22 Kasım 2018 Perşembe

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ BÖLÜM 4

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN  ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ BÖLÜM 4


C-1973 SEÇİMLERİ 

Her şeyin normale dönmesi ve 12 Mart rejiminin bitişi 1973 seçimleri ile sağlandı. Seçimler doğal olarak iki parti arasında geçti. 12 Mart’ ın rövanşını alarak güç kazandığını zanneden Süleyman Demirel’ in AP’ si ve İnönü ile restleşerek kendine ‘’ak güvercin’’ li sayfalar açan Bülent Ecevit’ in CHP’ si. Zaten Ecevit bizzat kendisinin kaleme aldığı ‘’Ak Günlere’’ adlı seçim bildirgesiyle kampanyayı yürüttü. Sloganı: ‘’Ne ezilen ne de ezen…insanca, hakça bir düzen’’ di. Demirel’ de Demokrat Parti’ nin mirasçısıydı ki Celal Bayar ve arkadaşları desteklerini kendisinden esirgemiyorlardı. Birisi vaatlerin diğeri umutların simgesiydi. 

Bir diğer siyasetçi de İsviçre’ den dönüp ‘’Milli Selamet Partisi’’ ni kuran ‘’Necmettin Erbakan’’ oldu. Öncesinde kapatılan ‘’Milli Nizam Partisi’’ lideri olan Erbakan, tamamıyla İslami düzen isteyenlerin-hedefleyenlerin umut kaynağı oldu. O da seçim kampanyasını ışık saçarak yürüttü. Son olarak milliyetçilerin olmazsa olmaz kabul ettikleri MHP lideri ‘’Alparslan Türkeş’’ ve sloganı: ‘’Milli devlet, güçlü iktidar!’’ Politik kampanyalarına 1972 sonbaharında başlanan 1973 Genel seçimi, CHP ile AP arasındaki mücadeleyle geçmiştir. Türkiye seçime, TİP’ in kapatılmasıyla birlikte solda tek kalan ve İnönü’ nün istifası ile birlikte Satır grubunun ayrılması sonucunda gerileme sürecine girdiği düşünülen bir CHP ile Demirel’ in AP’ si, Bozbeyli’ nin DP’ si, Erbakan’ ın MSP’ si ve Feyzioğlu – Satır ikilisinin Cumhuriyetçi Güven Partisi arasında bölünmüş bir sağ yelpaze ile girmiştir 37. 

Seçimler sürpriz ile sonuçlanmıştı. 1950’ den bu yana ilk defa CHP birinci parti 
olmuştu. TİP’ in kapatılmasıyla CHP solda tek kalmış ama bütün provakatifliğe rağmen kazanmıştı. Seçmen 1965 ve 1969 seçimlerinin galibine, ‘’12 Mart’’ döneminde siyasal ve ekonomik politikaların sebebi olarak fatura kesmiş ve oylarını da bölmüştü. Erbakan liderliğinde MSP (DP-ile aynı sıralamada) üçüncü parti olarak seçimlerde şaha kalkmıştı. 

Erbakan ve MSP’ nin önlenemez, vazgeçilemez, değişmez yükselişi için bu saatten sonra kum saati de hızla akmaya başlayacaktı. Türk siyaset tarihine bu şekilde görkemli giriş yapan Erbakan 1973’ ten sonra kolay kolay bir daha tarih ve siyaset sahnesinden inmeyecekti. Öyle ki ‘’Milli Görüş’’ felsefesinin yörüngesinde yetiştirdiği öğrenciler, bir müddet sonra ondan görev çalarak 2000’ li yıllarda iktidara oynayacak ve Türkiye’ nin geleceğini avuçları 
içerisine hapsedecekti. 

Bitmek tükenmez koalisyon pazarlıkları, koltuk uğruna verilen tutarsız tavizler, yeni bir tip politikacının yeşermesine de vesile olacaktı. –Çirkin politikacı- Bol miktarda görülecekti yeni dönemde. Milletvekillerinin çıkar karşılığı parti değiştirmesine yol açan politika ve güvensizliği de beraberinde getirdi. Parti yöneticilerine güvensizlik… Partilerin bir birine karşı güvensizliği…Tabii halkın hepsine karşı olan güvensizliği…38 

Dini zaaf, dini duyguların sömürülmesi, din üzerinden siyaset bu topraklarda hep var olmuştur ve ülke kaderini belirlemede domino taşı gibidir. Her şey değişir, her kriter değişir, modernleşme-batılılaşma kıstasları değişir ama dini siyasete alet etmek asla değişmez. Din ve din adamları, Türkiye’ nin yumuşak karnıdır ve birileri hep o yumuşak karına vurmaktan zevk alır. Türkiye ancak din üzerinden alt edilebilir. İşte 1973 yılı da Cumhuriyet sonrası dini kendi emellerine alet edecek olanların sahneye çıkma vaktidir. 1973 seçimlerinden sonra sağ-sol ideolojilerin kavgaları sürerken, pusuda bekleyen başka bir görüş de artık ortalıkta salınmakta mahzur olmadığını düşünerek, suyun üzerine çıkmıştı. Laiklik ilkesine karşı olan, teokratik düzeni savunanlar…39 


Tablolar : www.belgenet.net/ 

Seçimler bitmişti bitmesine ama ülke yeniden sıkıntılı günler ile karşı karşıyaydı. CHP Seçimden 1. parti çıkmıştı ama tek başına iktidar olmaya 1. parti olmak yetmiyordu. Dolayısıyla Türkiye 2. kez ‘’koalisyonlar’’ kapısını aralıyordu. Kapı aralandıktan sonra zaten siyasal istikrarsızlık rüzgârı ülkeyi fırtınalarla buluşturacaktı. Seçimden gerekli çoğunluğu sağlayamasa da birinci parti çıkan CHP lideri Bülent Ecevit 27 Ekim 1973 tarihinde Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından hükümeti kurmakla görevlendirildi. Anayasanın hükümet kurmak için öngördüğü yeterli çoğunluğu sağlayabilmek amacıyla Ecevit mevcut partilerle uzun bir diyalog sürecine başladı ve fakat aldığı tepkiler sonucu çaresiz kaldı. 100 günü aşan bir süre sağ partilerin gerek siyasal gerek kişisel nedenlerle bir araya gelmeyi reddetmesiyle hükümet kurulamıyordu. 

1973 seçim sonuçlarına baktığımızda bir çarpıcı tablo daha çıkar karşımıza. 
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ nde de CHP adına bir oy patlaması yaşanıyor. 1950’ li yılardan bu yana yapılmış tüm seçimlerde CHP en yüksek oyu alarak tavan yapıyor ve hatta bu değişim 1977 seçimlerinde de bariz devam ediyor. Bu değişimin en önemli sebeplerinden birisi elbette ‘’Karaoğlan’’ faktörü yani lider değişikliği. Güneydoğu da, ‘’Karaoğlan’’ a nasıl güvendiğini, bölgenin çehresini değiştireceğine nasıl inandığını ve hükümetin artık o bölgenin insanını da iyileştirme politikası kapsamına alacağının nasıl garanti olduğunu hissettiğini  oylarıyla ifşa etmiş oluyordu. 

1973 seçimlerinin yine bir başka çarpıcı yanı da dini temaların baş gösteriyor 
olmasıydı. Üstelik bazı siyasetçiler halkın dini duygularını, zaafını kullanarak toplumun dikkatini başka yöne çekerek, tatsızlıklara çanak tutuyordu. Bakın TSK bu konuyu nasıl irdeliyor: ‘’1973 seçimleri ve onu takip eden günlerde dini politikaya alet etme faaliyetleri, Anayasamızın bu konudaki bağlayıcı hükmüne rağmen, geçmiş yıllarda olduğundan daha yoğun ve açık bir şekilde sürdürülmeye başlanmış ve devlet düzenimize yerleştirilmek istenmiştir. Bu yasa dışı tutum ve davranışlar, sorumluluk mevkiindeki bazı siyasi parti yöneticileri yanı sıra, yine bazı parlamenterlerin açıklama ve tutumlarıyla gün yüzüne 
çıkarılmış ve kamuoyunun bu olgu etrafında bütünleştirilmesi çabalarına girilmiştir’’40 2.5 ayı aşan bir süre hükümetin kurulamamış olması ortamı germeye yetiyor fakat birilerinin de ekmeğine yağ sürüyordu. Toplum içinde tansiyon hızla yükseliyor ve fakat kişisel çekişmeler, ihtiraslar bitmek bilmiyor du. Siyasetçiler öyle bir ihtirasa kapılmış ve hırslarına yenik düşmüşlerdi ki yanı başlarında kayıp giden bir milletin geleceğinin karanlığa gömüldüğünü fark edemiyorlardı. 

Siyasi partiler milletin iradesiyle oluşan bu yeni duruma, kısır çekişmeler ve kişisel menfaatler nedeniyle uyum sağlayamadılar. Siyaset alanında baş gösteren huzursuzluk, giderek toplumda sosyal ve ekonomik dengesizliklere yol açtı. Siyasi parti yöneticileri ülke sorunlarının yalnız kendi görüşleri doğrultusun da çözümlenebileceğine inanıyor ve hükümet programlarının da kendi isteklerine uygun olarak hazırlanmasını istiyorlardı. Koalisyon hükümetlerini oluşturan siyasi partilerle, hükümet içinde ayrı görüşlerden kaynaklanan sürtüşmeler, çekişmeler ve uzlaşmazlıklar ortaya çıkıyordu. O kadar ki ülkemizin acil çözüm 
bekleyen bir çok sorunları olmasına rağmen, parlamentoda günlerce sürecek koalisyon pazarlıkları yapılıyor, Meclisi çalıştıracak Başkanlık seçimleri dahi sürüncemede bırakılıyordu. Denilebilir ki, koalisyon yönetimleri ‘’tavizler devrini’’ beraberinde getirmiştir 41. 

1-Sıkıntılı Ortaklık 

Hükümeti kurma görevi alan Ecevit’ e bütün partilerden ret cevabı geldi. Dört aylık hükümet krizi yaşandı. Oysa CHP örgütü iktidara susamıştı. Dağlara, taşlara ‘’Başbakan Ecevit’’ yazılmıştı. Sol içindeki düzenin değimini isteyen devrimciler de Ecevit’ i sıkıştırıyor, verdiği sözler tutmasını istiyorlardı. Ecevit bu baskıyla MSP’ ne gitti 42. 26 Ocak 1974 tarihinde CHP-MSP koalisyonu kuruldu. Türkiye’ de ilk defa İslamcılık için çarpışan, gerici hatta ‘’takunyalı’’ diye adlandırılan bir parti iktidar ortağı olup, siyasal meşruiyet kazanmaktaydı. Başbakan yardımcısı Necmettin Erbakan, din işlerinden sorumlu devlet bakanlığı, içişleri, adalet, ticaret, gıda tarım hayvancılık, sanayi teknoloji bakanlıklarını 
aldı. İki uç noktanın uzlaşabileceği varsayılırken daha ilk aylarda çeşitli konularda anlaşmazlıklar patlak vermeye başlamıştı. Ecevit dahi dindarlık ile laikliğin barışacağı iddiasındaydı ama olmadı, olamadı. 

Kamuoyunun ve özellikle iş çevrelerinin beklentisi, istikrarlı bir yönetim oluşturacağı düşüncesiyle, AP – CHP koalisyonu kurulması yönündedir. Ancak, Demirel’in hükümette yer almak istemeyerek muhalefette kalmayı tercih etmesi ve DP’nin CHP ile koalisyona yanaşmaması MSP’ yi beklenmedik bir biçimde kilit parti haline getirmiştir 43. Hükümeti teşkil eden CHP ve MSP’ nin karma ekonomik modeli savunmak, ekonomik kalkınmanın toplumsal adalet ile gerçekleştirilmesine inanmak, küçük ölçekli girişimlerin korunmasını teşvik etmek, milli kaynakların devlet tarafından kontrolünü öngörmek, ağır sanayinin oluşturulmasını amaçlamak gibi ortak özellikleri mevcuttur 44. 
TCK´ nın 163. maddesini kaldırmakta ısrar eden MSP, Meclis´ te 141 ve 142´ nin kapsam dışında tutulması için oy kullanır. Çatışma ancak Anayasa Mahkemesi´ nce çözülür. MSP, protokolde yer alan 18 yaşa oy hakkı için de benzer bir tutum içine girer ve bunu seçim yasasında yapılmasını istediği bütün değişikliklerin gerçekleşmesi koşuluna bağlar. İşte sekiz aya yakın görev yapan CHP-MSP koalisyonu hükümetin meclise sunduğu genel af yasa tasarısının görüşmelerinde bazı MSP milletvekillerinin öteki sağ partilerle işbirliği yaparak 12 Mart döneminde siyasal suçlardan mahkûm olmuş kişilerin yani solcuların da af yasasından yararlanmalarını engellemesi nedeniyle sarsılır. Ancak adı geçen yasanın eşitlik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesince iptal edilmesi sonucu bu kişilerin de aftan yararlanmaları, hükümetin devamına imkân verir. 
235 gün devam eden CHP – MSP koalisyon hükümetinin üç konudaki karar ve 
eylemleri önemlidir. Bunlardan birincisi, haşhaş ekim yasağının kaldırılmasıdır. İkincisi, Genel Af yasası ve sonuncusu da, Kıbrıs harekâtıdır.12 Mart’ tan sonra kurulan Nihat Erim hükümeti, ABD’ nin baskıları sonucu haşhaş ekimini yasaklamıştır. ABD, bu yasağı kendi toplumunda yaygınlaşan uyuşturucu kullanımına karşı bir tedbir olarak istemişse de, koalisyon hükümeti bu yasağı kaldırmıştır 45. 

Koalisyondaki ilk çatlağı ‘’Genel Af Yasası’’ konusundaki fikir ayrılığı oluşturmuştur. 

141 ve 142. maddeleri, çıkartılan af kanununun kapsamaması için muhalefet ile hareket eden ve bu yönde oy kullanan MSP, CHP duvarına toslamış ve kararında ısrara ettikçe de Ecevit tarafından sert diyaloglara maruz kalmıştır. 141 ve 142. maddeler siyasi suçluları kapsamaktadır ve MSP bunlara yönelik bir affın toplumu yeniden derinden sarsacağını düşünmektedir. Nitekim sonrasında bu affın kriterleri ve uygulaması dönemle ilgili tartışılan konuların başında gelecektir. 

TBMM’ ce çıkarılan Genel Af Kanunu ile birkaç yıl öncesinin şiddet eylemcileriyle 
birlikte, yapımızla tamamen ters düşen çağ dışı ideolojilerle gençlerimizi zehirlemeye kalkışan siyasi suçlular da serbest bırakılıyorlardı. Geniş kapsamlı bu af, daha sonra ülkenin içine sürükleneceği anarşi ve terör ortamının nedenleri arasında gösterilecektir. Hiç şüphesiz bu konudaki yargı, Türk Milleti’ nin vicdanlarında cevap bulmuştur 46. 

2- Kıbrıs Barış Harekâtı 

Hükümetin iletişimindeki fikir uyuşmazlığı, beraber durmadaki derin çatlakların 
ardından ‘’Kıbrıs Barış Harekâtı’’ geldi. Harekât Ecevit efsanesinin iyice pekiştirilmesini sağladı. “Barış Harekâtı” için gösterilen tek gerekçe, Nikos Sampson’ un faşist, ‘’enosis’’ ci darbesine karşı, Kıbrıs Türkleri’ ne yönelik herhangi bir etnik temizlik girişimini önlemekti. 
15 Temmuz 1974 günü Yunanistan' la birleşmeyi savunan EOKA adlı milliyetçi gizli örgüt Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios' a karşı bir darbe yaparak adada iktidarı ele geçirmişti ve buna Türkiye sessiz kalamazdı. Sampson Kıbrıs Elen Cumhuriyeti’ ni ilan etmişti bir kere. 
Başbakan Ecevit, Kıbrıs konusunda Rum kesimi ile üç garantör devletten biri olan İngiltere' nin siyasilerini ve kamuoyunu ikna etmek için 17 Temmuz 1974' te Londra' ya gitmiş, Erbakan' ı Başbakan Vekili olarak bırakmıştı. Yapılan iki harekâtla adanın %35’ lik bölümünde hâkimiyet sağlanmış ve yaklaşık 20 yıldır devam eden sorun çözüme kavuşmuştu fakat dönüş yolunda, Ecevit’ in büyük bir zafer kazanması iktidarda yeni bir krize gebeydi. 

Bir anda herkes kardeş olmuştu ülkede, dostluk gelmişti, barış gelmişti. Kıbrıs Barış Harekâtı başarılı olmuştu, zafer herkese iyi gelmişti ama koalisyon ortakları kazanılan zaferi paylaşamamıştı. Kıbrıs'ın tümüyle ilhak edilmesini öneren Erbakan' ı önce MSP' liler "Kıbrıs Fatihi" ilan ettiler. Oysa halk ‘’Karaoğlan’’ ı bağrına basıyordu. Ecevit iyiden iyiye huzursuzlaşmıştı, artık eskisi gibi sabırlı davranamıyordu. Tek çözümü seçimde görüyordu. Kıbrıs zaferini oya çevirmek isteyen Ecevit’ in erken seçim isteği ve kendine duyduğu olağan üstü güven ne yazık ki ayağına dolanacaktı. Atladığı en önemli noktalardan biriyse 1960 

Anayasası’ na göre parlamentonun görev süresinin 4 yıl olduğuydu. Kısacası Ecevit yürüttüğü bu stratejinin fiyasko ile sonuçlanacağını aklının ucunu getirmiyor, kazandığı zaferle sarhoşluktan nasıl bir tünele girdiğini fark edemiyordu. Üstelik AP de hükümeti kısa sürede yıpratmak ve koalisyonun çöküşünü hızlandırmak için görev başındaydı. 
Amerika 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ ndan sonra Şubat 1975’ den itibaren Türkiye’ ye silah ambargosu uygulamıştır. Bu ambargo her ne kadar Türkiye’ yi zorlasa da cevabı 15 Şubat 1975’ de ‘’Kıbrıs Türk Federe Devleti’’ ni kuruluşu olmuştur. İstikrarlı tutum bir müddet sonra Amerikan Temsilciler Meclisi’ ni de yumuşatmış ve Kıbrıs Rumları da müzakerelere mecbur kalmışlardır. 

Kıbrıs olayları Başbakan Ecevit ile silahlı kuvvetler arasında olumlu ilişkilerin 
gelişmesine olanak sağlarken, koalisyonun diğer ortağının lideri Erbakan’da bu durum rahatsızlık oluşturmuştur. Böyle bir ortamda Başbakan Ecevit’ in 13 Eylül 1974 tarihinde İskandinav ülkelerine yapacağı resmi ziyaret öncesinde yerine vekâlet etme yetkisini Devlet Bakanı ve CHP Genel Sekreteri Orhan Eyüpoğlu’ na vermesi koalisyonun bozulmasına vesile olmuştur. Başbakan yardımcısı olarak vekâlet etme yetkisinin kendisinde olması gereken Erbakan buna tepki olarak ziyaret kararnamesini imzalamamıştır. Bu gelişme üzerine Başbakan 18 Eylül 1974’ de istifa etmiştir.47 
1974 yılında göze çarpan bir başka önemli ayrıntı da 12 Mart sonrası ilk siyasi 
cinayetin işlenmesiydi. Vatan Mühendislik Yüksek Okulu öğrencisi Şahin Aydın bıçaklanarak öldü ve bu da artık ülkedeki ayrışmayı derinleştirdi, altını kalınca çizdi, safları belirledi ve deşifre etti. Artık her gün olaylar tırmanacak ve her iki taraftan birileri sırayla ölecekti. 

3-Milliyetçi Cephe (MC Hükümeti) 

Koalisyon dağıldıktan sonra yeniden gerilimin kucağına düşmüştü ülke. 
Cumhurbaşkanı Korutürk tarafından görevlendirilen Kontenjan Senatörü Sadi Irmak' ın kurduğu hükümet ise Meclis' ten güvenoyu alamadı, fakat yine de bir süre varlığını sürdürdü. ‘’CGP dışında kalan diğer partilerin bakan vermediği 11 parlamenter ve 15 teknokrattan oluşan Irmak kabinesi, 29 Kasım 1974 tarihinde yapılan güven oylamasında 358 olumsuz oya karşılık sadece 17 olumlu oy aldığı halde yeni bir kabinenin teşkil edilememesi nedeniyle, 31 Mart 1975 tarihine kadar parlamento desteği olmadan ülkeyi yönetmek zorunda kalmıştır 48. 

İktidar yolunda adı geçen diğer partilerin liderleri hem mecliste çoğunluğu 
sağlayamıyor hem de kişisel çekişmeleri sonucu bir türlü uzlaşamıyor ve hükümet kurulamıyordu. Ecevit’ in ısrarla erken seçim önerisine de karşı çıktılar. Artan hayat pahalılığı ile birlikte sokaklarda tırmanan şiddet olayları, baskı ve taşkınlık her yere sıçramıştı. 
Ekonomik ve siyasal bunalım can yakıyordu. Bir an önce siyasal istikrarın sağlanması herkesin tek isteğiydi. Çözüm sağ partilerin bir araya gelmesinde görüldü. 19 Mart 1975’ te CHP Genel Başkanı Ecevit, Cumhurbaşkanı Korutürk' ün kendisine verdiği Hükümeti kurma görevini kabul etmedi. Bunun üzerine Korutürk, Hükümeti kurma görevini AP Genel Başkanı Demirel' e verdi. 21 Mart 1975’ de ise AP, MSP, CGP ve MHP (Milliyetçi Cephe) arasında koalisyon protokolü için çalışmalar başladı. 31 Mart 1975’ de de AP Genel Başkanı Demirel' in başkanlığında kurulan MC (Milliyetçi Cephe) Hükümeti açıklandı. MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan, MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş ve CGP Genel Başkanı Turhan Feyzioğlu, Başbakan Yardımcısı olarak Kabinede yer aldılar. 
Daha kısa vadede, Erbakan ve MSP ile koalisyonun bitmek bilmez didişmelerinden bıkan Ecevit, ‘’Kıbrıs fatihliği’’ ni oya tahvil ederek tek başına iktidara gelme hevesine kapıldı. Bu amaçla, koalisyonu bozup erken seçime gitmek istedi. Bu, yakın tarihin en büyük ve sadece öznellik düzeyinde açıklanabilecek taktik hatalarından birine dönüştü. Adalet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi ve Milli Selamet Partisi’nin güç birliği, erken seçimi engellemekle kalmadı. Aynı zamanda, ortanın solundaki CHP’ ye karşı güçlü bir sağ bloğa 
dönüştü. Soğuk Savaş yıllarına özgü tipik bir kutuplaşma çerçevesinde, Süleyman Demirel’ in liderliğindeki AP-MSP-MHP ‘’Milliyetçi Cephe Koalisyonları’’ kuruldu 49. Nihayet Demirel, 1977 yılı seçimlerine kadar görev yapacak olan ve “Milliyetçi Cephe” (MC) adı verilen hükümeti kurmuştu. AP, MSP, MHP, CGP ve DP’ den ayrılan dokuz milletvekilinin destek vermesiyle, Demirel 450 sandalyelik Millet Meclisi’ nde, 228 sandalyelik bir çoğunlukla “Milliyetçi Cephe” olarak anılan koalisyon hükümetini 28 Mart 1975 tarihinde kurmuştur. Koalisyon hükümeti göreve otuz bakan ile 31 Mart tarihinde başlamıştır. Hükümette AP’ den 16, MSP’ den 8, CGP’ den 4, MHP’ den ise 2 bakan yer almıştır. MC hükümeti artık tarih sahnesine çıkmıştır ve hedefi sadece CHP’ nin olabilecek bir erken seçimle başa gelmesini engellemektir. 

Yeni koalisyonda merkez sağın geleneksel temsilcisi ‘’Adalet Partisi’’, İslam’ ın 
bayraktarı ‘’Milli Selametçiler’’, sokağı kontrol eden ‘’Milliyetçi Hareket’’ ve sağda statükonun bekçisi olan ‘’Güven Partisi’’ vardı. Bu koalisyona kendilerinin verdikleri isim de çok tehlikeli bir dönüm noktasının adıydı: ‘’Milliyetçi Cephe’’50. Bu yeni hükümet de ne yazık ki ülkeye refah getirmiyor, getiremiyor. Türkiye’ de artık müthiş bir kamplaşma dönemi başlıyor. Taraflar, birbirlerine, kuşandıkları kılıcın en keskin tarafını göstermekten kendilerini alamıyor. Herkes kendini gelecek adına tek kudretli, en başarılı, yegâne şans olarak gördüğü için bu sıkıntılı günlerde tek kaybeden hoşgörü oluyor. Akıl ve selamet memleketi terk ediyor. Her köşede şiddet kol geziyor, ülke aniden kutuplara ayrılıyor, gençler bir kıyıma doğru galeyana getiriliyor. Ne hükümet ne aydınlar ne 
de masum halk, hiç kimse hiçbir şeyin önüne geçemiyor. Ülke adeta sonu görünmeyen dipsiz bir kuyuya eli kolu bağlı atılıveriyor. 

Taha Akyol (MHP Yönetim Kurulu Üyesi): ‘’MC kurulurken bütün Türkiye’ nin 
partisi olma, tansiyonu düşürmek gibi bir rasyonellikle değil, Ecevit ile birlikte yükselen solu durdurmak, solun karşısında bir baraj oluşturmak gibi negatif bir duyguyla kurulmuştur. Dolayısıyla yükselen solun peşindeki milyonlar bu hükümeti kendisine karşı düşman olarak görmüştür. MC’ nin temel hatası cephe olmasıydı. Cephe mantığı ile hareket etmesiydi 51.’’ Bir yandan siyasal, ekonomik ve sosyal sıkıntılar var öte yandan dış güçlerin ülkeyi bir 
şeytan üçgeninde sıkıştırma arzusu var. Bütün bunların yanı sıra toplumun beklentileri eklenince piramit baştan sona dejenere olmaya mahkûm bırakılıyor. Zira 70’ li yılların ortasından itibaren bakış açıları farklı, parti olarak doğdukları ve büyütüldükleri mekân farklı, ideolojileri farklı, beslendikleri güç noktaları farklı, davranış ve uygulamaları farklı ve en nihayetinde hedefledikleri gelecek farklı siyasi partilerin bir arada durabilme kompozisyonu ne yazık ki ülkeyi uçurumların kenarına yerleştirivermişti. Türkiye, Ecevit’ in yanlış hesabının bedelini zaman içinde çok ağır ödedi. Ne pahasına olursa olsun 1973 seçim yenilgisinin intikamını alma arzusuyla yanıp tutuşan Demirel, MC hükümetlerini ayakta tutabilmek için, Alparslan Türkeş’ e çok büyük tavizler verdi. MHP o 
zamanki varlığıyla orantılı olmayan bir tarzda hükümete girme ve kadrolaşma fırsatı buldu. Özellikle Millî Eğitim Bakanlığı’ ndaki MHP nüfuzu, Türk pleb (sokak) faşizmine, hem öğretmen kadroları ve okul yönetimlerini ele geçirme, hem de “enternasyonal komünizm ve kozmopolitizm tehlikeleri” ne karşı müfredatı alabildiğine daraltma, taşralılaştırma, dünyaya kapatma fırsatı verdi. Böylece eğitimde, kültürel etkileri bugün de süren büyük bir dejenerasyon süreci başladı 52. 

a- Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) 

60’ lı ve 70’ li yıllara damgasını vuran gençlik hareketlerinin en önemli saç 
ayaklarından birini oluşturur İslami gençlik. Dolayısıyla MTTB dönem Türkiyesi için oldukça önemlidir. Kuruluş tarihine baktığımızda 1916 yılı çıkar ilk karşımıza. İttihat Terakki’ nin desteğiyle üniversite öğrencileri tarafından kurulmuştur. Amaçları imparatorluğun içinde bulunduğu kötü duruma tepki göstermek, bilhassa Balkanlar’ daki toprak kaybına karşı durmak ve en çok da ülkenin geleceği üzerinde söz sahibi olabilmektir. Bu hedefler doğrultusunda azimle örgütlenmişler, sistemli yol almışlar ve her geçen zaman aynı ateşle tutuşan gençleri aralarına almak için çalışmışlardır. İşte bu tam anlamıyla MTTB adına 
kavuşup, bilinçli hareket etmeye başladıkları yıl 1926’ ya tekabül eder. 

l. Dünya Savaşı, mütareke günleri ve ardından başlayan milli mücadele döneminde mensubu olduğu öğrencilerin çeşitli katkılarıyla bu sürece destek veren Talebe Birliği' nin resmiyet kazandığı tarih ise, örgütlenerek MTTB adıyla yasal bir statüye kavuştuğu 1926' dır53. 

Önceleri Ziya Gökalp’ çi bir Türkçülük anlayışı çerçevesinde gençler hareket eder, fakat ilerleyen zaman içerisinde güttükleri Türkçülük kavramı boyut değiştirir ve faşist eylemlerle ‘’faşist milliyetçiliğe’’ başlarlar. MTTB’ nin kurucusu Ahmet Tevfik İleri’ dir. Türk Demokrasi tarihinde çok önemli bir köşeyi tutup, ihtişamla başlayan fakat sancılı günlerle sona eren bir döneme damgasını vurmuş Demokrat Parti’ nin Mili Eğitim Bakanlığı’nı yapmıştır. Ne acıdır ki 27 Mayıs Darbesi ile birlikte o da arkadaşları ile birlikte Yassıada’ da yargılanmıştır. Türk eğitim sistemine katkıları ve kendine özgü yaklaşımlarıyla adından bugün dahi önemle ve saygıyla bahsedilmektedir. 

Tevfik İleri, Demokrat Parti idealine sonuna kadar sadık kaldı, sahip çıktı ama bir farkla fikirlerini açıklamaktan çekinmeyerek. Asla menfaat peşinde koşmadı, tek bildiği ülke geleceğinin olması gerektiği ve layık olduğu şekliyle yüksek çıtalara oturmasıydı. Hep mağrur hep vakurdu. Mahkemede dahi dimdik ayaktaydı. 
Samet Ağaoğlu, “... dimdik, baş eğmeden ayakta durmuş karakter sütunları arasında daha da yükselen birkaç abideden biridir. Açın Yassıada İhtilal Mahkemesi’ nin zabıtlarını, o yapraklar arasında İleri' nin başı bir aslana benzer, sesi bir aslan kükreyişine. Bu kükreyiş Vatan Cephesi davasında öylesine yükselmiştir ki, savunmasını keserek duruşma salonundan çıkarmışlardı” sözleriyle onu tanımlamaktadır 54. 

Tevfik İleri hayatı boyunca bağnazlığın karşısında durdu, batıl inançlara ve din 
sömürüsüne olabildiğince karşı çıktı. Fakat öte yandan İslami değerlere saygılıydı, hakiki din adamlarını ve fikirlerini destekliyordu. Bilhassa İslamiyet ile medeniyetin zıt kutuplara konulmasına karşı çıkıyordu ve zaten İleri, Türk Milleti’ nin hem Müslüman hem modern model olarak örnek olduğunu savunuyordu. Aynı zamanda ‘’Bediüzzaman’’ ı ‘’İslamiyet’ in kahramanı’’ olarak model almıştı kendisine. 

Onun Milli Eğitim Bakanlığı döneminde, ilkokula dayalı birinci devresi dört, ikinci 
devresi üç yıllık olan toplam yedi yıllık İmam Hatip Okulları yedi vilayette açıldı. “Din düşmanlığının had safhaya ulaştırılmasının neticesinde uzun yıllar din görevlisi yetişmemiş, halk irşattan mahrum kalmış, cehalet her tarafı kaplamış ve nihayet Müslüman’ ın “ölüsünü yıkayacak adam” bile bulunamamıştır 55. Bu sözleriyle büyük sempati toplamış, İmam Hatip Liseleri’ nin de kuruluş sebebini açıkça ortaya koymuştur. Birlik 1926’ dan sonra, yani Cumhuriyet ile birlikte, devletten de destek alarak faaliyetlerine Türk ocaklarıyla dayanışma içinde, Turancı çizgide devam eder: ‘’Vatandaş Türkçe konuş!’’ birliğin ülküsünün, anlayışının temelini oluşturur. 1930’ u takip eden yıllarda tek parti iktidarı ile ters düşer; Hatay konusunda Suriye ile yaşanan problemlere sessiz kalmamak amacıyla izinsiz düzenlediği miting kapatma sebebi olur. Tarih, 22 Kasım 1936’ dır. Akabinde bir müddet sessiz kalır ama bu sessizlik resmi olmasa da faaliyetlerini gizlice sürdürmesine engel olmaz. DP iktidar olunca, Tevfik İleri başta olmak üzere başka diğer MTTBliler’ in de bakan olmasıyla daha farklı bir rotadan yoluna devam eder, daha muhafazakâr tutum sergiler. 

MTTB, 50' li yıllardan itibaren başta komünizmle mücadele olmak üzere Kıbrıs' a 
sahip çıkmak, Yahudileri protesto etmek, bayrağı ve vatan toprağını koruyup kollamak adına pek çok etkinlik düzenleyecekti. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, Anadolu insanını etrafını çevreleyen tehlikeler karşısında teyakkuz durumuna geçirecek, ülkeye ve millete sahip çıkmak adına ne gerekiyorsa kendi bildiği doğrultuda onu yapacaktı 56. 
‘’Komünizmle Mücadele Dernekleri’’ de MTTB gibi eş zamanlı olarak, toplumun 
kabuğunu kırma süreci yaşadığı sırada, kitlesel uyanışını ve devrimci hareketliliğe soyunmasını engellemek, aynı anda da solcuların karşısında durabilecek sivillere taban hazırlamak üzere kurulmuştu. Bu tür oluşumlar Türk İslam Sentezi çerçevesinde hayat bulmuşlardı. Emperyalizmin ihtiyaçlarına cevap verdikleri için dış güçler ve bilhassa Amerika tarafından yönlendirilmiş, desteklenmişlerdir. 

MTTB, bir ara solcuların da içinde çalışma yapmasına karşın tarihi boyunca sağcı, muhafazakâr ve İslamcı gençliğin örgütlenmesi olmuştu. Türk sağının kadro kaynaklarından biri olan bu örgütün tarihi 1950' li yıllara uzanmakla birlikte 1970' li yıllarda hayli silik bir profil veriyordu. Daha çok imam hatip liselerinde ve ilahiyat fakültelerinde örgütlüydü 57. 
MTTB esas misyonunu 1965 yılında ‘’Burhanettin Kayhan’’ eşliğinde sergiliyor ve 12 Eylül’ e kadar da İslamcı gençliğin, İslami hareketin baş aktörlüğünü yapıyor. Çeşitli kereler sağ ve sol çizgide gidip gelen MTTB, Burhanettin Kayhan ile birlikte tamamıyla İslami kimliğe bürünmüştü. Artık MTTB İslamiyet’ i kaynağından öğrenmek isteyen, kendilerini burada İslamiyet’ in gerekleriyle donatmak ve doyurmak isteyen gençlerin uğrak noktası ve başvuru kaynağı oluyordu. Üstelik bu tür çatılarda artık İslam dünyasından en çok ses getiren 
eserlerin tercümesi yapılıyor ve sonra yorumlanıyor, akabinde tartışmalar yapılıyordu. Gerek Nurcu kesimden gerek Süleymancı kesimden ve elbette MSP’ nden bireyler MTTB çatısı altında birleşiyor ve fikir beraberliği yapıyordu. Bu dönemde MTTB, milli ve manevi değerlere saygılı fikriyatın maneviyatçı, milliyetçi gençliğin tek temsilcisi olmuştur. Türkiye' nin yakın tarihi insaflı bir gözle yazılacak olsa, Milli Türk Talebe Birliği' nin (MTTB) yepyeni bir gençlik yetişmesindeki merkezi konumu o tarihin sayfalarında mutlaka yer alacaktır. Bilenler biliyor: Üniversite yıllarını o çetin 1960 sonlarında yaşayan pek çok genç, Rasim Cinisli ve ardından İsmail Kahraman' la 'şahlanmış' MTTB' yi Burhanettin Kayhan' ın başkanlığı döneminde sevdi 58. 

MTTB bulunduğu şartlar içerisinde sürekli mevcut sistemle hesaplaşmaya girmiş, toplumsal sorunlarla baş edebilmek için yaratıcı projeler geliştirmiş ve başarılarıyla ses getirmiştir. Geniş bir çevreyi arkasına almasının en çarpıcı faktörü şüphesiz dini felsefedir. MTTB’ de İslami düşüncelerin öncülüğünü Mehmet Akif, Necip Fazıl, Ali Şeraiti gibi isimler yapmış ve donanımlı, güvenilir kişilikleri ile de kitleleri etkileyebilmişlerdir. Öyle ki bugün dahi bu isimler düşünceleri ve yaptıklarıyla, bıraktıklarıyla İslamcı gençlik üzerinde dominant 
rol oynamaktadır. Özellikle Necip Fazıl, İslami gençlik üzerinde hem dün hem de bugün bir dini ikondur. MTTB aynı zamanda bugünkü İslamcı siyasetin temellerinin atılması bakımından da tarihte hayli önemli yer tutar. 

b-Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) 

MTTB kurulduğu ilk yıllarda Kemalist düşünceleri benimsemiş ve ülkenin 
sorunlarının bu bağlamda çözülmesi gerektiğine inanmıştır. Ülkenin iç ve dış sorunlarına kayıtsız kalamamış ve her fırsatta varlığını teyit ettirmiştir. Gençlik ilk önce Türk Ocağı ve kapatılmasının akabinde Halk Evleri’ nde örgütlenmiş, fikirlerini geliştirmiştir. Hatta uluslar arası yapılan ilk gençlik toplantılarına da MTTB katılmıştır. İşte MTTB' nin ardından, yerine gençlik içinde yeni bir örgütlenme oluşturuldu. 19 Mayıs 1948' de İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği ile İstanbul Teknik Üniversitesi Talebe Birliği birleşerek kısa adı TMTF olan Türkiye Milli Talebe Federasyonu kurdu. TMTF’ nun en önemli icraatı ‘’Kıbrıs Türk’ tür Komiteleri’’ ni kurmak olmuştur. 24 
Temmuz 1954’ deki bir toplantısında bir Kıbrıs Komitesi kuruyor ve yaptığı sık mitinglerle de Kıbrıs sorununa parmak basarak, Türk gençliği’ nin de Kıbrıs davasına sahip çıkmasını salık 58 Taha Kıvanç, ‘’Güzel İnsanlar da Ölüyor’’, Yeni Şafak Gazetesi, 6 Ekim 2002 veriyordu. Eylemlerin ve mitinglerin amacı sorunu kamuoyuna taşıyarak ulusal bir bilinç oluşturmak ve bu sayede Kıbrıs Türkleri’ ni aslında tüm dünyaya karşı savunmaktı. 

Turancılar, ‘’Kıbrıs Türktür Cemiyeti’’ kuruyordu. Türkiye' de anti-komünizmin 
gazladığı Türk-İslam sentezi güçlenirken, Menderes sonunda adadan gelen sese kulak verdi. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu' nun önerisiyle Özel Harp Dairesi Başkanı Tümgeneral Daniş Karabelen, Albay Eyüp Mater ve Binbaşı İsmail Tansu' nun seçtiği yedi subay ve sivil görevliler adaya gönderildi. 28 Ağustos 1954' te Menderes, Kıbrıs Türk liderlerini görüşmeye çağırırken, gazetelerde "Kıbrıs asla Yunan olmayacaktır" sözleri vardı. Dr. Küçük' ün 1944' te 
kurduğu ‘’Kıbrıs Milli Halk Partisi’’ nin adı ‘’Kıbrıs Türktür Partisi’’ olarak değiştirilmişti 59. 

TMTF ayakta kaldığı süreç içinde gençlik örgütlenmeleri ve eylemleri çerçevesinde yoğun faaliyetlere imza atmıştır. Üstelik oluşumlarını devlet politikasına da dayandırma inancı gütmüşlerdir. İdeolojik ve politik olarak ırkçılık boyutlarına varan Türk milliyetçiliğini toplum içerisinde yayma ve işleme hedefi, bariz misyonu olmuş ve hep vizyonu tartışılmıştır. MTTB’ nin baskın sağ görüşüne nazaran TMTF ağırlıklı olarak solun baskın olduğu bir örgütlenmedir. 

c-Akıncılar 

70’ li yılların ortalarından itibaren MTTB’ nde her örgütte, grupta olması normal bir süreç başlıyor. Birlik içerisinde gençler çeşitli sebepler sonucu anlaşamamaya başlıyor, fikir ayrılıkları ortaya çıkıyor. Bu doğal süreç bölünmeye kadar gidiyor, kamplaşma doğuyor. Bu hepsi birbirinden heyecanlı, idealist ve coşkulu gençlerin bir arada durabilme güdüsünün bloke olması, faaliyet gösteren bazı talebe derneklerinin sırayla ihraç edilmesiyle sonuçlanıyor. 

1976 yılında, Ankara Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi öğrencilerinden bir grup gençle birlikte Tevfik Rıza Çavuş başkanlığında kurulan Akıncılar’ a özellikle 1978' den sonra MTTB' den önemli kaymalar gerçekleşti. Akıncılar, MTTB'den sonra ortaya çıkan ve sağ-sol çatışmalarının ortasında İslami çizgiyi temsil eden, ama MTTB’ yi aksiyoner olmamakla suçlayan bir gençlik hareketiydi. Milli vurgular yapan MTTB’ nin yanında Akıncılar daha İslami bir çizgiyi ve hattı savundular. Hatta ülkücüler ve sol örgütlerin zaman zaman hedefi haline gelerek şehitler verdiler 60. 

Akıncılar o dönem içinde aradıkları kimliği bulduklarını ve sahip oldukları dinin 
inceliklerini, niteliğini keşfettiklerini ve her türlü bir arınmaya girdiklerini düşünüyorlardı. Doğal bir uyanış yaşıyorlardı. Sağ kanatta artık ayrışma yaşanıyordu. Milliyetçi hareket MHP ve Ülkü Ocakları safını tutarken, mukaddesatçı-dinci hareket ise MSP ve Akıncılar kanalında ete kemiğe bürünüyordu. Akıncılar aradıkları kanı da MSP’ nden tedarik ediyordu. MSP' nin gençlik kolları olarak bilinen Akıncılar Derneği Genel Başkanı Tevfik Rıza 
Çavuşoğlu, "Gençlerin kendilerini korumak için Uzakdoğu sporlarını, yakın dövüş tekniklerini öğrenmeleri yadırganmasın. 12 Eylül öncesinde gençleri çok sayıdaki kampımızda eğittik" diyerek bir Kayseri gezisi sırasında verdiği demeçte dönem içindeki oluşumlarını savunuyor ve akabinde ekliyordu: "Türkiye çapında gençlerin istek ve arzuları dâhilinde, emniyet, jandarma ve belediyelerden izi alınarak spor kampları kuruldu. Çok sayıdaki kampımızda sabah ezanı ile birlikte 5 kilometrelik zorunlu koşu, kültür- fizik, yakın dövüş teknikleri, Uzakdoğu sporlarının hemen hemen tamamı zamanın antrenörleri, bugünün ünlü hocaları federasyon görevlileri tarafından legal olarak yaptırıldı. Kamplarda binlerce kişi 
eğitildi. Amaç gençlerin dinç, zeki, atak, çevik olmaları, kendilerine güven duymaları korumaları içindi’’61.

Akıncılar ayrıca Türkiye' deki İslami Hareket içerisindeki yerlerini şu şekilde 
tanımlamaktadırlar: ‘’İslami Hareket iman ve cemaat ikilisinden oluşur. Dünya üzerindeki parça parça İslami tavırlar bir bütünlük arz etmek zorundadır. Bütün Müslümanlar aynı zamanda birer askerdirler. Bundan dolayı imam cemaat ikilisini bir orduya benzetebiliriz. Bütün dünya Müslümanları bir ordu haline gelmeye mecburdurlar. Türkiye' de Müslümanlar sosyal, iktisadi ve siyasi alanda aktif mücadele içerisindedirler. Bu mücadele kolları bir ordu disiplini içerisinde yürütülmektedir. Türkiye' deki Müslümanlar bütün Dünya Müslümanları’ nı da içine alabilecek bir ordu hareketini başlatmışlardır. Bu ordunun dışında kalanlar samimi olsalar da bilmeden İslam dışı güçlere hizmet etmiş olurlar. Müslümanların en önemli özelliği teşkilatlanmasıdır. İki kişilik bir Müslüman cemaatin varlığı söz konusu olduğuna göre, İslam' da tek kalmamak ve ordu hareketi içerisinde olmamak mazeret kabul etmeyen büyük bir suçtur 62. 

Aslında Akıncılar da diğer tüm İslami motifleri giyinmiş örgütlenmeler ve dernekler gibi önceleri sakin limanlarda demirliyordu fakat MTTB ile yollarını ayırdıktan sonra daha radikal eğilimlere meylettiler. Akıncılar, özellikle 70’ li yılların sonlarına doğru iyice göze batmaya başlamış ve MHP’ li gençlerin karşısına dikilmiştir. Sokak çatışmalarında söz sahibi olduklarını ispata kalkmış ve daha sonrasında acı tablolara imza atmıştır. 
1970' lerin sonlarında İslamcı hareket belli bir güce ulaşınca, daha radikal eğilimlere sahip olan kesimler MTTB' yi aşan, sola ve komünizme karşı daha etkili bir mücadele yürütecek bir örgütlenmenin arayışı içine girdiler. Daha önce dağıttıkları bildirilerde "İslamcı Gençlik" imzasını kullanan bu kesim, Milli Selamet Partisi yönetiminin de icazet vermesiyle "Akıncılar" ismini kullanmaya başladı 63. 

Akıncı Gençler’ in önemli bir özelliği de düzenledikleri mitinglerde bir yandan 
haksızlıkları haykırırken diğer taraftan yardıma muhtaç ailelere yakacak ve giyecek yardımında bulunma gibi hayır işleri tertipliyor olmalarıydı. Yardıma muhtaç ailelerin sağlık ihtiyaçlarıyla da ilgilenen Akıncılar sadece bir eylem teşkilatı, bir örgüt değil, zorda kalanlara yardım elini uzatan bir dernek haline de gelmişti. Her ihtiyacı olanın yardımına koşuyor, derdine derman oluyor, eksiğini kapatıyor ve bu sayede bazı çevrelerde adından sempati ile söz ettiriyordu. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

37 Mustafa Erdoğan, ‘’Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset’’, Liberte Yayınları-4. baskı, Ankara,2003, s.119 
38 Bülent Ruscuklu, ‘’Demokrat Parti’ den 12 Eylül’e’’, Alfa Yayınları- 1.basım, İstanbul, 2008, s.125 
39 Bülent Ruscuklu, ‘’Demokrat Parti’ den 12 Eylül’e’’, Alfa Yayınları -1.basım, İstanbul-2008, s.125 
40 Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği, ‘’12 Eylül Öncesi ve Sonrası’’, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2.baskı, Ankara, Aralık 1981, s.11 
41 Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği, ‘’12 Eylül Öncesi ve Sonrası’’, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2.baskı, Ankara, Aralık 1981, s.10 
42 Mehmet Ali Birand-Rıdvan Akar, ‘’12 Eylül, Türkiye’ nin Miladı’’, Doğan Kitapçılık, 5. baskı, İstanbul, Eylül-2006, s.27 
43 Feroz Ahmad, ‘’Demokrasi Sürecinde Türkiye’’, Çev. Ahmet Fethi, Hil Yayınları -İstanbul, 1994, s.158-159 
44 Feroz Ahmad, ‘’Modern Türkiye’nin Oluşumu,’’ Çev. Yavuz Alogan, Kaynak Yayınları-2. Baskı, İstanbul, 1999, s. 191. 
45 Tevfik Çavdar, ‘’Türkiye’nin Demokrasi Tarihi’’, İmge Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 2004, s.237. 
46 Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği, ‘’12 Eylül Öncesi ve Sonrası’’, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2.baskı, Ankara, Aralık 1981, s.13 
47 William Hale, ‘’Türkiye’de Ordu ve Siyaset -(1789’dan günümüze)’’. Çev. Ahmet Fethi. Hil Yayıncılık -İstanbul, 1994, s.189 
48 Feroz Ahmad, ‘’Demokrasi Sürecinde Türkiye’’, Çev. Ahmet Fethi, Hil Yayınları -İstanbul, 1994, s.165 
49 Halil Berktay, ‘’Türkiye 12 Eylül Darbesi’ ne Adım Adım Hazırlanmıştı’’, Taraf Gazetesi, 30 Eylül 2008 
50 Mehmet Ali Birand-Rıdvan Akar, ‘’12 Eylül-Türkiye’ nin Miladı’’, Doğan Kitap-İstanbul, 5. baskı, Eylül- 2006, s. 38 
51 Mehmet Ali Birand-Rıdvan Akar, ‘’12 Eylül-Türkiye’ nin Miladı’’, Doğan Kitap-İstanbul, 5. baskı, Eylül- 2006, s. 38 
52 Halil Berktay, ‘’Türkiye 12 Eylül Darbesi’ ne Adım Adım Hazırlanmıştı’’, Taraf Gazetesi, 30 Eylül 2008 
53 Mehmet Ali Gökaçtı, ‘’Milli Türk Talebe Birliği Geri Dönerken’’, Radikal Gazetesi, 24.12.2006
54 Cahide (İleri) Aksoy, ‘’Babam Tevfik İleri’’, I.C., Ankara, 1977, sf. 431 
55 Gotthard Jaschke, ‘’Yeni Türkiye’ de İslamlık’’, Çev. Hayrullah Örs, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1976, s.76
56 Mehmet Ali Gökaçtı, ‘’Milli Türk Talebe Birliği Geri Dönerken’’, Radikal Gazetesi, 24.12.2006 
57 Merdan Yanardağ, ‘’Akıncılar Partisi’’ BİA Haber Merkezi, 30.11.2002, www.bianet.org. 
58 Taha Kıvanç, ‘’Güzel İnsanlar da Ölüyor’’, Yeni Şafak Gazetesi, 6 Ekim 2002 
59 Ceyda Karan, ‘’Portre: Rauf Denktaş’’, Radikal Gazetesi,18 Nisan 2005
60 ‘’Darbenin çocukları’’, www.tokatyenidonem.com, 17 Kasım 2008 
61 Davut Güleç’ in haberi, Milliyet Gazetesi, 1 Şubat 1997 Cumartesi 
62 ‘’Üniversiteli Müslüman Gençlerin 30 yıllık Yürüyüşü’’, www.akyolhaber.com, 3 Ocak 2008 
63 Merdan Yanardağ, ‘’Akıncılar Partisi’’ BİA Haber Merkezi, 30.11.2002, www.bianet.org. 


5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ BÖLÜM 3

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN  ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ BÖLÜM 3



B-12 MART MUHTIRASI 

1-12 Mart Muhtırası’ na Doğru Koşar Adım 

1971’ e gelene kadar da elbette göze batan belli başlı başka gelişmeler de vardı. Herkes biliyordu, hissediyordu; müdahale 1960 darbesinin ardındaki sebeplerden farklı olarak biçim değiştirmiş fakat sesini en uzaktan dahi gümbür gümbür duyurarak geliyordu. Adalet Partisi’ nin 1969 seçimlerinden tek parti-iktidar olarak çıkmasının akabinde yaşanan ‘’Demokrat Partililer’ in siyasal haklarının iadesi’’ konusu da parti içinde hizipleşmeye kadar gitti ve içinden çıkılmaz hal alan görüş ayrılığı bazı siyasilerin gruptan ayrılması ile sonuçlandı. Bu sonuç aynı zamanda yeni bir partinin de doğmasına sebep olacaktı: 

‘’Demokratik Parti’’ Tırmanan şiddet olayları şüphesiz Silahlı Kuvvetler tarafından da yakın markaja alınmıştı. Bir çıkış yolu olmalı, bir şeyler yapılmalıydı, ülke bir uçtan diğerine kıskaca girmişti. Ulusal değerler tahrip olmaya başlamış, sağlı sollu bölünmeler derinleşmişti. Beyinleri yıkanan gençlerin önünü almak neredeyse imkânsızdı. Kendini iyiden iyiye hissettiren kaçınılmaz sonun boyutları o günlerde muhakkak ki tasvir edilemiyordu. Neticede 1971 yılına girilirken aslında herkes diken üstündeydi, bir şeylerin olacağına dair sezgiler güçleniyor du. Olaylar hızını kaybetmiyor, ayrışma derinleşiyor ve hatta orduya dahi sirayet ediyordu. Üstelik dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, 12 Mart' ın arifesinde, 22 Şubat 1971' deki MGK toplantısında yaptığı durum değerlendirmesinde bu ayrıntıya özellikle dikkat çekiyordu: "Öğrenciler aşırı sola yöneldi, öğretmenler sol sendikalara kaydı. Öyle bir hava var ki memlekette, bundan ordu da etkileniyor. Ordunun içinde de bir hareketlilik var, buna bir çözüm bulmak lâzım." Sol orduyu da etkisi altına almış, bazı askerlerle elele ortaklığa yürümüştü. 

Solcu grupların terörist hareketlere başvurması, subayların gizlice örgütlendiği 
cuntalar Türk Silahlı Kuvvetleri’ nin önemli bir kesimini de sol macera girişimlerinin içine çekmeye başlamıştı. 12 Mart Muhtırası işte böyle bir atmosferde, içinde sivillerin de rol aldığı cuntanın 9 Mart 1971’ de gerçekleştireceği Baas tipi, sosyalist darbesini önlemek için verildi. 
Hedef sonradan çok tartışıldığı gibi Genç Başbakan Süleyman Demirel değil, SSCB’ nin dümen suyuna girmesi olası bir darbenin önünü kesmekti24. 

2-15/16 Haziran Eylemleri 

Kuşkusuz olaylar zincirleme birbirini takip ediyordu. Adalet Partisi’ nin oy oranının düşmesi, öğrenci hareketliliğinin boyut atlaması, silahlı eylemlerin başlaması, toplumsal huzursuzluk, sendikalar için hazırlanan yasa tasarısına karşı 15- 16 Haziran işçi eylemleri 

Silahlı Kuvvetler’ deki endişe, merak ve gerginlik üçgeni ile birleşip Başbakana uyarı mektupları olarak yansımıştı yeni aşama olarak. İşçiler bu eylemlerle daha uzun zaman dilimleri içerisinde inadına daha düşük ücretle çalıştırılmaya karşı çıkıyordu. Olacakları tahmin etmek artık zor değildi. Ara rejim dönemi koşar adımlarla geliyordu. İşçi hareketinin buna göğüs gerişi, meydan okuyuşu, o zamanın sosyalist hareketinin iki odağı olan Türkiye İşçi Partisi' nin (TİP) ve TİP' e soldan muhalefet eden kesimlerin hayal gücünü aştı. İşçi hareketinin zembereklerinden boşanmışçasına İstanbul ve İzmit sanayi havzası gibi büyük metropolleri iki gün boyunca teslim alması karşısında hiç kimsenin. 
TİP'in, hatta Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu' nun (DİSK) bile bir planı olmadığı anlaşıldı. TİP' e muhalefet edenlerin de bir planı yoktu. Onlar zaten esas olarak Türkiye' de işçi sınıfının nesnel varlığını da tartışmalı buluyordu25. 

1950 sonrasında hızla yükselişe geçen kapitalist gelişme beraberinde işçi sınıfı 
saflarını doğurmuştu. Kimisine göre 27 Mayıs Anayasası ‘’tam özgürlük’’ veren bir dizindi. Ve sınırsız özgürlük düzeni tehdit ediyor denilerek sebebi ortadan kaldırılmaya çalışılıyordu; kesinlikle sınırlama gerekliydi. Dolayısıyla bu dönem içerisinde sendikacılık kendini geliştirme imkânı bulmuş, ideolojik farklılıklara bürünmüştür. Bununla beraber devlet özel kesimi de destekleme güdümüne girmiş ve burjuvazinin büyümesine sebep olmuştur. Öte yandan kırsal yerlerden kentsel alana göç dalgasının başlamış olması da ülkenin ekonomik istikrarını tehdit etmektedir. Tarım sektöründe başlayan daralma ile kentlere göç edenlere istihdam sağlanamayınca hem tarım sektöründe hem de kentlerde olağan dışı işsizlik baş göstermiştir. 

Kendini sürekli baskı ve sömürülen kesim olarak gören işçi kesimi sosyal refahı 
hedeflemektedir, her çalışanın var oldukça tüm ihtiyaçlarının en iyi şartlarda ve makul standartlarda karşılanması gerektiğini savunmaktadır. Bununla beraber devlet de bu süreç içerisinde sanayileşmeye önem vermiştir vermesine ama iş gücü fazlalığının önüne de geçememiştir. Bununla beraber bir sermaye baskısı vardır ve bu da emekçiyi, işçiyi rahatsız etmektedir. Bu rahatsızlık elbette çeşitli yerlerde ve farklı zaman dilimlerinde direnişlerle sonuçlanacaktır. 

Kuşkusuz Cumhuriyet tarihinde ilk kez demokratik mevziler emekçilerin ellerinde ete kemiğe bürünüyordu. Özellikle 24 Temmuz 1963’ te toplu iş sözleşmesi, grev, lokavt ve sendika yasalarının yürürlüğe girmesiyle hedeflere kısa yoldan ulaşma yolu da açılmıştır. Bu yüzdendir ki 15- 16 Haziran’ da işçilerin sokaklara dökülüp, eylem yapmalarının asıl sebebi sendikal yasalarda yapılacak değişiklikler gibi dursa da buz dağının görünen kısmı başkadır. Eylemler hiç şüphesiz kitlesel örgütlenmenin muazzam somut örneği ve delilidir. 
‘’15-16 Haziran Direnişi, yalnızca burjuvaziye değil -ki o gerçekte işçi sınıfını zaten yeterince ciddiye alıyordu-, fakat özellikle sosyalizm adına konuşan revizyonist akımlara da işçi sınıfının varlığını, gücünü, devrimci enerjisini, militan karakterini yeterli açıklıkta gösterdi. Bununla da kalmadı, sol adına bel bağlanan burjuva kurumların gerçek niteliğini de gözler önüne serdi. Hiçbir ideolojik çaba, parlamento ve ordu konusundaki gerici hayallere 15-16 Haziran Direnişinden daha kesin, etkili ve sonuç alıcı darbeler indiremezdi. Devrimci sınıf pratiğinin parlamenter ve darbeci gerici teoriler için çaldığı ölüm çanını, 12 Mart askeri 
darbesi kanlı icraatı ile kendi yönünden ayrıca tamamladı. Barışçıl geçişi savunanlar soluğu hapishanede aldılar. Sermaye ordusuna bel bağlayanlar onun “balyoz”unu yediler, zulmüne uğradılar.’’ 26 

3-12 Mart Muhtırası 

12 Mart’ ın aslında temel sebebi ordudaki hissedilir boyuta kavuşmuş ayrışmayı 
durdurmak ve hiyerarşiyi yeniden kurup, yerine oturtmaktı. Zira artık orduda herkes başına buyruk hareket ediyor ve kimse üstünü takmıyordu. Kurumsal kimliğine müdahale edilen ordu kendi içinde 27 Mayıs 1960 darbesinin meyveleriyle baş edememiş, ast-üst ilişkisi yerle bir olmuştu. Ordu sola kaymıştı bir kere, öyle ki bazı kuvvet komutanları dahi sol görüşlü olduğunu saklayamaz hale gelmişti. Bu yüzden, 27 Mayıs ile birlikte sayıları hızla artan cuntacıların önü bir an önce kesilmeliydi. Eğer ordu bir an önce emir komuta zincirini yakalayıp, onaramazsa ülkedeki anarşi ortamı yangına dönmeye devam edecekti. İşte muhtıra ile birlikte ilk hedeflenen iş sistem dışı davrananları tasfiye etmek oldu. 
Gerçekte Süleyman Demirel'in bir ordu müdahalesiyle devrilmesi aylardır 
bekleniyordu ancak hükümetten yana olduğu bilinen Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç' ın müdahalenin başında bulunacağı umulmuyordu. Silahlı kuvvetlerde hayli yaygın bir zemine sahip olan "radikaller" in bir kere girişim başlayınca önderliği ele geçireceği sürekli olarak varsayılmıştı. Radikallerin sürekli aşağıdan yukarı doğru baskısıyla sonunda 8 Mart' ı 9 Mart' a bağlayan gece-yarısı silahlı kuvvetlerin büyük bir bölümü harekete geçmek üzere alarma geçirildi. Darbe için hazırlanmış planlar uyarınca birlikler seferber edildi. Sıra 
kuvvet komutanlarının harekât emrini vermesindeydi 27. 

Aslında sadece ordu, işçiler ya da devrimci gençler değildi darbe beklentisi içinde olan. Büyük sanayici ve tüccar çevreler de bir yandan ekonomik krizle boğuştukları için ülkede ısrarla ve şiddetle devam eden örgütlenmelerin, uç noktaları bulan hareketliliğin kendi potansiyellerini, büyümelerini ve de geleceklerini tehlikeye attığı kaygısıyla bir baskı modeli ile ortamın sakinleştirilmesi gerektiği inancındaydılar. Dolayısıyla 8- 9 Mart gecesi yapılması düşünülen müdahale emir komuta zinciri gerçekleştirildikten sonra yani ancak 3 gün sonra gelebilmişti. 

12 Mart 1971 müdahalesiyle silahlı kuvvetler yönetimi fiilen kendi üzerine almak yerine, kurduğu partiler üstü hükümetle, hakemlik işlevini yerine getirmiştir. Müdahaleyle sivil yönetim mekanizmasının şeklen yerinde olduğu, fakat hükümetin eylemlerini ve kararlarını silahlı kuvvetlerin yönlendirdiği ya da kısıtladığı veto rejimi kurulmuştur28. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu' nun imzasını taşıyan muhtıra şu maddelerden oluştu:

1- Parlamento ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatlarıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk'ün bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür. 

2- Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri'nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir. 

3- Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri 
kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır. Bilgilerinize. 29 
Parlamento kapatılmamış, siyasal partilerin çalışması engellenmemiş ve hiçbir 
yönetici tutuklanmamış ve hükümet idaresine fiilen el konulmamış olmakla birlikte bu apaçık bir darbe idi. Ordu kendi iradesini seçilmiş meclislerinin iradesine dayatmış ve silahlı kuvvetlerin yürütmesi "egemenliğin kayıtsız şartsız ait" olduğu söylenen milletvekillerinin ellerinden alınmıştı. Silahların kontrolü meclis ve hükümetin elinden çıkmıştı ve "silahlar kimdeyse iktidarın da onda" olduğu ilkesi bir kere daha doğrulanmıştı 30. 
Kabataslak bakıldığında demokrasi işler gibi gözükmektedir, demokratik süreç devam ediyor gibi algılanmaktadır fakat ne yazık ki görünen köy kılavuz istememektedir. Rejim üzerinde istikrarlı bir ordu baskısı çarpıcı biçimde seyretmektedir. Parlamento kapatılmamasına rağmen aldığı kararlar sıkı denetimden geçmekte ve yönlendirilme ile yürürlüğe konulmaktadır. İşin özünde ordu bir kez daha kendini düşünmüş, temelini sağlama alıp, otoritesini güçlendirmiş ve demokrasiyi sekteye uğratmıştır. Sonrasında kurulan 12 Mart 
Hükümetleri de askerin siyasi sistem içindeki yerini sağlamlaştırmaktan başka bir işlev görmemiştir. 

12 Mart döneminin en önemli yanı, uluslararası ilişkiler ve ekonomik boyutunun çok ötesinde, Türkiye'nin sosyo-politik yapısına dönük gelişmelerde ortaya çıkar. 12 Mart' a gelen süreç Türkiye' de belli bir aydın tavrından beslenmiştir. Bu tavır Türkiye'nin 1908 ve sonrasında etkili olan, şimdi 'jakoben' diye adlandırılan tavırdır. 
Bu anlayış, toplumsal dönüşümün, ancak öncü aydınlar aracılığıyla ve ordunun desteğinde, onunla iç içe geçmiş bir yönetimle, yukarıda biçimlendirilmiş ve aşağıya indirilen ilkeler doğrultusunda sağlanabileceğine inanır, bunun tek yol olduğunu düşünür. Bu model, gerek Jön Türk iktidarının, gerekse Kemalist modelin oluşumunda kullanılmıştır. Dolayısıyla da, mülkiye (bürokrasi), askeriye (ordu) ve ilmiyeden (aydınlar) oluşan klasik devlet yapısının kemikleşmesine olanak sağlamıştır. Bu modelin aktörleri kendilerini 1960' tan başlayarak 
genellikle sol ya da Kemalist - sol olarak tanımlamıştır 31. 

İÇERDE 

Haberin var mı taş duvar? 
Demir kapı, Kör pencere, 
Yastığım, ranzam, zincirim, 
Uğruna Ölümlere gidip geldiğim, 
Zulamdaki mahzun resim, 
Haberin var mı? 
Görüşmecim Yeşil soğan göndermiş, 
Karanfil Kokuyor cigaram 
Dağlarına Bahar gelmiş memleketimin...

AHMET ARİF 

4-26 Nisan-Sıkıyönetim 

Ne yazık ki Nihat Erim kabinesi beraberindeki değişim, reformlar ve muhtıra da ülke genelindeki huzursuzluğu yok edemedi. Sol akım gücünü arttırarak ivme kazanmıştı, silahlar her yerde konuşur durumdaydı, çözüm çözümsüzlük olmuştu. Ülke genelinde kan akmaya devam ediyordu, eylemler her yerde toplumu kıskıvrak sarmalamıştı. 26 Nisan 1971 günü ülkenin önemli bir bölümünde sıkıyönetim ilan edildi. Sıkıyönetime giden yolda belli başlı dikkat çeken olaylar şunlardı: 

*20 Mart 1971- Batman’ da 3000 köylü kent meydanında bir araya gelerek ‘’açız’’ diye haykırdılar. Jandarmanın zor kullanmasına karşın dağılmayarak sopa ve taşlarla karşılık verdiler. 
*21 Mart 1971- Konya’ da Eğitim Enstitüsü’ nde faşist ‘’komando’’ lar devrimci 
öğrencilere saldırarak altısını bıçakla yaraladılar. 
*24 Mart 1971- İstanbul’ da 1000 tekstil işçisi Enboy Fabrikası’ nda direnişe 
geçtikten sonra haklarını savunmayan Teksif merkezi ve şubelerini işgal ettiler. 
*25 Mart 1971- Samsun’ un Alaçam ilçesinde tütün üreticilerin Tekel’ in tütün 
satmasını engelleyerek gerçekleştirdikleri direnişte dört öğretmen ve dört üretici tutuklandı. 
*İstanbul’ da Vezneciler’ de faşistlerin üniversiteyi işgal girişimini önleyen devrimci öğrencilerle faşistler arasında çıkan çatışmadan sonra DGSA’ yı basan polislerle de silahlı çatışma çıktı ve bir öğrenci iki polis yaralandı. 
*29 Mart 1971- Ankara’ da Kurtuluş Lisesi önündeki çatışmada faşistler üç devrimci öğrenciyi kurşunladılar. İstanbul’ da Işık Mühendislik ve Mimarlık Akademisi’ ni işgal ederek uzun saçlı erkek öğrencilerin saçlarını kesmeye başladılar. 
*31 Mart 1971- İTÜ olaylar çıkacağı gerekçesiyle kapatıldı. 
*1 Nisan 1971- Robert Kolej kapatıldı. 
*3 Nisan 1971- İşçileri 80 gündür grevde olan Grundig elektronik fabrikasının sahibi evine konulan dinamitle yaralandı. 
*Yine aynı tarihte Otomarsan Fabrikalarının sahibi Mete Has ile Adanalı toprak 
sahibi Talip Aksoy kaçırıldılar ve 400 bin TL fidye karşılığında 5 Nisan’ da serbest bırakıldılar. 
*10 Nisan 1971- İstanbul’ da Balıkesir Öğrenci Yurdu’ na faşist ‘’komandolar’’ 
tarafından açılan ateşle Niyazi Tekin ağır yaralandı ve öğrenci Hasan Erkişi kaçırıldı. 
*16 Nisan 1971- Dr Rahmi Duran’ ın oğlu Hakan Duman fidye karşılığı kaçırıldı ve 18 Nisan’ da serbest bırakıldı. 
*20 Nisan 1971- İstanbul DMMA faşistlerin saldırısı üzerine kapatıldı. 
*21 Nisan 1971- Niyazi Tekin hastanede öldü. 
*26 Nisan 1971- Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Hatay, Kocaeli, Sakarya, Zonguldak, Eskişehir, Siirt ve Diyarbakır’ da 1 aylık sıkıyönetim ilan edildi.32 

5-Muhtıra Sonrası 

27 Nisan 1971’ de ise Dev-Genç, Doğu Kültür Ocakları ve Ülkü Ocakları kapatıldı. 13 Mayıs’ da da sıkıyönetim mahkemelerinde duruşmalar başladı. Tüm yurtta bu arada aralıksız arama ve taramalar sürdürülüyordu. Büyük kentlerde eylemler devam ediyor, güvenlik sorunu yaşanıyordu. Bu gelişmelerin ardından Nihat Erim hükümetinin parlamento dışından gelen 11 bakanı istifa etmiş, bunun üzerine istifasını Çankaya’ya sunan Erim’e yeniden hükümeti kurma görevi verilmişti. İşte kurulan Sıkıyönetim Mahkemelerince alınan döneme ilişkin en 
önemli karar THKO örgütünün lider militanlarından Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ ın idamına karar verilmesi oldu. Kurulan mahkemeler ve verilen kararlar etkisini göstermeye başlamış çok geçmeden terör olaylarında önemli azalmalar gözlenmeye başlanmıştı. 

12 Mart rejimi bir kasırga gibiydi. O kasırga solu ezdi geçti. Ülkede sol görüşlü 
olanlara karşı büyük bir tutuklama ve gözaltı kampanyası başladı. İşkenceli sorgular insanları dehşete düşürdü. Dernekler kapatıldı, sokağa çıkma yasaklarıyla özgürlükler kısıtlandı. Aradan bir yıl geçtiğinde Türkiye bir kez daha idam sehpasıyla tanıştı. 12 Mart Müdahalesi’ ne giden olayların faturası Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ a çıktı33. 

12 Mart Muhtırası ile birlikte, sürekli koltuğundan olma endişesi duyan ve suya 
sabuna dokunmadan yoluna devam etmeye çalışan Başbakan Süleyman Demirel görevinden istifa etti. Aniden CHP’ den istifa ettirilip, bir gecede bağımsız hale getirilen ‘’Nihat Erim’’ de Cumhurbaşkanı tarafından başbakanlığa getirildi. Aydınlar ve toplumun diğer kesimleri de yeni hükümeti destekliyordu, TİP ve CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit hariç. İsmet İnönü’nün muhtıraya önce karşı çıkıp sonra desteklemesi Ecevit’ in ağrına gitmişti, bu tavizi bir türlü içine sindiremiyordu. 12 Mart’ ın kendisine ve partisine yapıldığını düşünüyordu. 
Tepkisini CHP genel sekreterliğinden istifa ederek gösterdi ki bu, siyasetin çınarı, emektarı İnönü ile de aralarının açılması demekti. İlişkiler bundan sonra sekteye uğrayacaktı. …12 Mart’ ın ikinci darbesi Türk siyasetinin bir anıtı sayılan İsmet İnönü’ yü devirdi. 

O, Atatürk’ ün mirası olan CHP’ nin 34 yıllık lideri, devlet geleneğinin temsilcisiydi. Onsuz politika hayal bile edilemezdi. İstikrar sembolüydü34. 

7 Mayıs 1972 günü CHP kurultayında olan oldu, gerilen ipler koptu. İsmet İnönü 
mizacına yaraşır şekilde naif bir olgunlukla tavrını ortaya koydu, partililere iki tercihi sundu ve o tarihi resti ağzından attı: ‘’Ya ben ya Bülent’’ Kurultay kararını ya genç, cesur, yağız delikanlıdan yana kullanacaktı ya da deneyim sahibi, dürüstlük abidesi asil çınara vefa borcunu ödeyecekti. Karar Ecevit’ in lehine oldu; kurultay taze kan talep etmişti. Ve sahne artık ‘’Karaoğlan’’ındı.

CHP’ de sular durulmuştu. Ancak devletin zirvesi yeni fırtınalara gebeydi. 1972 
yılının ikinci yarısına girildiğinde saflar netleşti. Bir yanda 12 Mart Müdahalesi’ ni sürdüren ve istedikleri değişikliğin mutlaka gerçekleşmesini bekleyen askerler, öte yanda asker müdahalesinin bir an önce bitmesini isteyen Demirel ve Ecevit. Demirel ve Ecevit ikilisi askerin zorlamasına karşı çıkıyor, asker ise parlamento yu kapatmakla tehdit ediyordu35. Darbenin bir başka sonucu da elbette ki 1961 Anayasası’ nın değiştirilmesiydi. 1972 yılında istenilen oldu ve 1961 Anayasası’ nın üçte biri değiştirildi Demirel ve AP 12 Mart’ a karşı durmaya çalışsalar da fazlasına güçleri yetmiyordu ve nitekim ordunun isteği doğrultusunda hareket ettiler; kaldı ki yapılan bazı değişiklikler onları memnun bile ediyordu. 
Her fırsatta ‘’Bu anayasayla bu memleket idare edilmez’’ diyerek şikâyetini yüksek sesle dillendiren Demirel daha sonra darbecilerle işbirliği yaparak anayasanın değiştirilmesine katkıda bulunmuştu. Ne de olsa suçlu belliydi: ‘’1961 Anayasası’’. Hatta bir keresinde Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ ın bizzat ağzından dökülen ‘’Sosyal gelişmenin ekonomik gelişmenin önüne geçtiği’’ iddiası dayatmanın dayanağını oluşturuyordu. Bundan sonrasında Cumhuriyet tarihi siviller ve askerler arasındaki darboğazda toplumun boğulmasını seyredecekti.

1972 Ağustos ayında Genelkurmay Başkanlığı’ na Orgeneral ‘’Faruk Gürler’’ in 
gelmesi ile birlikte ortalığın yeniden karışacağının sinyalleri veriliyordu. 1973’ e girilirken herkesin aklı Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeydi. Zira ordu Çankaya’ ya çıkacak ismi dört gözle bekliyordu. Aday olarak ilk akla gelen şüphesiz Faruk Gürler’ di ki ordu önceleri onu desteklemiş ve fakat sonra vazgeçmişti. Böylece Faruk Gürler’ in tüm hevesi kursağında kalacak, bu uğurdaki çabaları sonuç vermeyecekti. 

Partiler, cumhurbaşkanlığına genelkurmay başkanının kendiliğinden geçmesinin 
gelenek haline gelmesinin sivil – politik yönetime zarar vereceği hususunda birleştiler. Hem Gürler’ in cumhurbaşkanı olması hem de Sunay’ın görev süresinin uzatılması yönündeki önerileri reddedilen silahlı kuvvetler bu durum karşısında cumhurbaşkanlığı seçimini dikkatli bir şekilde takip etmiştir36. 

Akabinde AP ve CHP aralarında uzlaşma sağlayarak, sıkı bir ittifakla, 6 Nisan 1973 günü Türkiye’ nin altıncı Cumhurbaşkanını seçiyorlardı ve bu 12 Mart rejiminin de sona ermesi anlamını taşıyordu. Yeni Cumhurbaşkanı, Cumhuriyet Senatosu Kontenjan üyesi ve emekli Oramiral ‘’Fahri Korutürk’’ idi. Süleyman Demirel bu sayede kendi adına 12 Mart’ ın da rövanşını almış oluyordu. Kum saati artık genel seçimler için akmaya başlamıştı. Faruk Gürler’ in Cumhurbaşkanı seçilememesinin arkasındaki en önemli aktörlerden olan Demirel tek favori olarak kendini gördüğü için gözünü seçim ayı-Ekim’ e dikmişti. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

24 İrfan Ülkü, ‘’Alparslan Türkeş- Fırtınalı Yıllar,’’Kamer yayınları-2. baskı, İstanbul 1998, s.24
25 Ertuğrul Kürkçü-Yücel Göktürk, ‘’12 Mart orduyu Burjuva ordusu yaptı’’ Express-İstanbul,18 Mart 2006
26 H. Fırat, ‘’15-16 Haziran/ sol hareket ve işçi hareketi’’, TKIP web sayfası, Haziran 1988
27 Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, 7.cilt, sf. 2166-68
28 William Hale, ‘’Türkiye’de Ordu ve Siyaset’’ (1789’dan günümüze), çev. Ahmet Fethi, Hil Yayıncılıkİstanbul, 1994, s.264
29 Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği, ‘’12 Eylül Öncesi ve Sonrası’’, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2.baskı, Aralık 1981-Ankara, s.8

30 Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, 7.cilt, sf. 2166-68
31 Hasan Bülent Kahraman, ‘’12 Mart Muhtırası’’ yazı dizisi, Radikal Gazetesi, 16 Mart 2001
32 Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, ‘’Sıkıyönetime giden yolda vuku bulan olaylar zinciri’’ 7.cilt, sf. 2166-68 
33 Mehmet Ali Birand-Rıdvan Akar, ‘’12 Eylül, Türkiye’ nin Miladı’’, Doğan Kitapçılık, 5. baskı, İstanbul, Eylül-2006, s.13 
34 Mehmet Ali Birand-Rıdvan Akar, ‘’12 Eylül- Türkiye’ nin Miladı’’, Doğan Kitap, İstanbul, 5. baskı, Eylül/ 2006, s.14 
35 Mehmet Ali Birand-Rıdvan Akar, ‘’12 Eylül Türkiye’ nin Miladı’’, Doğan Kitap, İstanbul, 5. baskı, Eylül 2006,s .15 
36 Feroz Ahmad, ‘’Modern Türkiye’ nin Oluşumu’’, Çev. Yavuz Alogan, Kaynak Yayınları- 2. Baskı, İstanbul, 1999, s.185 


4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 2

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN  ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 2


I-12 EYLÜL’ E GİDEN SÜREÇTE GENÇLİK HAREKETLERİ VE SİYASAL ORTAM 

A-68 KUŞAĞI 

‘’Türkiye’ nin 68 kuşağı, 6. filoyu protesto olayları ile başlar, 12 Mart 1971’ de sona erer’’ diyor Mümtaz’ er Türköne. 68 kuşağına bu kadar büyük merceklerle bakmamızın sebebi sonuçlarının bu topraklarda yadsınamaz gerçeklerden oluşan bir kıskaca çıkmasındandır. Zira 68’ liler 27 Mayısçılar’ ın emanetçisi ve sonucu, 12 Eylülcüler’ in mirasçısı ve sebebidir. En kısa tabirle ülkemizdeki kuşak betimlenecek olursa, dünyanın her tarafında esen özgürlük rüzgarına kapılmış, savaş karşıtlığını temel ilke benimsemiş, sol görüşlü öğrencilerin muhtelif konularda muhalif düşünme ve davranma biçimidir. Daha radikal çevrelerce ise komünist hareketin adı olarak betimlenmektedir. Peki dünyada 68 
kuşağını nasıl açıklayabiliriz? 

1968 yılının Mayıs ayı başında, Paris’ te Sorbonne Üniversitesi’ nin işgaliyle 
başlayan gençlik olayları, tarihe özel bir anlamda ‘’68 Baharı’’ olarak geçti. Uyuşturucunun ve cinsellikte sınırsızlığın ön plana çıktığı ‘’Çiçek Çocuklar’’, yani Hippiler’ den, her türlü otoriteye başkaldıran anarşistlere, solun her türünü içeren geniş bir yelpazeye kadar statükoya muhalif her eğilim, 68’ in rengârenk dünyası içinde yer almıştır13. 

68 kuşağı hiç kuşkusuz bir aydınlanma dönemine imza atmış ve aynı zamanda insan hak ve hürriyetleri bakımından da çığır açmıştır. Özgürlüğün bayraktarı olup idealizm peşinde koşmuş ve sürekli kişilik-kimlik bulma arayışında olmuş gençler Marksist teori ve öğretilerle sorunlara çözüm arama uğraşılarına müdahil olmaya çalışıp, seslerini en yüksek perdeden duyurmayı kendilerine hedef edinmişlerdir. Aslında anti-militarizm savı ile ortaya çıkılmıştır ama nesil 2. Dünya Savaşı sonrası savaş görmemiş bir nesildir ve birlik olmuş, hep bir 
ağızdan bağırmaktadır: ‘’Gerçekçi ol, imkânsızı iste!’’ Anti-kapitalist muhalefet bu sayede, emekçi sınıfların isyanını ve mücadelesini gençliğin heyecanıyla soslayarak aydınlara sunmuş ve elbette gördüğü marjinal destek ile yığınları arkasına almayı başarabilmiştir. 

Dünyada 68 kuşağına ilham veren en önemli karakter “devrimci” ve “antiemperyalist” kelimelerinin altında duran ‘’Ernesto Che Guevera’’ portresidir. Che gerçekte bir tıp öğrencisiyken 60’ lı yılların ortasında kendini bir anda devrimcilik, özgürlük ve Marksizm üçgeni içerisinde bulur. Latin Amerika’ yı en uç noktasına kadar dolaşıp yoksulluk ile yüzleşince dünyanın dönüş rotasını değiştirmeye kendini muktedir görür. Kendini Marksizm’ e adar, gerilla savaş teorisi ve uygulamaları üzerine makaleler, kitaplar yazar ve akabinde dünyanın diğer ülkelerindeki devrimci hareketlere katılır. 

Arjantinli doktor elbette esas sempatiyi ölümünden sonra kazanır ki 1967 yılında Bolivya dağlarında yakalanarak öldürülmesi de 68 kuşağı olaylarının başlangıcına neden olarak gösterilebilir. Yaptıkları, yaşadıkları, bıraktıkları dünya çapında bir ‘’Che kültürü’’ nün doğmasına ve hızla yayılmasına sebep olur. ABD Dışişleri Bakanlığı’ nın Latin Amerika uzmanları, “gelmiş geçmiş en çekici ve en başarılı devrimcinin” ölümünün öneminin hemen farkına vararak Guevara’ nın komünistler ve diğer sol eğilimliler tarafından “kahramanca ölen örnek devrimci” olarak idolleştirileceğini belirtmesi14 de dolayısıyla hayli önem taşır. Zaten 1968 öğrenci hareketlerine bakıldığında Che’ nin artık son derece etkili, güçlü bir başkaldırı ve devrimcilik sembolü olduğu açıkça gözlemlenmiştir. Nitekim sol kanattan eylemciler Guevara’ nın şan, şeref ve ödüllere karşı olan belirgin kayıtsızlığını belirttikten sonra sosyalist idealleri aşılamak için şiddetin gerekli olduğu fikrinde anlaşmışlardır.15 Che Guevera (belki de hiç düşlemediği şekilde) artık efsanedir. Akabinde son 40 yılın da en önemli popüler kültür figürlerinden biri olarak tarihte önemli yer sahibi olacaktır. 

Che Guevera gerçekte, devrimci şiddetin teorisyeni ve kendi hayat pratiği ile somut bir modelidir. ‘’Gerilla Savaşı’’ isimli kitabında ‘’Sosyalist Devrim’’ in, silahlı-dar bir öncü grubun eylemleri ile başarılacağını savunur. Silahlı, küçük bir gerilla grubunun uyguladığı şiddetin öncülüğünde (foco), halk ayaklanması gerçekleştirilecek, iktidar devrilecektir. Bu model Türkiye’ de 1960’ ların sonlarında başlayan ve 1970’ ler boyunca devam eden siyasal şiddetin ilham kaynağıdır…Che efsanesi aynı zamanda hem silahın ve şiddetin tek çözüm 
olduğu fikrinin ve bu şiddeti içselleştiren ‘’ gerilla romantizmi’’ nin de temelidir 16Che’ den sonra tekrar Türkiye’ deki 68 kuşağına dönecek olursak karşımıza çıkan ilk isimler Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Harun Karadeniz, Sinan Cemgil gibi devrimci gençlerdir ki onlar da kendi aralarında solu fraksiyonlara ayırmışlardır. 

Şüphesiz bu devrimci ve eylemci gençlerin içinde de en önemlisi, idol olarak bugün dahi gençliğin bağrına bastığı Che gibi Türkiye’ de kült haline gelmiş olan Deniz Gezmiş’ ten başkası değildir. Can Yücel dahi ‘’Mare Nostrum’’ adlı şiirinde Deniz Gezmiş’ e ithafen duygularını dizelere akıtarak anlatmıştır ki bu da dönemin gençlik ateşinin ve Deniz hayranlığının nasıl en derinden tüm toplumu, her kesimiyle heyecanlandırıp, sıkıca kucakladığının bir başka delilidir. 

En uzun koşuysa elbet Türkiye' de de Devrim 
O, onun en güzel yüz metresini koştu 
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak... 
En hızlısıydı hepimizin, 
En önce göğüsledi ipi... 
Acıyorsam sana anam avratım olsun 
Ama aşk olsun sana çocuk, Aşk olsun… 

Psikolog Jülide Aral, '68 hareketinin önemli kadın figürlerinden biri. 20 yaşında 
idamla yargılandı, gazetelerde 'Telefoncu Kız' diye afişe edildi. O yıllarda evlendiği eşiyle tam 40 yıldır birlikte. Şimdi ise kadın hareketinde gönüllü çalışmalarıyla yer alan bir aktivist. "41 kere maşallah!" dediği 68'i, 41 yıl sonra bu kez kadın gözüyle, biraz da eleştirerek değerlendiriyor: ‘’Bizim kuşağın en temel özelliği çok fazla okumasıydı. Çıkan her yeni kitabı alır, çılgın bir aşkla okurduk. Çok şiir okurduk, bizim kadar şiir okuyan bir kuşak olmadı sonra. Romanlarla, edebiyatla iç içeydik. Tiyatro, sinema bizim için önemliydi. Tabii en 
büyük zenginliğimiz dostlarımız ve arkadaşlarımız. Her kuşak için bu söz konusudur ama 40 sene sonra bile çok sıcak, çok yakın, çok dolaysız kendimizi ifade edebileceğimiz, yanlarında yer bulacağımız dostluklarımız var17

Toplumun, karlara inat kardelen misali hızla başlarını göğe kavuşturmaya niyetli 
coşkulu gençleri kucaklaması ne ilginçtir ki beklenilenin aksine uzun ömürlü olamadı. Bir telaş yakılan ateş devasa kıvılcımlar eşliğinde büyük bir yangına dönüşme modundayken yukarıdan helikopterlerle püskürtülen soğuk sularla küllendirildi. Zaten müdahale ancak en tepeden yapılabilirdi, halk ilk şokun ardından devam eden kıvılcımları da kendi bildik yöntemleriyle çözdü, yangını hiç tutuşmamış varsaydı. 
Oysa niyetler temizdi, her şey halk içindi, ülke yararınaydı ama halk kendine yararı olana, dayatmalar sonucunda, bağrına taş basarak susma pahasına sırtını döndü. Nihayetinde Deniz Gezmiş ve arkadaşları ne yazık ki çıktıkları dikenli, meşakkatli ve amansız yolda sahip oldukları idealler, toplumsal dinamizmle bütünleşmeyi sağlama arzusu, mücadele azmi ve takındıkları direnişçil üslupla sistemle ters düşerek sonu ölümcül hatayı yapmışlardır. Bu uğurda idam cezası gibi utanç verici, kabul edilemez bir sonla hayatlarının nihayete ermesi  kendilerine reva görülmüştür. 

Nitekim düzensizliğe, haksızlığa, emperyalizme, ekonomik sıkıntıya, IMF’ ye inat baş kaldırış boyun eğme ile cezalandırılmıştı. Bu cezalandırma ile birlikte Türkiye artık Cumhuriyet tarihindeki karanlık sayfaları aralayıp, ışıksız tünellere doğru ilerlemeye başlıyordu. Suskunluk ve acının ardı arkasının kesilmeyeceği katran karası günler birer birer ülkeyi karşılamaya hazırlanıyordu. 68 kuşağı ile başlayan coşku, sonrasında derin denizlere atılarak boğulacak, yok edilecekti ama elbette bir şartla: Yeniden, en cesaretli olan, o derinliğe dalıp onu çıkarana kadar. Türkiye asıl acıları, yaşadıklarından ders çıkartmayan 68 kuşağının açtığı kapıdan yola devam eden bir sonraki kuşakla yaşamıştır. Ne 68 kuşağının, ne de 70’ li yılların bir cinnete dönüşen kitlesel şiddetinin 1968 yılının 3 Mayıs’ ında Paris’ te başlayan eylemlerle ilişkisi yoktur18

1-1971 Yılına Girerken.,

1960’ ı takip eden yıllarda, ülkede dünya konjonktürüne bağlı olarak sol akım zirve yapmıştı. Toplum bu yeni akımdan etkilenmiş, her şeyi sorgular duruma gelmişti. Yenilik insanlara iyi gelmişti gelmesine ama ters giden bir şeyler de vardı. Gençlik bilgiye susamışçasına okuyor, okuyor açlığını gidermeye çalışıyordu ama okuduklarını pratiğe aktarmak esas hedefleriydi. Hedeflerine ulaşana kadar ara vermeden icraat gerekliydi. Lastikleri inmiş araba yoldan çıkarılmalı; bozuk olana, arıza verene daha fazla yer verilmemeli, eskiler yenileri ile değiştirilmeliydi. 
Zira teorilerin pratikle buluştuğu yıl oldu 1969 yılı. Dehşet bir süreç başladı o yıl; şiddet başladı, her şey kontrolden çıktı. Gençler galeyana geldi, getirildi, devlet çaresiz kaldı. 
Tüm dengeler sarsıldı, siyaset aciz kaldı. Sol akım ile birlikte Türkiye’ de siyasal işçi hareketi de oluşmaya başlamıştı ki TİP bu süreçte baş aktördü. Ordu ise bambaşka bir boyuta atladı, her kıdemden asker kendini önemli ve vazgeçilmez sayarak cuntacılığa soyundu. Üstelik öğrenci hareketlerindeki çarpıklık, bilinçsizlik ve düzene karşı durma arzusu kan dökülmesini de hızlandırmış oldu. 

12 Mart 1971 Muhtırası’ na doğru toplum bir sel misali kapılmış giderken 
yapılabilecekler siyasiler açısından da sınırlıydı. Gruplar arası aşırı politikleşme, politik partiler arası kutuplaşma ve birbirine tahammül edemememe; bunun yanı sıra ekonomik uçurumlar içeren finansal kriz ve elbette terör sahnenin hazırlığı için el birliğiyle dekor yetiştiriyordu. 

2-Tip Ve Milli Demokratik Devrim 

1961 Anayasası parti kurulabilmesi için siyasilere belirli bir süre tanımıştı ve bu sürenin son günü bir devin doğuşu sahnelenmişti. Son gün kurulan Türkiye İşçi Partisi hiç umulmadık bir ilgi görmüştü. Üstelik kurucuları da 12 sendikacıydı ki kendileri de aslında burjuva aydınları olarak dikkat çekmekteydi. TİP’ in bir başka çarpıcı özelliği de anayasaya sahip çıkan bir parti unvanını almasıydı. Ardından 1965 seçimlerinde 15 milletvekili TBMM’ye girdi, üstelik sosyalist bir parti olmasına rağmen. Ne var ki 68 ruhu onu da sona götürdü. 

   Yapılan 2. kongrede ‘’ Milli Demokratik Devrim ’’ adı altında bir muhalif hareket baş gösterdi. Muhalefet ‘’Yön’’ ve ‘’Devrim’’ dergilerinden ilham alıyor ve bu yeni oluşumun başını da‘’Mihri Belli’’ çekiyordu. Felsefe aslında çok netti: Burjuvaziye sadık kalarak sınıf işbirliği yapabilmek. Bu bağlamda Mihri Belli sosyalizm mücadelesi için şartların uygun olmadığının da altını çiziyor ve devrimin hangi sınıflar etrafında şekilleneceğini sorguluyordu. Tünelin sonunda ülke mutlaka sosyalizmle buluşmalıydı. Yalnız bu idea Mihri Belli’ ye yetmeyecekti çünkü MDD’ de kendi içerisinde bir yap –bozun parçalarından ibaretti. 

Bir yanda Aydınlık Sosyalist Dergisi ile radikal ve demokratik devrim peşinde koşan‘’ Mahir Çayan ’’, öte yandan bilimsel sosyalizmi benimseyen, kitlesel gençlik eylemlerinin önderlerinden ‘’Doğu Perinçek.’’ Fikir ayrılığı yeni örgütlenmeleri belirledi, Mihri Belli yalnız kaldı. Herkes ince çizgilerle ayrışarak kendi yolunu seçti. Bu yeni bölünmelerin, özgün hareketlerin adları da THKO, THKP-C VE TİKKO olarak belirlendi. ‘’Devrimci gençler’’ daha sol görüşler etrafında kümelenmeye bu şekilde başlıyorlardı. 

İşte bu sayede, dönem içi çeşitli çevrelerde vuku bulan sosyalistler arası dayanışma polemiği 1969 seçimlerine TİP’ in bölünerek girmesiyle sonuçlandı. TİP gücünü artık yitirmişti. 

12 Mart' ın önemli sonuçlarından birinin de TİP' in kapatılması olduğunu söylüyor Kürt siyasetçi Tarık Ziya Ekinci. "4. Büyük Kongre'de ‘’Türkiye' nin doğusunda Kürtler yaşıyor, Kürt dili vardır’’ dediği için kapatıldı TİP. TİP' in almış olduğu karar belirleyicidir. 

‘’Kürtlerin üzerinde burjuvazinin baskısı vardır, kardeşçe yaşamayı engellemekte dir’’ diyordu bu karar." TİP 1975' teki yasa değişikliğiyle yeniden açıldı. Kürt siyasi hareketinin 12 Mart' ın ardından değiştiğini de söylüyor Ekinci19

3-DİSK 

Bu süreçte bir de DİSK’ in kuruluşuna bakmakta fayda var. DİSK 13 Şubat 1967’ de kuruldu ve hemen akabinde ‘’Antidemokratik İş Kanunu’’ nu protesto etmek amacıyla 24 Haziran günü Ankara’ da düzenlediği mitingle ilk kitlesel eylemi gerçekleştirdiği için tarihe geçti, çeşitli çevrelerce saygınlık kazandı. Mitingde ‘’Çetin Altan’’, ‘’Kemal Türkler’’ ve ‘’Alparslan Işıklı’’ gibi isimler de birer konuşma yapmış ve toplananlara etkileyici bir hitabet sunmuştu. Bundan sonrasında örgüt kitleleri peşinden sürükleyerek çeşitli eylemlere imza atmış ve tartışılmaz oranda etkin bir güç olduğunu ispatlamıştır. 

DİSK işçi hareketindeki bağımsızlaşma eğiliminin ürünüydü. Devlet sendikacılığı na karşı bir tepkiyi ifade ediyordu. Bu, kuşkusuz bu kadarıyla da, işçi hareketinin daha ileri bir düzeye ulaşması anlamına gelmekteydi. Fakat aynı zamanda DİSK bağımsız siyasal sınıf çıkarlarını eksen alan bir örgütlenme değildi. Dolayısıyla ilerleyen sınıf mücadelesinin önünde giderek bir engele dönüşecekti. DİSK, Türk-İş'in geleneksel politikasına, hükümetteki burjuva partilerle "iyi geçinme" anlayışına, ABD sendikacılığı ile iç-içeliğe karşı, burjuva partilerden ve "yabancı ülkelerden" bağımsız bir sendikal anlayışı savunuyor, geleneksel burjuva partilere karşı TİP' e daha yakın bir pozisyonda duruyordu. Kaldı ki, TİP' in DİSK' in oluşumunda özel bir rolü vardı20. 

Özellikle 15-16 Haziran eylemleri DİSK tarihinin kilometre taşıdır. Oradaki amaç tamamıyla DİSK’ i tasfiye edip, etkinsizleştirmektir ama tarihsel ve siyasal sonuçlarıyla da eylemler aslında doruk noktasıdır. Zira işçiler ne yağmalamaya, tahribata veyahut ufacık dahi olsa bir olaya karışmamış ve sessiz destek de alarak mükemmel organize olmayı başarabilmiştir. DİSK kuruluşundan itibaren tüm çalışanların grevli ya da toplu- sözleşmeli sendika hakkının en önde gelen savunucusu olmuş ve bu bağlamda gerçekleşmiş etkinlikleri, hareketliliği desteklemeye devam etmiştir. 

DİSK, yönetiminin reformist konumundan bağımsız olarak, işçilerin burjuvaziye karşı ‘60’lı yıllar boyunca sürdürdüğü zorlu mücadelelerin somut bir kazanımı ve o günlerdeki simgesiydi. İktisadi istemler ve sendikal-demokratik haklar için verilmiş mücadelenin büyük fedakârlıklarla yaratılmış bir mevzisiydi. İşçiler yıllardır sermayenin baskısına ve sömürüsüne karşı sürekli genişleyen ve değişik biçimler alan bir direniş göstermişlerdi. Saraçhane mitingi ve Kavel direnişleriyle başlayan bu süreç, çok sayıda grev, direniş, fabrika işgali vb.’ den geçerek 1970’e dayanmıştı. Aynı dönemde sosyalizm adına ortaya çıkan akımların tersine, burjuvazi işçileri fazlasıyla ciddiye alıyor, işçi hareketinin potansiyel gücünü görüyor, ona diş biliyordu21.  

1960 ve 1970 yılları arasındaki dönem işçi hareketinin ve işçi eylemlerinin tavan yaptığı süreçtir. İlk kez bu denli birlik ve bir sınıf statüsü ile işçiler hareket edebilme, eylem yapabilme fırsatı bulmuşlardır. Bunda tabii ki sayısal artış, bilinçlenmedeki ve örgütlenmedeki idrak çıtasının yüksekliği, sınıfsal mücadele edebilme yetisi, geçmişe ait birikim ve sendikal tavır alma etken faktörlerdir. 

a-Kanlı Pazar 

DİSK’ in tarihinde bir de kara sayfa vardır: ‘’Kanlı Pazar-16 Şubat 1969’’. ABD’ nin  6. filosunu protesto etmek amacıyla DİSK ve üniversite öğrencilerinin birlikte düzenlediği Taksim’deki mitinge provakatif tarafların saldırmasıyla ortalık kan gölüne döner. İki kişi ölmüş ve yüzlercesi de yaralanmıştır. Aslında 6. filonun bu ilk ziyareti değildir. Ziyaret ilk kez 1967’ de başlamıştır ve sonrasında da düzenli tekrarlanmıştır. Zira 1967 ilk protesto yılıdır ve işte 68 kuşağı ilk pratiğini bu şekilde hayata geçirir. 68’ li olmak biraz da Amerikan bahriyelilerini Dolmabahçe sahillerinden denize atmak veya bizzat atanlardan bu hikâyeleri dinlemek demektir22

   6. Filo İstanbul’ a her demirleyişinde olaylar çıkmaktadır çıkmasına ama hiç birisi 16 Şubat’ ta çıkılan yürüyüşteki kadar ses getirmemiştir. Beyazıt’ tan başlayarak Taksim’ e kadar yürünecektir. Yürüyüş için gerekli izinler alınmış ve yasallığı tescillenmiştir. 

Üstelik insanlar evlerinin pencerelerinden, balkonlarından destek de vermektedir ama ne yazık ki yürüyüşün sonu beklenilen üzere olumlu sonlanmayacaktır. Yürüyüşün öncesinde bir de 24 Temmuz günü, yine 6. filoyu protesto sırasında öldürülmüş devrim şehidinin-‘’Vedat Demircioğlu’’ nun anısı vardır. Vedat Demircioğlu İTÜ öğrenci yurdunda çıkan olaylarda polislerce öldürülür ve 68 kuşağının verdiği ilk kayıp olarak tarihteki yerini alır. 

Taksim’ e girerken şiddetli taş yağmuru eşliğinde gruplar engellenir. Anadolu’ dan ‘’Din elden gidiyor!’’ söylemiyle tahrik edilen topluluklar Taksim’ i kuşatmıştır. Zaten Taksim’ de olayların çıkacağı söylentisi ortalığı günler öncesinden kasıp kavurmaktadır. 

Üstelik karşı saldırıyı yapacak olanlar toplu namaz kılıp, ellerinde sopalarla Taksim’ e girme cesaretini de fütursuzca kendilerine hak görmüşlerdir. Ağır tahrikle yönlendirilen bu milliyetçi grup kısa süre sonra meydanı hâkimiyetine almıştır. Olaylar sokak aralarında göğüs göğse devam eder ama günün sonunda bilanço ağır olacaktır. 

Yürüyüş öncesinde gerilim tırmanmıştır. İki gün önce Cuma namazı sonrasında 
MTTB ve Komünizmle Mücadele Derneği öncülüğünde Beyazıt Meydanı’ nda ‘’Bayrağa Saygı’’ mitingi düzenlemiştir. ‘’Bayrağa Saygı’’ nın sebebi, Beyazıt Kulesi’ ne kızıl bayrak çekilmesidir. Bu kızıl bayrak meselesinin de asılsız bir provakasyon olduğu ortaya çıkacaktır. 

Beyazıt Mitingi’ nde ‘’komünizme savaş’’ ilan edilmiştir 23

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

13 Mümtaz’ er Türköne, ‘’Darbe peşinde koşan bir nesil-68 Kuşağı’’, Nesil yayınları-5.baskı, Kasım 2008-İstanbul, s.11
(68 kuşağı için ayrıca bakınız: Erol Kılınç, ‘’İhtilal, ihtiras ve 68 kuşağı hakkında’’, Ötüken Neşriyat, 2008 Hasan Cemal, ‘’Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım’’, Doğan Kitapçılık, 2008)
14 ABD Dışişleri Bakanlığı (U.S. Department of State) : ‘’ Guevara's Death, The Meaning for Latin America’’ s.6. 12 Ekim 1967: Thomas Hughes, Dışişleri Bakanı Dean Rusk için yorum içeren raporu hazırlayan Dışişleri Bakanlığı İstihbarat ve Araştırma Bürosu mensubu, http://www.companeroche.com/index.php?id=108
15 Trento, Angelo. ‘’Castro and Cuba : From the revolution to the present", Arris Books, 2005, s.64
16 Mümtaz’er Türköne, ‘’Darbe peşinde koşan bir nesil-68 Kuşağı’’, Nesil yayınları, 5.baskı, İstanbul, Kasım 2008, s. 41
17 Müjgan Halis, Röportaj / Psikolog Jülide Aral: ‘’Benim 68’ im Mazbut ve Cinsiyetsizdi!’’, Sabah Gazetesi - Pazar Sabah (ek), 05.07.2009
18 Mümtaz’er Türköne, ‘’Darbe Peşinde Koşan Bir Nesil-68 Kuşağı’’, Nesil yayınları-5.baskı, İstanbul, Kasım 2008, s.13
19 Tolga Korkut, ‘’Ekinci: Kürt Hareketi’ nin Değişimi’’, BİA haber merkezi-İstanbul, 12 Mart 2009 Perşembe, www.bianet.org
( Yön Hareketi için bakınız: Prof Dr. Hikmet Özdemir, ‘’Kalkınmada Bir Strateji Arayışı/Yön Hareketi’’, Bilgi Yayınevi, 1. Baskı, 1986
Gökhan Atılgan, ‘’Yön-devrim Hareketi/ Kemalizm ile Marksizm Arasında Geleneksel Aydınlar’’,Yordam Kitap, 2. Baskı, Ekim 2008)
20 Sınıf Hareketi, ‘'İşçi Hareketi Tarihinden Kesitler’’, Türkiye Komünist İşçi Partisi web sitesi, 25 Mart 2009
21 H. Fırat, ‘’15-16 Haziran/ Sol Hareket ve İşçi Hareketi’’, TKIP web sayfası, Haziran 1988, www.tkip.org
22 Mümtaz’er Türköne, ‘’Darbe peşinde koşan bir nesil-68 Kuşağı’’, Nesil Yayınları, 5.baskı, İstanbul, Kasım 2008, s.82

23 Mümtaz’er Türköne, ‘’Darbe Peşinde Koşan Bir Nesil-68 Kuşağı’’, Nesil yayınları, 5.baskı, İstanbul, Kasım 2008, s.86

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 1

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİNİN GENÇLİĞİN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 1


Yrd. Doç. Dr. TÜRKAN BAŞYİĞİT, 
DİLEK KIRKPINAR ,
Dokuz Eylül Üniversitesi ,


( YÜKSEK LİSANS TEZİ) 
Hazırlayan; DİLEK KIRKPINAR 
Tez Danışmanı 
Yrd. Doç. Dr. TÜRKAN BAŞYİĞİT 
İZMİR - 2009 
YEMİN METNİ 
Yüksek lisans tezi olarak hazırladığım “ 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’ nin Gençliğin Üzerindeki Etkileri’' adlı çalışmamı, ilmi ahlak ve geleneklere aykırı düşecek bir yardıma başvurmaksızın yazdığımı ve faydalandığım eserlerin bibliyografyada gösterdiklerimden ibaret olduğunu, bunlara atıf yaparak yararlanmış olduğumu belirtir ve bunu şeref ve haysiyetimle doğrularım. 
... /... / 2009 

DİLEK KIRKPINAR 
T.C.  DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ  ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ ENSTİTÜSÜ 

TUTANAK 

Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nün 
……/……/2009 tarih ve …………………….. sayılı toplantısında oluşturulan jüri, Lisans üstü Eğitim Yönetmeliği’nin …….. maddesine göre, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi 
Anabilim Dalı Yüksek Lisans öğrencisi Dilek KIRKPINAR’ ın “12 Eylül Askeri Darbesi’ nin Gençliğin Üzerindeki Etkileri” konulu tezini incelemiş ve adayın …….../……./2009 
tarihinde, saat ……..’da jüri önünde tez savunmasını almıştır. 

Adayın kişisel çalışmaya dayanan tezini savunmasından sonra …………… dakikalık süre içinde gerek tez konusu, gerekse tezin dayanağı olan anabilim dallarından jüri üyelerince sorulara verdiği cevaplar değerlendirilerek tezin ………………. Olduğuna oy ………………. 
ile karar verilmiştir. 

BAŞKAN 
ÜYE 
ÜYE 

III 

TEZ VERİ FORMU 
YÜKSEKÖĞRETİM KURULU DOKÜMANTASYON MERKEZİ TEZ VERİ FORMU 

Tez No : Konu : Ünv.Kodu : 
Not: Bu bölüm merkezimiz tarafından doldurulacaktır. 
Tezin yazarının 
Soyadı: KIRKPINAR Adı: Dilek 
Tezin Türkçe adı: 12 Eylül Askeri Darbesi’ nin Gençliğin Üzerindeki Etkileri 
Tezin Yabancı adı: The Influence of 12 September Turkish Coup d’etat on Youth 
Tezin yapıldığı 
Üniversite: Dokuz Eylül Üniversitesi 
Enstitüsü: Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü 
Yılı: 2009 
Tezin 
Türü: Yüksek Lisans Dili: Türkçe 
Sayfa Sayısı: 224 Referans Sayısı: 
Tez Danışmanı 
Yard. Doç Dr. Türkan BAŞYİĞİT 
Türkçe Anahtar kelimeler: İngilizce anahtar kelimeler: 

1- Darbe 1- Coup 
2- Hükümet 2- Government 
3- Türk Silahlı Kuvvetleri 3- Turkish Armed Forces Kaynak göstermek amacıyla tezimin fotokopisi alınabilir Yazarın İmzası: Tarih: Temmuz–2009 

IV 

ÖNSÖZ 

Türkiye’ de 1980 ve öncesini tanımlamak ve de anlayabilmek için çok derin dehlizlere dalıp çıkmak gerekiyor. Zira bir gece yarısı evine koca koca postallarla dalınıp, her yeri tarumar edilmiş ve o kara gece evde yatan 4 çocuğun zihninde oluşabilecek karanlık kuyuları umursamamış asker ağabeylerinin hoyrat davranışları eşliğinde silik siluetlerinin gölgelediği bilinçsiz kişiliklerin açtığı çukuru doldurmakla uğraşmış o dönemin çocuğu olarak 12 Eylül’ e mercek tutmak daha bir manidar. 

    12 Eylül bir Milattır aslında Cumhuriyet tarihinde. Uzun uzun cümlelerin yutulduğu süreçtir. Depolitizasyon devridir. Apolitik gençliğin doğduğu zaman dilimidir. Kuytularda saklanmış acının, ezilmişliğin, kederin, sefaletin, huzursuzluğun, politik şiddetin, demokrasinin çöküşünün dolayısıyla sonun başlangıcının devridir. Hukuk, adalet getirilecek derken hukuksuzluğun, adaletsizliğin kol gezdiği kavramlar karmaşasıdır. 12 Eylül bu ülkede aslında ‘’Sözün bittiği yerdir!’’ 

Süreç içerisinde toplum gencinden yaşlısına yıpratılmıştır. Çark ruhları, kişilikleri birbirine vurmuştur. Açılan yaraları onarmak bugün dahi mümkün olmamıştır. Siyaset çuvallamış, toptan partiler kapatılmış, insanlar fikirleri yüzünden mahkûm edilmiş ve pek tabi işkencelere maruz kalmıştır. İşkence devridir aslında 12 Eylül, demokrasinin duvara toslamasıdır, tıpkı halkın tosladığı gibi. Önlemler aslında inançsızlık ve de güvensizliktir, samimiyetsizliktir. Pek tabii kokuşmuş düzenin günah çıkarırken çürümüşlüklerinden kurtulma adına eyleme geçirdiği ‘’çöpleri ayırma’’ şablonudur. Yalnız burada bir tek soru kafaları kurcalıyor: Kime ve hangi kritere göre çöp? 

12 Eylül Darbesi ile birlikte hiç şüphesiz siyasal süreç sıkıntıya girdi. Zira öncesinde de ülke karış karış kan banyosuna bünyesini bandırdı. Gerek darbe öncesi gerek darbe sonrası acılar, yaşananlar yürekleri dağladı, ocaklar söndürdü, var olan kaotik ortamın köşelerini sivriltti. Kitlesel tutuklamalar ve ölümler önüne çıkan her şeyi arkasına aldı, bir çığ misali devleşti ve öbek öbek zavallı canları herkesin gözü önünde yuttu. Sıradan halk yutkunmaya çalıştıkça başına dert açacağından emindi ve o yüzden hedeften uzağa odaklandı, sırtını döndü, başını da önüne aldı. Hatta ölüm haberleri bir ara öyle arttı ki halk cenazeleri artık tınlamaz, kanıksar hale geldi. Halkın her şeye alışıkmış gibi davranması elbette arabayı önden çekenlerin ekmeğine yağ sürdü. Suskunluk içten içe çürümeyi hızlandırdı, yozlaşmanın altına kalın çizgi çekti. Mahpushane duvarlarının ardında yaşananlar dahi olayın ehemmiyeti açısından halkın tepkisi çerçevesinde itici güç olamadı. Ağızlar kapandı, cümleler boğum boğum gırtlakta kaldı. Gözler gördü, kulaklar duydu, yürekler yandı ama ağızlar hep kapalıydı. Ruh yırtılmıştı, sarkan salkım saçak iplikleri toparlamak artık o kadar mümkün olamayacaktı. Yaralar kabuk tutması için kendi haline bırakılmış, bekletiliyordu ama o yaralar asla ne yazık ki kapanmayacaktı. 

Dolayısıyla 12 Eylül bir milat mıdır değil midir? Başlangıç mıdır son mudur? Bazılarına göre hepsi…ama şu bir gerçek ki esaslı bir yıkımdır ve o yıkımla çoğu insan ruhunu, benliğini, yaşama sevincini-isteğini ve özellikle insanca yaşama şansını yitirmiştir. 

Birileri kurban olmuş, birileri kurban edilmiş, birileri de kurban etmiştir ama en çok bu topraklar ağlamıştır sessizce, sessizlik hüküm sürmüştür dillerde. Bir bu toprakların kanına işlemiştir vahamet ve en çok bu topraklar üstüne çöreklenmiştir dalalet. Bu çalışmada, 12 Eylül’ ün öncesini ve sonrasını yarattığı deprem ile birlikte irdeleyeceğiz. İhtilal öncesinde ve sonrasında, toplum dâhilinde gençliğe kuş bakışı bakacağız. Muhakkak ki 12 Eylül’ ü tarif etmeye sözler yetmez ancak bu çalışma çerçevesinde dönemi öncesiyle sonrasıyla anlatmaya, cümlelerin gölgesinde sorunları taramaya, fikirler arası hesapları bulmaya ve sorgulayarak bir nebze de olsa bazı sorulara cevaplar bulmaya çalışacağız. 12 Eylül gibi meşakkatli ve derin bir konuda bana yardımını esirgemeyen, her türlü desteği sağlayan, heyecanımı hep yüksek tutan saygıdeğer danışman hocam Yrd. Doç. Dr. TÜRKAN BAŞYİĞİT’ e, yüksek lisans eğitimim süresince konulara getirdikleri farklı bakış açıları ile ufkumun genişlemesine büyük katkı sağlayan öğretim üyelerine, tezimi hazırlarken yazmış oldukları makaleler ve kitaplar ile bana büyük destek sağlayan konuya ilişkin çalışma yapmış tüm bilim adamlarına ve canım aileme teşekkür eder, saygılar sunarım. 

DİLEK KIRKPINAR İZMİR/ TEMMUZ 2009 

VI 

ÖZET 

     Silahlı kuvvetlerin yapısal özellikleri, ülkenin politik kültürü, Politik yönetimin başarısızlığı ve meşruluğunu yitirmesi, çeşitli grupların siyasi yönetime dâhil olmaya çalışması ve bu tür grupların provakatif uğraşları, ekonomik sorunlar gibi etkenlerin bir araya gelmesi henüz gelişimini tamamlayamamış ülkelerde askeri müdahaleye neden olmaktadır. Türkiye bu tür müdahalelerle geçmişinde sık sık karşılaşmıştır. İşte 12 Eylül İhtilalı de böyle sıkıntılı bir sürecin son halkasıdır. Darbe ülkeyi istikrara kavuşturmak adına yapılmış, öncesinde var olan kıyımı durdurmak için yola çıkmış ve fakat bir müddet sonra verilen cezalarla, değiştirilen anayasa ile ve elbette cezaevlerinde somutlaşan işkencelerle devlet eliyle terörü meşrulaştırıp ikinci bir kıyım tablosuna sebebiyet vermiştir. 

     27 Mayıs 1960 İhtilalı’ ndan, 12 Eylül 1980 İhtilalı’ na uzanan süreç Türk siyasal hayatı için oldukça yıpratıcı olmuştur olmasına ama sonrası da toplumun geleceği adına bir sosyal çökertme olarak yer doldurmuştur. İhtilal bir silindir misali toplumun üzerinden geçmiş ve sebebiyle, sonucuyla Türk Demokrasi tarihinde kara bir damga olarak yer almıştır. 

Bu tez çalışmasında; 12 Eylül 1980 İhtilalı’ nın genel kapsamı, oluşum zinciri ve beslendiği kaynaklar ile ilgili genel bir değerlendirme yapılmış, ihtilal öncesinde ve sonrasında hâkim olan sosyal, siyasal ve ekonomik gelişmeler çerçevesinde gerçekleşen olayların gençliğin üzerindeki etkileri analiz edilmeye çalışılmıştır. 

İÇİNDEKİLER 

YEMİN METNİ………………………………………………………………………………1 
TUTANAK…………………………………………………………………………………….2 
TEZ VERİ FORMU…………………………………………………………………………..3 
ÖNSÖZ………………………………………………………………………………………...4 
ÖZET…………………………………………………………………………………………..6 
ABSTRACT…………………………………………………………………………………..7 
İÇİNDEKİLER……………………………………………………………………………….8 
KISALTMALAR………………..…………………………………………………………..11 
GİRİŞ…………………………...…………………………………………………………..13 

I-12 EYLÜL’ E GİDEN SÜREÇTE GENÇLİK HAREKETLERİ VE SİYASAL ORTAM…………...23 

A-68 KUŞAĞI………………………………………………………………………………..23 

1-1971 Yılına Girerken…………………………………………………………………..27 
2-TİP ve Milli Demokratik Devrim……………………………………………………..27 
3-DİSK…………………………………………………………………………………….29 

a-Kanlı Pazar…………………………………………………………………………….30 

B-12 MART MUHTIRASI………………………………………………………………….31 

1-12 Mart Muhtırası’ na Doğru Koşar Adım…………………………………………...31 
2-15/16 Haziran Eylemleri………………………………………………………………..32 
3-12 Mart Muhtırası……………………………………………………………………...34 
4-26 Nisan- Sıkıyönetim…….…………………………………………………………….37 
5-Muhtıra Sonrası………….……………………………………………………………..39 

C-1973 SEÇİMLERİ………….…………………………………………………………….41 

1-Sıkıntılı Ortaklık……………………………………………………………………….45 
2-Kıbrıs Barış Harekatı………………………………………………………………….47 
3-Milliyetçi Cephe………………………………………………………………………..48 
a-Milli Türk Talebe Birliği……………………………………………………………...51 
b-Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF)…………………………………………..54 
c-Akıncılar………………………………………………………………………………55 
d-Milli Selamet Partisi (MSP)…………………………………………………………..57 
e-MHP ve Ülkücü Hareket………………………………………………………………60 

D-APOCULAR VE KÜRT HAREKETİ…………………………………………………..65 

E-1977 YILI- KANLI 1 MAYIS VE SEÇİMLER………………………………………...69 

1-Kenan Evren…………………………………………………………………………….75 

F-KATLİAMLAR…………………………………………………………………………...78 

1-16 Mart Katliamı……………………………………………………………………….79 
2-Ümraniye Katliamı……………………………………………………………………..79 
3-Bahçelievler Katliamı…………………………………………………………………..80 
4-Maraş Katliamı…………………………………………………………………………80 
5-Malatya Olayları………………………………………………………………………..81 
6- Sivas Olayları…………………………………………………………………………..82 
7-Çorum Olayları…………………………………………………………………………82 
8-Tarsus Olayı…………………………………………………………………………….83 

G-FATSA (TERZİ FİKRİ) OLAYI………………………………………………………..84 

H-TARİŞ OLAYLARI……………………………………………………………………...85 

I-DARBE ÖNCESİ SUİKASTLAR……………………………………………………….89 

J-27 ARALIK 1979 UYARI MEKTUBU………………………………………………….91 

K-24 OCAK KARARLARI……………………………………………………………….93 

II-VE 12 EYLÜL / GENÇLİĞE VURULAN DARBE……………………………………97 

A-KURUCU MECLİSİN OLUŞTURULMASI………………………………………….110 
B-1982 ANAYASASI VE BAŞLICA ÖZELLİKLERİ…………………………...113 
C-1983 SEÇİMLERİ………………………………………………………………………......123 

1-Turgut Özal…………………………………………………………………………...........128 

D-12 EYLÜL’ÜN BİLANÇOSU/YOK EDİLEN GENÇLİK…………………………..130 
E-12 EYLÜL CEZAEVLERİ / SOKAKLARDAN PARMAKLIKLAR ARKASINA..137 
1-Cezaevinden Dağlara / PKK Terörü Doğuyor………………………………………140 
F-ÜNİVERSİTE GENÇLİĞİNE DARBE/YÖK VE 1402’LİKLER………….……….144 

III-12 EYLÜL SONRASI GENÇLİK VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM…………………151 

A-12 EYLÜL ASKERİ DARBESİNİN TÜRKİYE EKONOMİSİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ……151 

1-Banker Kastelli………………………………………………………………………..154 

B-12 EYLÜL ASKERİ DARBESİNİN TÜRK POLİTİKASI ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ………..157 

1-1987 Seçimleri ve ANAP……………………………………………………………...161 
2-SHP……………………………………………………………………………………..164 
3-DYP ve Tansu Çiller…………………………………………………………………..164 
4-Refah Partisi…………………………………………………………………………...167 
5-28 Şubat Post Modern Darbesi……………………………………………………….168 
6-AKP…………………………………………………………………………………….170 

C-12 EYLÜL ASKERİ DARBESİNİN GENÇLER ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ/ 

TOPLUMSAL DEĞİŞİM…………………………………………………………………172 

SONUÇ……………………………………………………………………………………...198 

BİBLİYOGRAFYA………………………………………………………………………..204 

EKLER……………………………………………………………………………………...214 

KISALTMALAR TABLOSU 

ADD : Atatürkçü Düşünce Derneği 
A.P: Adalet Partisi 
AKP : Adalet ve Kalkınma Partisi 
ANAP: Anavatan Partisi 
BTP : Bağımsız Türkiye Partisi 
C.G.P : Cumhuriyetçi Güven Partisi 
C.H.P : Cumhuriyet Halk Partisi 
C.K.M.P: Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi 
D.D.K.O: Devrimci Doğu Kültür Ocakları 
D.G.S.A: Devlet Güzel Sanatlar Akademisi 
DISK: Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu 
D.M : Danışma Meclisi 
D.P : Demokrat Parti 
DPT: Devlet Planlama Teşkilatı 
DSP : Demokratik Sol Parti 
DYP : Doğru Yol Partisi 
H.P: Halkçı parti 
H.K.O: Halkın Kurtuluş Ordusu 
IDP: Islahatçı Demokrasi Partisi 
I.K.D.P: Irak Kürdistan Demokrat Partisi 
I.M.F : Uluslararası Para Fonu 
İTÜ: İstanbul Teknik Üniversitesi 
KİT: Kamu İktisadi Teşekkülleri 
K.K.K : Kara Kuvvetleri Komutanlığı 
M.B.K : Millli Birlik Komitesi 
M.C: Milliyetçi Cephe 
MÇP: Milliyetçi Çalışma Partisi 
M.D.D: Milli Demokratik Devrim 
M.D.P: Milliyetçi Demokrasi Partisi 
M.G.B: Maoist Gençlik Birliği 
M.G.K : Milli Güvenlik Kurulu 
M.H.P : Milliyetçi Hareket Partisi 
M.I.T: Milli İstihbarat Teşkilatı 
M.N.P: Milli Nizam Partisi 
M.S.P : Milli Selamet Partisi 
MTTB: Milli Türk Talebe Birliği 
ODTÜ : Orta Doğu Teknik Üniversitesi 
Org. : Orgeneral 
P.P.K : Politik Partiler Kanunu 
RP : Refah Partisi 
SHP : Sosyal Demokrat Halkçı Parti 
SODEP: Sosyal Demokrasi Partisi 
SSCB: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği 
STK: Sivil Toplum Kuruluşları 
T.C.K : Türk Ceza Kanunu 
T.H.K.O: Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu 
T.H.K.P-C: Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi 
TIKKO: Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu 
T.I.P: Türkiye İşçi Partisi 
T.K.D.P: Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi 
T.K.P/ML: Türkiye Komünist Partisi/ Marksist-Leninist 
T.M.T.F: Türk Milli Talebe Federasyonu 
TOBB : Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği 
TPAO: Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı 
TRT : Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu 
T.S.K : Türk Silahlı Kuvvetleri 
TÜİK : Türkiye İstatistik Kurumu 
Y.A.D : Yüksek Adalet Divanı 
Y.A.Ş:Yüksek Askeri Şura 

GİRİŞ 

Türk Demokrasi tarihi, 27 Mayıs 1960’ da bir ilkle karşılaşır. Cumhuriyet kurulduğundan beri beraberinde getirdiği değerlerle ters düşer, inandığı siyasi tezler yerle bir olur. Önce var olan demokrasi ilkeleri yara alır, sendeler ve sonrasında siyasete cunta bulaşır. Her şey yenilenir akabinde, başkalaşım geçirir. Eskiler atılır sözde ve yamalar devri başlar, elbette önce anayasa yamalanır. Aslında gayet adil, resmi kanallardan, halkın isteği doğrultusunda iktidara gelerek umut vaat eden bir iktidar partisi ülkenin çıtasını yukarılara çekmek için yola çıkmışken bir anda toplumun, muhalefetin ve ‘’olmazsa olmaz’’ ordunun doğrularıyla bozguna uğrar. 

Adnan Menderes ve beraberindekiler, Demokrat Partililer çıktıkları yolu yarıda bırakmak zorunda kalır, sabahlar kararır. Aydınlıklar daha fazla iktidar partisi için kar getirmeyecektir, yolun sonu bir sehpanın ucunda yükselecek yağlı urganlar olur. Türkiye 27 Mayıs ile ‘’Cunta’’ ya ‘’Merhaba’’ der ve var olduğu sürece yanı başından eksik olmayacak, her daim mevcudiyetinin ebediliğini gölgesiyle hissettirecek başucu desteğinin yani ordunun ve ordu ile kol kola yürüyeceği kapıların açılmasıyla bambaşka ufuklara yelken açar. 

İsmet Bozdağ’ ın Celal Bayar ile yaptığı söyleşilerden oluşan ‘’Bir Darbenin Anatomisi-Celal Bayar Anlatıyor’’ adlı kitapta çok ilginç üstelik bu ülkenin siyasi 
gerçeklerinin, siyasi tarihinin de önemli bir tespiti yer alıyor bana kalırsa. Diyor ki Bayar: ‘’İnsanların cenneti, cehennemi dünyadaki hayatlarıdır. Biraz da hakları var, bazen insana en büyük ceza, kendi hatalı hayatı oluyor.’’ 

Cennet ve Cehennem! İşte Adnan Menderes için önce cennet bahşedilir toplumca sonra cennet cehenneme uzanır. Kişisel hatalar, ihtiraslar ve askerin hâkimiyet arzusu, erk ispatı Adnan Menderes ile Türk Siyasi Tarihini bir idam sehpasında buluşturur. 27 Mayıs sonrası Türkiye demokrasi elbisesini artık bir köşeye kaldıracaktır. Türkiye’de askeri yönetim, 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 yıllarında iki kez doğrudan, 12 Mart 1971 yılında ise bir kez dolaylı olarak politik hayata müdahale edecektir. Cumhuriyet kurulduktan kısa bir süre sonra, 1946’ da çok partili döneme geçiş yapan Türkiye bu erken adımların faturasını darbe ile ödeyecektir. 

Demokrat parti döneminde başlayan liberalleşme, devletin ve dış yardımların desteğiyle özel tekellerin oluşması, dış borçlarla beraber dış ekonomilere bağımlılık, orta sınıf mensuplarının güç kaybı, seçim öncesi verilen vaatlerin yerine getirilememiş olması, baskı ve zorbalık rejiminin ülkeyi kıskaca alması, 1954 yılı itibarıyla iyice artan iktidar - muhalefet gerginliği, iktidar partisinin seçmen ve bürokrasi, basın ve hatta üniversite çevresi ile olan olumsuz ilişkileri şiddetli fırtınanın kopması için sahneyi hazırlar, oyuncular maskelerini takar.

27 Mayıs İhtilalı’ nin nedenlerine, ülke yönetiminde etkili olan iki farklı sınıfın mücadelesi olarak bakılabilir. Türkiye Cumhuriyeti’ nin yönetiminde, devletin kuruluşundan beri iki zümre etkili olmuştur. TC yönetiminin iki ayrı yüzünü oluşturan bu zümreler; devletçi seçkinler ve gelenekçi liberallerdir1. 
Türkiye’ de ‘’Darbeler Tarihi’’ için başlangıç zamanıdır, 27 Mayıs. Ülkedeki gerginlik, omuzlarına düşen sorumluluğun özünü idrak edememiş siyasiler dâhilinde iktidarmuhalefet çekişmeleri, halkın içine düştüğü buhran, içi doldurulamamış rejim çıkmazı, seçimle başa gelip sonrasında memleketi geriletme politikası, aydın ve ordu kesimindeki tahammül sınırlarını aşmış saldırgan tutum, ilerici ve tutucu hesaplaşması, özgürlük ve çağdaşlaşma hedefi önce 27 Mayıs’ ı sahneler sonrasında ülkeye 1961 Anayasası’ nı hediye eder.

Darbenin yapılma amacı; yönetimi DP’ nin elinden alıp, başka bir sivil idareye devretmekti. Ancak MBK, içerisinde yer alan farklı grupların tesiri ile yönetimi sivil idareye devretmekte yavaş hareket etmiştir. Yönetim sivil idareye, CHP’ lilerin ve aydınların yoğun telkinleri sonucunda, MBK içerisindeki iktidarda kalma yanlısı olan 14’ ler grubunun tasfiye edilmesi ile devredilebilmiştir2. 

İktidarda olmak dayanılmaz hırslar, karşı konulamaz arzularla birlikte yaşamak demek bir yerde. Dolayısıyla ülkeyi yönetme gibi bir emelle birleşince, sorumluluğu sindiremeyen bünyelere zararlar verebiliyor. Kişiler kendi bünyelerindeki marazlara çözüm bulmayınca, arıza hali anında halka geçiyor ve ülkeyi sarıyor. İşte MBK de hırslarına yeniliyor, kendi içindekilerle çıkarlar örtüşmüyor, bir süre sonra başa niye geçtiklerini unutuyorlar. Yönetim sivil idareye geçiyor geçmesine ama o koltukta baki kalma yanlılarının tasfiye edilmesiyle. 

27 Mayıs Darbesi ile bizi en çok ilgilendiren yeni anayasa tabiki çünkü 1961 Anayasası ile birlikte geniş anlamda bir özgürleşme, özgürleştirme politikası gözlemliyoruz. 

  Zaten Milli Birlik İktidarı’ nın eyleme geçtikleri zaman içlerinde büyüttükleri yegâne hedeflerden birisi bu nüans oluyor: Demokratik düzen ve özgürlük. Akabinde yenilikler kol kola geliyor ülkede. Örneğin ihtilal sonrası değişen anayasa ile birlikte sola açılım başlıyor toplumda. Şüphesiz emeğin sesi daha güçlü çıkmaya başlıyor. Aslında sadece emeğin sesi değil elbette gençliğin sesi güçlü çıkıyor. İşçi sınıfı doğuyor. Eşitlik, sınıflar arası denge dillendiriliyor ve kavramlar icraata geçirilmeye çalışılıyor. 
   Milli değerlere sahip çıkılarak, Amerika ve emperyalizme karşı, gruplar halinde muhalifler varlık gösteriyor. Sendikalaşma başlıyor, hızlanıyor, çoğalıyor. Ekonomide verimlilik yakalanmaya çalışılıyor, dışa bağımlılık reddediliyor. Her anlamda ‘’Bağımsız Türkiye’’ için müthiş bir özlem ve beraberinde mücadele başlıyor. Ancak 1961 Anayasası da bütün bu hedeflere, iyi niyete, özgür ve modern Türkiye kurmaya yetmiyor. Sistem çok zaman geçmeden arıza veriyor. 

  Türkiye’ de 1965 yılından sonra, AP iktidarına muhalif olan kesim meydanlara çıkarak, ülke genelinde isçi grevleri, toprak yağmalamaları ve öğrenci olaylarının yaşanmasına sebep olmuştur. Birbirine zıt olan bu iki kesimin meydana getirdiği anarşi ortamı 12 Mart Muhtırası’ na neden olmuştur. 1961 Anayasası’ nın aşırı özgürlükçü, temel hak ve özgürlükleri arttıran maddeleri; 12 Mart Muhtırası’ndan sonra da yasa dışı sol örgütlerin ve sendikaların faaliyet göstermesine neden oldu. Bu militan gruplar, muhafazakâr ve milliyetçi halk kesimiyle çatışmaya devam etmiştir. 1971 ve 1973 yıllarında, 1961 Anayasası’ nın bazı maddelerinde yapılan değişikliler, bu anarşi ortamını düzeltmeye yetmemiştir3. 

1960 yılındaki darbeden sonra ülke bir süre dinginliğe kavuşuyor. Gerçi Adnan Menderes’ in idam edilmesi toplumun pek de beklemediği bir sonuç olduğu için tıpkı darbe gibi ve elbette kabul edilemez bir gerçek olarak insanları bir süreliğine şoka sokuyor ama şoku atlatmak da beklenilenin aksine zor olmuyor. 1961 Anayasası’ nın ülkeye her koldan özgürlük getirmesiyle bazı değerler zarar görmeye başlıyor. Özgürlüğün manasının sindirilmesi kolay olmuyor. Özellikle sola açılımın her sektörde, toplumun her kesiminde hayat bulmasıyla sorunlar hızla uç veriyor. Var olan sorunlar dünyayı kasıp kavuran 68 kuşağı dalgasıyla tavan yapıyor. Bir anda gençlik olayları başlıyor; bir grup solcu genç önce toplum içinde sivrilmeyle, sonra hükümetin gözüne batmayla gündemi meşgul eder oluyor. Akabinde yeni sorunlar, yeni bunalımlar ve yine yeniden darbeler, muhtıralar…Olmaz olası idamlar…Ülke makus talihine bir kez daha boyun eğiyor, eğdiriliyor ve var olan bazı gerçekler hiç değişmiyor…

Ülkemizde 12 Mart öncesi dönemde tanık olduğumuz gençlik olayları, önemli ölçüde, Avrupa’da ve özellikle Paris’te 68 Baharında yaşanan olayların uzantısı niteliğindedir. 

Esasen, yakın tarihimizde Batı kaynaklı olmayan bir akım bulmak zordur. Faşizm de, sosyalizm de, kapitalizm de ve hatta birçok bakımlardan irtica da… Batı kaynaklıdır. Bizim Batı kaynaklı olmayan ve fakat Batı ile birlikte tüm Dünya’da yansımaları görülen bir akıma kaynaklık ettiğimiz görülmemiş midir? Kanımca, bu açıdan önemli bir istisna Kemalizm’ dir. Kemalizm, bizden kaynaklanmış olan, Büyük Fransız Devrimiyle Bolşevik Devrimi’ nden esinlenerek oluşturulmuş özgün bir sentezdir ve Vietnam’dan Cezayir’e ve Latin Amerika’ ya kadar değişik türlerdeki ulusal kurtuluş hareketlerine temel oluşturmuştur. Bizde, 12 Mart öncesinde cereyan eden gençlik olaylarını farklı kılan da bünyesinde taşıdığı bu Atatürkçü Kemalist özdür. ZAP suyuna köprü yapımına heyecanla katılmış olan gençlerden birisi olan Deniz Gezmiş, Atatürkçü anlamda halkçıydı ve Samsun’ dan Ankara’ ya doğru yürüyüş geleneğinin başlatıcısı olmakla, Atatürkçü heyecanının somut örneklerinden birisini ortaya koymuştu4. 

Türkiye’nin 68’i farklı bir eksene oturuyor dünya ölçeğinde. Fitil belki Paris’ ten ateşleniyor ama Türkiye’ nin ayrıca kendine özgü nedenleri var 1968 için. Gecikmiş ya da ‘’geri kalmış’’ olmaktan kaynaklanan nedenler bunlar. Azgelişmişlik söylemi burada ağır basıyor. Üniversiter altyapı çok daha yetersiz tüm Batı ülkeleri ile karşılaştırıldığında. Ama daha da beteri Türkiye 40’ lı yıllarla 80’ li yıllar arası bir ‘’demografik devrim’’ yaşıyor. Kimi Batı ülkelerinde 18. Yüzyılın 2. yarısında gündeme gelen bu nüfus patlaması Türkiye’ ye epey geç ulaşıyor. Avrupa 19.yüzyılda kentleşiyor. Oysa Türkiye’ de kentleşme 1950’ lerden itibaren gündeme geliyor. Hızlı nüfus artışına kırsal kesimin hızla çözülüşü ekleniyor. Artı, Batı’ nın ‘’altın çağ’’ ına karşı Türkiye’ de özellikle 1950’ lerin ikinci yarısında gözlenen ekonomik düş kırıklığı5. 

Kentleşmeyle birlikte tüm dünyada olduğu gibi köy yaşantısı çöküntüye uğruyor, feodalizm darbe alıyor, köylü olma olgusu çözülüyor. Sanayileşmenin başlamasıyla genişleyen çalışan kesim yelpazesi aydınlanmayla bir başka girdap içine giriyor. Kültür devrimi baş gösteriyor ve tüm dünya genelinde eğitim almak en önemli vasıf, en önemli fırsat olarak yayılıyor. Üniversitelerde eğitim ise zirveye ulaşmak, dünyayı algılamak, söz sahibi olmak, düzeni değiştirmek için yegâne ayrıcalık. Dolayısıyla bir başkalaşım söz konusu, gençler kendilerini aşmaya çalışıyorlar, bilinçleniyorlar, öğreniyorlar, yaşamanın özüne iniyorlar, fırsat eşitliği için mücadele ediyorlar. 

Bu şartlarda yetişen bir grup solcu genç kısa sürede var olan düzene baş kaldırmalarıyla dikkat çekiyorlar. Aslında öyle sistemli yetişmişler ve öyle kolay gündeme oturuyorlar ki, sanılanın aksine tepeden inme olmuyor hiçbir şey. Tek arzuları bağımsızlık, eşitlik, kapitalizme, emperyalizme boyun eğmemek ama her düzende olduğu gibi protest oldukları için, düzenin dilinden konuşmadıkları için niyetlerinin özü algılanamıyor, iletişim kurulamıyor, içerden ve dışarıdan organize birilerinin güdümlemesiyle susturulmaları gerekiyor. Ve elbette Türkiye bir kez daha, bir başka darbeyle üç tane özene bezene eğitilmiş, pırıl pırıl beyinli ama sadece fikirleri özürlü 3 gencini daha kurban ediyor geçmişinin kuyusuna. Hatalar silsilesi bitmek bilmiyor böylece, sınıflar arası iletişim iyice kopuyor. Halk susuyor ama her defasında bir sonrakinde daha fazla konuşmak, daha fazla söz sahibi olmak için. Gerginlik dinmiyor, aksine kuşaktan kuşağa aktarılıyor; faturalar bir sonraki nesile kesiliyor. 68 kuşağı zihnindekilerin boyutlarına hükmedemeyince, iktidarda olanlar onların bedenlerine, varlıklarına hükmediyor. 

12 Mart 1971 rejimi önce parlamentoyu feshetmeden sözü AP’ ye veriyor ve fakat bir süre sonra AP’ den bıkanlar meydanlara yağız bir delikanlı çıkarıyor. Gözler artık her yerde bu yeni yüzü arıyor, onun nezdinde CHP yükselişe geçiyor. Tarih sayfaları Bülent Ecevit’ i selamlıyor, Karaoğlan efsanesi başlıyor. Özellikle 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile ülke dört bir koldan ona kucak açıyor. Kısa sürede idol oluyor ama 73 seçimlerinin sonucu ne yazık ki yanına kar kalmıyor.

12 Eylül’ e akan sıkıntılı süreçte halk Ecevit’ ten sonra Necmettin Erbakan ile tanışıyor ve ülkede ilk kez Meclis İslami motiflerin ağırlığı ile yüzleşiyor. Milli Selamet Partisi dini duyguları hayatının amacı olanların sığınağı oluyor. Ecevit’ in elini tutarak yıldızını parlatan, parlamentoya giren Erbakan, çıkarlarıyla ters düşünce CHP ile restleşmeyi seçiyor. Önce Mayıs 1974’ de genel af görüşmeleri ile ilişki çatlağa uğruyor, sol görüşe sahip mahkûmların da tahliyesiyle sesler yükseliyor. Akabinde gelen Kıbrıs Barış Harekâtı zaferi paylaşılamayınca Ecevit birden egosuna yenik düşüyor ve tek başına iktidar olabilme hayali ve arzusuyla MSP ile yollarını ayırıyor. Erken seçime giden Ecevit hüsrana uğrayınca, iktidarı bir başka koalisyona kaptırıyor. Zaten 1973 seçimleri sonucu ile iyice bilenmiş olan Süleyman Demirel bu fırsatı kaçırmıyor, devreye AP-MSP-MHP yani ‘’Milliyetçi Cephe’’ koalisyonunu sokuyor ve hatta bu yeni oluşumu ayakta tutabilmek adına bir başka yeni parti MHP’ ye sınırsız taviz veriyor. MHP dâhilinde 27 Mayıs’ ın baş mimarlarından Alparslan Türkeş bu sayede sokaktaki elini iyice güçlendiriyor. Öyle ki artık bir başka sahne ‘’perde’’ diyor, sokak 
faşizmi ortalığı kasıp kavurmaya başlıyor. Bir anda ülkeyi cinayet furyası kaplıyor, kara bulutlar çörekleniyor toplumun ve de gençlerin üzerine. Düellolar start alıyor; art arda fraksiyonlar, bölünmeler, kamplaşmalar, gövde gösterileri…ortalık toz duman oluyor, göz gözü görmüyor. Öyle ki cepheleşme okullara, devlet dairelerine, emniyet güçlerine varana kadar velhasıl her yere yayılıyor. Bir süre sonra artık ölümler de kanıksanıyor. 

Grupların birbirine insafsızca kıyımı 1976-1977 yıllarında tavan yapıyor. Özellikle bu yıllarda iki farklı karakter daha çıtasını yükseltiyor: TKP ve DİSK. İlk kez 1976 yılında kitlesel gösteri olma niteliği taşıyan 1 Mayıs kutlaması, 1 yıl sonra yerini katliama bırakıyor. 1 Mayıs 1977’ de İşçi Bayramı’ nı kutlamak üzere pek çok insan pek çok şehirden toplanıp gelmiş ve sayı beklenilenin üzerine çıkınca uzun bir kortej oluşmuş, akabinde alana girmekte insanlar zorluk çekmişlerdir. DİSK Başkanı Kemal Türkler’ in kürsüye çıkarak yaptığı konuşmanın sonlarına doğru bir anda patlayan silah sesleri ile panik halinde halk sağa sola kaçışmaya başlamış ve akabinde Kazancı Yokuşu’ nda çoğu ezilerek, boğularak ölmüştür. Bilanço ağırdır: 34 kişi ölmüş, 130 kişi yaralanmıştır. Birçok kişi ve belgeye göre olayın planlayıcısı CIA gibi dursa da, bu günümüzde dahi netlik kazanamamış, açıklığa kavuşamamıştır. Tek bir gerçek vardır: 1 Mayıs katliamı sonraki terör olaylarının, huzursuzluğun, gerilimin de tetikleyicisi olmuştur. 

Bu olaylardan sonra Türkiye’ de sivil savaş görünümü alan çatışma ve olaylar artarak devam etmiştir. O dönem radikal sağcı örgütlerde de tıpkı diğer gruplar gibi kendi içlerinde ayrılıyorlardı. Aşırı milliyetçi MHP’ nin “Bozkurtlar” ı aşırı dinci MSP’ nin “Akıncılar” adı verilen grupları vardı. MHP özellikle Kürtler ve Aleviler gibi etnik ve dini azınlıkların bulunduğu yerlerdeki Türkleri ve Sünni Müslümanları bu gruba karşı kışkırtıyorlardı. MHP çok hiyerarşik bir örgüttü ve Gençlik Teşkilatı, Ülkü Ocakları Derneği adı altında örgütlenmişti. DİSK’ in karşısına kendi ideolojisinin savunuculuğunu yapacak olan MİSK (Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu) ile polis içinde de POL-BİR adlı ülkücü bir dernek kurmuşlardı. Kamu kurumları içinde de öğretmenler ve işçiler arasında örgütlenmeye gittiler6. 

İstanbul, Ankara, İzmir, Adana gibi büyük şehirlerde özellikle eğitim kurumlarında, üniversitelerdeki gençler üzerine oynanan oyunlar çok zaman geçmeden halk arasına dalga dalga yayılınca sosyal hayat çökmüş ve kargaşa ortamı yaratılmıştır. Önceleri fikir boyutunda seyredip, ideolojik çatışmalar olarak nükseden huzursuzluk, gerilim tırmandıkça kisve ve boyut değiştirmiş, etnik ve mezhep kökenli olarak yoluna devam etmiş, şiddetini arttırmıştır. 

Amaç elbette Türkiye’ yi bölmek olunca elden gelen arda konmamış, planların derinliği günden güne artmıştır. Zira Adana, Maraş, Sivas, Çorum ve hatta Ordu da meydana gelen katliamlar, Alevi-Sünni, Kürt- Türk çatışması, ayrışması gibi dillendirilmiş ve öyle lanse edildi, kardeş kavgaları ile toplum bölünmeye çalışılmıştır. 

1975-1978 yılları arasında ülkeyi yöneten iki MC Hükümeti, birçok ciddi siyasal ve anayasal konuda, önemli çatışmaları içeren koalisyonlardı. Kendi içlerinde çıkan problemleri çözemedikleri gibi kısa sürede bu problemleri ülkenin siyasal sürecine yansıtmışlardı. 

Bu durum bir yerde hükümetin ve bürokrasinin hayati işlevlerini yerine getirememesine sebep olurken, diğer yandan sivil halkın siyasal kurumlara güven ve saygısını aşındırmış ve dolayısıyla yönetimin meşruiyeti sorununu ortaya çıkararak 1970’lerin sonlarında hükümetin tamamen işlemez hale gelmesine yol açmıştır. İlk sağcı MC koalisyonu ile sağcı partilerin iktidara gelmesi ve devletten faydalanmaya başlamaları radikal sol ideolojiyle olan çekişmeyi arttırmıştır7. 

Terör çeşitli illerdeki katliamlardan sonra, 1978 ve 1979 yıllarında ünlü akademisyenler, bilim adamları ve gazetecileri de hedef alarak büyümeye devam etmiştir. 

Olaylar iyiden iyiye bir darboğaza girmiş, çözüm yolları tıkanmıştır. En son Maraş olayları ile birlikte yaklaşık 100 kişinin ölmesi tansiyonu iyice yükseltmiş ve hükümet istemeye istemeye sıkıyönetim ilan etmek zorunda kalmıştır. Fakat sıkıyönetim de yaraları sarmaya yetmemiş, cepheleşmeyi durduramamıştır. Muhalefet bu sefer de sıkıyönetimin gerektirdiği önlemlerin 
alınmamış olmasından yakınmaktadır.

Zamanla silahlı kuvvetler de kendi içinde durum analizi yapmakta, sivil idareden rahatsızlık duymakta ve ciddi kaygılar taşımaktadır. 
Nitekim kaygısını en son bir uyarı mektubu şeklinde Genelkurmay Başkanı Kenan Evren aracılığı ile 27 Aralık 1979’ da Çankaya Köşkü’ nde Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ e sunmuştur. 
Mektup ne yazık ki hiçbir muhatap bulamamıştır. Her kurum ve her siyasi kendinde hala en ufak bir hata görmeyerek, karşısındakini suçlamayı sürdürmüştür. 

27 Aralık 1979 günü Cumhurbaşkanı’ na verilen Silahlı Kuvvetler uyarı mektubunun 12 Mart muhtırası’ ndan farkı, uyarı mektubunun partiyi veya partileri değil, bütün anayasal kuruluşları uyarmasıdır. Başbakan Demirel, bütün politik çevreler ve partiler 27 Aralık 1979’da Cumhurbaşkanı’ na sunulan uyarı mektubunu ancak 2 Ocak 1980 günü gazete manşetinde öğrenebildiler. Uyarı mektubu, 12 Eylül askeri müdahalesini önceden haber vermektedir8

Sorunlar, sorunlar, hiç bitmek bilmeyen sorunlar…Daralan sokaklar, unutulmuş umutlar, hapsolan gelecek, diz boyu şiddet, gırtlağa kadar borç, sel olmuş akan kan, azgınseviyesiz ve de basiretsiz siyasiler-liderler ve çaresiz halk…Ekonomide de sürekli bir çöküş var, tüm dünyayı saran petrol krizi var, işsizlik var, tahammülsüzlük var, sabırsızlık var…Dolayısıyla Demirel Hükümeti son kozunu 24 Ocak 1980 kararları ile ortaya koyuyor. Ekonomik danışman olarak atanan, taze kan, yeni kurtarıcı Turgut Özal serbest piyasa ekonomisinin kuralları çerçevesinde 24 Ocak Kararları’ nın yürürlüğe sokulmasına vesile oluyor. Amaçlar belli: Önce Türk parasının değerini yabancı paralara göre iyice düşürmek (devalüasyonu sağlamak), sonra para arzını ve talebini sıkı takip ederek yabancı yatırımına destek sağlamak. Elbette ekonomiyi içte ve dışta piyasa koşullarına açmak, ithalatı serbest bırakmak, KİT ürünlerinin fiyatlarını serbestleştirmek ve buna benzer daha nice hedefler…Ayrıca hükümet Haziran 1980 de IMF ile de anlaşmaya çalışıyor. 

Sonrasında bir de Cumhurbaşkanı seçme krizi patlak veriyor. Zaten siyasiler bir demokrasi açmazı içerisindeler. Gerek iktidar gerek ana muhalefet partisi liderleri kendi partilerinin içindeki bazı uç görüşlüler yüzünden bir türlü bir araya gelememekte ve her fırsatta uzlaşmak yerine birbirlerine en ağır hakaretleri yüklü salvolarla boca etmektedirler. Her iki lider de gözlerinin önünde olup biteni görememiş, gelecek günlerin sıkıntılı sinyalinin farkına varamamış ve arkalarında duranların bir yerde kurbanı olmuşlardır. TSK de keza aynı şekilde bir yere kadar olanlara göz yummuş, bazı şeyleri seyretmiş ve hatta Kenan Evren gibi bazı askerlerin yüksek kademelere gelmelerinin önü açılmış ve bu sayede dört koldan organize plan, sistem uygulamaya konulmuştur. 

6 Nisan 1980’de Fahri Korutürk’ ün görev süresinin dolmasıyla atağa geçen parti liderleri fırsatı değerlendirmekte gecikmedi. Fakat her iki partinin de istediği adaylar yüzünden, körü körüne ısrarları yüzünden seçimlerin önü tıkanmaktan öteye geçemedi. Yapılan 115 tur sonuçsuz kalınca Senato Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil görevi üstlenerek, aylarca cumhurbaşkanlığına vekâlet etti. 

16 Haziran 1980’ de Ecevit, hükümeti düşürmek için bir soruşturma önergesi vermiştir. 17 Haziran 1980’ de Genişletilmiş Sıkıyönetim ve Milli Güvenlik Kurulu toplantısında, Kuvvet Komutanları, Genelkurmay 2. başkanı ve Kenan Evren, Bayrak  Harekâtı’ nın başlatılması kararını aldılar. Plana göre 11 Temmuz 1980’ de iktidara el konacaktır. Ancak Ecevit’ in hükümete karşı verdiği önergenin reddedilmesi, harekâtın ertelenmesine yol açan etkenler arasında yer almaktadır çünkü Evren, Yüksek Komuta Kademesi’ nin, Ecevit’ in önergesi başarısız olduğu esnada, hükümeti iktidardan indirerek Ecevit’ in yanındaymış gibi bir izlenimin oluşmasını engellemek istemiştir. Ayrıca 4 Ağustos 1980’ de Yüksek Askeri Şura toplantısının olması da bu erteleme kararında etkili olmuştur. Çünkü Evren ve kuvvet komutanları, şura toplantısının müdahaleden sonraya bırakılması halinde tayin ve terfileri gerçekleştirmenin zor olacağını düşünmüşlerdir. Bu yüzden 4 Ağustos 1980’ den itibaren 11 Temmuz 1980’ de yürürlüğe konulması düşünülen ‘’Bayrak Harekât Emri’’ iptal edilerek toplatılmıştır 9. 

Ve işte iptal edilen harekat 12 Eylül 1980 Cuma günü, saat 04:00 de Türk radyolarından halka duyuruluyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’ nin ‘’emir-komuta zinciri’’ içinde hâkimiyeti ele geçirdiklerini duyurdukları anonsla beraber Milli Güvenlik Konseyi’ nin 1 numaralı bildirisi de okunuyor. Müdahale aslında her kesimden insanın beklentisi olduğu için kabul ettirmek adına her hangi bir dayatma, zorlama ile karşılaşılmamıştır. Tek bir gerçek vardır ki artık ülkede hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır; yağlı urganlar aslında bundan sonra tüm toplumun, sonraki nesillerin de boğazına geçecektir. Ülkenin geleceğini yıllar geçse de ipotekten kimse kurtaramayacaktır. 

Bildiride harekâtın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmak olarak belirtilmektedir. Milli Güvenlik Konseyi (MGK) bu bildiriyle, parlamentoyu ve hükümeti feshederek, parlamenterlerin dokunulmazlıklarını kaldırmıştır. Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilerek, yurt dışına çıkış yasağı getirilmiştir. Ayrıca vatandaşların can ve mal güvenliği açısından ikinci bir emre kadar saat 05:00’ den itibaren sokağa çıkma yasağı konmuştur10. 

Elbette 12 Eylül Bildirisi’ nin radyodan ülkeye, halka duyurulduğu sıralarda parti liderlerine de tebligatlar ulaştırılmıştır. Tebligatlar liderlerin ikamet edeceği yerler ile ilgilidir. Liderlerden sadece Alparslan Türkeş evinde bulunamamıştır. Harekât ile ilgili açıklama daha sonra saat 13: 00’ de bizzat Kenan Evren tarafından Türkiye Radyo ve Televizyonu haber bülteni aracılığıyla duyurulmuş tur. 12 Eylül İhtilalı, 27 Mayıs ve 1971 Muhtırası’ ndan hem sistem hem teorik olarak farklı gerçekleşmiştir. Her şeyden önce en uzun süreli olanıdır, 3 yıl sürmüştür. 

12 Eylül 1980’ de, ordu ‘kardeşkanına son vermek’ için cari siyasal sisteme 
müdahale etti. Meclis lağvedildi, bütün siyasal partiler kapatıldı ve liderlerine siyaset yapma yasağı getirildi. Ordu, müdahale etmesini mümkün kılan toplumsal anarşinin müsebbibi olarak 1961 Anayasası’ nın ‘’özgürlükçü’’ karakterini sorumlu tuttuğu için de 1982’ de yeni bir Anayasayı yürürlüğe koydu. 1980 darbesinin Türk siyasal hayatındaki etkileri, öngördüğü siyasal sistem ve toplumsal yaşam açısından iki farklı ama ilişkili bağlamda değerlendirilebilir. 1982 Anayasası ile yürürlüğe konan siyasal sistem, 1961 rejiminin devamı bir nitelik arz ederken, öngörülen toplum tasavvuru ise tam tersi bir istikamet izledi 11. 

Erik Jan Zürcher, 1980 müdahalesinin ardından, asker ve onun takipçisi sivil rejimin Türk-İslam sentezi formülüne dönmesini Osmanlı-Türk devletinin kriz zamanlarında dini argüman ve sembollere başvurma eğilimi ile bağlantılandırırken, bunun bir asır önce Halife- Sultan Abdülhamid’ in kullandığı reçeteden bir farkı olmadığını vurgular. Başka bir deyişle, 12 Eylül rejimi, ülkenin içinde bulunduğu kriz durumuna bir cevap olarak yeni koşullarda 
eski bir reçeteye dönüş yapmıştır. Bu dönüş, Türk Silahlı Kuvvetleri’ nin (TSK) — müdahaleyi de içeren— rejimin “muhafızlığı” misyonu adına yapılmıştır12. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

1 Ahmet Altan, ‘’Darbelerin Ekonomisi’’, AFA yayınları, İstanbul,1990, s.65
2 M. A. Birand vd., ‘’Demirkırat- Bir Demokrasinin Doğuşu’’, Doğan Kitapçılık, 10. Baskı, İstanbul,2005, s.181
3 Ahmet İnsel, ‘’Demokrasinin Sancılı Yılları’’, Cumhuriyet Ansiklopedisi, Yapı Kredi Yayınları, 2002-İstanbul, c. 3, s.6
4 Prof.Dr. Alparslan Işıklı; ‘’12 Mart öncesi Gençlik’’, Üniversite ve Toplum (Bilim, Eğitim ve Düşünce Dergisi), Aralık 2002,Cilt 2, Sayı 4, s.01
5 Zafer Toprak, ‘’1968’ i Yargılamak ya da 68 kuşağına Mersiye’’, Cogito (Felsefe, kültür ve düşünce dergisi), Yapı Kredi Yayınları , Sayı: 14, 1998, s. 157
6 Hakan Altıntaş, ‘’Türk Siyasal Sisteminde Siyasal Partiler ve Kentleşmenin Kutuplaşma Sürecine Etkileri’’, Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi (5) 2003, 1-31, s.18
7 Hakan Altıntaş, ‘’Türk Siyasal Sisteminde Siyasal Partiler ve Kentleşmenin Kutuplaşma Sürecine Etkileri’’, Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi (5) 2003, 1-31, s.17
8 Cüneyt Arcayürek, ‘’Demokrasi Dönemecinde Üç Adam’’, 3. Baskı, İstanbul, Bilgi Yayınevi, 2000, s.46-47
9 Ersal Yavi, ‘’İhtilalcı Subaylar’’/ 3.kitap, Yazıcı Yayınevi, İzmir-2005, s.495-496
10 Resmi Gazete, 12.09.1980, Sayı: 17103
11 Hatem Ete, ‘’27 Mayıs-28 Şubat Parantezi’ nde 12 Eylül’’, SETA-Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı, Açık Görüş-14 Eylül 2008, http://www.setav.org/
12 Ümit Cizre, ‘’12 Eylül’ ün ‘’Anti’’ Gündeminde Toplum’’, Toplumsal Tarih Dergisi, Tarih Vakfı, 31.08.2005

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***