Oral ÇELİK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Oral ÇELİK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Şubat 2019 Çarşamba

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu, Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 12

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu,  Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 12




44- ORAL ÇELİK 29.01.1997 tarihli ifadesinde; 

1959 Malatya Hekimhan doğumlu olduğunu, Eğitim enstitüsünü bitirdiğini, 1980 öncesinde Türkiyedeki sağsol olaylarına katıldığını, sağda Milliyetçi kanatta yer aldığını, katılmadığı olaylarda kendisine isnat edilen suçlar olduğundan 12 eylül 1980’den sonra yurtdışına çıktığını, yurtdışına çıkarken aynı görüşü paylayan 
insanların yardımını gördüğünü, Harun Çelik adına düzenlenmiş bir sahte pasaportla ve yalnız olarak Türkiyeden ayrıldığını, giderken Tren yolculuğu yaptığını, Bulgaristan, Yugoslavya, İtalya, İsviçre yoluyla Avusturyaya direk olarak vardığını, orada Abdullah Çatlı ile buluştuğunu, Çatlı’nın kendisinden 2-3 gün önce uçakla İngiltereye gittiğini, İngiltereye alınmadığı için oradan Avusturyaya geldiğini, Çatlının Hasan Kurdoğlu adına düzenlenmiş sahte pasaportla Türkiyeden ayrıldığını, Avusturyada oturma izni alabilmek için
Üniversitenin dil kursuna kayıt olduklarını, yurtdışındaki akraba ve tanıdıkların yardımıyla geçindiklerini, Papa olayı olduğu zaman Avusturyadan Fransaya geçtiklerini, Papa işinde bir rolü olmadığını, ancak basında isminin 
rolü varmış gibi geçtiğini, Fransaya geçtikleri tarihin 1982’nin son ayları olduğunu, Fransada Poitiers şehrinde ki Üniversiteye Çatlı ve Eşi ile birlikte kayıt yaptırdıklarını, Çatlı’nın eşinin uçakla Avusturya’ya oradan da İsviçreye ve Fransaya geldiğini, oraya varınca herşeyin Türk Milleti ve Devletinin aleyhinde olduğunu gördüklerini, kendilerinin orada Türkiye’nin turizm büyükelçisi gibi olduklarını, o sırada kendilerine “Türk Devletinin Milletinin aleyhinde çalışan mesela Asala gibi örgütlerle mücadele edermisiniz, nasıl ve ne takdiklerle mücadele edersiniz?" şeklinde teklifler geldiğini, bu teklifin devletimizin üst düzeydeki yetkililerinden geldiğini, ancak onların ismini söyleyemeyeceğini, bu teklifi alınca kendilerinin de, oralardaki devlet temsilcilerinin, diplomatların değil Türklükle, insanlıkla bağdaşmayacak şeyler yaptıklarını söyleyerek değiştirilmesi  ni istediklerini, kendilerine teklif getiren kişilerin "biz bunları değiştiremeyiz; bunlar bizim ülkemize mal olmuş kişiler; fakat, bizim devletimiz ve milletimiz sözkonusu, ortada olan bu" dediklerini, o zaman da kendilerinin Milliyetçi ve Vatanseverler olarak bu teklifi gönüllü olarak kabul ettiklerini, bu arada 
suçsuz olarak cezaevinde yatan arkadaşları ve bazı tanınmış politikacıların serbest bırakılmasını istediklerini ve olumlu cevap aldıklarını, bunun üzerine (12) kişilik bir liste verdiklerini, bu isimlerden birisinin Mehmet IRMAK olduğunu, Ancak bu 12 kişinin hiç birisinin bu işlerden yararlanmadığını, bu teklifin kendilerine 1981 yılında kendilerinin Fransada oldukları zaman yapıldığını, aslında bu tekliflerin o zaman Avrupadaki Türk federasyonundan tutun da herkese kadar yapıldığını, en sonunda kendilerine Çatlı ile birlikte teklif geldiğini, teklifi kabul ettikten sonra Fransada (18), Hollanda da (2), Kanadada, Amerikada, Yugoslavya da Beyrutta, Yunanistanda, akla gelen pekçok eylem yaptıklarını, bu eylemleri Oral çelik, Abdullah Çatlı ve diğer iki kişiden 
oluşan (4) kişilik grubun yaptığı ya da yaptırdığını, bu arkadaşlarından birisinin mahkemeye geçtiğini, gizli celse olduğunu, yaptıklarını orada anlatarak kendilerine, önceden söz verildiği gibi ceza indirimi uygulanmasını, yada kanuni takibattan muaf tutulmalarını istediğini, ancak taleplerinin kabul olmadığını, 10-12 sene mahkumiyet verildiğini duyduğunu, 4 arkadaşının da Türkiye'ye döndüğünü, onun cezasının zaman aşımına uğradığını, kendisine de yurt dışında yaptığı hizmetlerden dolayı kolaylık gösterilmediğini, yurda döner dönmez cezaevine konduğunu ve boş yere (4) ay hapis yattığını, yurt dışında olduğu yıllarda bir kere 1983 yılında yurda giriş-çıkış yaptığını, onun da istihbaratın kontrolü altında gerçekleştiğini, yurtdışında oldukları sırada istedikleri pasaportu, istedikleri yerden alabildiklerini, Türkiye konsolosunun da kendilerine pasaport 
verdiğini; çünkü, Türk Basını ve Türkiyedeki güya aydınların kendilerini ihbar etmeye başladıklarını, İsviçrede yakalanan bir adamın kendilerinin eylemleri ile ilgili bilgiler verdiğini, bu adamın Nevzat Bilican olduğunu, bu kişinin birgün İsviçre Polisine giderek yalan yere ben Abdullah Çatlı, Oral Çelik, Mehmet Şener ile eroin işi yaptım dediğini, daha bir kaç isim daha söylediğini, kendilerinin Ermenileri öldürdüğünü söylediğini, İsviçrenin durumu Türkiye'ye bildirmesi üzerine Türkiye'den ilgili kimselerin kendilerine-ki o zaman Fransada Çatlı ile bir 
evde oturduklarını bildirdiğini, kendilerinin de oradan kaçtıklarını, bunun üzerine Türkiye-İsviçre arasında problem çıktığını, bu olayın 1984 yılında cerayan ettiğini. Bunun üzerine Türkiyeden bir Devlet Bakanının İsviçreye gelerek ortamı yatıştırdığını, Mesut Yılmaz'ın da o sırada bakan olduğunu, daha sonraları da 
İsviçrenin kendilerine (Oral Çelik, Çatlı ve arkadaşları) ambargo koyduğunu, Mesut Yılmaz'ın da Dışişleri Bakanı olarak kendileri için İsviçre nezdinde teşebbüsleri olduğunu, duyumlarına göre Mesut Yılmaz'ın Çatlı ile temasa geçerek bir kulube olan kumar borcunu sildirdiğini, Çatlı'nın 1991 yılında İsviçreden hapisten kaçınca Türkiyeye döndüğünü, Çatlının bu mahkumiyetinin Nevzat Bilican iftirası ile olduğunu, aynı davada kendisi ve Mehmet Şener'in de yargılandığını ve beraat ettiklerini, çünkü Nevzat Bilican'ın daha sonra İsviçre 
Makamlarına giderek "ben yalan söyledim, ben PKK'yım, bunlar Milliyetçi bana öyle ifade vermem söylendi bende öyle söylemiştim. Ben Oral Çelik ve Çatlı'yı tanımıyorum bile" dediğini. Fransadaki mahkumiyetlerinin de aynı şekilde Fransız İstihbaratının yaptıkları faaliyetleri anlaması üzerine hazırladığı düzmece bir senaryo ile olduğunu, kendilerinin katiyen eroin ile uğraşmadığını, eğer uğraşsalardı 100 gr değil 10 ton eroin yükleyip satardık. Çatlı'nın İsviçrede ceza evinden kaçmasının da çok normal bir şey olduğunu, çünkü orada hüküm 
verildikten sonra mahkumların başka bir şehir ve cezaevine nakledildiğini ve orada Türkiyedeki yarı açık cezaevi şartlarının olduğunu, yani kolayca kaçılabildiğini, İsviçre cezaevlerindeki yabancıların % 75'inin kaçtığını, buna İsviçrenin belkide bilerek göz yumduğunu, böylece yabancılardan kurtulduğunu, kendileriyle ilgilenenlerden birisinin METE kod isimli üst düzey MİT yetkilisi olduğunu ancak ismini vermeyeceğini, M.Ali Ağca ile fazla bir ilgisi olmadığını, Ağca'ya Türkiyede hapisten kaçınca yardım ettiğini, Avrupaya yeni geldiği 
zamanda biraz yardım ettiğini, onun dışında irtibatı olmadığını, son zamanlarda Çatlı ile ilgili basında yer alan iddiaları Çatlı ile bağdaştıramadığını, Çatlı'nın iyi, temiz, saf, politikadan anlamayan, sözünü söyleyen birisi olduğunu, böyle tiplerin de pek sevilmediğini, Çatlı'dan duyduğuna göre Mesut Yılmaz'ın kumar borcunu sildirme işi için Çatlı ile Yılmaz Belçika'da yüzyüze görüşmüşler. 
Aynı yıl Çatlı'nın, 85 yılına 2,5 ay kala yani 1984'ün 9. ayında Fransa hapise girdiğini, kendisinin de Fransada 86'nın 11. ayından 93'ün 11. ayına kadar 1984'ün 9. ayında Fransa hapise girdiğini, kendisinin de Fransada 86'nın 
11. ayından 93'ün 11. ayına kadar hapis yattığını ayrıca (30) ayda Fransada görülmemiş sürgün cezası verildiğini, o sırada Çatlı'nın da İsviçre cezaevinde olduğunu, Meral Çatlı'nın kendisini cezaevinde ziyaret ettiğini, 1986 yılında Fransa Belçika sınırında Fransız polisinin düzmece iddiaları ile tutuklandığında Bedri Ateş kimliğini kullandığını, çünkü; eğer kendi ismini verseydi yaptıkları eylemlerinin ortaya çıkacağını, belkide Türkiye'ye zararı olabileceğini, o yüzden başka bir isim kullandığını, kendisini savunan avukatlarının MHP'li olmasının normal olduğunu, çünkü 80 öncesinden tanıdığı arkadaşları olduğunu, Özer Çiller ve Mehmet Ağar ile hiç bir yerde ve hiçbir şekilde görüşmediğini, yurtdışında bulundukları sırada liderin Çatlı olduğunu, şimdi Çatlı öldüğü için kendisinin lider sayılabileceğini, çünkü yurtdışında Çatlı ile aynı evi paylaşıp, aynı bardaktan su içtiğini, yurtdışında eylemler yaparken devletten sadece 10 bin dolar para aldıklarını, Çatlı yurda döndükten sonraki zamanlarda kendisinin Fransa, İtalya ve İçviçrede aynı suçtan cezaevinde olduğunu, Çatlı ile mektuplaştıklarını, kendisi yurda dönünce Çatlı'nın kendisini ziyaret etmediğini, haber gönderdiğini, Bedri Ateş kimliği ile yakalandığında PKK'lıyım, PKK'ya hizmet ediyorum dediğini, çünkü kart alabilmek için ne yaparsan yap Türkiye aleyhine bir şey yapmak 
gerektiğini, Çatlı'nın 1991 yılındaki ANAP kongresinde önce Yıldırım Akbulut'u sonra Mesut Yılmaz'ı desteklediğini, Yaşar Okuyan ve Agah Oktay'ın Çatlı'yı iyi tanıdıklarını, seçim zamanı biz kahramanız, ASALA'yı yok ettik, yok bilmem Fransızları şöyle yaptık dediklerini, şimdi ise Çatlı'yı kötülediklerini, 
kendilerinin mücadele ettikleri ASALA'nın belki 500 militanının olduğunu, fakat bütün ülkelerin istihbarat birimlerinin bunlara yardımcı olduğunu, ASALA kendi içinde anlaşmazlığa düştüğü için dağıldı diyenlerin yalan söylediğini, eğer böyle şeyler kendiliğinden oluyorsa bu memlekete zararlı olan örgütlerin olduğunu ve 
onların niye kendi kendine dağılmadığının sorulması gerektiğini, yurtdışında hizmet yürütürken kendilerine MİT'in üst düzeyde yetkililerinin yardım ettiğini ve yönlendirdiğini, Çatlı'nın Muhsin Yazıcıoğlu ile telefon görüşmeleri yaptığını, Türkeş'le Çatlı'nın arasının hoş olmadığını, çünkü Çatlı’nın Türkeş hakkında MİT'e bir rapor yazdığını ve Türkeş'in bundan haberi olduğunu, Çatlı'nın Türkiyedeki ticari faaliyetlerinden haberdar olmadığını, Mehmet Özbay ismini kullandığını bilmediğini, Hüseyin Kocadağı tanımadığını, Haluk Kırcı'yı çok önceden tanıdığını, son yıllarda görmediğini belirtmiştir.(Ek:217) 

47-MEHMET SENA SÖYLEMEZ 2 Mart 1997 tarihli ifadesinde; 

Aslen Muş’lu, Kürt kökenli, 1961 doğumlu, doktor, genel cerrah oluduğunu, Eşinin Muş Eski Milletvekili Mehmet Emin SEVER’in yeğeni ve doktor olduğu, 1995 yılına kadar Ankara Numune hastanesinde çalıştığını, 6 kardeş olduklarını, kardeşlerinden birinin başkomiser, birinin astsubay, birinin emekli polis, birinin de emekli işçi olduğu, 1994 yılında bir araba parkı meselesi yüzünden Bucak ailesinden Sedat BUCAK’ın yeğeni uyuşturucu, alkol bağımlısı Sultan Memduh BUCAK tarafından vurulduğunu, (kardeşinin de O’nu öldürdüğünü), bu tarihe kadar Bucak ailesini hiç tanımadığını, bundan sonra aralarında kan davası başladığını, vurulan insan olmasına rağmen Ankara’da gözaltına alındığını ve sorgulandığını, bu sorgulamada Ankara Asayiş Müdür Yard. Ali İhsan 
SARIKAVAK’ın kendisine “Biz Bucakların dostuyuz. Seni ve ailenden herkesi öldüreceğiz” dediğini, (Bu kişinin daha sonra abisi ve yeğenini öldürenlerle birlikte oturup kalktığını,) Sedat BUCAK’ın Mehmet AĞAR ile ortaklığı, karanlık işlere eraber girip çıkmaları yüzünden kendisine bağlı polisleri kendi üzerlerine saldırttığını, kendilerine saldıranların daima polisler olduğunu, 

Bir oaydan dolayı Bilkent Üniversitesinde okuyan yeğeninin tutuklandığını, işkence gördüğünü ve o zaman Adalet Bakanı olan Mehmet AĞAR’ın emri ile özellikle Eskişehir Hapishanesine gönderildiğini, yeğeni yem olarak kullanılarak O’na elbise, çamaşır, para vs. götüren ağabeyi ve diğer yeğeninin orada Savcıdan izin alma bahanesi ile bekletildiğini, bu sırada ziyaret günü olmamasına rağmen oraya gelen Ülkücü Mafyasından bazı kimselerin güya ziyaret amacı ile oraya gelerek ağabeyi ve yeğenini teşhis ederek dönüş yolunda pusu  kurduklarını ve (13 Mart 1996 günü) ağabeyi ve yeğenini öldürdüklerini, onlara ateş edenlerin polisler olduğunu, bu olayın maddi delillerinin araştırılmadığını, örneğin Orada bulunan Mercedesin içinde vurulan insanların saç kılları, parmak izleri, tükürük ve kanlarının olduğunu, yıllar geçse de DNA testi ile bunların kime ait olduğunun tesbitinin mümkün olduğunu, ayrıca Fatih BUCAK adına kayıtlı bir cep telefonu bulunduğunu,bu telefondan kimlerle görüşüldüğünün tesbit edilebildiğini, Daha sonra bu öldürme olayının çiğ köfte partisi 
ile kutlandığını, bu partiye; Mehmet AĞAR’ın, Yalım EREZ’in, Sedat BUCAK’ın ve Necmeddin Dedenin katıldığını, ancak bu davanın kapatıldığını, 

Sedat DEMİR ve Deniz GÖKÇETİN’in kendi taraftarları olmadığını, bu kişilerin yine Mehmet AĞAR’ın adamları olduğunu, ağabeyini pusuya düşürtüp öldürmek için bu insanların kullanıldığını, bu müdürlerle beraber olan Başkomiser Halim APAYDIN’ın ağabeyine arabasının vererek Eskişehir’e gönderdiğini, ancak ne 
zaman gideceğini (katillere) haber vererek karşılığında çek aldığını, eylemin sonucunda ağabeyinin öldüğünü, Kendisinin 11 Haziran 199’da Adana’da bulunan ağabeyini ziyaretten dönerken Pozantı’da vurulduğunu, kendisini vuran insanların İstanbul Polisi olduğunu, güya operasyon yaptıklarını, bundan Adana polisinin haberi olmadığını, bu kişilerin İstanbul dışında operasyon yapmak için görev belgelerinin olmadığını, oraya gelmek için bir gerekçelerinin de olmadığını, kendisi orada ölseydi olayın faili mechul olacağını, trafik polislerinin, kamyoncu  ların, vatandaşların gelerek kendisini kurtardığını, bunun üzerine işi resmileştirdiklerini, kendisini vurmalarına bir bahane bulmak için kendisini ÇETE olmarak suçladıklarını, kendi arabasında silah olduğunu iddia ettiklerini, bunun kesinlikle yalan olduğunu, Orada ( POZANTI’da) yakalandıkları , Adana’da hastanede yaralı iken Adana Terörle Mücadele ekipleri tarafından ifadesi alındığı halde İstanbul’da yakalanmış gibi tutanak tutulduğunu, Pozantı’da hiçbir işlem yapılmadığını, olayın Pozantı Savcısından gizlendiğini, daha sonra 
İstanbul’a götürüldüğünü, burada hiçbir ifade vermediğini, hiçbir şeye de imza atmadığını, ancak kendi ifadesi olarak sahte bir ifadenin düzenlendiğini, mahkemeye aleyhine delil olarak sunulan tek şeyin bu ifade olduğunu, 
kendisinin bir şey itiraf edecekse bunu Adana’da itiraf edeceğini, oysa Adana’da verdiği ifadede “Hiç bir şey yapmadım” dediğini, o ifadenin kesinlikle kendi ifade olmadığını, 

Ayrıca kardeşlerine de çeşitli uydurma şeyler imzalatıldığını, kardeşinin tutuklama kararı olduğu halde, kardeşinin savcının, hakimin karşısına çıkarılmadığını, 4 yıl gezdirildiğini, işkenceden geçirildiğini, bunun arkasında da Mehmet AĞAR’ın olduğunu, 

Kendisi tutuklandığı zaman, memur olduğu için memur koğuşuna konulması gerekirken, Adalet Bakanı Mehmet AĞAR’ın imzasıyla Kütahya Cezaevine gönderildiğini, çünkü burada abisini öldürmekten zanlı insanların bulunduğunu, 50 kadar Urfa’lı bulunduğunu, Sedat BUCAK’la yakın ilişkisi olan Müslüm BAKAN 
adında birinin kardeşinin olduğunu, bu cezaevine konulursa kendisinin muhakkak öldürüleceğini, bunu da M.AĞAR’ın kendisini öldürsünler diye Adalet Bakanı olarak yetkisini kullanarak bilerek yaptığını, orada vicdan sahibi bir savcının durumu farkederek kendisini koymadığını, buradan sevkinin itirafçıların bulunduğu Kırklareli cezaevine çıktığını, 

Eminönü Belediye Başkanı Ahmet ÇETİNSAYA’nın yeğeninin öldürülmesi olayı ile hiç bir ilgisinin olmadığını, orada beraber yargılandıkları insanların sonradan kendilerine polis tarafından aldatıldıklarını söylediklerini belirtmiştir.(Ek:220) 

48- ABDÜLGANİ KIZILKAYA 28.02.1997 tarihli ifadesinde; 

1966 Urfa-Siverek doğumlu, ilkokul mezunu, Aşiret içinde resmi korucu, Sedat BUCAK’ın da yakın akrabası ve özel koruması olduğunu, 4 yıldır beraber olduklarını, Susurluk kazası olduğunda Sedat BUCAK’ı arkadan takip ettiklerini, kazadan 4-5 dakika sonra olay mahalline vardıklarında, arabanın kamyonun altında olduğunu, halatla vatandaşın yardımı ile 15 dakikalık bir uğraştan 
sonra arabayı kamyonun altından çıkardıklarını, Sedat Beyi ve cesetleri de ancak ondan sonra çıkarabildiklerini, hatta Sedat Beyin öldüğünü sandığını, asfaltın üzerine uzattığını, Sedat Beyin burada konuşmasına imkân olmadığını, “Silahımı verin, tabancamı verin” sözünü hastanede söylediğini, ARENA’da yayınlanan resimde ise arabanın kamyonun altında olduğunu, demekki birilerinin kendilerinden önce olay yerine vararak resimleri çektiklerini, silahları da arabanın arka koltuğuna onların koymuş olabileceğini, (bunlar üzerindeki parmak izlerinin rahatlıkla kontrol edilebileceğini ve kime ait olduğunun 
anlaşılabileceğini) çünkü arabayı kendisinin hazırladığını, arka koltukta silah görmediğini, yalnız arabanın arkasından milletvekillerine verilen Sedat BUCAK’a ait çantanın düştüğünü, bu çantayı aldığını, Balıkesiregiderken ve İstanbul’da havaalanında da bu çantanın elinde olduğunu, bunun resimlerde de göründüğünü, bu çantada Sedat Beyin kimliği ile 230 milyon liranın bulunduğunu, zaten bu parayı çantaya beyaz bir poşet içinde kendisinin koyduğunu, çantadan başka bir şey almadığını, Sedat BUCAK’ın M-16 ve MP-5 marka ve başka hertürlü silahının olduğunu, bunların devletin verdiğini, 
arabada bu silahların mermilerinin de olduğunun söylendiğini, peki mermileri varsa, susturucu varsa da silahların nerede olduğunu, Eğer Sedat BUCAK’a ait silah olduğunu bilseydi rahatlıkla kendisine ait olduğunu söyliyeceğini, 4 yıl yatıp çıkacağını, ancak kesinlikle böyle bir şey olmadığını, kendisinin silah, susturucu falan görmediğini, Mehmet ÖZBAY’ı 1,5 yıldır Sedat BUCAK’ın yanına gelip gittiği için tanıdığını, ancak Abdullah ÇATLI olarak bilmediğini, esasen Abdullah ÇATLI’nın kim olduğunu da bilmediğini, bu kişinin Siverek’e, Ankara’ya 
Sedat Beyin yanına geldiğini, İstanbul’da da görüştüklerini, kendisinin bol içki kullandığını, ancak kokain falan kullanmadığını, daha doğrusu bilmediğini, 
Hüseyin KOCADAĞ’ın cebinden okunmuş toprak çıktığını, bunun toz esrar olarak kamuoyuna sunulduğunu, Sami HOŞTAN’ı tanıdığını, Kazadan önce İstanbul’da görüştüklerini ve yurt dışına Galatasaray’ın maçına gittiğini, kendilerini takip etmesinin mümkün olmadığını, ancak telefonla görüştüklerini , Kendilerini kimsenin takip ettiklerinden şüphelenmediklerini, ancak İzmirde Otelde kendisine “Gani Dikkatli olun” dediğini, oradan Kuşadasına geçtiklerini, genelde yolda her arabadan şüphelendiklerini, Ali ÇÖRÜ’yü de tanıdığını, maça gelirken görüştüklerini, ancak Ankara’ya Sedat Beyin yanına gelmediğini, Gonca US’u Mehmet ÖZBAY’ın yanında gördüğünü, Ahmet BAYDAR’ı tanımadığını, 
Sedat BUCAK’ın Susurluk Kazasında beraber olduğu kişilerle daha önce hep birlikte beraber olduklarını görmediğini belirtmiştir.(Ek:221) 

49- MUSTAFA  ALTINOK 28. 02.1997 tarihli ifadesinde; 

1960 Yozgat doğumlu, Sorgun Lisesi mezunu, 1985’de Sorgun Lisesi mezunu, evli, 3 çocuklu olduğunu, okuldan mezun olduktan sonra 1985 sonundan itibaren Başbakanlık’da koruma memuru olarak göreve başladığını, 1987 yılında Gölbaşına Özel Harekat kursuna gittiğini, kurstan sonra 1987 onuncu ayında 
Şanlıurfa’ya gittiğini, 1990’a kadar burada kaldığını, şark dönüşü İstanbul Terörle Mücadele Müdürlüğünde göreve başladığını, 6 ay öncesine kadar burada görev yaptığını, 28 Ağustos 1996’Da Sedat BUCAK’ın koruma görevine atandığını, 

Susurluk Kazası öncesi Ankara’dan İstanbul’a gittiklerini, kendisinin 15 gün evinde kaldığını, buradan Yalova’ya geçtiklerini, maç seyrettiklerini, sonra Burhaniye’ye gittiklerini, bir arsaya baktıklarını, oradan İzmir’e gittiklerini, İzmir’de 2 gün, Kuşadasında 2 gün kaldıklarını, dönüşte malum kazanın olduğunu, Gidiş ve dönüşte kendilerini takip eden kimseyi görmediğini, hissetmediğini, arkadaşlarının da hissetmediklerini, 

Kazadan 5 dakika sonra olay yerine geldiklerini, yaralı ve ölüleri çıkarmaya çıkarmaya çalıştıklarını, bu sırada arabadan Sedat BUCAK’ın, Mehmet ÖZBAY’ın ve Hüseyin KOCADAĞ’ın zati silahları dışında bir silah çıkmadığını, başka hiç bir silah ve mermi görmediğini, arabadan hiçbir şey almadığını, para çantasını Gani’nin almış olabileceğini, kaza yerine vardıklarında arka bagajın açık olduğunu, ama silah falan görmediğini, yaralıları kurtardıktan sonra arabanın yanında Enver’in kaldığını,

Abdullah ÇATLI’yı bir yıl kadar önce Ayhan ÇARKIN’ın yanında Mehmet ÖZBAY olarak tanıdığını, kendisinden hiç şüphelenmediğini, çünkü adamın taşıma ruhsatlı silahı olduğunu, uçaklara bindiğini, büyük adamlarla, mesela milletvekilleri ile görüştüğünü, kendisini Emniyet Müdürlüğünde, Müdür odasında, koridorda, bahçede, yolda gördüğünü, 

Sami HOŞTAN’ı da Mehmet ÖZBAY’ın yanında gördüğünü, Ali Fevzi BİR’in ismini bu olaylardan sonra duyduğunu, 

Ömer Lütfi TOPAL’ı hiç tanımadığını, TOPAL cinayetinde sanık olmadığını, o gün nöbetçi ekiple görevde olduğunu, arkadaşlarına da çok güvendiğini, onlara kefil olduğunu, onların böyle bir cinayeti işleyceklerine ihtimal vermediğini, buna inanmadığını, 

Mehmet ÖZBAY’ın kokain kullandığını sanmadığını, çok düzenli, kibar, efendi, iyi bir insan olduğunu, O’nun tetik çekecek bir insan olduğuna inanmadığını, duyunca çok şaşırdığını, iş sahibi olduğunu, iş yerine bir defa gittiğini, orada ortağı Ahmet BAYDAR’ı da gördüğünü, Kendilerinin çete kurmakla suçlandığını, Sedat BUCAK’ın yanına gideli 3 ay olduğunu, 3 ayda çete kurulamıyacağını, Ayhan ÇARKIN’la beraber, ama ayrı ayrı timlerde çalıştıklarını, bazı nokta operasyonlarda müşterek görev yaptıklarını, bu operasyonlarda kesinlikle sivil kişilerin bulunmadığını, Güneydoğuda da Jandarma bölgesinde görev yaptıklarını, yüzlerini de kapatmadıklarını, faili mechul olaylarda ölenlerin bu 
operasyonlarda ölmediğini, bu operasyonlar yüzünden DEV-SOL tarafından evine gelindiğini, öldürülmek istendiğini, 

İbrahim ŞAHİN’in Sami ile, yahut Ömer Lütfi TOPAL’la bir ilişkisinin olamıyacağını, İ.ŞAHİN ve Korkut EKEN’in Özel Harekat Kursunda hocaları olduğunu, onları çok iyi ve dürüst olarak bildiğini, 1991 yılında Hasan Paşa olayından dolayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde yargılandıklarını, bu olayda içeridekilere teslim olun dediklerini, ancak “Biz faşistlere teslim olmayız” dediklerini, slogan attıklarını, silahlı çatışma olduğunu, bir arkadaşlarının yaralandığını, içerde beraat ettiklerini, daha sonra İnsan Hakları 
Mahkemesinde dava açıldığını ve devam ettiğini belirtmiştir. (Ek:222) 


13 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu, Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 4

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu,  Bilgisine Başvurulanlar, BÖLÜM 4





9- Şahin TEKDEMİR 14.03.1997 tarihli ifadesinde; 

1964 Kocaeli Keteme doğumlu olduğunu, ilkokulu İzmit’te okuduğunu, sonrada serbest çalışmaya başladığını, önce araba alıp satmaya başladığını 1989-1990 senesinde yurtdışına çıktığını, Alman vatandaşı ile evlendiğini, Almanya, hollanda ve Belçika’da kalıp, Türkiye’ye döndüğünü, büyük kardeşinin polis olduğunu, İbrahim Şahin’in korumalığını yaptığını, Suçunun Hadi Özcan’ı tanımak olduğunu suçlandığı konular içerisinde Of’lu Muzaffer’i öldürmek, bunların silah temin etmek, bunlarla çete kurmak gibi ilgisi olmayan suçlardan 
cezaevine gönderildiğini, Hadi Özcan’ı abisinin 1980 öncesi öğretmen lisesindeokuduğu sırada, okulda meydana gelen taşlı sopalı kavgalar sırasında, tanıdğını, boş zamanlarında okula giderek abisine göz kulak olduğunu, 
Hadi Özcan’ın MHP’li olduğunu, kendisinin de MHP’li olduğunu, Abisinin siyasî bir yönü bulunduğunu, halen açığa alınmış durumda bulunduğunu, İbrahim Şahin’in koruması olduğu için açıkta olduğunu, 1985 ya da 1986 da özel harekata girdiğini, kursların sonunda Siirt’e gittiğini, 4-5 yıl kaldığını, sonra tayinen İzmir’e gittiğini, İbrahim Şahin’in Özel Harekat Daire Başkanlığına gelmesi üzerine tayininin Ankaraya çıktığını,

Abdullah Çatlı’yı tanıdığını, kendisine Mehmet Özbay olarak tanıtıldığını, ancak onunla yurtdışında tanışmış olduğunu, Türkiye’de Abdullah Çatlı olduğunu öğrendiğini, ancak kimseye birşey söylemediğini, 1990 yılında Almanya’da Hanover Havaalanında birisini bekler iken, kendisini orada gördüğünü Türk olduğunu öğrenince konuştuğumuz, adamın Mehmet Özbay olduğunu söylediğini, Türkiye’de iken de İzmit’ten geçerken kendisine uğradığını bir iki kez İzmirde karşılaştıklarını fuarda lunapark müdürlüğü yaparken karşılaştıklarını, 
Abdullah Çatlı’yı, Mehmet Özbay adıyla Hadi’ye tanıştıranın kendisi olduğunu, bu nedenle Hadi ile aralarının açıldığını, petrol işinden dolayı kendisine kazık attırmakla suçlandığını, Abdullah Çatlı’nın kendisine ortaklık yaparken insanın bir şeye para koyması lazım, bunu koymadığı için ortak olamadık demesi sebebiyle Çatlı’yı haklı gördüğünü, Hadi’yi abisi Alper ile tanıştırmadığını, Yedi TİP’li olaylarından dolayı sağdan, soldan duyumlar nedenleriyle Abdullah Çatlı’nın kaçak olduğunu, bildiğini, sağdan soldan onun Asala ile mücadele etmiş olduğunu öğrendiğini bu nedenle de hoşuna gittiğini, İzmir’de birlikte yemek yerler iken, konuştuklarını, kendisini tanıyıp tanımadığını, kim olduğunu bilip 
bilmediğini sorması üzerine, onu tanıdığım, bildiğim onunla böyle mevzulara girmek istemediğini, geçmişini bilmek istemediğini söylediğini, Abdullah Çatlı’yı birkaç defa Haluk Kırcı ile gördüğünü, İbrahim Şahin ile Abdullah Çatlının tanışık olduğunu bilmediğini, Holis olan Ercan Ersoy ve Ayhan Akçay’ı tanımadığını, başka işlere karışıp karışmadıklarını bilmediğini, Hadi Özcan’ı çok sevdiğini, nesli tükenmiş kel aynak kuşu olduğunu, varını yoğunu olmayanlarla paylaşan iyi 
bir insan olduğunu, hep haklının yanında olduğunu onun tahsilat işleriyle uğraştığını bilmediğini, yaptığı bir iş karşılığında para alacağını da tahmin etmediğini, Kendisinin abisi tarafından teslim edildiğini, git teslim ol, suçsuzsun, kaçmaman gerek yok demesi üzerine teslim olduğunu, 8 dosyadan sorumlu tuttuklarını, 9 aydır cezaevinde olduğunu, Latif Özdamak diye bir arkadaşı olduğunu Özel Harekatçı, Siirt’ten gelen bir hocanın yanına gittiğini, camide 
yapılacak işler için onun yardımcı olduğunu, izinli olduğunda, bayramlarda geldiğini ve cami inşaatına yardım ettiğini, kendisinin telefonu ile telefon ettiğini, daha sonra bu adamı kendisine silah getirdi diye yargıladıklarını ve görevden aldıklarını, vicdan azabı duyduğunu, Of’lu Muzafferin öldürülmesinde kendisinin suçlandığını, orada olduğunun iddia edildiğini kendi arabasının renginde bir araba ile öldürüldüğünü, arabasının hemen Emniyet binası ile yanyana bulunduğunu, Abdullah Çatlı’yı abisinden çok sevdiğini bu sebeble de onun kaçak birisi olduğunu abisine söylemediğini, Abdullah Çatlı ile birlikte hiçbir iş yapmadığını, kendisinin galerisi olduğunu ve kiralık araba servisi işlettiğini, 
Abdullah Çatlı ile Ahmet Baydar’ın ramazan ayında akşam vakti iftar yemeğinde kendisine uğradıklarını, yemek yerken konuştuklarını, bir petrol işi olduğunu söylediğini, ister ortak isterseniz onu komisyona verin Hadi Özcan ile bu işi yapma dediğini, bunun üzerine onları tanıştırdığını, petrolün alındığını, alındıktan sonra bazı olaylar olduğunu, bu yüzden Hadi ile aralarının açıldığını, Çatlı’nın petrolu satıp, paraları yiyip, bir şey göndermediğini Hadi’nin söylediğini, kendisininde Abdullah Çatlıya kızan herkeze kızdığını, Abdullah Çatlı ile 
Hadi Özcan’ın kendi yanında yerlerinin ayrı ayrı olduğunu hiç kimse ile de küs olmadığını belirtmiştir.(Ek:182) 

10- Necdet KÜÇÜKTAŞKINER 17.03.1997 tarihli ifadesinde; 

Askerliğini bitirir bitirmez 1966 yılı Haziran ayında MİT’e girdiğini, 1973’e kadar Emniyet Müfettişi kadrosunda bu teşkilatta çalıştığını, MİT’in CIA tarafından proroke edildiği, Baybaşin ile ilgili olayların 1983 tarihinde başladığını, Feridun Kocamaz adındaki emlakçının, “benim bir dostum İstanbul 2. Şubeye nezarete 
düşmüş ilgilenirmisin?” demesi üzerine İstanbul Emniyel 2. Şube Müdür Yardımcısı Mehmet Ağar’a Başbayin’in durumunu sorduğunu, Mehmet Ağar’dan Baybaşin’i gasptan aldıklarını öğrendiğini, bunun üzerine onun vekaletini olmadığını, sözü edilen kişinin Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilerek tutuklandığını davasına hangi avukatların baktığını bilmediğini, 1986 yılında İngiltere’ye bir iş için gideceği sırada

Baybaşin’in İngilterede 12 seneye mahkum olduğunu öğrendiğini, Baybaşin’in iki tane Kıbrıslı kızın eroin getirdiği bir mahalde dolakırken yakalandığını, polislerin ona tesadüfen yakalandığını, kızların malı onun verdiğini söylediklerini, onun üzerine Baybaşin’in Island Wight denilen küçük bir adadaki hapishaneye 
hükümlü olarak konulduğunu, Mete Bozbora, Hüseyin Çoban’la birlikte cezaevinde Baybaşin’le görüşme yaptıklarını, Baybayin’in orada durumunun çok kötü olduğunu, hergün dayak yediğini, ne yapıp edip kendisini Türkiye’ye götürmelerini istediğini, Hüseyin Başbayin’in kendisine yalan söylediğini tespit ettiklerini ve davasını yine almadıklarını, sonradan öğrendiklerine göre 1986 dan sonra başkaları kanalıyla Türkiyedeki bir İngiliz ile tabur edilmek suretiyle Türkiyeye gelişinin sağlandığını, Bayrampaşa da cezaevinde olduğunu, 
tahminen 1988 de gelmiş olabileceğini, yine tahminen 1989 senesinde Mete beyle beraber, Feridun Kocamaz’ın yanında üç tane daha adamın yazıhanelerine geldiklerini, Hüseyin Başbayin’in kardeşi Mehmet Şirin Baybaşin’in Silivri’de bir çiftlikte yakalanan eroin ile ilgili olan ve İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesinde 
devam eden davalarını aldıklarını, bu davayı iki celse girdikten sonra bıraktıklarını, bu olaylarda herhangi bir siyasînin veya yöneticinin ilişkisini bilmediğini, Baybaşin’in hayatı boyunca dört veya beş defa gördüğünü 
belirtmiştir.(Ek:183) 

11-İstanbul Valisi Rıdvan YENİŞEN 27.12.1996 tarihli ifadesinde; 

Sayın Cumhurbaşkanı sık sık İstanbul’a gelir ve kendisiyle sık sık görüşürüz, 14 Kasım günü çok yoğun bir programları vardı. Program sonrasında da Polat Renasionse otelde bir akşam programı vardı, o programdan sonra evde Kemal Yazıcıoğlu ile görüşebileceğini söylediler, 22.00 sıralarında. Sayın Cumhurbaşkanımızla birlikte otelden çıktık, Leventteki ikametgahta Kemal bey bizi kapıda karşıladı ve içeriye girdik; Sayın Cumhurbaşkanının konuyu sormaları üzerine, Yazıcıoğlu, 25.8.1996 günü Emniyet Asayiş Şube Müdürlüğü 
Cinayet Büro Amirliğine gelen isimsiz telefon ihbarında Ömer Lütfü Topal’ı Özel Harekat polisleri Ercan Ersoy, Ayhan Çarkın, Oğuz Yorulmaz ile maktülün ortakları olduğu söylenen Ali Fevzi Bir (Aliço) Sami Hoştan (Arnavut Sami) adlı şahısların öldürdüğünü beyan ediyor. Bu ihbar üzerine ön çalışma yapıldığını takip edildiklerini, 28.8.1996 tarihinde bu kişilerin Asayiş Şube Müdürlüğünce gözaltına alındıklarını, olayda kullanılan silahın Şarjörü üzerindeki koli bandından elde edilen parmak izi ile bu beş kişinin parmak izi mukayesesinin yapıldığını, benzerlik olmadığının tespiti üzerine İçişleri Bakanıyla da görüşülerek, onun 
talimatı ile Genel Müdürlük ile temas kurulup, daha geniş imkânlarla araştırma yapılmak üzere 29.8.1996 günü akşamı bir tutanakla beş kişi, Genel Müdürlükten görevlendirilen ekibe teslim edildiklerini, Yazıcıoğlu’nun, 
bunlar Ankaraya gönderildikten sonraki günlerde yapılan araştırmalara göre, elde edilen bazı karineler ve işaretlerin bu öldürme fiilini bunların yaptığı intibaını verdiğini ifade ettiği, Sayın Cumhurbaşkanının, Emniyet Müdürüne, gözetim altına aldığını şahısların yazılı ifadelerini aldınız mı? bu sorguya, karşılıklı 
görüşmeyle ilgili bant kayıt, bu şekilde bir kayıt var mı? sorularının, Yazıcıoğlunun alınmış yazılı ifade olmadığı, bant, kaset bulunmadığını kesin bir dille Cumhurbaşkanına ifade ettiğini, Cumhurbaşkanı’nında, hiçbir zaman Devlet suç işledi olmaz, hangi şahıs suç işledi ise Devlet onun yakasına yapışmalı , bunlara Devlet karşı çıkar şeklinde beyanda bulunarak; her türlü imkân kullanılacak, gayret sarf edilecek ve Devletin şüphelerden, şaibelerden arındırılıp temize çıkarılmasını” istediğini, talimat olarak verdiğini, Olay günü yine bir telefon ihbarıyla, 23.30’da Yeniköy Karakol Amirliği ve Taneceviz Sokağında bir otoya seri şekilde silahla ateş edildiğinin bildirildiğini, ekibin bahse konu yere gittiğinde, çalışır vaziyette 34 BTG 96 plakalı BMW oto içinde Ömer Lütfü Topal’ın cesediyle karşılaşıldığını, maktülün incelemelerinin yapıldığını, 
otonun arkasından 20 metre uzaklıktan atılmış 7.61 mm çaplı kalaşinkof marka iki tüfek bulunduğunu, tüfeklerden birinde, üzerine takılı vaziyette koli bandı ile sarılmış bir adet şarjör olduğunu tüfeğin şarjöründeki koli bandı yapışkan iç yüzeyinden mukayese edilir nitelikte parmak izi tesbiti yapıldığını, bu tesbitin Bekletme Fişine yapıştırıldığını, o orada dururken 5 Aralık günü Sabah Gazetesinde çıkan Abdullah Çatlı’nın Şahin Ekli adını kullandığına dair bir haber üzerine ki o tarihte Emniyet Müdürününde görevinden uzaklaştırılmış 
olduğunu, kendisinin bilgisi dahilinde arşiv araştırması yapıldığını, 26.2.1992 tarihinde yurtdışına çıkarken Şahin Ekli adına düzenlenmiş sahte pasaportla yakalandığına ilişkin kaydı bulduklarını, o tarihte parmak izinin on parmak olarak alınıp, Bakırköy Cumhuriyet Savcılığına sanığın sevk edildiğini, Savcılığın tahkikat açmasına karşın suç niteliği sebebiyle sanığın serbest bırakıldığını,

Abdullah Çatlı’nın diğer parmak izlerinin de kayıtlardan çıkarılarak tüm parmak izleri karşılaştırmasında bütün izler arasından tam bir uygunluk sağlandığını tesbit edildiğini, 1977 yılında Abdullah Çatlı’nın 6136 sayılı kanununa muhalefet, polise ateş etmek suçlarından Balıkesir Edremit’te de alınmış parmak izleri bulunduğunu, Abdullah Çatlı’nın Interpol tarafından alınan parmak izleriyle, Türkiye’de tesbit edilen parmak izleri arasında bir uyum tesbitinin yapılıp yapılmadığını bilmediğini, koli bandı dışında parmak izi tesbit edilmemiş olduğunu, sağ orta yarım parmak izinden başka parmak izi bulunamadığını, diğerlerinin eldivenli olduğunun söylendiğini, Emniyet Müdürünün Cumhurbaşkanı ile görüşmeyi kendisinin talep ettiğini, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve İçişleri Bakanının İstanbul Valisinden bu olayla ilgili bilgi talep etmediklerini, Emniyet Müdürünün kendisine herhangibir band olmadığını söylediğini, Cumhurbaşkanından destek alarak, yetki almak amacıyla görüşme oldu ifadesinin Cumhuriyet Savcılarının niyabeten Emniyet güvenlik kuvvetlerinin adli bir araştırma yapmasında hukuken bir aksaklık bulunmadığını, bu yetkilerinin kullanılmasını adli yada idari mercilerden kaynaklanan bir 
engel bulunmadığını, parmak izinin yüzde yüz hiç değişmesi mümkün olmayan bir delil olduğunu, sonrasınında bağımsız Türk Adliyesine ait olduğunu, Kendisinin de kişilerin Emniyet Genel Müdürlüğüne tesliminden sonra 
haberinin olduğunu, neden bilgi verilmediğini ilgililerden sorduğunda, bunların memur olması nedeniyle hassas bir konu olduğunu, bir ihbar üzerine işlem yapıldığını, maddi delil elde edilmesi halinde zaten Sarıyer Savcılığına 
verileceklerini ve aynı anda da Vilayete bildireceklerini söylediklerini, 
İstanbul’da bugün 25 tane talih oyunları oynanan salonlar bulunduğunu, İçişleri Bakanlığının yazdıkları yazıdan sonra İstanbul Valiliği olarak resmi Gazete’de yayınlanan 1 Ekim tarihli bir tebliğ, ilan, yasaklama kararı çırkarttıklarını, şimdiden sonra yeni düzenleme yapılıncaya kadar bu yerlere Türk vatandaşlarının alınmasının yasaklandığını, Türklerin alınması halinde Polis Vazife ve Selahiyet Kanununun ilgili maddelerinin uygulanacağını, yani kapatılabileceğini gerekçeli bir yazıyla Resmi Gazete’de yayınlatıp, bu uygulama çeşitli ikazlarımızdan sonra muhtelif şekilde çok kapatma kararı şahsen uygulamaya başladığını, idare mahkemesinin bir süre sonra bu tebliğ için yürütmeyi durdurma kararı verdiğini, o zaman tebliğin geçerliliğinin kalmadığını, böylece de oyun salonları eski durumuna dönmüş olduğunu, yargı kararına uymaktan başka yapacağı bir şey olmadığını, İstanbul Emniyet Müdürü iken Bursa Valiliğine atanan Orhan Taşanların, bu atama üzerine verdiği “beni 
kumarhaneler mafyası buraya tayin ettirdi” şeklindeki beyanı konusunda da, kumarhaneler için aldığı tedbirler nedeniyle hiçbir güçlük ya da zorlukla karşılaşmadığını, pekçok büyük oteli kapatmasına karşılık, konuya ilişkin bir ricacının bile kendisine gelmediğini, görevin yapılması halinde bir şey olmayacağı kanaatinde olduğunu, Devletten güçlü kimsenin bulunmadığını, Bursa İl’ine Vali olarak atanmanında bir terfi olduğunu belirtmiştir.(Ek:184) 

12- Ahmet BAYDAR 22.01.1997 tarihli ifadesinde; 

Yozgat Milletvekili Ahmet Baydar’ın torunu olduğunu, ondan öncede Belediye Başkanlığı yaptığını, Binbaşı Halil Baydar’ın tüccar olduğunu ceviz tomruğu yaptığını, Uzun yıllar kendisinin Perşembe pazarında demir-çelik ithalatı yaptığını, 1980 yılında iş hayatına atıldığını, 1985 yılına kadar demir çelik ticareti yaptığını, Türkiye’de üretim sıkıntısı doğ da dünya pazarlarından ithalat yaptıklarını, sık sık döviz dalgalanması sebebiyle kazandığı yada kaybettiği dönemler olduğunu, pamuk balya çemberi üreterek sanayicilik yaptığını, bu üretimlerinin 8-10 yıl sürdüğünü, İki ikibuçuk yıl önce burada bir arkadaşı ile otururken yanlarındaki masada bulunan kişilerin anlattığı bir fıkra nedeniyle tanıştıklarını, birbirlerine kartlarını verdiklerini ve daha sonrada Mehmet Özbay isimli bu kişinin ofisine geldiğini, bu karşılaşmanın İstanbul’da olduğunu, sözkonusu yerin adının Zeytin Sardunya olduğunu,kendisine tekstil ihracaatı yaptığını söylediğini, Arzu hanım isminde bir kişi ile beraberliği olduğunu, onun 
kızkardeşinin de izmir’de yaşayıp, zaman zaman İstanbul’a geldiğini, bu gelişlerinden birisinde Gonca hanımın, Mehmet Bey’le tanıştıklarını, bir müddet sonrada arkadaşlık yapmaya başladıklarını, Baysa şirketini Ant Güven Sazak karısı Slvia Sazak, kendisi, Mine Baydar ve oğlu Alper Baydar ile birlikte 1992 yılında kendisinin kurduğunu, 1995 yılında ortaklıktan ayrılma kararı aldıklarını yönetim kurulunda enaz 3 kişi olması gerektiğinden kendisi dışında 
ikinci kişi olarak 16 yıldır yanında çalışan Fehmi Tarım’a yönetim kurulu üyeliği verdiğini, o sırada Mehmet Beyin orada oturduğunu, üçüncü kişi olarak kimi yapalım diye kendi kendilerine düşünürken, onun ben olabilirim dediğini, 
bu nedenle de yönetim kurulu üyesi olduğunu, ancak başsanın % 100 hamiline hisse senetlerinin kendisine ait olduğunu, şirketin alanının inşaat, petrol, dış ticaret, ithalat, ihracat gibi çok geniş olduğunu, Baysaş’ın tek yaptığı işin 
Botaş’taki sılaç (petrol çamuru) sanayie verilmesi ve çamurun bulunduğu yerin temizlenmesi işi, onun miktarının 22 bin ton olarak hesap edildiğini 220 bin dolar, o zamanın parası ile 10 milyar lira olduğunu, ancak 10 bin ton 
civarında bir çamur çıktığını, Kendisinin baysa dışında Kursaç, Mersa kureks gibi şirketleride bulunduğunu bunlar vasıtasıyla Demir, çelik, Amerika ve İtalyadan pirinç, Hindistan Sudan, demir-çelik, romanya dan canlı hayvan, çimento görevinde Romanyadan çimento, bulgaristandan demir-çelik, harb çıkmazdan öncesinde Yugoslavyadan demir-çelik ithal ettiğini, bu tür işler yapan bir firma olduğunu, 1990, da dolar krizi sebebiyle büyük darbe aldıklarını, daha sonra şeker ithalatında yine sıkıntıları doğduğunu, 5 nisan kararlarından sonra bankalarında üzerlerine gelmeye başladığını, bu nedenle rahat çalışmak için, sıfır bir şirket olarak 1992 yılında Baysayı kurduklarını, Botaş’ın sılaç konusu ortaya çıkması petrol ile uğraşan iki eksperi, sılaçın olduğu yere gönderdiğini, numuneler öldürdüğünü içine bazı kimyevi maddeler katıldıktan sonra sanayi yakıtı olarak kullanılabileceğinin tespiti üzerine sılaça talip olduklarını, kendilerinden önce teklif veren firmaların tonunun 1000 dolar verdiklerini, 
ihaleyi aldıkları tarihte Mehmet Beyin yönetim kurulu üyesi olmadığını, 
Kendilerinin İstanbul’da oturmaları sebebiyle iskenderuna sık sık gitmelerinin zor olduğunu, bu nedenle Mehmet Beyin Turgay Maraşlı’yı orada çalışabilecek kişi olarak tavsiye ettiğini, şirkete sigortalı olarak dahi alındıklarını, kar ettiklerinde bir şey vereceklerini düşündüklerini, kendilerinin de Güven Tezerdi isimli petrol 
içinden anlayan ancak güvenmedikleri bir kişiyi görevlendirdiklerini, bu çocuğuda onun başına koyduklarını, daha sonra özellikle çok kaba olması nedeniyle şikayetler almaya başladıklarını, hatta Botaşta çalışanlardan da şikayetler geldiğini, daha sonra da Mehmet Beyin kendisini uyardığını ve o kişinin şirketin parasını çaldığını söylediğini yaptıkları tespitle şirkete ait parayı çaldığını tespit ettiklerini, 5 liraya sattığı malı 3 lira gösterdiğini, kendi evine ve ailesine pek çok harcama yaptığını ve Toyota marka araba olduğunu, bu suretle 5-6 milyar lira 
içeri attığını, bunun üzerine Turgay Maraşlının işine son verdiklerini ve kovduklarını, bu konuda Botaş şirketinede bu şahsın şirket ile ilgisinin kalmadığını yazı ile bildirdiğini, 5-6 ay süreyle kendileriyle çalıştığını, 
Turgay Maraşlı’yı hiç tanımadığını, bir gittiğinde Ukraynalı bir eşi olduğunu gördüğünü, Mehmet Özbay’ı yönetim kurulu üyesi olarak, genel kurulda görülebileceğini ancak ne çekte, ne faturada ne de anlaşmada hiçbir imzasının ve yetkisinin bulunmadığını, Mehmet Özbay’ın kaabiliyetli bir yanını göremediğini, ya da anlayamadığını, ticari yönde pek fazla bir bilgisinin bulunmadığını, parasal tıkanmaları olduğunda, Mehmet’ten borç istediğini, ancak onunda yemin ederek yok dediğini, bulamam dediğini, hatta 150-200 milyon istediğinde de yok dediğini ondan sonrada sıkıntı geçene kadar kendisini hiç aramadığını, Mehmet Özbay’da duran telefonun kendisine ait telefon olmadığını Botaş işi için alınan 3-4 telefondan birisinin şirkete getirildiğini ancak bundan daha sonra haberi olduğunu, Botaş’ın içinde tankların ve havuzların 
olduğunu, aralarında çok mesafe bulunduğunu, kamyoun kantara gidip tartıldığını, sonra satış için gittiğini, telefonlarında bu işlerde haberleşme için kullanıldığını, Mehmet Özbay’daki telefonun İskenderun’da çalışan 
Ali ismindeki bir çocuğun adama kayıtlı olduğunu,Botaş işinden zarar ettiğini halen 15 milyar lira borcu bulunduğunu, Mehmet Hadi Özcan’ı tanıdığını Botaş’ta sılaç olduğunu söyleyen adamın o olduğunu, Bulgaristan ve Romanya’da iş yaptığı kişilerin kendisi ve ellerinde gazoil adetif olduğunu ithal edip etmeyeceğini sorduklarını, sılaçın sanayii artığı yapılması için gerekli maddelerden olduğu için bu malzemeden de almaları gerektiğini, bunun İzmit’e geleceğini değerlendirdiklerini, Mehmet Özbayın o zaman deposu olan bir tanıdığının İzmit te olduğunu, adamın Hadi Özcan olduğunu, söylediğini, ramazan günü onun yanına gittiklerini, depoyu, tankları alemdar kimya gibi bir yerden kiralayabileceklerini söylediğini, bu suretle tanıştıklarını, ancak onunla daha sonrasında ilişkilerini devam etmediğini, bilahare bu adamın işin % 50 atağı olduğunu sağda solda söylediğini duyduğunu, İhale aşamasında 3 firma olduklarını, diğer iki firma 100 lira gibi rakamlar verirken kendilerinin 10 dolar 
verdiklerini, Korkut Eken’i tanımadığını, İbrahim Şahin’i tanımadığını, Mehmet Özbay ile onları birlikte görmediğini, Botaş’ta kendilerine yardımı olan kimse bulunmadığını, Şemsettin isimli bir şahsın bu iş için talip olduğunu ve 
bin lira teklif verdiğini, kendilerinin ihaleyi alması üzerine bu şahsın Enerji Bakanlığı Müsteşarının çıktıklarını, sonra yeniden ihale edildiğini, ihalede 800 dolar fiyat verildiğini, tankların içindeki suyu hesap etmediklerini, bu sebepten düşük fiyat verdiklerini, taşeronluk yapmak istediklerini söylediklerini, arena programına çıkan adamın bu olduğunu, çok konuşan ve yalan söyleyen bir adam olduğunu, Botaş kayıtlarında bu malın, 22 bin yüzde 30 30 bin falan gözüktüğünü ama malın 20 bin tonu ve 10 bin tonu mal neden bu kadar bu işe asıldığını anlamadığını, yıllarca bu adamın pompalarla hortumlarla sılaş denen çökeltiyi bu tanka topladığını, 715 nolu tank, belkide adam 30 bin ton topladığı gibi gösterdiğini, Güney Makine isimli firmanın Ömer Lütfü Topal’ı tanımadığını hiç yerine gitmediğini, Haluk Kırcının hiç gelmediğini, tanımadığını, şirketlerine hiç tıbbi malzeme satmadığını, Abdullah Çatlının Susurluk olayındaki ölümünden sonra cenazesinin alınmasına gitmediğini, bir gün sonra Gonca Hanımın cenazesini erkek kardeşi ile birlikte aldığını, teşhis edenlerinde kardeşleri olduğunu, Abdullah Çatlı’nın İstanbul’da evine 1-2 kez gittiğini, Meral Çatlı ve çocuklarını tanıdığını, Kürşat Yılmaz’ın adını gazetelerden duyduğunu, hiç karşılaşmadığını, Bilal Atik’in bir defa ofislerine geldiğini, çok komis bir rakam teklif ettiğini, maliyetin altında, Şahin Tekdemir, Turan Gedikli Sultan Nakkış’ı hiç tanımadığını, Alper Tekdemir’i Hadi Özcan’ın yanında gördüğünü, sonradan polis olduğunu öğrendiğini, Abdullah Çatlı’ya karısının bile Mehmet diye hitap ettiğini kandırılmış olabileceğini, hatta kızının kendisinin bir arkadaşına sorusu üzerine Abdullah Çatlı’yı sevmediğini, adını Mehmet olarak yalan söylediğini, senin isminde mi? değişik diye kendisine sorduğunu, üzüldüğünü, Abdullah Çatlı’nın inşaat, dış ticaret gibi bir şirketi olduğunu bilmediğini, sadece sultan Tekstili bildiğini, Zarar etmeye başlayınca, kağıt üstünde kopmalar olması 
da işten kopmalar başladığını, And Güven Sazak’ın Kursaş’ta üyeliğinin olduğunu, ayrılma kararı alındığını, ancak genel kurulun yapılmadığını, o şirketlerin problemleri olduğunu, borçları olduğunu onların ödenmemiş 
olduğunu, onun için de tam ayrılmamış olduklarını, Abdullah Us’u tanımadığı, Basının olayları topluma yanlış aktarmasından dolayı çok sıkıntı çektiğini,
Fransada hapiste kaldığına ilişkin bir duyumu olmadığını, bu işlerden hoşlanmayan bir yapısı olduğunu, Mehmet Beyin, fatura almak için kullanılan fatura kartından, şirketleri aldığını, otelde kaldığını, bunları tespit ve masraftan düşmek üzere satın almayı düşündüğünü Başsa adını alıp alamayacağını sorduğunu, kendisininde de alsa da birşey ifade etmeyeceğini söylediğini, onun aldığını daha sonra da kendisi için yeni fatura kartı bastırıp verdiklerini, Sami Hoştan’ı tanımadığını, bir defa yemekten çıkıp, gazinoya gittiklerini, Arzu Hanım’ın küçük bir oyun oynadığını, birbirlerini Mehmet Bey ile Sami Beyin sadece tanıdıklarını ancak samimi bir hava hissetmediğini 15-20 dakika oturduktan sonra gazinodan ayrıldıklarını, Genelde Mehmet Bey, Arzu Hanım, Gonca Hanım ve kendisinin birlikte yemeğe gittiklerini, gezdiklerini, 
Mehmet Beyin sırdaşı ya da dert ortağı falan olmadığını, kendi cep telefonunu Savcı Bey’ede verdiğini, cep telefonu, araç telefonu, şirket telefonu ve ev telefonunu hiçbirini değiştirmediğini, telefon arama listesinden kendisini kaç defa aradığının, kendisininde onu kaç defa aradığının tespit edilmesini istediğini belirtmiştir. (Ek:185) 

13- Ekrem MARAKOĞLU 30.01.1997 tarihli ifadesinde; 

Kendisinin Ömer Lütfi Topal’ı, 1964 yılında avukatlığa ilk başladığı zamanlarda bitirimhane tabir edilen bir kumarhane işletmecisi olarak müşterek tanıdıkları kanalıyla tanıdığını, o zamanın yeraltı dünyasının kaçakçılıkkabadayılık-
kumarhanecilik temeli üzerine kurulu bulunduğunu, Ömer Lütfi Topal’ın 1978 yılında uyuşturucu kaçakcılığı suçlamasıyla tutuklanması olayında kendisinin hukuki çabalarına rağmen Ömer Lütfi Topal’ın Amerika’ya gönderildiğini; 1985 yılında tahliyesini takiben Türkiye’ye geldiğinde yeraltı dünyasının temel felsefesinin de iktisadi kabadayılığa ihale-arazi- tahsilat üçgenine dönüşmüş 
bulunduğunu, Kumarhaneciliğe tekrar başlayan Ömer Lütfi Topal’ın bir cinayet olayından hapise düştüğünü ancak meşru müdafa ve genel affın yardımıyla 50-55 gün sonra çıktığını ve sabıka kaydının oluşmadığını, Ömer Lütfi Topal’ın casino işletmeciliğine 1991 yılında Adana Seyhan otellerinin casinolarını alarak 
başladığını, kendisininde emperyal Şirketleriyle ilişkisinin 1993 Martında Alanya da meydana gelen ölümlü bir avukatın malzeme takibiyle başladığını, 1994 yılının sonlarında şirketin vekaletini de aldığını, 1994 Aralığındaki Akgün Otel Bülent Fırat cinayetinde, Ömer Lütfi Topal’ın casinolarını kumarhane geleneği 
yöntemi ile çalıştırdığını farkettiğini; bu yöntem içinde kullanılıp atılmış insanların Mart 1996 tarihindeki Hikmet Babataş cinayetinden sonra kendisine Ömer Lütfi Topal’ın da hayatının tehlike altında olduğunu hissettirdiklerini ancak Ömer Lütfi Topal’ın bunu ciddiye almadığı, Ömer Lütfi Topal’ın ölümünden sonra aynı marka ve benzer plakalı arabasıyla olay mahalline endişe içinde giderken hiçbir polis arabasına ve çevirmeye rastlamadığını, olaydan sonra şirket yöneticileriyle yaptıkları toplantılarda olayın failleri olarak akıllarına Hikmet Babataş’ın yakınları, Dev-Yol ya da bir başka azmettirici kişinin geldiğini, 
Kendisinin olayın faillerinin ortaya çıkarılması için çabalamasına rağmen Ömer Lütfi Topal’ın ailesinin kendisine ve sorgulamasına karşı bir duvar ördüklerini, bunun nedeninin de Kuşadasındaki Casino Müdürünün karıştığı bir cinayet sonrasında, bu müdürün Kuşadası emniyetine güvenlikli bir şekilde teslim edilmesi sırasında Ömer Lütfi Topal kanalıyla tanıdığı özel harekatçı Ercan Ersoy ile olan ilişkisinin olabileceği, Ali Fevzi Bir, Sami Hoştan gibi kişileri Emperyal grubu bünyesinde çalışmaya başladıktan sonra tanıdığını ve Sami Hoştan’dan, Abdullah Çatlı’nın ara sıra yanlarına geldiğini duyduğunu, yine bu şekilde Ömer Lütfi Topal’ın Kıbrıs’ta bulunduğu bir sırada Abdullah Çatlı’nın da orada Ömer Lütfi Topal ile görüştüğünü duyduğunu, Ömer Lütfi Topal cinayetinde, Emperyal şirketler grubunu çok büyük zarara sokacak bir maddi ihtilafın olması 
gerektiğini, ancak ailenin kendisine karşı uzak durması nedeniyle sadece duyumlara dayanarak bazı öngörülerde bulunabildiğini, örneğin, Ömer Lütfi Topal’ın ölmeden bir gün önce İspanya’dan arayan İsmail Tank adlı birisiyle adet-i hilafına rağmen çok uzun ve sert bir tartışma yaptığını, geçmişte İspanya’da uyuşturucu kaçakçılığından hapis yatmış bulunan Giresunlu bu adamın Ömer Lütfi Topal ile geçmişe dayalı çok özel bir hukuklarının bulunduğunu ama ailenin bu konuları saklamaya çalıştığını, Mehmet Ağar ile Ömer Lütfi Topal’ın ilişkilerinin, 1986 da Mehmet Ağar’ın Ömer Lütfi Topal ile Alattin Çakıcı’nın ortaklaşa çalıştırdıkları klubü kapattırmasından ibaret olduğu, çeşitli vesilelerle örneğin Necati Kurmel kanalıyla Mehmet Ağar İçişleri Bakanı iken Ömer Lütfi Topal’ın tanışma çabalarına karşı Mehmet Ağar’ın uzak durduğu, ancak ısrarlar karşısında “Dilkum sitesinde karşılaşırsak bir merhabalaşırız herhangi bir sorunumuz yok” ifadesini duyduğunu, Hüseyin Kocadağ ile Ömer Lütfi Topal’ın ilişkilerinin ise çok daha yakın olduğunu, zaman zaman İbrahim 
Polat’ın da ortak olduğu Polat otelinin casinosunda sık sık beraberce oturduklarını, 1994 yılındaki Akgün oteli cinayetinden sonra araya bir soğukluk girdiğini, Ömer Lütfi Topal’ın öldürülmesinden bir ay önce Celal Doğan’ın kendisine Fenerbahçe Klubünün yöneticilerinden Hüseyin Kocadağ’ı yolladığını, kendisinin de bunu ömer Lütfi Topal’a haber verdiğini, bu toplantının DGM ile de ilgisi bulunduğunu çünkü teypten yazıya döktüğü yazılı ifadesini DGM ne de verdiğini, konunun da Gaziantepli bir kaç işadamının G.T.O. başkanının 
adı arkasına sıklanarak kumar borçlarının hafifletilmesi yönünde bir ricadan ibaret olduğunu ancak konunun basına daha değişik şekilde yansıtıldığını, Hüseyin Kocadağ’ın sanki köşke (Cumhurbaşkanlığı) yakın birisi tarafından görevlendirilmiş ve o kişi de bu işin halledilmesini istiyormuş gibi bir intiba uyandırmaya çalıştığını, bütün bu konuların da kendi mantığı açısından ve tarih bakımından Ömer Lütfi Topal’ın da dahil edildiği söylenen 58 kişilik liste ile ilişkili olması gerektiğini, Ömer Lütfi Topal’ın haraç anlamında birilerine hiçbir şey almadan para verecek bir yapısı olmadığını böyle bir işi ancak çok büyük ir baskı karşısında yapabileceğini, Kendisinin 1994 Haziranında Ömer Lütfi Topal ile birlikte Müdüriyet odasındayken VIP salonu monitöründen Necdet Menzir ile Hüseyin Kocadağ’ı gördüğünü, bütün casinolarda video kayıt sistemine bağlı kameraların bulunduğunu, bunun herhangi bir itiraz durumunda kullanıldığını; ancak Murat Topal tarafından bu kasetlerden birisinin fotoğraflandığı ve bu fotoğraflardan birinin Hüseyin Kocadağ’a gösterildiğini, sonraki konuşmalarında 
Hüseyin Kocadağ’ın bu konudan ne kadar rahatsız olduğunu belirttiğini ve genelde Klasis’e giden Necdet Menzir’i sanki kendisi şantaj yapmak istermiş çesine oraya özellikle götürdüğü gibi bir durumun ortaya çıktığını, ancak resmin kritik dönemlerde dahi ortaya çıkmamasının kendisine bir güvence verdiğini söylediğini, Ömer Lütfi Topal’ı öldürenler ve azmettirenler arasındakti ihtilafın ve Kemal Yazıcıoğlunun aldığı ihbarın netleştirilmesinin art olduğunu, 
Ömer Lütfi Topal bir yerlere 10 milyon 17 milyon dolar gibi bir para gönderdiyse bunu şirket yetkililerinin, ölümünden sonra da ailesi ve yakınlarının bilmesi gerektiğini, Kendisinin “Ömer Lütfi Topal Ankara’ya gittim ismimi listeden sildirdim” beyanının ise cinayetten onbeş gün önce Alanya Seven Seas tatil köyünde bir yemekte Ömer Lütfi Topal’dan şahsen duyduklarına dayandığını, 
Bu tür konularda Ömer Lütfi Topal’ın dostalıran ve yakınlarına başvurulması gerektiğini, örneğin 1989 yılına kadar en yakın dostunun halen İspanya’da bulunan Nail Akdeniz olduğu, bu tarihten soraki en yakınlarının şirketinin Genel Müdürü, gazinolarının genel müdürü ve Ünit Utku gibi kişiler olduğunu, 
Ömer Lütfi Topal’ın ağzından Sami Hoştan ile Sedat Bucak’ın tanıştıklarını ve görüştüklerini duyduğunu, Ömer Lütfi Topal’ın Türkmenistan da yaptığı yatırımlar nedeniyle kurduğu ilişkiler kanalıyla Diplomatik Türkmenistan Pasaportu almış olabileceğini, yine İsrailli ortağından da bazı bilgilerin alınabileceğini,Bir yandan mütevekkil, bir yandan da o dünyanın şartlarından kaynaklanan kuşkulu bir yaşam tarzına sahip olan Ömer Lütfi Topal’ın nasıl bir koruma ve güvenlik sistemine sahip olduğu sorusuna cevaben; daha çok 
yeraltı dünyasının geleneklerine dayanan, emekli emniyet mensupları ve fiziken güçlü insan kaynaklarını ve ruhsatsız silahları kullanan ve özellikle başlangıç safhasında bizim gazinolarımızda herhangi bir olay olmasın diye çok aşırı tepkiler gösteren bir güvenlik sistemi kurulduğunu, bu sisteminde rakipler tarafından çok rahat bilinebileceğini ve içerden de destek alınabileceğini, Ömer Lütfi Topal’ın vefatından sonra ilk eşini başsağlığı dilemek için ziyaret ettiklerinde tesadüfen 
televizyonda Susurlukla ilgili haberler geçtiğinde ilk eşinin “kanı yerde kalmadı” ifadesi üzerine kendisinin “Peki Sami’den, Aliço’dan bir şüphe veya endişeniz var mı?” sorusuna cevaben de “Ama, Özer Çiller’den şüphe ediyorum.” dediğini, ancak kendisinin Sami Hoştan ile merhabalaştığını bildiklerinden bilerek de 
kendisine böyle denilmiş olabileceğini, zaten kendisinin daha önceden Ömer Lütfi Topal veya çevresinin ağzından buna yönelik başka bir şey duymuş olmadığını, 
Ömer Lütfi Topal’a ait otellerin özellikle bayram tatillerine ilişkin misafir listelerinde çok sayıda yargı mensubuna rastlanabileceğini yine aynı şekilde Tepebaşı Emperyal de sırf yargı mensuplarının yemek ve aynı ihtiyacını karşılayan bir lokal oluşturulduğunu, Ali Fevzi Bir ve Sami Hoştan’ın 3 özel tim mensubuyla beraber İstanbul da gözetim altına alındıktan sonra Ankara’da serbest bırakılmalarını takiben kendisinin istaanbul’da Sami Hoştan ile görüştüğünü ve hakkında gıyabi tutuklama kararı çıkarana kadar da işinin başında olduğunu duyduğunu ve gıyabi tutuklama kararını takiben ortadan kaybolduğunu, Ömer Lütfi Topal’ın kendisine Bodrum olayında Ercan Ersoy’u yolladığına göre diğer özel tim görevlilerini de tanıyıp tanımadığı sorusuna cevaben herhangi bir bilgisi bulunmadığını, Ömer Lütfi Topal ile Cavit Çağlar arasında herhangi bir çekişme bulunmadığını, Cavit Çağlar’ın bir başkasından alacağını alamadığı için bu alacağı Ömer Lütfi Topal’dan istediğinin söylenildiğini, Ömer Lütfi Topal’ın Hüseyin Kocadağ ile görüşmediğini ve hatta Hüseyin Kocadağ’ın geçmişte böyle bir taleple geldiğinde görevlinin “sizin buraya girmeniz istenmiyor” ifadesinde bulunduğunu bunun da arkasında 
geçmişte Ömer Lütfi Topal Mehmet Özcan ihtilafında Alevi olması sebebiyle Hüseyin Kocadağ’ın Ömer Lütfi Topal’a karşı Mehmet Özcan’ı tutmasının olabileceğini, Kendisinin Cavit Çağlar veya Necdet Menzir ile herhangi bir çekişmesi veya ilişkisinin olmadığı, dışarıda spekülasyon konusu yapılmak istenen kameraların normal sistemi içerisinde çekilmiş kaseti herhangi bir 
yanlışlığa sebebiyet vermemek için şahsen aldığını ve bir resmin yırtılarak imha edildiğini ancak kendisinde bir kaset ve birkaç fotoğrafın halen mevcut bulunduğunu, bunları tutmasının amacının da kendisini korumak olduğunu, esasen bunların imha edilmesini istediğini, Belçika’da iki Amerika’da beş sene olmak üzere toplam yedi yıl hapiste yatan Ömer Lütfi Topal’ın yeniliklere 
açık bir insan olarak bu senelerde kendisini yetiştirdiğini ancak kontrolsüzlükle başlayan gazino olayında başlangıçta Turizm Bakanlığının herhangi bir düzenlemesinin olmayışının düzeni tamamen bozduğunu, esasen gazinoların kara para aklamak için uygun bir yer olmadığını, kar oranlarının da uyuşturucu işine göre çok daha iyi olması sebebiyle hiç bir gazino işletmecinin uyuşturucu işine girmeyeceğini, HAVAŞ’ı almak için Ömer Lütfi Topal’ın her türlü organizasyonu yapmasına ve parası da var iken alamamasına hatta diskalifiye edilmesine karşı tutumunun ne olduğu sorusunu cevaben, Ömer Lütfi Topal’ın herhangi bir itirazda bulunmadığı bu konudaki bilgilerin şirketten alınabileceği emniyetten-istihbarattan gelen uyarılar hakkında bir bilgisinin bulunmadığını, 
Sedat demir’in İstanbul Asayiş Şube Müdürü olmasından sonra Nihat Mete aracılığı ile Ömer Lütfi Topal’dan Akgün otel cinayeti sanığı Çetin Gencer’in bulunmasını istediği böylelikle İstanbul’da hiçbir faili mechul cinayetin kalmayacağının söylenmesiyle, kendisinin İstanbul’da dünya kadar faili meçhul cinayet olduğunu bilerek, kardeşi vasıtası ile Çetin Gencer’i buldurarak Fatih Cumhuriyet Savcılığına teslim ettiğini,Ömer Lütfi Topal’ın Kıbrıs’taki Jasmine Cavit oteli yatırımları, İsrailli ortağı ve Kıbrıs Türk Hava Yollarının 
özelleştirilmesi konularında kendisinin bilgisinin olmadığını aileden saygı gördüğünü ancak kendisine bilgi verilmediğini, Şüpheli konularda bilgi edinilmesi için şirketin yöneticilerinin ve aileden bazı kişilerin bir bütün olarak ele alınıp dinlenmeleri gerektiğini, kendisinin Ömer Lütfi Topal’ın ve Emperyalin ceza davaları ile ilgilendiğini, Ömer Lütfi Topal’ın kiminde arandığı, kiminde gıyabi tutuklama kararı bulunan davalarının sürdüğünü, bunlara rağmen istanbul’da işinin başında nasıl serbestçe bulunduğu ve dolaştığının da İstanbul emniyetinden sorulması gerektiğini, Bodrum tahkikatında istanbul savcılığına sonradan talimat yazılarak polisin devre dışı bırakıldığını, Antalya’daki aramanın da polis aramasından savcılık aramasına dönüştürüldüğünü, Sami Hoştan ile Abdullah Çatlının tanışması ve Ömer Lütfi Topal’ı öldüren silahta da Abdullah Çatlı’nın parmak izinin çıkmasına rağmen kendisinin gözlemlerine göre Ömer Lütfi topal ile Sami Hoştan’ın arasında herhangi bir itilaf bulunmadığını, zaten Sami Hoştan’ın olay esnasında Marmaris’te olduğunu, ihtilafın Ömer 
Lütfi Topal’ın eşleri çevresinde mevcut bulunduğunu, Olayın soruşturmasında savcının kendisinin ifadesine başvurmamasının yanında kendisine olan tavrını da olumsuz bulduğunu, Abdullah Çatlı’yı tanıyan Sami Hoştan’ın da kesinlikle bazı işlerinde onu veya özel tim görevlilerini kullanmadığını, Ömer Lütfi Topal Abdullah Çatlı buluşmasının arkasında küçük günlük olaylardan çok HAVAŞ 
gibi büyük benzer olayların aranması gerektiğini belirtmiştir.(Ek:186) 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***