadığını, ancak basında isminin
rolü varmış gibi geçtiğini, Fransaya geçtikleri tarihin 1982’nin son ayları olduğunu, Fransada Poitiers şehrinde ki Üniversiteye Çatlı ve Eşi ile birlikte kayıt yaptırdıklarını, Çatlı’nın eşinin uçakla Avusturya’ya oradan da İsviçreye ve Fransaya geldiğini, oraya varınca herşeyin Türk Milleti ve Devletinin aleyhinde olduğunu gördüklerini, kendilerinin orada Türkiye’nin turizm büyükelçisi gibi olduklarını, o sırada kendilerine “Türk Devletinin Milletinin aleyhinde çalışan mesela Asala gibi örgütlerle mücadele edermisiniz, nasıl ve ne takdiklerle mücadele edersiniz?" şeklinde teklifler geldiğini, bu teklifin devletimizin üst düzeydeki yetkililerinden geldiğini, ancak onların ismini söyleyemeyeceğini, bu teklifi alınca kendilerinin de, oralardaki devlet temsilcilerinin, diplomatların değil Türklükle, insanlıkla bağdaşmayacak şeyler yaptıklarını söyleyerek değiştirilmesi ni istediklerini, kendilerine teklif getiren kişilerin "biz bunları değiştiremeyiz; bunlar bizim ülkemize mal olmuş kişiler; fakat, bizim devletimiz ve milletimiz sözkonusu, ortada olan bu" dediklerini, o zaman da kendilerinin Milliyetçi ve Vatanseverler olarak bu teklifi gönüllü olarak kabul ettiklerini, bu arada
suçsuz olarak cezaevinde yatan arkadaşları ve bazı tanınmış politikacıların serbest bırakılmasını istediklerini ve olumlu cevap aldıklarını, bunun üzerine (12) kişilik bir liste verdiklerini, bu isimlerden birisinin Mehmet IRMAK olduğunu, Ancak bu 12 kişinin hiç birisinin bu işlerden yararlanmadığını, bu teklifin kendilerine 1981 yılında kendilerinin Fransada oldukları zaman yapıldığını, aslında bu tekliflerin o zaman Avrupadaki Türk federasyonundan tutun da herkese kadar yapıldığını, en sonunda kendilerine Çatlı ile birlikte teklif geldiğini, teklifi kabul ettikten sonra Fransada (18), Hollanda da (2), Kanadada, Amerikada, Yugoslavya da Beyrutta, Yunanistanda, akla gelen pekçok eylem yaptıklarını, bu eylemleri Oral çelik, Abdullah Çatlı ve diğer iki kişiden
oluşan (4) kişilik grubun yaptığı ya da yaptırdığını, bu arkadaşlarından birisinin mahkemeye geçtiğini, gizli celse olduğunu, yaptıklarını orada anlatarak kendilerine, önceden söz verildiği gibi ceza indirimi uygulanmasını, yada kanuni takibattan muaf tutulmalarını istediğini, ancak taleplerinin kabul olmadığını, 10-12 sene mahkumiyet verildiğini duyduğunu, 4 arkadaşının da Türkiye'ye döndüğünü, onun cezasının zaman aşımına uğradığını, kendisine de yurt dışında yaptığı hizmetlerden dolayı kolaylık gösterilmediğini, yurda döner dönmez cezaevine konduğunu ve boş yere (4) ay hapis yattığını, yurt dışında olduğu yıllarda bir kere 1983 yılında yurda giriş-çıkış yaptığını, onun da istihbaratın kontrolü altında gerçekleştiğini, yurtdışında oldukları sırada istedikleri pasaportu, istedikleri yerden alabildiklerini, Türkiye konsolosunun da kendilerine pasaport
verdiğini; çünkü, Türk Basını ve Türkiyedeki güya aydınların kendilerini ihbar etmeye başladıklarını, İsviçrede yakalanan bir adamın kendilerinin eylemleri ile ilgili bilgiler verdiğini, bu adamın Nevzat Bilican olduğunu, bu kişinin birgün İsviçre Polisine giderek yalan yere ben Abdullah Çatlı, Oral Çelik, Mehmet Şener ile eroin işi yaptım dediğini, daha bir kaç isim daha söylediğini, kendilerinin Ermenileri öldürdüğünü söylediğini, İsviçrenin durumu Türkiye'ye bildirmesi üzerine Türkiye'den ilgili kimselerin kendilerine-ki o zaman Fransada Çatlı ile bir
evde oturduklarını bildirdiğini, kendilerinin de oradan kaçtıklarını, bunun üzerine Türkiye-İsviçre arasında problem çıktığını, bu olayın 1984 yılında cerayan ettiğini. Bunun üzerine Türkiyeden bir Devlet Bakanının İsviçreye gelerek ortamı yatıştırdığını, Mesut Yılmaz'ın da o sırada bakan olduğunu, daha sonraları da
İsviçrenin kendilerine (Oral Çelik, Çatlı ve arkadaşları) ambargo koyduğunu, Mesut Yılmaz'ın da Dışişleri Bakanı olarak kendileri için İsviçre nezdinde teşebbüsleri olduğunu, duyumlarına göre Mesut Yılmaz'ın Çatlı ile temasa geçerek bir kulube olan kumar borcunu sildirdiğini, Çatlı'nın 1991 yılında İsviçreden hapisten kaçınca Türkiyeye döndüğünü, Çatlının bu mahkumiyetinin Nevzat Bilican iftirası ile olduğunu, aynı davada kendisi ve Mehmet Şener'in de yargılandığını ve beraat ettiklerini, çünkü Nevzat Bilican'ın daha sonra İsviçre
Makamlarına giderek "ben yalan söyledim, ben PKK'yım, bunlar Milliyetçi bana öyle ifade vermem söylendi bende öyle söylemiştim. Ben Oral Çelik ve Çatlı'yı tanımıyorum bile" dediğini. Fransadaki mahkumiyetlerinin de aynı şekilde Fransız İstihbaratının yaptıkları faaliyetleri anlaması üzerine hazırladığı düzmece bir senaryo ile olduğunu, kendilerinin katiyen eroin ile uğraşmadığını, eğer uğraşsalardı 100 gr değil 10 ton eroin yükleyip satardık. Çatlı'nın İsviçrede ceza evinden kaçmasının da çok normal bir şey olduğunu, çünkü orada hüküm
verildikten sonra mahkumların başka bir şehir ve cezaevine nakledildiğini ve orada Türkiyedeki yarı açık cezaevi şartlarının olduğunu, yani kolayca kaçılabildiğini, İsviçre cezaevlerindeki yabancıların % 75'inin kaçtığını, buna İsviçrenin belkide bilerek göz yumduğunu, böylece yabancılardan kurtulduğunu, kendileriyle ilgilenenlerden birisinin METE kod isimli üst düzey MİT yetkilisi olduğunu ancak ismini vermeyeceğini, M.Ali Ağca ile fazla bir ilgisi olmadığını, Ağca'ya Türkiyede hapisten kaçınca yardım ettiğini, Avrupaya yeni geldiği
zamanda biraz yardım ettiğini, onun dışında irtibatı olmadığını, son zamanlarda Çatlı ile ilgili basında yer alan iddiaları Çatlı ile bağdaştıramadığını, Çatlı'nın iyi, temiz, saf, politikadan anlamayan, sözünü söyleyen birisi olduğunu, böyle tiplerin de pek sevilmediğini, Çatlı'dan duyduğuna göre Mesut Yılmaz'ın kumar borcunu sildirme işi için Çatlı ile Yılmaz Belçika'da yüzyüze görüşmüşler.
Aynı yıl Çatlı'nın, 85 yılına 2,5 ay kala yani 1984'ün 9. ayında Fransa hapise girdiğini, kendisinin de Fransada 86'nın 11. ayından 93'ün 11. ayına kadar 1984'ün 9. ayında Fransa hapise girdiğini, kendisinin de Fransada 86'nın
11. ayından 93'ün 11. ayına kadar hapis yattığını ayrıca (30) ayda Fransada görülmemiş sürgün cezası verildiğini, o sırada Çatlı'nın da İsviçre cezaevinde olduğunu, Meral Çatlı'nın kendisini cezaevinde ziyaret ettiğini, 1986 yılında Fransa Belçika sınırında Fransız polisinin düzmece iddiaları ile tutuklandığında Bedri Ateş kimliğini kullandığını, çünkü; eğer kendi ismini verseydi yaptıkları eylemlerinin ortaya çıkacağını, belkide Türkiye'ye zararı olabileceğini, o yüzden başka bir isim kullandığını, kendisini savunan avukatlarının MHP'li olmasının normal olduğunu, çünkü 80 öncesinden tanıdığı arkadaşları olduğunu, Özer Çiller ve Mehmet Ağar ile hiç bir yerde ve hiçbir şekilde görüşmediğini, yurtdışında bulundukları sırada liderin Çatlı olduğunu, şimdi Çatlı öldüğü için kendisinin lider sayılabileceğini, çünkü yurtdışında Çatlı ile aynı evi paylaşıp, aynı bardaktan su içtiğini, yurtdışında eylemler yaparken devletten sadece 10 bin dolar para aldıklarını, Çatlı yurda döndükten sonraki zamanlarda kendisinin Fransa, İtalya ve İçviçrede aynı suçtan cezaevinde olduğunu, Çatlı ile mektuplaştıklarını, kendisi yurda dönünce Çatlı'nın kendisini ziyaret etmediğini, haber gönderdiğini, Bedri Ateş kimliği ile yakalandığında PKK'lıyım, PKK'ya hizmet ediyorum dediğini, çünkü kart alabilmek için ne yaparsan yap Türkiye aleyhine bir şey yapmak
gerektiğini, Çatlı'nın 1991 yılındaki ANAP kongresinde önce Yıldırım Akbulut'u sonra Mesut Yılmaz'ı desteklediğini, Yaşar Okuyan ve Agah Oktay'ın Çatlı'yı iyi tanıdıklarını, seçim zamanı biz kahramanız, ASALA'yı yok ettik, yok bilmem Fransızları şöyle yaptık dediklerini, şimdi ise Çatlı'yı kötülediklerini,
kendilerinin mücadele ettikleri ASALA'nın belki 500 militanının olduğunu, fakat bütün ülkelerin istihbarat birimlerinin bunlara yardımcı olduğunu, ASALA kendi içinde anlaşmazlığa düştüğü için dağıldı diyenlerin yalan söylediğini, eğer böyle şeyler kendiliğinden oluyorsa bu memlekete zararlı olan örgütlerin olduğunu ve
onların niye kendi kendine dağılmadığının sorulması gerektiğini, yurtdışında hizmet yürütürken kendilerine MİT'in üst düzeyde yetkililerinin yardım ettiğini ve yönlendirdiğini, Çatlı'nın Muhsin Yazıcıoğlu ile telefon görüşmeleri yaptığını, Türkeş'le Çatlı'nın arasının hoş olmadığını, çünkü Çatlı’nın Türkeş hakkında MİT'e bir rapor yazdığını ve Türkeş'in bundan haberi olduğunu, Çatlı'nın Türkiyedeki ticari faaliyetlerinden haberdar olmadığını, Mehmet Özbay ismini kullandığını bilmediğini, Hüseyin Kocadağı tanımadığını, Haluk Kırcı'yı çok önceden tanıdığını, son yıllarda görmediğini belirtmiştir.(Ek:217)
47-MEHMET SENA SÖYLEMEZ 2 Mart 1997 tarihli ifadesinde;
Aslen Muş’lu, Kürt kökenli, 1961 doğumlu, doktor, genel cerrah oluduğunu, Eşinin Muş Eski Milletvekili Mehmet Emin SEVER’in yeğeni ve doktor olduğu, 1995 yılına kadar Ankara Numune hastanesinde çalıştığını, 6 kardeş olduklarını, kardeşlerinden birinin başkomiser, birinin astsubay, birinin emekli polis, birinin de emekli işçi olduğu, 1994 yılında bir araba parkı meselesi yüzünden Bucak ailesinden Sedat BUCAK’ın yeğeni uyuşturucu, alkol bağımlısı Sultan Memduh BUCAK tarafından vurulduğunu, (kardeşinin de O’nu öldürdüğünü), bu tarihe kadar Bucak ailesini hiç tanımadığını, bundan sonra aralarında kan davası başladığını, vurulan insan olmasına rağmen Ankara’da gözaltına alındığını ve sorgulandığını, bu sorgulamada Ankara Asayiş Müdür Yard. Ali İhsan
SARIKAVAK’ın kendisine “Biz Bucakların dostuyuz. Seni ve ailenden herkesi öldüreceğiz” dediğini, (Bu kişinin daha sonra abisi ve yeğenini öldürenlerle birlikte oturup kalktığını,) Sedat BUCAK’ın Mehmet AĞAR ile ortaklığı, karanlık işlere eraber girip çıkmaları yüzünden kendisine bağlı polisleri kendi üzerlerine saldırttığını, kendilerine saldıranların daima polisler olduğunu,
Bir oaydan dolayı Bilkent Üniversitesinde okuyan yeğeninin tutuklandığını, işkence gördüğünü ve o zaman Adalet Bakanı olan Mehmet AĞAR’ın emri ile özellikle Eskişehir Hapishanesine gönderildiğini, yeğeni yem olarak kullanılarak O’na elbise, çamaşır, para vs. götüren ağabeyi ve diğer yeğeninin orada Savcıdan izin alma bahanesi ile bekletildiğini, bu sırada ziyaret günü olmamasına rağmen oraya gelen Ülkücü Mafyasından bazı kimselerin güya ziyaret amacı ile oraya gelerek ağabeyi ve yeğenini teşhis ederek dönüş yolunda pusu kurduklarını ve (13 Mart 1996 günü) ağabeyi ve yeğenini öldürdüklerini, onlara ateş edenlerin polisler olduğunu, bu olayın maddi delillerinin araştırılmadığını, örneğin Orada bulunan Mercedesin içinde vurulan insanların saç kılları, parmak izleri, tükürük ve kanlarının olduğunu, yıllar geçse de DNA testi ile bunların kime ait olduğunun tesbitinin mümkün olduğunu, ayrıca Fatih BUCAK adına kayıtlı bir cep telefonu bulunduğunu,bu telefondan kimlerle görüşüldüğünün tesbit edilebildiğini, Daha sonra bu öldürme olayının çiğ köfte partisi
ile kutlandığını, bu partiye; Mehmet AĞAR’ın, Yalım EREZ’in, Sedat BUCAK’ın ve Necmeddin Dedenin katıldığını, ancak bu davanın kapatıldığını,
Sedat DEMİR ve Deniz GÖKÇETİN’in kendi taraftarları olmadığını, bu kişilerin yine Mehmet AĞAR’ın adamları olduğunu, ağabeyini pusuya düşürtüp öldürmek için bu insanların kullanıldığını, bu müdürlerle beraber olan Başkomiser Halim APAYDIN’ın ağabeyine arabasının vererek Eskişehir’e gönderdiğini, ancak ne
zaman gideceğini (katillere) haber vererek karşılığında çek aldığını, eylemin sonucunda ağabeyinin öldüğünü, Kendisinin 11 Haziran 199’da Adana’da bulunan ağabeyini ziyaretten dönerken Pozantı’da vurulduğunu, kendisini vuran insanların İstanbul Polisi olduğunu, güya operasyon yaptıklarını, bundan Adana polisinin haberi olmadığını, bu kişilerin İstanbul dışında operasyon yapmak için görev belgelerinin olmadığını, oraya gelmek için bir gerekçelerinin de olmadığını, kendisi orada ölseydi olayın faili mechul olacağını, trafik polislerinin, kamyoncu ların, vatandaşların gelerek kendisini kurtardığını, bunun üzerine işi resmileştirdiklerini, kendisini vurmalarına bir bahane bulmak için kendisini ÇETE olmarak suçladıklarını, kendi arabasında silah olduğunu iddia ettiklerini, bunun kesinlikle yalan olduğunu, Orada ( POZANTI’da) yakalandıkları , Adana’da hastanede yaralı iken Adana Terörle Mücadele ekipleri tarafından ifadesi alındığı halde İstanbul’da yakalanmış gibi tutanak tutulduğunu, Pozantı’da hiçbir işlem yapılmadığını, olayın Pozantı Savcısından gizlendiğini, daha sonra
İstanbul’a götürüldüğünü, burada hiçbir ifade vermediğini, hiçbir şeye de imza atmadığını, ancak kendi ifadesi olarak sahte bir ifadenin düzenlendiğini, mahkemeye aleyhine delil olarak sunulan tek şeyin bu ifade olduğunu,
kendisinin bir şey itiraf edecekse bunu Adana’da itiraf edeceğini, oysa Adana’da verdiği ifadede “Hiç bir şey yapmadım” dediğini, o ifadenin kesinlikle kendi ifade olmadığını,
Ayrıca kardeşlerine de çeşitli uydurma şeyler imzalatıldığını, kardeşinin tutuklama kararı olduğu halde, kardeşinin savcının, hakimin karşısına çıkarılmadığını, 4 yıl gezdirildiğini, işkenceden geçirildiğini, bunun arkasında da Mehmet AĞAR’ın olduğunu,
Kendisi tutuklandığı zaman, memur olduğu için memur koğuşuna konulması gerekirken, Adalet Bakanı Mehmet AĞAR’ın imzasıyla Kütahya Cezaevine gönderildiğini, çünkü burada abisini öldürmekten zanlı insanların bulunduğunu, 50 kadar Urfa’lı bulunduğunu, Sedat BUCAK’la yakın ilişkisi olan Müslüm BAKAN
adında birinin kardeşinin olduğunu, bu cezaevine konulursa kendisinin muhakkak öldürüleceğini, bunu da M.AĞAR’ın kendisini öldürsünler diye Adalet Bakanı olarak yetkisini kullanarak bilerek yaptığını, orada vicdan sahibi bir savcının durumu farkederek kendisini koymadığını, buradan sevkinin itirafçıların bulunduğu Kırklareli cezaevine çıktığını,
Eminönü Belediye Başkanı Ahmet ÇETİNSAYA’nın yeğeninin öldürülmesi olayı ile hiç bir ilgisinin olmadığını, orada beraber yargılandıkları insanların sonradan kendilerine polis tarafından aldatıldıklarını söylediklerini belirtmiştir.(Ek:220)
48- ABDÜLGANİ KIZILKAYA 28.02.1997 tarihli ifadesinde;
1966 Urfa-Siverek doğumlu, ilkokul mezunu, Aşiret içinde resmi korucu, Sedat BUCAK’ın da yakın akrabası ve özel koruması olduğunu, 4 yıldır beraber olduklarını, Susurluk kazası olduğunda Sedat BUCAK’ı arkadan takip ettiklerini, kazadan 4-5 dakika sonra olay mahalline vardıklarında, arabanın kamyonun altında olduğunu, halatla vatandaşın yardımı ile 15 dakikalık bir uğraştan
sonra arabayı kamyonun altından çıkardıklarını, Sedat Beyi ve cesetleri de ancak ondan sonra çıkarabildiklerini, hatta Sedat Beyin öldüğünü sandığını, asfaltın üzerine uzattığını, Sedat Beyin burada konuşmasına imkân olmadığını, “Silahımı verin, tabancamı verin” sözünü hastanede söylediğini, ARENA’da yayınlanan resimde ise arabanın kamyonun altında olduğunu, demekki birilerinin kendilerinden önce olay yerine vararak resimleri çektiklerini, silahları da arabanın arka koltuğuna onların koymuş olabileceğini, (bunlar üzerindeki parmak izlerinin rahatlıkla kontrol edilebileceğini ve kime ait olduğunun
anlaşılabileceğini) çünkü arabayı kendisinin hazırladığını, arka koltukta silah görmediğini, yalnız arabanın arkasından milletvekillerine verilen Sedat BUCAK’a ait çantanın düştüğünü, bu çantayı aldığını, Balıkesiregiderken ve İstanbul’da havaalanında da bu çantanın elinde olduğunu, bunun resimlerde de göründüğünü, bu çantada Sedat Beyin kimliği ile 230 milyon liranın bulunduğunu, zaten bu parayı çantaya beyaz bir poşet içinde kendisinin koyduğunu, çantadan başka bir şey almadığını, Sedat BUCAK’ın M-16 ve MP-5 marka ve başka hertürlü silahının olduğunu, bunların devletin verdiğini,
arabada bu silahların mermilerinin de olduğunun söylendiğini, peki mermileri varsa, susturucu varsa da silahların nerede olduğunu, Eğer Sedat BUCAK’a ait silah olduğunu bilseydi rahatlıkla kendisine ait olduğunu söyliyeceğini, 4 yıl yatıp çıkacağını, ancak kesinlikle böyle bir şey olmadığını, kendisinin silah, susturucu falan görmediğini, Mehmet ÖZBAY’ı 1,5 yıldır Sedat BUCAK’ın yanına gelip gittiği için tanıdığını, ancak Abdullah ÇATLI olarak bilmediğini, esasen Abdullah ÇATLI’nın kim olduğunu da bilmediğini, bu kişinin Siverek’e, Ankara’ya
Sedat Beyin yanına geldiğini, İstanbul’da da görüştüklerini, kendisinin bol içki kullandığını, ancak kokain falan kullanmadığını, daha doğrusu bilmediğini,
Hüseyin KOCADAĞ’ın cebinden okunmuş toprak çıktığını, bunun toz esrar olarak kamuoyuna sunulduğunu, Sami HOŞTAN’ı tanıdığını, Kazadan önce İstanbul’da görüştüklerini ve yurt dışına Galatasaray’ın maçına gittiğini, kendilerini takip etmesinin mümkün olmadığını, ancak telefonla görüştüklerini , Kendilerini kimsenin takip ettiklerinden şüphelenmediklerini, ancak İzmirde Otelde kendisine “Gani Dikkatli olun” dediğini, oradan Kuşadasına geçtiklerini, genelde yolda her arabadan şüphelendiklerini, Ali ÇÖRÜ’yü de tanıdığını, maça gelirken görüştüklerini, ancak Ankara’ya Sedat Beyin yanına gelmediğini, Gonca US’u Mehmet ÖZBAY’ın yanında gördüğünü, Ahmet BAYDAR’ı tanımadığını,
Sedat BUCAK’ın Susurluk Kazasında beraber olduğu kişilerle daha önce hep birlikte beraber olduklarını görmediğini belirtmiştir.(Ek:221)
49- MUSTAFA ALTINOK 28. 02.1997 tarihli ifadesinde;
1960 Yozgat doğumlu, Sorgun Lisesi mezunu, 1985’de Sorgun Lisesi mezunu, evli, 3 çocuklu olduğunu, okuldan mezun olduktan sonra 1985 sonundan itibaren Başbakanlık’da koruma memuru olarak göreve başladığını, 1987 yılında Gölbaşına Özel Harekat kursuna gittiğini, kurstan sonra 1987 onuncu ayında
Şanlıurfa’ya gittiğini, 1990’a kadar burada kaldığını, şark dönüşü İstanbul Terörle Mücadele Müdürlüğünde göreve başladığını, 6 ay öncesine kadar burada görev yaptığını, 28 Ağustos 1996’Da Sedat BUCAK’ın koruma görevine atandığını,
Susurluk Kazası öncesi Ankara’dan İstanbul’a gittiklerini, kendisinin 15 gün evinde kaldığını, buradan Yalova’ya geçtiklerini, maç seyrettiklerini, sonra Burhaniye’ye gittiklerini, bir arsaya baktıklarını, oradan İzmir’e gittiklerini, İzmir’de 2 gün, Kuşadasında 2 gün kaldıklarını, dönüşte malum kazanın olduğunu, Gidiş ve dönüşte kendilerini takip eden kimseyi görmediğini, hissetmediğini, arkadaşlarının da hissetmediklerini,
Kazadan 5 dakika sonra olay yerine geldiklerini, yaralı ve ölüleri çıkarmaya çıkarmaya çalıştıklarını, bu sırada arabadan Sedat BUCAK’ın, Mehmet ÖZBAY’ın ve Hüseyin KOCADAĞ’ın zati silahları dışında bir silah çıkmadığını, başka hiç bir silah ve mermi görmediğini, arabadan hiçbir şey almadığını, para çantasını Gani’nin almış olabileceğini, kaza yerine vardıklarında arka bagajın açık olduğunu, ama silah falan görmediğini, yaralıları kurtardıktan sonra arabanın yanında Enver’in kaldığını,
Abdullah ÇATLI’yı bir yıl kadar önce Ayhan ÇARKIN’ın yanında Mehmet ÖZBAY olarak tanıdığını, kendisinden hiç şüphelenmediğini, çünkü adamın taşıma ruhsatlı silahı olduğunu, uçaklara bindiğini, büyük adamlarla, mesela milletvekilleri ile görüştüğünü, kendisini Emniyet Müdürlüğünde, Müdür odasında, koridorda, bahçede, yolda gördüğünü,
Sami HOŞTAN’ı da Mehmet ÖZBAY’ın yanında gördüğünü, Ali Fevzi BİR’in ismini bu olaylardan sonra duyduğunu,
Ömer Lütfi TOPAL’ı hiç tanımadığını, TOPAL cinayetinde sanık olmadığını, o gün nöbetçi ekiple görevde olduğunu, arkadaşlarına da çok güvendiğini, onlara kefil olduğunu, onların böyle bir cinayeti işleyceklerine ihtimal vermediğini, buna inanmadığını,
Mehmet ÖZBAY’ın kokain kullandığını sanmadığını, çok düzenli, kibar, efendi, iyi bir insan olduğunu, O’nun tetik çekecek bir insan olduğuna inanmadığını, duyunca çok şaşırdığını, iş sahibi olduğunu, iş yerine bir defa gittiğini, orada ortağı Ahmet BAYDAR’ı da gördüğünü, Kendilerinin çete kurmakla suçlandığını, Sedat BUCAK’ın yanına gideli 3 ay olduğunu, 3 ayda çete kurulamıyacağını, Ayhan ÇARKIN’la beraber, ama ayrı ayrı timlerde çalıştıklarını, bazı nokta operasyonlarda müşterek görev yaptıklarını, bu operasyonlarda kesinlikle sivil kişilerin bulunmadığını, Güneydoğuda da Jandarma bölgesinde görev yaptıklarını, yüzlerini de kapatmadıklarını, faili mechul olaylarda ölenlerin bu
operasyonlarda ölmediğini, bu operasyonlar yüzünden DEV-SOL tarafından evine gelindiğini, öldürülmek istendiğini,
İbrahim ŞAHİN’in Sami ile, yahut Ömer Lütfi TOPAL’la bir ilişkisinin olamıyacağını, İ.ŞAHİN ve Korkut EKEN’in Özel Harekat Kursunda hocaları olduğunu, onları çok iyi ve dürüst olarak bildiğini, 1991 yılında Hasan Paşa olayından dolayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde yargılandıklarını, bu olayda içeridekilere teslim olun dediklerini, ancak “Biz faşistlere teslim olmayız” dediklerini, slogan attıklarını, silahlı çatışma olduğunu, bir arkadaşlarının yaralandığını, içerde beraat ettiklerini, daha sonra İnsan Hakları
Mahkemesinde dava açıldığını ve devam ettiğini belirtmiştir. (Ek:222)
13 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***