2 Nisan 2018 Pazartesi

Oostlander Sözde Avrupalı...

Oostlander Sözde Avrupalı...


Yekta Güngör Özden 
07.05.2003
Avrupalı kendi katılıklarını, dinciliğini unutup dünyanın Müslümanların çoğunlukta olduğu 53-54 ülkesi içinde Türkiye'nin en uygar, en demokratik, dinsel gereklerin en özgür ve en mutlu biçimde yerine getirildiği, bunu da Atatürkçülüğün en belirgin ilkesi laikliğe borçlu olduğunu görmek istememektedir.
Türkiye ne zaman gücünün arttığını gösteren bir başarıyla, kültür, sanat, spor, bilim alanında bir etkinlikle ya da uluslararası bir durumla gündeme gelse, Avrupa kaynaklı olumsuz değerlendirmeler, eleştiri ve öneri görüntüsü altında haksızlık dolu yaklaşımlar birbirini izler. Son günlerde AB Raportörü Hollandalı Arie Oostlander 'in üyeliğimiz için Kemalizm/Atatürkçülüğü engel saymasındaki saçmalık, amaçlı açıklamaların yenisi. Bu ilk değil. Önceki yıllarda da Atatürkçülüğü, Atatürk' ün yetiştiği Türk Silahlı Kuvvetleri'ni, Müslümanlığı, Milli Güvenlik Kurulu'nu demokratikleşme ve AB üyeliği için engel göstermişlerdi. Osmanlı İmparatorluğu'nu sömürge durumuna düşürüp paylaşmayı gerçekleştirmek için saldırılar, oyunlar, planlar, anlaşmalar düzenleyen Avrupalılar kendi yaptıklarını unutup Türkleri barbarlıkla suçlamayı da sürdürürler. ''Sözde Ermeni Soykırım Tasarıları'' sıklığında olmasa da ısıtıp ısıtıp yineleyerek güncel kılmaya çalışırlar. İçimizdeki aymaz, bağnaz, değerbilmez korosu da bu tür safsatalara alkış tutarak kendi düşüncesinin ve amacının doğrulandığının kanıtı olarak yansıtır, neye araç olduğunun ayırdında mıdır bilinmez, ama işbirlikçi durumuna düşer.
Türkiye'nin her alanda gerçekleştirdiği atılım, bilgisiz, kötü niyetli, tutucu Avrupalıyı kıskandırıyor ya da korkutuyor. ''Yurtta barış, dünyada barış'' ilkesinin içtenlikli bir izleyicisi olarak kimsenin toprağında gözü bulunmayan laik Türkiye Cumhuriyeti'nin, ölüm-kalım savaşı vererek yarattığı Türk mucizesi sonunda, en büyük Türk Devrimi olarak gerçekleştiğini unuturlar. Bu gerçek bir yana, AB Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Tom Spencer'in AB üyeliği konusunda dürüst ve içtenlikli olmaya çağırdığı Avrupalıları Roger Garaudy 'nin suçlamalarını da unuturlar. Alman tarihçi Hans-Ulrich Wehler 'in amaçlı, gerçekdışı anlatımlarını, Türkiye-AB Parlamento Eşbaşkanı D. J. Bendit 'le Huntington' un Atatürkçülük ve ulus devlette direnmeyi sakınca sayan, laikliği dışlayıp İslamın çekirdek devleti olmamızı içeren çağdışı, sakat görüşlerine sarılırlar. Atatürkçülüğü ve onun başta gelen bekçilerinden Silahlı Kuvvetleri engel görmelerinde aşağılık duygusu da etkendir. Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı sömürgeci ve yayılmacı güçlerle içimizdeki sapkınlara karşı kazanan ordulaşmış Türk ulusudur.
Değişik soy ve inanç topluluklarına karşın elde edilen yapı Avrupalının emperyalist emellerinin engelidir. Tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik ve aydınlanma amaçlı Anadolu İhtilali başarıya ulaşmış, dinsel ağırlıklı kişisel yönetimle birlikte tüm çürük yapı yıkılmış, Osmanlılıkla hiçbir ilgisi olmayan yepyeni bir kurum sonsuza değin bağımsız yaşatılacak sağlıklı temeller üzerine oturtulmuştur. Bu temel, Atatürk ilkelerinin oluşturduğu Türk Devrimi'dir. Tam eşitlikçi yurttaşlar düzeni cumhuriyetle demokrasi yaşama geçirilmiş, uygarlığın tüm olanakları her alandaki çabalarla sağlanmış, çağdaşlaşma Avrupa'yı şaşırtmıştır. Atatürkçülük, evrensel değerleri ulusallaştırarak kendini her gün yenileyen, Türkiye'ye özgü düşünce dizgesi, izlence ve uygarlık yöntemidir. İnsanımız tebaa olmaktan yurttaşlığa, toplum ümmet durumundan ulus düzeyine çıkmıştır.
Atatürk ilkeleri, Marksizmi ve kapitalizmi geride bırakmış, kadınlara siyasal hakları İsviçre'den 40 yıl önce vermiştir.
Avrupa kendi din savaşlarını, iktidar kavgalarını, cinayetleri, Stalin' i, Hitler' i, Peten' i, Salazar' ı, Franko' yu, Mussolini' yi, Yunan cuntasını, Makarios' u, EOKA'yı ve öbür diktatörlerle demirperde ülkelerini, Atatürk döneminde Türkiye'ye sığınan 142 bilim adamını, Türkiye'nin Birleşmiş Milletler üyesi olarak uluslararası alanda görevlerini özenle yerine getirdiğini, krallıklarla kiliseler arasında süren savaşları, laikliği 300 yıl sonra 300 milyon ölü vererek yaşamaya başladığını unutmuştur. Bilgisizlik, bilinçsizlikle koyulaşmıştır. Doyumsuz Avrupa, Atatürk'ün din bağı yerine ulus bağını seçtiğini, ırkçılığı dışlayıp çağdaş milliyetçilikle dostluğu ve barışı yeğlediğini görmezlikten gelmektedir. Tarih ve siyaset bilgisinden, insanlık ve dostluk bilincinden, demokrasi ve ahlak erdeminden yoksun, içtenliksiz, kötü amaçlı, sözde dostlar AB için yeni koşullar hazırladıklarını duyurmaktadırlar. Bilimin ve teknolojinin son gereklerine göre kurulan Türkiye Cumhuriyeti AB'ye eşit konumda girerse AB daha çok güç kazanır.
Tarihin çöplüğüne atılan Sevr ile kursaklarında kalan, Lozan ile iyice gömülen kapitülasyonlar, Ermeni ve Kürt devletleri Avrupa'nın ham hayali olarak sırıtmaktadır.
İşte Irak Savaşı. Avrupalı kendi katılıklarını, dinciliğini unutup dünyanın Müslümanların çoğunlukta olduğu 53-54 ülkesi içinde Türkiye'nin en uygar, en demokratik, dinsel gereklerin en özgür ve en mutlu biçimde yerine getirildiği, bunu da Atatürkçülüğün en belirgin ilkesi laikliğe borçlu olduğunu görmek istememektedir. Türkiye ile Yunanistan arasında tüm sorunları çözmeye başlayıp dostluğu güçlendiren 30 Ekim 1930 anlaşmasını imzalayan Elefterios Venizelos' un 12.1.1934'te Atatürk'ü Nobel Barış Ödülü'ne aday gösteren ve Oslo'daki yetkili Komiteye yazılan mektubu, Birleşmiş Milletler Kültür ve Bilim Komisyonu'nun (UNESCO) ilki 1963'te, ikincisi 27.11.1978'de ''Atatürk'ün doğumunun 100. yılının tüm üye ülkelerde törenlerle kutlanmasına'' ilişkin kararını yeniden okumalıdırlar. Atatürkçülüğün o zaman yalnız Türkiye için değil, bölgemiz için, Avrupa için ne kadar yapıcı ve yararlı bir kaynak olduğunu anlayacaklardır.

1 Nisan 2018 Pazar

"Bunlar beni öldürecek Güldal"



"Bunlar beni öldürecek Güldal" 


2.12.2012 20:32 , 
Güncelleme Tarihi: 
3.12.2012 11:41

Suikastın arkasındaki karanlık güçleri ortaya çıkaracak ayrıntıları ilk kez kamuoyu ile paylaşan Güldal Mumcu, "1992 yılının sonbaharında, bir sabah Uğur gazeteleri okuduktan sonra ayağa kalktı ve öldürüleceğini söyledi" dedi

ZAFER ŞAHİN

Gazeteci yazar Uğur Mumcu'nun faili meçhul bir cinayete kurban gitmesinin üzerinden tam 20 yıl geçti. Ne verilen namus sözleri ne de yıllarca devam eden soruşturma ve yargılamalar Mumcu'nun katillerinin bulunmasına yetmedi. Peki devlet içindeki çeteler, mafya -siyaset ve PKK- derin devlet ilişkileri üzerine yaptığı araştırmalarla tanınan Uğur Mumcu'yu kim öldürdü? Hayat arkadaşı Güldal Mumcu, suikastın üzerinden geçen 20 yılın ardından kaleme aldığı "İçimden Geçen Zaman" adlı kitapta, suikastın arkasındaki karanlık güçleri ortaya çıkaracak ayrıntıları ilk kez kamuoyu ile paylaştı. Mumcu, yakın tarihin en dramatik gelişmelerinden biri olan Uğur Mumcu suikastına ışık tutan kitabın öyküsünü Yeni Asır'a anlattı.

- Uğur Mumcu suikastına dair ezberleri bozan bu kitabı yazmak için neden 20 yıl beklediniz? 

Aslında daha önce bu kitabı yazma konusunda birkaç denemem oldu. 2000'li yıllardan itibaren kafamda vardı ama çeşitli olaylar ve sürecin tamamlanmasını bekleme arzum nedeniyle hep erteledim. Suikastın üzerinden 20 yıl geçince daha fazla bu işi ötelememem gerektiğini hissetim ve yazdım. 
- Kitabı okuyan herkes sizin olayları çok gerçekçi bir dille kaleme aldığınız tespitinde bulunuyor. Eşiniz neredeyse sizin gözünüz önünde bombalı bir saldırıda hayatını kaybetti. Zor olmadı mı o güne dönmek, her şeyi tüm çıplaklığıyla anlatmak? 
Tabii ki zor oldu ama ben içimdeki duygu fırtınasını kitaba aktarmanın çok doğru olmadığını düşündüm. Olayı nasıl gözlemlediysem, izlediysem öyle anlattım. Gerçekçi ve duygulardan arındırılmış bir dil kullandım. 

Tehdit alıyordu

- Eşiniz suikasttan önce de sıkça ölüm tehdidi alan bir gazeteciydi. Hiç kendi aranızda konuşur muydunuz bu konuyu? 
Uğur'un öldürülme ihtimali hep vardı. 80 öncesinde de tehditler alıyordu, sonrasında da. Kendi aramızda konuşurduk tabii bu konuyu. Suikasttan önceki yaz Ayvalık'taki yazlığımızdan Ankara'ya dönmeyi hiç istememiştim. Anlayamadığım bir şekilde canım sonsuza kadar o yaz da kalmak istemişti. O yıla kadar Ankara'ya dönerken ayaklarımın böyle geri geri gittiğini hiç hatırlamıyorum. 

- O yaz bitiminde siz Ankara'ya döndükten sonra bu sezgilerinizi haklı çıkaracak gelişmeler yaşandı mı? 

1992 yılının sonbaharında, bir sabah Uğur gazeteleri okuduktan sonra ayağa kalktı. Birden 'Güldal bunlar beni öldürecekler' dedi. 'Kim' diye sordum, Yaşar Kaya'nın Özgür Gündem gazetesindeki makalesini gösterdi. Makalede 'Kürtler, Cumhuriyet'in kurulmasında temel taş oldular. 1925'ten sonra Kürtler inkar edildi. Bu konuda Uğur Mumcu'nun Kürtlerden isteği bir şey var mı? Herkes maskesini çıkarsın. Yoksa yüzlerindeki maskeyi biz yırtacağız. Biz yırtmasak bile Kürt halkının dinamiği yırtacak' diyordu. 'Nereden çıkarıyorsun bunu' dedim. 'Halkın dinamiği yırtacaktır sözünden. Bundan daha açık söyleyemezler' dedi. 

- O dönem sanıyorum Kürt sorunu üzerine çalışıyordu. PKK çizgisindeki bir yayın organında böyle hedef gösterilmesi bir uyarı mıydı sizce? 
Uğur, 1992 yazı ve sonbaharı boyunca Kürt sorunu ve PKK konularına yoğunlaşmıştı. Türkiye'de yaşanan terör olaylarının, Kürt isyanlarının karmaşık arka planını araştırdıkça, tahmin edilemeyecek birçok ilişkiye ve ilginç bağlantılara ulaştı. CIA, MOSSAD, MİT, emniyet ve askeri istihbarat dahil birçok ülkenin istihbarat örgütünün varlığına ve bu arada Barzani'nin MOSSAD ve CIA ile ilişkilerinin ortaya konduğu yayınlara ulaşıyordu.

Apo-MİT ilişkisi

- Suikastten bir gün önce hangi konu üzerine çalışıyordu? 
Öldürülmeden bir gün önce, cumartesi günü Abdullah Öcalan ve PKK'yı inceleyen araştırması üzerinde yoğun şekilde çalışıyordu. Abdullah Öcalan'ın korunduğunu düşünüyordu. Zaten bunu yazdı da. 
- Buradan terörist başı Abdullah Öcalan ile derin devlet arasındaki bağı gördüğü için öldürüldüğü gibi bir sonuca varmak mümkün gibi görünüyor. Sizce de öyle mi? 
Suikasttan 1 ay sonra, benim evde olmadığım bir anda Ozan adında bir kişi kapıya gelmiş. Gençten bir adam. Uğur'un ağabeyi Ceyhan Mumcu'ya ilginç şeyler anlatmış. Enteresandır, o kişinin geldiği gün suikasttan itibaren kapının önünde duran koruma çekilmiş. Eve gelen şahıs beni sorup olmadığımı öğrenince, önemli açıklamalar yapacağım demiş. Bunun üzerine içeri almışlar. Bu şahıs Uğur'un Apo-MİT ilişkisini ortaya çıkardığı için öldürüldüğünü, benden de çekindiklerini, çünkü Uğur'un bulduğu ya da bildiği şeyleri benim de bildiğimi düşündüklerini, o yüzden de öldürüleceğimi, kendisinin de beni öldürmek için görevlendirildiğini söylemiş. Sonra da vicdan azabı çektiği için bunları anlattığını, beni kendisi vurmasa bile başkasının vuracağını, Turgut Özal'ın bunu bildiğini, Ulus'ta Hitit Otel'de bir arkadaşıyla kaldığını anlatmış. 

- Bu itiraf sizi korkutmadı mı? 

Tabii ki korktum ama ne yapabilirdim ki? Yıllarca muhtemel bir suikasta karşı iki çocuğumu korumak için 'neler yapabilirim' diye düşündüm. 
- Kitapta kendisi de bir suikasta kurban giden MİT'çi Hiram Abas ve dönemin İsrail Büyükelçisi'nin art arda eşinize 'Öldürülmekten korkmuyor musunuz?' diye sorduğunu anlatıyorsunuz. Olağan şüpheliler arasında istihbarat örgütleri ve İsrail de olabilir mi? 
Düşünün bu soruyu soran MİT görevlisi de bir suikasta kurban gidiyor. Türkiye adına üzerinde durulması gereken dramatik noktalar bunlar. Uğur, Hiram Abas kendisine bu soruyu sorunca 'Demirden korkan trene binmez' cevabını vermiş. O bunu anlatırken ağzımdan 'Demek senin için ölüm düşünüyorlar. Seni nasıl öldürmeyi düşünüyorlarsa kendileri de öyle ölsün o zaman' sözleri dökülüverdi. Bu konuşmadan 3 yıl sonra, yani suikasttan 15 gün önce İsrail Büyükelçisi ile görüştü Uğur. O da Hiram Abas'ın sorduğu soruyu sormuş. Hem MİT hem de İsrail Büyükelçisi bir anlamda 'Bu konular üzerine yazma arkadaş, yoksa öldürülürsün' mesajı veriyor. Ne acıdır ki, soru sormak bizim ülkemizde öldürülmek gibi bir sonuç doğuruyor. Eğer araştırırsan silahlar gelip sana dönüyor. 

İstenirse çözülür

- Bütün bu uyarılar Uğur Mumcu'nun birden çok düşmana sahip olduğunu gösteriyor. Siz çözebildiniz mi bu karmaşık denklemi. Kimler ne amaçla öldürdü eşinizi? 

Aslında çok basit ama bize karmaşık gösterilen bir suikast bu. Sadece Hiram Abas ve İsrail Büyükelçisi uyarmadı Uğur'u. MİT Müsteşarı Teoman Koman, 1992 yılının Temmuz ayında MİT Müsteşarlığı'nda gazetecilere bir yemek vermişti. O yemekte toplumda sansasyon yaratacak kişilere yönelik suikastlar düzenleneceğini haber aldıklarını söylüyor. Hatta daha da ileri gidiyor ve 'İçinizden biri hedef seçilebilir' diyor. Yine suikasttan önce Mehmet Eymür evimize gelmişti. Ayrılırken apartmanda gördüğü alt komşularımızın İran gizli servisinden olduklarını söyledi. Araştırdık, adamlar bir Alman şirketinde çalışıyor görünüyordu. Uğur'a bir Almanya seyahati sırasında metro istasyonunda tanımadığı bir şahıs 'Bu sıralarda bir hazırlık içindeler. Seni de takip ediyorlar, dikkatli ol' demiş. Bütün bunların üzerine suikastı araştıran savcının 'Devlet yapmıştır, siyasi iktidar isterse çözer' dediğini de ekleyin. Suikastın çok boyutlu, çok ülkeli, karmaşık bir yapısı olduğunu görürsünüz. 
- Bir de Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım'ın evinize gelmesi olayı var. Yeşil neden eve gelip garip mesajlar vermeye çalıştı size? 
Bir bayram günüydü, masum olduğuna inandırmak için yanına iki çocuk alıp gelmiş. Tabii biz kendisinin kim olduğunu çok sonradan öğrendik. Yarı meczup ifadesi ile ve bozuk bir Türkçeyle bana 'Ben adam öldürdüm biliyor musunuz' dedi. Sonra ilginç şeyler söyledi, kitapta anlattım hepsini. Ancak tam kapıdan çıkarken konuşması birden düzeldi. Şimdi onu evimize kim, niye yollar bilmiyorum. Ancak bizim kafamızı karıştırmak, korkutmak ya da yanlış bir noktaya çekmek için yapmış olabilirler. 

"Soruşturma için yeni bir ekip kurulmasını istedim"

- Dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ağar'la aranızda geçen diyalog yıllardır tartışılıyor. Cinayeti örtbas etmek için örülen duvar neden kaldırılamadı size göre?
Kendisine bizi ziyarete geldiğinde 'Karşımıza sürekli engeller çıkıyor, adeta bir duvar örülüyor sanki' dedim. Hafifçe bana döndü ve 'Evet Güldal bir duvar örülüyor' dedi. O zaman bir tuğla çekin, duvar yıkılsın' dedim. 'Çekemem' dedi. O zaman tuğlayı çekin, kenara çekilin' diye ısrar ettim. 'Yapamam, onu da yapamam' dedi. Soruşturma için yeni bir ekip kurulmasını istedim, 'Kusura bakma Güldal yapamam' dedi. Bunun üzerine 'O zaman, başkaları çeker altında kalırsınız' dedim, 'Ona kimsenin gücü yetmez' gibi müstehzi bir ifadeyle gülümsedi. Sonra da gitti. 
- Ağar'ın ve savcının açıkça ifade etmeseler de derin devleti işaret ettiği açık. Sizce de devlet isteseydi çözülür müydü bu suikast? 
Devlet hiçbir zaman bu işin ortaya çıkması için yeterince çaba göstermedi. Zaten böyle bir arzusu da yoktu devletin. Bu süreçte derin devleti somut olarak gördüm diyebilirim. Devlet içinde bir yapılanma var ve bu yapılanma suç işliyor. Ne dramatiktir ki, bu yapıya karşı kendisini koruyamayan bir devlet var ortada. Suç işlediğini görüyor ama müdahale edemiyor. 

"Kennedy'i bile vurdular"

Suikasttan hemen sonra o sırada TBMM Başkanı olan Hüsamettin Cindoruk geldi. "Başınız sağ olsun, zaten bekliyorduk" dedi. Soğuk ve sert bir üslupla, eğer bekliyor idiyseler neden tedbir almadıklarını, gereğini yapmadıklarını sordum. Hafif soğuk bir hava esti. Sonra Necmettin Erbakan geldi. Beni Uğur'un kızı, Uğur'un ablasını da eşi zannetti. Uyarıp 'kızı değil eşi' dediler. Başınız sağ olsun dedi, teşekkür ettim. Oturmadı, ayakta karşımda durup birkaç nezaket cümlesinden sonra beraberindekilerle ayrıldı. Sonra o sırada Başbakan olan Süleyman Demirel geldi, birisi kalktı yer verdi. Oturdu. 'Başınız sağ olsun' dedi. Teşekkür ettim. Kameraların ışıkları yandı. O anda fark ettim ben de kameraları. Yüzümü ona dönerek, bulunacak mı yapanlar diye sordum hafif bir sesle. O ise başını kameralara çevirerek, "Şimdi bakın böyle şeyler oluyor. Kennedy'yi bile vurdular. Akıllarına koymasınlar yaparlar" dedi. Sadece dinledim.

https://www.yeniasir.com.tr/gundem/2012/12/03/bunlar-beni-oldurecek-guldal

***

YÖK’te Yeni Dönem,

YÖK’te Yeni Dönem;


Özgür Erdem
19.01.2004/Sayı;48

AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte YÖK ve üniversite sistemi yeniden tartışılmaya başlandı. Tartışma geçtiğimiz Ekim ayında AKP’nin üniversiteler üzerinde tahakküm kurma çabasına girişmesiyle alevlenmişti. Hükümetin YÖK’ü tasfiye etmeyi amaçlayan tasarısını YÖK ve üniversitelerin direnişi nedeniyle geri almasıyla sonuçlanmıştı. Kemal Gürüz’ün emekliye ayrılması, yeni YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç’in Cumhurbaşkanı’nca atanmasıyla üniversitelerde yeni bir dönem başladı. Teziç tarafından kamuoyuna sunulan ve Üniversitelerarası Kurul ile YÖK’ün ortak çalışmasının sonucu olan yeni YÖK Yasası taslağıyla YÖK ve üniversiteler yeniden gündemin ön sıralarına yerleşti.

Öncelikle bu tartışmanın basit bir mevzuat değişikliği tartışması olmadığının altını çizmemiz gerekiyor. Üniversiteler Türkiye için bir eğitim kurumundan öte anlamlar taşır. Türkiye’de hocasıyla öğrencisiyle üniversite hem toplumu ilerleten, hem de uyandıran bir işleve sahip olmuştur. Kurtuluş Savaşı’nda, 27 Mayıs döneminde, 68’lerde üniversitenin direnişi Türk siyasetine damgasını vurmuştur. Bu nedenle üniversiteler Türkiye için hâlâ çok önemlidir ve yüksek öğretimi etkileyecek tüm düzenlemeler bu yüzden tüm toplumun müdahil olduğu siyasi tartışmalara dönüşmektedir.

AKP’ye karşı Üniversitenin direnişi

Üniversitelerin AKP iktidarı için ise farklı bir önemi var. Türkiye’yi bir halifeliğe dönüştürmeye kalkışan AKP’nin emellerine ulaşabilmek için tasfiye etmesi gereken kurumların başında üniversiteler geliyor. Bilindiği gibi 28 Şubat sürecinde üniversiteler Atatürkçü güçlerle şeriatçı güçlerin mücadelesini yaşamış ve üniversitelerdeki şeriatçı kadrolaşma ve örgütlenme engellenmişti. AKP’nin öncelikle 28 Şubat’ın rövanşını en azından üniversitelerde almak gibi bir amacı var. 28 Şubat’tan sonra üniversitelerde yaşanan değişimlerin geri alınması AKP için oldukça önemli.

28 Şubat süreciyle birlikte, imam-hatip mezunları üniversitelerde istediği bölüme giremez olmuştu. Türban genelgesi üniversitelerde uygulanmaya başlamış, şeriatçı terör örgütlerinin üniversitelerdeki gücü önemli ölçüde kırılmıştı. 28 Şubat öncesinde üniversitelere bile hakim olmaya başlayan şeriatçı harekete en büyük darbe yine üniversitede vurulmuştu. AKP ile birlikte yeniden iktidara gelen şeriatçı hareket 28 Şubat’ın (kendince) hesabını görmeye üniversitelerden başladı.

Üniversiteler AKP için yalnızca rövanş değil, aynı zamanda Türk siyasetinde hakim olma, devlet içine kadro sokma ve imam-hatip mezunları gibi militan kadrolarını yetiştirme gibi işlevleri de görebilecek. Tabii bunun için de üniversitenin AKP’ye karşı yürüttüğü laiklik mücadelesinin kırılması gerekiyor.

Üniversitelere hakim olanın Türkiye’ye de hakim olacağını bilen AKP, üniversitelerin yeniden yapılanmasını bu yüzden öne çıkarıyor.

YÖK’ün 28 Şubat’tan beri sürdürdüğü misyon

AKP ile üniversiteler arasında yaşanan mücadelenin önemini tam olarak anlayabilmek için bu mücadelenin keskin bir biçimde yaşandığı 28 Şubat öncesini hatırlamak gerekiyor. Toplu namazların kılındığı, Ramazan aylarında oruç tutmayan öğrencilerin ellerinin satırlarla kesildiği, türban politikasıyla başı açık kız öğrenciler üzerinde baskı kurulduğu günleri unutmamak gerekiyor. Üniversitelerde şeriatçı kadrolaşma da 28 Şubat öncesinde yoğun bir şekilde yaşanmıştı.

28 Şubat Türkiye’yi şeriatçı idareden kurtardığı gibi üniversitelerde de hocalar ve öğrenciler üzerindeki şeriatçı baskıyı ortadan kaldırmıştı. YÖK de bu dönemde 28 Şubat’ın kararlılığının üniversitelerde uygulanmasını sağlamıştı. Bu anlamda şeriatçı ve bölücü çevrelerin YÖK’e karşı çıkmasını ve “demokrasi” çığlıkları atmasını doğal karşılamak gerekiyor. Bu çevrelerin çığlıklarına aldanan kesimlere ise 28 Şubat öncesi üniversitelerin durumunu hatırlatmaktan başka bir çare kalmıyor.

AKP’nin hayali: Federal Türkiye federal üniversiteler

AKP iktidarı Türkiye’de bir halifelik rejimi kurmaya çalışmakta. Bu rejimi tesis edebilmek için devletin gücünü kırmayı ve kendisine direnecek güçleri zayıflatmayı hedefliyor. AKP bir yıllık icraatıyla ve çıkardığı yasalarla bu yönde önemli adımlar da attı. Son olarak, Meclis gündemine gelen Kamu Yönetimi Reformu yasasıyla da Türkiye’yi 81 eyalete bölmeyi hedefleyen AKP, böylelikle devletin merkeziyetçi üniter yapısına bir darbe daha vurmayı planlıyor. AKP’nin planı aslında çok açık, Türkiye’yi bir eyaletler federasyonuna çevirerek bölücülüğe ve şeriata karşı direniş olanaklarını zayıflatmak. Ve gerekli yasal değişikliklerle de direnişin elini kolunu bağlamak.

Üniversiteler açısından da durum çok farklı değil. Türkiye’nin üniter yapısını ortadan kaldırmak isteyen AKP, üniversitelerde de üniter yapıyı yok etmeye çalışıyor.

AKP’nin asıl istediği üniversite sistemini rektörlerin büyük direnişiyle rafa kaldırılan AKP’nin ilk YÖK Yasa tasarısında görebiliriz. Bu taslakta AKP, YÖK’ün merkeziyetçi yapısını tasfiye ederek üniversite sisteminde federal bir yapıyı tesis ediyordu. Hatta, bir adım daha giderek büyük üniversiteleri 4-5 parçaya bölerek üniversitelerin gücünü de önemli ölçüde kırmış oluyordu.

Merkezi bir YÖK’e hâlâ ihtiyaç var

28 Şubat öncesinde ve AKP iktidarı boyunca üniversitelerin şeriatçı iktidarlara direnişini olanaklı kılan bir anlamda merkeziyetçi yapının varlığıydı. AKP’nin hayal ettiği gibi tek tek birbirinden kopuk ve bağımsız üniversiteler tek başına siyasi iktidarın baskılarına direnecek gücü kendilerinde bulamayacaktır. Türkiye’deki üniversiteleri birarada tutan ve merkezi bir yapıyla denetleyen ve düzenleyen bir yüksek öğretim kurumunun varlığı üniversitelerin şeriatçı baskıya direnmesini mümkün kılan şeydir. Dolayısıyla üniversitelerdeki merkezi yapı çokça sanıldığı gibi demokrasiyi ortadan kaldıran bir uygulama değildir. Tersine şeriatçı yönetime direnme olanaklarını güçlendirdiği için aslında önemli bir demokrasi mevzisidir.

Aynı şekilde 28 Şubat sürecinde görüldüğü gibi özellikle taşra üniversitelerinde üniversite yönetimlerinin öğretim üyeleri üzerindeki siyasi baskı hâlâ akıllardadır. Kılık-kıyafet yönetmeliklerini bir türlü uygulamayan ve üniversiteleri şeriatçı örgütlerin devlete meydan okuduğu kurtarılmış bölgelere dönüşmesine seyirci kalan kimi üniversite yönetimleri, Atatürkçü ve ilerici pek çok öğretim üyesi üzerinde de büyük baskılar uyguluyordu. Ancak 28 Şubat sürecinden sonra YÖK’ün merkeziyetçi yapısı sayesinde bu üniversitelere müdahale edilebilmiş, üniversitelerdeki şeriatçı-bölücü terör örgütleri önemli darbe almış, şeriatçı kadrolaşma da engellenmiştir.

Görüldüğü üzere, YÖK’ün merkeziyetçi yapısı üniversitelerin şeriatçı hükümete karşı direnişini sağlamada önemli bir silaha dönüşmektedir.

“İki Kemal”in

Mustafa Kemal’e verdiği zarar

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in son 2 yıldır YÖK’e atadığı yeni üyeler ve son olarak yeni YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç, YÖK’te yeni bir dönemin başladığını gösteriyor. AKP’nin halifelik rüyaları ve bu rüyaların gerçekleşmesi için üniversiteleri teslim alma projesi sürmektedir. Ancak üniversiteler önündeki AKP tehlikesi 28 Şubat öncesindeki tehlikeden farklıdır. 28 Şubat ile birlikte üniversitelerin şeriatçı terör örgütlerinden ve şeriatçı kadrolaşmadan temizlenmesi gerekiyordu. Türban genelgesinin uygulanmaya başlanması, imam-hatip mezunlarının istediği bölümlere girmesinin engellenmesi bu çabanın bir ürünüydü. Ancak, bugün üniversitelerin önünde bir “temizlik” değil, savunma görevi bulunmaktadır. Şeriatçı tehdidin azalmadığını, hatta arkasına ABD’yi almış AKP iktidarıyla birlikte artttığını unutmadan, uyanıklığı elden bırakmadan laiklik konusunda taviz vermemek gerekiyor. Fakat, 28 Şubat döneminin sert idari tedbirlerine dayanmak ve bununla yetinmek artık çıkar yol değil ve üniversitelerin artık farklı bir kimlikle toplumun önüne çıkması gerekiyor.

Bir dönem artık kapandı. 28 Şubat sonrası şeriatçılarla yaşanan hesaplaşma süreci Atatürkçü güçlerin başarısıyla sonuçlanmıştır denebilir. Ancak bu başarıda esas pay sahibinin son dönemde üniversiteleri yöneten kadrolar mı olduğu sorusunun da sorulması gerekmektedir. 28 Şubat ile birlikte Atatürkçü kesilen, Atatürkçü kimlikle kendini topluma tanıtmaya çalışan, 28 Şubat’ı var eden irade sayesinde uygulanabilen türban genelgesini, kendi başarısıymış gibi sunan ekip artık miadını doldurmuştur. Üniversitelerin adeta kendilerine muhtaç olduğunu düşünen ve aslında hiç de Atatürkçü olmayan bu ekip, geldiği mevkilerine tanıdığı ayrıcalık ve yetkileri kendi kişisel siyasi ve ekonomik ihtirasları için kullanmıştır. 28 Şubat’tan sonra Atatürkçü gözüküp kimi mevkilere gelenler, Atatürkçülüğün tek adresi olduğunu iddia ederek mevkilerini adeta işgal etmiştir.

İsmen “Kemal” olmanın Mustafa Kemal olmak için yeterli olmadığı ortadadır. Kemaller 28 Şubat’tan beri Atatürkçülüğe büyük zarar vermişlerdir. Atatürkçülük maskesiyle yaptıkları Atatürkçülüğe ve gerçek Atatürkçülere mal edilmiş, Atatürkçülüğü salt laikliğe indirgemişlerdir. Kemallerin sahte Atatürkçülüğü Mustafa Kemalleri de engellemeye çalışmıştır.

YÖK’te son yıllarda yaşanan değişiklikler ve son olarak Prof. Dr. Erdoğan Teziç’in YÖK başkanlığına getirilmesi, üniversitelerde belli mevkilerde tutunmuş sahte Atatürkçülerden kurtulunacağı yolunda bir umut ve beklenti yaratmıştır. Sahte Atatürkçülerin yolsuzlukları, adam kayırmaları, siyasi baskıları, keyfi uygulamaları, intihalleri engellenmelidir. Hele hele sahte Atatürkçülerin yaptıklarının Atatürkçülüğe mal edilmesinin kesinlikle önüne geçilmelidir.

YÖK’teki yeni yönelim

Teziç’in göreve başlar başlamaz kamuoyunun tartışmasına sunduğu yeni YÖK Yasa Tasarısı da YÖK’ün yeni yönetiminin önümüzdeki dönemde alacağı yönelimi gösteriyor.

Yeni yasa tasarısını incelediğimiz zaman, Teziç’in daha demokratik, daha katılımcı, daha hukuki bir YÖK anlayışına sahip olduğunu görüyoruz. Taslakta, YÖK’te özellikle rektörler ve dekanlar üzerindeki denetim arttırılıyor, YÖK Denetleme Kurulu’nun üye sayısı ve yetkileri arttırılıyor. Ayrıca Yargıtay, Sayıştay ve Danıştay’dan seçilecek üyelerle birlikte Denetleme Kurulu’nun hem hakkaniyeti, hem de güvenilirliği arttırılmaya çalışıyor.

Aynı şekilde, öğrencilerin ve araştırma görevlilerinin üniversite ve fakülte yönetimlerindeki söz ve karar hakları arttırılıyor, rektör ve dekan seçimlerinin daha demokratik hale gelmesi sağlanıyor. Teziç’in öğrenci temsilcilerinin ve öğretim üyesi derneklerinin görüşlerini de alması üniversitelerin bundan sonra daha demokratik olacağının göstergesi.

Yeni taslakta düzenlenmese bile, disiplin yönetmeliğinin Türk yargısındaki son değişikliklerle uyum içerisinde yeniden düzenlenmesinin gereğinden açıkça bahsediliyor. Mevcut disiplin yönetmeliğinin ne kadar baskıcı ve anti-demokratik olduğu ortada. Öğrencilerin en ufak siyasal faaliyetinin istendiğinde okuldan uzaklaştırmaya varacak kadar ağır şekilde cezalandırılması hem üniversitelerin geldiği noktanın, hem de mevcut yasaların çok gerisinde kalıyor. Üstelik yönetmeliğe göre bir öğrencinin eğitim yaşamı ya da bir öğretim üyesinin akademik kariyeri bir rektörün ağzından çıkacak kelimelere bağlı oluyor. Çılgın bir rektörün yürüttüğü bir siyasi linç kampanyasının sonucu olarak okulundan atılan Atatürkçü gençler mevcut mevzuatın nerlere yol açacağının güzel bir göstergesi. Bu yüzden disiplin yönetmeliğinde bir iyileştirmeye gidilmelidir.

Teziç’in YÖK’ü:

AKP’ye direniş devam edecek

Dikkat çeken bir başka nokta da AKP’nin iktidarının ilk gününden itibaren ısrarla savunduğu kimi değişikliklerin Teziç’in taslağında yer almaması. Örneğin ÖSYM YÖK’e bağlı olarak çalışmaya devam ediyor. İmam-hatip mezunlarının istediği bölüme girmesini sağlayan düzenleme de rafa kalkıyor. Hükümetin üniversiteler üzerinde baskı kurmasını engelleyen YÖK’ün merkeziyetçi yapısı da gerekli kimi demokratik düzenlemelerle birlikte korunuyor.

Teziç’in sunduğu taslakta, YÖK’ün yapısının AKP’nin istediği şekilde değiştirilmesinin Anayasa’ya bile aykırı olan gereksiz bir uygulama olarak görülmesi üniversitelerin direnişinin süreceğinin önemli bir işaretidir. Zaten Teziç’in göreve başladığında laiklik ve türban konusunda taviz vermeyeceğini beyan etmesi de tüm Atatürkçülerin alkışladığı bir tutumdu. Üniversitelerde demokratik bir açılım yaşanması, keyfi idareye son verilmesi hocasıyla öğrencisiyle tüm üniversite kamuoyunun isteği. Ancak bunu yaparken laiklik konusunda uyanıklığı elden bırakmamak ve üniversitelerin laiklik konusunda direnmesinin idari olanaklarını ortadan kaldırmamak gerekiyor.

Vakıf üniversiteleriyle laiklik korunmaz

Teziç’in tasarısının yukarıda sıraladığımız önemli doğrularının yanında değinilmesi gereken bir yanlışı da bulunuyor. Tasarı, vakıf üniversiteleri hakkında ayrıntılı bir düzenleme içermekte ve yıllardır eksik kalmış yasal dayanağı sunmakta ve vakıf üniversitelerini Türk yükseköğreniminin önemli bir parçası olarak tanımlamaktadır.

Herşeyden önce vakıf üniversitelerinin öğrenciler arasında nasıl bir eşitsizlik yarattığı tartışma götürmez bir gerçektir. Liberal ekonomiyi savunanların vakıf üniversitelerini onaylaması doğaldır. Ancak kendisini Atatürkçü olarak tanımlayanlar arasında bile vakıf üniversitelerini savunanların, hatta vakıf üniversitelerine destek olanların yer alması ilginçtir. Özel bir eğitim kurumu hiçbir şekilde Atatürkçülüğe sığmaz. Paralı eğitim hem Atatürk’ün son verdiği, hem de Atatürkçülüğün özüne ters bir sistemdir. Bu nedenle kimi hocalarımıza Atatürk’ün Halkçılık ve Devletçilik ilkelerini hatırlatmak istiyoruz.

Üniversitelerde AKP’ye karşı direnmek isteyen, kendisini Atatürkçü olarak tanımlayan pek çok hocamızın bulunduğunu biliyoruz. Ancak bu hocalarımızın bir kısmının Atatürkçülüğü laikliğe indirgemesi, AKP’ye karşı verilen Atatürkçü mücadeleye zarar veren bir tutumdur.

Deli Dumrullar Engellenmeli

Tasarıdaki denetimle ilgili maddelerin artması, rektörlere ve dekanlara geniş yetkiler vermesi, ancak bu yetkilerin de denetime açık hale getirilmesi, öğrencilerin ve araştırma görevlilerinin üniversite yönetimine katılımını arttırması, disiplin yönetmeliklerinin yeniden düzenlemeye tutulacağının savunulması şüphesiz çok olumlu adımlardır.

Bugün kimi üniversitelerde ortaya çıkan “Deli Dumrul”lar üniversiteleri kendi kişisel şeyhliklerine dönüştürmüştür. Yolsuzlukların, hukuksuzlukların, keyfiliklerin, haksızlıkların haddi hesabı yoktur. Denetleme mekanizmalarının yetersizliği nedeniyle Deli Dumrullar engellenememektedir. Mağdur olanların eğitim hayatları veya akademik kariyerleri heba olmaktadır. YÖK Yasası’nda “Deli Dumrul”ları engelleyecek düzenlemelere ihtiyaç olduğu açıktır.

Kemaller gidecek Mustafa Kemaller gelecek!

Türk üniversitelerinin bir değişime ihtiyacı olduğu ortada. Ancak bu değişim mevcut YÖK sistemini tasfiye eden bir yönde değil, üniversitelerin AKP’ye karşı layıkıyla direnmesine olanak veren yönde olmalı. YÖK’ün merkezi yapısını sulandırmak yerine, sistemi suistimal edenler temizlenmeli, yapısal sorunlardan kaynaklanan kimi tıkanıklıklar ve eksiklikler yeni bir yasal düzenlemeyle giderilmeli, üniversiteler Atatürkçü mücadeleyi gerçekten verecek kadrolara teslim edilmelidir. Deli Dumrulların oluşmasına olanak veren kimi antidemokratik hükümler düzeltilmelidir. Kimi üniversitelerimiz zaten gerçek Atatürkçülerin yönetimindedir, ancak kimilerinde sahte Atatürkçüler gerçek Atatürkçülerin önünde engel olmaktadır.

AKP iktidarına karşı üniversiteler başından itibaren direndi. Ancak bu direnişin takıyyeci değil tam anlamıyla Atatürkçü bir içerikte devam etmesi gerekmektedir. Bu nedenle giden bir Kemal hayırlı olmuştur. Üniversiteler diğer Kemaller’den de kurtulacak, yerlerine Mustafa Kemaller gelecektir.




Siz kimin “Atatürk”ünden yanasınız?

Siz kimin “Atatürk”ünden yanasınız?


































Geçen hafta 32. Gün programından geldiler. Atatürkçülükle ilgili özel bir program yapacaklarmış. Bizim de “farklı bir Atatürkçülük anlayışımız” olduğunu düşündükleri için görüş almak istiyorlar. “Farklı Atatürkçülükler yoktur, Atatürkçülük tektir ve biz de ondan farklı bir şey savunmuyoruz” dedik ve hemen sorduk; sahi siz durup dururken niye böyle bir program yapma ihtiyacını duydunuz?
Hüsrev Kutlu’nun sözlerinden yola çıkmışlar. Asker Atatürk mü, sivil Atatürk mü? sorusundan başlayarak soruları sıralıyorlar.
Hüsrev Kutlu Atatürk’ün Mareşal resminden rahatsız olmuştu ya, 32. Güncüler de hemen kalpaklı Atatürk’ü soruyorlar: Niye Atatürk’ün kalpaklı resimlerini tercih ediyorsunuz?
Gazetede veya eylemlerimizde kullandığımız Atatürk resimleri için böyle bir ısrarımızın olmadığını söyledik, gerçekten de yok ama düşünmeden de edemiyoruz; peki siz neden “kalpaklı Atatürk”ten bu kadar rahatsızsınız?
Şeriatçılar asker Atatürk’ten neden rahatsız?
Ya Hüsrev Kutlu, neden tam da böyle bir zamanda “asker Atatürk”ten rahatsız oluyor?
Gerçi şeriatçı biri Türkiye’de Allah’tan çok askerden korkar bu yüzden herhangi bir sebeple askerden rahatsız olması hiç de şaşırtıcı değil. Değil ama şeriatçıların “Asker Atatürk”e karşı “cumhurbaşkanı Atatürk”ü savunmaları eminiz ki şeriatçıların bu ülkedeki tarihini biraz olsun bilen herkesi bayağı güldürmüştür.
Nedenine gelince;
Şeriatçılar yıllardır Atatürk’e açıkça saldıramadıkları için kaçak güreşiyorlar. Vatan kurtaran bir kahramanın düşmanı olmak kolay değil. Adınız gavura, vatan hainine çıkar, insan içine çıkamazsınız. Onun için de ya Atatürk’ün vatan kurtaran bir kahraman olduğunu her şerefli Türk gibi içten gelen bir minnet duygusuyla kabul edeceksiniz, yok bundan rahatsızsanız bu sefer mecburiyetten paşa paşa kabul edeceksiniz. İşte şeriatçılar ve mandacılar da hep bunu yaptılar. Bu yüzden de Türkiye’de hep “asker Atatürk”ten yana oldular.
Yani Dumlupınar’daki Atatürk’e mecburiyetten tamam ama hepsi o kadar.
Atatürk düşmanları asker Atatürk ile devrimci Atatürk’ü birbirinden ayırıp Atatürkçülüğü milletin hafızasından silmeye çalıştılar. 

Ne demişti geçenlerde AKP’li Bakan; “Atatürk’e evet, Atatürkçülüğe hayır”.
Kurtuluş Savaşı sırasında da muhaliflerin izlediği yol buydu. Sakarya Savaşı’ndan sonra Atatürk’ü orduların başına geçirip meclisten uzaklaştırmaya çalıştıklarını hatırlarsınız. Atatürk’ün bu saldırıya verdiği akıllıca bir yanıtla hem orduların başına geçip hem de mecliste tüm yetkileri elinde topladığını da...
Peki sonra ne oldu? Mecliste kaybedince bu sefer birden “asker Atatürk”e karşı çıkmaya başladılar. Bu dönem boyunca tüm dertleri Atatürk’ü başkomutanlıktan almaktı. Çünkü bu başkomutanlık onların da elini kolunu bağlıyordu.
Kurtuluş Savaşı bitip de Mustafa Kemal Türk Ordularının muzaffer komutanı olarak İzmir’e girdiğinde ise “bizimkiler” yine eski senaryoya dönmüştü. “Mustafa Kemal Ordularının başındaki zaferleriyle tarihteki yerini alsın, Allah O’ndan razı olsun, artık vatan kurtuldu, bundan sonrası Halife efendimizin işi.”
Bundan sonrasını herkes biliyor. Muhalefetin programında hep tek bir madde oldu: “Cumhuriyete ve Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığına muhalefet”.
Tüm bunlardan sonra Hüsrev Kutlu’nun tutup “asker Atatürk”e karşı “Cumhurbaşkanı Atatürk”ü savunacak noktaya gelmesi ilginçtir.

Ne değişti?

Niye sivil Atatürk istiyorlar?

Değişen bir şey yok. Ancak şunu görmek gerek. Atatürk düşmanları Atatürk’ü bu toplumun hafızasından silemeyeceklerini anladılar. Sadece bu da değil, Türk milletinin Ordusuna Atatürk’ün yadigârı olarak baktığını, Mustafa Kemal tavrını bu ocaktan beklediğini ve bu ocağın da bu tavrı alabilecek yegâne kurum olduğunu gördüler. Şimdi yalnız şeriatçılar değil tüm Atatürk ve Ordu düşmanları AB yolundaki “sivilleşmemize” koşut bir “sivil Atatürk” yaratmaya çabalıyorlar. Türkiye’nin sömürgeleşmesini ancak Atatürkçü millet ve ordunun engelleyeceğini bildikleri için işe buradan başlıyorlar. Önce yapay bir sivil-asker ayrımı, sonra da Atatürk ile Ordu, Atatürk ile emperyalizmle mücadele ruhu arasındaki bağlantının silinmesi. Yani olmayacak bir düşün peşindeler. Hem Atatürk deyince akla Atatürkçülüğün, devrimciliğin değil sadece vatan kurtaran bir askerin gelmesini istiyorlar, hem de bu askerin emperyalizmin ve şeriatçılığın karşısında bir Ordu mensubunu değil sivil bir siyasetçiyi çağrıştırmasını istiyorlar. Bakın bu neden mümkün değil.

















Hüsrev Kutlu’nun rahatsız olduğu Mareşal giysili resimden yola çıkalım. Asil ve mağrur duruşuyla bir Mareşali en iyi şekilde yansıtan Atatürk resmini hepiniz görmüşsünüzdür. Öyleyse bir önceki kareyi de hatırlamalısınız. Atatürk’e Mareşal ünvanı Sakarya zaferinden sonra Meclis tarafından verilmişti. Bu sırada Atatürk tam da Nâzım’ın tarif ettiği gibi sarışın bir kurda benziyordu, mavi gözleri çakmak çakmaktı ve şayak kalpaklıydı. Bu “şayak kalpaklı adam” yalnız cephelerde komutanlık yapmakla kalmıyor Meclis’te de başkanlık yapıyordu. Yani şimdiki terminolojiyle hem sivildi hem asker, hem kalpaklı Kuvayı Milliyeci hem de iyi bir devrimci. Hüsrev Kutlu onda sadece sıradan bir askeri görebilir ama Erkin’in dediği gibi emperyalizmle savaşan mazlum milletlerin içindeki generaldi Mustafa Kemal.

Türk toplumunda sivil-asker ayrımı yoktur

Sivil-asker diyerek yarattıkları yapay ayrım bizim gibi toplumların hiçbirinde hiçbir zaman varolmadı. Bugün de yok. Atatürk bizim için hem devrimcidir, hem askerdir, hem düşünürdür, hem başöğretmendir, hem liderdir, hem Türk’ün Atasıdır, yani bunların hepsidir. Hepsinden önemlisi de Türk milletinin bir evladıdır.

Onun elinden başkomutanlığı almaya çalışanlara şöyle demişti: “Başkaca ikinci bir saadetim olacaktır ki o da mukaddes davamıza başladığımız gün bulunduğum mevkiye yeniden dönebilmem imkanıdır. Sine-i millette serbest bir fert olmak kadar dünyada bahtiyarlık var mıdır?”
Gerçekten de Türk milletinin bir evladı olmak Atatürk için en büyük makamdı. Onun için Ordu Türk milletinin silahlanmış haliydi, bunun için de sivil-asker gibi bir ayrım gütmedi.
Türklerin tarih boyunca kurduğu Ordular soyluluğa dayanmaz, hep halk ordusudur. Bunun için de Attila kendisinin ne kadar aristokrat olduğunu kanıtlamak için bilmem kaç göbek sülalesini sayan Roma İmparatoru’na “ben de soylu bir milletin evladıyım” demekle yetinmişti. “Benim için en büyük şeref Türk olarak doğmuş olmamdır” diyen Atatürk de bu milletin bir evladıydı.
Şimdi bize zorla dayatılmak istenen sivil-asker ayrımı aslında Batıdan kopya edilmiş bir modele dayanıyor. Batı toplumlarında Ordu hakim sınıfların bir baskı gücüdür. Halktan ayrı, halka kapalı ve halka karşıdır. Orada gerçekten sivil ve asker ayrımı vardır ancak bizim gibi toplumlarda devlet emperyalizme karşı milletin tek vücut halinde direnişinden doğduğu için asker, aydın, emekçi ve gençliğin hepsi sivildir, emperyalizmin ve onun ordularının işbirlikçileri ise sivil olmayan güçlerdir. Ordu da halkın ordusudur.

Peki Atatürk?

Atatürk de halkın içinden çıkmış bir kahramandır. Onun için de daha Kurtuluş Savaşı başlamadan Anadolu köylerinde bir “Sarı Paşa” efsanesi dolaşmaya başlamıştır. Halk Kurtuluş Savaşı’nı başlatan lideri kendisinden ayrı bir kurumun mensubu olarak değil kendinden biri olarak görmüş, “Sarı Paşa” diye çağırmıştır.
Atatürk Mussolini’yi Mareşal üniformasıyla korkutmuştu

“Sarı Paşa” için de asker veya “sivil” olmanın pek bir önemi yoktur. Önemli olan verilen mücadeledir. Tüm görevlerinden istifa edip Sivas Kongresi’ne “sivil” olarak katılan ama buna rağmen Sivas halkı tarafından coşkuyla karşılanıp koruması sağlanan da aynı Mareşal değil miydi? Hüsrev Kutlu’ya göre Cumhurbaşkanı olduktan sonra Atatürk bir daha asker kıyafeti giymemiş, bu yüzden o resim Atatürk’ü yansıtmıyormuş.

Ben Atatürk’ün asker kıyafetini tekrar giydiği birkaç olay hatırlıyorum. Acaba AKP’liler neden hatırlamazlar. İşte bir tanesi; bir gün İtalyan Büyükelçisi “Cumhurbaşkanı Atatürk”ün makamına gelir ve laf arasında üstü örtülü biçimde Antalya ile ilgili isteklerinden bahseder. “Cumhurbaşkanı Atatürk” hemen izin ister ve iki dakika sonra “Mareşal Atatürk” olarak geri döner, kıyafeti değişmiştir. Sonra da büyükelçiye dönüp asker kıyafetini değiştirmenin kolay ama taşımanın zor olduğunu söyler.

Mesaj verilmiştir.

Bir an düşünün Kıbrıs, Güneydoğu ve Kuzey Irak...
Acaba Atatürk bunları görse sivil mi kalırdı yoksa yine Mareşal kıyafetini mi kuşanırdı?

32. Gün’den gelenler belki hâlâ kalpağı merak ediyorlardır. Onlara da Atatürk cevap versin.

Ölmeden hemen önce Hatay görüşmeleri tıkanınca bakın Atatürk’ün aklına ne geliyor; çete kıyafetlerini kuşanıp, Hatay’da çeteciliğe başlamak, hatta diyor ki bu Fransız Suriye’ye bağımsızlığını vermeyecek gidip orada da savaşmak lazım. Çete kıyafeti dediğiniz nedir, başta Astragan Kalpak, omuzda çapraz fişeklik. Ama dikkat edin, bunları söyleyen Atatürk’ün sırtında şık bir takım elbise vardır yine de ve CHP Kongresi’nde Laiklik ilkesini programa eklemekle uğraşmaktadır. Halkevleri açmaktadır, çağdaşlaşma kavgasını sürdürmektedir. Bunlar farklı “Atatürk”ler değil ki...
Şapka ve kalpak neleri simgeler
Kalpaklı da olsa, fötr şapka ve takım elbiseli de olsa Atatürk şüphesiz aynı Atatürk’tür. Ancak Atatürk’ün ölümünden sonra Atatürk’ün resimlerinin de bir imaj yaratmak üzere Atatürk karşıtı güçler tarafından kullanıldığını ortaya koymak gerek.
Bize “niye kalpaklı Atatürk resmini kullanıyorsunuz” diyenler acaba neden hep şapka ve fraklı Atatürk resimlerini kullanırlar?
Sahte Atatürkçülerin yayın organları Kalpaklı Atatürk resmini unutturmak için ellerinden geleni yapmaktadır. Neden?
Çünkü onlar Atatürk’ün giydiği şapkadan Atatürk’e taban tabana zıt bir karakter yaratma peşindedirler.
Ömer Seyfettin’in bir hikâyesinden biliyoruz; Osmanlı’nın son yıllarında şapka giyenler halk arasında hoş karşılanmazdı. Şapkayı Atatürk giymiyordu ki kozmopolit alafranga züppelerin simgesiydi şapka.
Cumhuriyet döneminde ise gericiliğe karşı mücadelenin simgesi oldu. Böyle dönüşümler toplumların hayatında sık yaşanır. Örneğin Fes ilk giyilmeye başladığında modernliğin simgesiydi, sonra ise taassubun simgesi haline geldi. Şimdi dönüp fese bakan kimsenin aklına modernliğe ilişkin bir şey gelmeyeceği açıktır.

Kalpak niye geri döndü?

Cumhuriyet döneminde şapka giyen Atatürk daha bir yıl önce kalpağıyla emperyalizme karşı muzaffer olmuş ve bu mücadelesini diğer sahalarda sürdüren devrimci, antiemperyalist bir liderdi. Türk milletinin sarı paşasıydı. Onun için de kafasındaki şapkayı kimse yadırgamadı, tersine bu halkın gericiliğe karşı tepkisinin simgesi oldu.
Ama şimdi antiemperyalist-devrimci ve halkçı bir Atatürk silinip yerine “şapkalı Atatürk” geçiriliyor. Şapkayla simgelenen Atatürk artık Atatürk’e taban tabana zıt bir kişiliktir: Batıcı, aydınlanmacı, “sivil”, statükocu bir “devlet adamı”.
Atatürk’ü altedemeyenler O’nu kendilerine benzetme yoluna gitti. Şeriatçılar ve komprador solcular ise bu sahte Atatürk portresinin üzerinden bir Atatürk düşmanlığı propagandasına girişti. Böylece elele kalpak unutturuldu.
Kalpağın geri dönüşü Türkiye’de devrimci, milliyetçi ve Atatürkçü bir uyanışın başlamasıyla birliktedir. Madem ki Türkiye 1919 koşullarındadır Atatürk yeniden dirilmelidir, tam da 1919’daki kalpaklı haliyle. Kalpaklı Atatürk’e daha fazla yer verenlerin kalpaksız Atatürk’ü sevmediklerini nereden çıkardınız. Tersine onlar gördüğümüz bütün Atatürk resimlerinin o aynı kalpaklı resimden türediğinin bilincindedir. Ancak o kalpağın nasıl ve ne amaçla sansürlendiğini anlayacak kadar da uyanıktırlar.

Kalpak, bugün Türkiye’deki Atatürkçü, milliyetçi, devrimci uyanışın simgesidir. Bu simgeler çoğu zaman gerçek bir askeri tedbirden çok daha etkilidir, Atatürk Mussolini’nin elçisine silah falan çekmemiştir, harp de ilan etmemiştir, sadece üniformasını giymiştir o kadar.

İşte Meclis’teki o Mareşal resmi emperyalist Batıya ve Türkiye’yi parçalamak isteyenlere karşı “haddini bil” mesajının simgesidir. Bunun için onlar “şapkalı ve sivil!” Atatürk’ü pazarlamaktadır.

Rahatsız olduğunuz bütün Atatürkler geri geliyor Atatürk Kurtuluş Savaşı’nı bitirince üniformasını çıkartmış bir daha da giymemiş! Bak sen; demek ki sizin “sivil Atatürk”ünüz istediği zaman üniformasını giyip Mussolini’ye “posta koyuyor”, sonra kalpağını giyip 56’sında çeteciliğe soyunuyor. Herhalde siz böyle bir sivilliği kastetmemiştiniz.
Deniz Gezmişlerin 68’lerde temel sloganlarındandı “Mustafa Kemaller geliyor”.
Gazeteci de sanki bunu biliyormuşçasına soruyor; Atatürk gelse bu Atatürk’lerin hangisi olurdu?
Bir daha söyleyelim, farklı Atatürkler yok, Atatürk bir tane ama sizin rahatsız olduğunuz ne kadar Atatürk varsa hepsinin tek tek geri geleceğini bilin.
Bilin de korkunuz artsın.
Mareşal Atatürk geldiği gibi kıyafetini giyecek ve Kıbrıs’ta Rumun planını bozacak, Kürt devletini kurdurtmayacak,
Devrimci Atatürk bakalım bu cici demokrasiye kaç saat tahammül edebilecek
Kalpaklı Atatürk pek yakında Kuzey Irak’ta Türkmen ve Arap’larla beraber çeteciliğe başlayacak,
Solcu Atatürk gelince bu kapitülasyonlar bu yeni Duyun-u Umumiyeler ne kadar dayanır varın siz düşünün,
Halkçı Atatürk sizin işbirlikçi patronlarınız hakkında hiç de iyi düşünmeyecektir.
Laik Atatürk’e gelince “maalesef” bütün tarikatlarınız da kapanacak, şeyhleriniz Hocaefendinin yanına taşınır artık, bir daha dönmemecesine.
Milliyetçi Atatürk gelince de, deneyin “Türkiye Türklerin değildir” demeyi, O Türkiye’nin sahibinin kim olduğunu kanıtlayacaktır, denemesi bedava...
Ama en çok Büyük Şeytan korksun Atatürk’ün gelişinden çünkü “Ortadoğu’da Filistinli çocuğun da Irak’lı köylünün de içindeki general Mustafa Kemal’den başkası değil. ABD’nin “köpek generalleri” bu gerçeği anladıklarında onlar için çok geç olmuş olacak.”
Atatürk’ün kim olduğunu merak ediyorsanız, tüm bunları toplayın, zaten tek bir Atatürk çıkar ortaya.
Sizi de korkutan bu değil mi?


***

Yekta Güngör Özden: “Yargının; Yürütme ve Yasamanın buyruğunda olduğu yerlerde adalet yoktur”

Yekta Güngör Özden: “Yargının; Yürütme ve Yasamanın buyruğunda olduğu yerlerde adalet yoktur”

Savcılar Görevini yapmıştır ve yapacaktır,



TÜRKSOLU: 

Sayın Başkanım, Türkiye’nin bu yoğun gündeminin en önemli meseleleri hep hukuk alanında düğümleniyor. Yargının savunma ve karar yanlarında görev yapmış ve Türkiye’de yargının en üst kurumunun, Anayasa Mahkemesi’nin Başkanlığı görevinde bulunmuş bir kişi olarak size öncelikle bu güncel konuları sormak isteriz. Türkiye’yi sarsan 17 Aralık operasyonunu başlatan Cumhuriyet Savcıları sizce doğru mu yapmıştır? Bir savcının iktidara yönelik operasyon yapma hakkı var mıdır? Süreç hukuksal mıdır?


Yekta Güngör Özden: 

Sorunuza hemen yanıt vereyim. Mustafa Kemal Atatürk’ün 5 Kasım 1925’te Ankara Hukuk Okulu’nu açarken yaptığı konuşmanın sonunda; “Cumhuriyet’in kollayıcısı olacak bu büyük kuruluşun açılışından duyduğum mutluluğu hiçbir girişimde duymadım.” demiştir, güçlü bir sesle. Daha sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün Adalet Bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt’un Cumhuriyet Savcılarına kapsamlı, övgülü ve önemli seslenişi unutulmamalıdır. Kamu savunmanlarıdır. Sanıkların lehine olan durumları da gözetip belirtmek zorundadırlar. Bizim hukuk devleti olarak kurduğumuz ve Lozan’da bağımsız niteliğine, kurumsal yapısına çok önem verdiğimiz Cumhuriyet’in çok önemli bir öğesidir Cumhuriyet Savcıları. Hepimizin anımsayacağı gibi başka hiçbir mesleğin adında, meslek adamının görevsel adında da “Cumhuriyet” sözcüğü yoktur. Bu bakımdan hukuk devleti olmanın gereklerini yerine getirecek olan kamusal otoriteyi ve ağırlığı çok önemli biçimde başarması gereken savcılarımızın devlet adına yasaların öngördüğü yetkileri kullanmasından daha doğal bir şey yoktur. “17 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet operasyonu” denilen gelişmelerde bugünün iktidarının, tamamen Cemaat’e karşı, Cemaat’in yandaşı olduğunu ileri sürdüğü, hattâ mafya tipi davranışlarla suçladığı yargıç ve savcılara karşı bir insafsızlık ve merhametsizlik yaptığı kanısındayım. Savcılar doğal görevlerini yapmışlardır, doğru yapmışlardır.

TÜRKSOLU: 

Peki buna karşılık olarak savcıların görevden el çektirilmeleri, yer değiştirilmeleri normal midir?

Yekta Güngör Özden: 

“Savcılar iktidara karşı gelir mi?” gibi bir soru bile bana göre fazladır. Çünkü savcılar kim olursa olsun işlemleri yürüteceklerdir. Ancak yasalarda işlemlerin başlaması hariç yürütülmesi ve sonuçlanması için “izin” yani “olur” alınması gereken durumlar varsa ona dikkat edeceklerdir. MİT Müsteşarı hakkında Oslo görüşmeleri nedeniyle başlatılan soruşturmayı yasa çıkararak günümüz iktidarı engellemişti. Böyle durumlarda savcıların davranışını iktidara karşı olarak tanımlamak da yanlıştır. Savcılar görevini yapmıştır ve yapacaktır. Günümüz iktidarının baskıya, dayatmaya, sansüre yönelik davranışları her gün birbirine eklenmektedir. Bu bağlamda; Cumhuriyet Savcılarıyla, Cumhuriyet Savcılarının isteklerini uygun bularak arama kararı veren yargıçların yerlerinin değiştirilmesi, dosyaların ellerinden alınması, her zaman söylediğim gibi gerçek demokrasilerde görülmüş ve görülecek şeyler değildir. Ben altmış yıla yaklaşan hukukçuluk yaşamımda böyle bir olaya hiç rastlamadım. Bunlar çok çirkin örneklerdir. Bunlar demokrasimizi tartıştıran, sulandıran olumsuz yaklaşımlardır. Yasama, yürütme, yargı organları bağımsızlığının, birbirinden ayrılığının, özgürlüğünün tam olarak çiğnenmesidir. Bu noktada adaletten beklenen güveni ulusa veremezseniz yurttaşların devlete olan saygıları ve güven duyguları da azalır. Bunun çok önemli ve kötü uygulamaları var. Bunlara girişerek Cumhuriyet Savcılarının çalışmalarını engellemek bana göre öncelikle ve en hafifiyle birer anayasal suçtur. Yasalarımızın verdiği yetkileri Cumhuriyet Savcıları kullanacaklardır. Bu, hukuk devleti olmanın ve yargı bağımsızlığının çok doğal ve çok zorunlu koşuludur. 

Bunu böylece söylemek isterim.


yekta-gungor-ozden-turksolu-roportaj2

Siyaseti hukuksallaştırmak siyasetçilerin, yargıyı siyasallaştırmamak hukukçuların işidir

Bu savcıların içinde yan tutanlar varsa, duygusal hareket ediyorlarsa, siyasal amaçla hukuku, benim kınadığım gibi, siyasallaştırıyorlarsa bu başka bir konudur. Siyaseti hukuksallaştırmak siyasetçilerin işidir, yargıyı siyasallaştırmamak da hukukçuların işidir. Tersine bir şey yapıyorlarsa onlar için de gerekli yollar zaten var. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu var. Bunlar gerekli incelemeyi yaparlar, o Kurulun da Cemaatçilerin elinde olduğu da söylenemez ya. Söylenemeyeceği de şuradan bellidir ki bu olaylardan sonra iktidara uygun atamaları, görevden el çektirmeleri, yer değiştirmeleri kim yaptı? Bugünkü Kurul yaptı. Mızrak çuvala sığmaz. Bana göre iktidarın ve iktidarı tutanların 17 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet olaylarına ilişkin soruşturmaları geçersiz kılmaya çalışmaları, üstünü örtme, karartma ve kapatma çabaları boşunadır, sakıncalıdır ve geleceğimiz için de çok zararlıdır.


TÜRKSOLU: 

Bu bağlamda HSYK düzenlemesi ile ilgili neler düşünüyorsunuz?

HSYK’nın yapısını değiştirme çabası, ele geçirme amacından başka bir şey değildir

Yekta Güngör Özden: 

HSYK düzenlemesinin içtenlikli bir yaklaşım olduğu kanısında değilim. Bana göre, bugünkü HSYK iktidarın kendi isteklerini tamamen yerine getiren bir organ durumundadır. Bu istekleri yerine getirdiğine göre bunun biraz daha iktidar lehinde düzenlenmesi için 17 Aralık 2013 operasyonlarını bahane yapmışlardır. Yapılması gereken şey aslında HSYK’yı iki ayrı bölüm olarak, yani hâkimler için ayrı, savcılar için ayrı olarak çalıştırmak, oraya da meslekten insanları getirmektir. Oysaki bunlar HSYK’yı Meclis çoğunluğunun verdiği yetkiyle tam ele geçirmek için Meclis’in, Cumhurbaşkanı’nın, çeşitli kuruluşların seçtiği kişilerle siyasal bir organa çevireceklerdir.
Bağımsız olması gereken organların içinde herhangi bir yanın ağırlığı zaten tehlikeli ve sakıncalıdır. Örneğin yargıda yürütmenin ağırlığı, yürütmede yargının ağırlığı diye bir şey olmaz. Yasamada yürütmenin, yürütmede yasamanın ağırlığı diye bir şey olmaz. Ama Türkiye’nin gerçeklerinde bugün yasama organı tamamen yürütmenin etkisi ve egemenliği altındadır. Muhalefet partilerinin sözcülerinin konuşmalarından başka herhangi bir aykırı sese rastlanmamaktadır. Anayasa değişikliğinin gerektirdiği nitelikli çoğunluk dışında her yasa için çoğunlukla karar alabilmektedirler. O nedenle bana göre HSYK’ya ilişkin değişikliğin amacı onu daha çok siyasi iktidara bağlamak oyunudur. Nitekim bu nedenle anayasa tartışmaları gündeme gelince HSYK düzenlemesini durdurmuşlardır, ara vermişlerdir. Bu ara vermenin nedeni de yapılacak görüşmelerde uzlaşma olursa Anayasa’nın 159. maddesiyle ilgili yani HSYK’yı düzenleyen maddesinde iktidarın beklediği değişiklikler olursa gündemdeki HSYK önerisine gerek kalmayacak olmasıdır. Olmazsa yine bu yürütülecektir. Zaten Adalet Bakanı da “Seçimlerden önce biz bunu gerçekleştiririz.” demiştir. Onun için HSYK’nın yapısını değiştirmek çabası bana göre orayı daha çok bugünün iktidarının eline geçirme amacından başka bir şey değildir. Bu nedenle de içtenlikli bulmuyorum.

TÜRKSOLU: 

Aslında HSYK 12 Eylül 2010 Referandumu’ndan önce hükümetin eleştirdiği bir yapıdaydı. Referandumla müdahale ederek, değiştirdiler, dönüştürdüler ve şimdi tekrar müdahale ediliyor. Bu durum nasıl açıklanabilir?

Yekta Güngör Özden: 

1961 Anayasası ilk yürürlüğe girdiğinde Yüksek Hâkimler Kurulu da ilk defa oluşturuldu. Başkanı da kendi aralarından seçiliyordu. Daha sonra Adalet Bakanı’nın toplantılara katıldığı zaman başkanlık edeceği bir duruma getirdiler. 1971 değişikliğinden sonra Adalet Bakanlarının saygılı davranarak toplantılara gitmemesi üzerine bağımsız bir şekilde kurum işledi. 1980’den sonra 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girmesiyle kurulun başkanlığı Adalet Bakanına verildi. Adalet Bakanı’nın Müsteşarı da Bakanın isteğine göre seçildiğinden (Adalet Bakanı’nın değil Adalet Bakanlığı’nın Müsteşarıdır yasalara göre) bütün ağırlık iktidarlarda olmuştur. Bu nedenle de Kurul bağımsız bir yargı organı değil de siyaset organı gibi çalışmaya başladı. Sakıncaları böyle görüldü.

yekta-gungor-ozden-turksolu-roportaj1

Yargının; yürütme ve yasamanın buyruğunda olduğu yerlerde adalet yoktur,

Onun için zaten 12 Eylül 2010 halkoylamasından geçen anayasa değişikliğinin 26 maddesinin 24 maddesi bana göre dolgu maddesiydi. Onlar seçmenlerin yani halkoylamasına katılacak olan yurttaşların oy vermesini sağlayacak aldatmaya yönelik sempati maddeleriydi. Sanmıyorum ki onlardan bir maddeyi hatırlayasınız. Hiçbirimizin yaşamına olumlu bir etkisi olmadığı için. Bütün amaç HSYK’nın ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısını değiştirmeye yönelikti. Sonuç istedikleri gibi de olmuştu. Peki, şimdi ne yapıyorlar? Buna bile, en küçük eleştiriye bile katlanamıyorlar. En küçük doğruya çekme, en küçük yanlışlığı önleme çabalarına karşı çıkıyorlar. İktidar, “ben ne dersem o olsun, o yapılsın” diyor. Hâlbuki yargının; yürütme ve yasamanın etkisinde ve buyruğunda olduğu yerlerde hiçbir zaman adalet olmamıştır. Adaletin olmadığı hiçbir toplumda da güvenlikten, barıştan, geleceği ilişkin umuttan söz edilemez.

TÜRKSOLU: 

Bununla bağlantılı olarak, Başbakan sık sık yargı darbesi yapılmaya çalışıldığından, yargının iktidara rakip olduğundan, bahsediyor ve yargıya bile sandığı gösteriyor. Yargının karşılığı sandık mıdır?

Demokrasi sandığa indirgenemez

Yekta Güngör Özden: 

Sandık her şeyi çözmez. Sandığı önermesinin nedeni bugünün Başbakanının, bana göre, eskiden milli hâkimiyet dediğimiz ulusal egemenlikle, milli irade dediğimiz ulusal istenç arasındaki farkı bilmemesinden kaynaklanmaktadır. Sandık, belirli bir süre için yürütmede yetkili kılınacak insanları seçme işlemidir. Sandık her şey değildir. Sandıktan her çıkma demokrasi olmaz ki. Demokrasiyi sandığa bağlamak basite indirgemek demektir. Demokrasiyi bilmemek, tanımamak demektir. Demokrasinin yaşama geçmesi için sandıktan çıkan yasama organının ve onun belirleyeceği yürütme organının kendi alanlarında bağımsız olmaları kadar yargı bağımsızlığına herkesten çok önem göstermeleri gerekir. Yasama ile yürütmenin birbirinin içinde olduğu bellidir. Çoğunluk yasamada olunca yürütmeyi o seçer. Böylece yürütme yasamanın emrine giriyor. Öyle görünüyor. Yani yürütme öyle egemen oluyor ki partinin genel başkanı Başbakan olduğu için yasama organı da tamamen yürütmenin etkisinde kalıyor. Yasamadan bir ses çıkmamaktadır. Nitekim geçenlerde Meclis Başkanı Anayasa’nın 138. maddesinin ölü olduğunu söyledi. 138. maddeyi vatandaş öldürmedi ki. İktidarlar öldürdü. Yasama organı kendi öldürdü. Yanlış işlemler yaparak, iktidara ayak uydurarak, her dediğini yapmayı görev bilerek öldürmüştür.
O bakımdan bu konu hakkındaki konuşmaların çoğu yanlıştır. Yargı darbe yapmıyor. Onlar yargı organlarının işlerine gelmeyen kararlar vermesini bahane ederek, bunu başkalarının üzerine yükleyerek, sorumluluğu onların üzerine atarak ve yargının terazisinin tarafsız tartmasından duydukları rahatsızlıktan kurtulmaya çalışarak “darbe” diyorlar. Böyle ise sorumlularını tek tek tutup yaptırım uygulasınlar. İşlerine gelmeyen kanun ve işlemler nedeniyle “darbe” demesinler.

TÜRKSOLU: 

Bakanlarla ilgili hazırlanmış fezlekeler var. Meclis Başkanı Cemil Çiçek de savcılığa iade edildiğini söyledi. Bunun işleyişi nedir?

Yekta Güngör Özden: 

Fezlekeler Cumhuriyet Savcılarının sorumlular hakkında hazırladığı, gereğinin yapılması için, yasama organından dokunulmazlık gereği geçtiği için, Meclis’e gereği yapılmak üzere gönderilen yazılardır. Dokunulmazlığın kaldırılması içindir. Savcının muhatabı Bakanlıktır. Doğrudan doğruya Başbakanlık ya da Meclis Başkanlığı değildir. Bakanlığın muhatabı Meclis Başkanlığı değildir, Başbakanlıktır. Savcı, Adalet Bakanlığı’na, Adalet Bakanlığı Başbakanlığa, Başbakanlık da Meclis Başkanlığına gönderecektir. Bu, normal işleyiş merdivenidir. Birer birer bu adımlarla merdivenin geçilmesi gerekmektedir. Yeni bir yönetmelik çıkarmışlar. İçeriğini henüz bilmiyorum. O yönetmeliğe göre güya savcılar fezlekeleri doğrudan Meclise gönderecekmiş. Bunu benim aklım almadı. Usul ve yazışma nezaketinin gereği olarak Adalet Bakanlığının Başbakanlığa, Başbakanlığın da Meclis’e göndermesi gerekmektedir. Geçenlerde bir fezlekeyi Meclis’e göndermişler. Meclis Başkanlığı da “Bize değil Bakanlığa gönderin.” diyerek iade etmiş. Ardından da tersine Bakanlık, “Bana değil Meclis’e gönderin.” diyor.

Fezlekelerle ilgili zaman kazanma oyunu oynanıyor,

Ben bir oyun oynandığı kanısındayım. Böylelikle seçimlerden önce Bakanların yaptığı eylemlerin kötü taraflarının halk tarafından bilinmesini önlemek istemektedirler. Bakanların eylemleri de Başbakanın ve diğer Bakanların bilgileri dışında olmayacağından ve ilişkiler ortaya çıkacağından “iktidar güç durumda kalmasın” diye bunun soruşturmasını seçimlerin sonuna ertelemek için fezlekeler tenis topu gibi karşılıklı gönderilmeye başlanmıştır. Sonucun ne olacağını bilmiyorum. Bu konuda muhalefet partilerinin tepkilerini çok haklı buluyorum. Bunu belirteyim.
Burada bir şey daha vardır. Bülent Arınç gündeme getirdi. “Meclis İç Tüzüğü’ne göre 55 imzayla bir komisyon kurulsun ve fezlekeler buraya verilsin.” deniyor. Fezleke gelmeden sadece muhalefet partilerinin şikâyeti gelecek buraya. Meclis çoğunluğuyla bunlardan soruşturma açılmaz diyecekler. O zaman fezlekelerin gelmesinin de gereği kalmayacaktır. Bu oyalama, zaman kazanma oyunudur.

TÜRKSOLU: 

Bugün basına yansıyan haberlere göre Meclis Başkanı fezlekelerin savcılıklara geri gönderildiğini söylüyor. Geri gönderme hakkı var mıdır?
Yekta Güngör Özden: Evet bugünkü haberlere göre dönmüş. Bir yönetmelikten bahsediliyor. Görmediğim yönetmelik için bir şey diyemem. Bir yönetmelik çıkmış güya, fezlekeler doğrudan gidecekmiş. Peki, madem yönetmelik böyleydi, neden daha öncekilerde Meclis’e gönderilenler “Bakanlığa gönderilsin” diye iade edildi? Bir karışıklık var.
“Yeniden yargılama” değil yargılamanın yenilenmesi olabilir

TÜRKSOLU: 

Bir taraftan da yeniden yargılanma ve uzun tutukluluk süreleri gündeme geliyor. Tutukluluk süresinin yedi buçuk yıldan beş yıla düşürüleceği söyleniyor. Bu Tayyip Erdoğan’ın bir taktiği midir? Bundan bir sonuç çıkması mümkün müdür?

Yekta Güngör Özden: 

Bu da bir oyundur. İki tane yol var gerçekte. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 308. maddesinde karar düzeltme yolu var. Karar düzeltme yolu biliyorsunuz, mahkemenin verdiği kararların Yargıtay’ca onanmasından sonra Başsavcılara başvurularak, “Bunda yanlışlık vardır ve daire de yanlış onama yapmıştır ya da yanlış bozmuştur.” denilerek düzeltme istenmesidir. Başvuru, Başsavcının takdirine bağlıdır. Başsavcı uygun buluyorsa, o ilgili daireye bir daha bakılması için geri gönderilebilir. Orası da uygun bulmazsa Başsavcı Genel Kurul’a kadar gidebilir.
Öbür yol da yargılamanın yenilenmesidir. Yani “yeniden yargılama” değildir. Yenilenme; bir şeyin elde olan şeklinin yani eskisinin özü yerinde kalarak yenilenmesidir. Yeniden yargılama denildiğinde ise sıfırdan başlayarak yepyeni bir yargılama yapılması gibi anlaşılıyor. Bu kavram yanlış kullanılmaktadır. Bu da aynı yasanın 311. maddesinde vardır. Yargılamanın yenilenmesi için gerekli olan şey konunun tamamen bitmiş, kesinleşmiş olmasıdır. Bunu çoğu kimse yanlış biliyor. Yargıtay’dan geçip onandı. Düzeltme işlemi de bitti. Tüm aşamalar tamamlandı ve dosya kapandı. İşte yargılamanın yenilenmesi için bu durum gereklidir. Yani bitmemiş bir süreç için yargılamanın yenilenmesi olmaz. Yani Ergenekon’da bu olmaz. Balyoz’da ise olur. Balyoz davası bitmiştir ama Ergenekon’un daha kararı bile yazılmamıştır. Yenilenme için yasanın 311. maddesi’nin öngördüğü koşulların gerçekleşmesi gerekir.
Okuyalım: “Kesinleşen bir hükümle sonuçlanmış bir dava aşağıda yazılı hallerde hükümlü lehine olmak üzere yargılamanın yenilenmesi yoluyla tekrar görülür: Duruşmada kullanılan ve hükmü erteleyen bir belgenin sahteliği anlaşılırsa…”; işte bitti. Ama buna rağmen Balyoz’da geri çevirdiler. Orada da bir incelik var. Sahtecilik TÜBİTAK’ın kurum adına kararıyla gitmedi. TÜBİTAK’ın görevlendirdiği bilirkişilerin raporu gitti. “O rapor bağlamaz, kurum adına değildir.” deniyor. Bülent Arınç da bu açıdan yaklaştı; “Durun bakalım, öyle mi değil mi, anlayalım.” dedi. Bir türlü râzı olamadılar.

Burada sahteciliğin bir bilirkişi raporuyla ortada olduğu kesindir. Okumaya devam ediyorum: “Yemin ederek dinlenmiş bir tanık ya da bilirkişinin hükmü etkileyecek biçimde hükümlü aleyhine kasıt ve ihmal ile gerçek dışı tanıklıkta bulunduğu veya oy verdiği anlaşılırsa…”; gizli tanıkların beyanları dosyada var. Devam ediyor; “Hükme katılmış olan hâkimlerden biri…” ama hükmü veren ayrı, bir takım karışıklıklar var dosyada. Ben bizzat kendim görüp incelemediğim için, dışarıdan yakınmaların içeriğinden bunları çıkarmaya çalışıyorum. Tam bir şey söyleyemiyorum ama yargılamanın yenilenmesini gerektiren durumları çarşaf çarşaf, sütun sütun gazeteler yazıyor. Bundan başka daha ne olabilir? Üstelik böyle bir şey duraksamalı olsa bile yargıda kuşkunun ve kuruntunun yeri olmaz. Yargının kaçınmadan el atması gerekir. Öyle bir durum yoksa reddedilir. Sonuçta eski kararda direniyoruz denilir. Onun için ben gene de yargıçların bu konuda gereken duyarlılığı gösterdiği kanısında değilim.

Ergenekon’da yargının yenilenmesi şimdi olmaz, sonra olur

TÜRKSOLU: 

O zaman burada çok ilginç bir durum var. Sizin söyledikleriniz anlatılan sürecin tam tersini işaret ediyor. Kararların alınması ve dosyanın kapanması gerekli dediniz. Balyoz’da olur Ergenekon’da olmaz dediniz. İktidar ise Ergenekon sanıkları için yargılamanın yenilenmesi olur ama Balyoz’da nihai karar olduğu için olmaz diyorlar.

Yekta Güngör Özden: 

Ergenekon’da şimdi olmaz. Sonra olur. Yanlış söylemekteler. Bakın yasada yazılan açıktır: “Kesinleşmiş bir hükümle sonuçlanan bir dava…” diyor. Öbüründe yargı daha bitmemiştir ki yenilensin. Bu yol ancak bitenler için geçerlidir. Gerçekte iktidarın yenilemede içtenlikli olduğu kanısında değilim.

TÜRKSOLU: 

Yine bu konuyla ilgili olarak bunun siyasi bir yaklaşım olarak geldiğini görüyoruz. “Biz sizin yargılamanızı yenileyeceğiz.” deniliyor. İnsanlar da dışarı çıkacağını, yargılamasının yenileneceğini ve artık hep serbest kalacağını düşünüyor. Bunun garantisi var mıdır? Tekrar yargılandığı zaman daha ağır bir cezayı ya da aynı cezayı yeniden alma ihtimali yok mu?

Yekta Güngör Özden: 

Sanıkların lehine olacağı için daha ağır bir ceza olmaz. Fakat burada başka bir incelik var. Terörle Mücadele Yasası’nın 10. maddesinde tutuklamaların on yıla kadar sürebileceği yazılıdır. Anayasa Mahkemesi ise bunu bozmuştur. O nedenle uzun süreli tutuklular Mustafa Balbay olayında olduğu gibi tahliye oldular.

Tutukluluk süresinin beş yıla düşmesi iktidarın armağanı değil, zorunluluk

Yine Ceza Yasası’nda tutukluluk için asliye ceza için şu kadar, ağır ceza için bu kadar derler. Bana göre o süre üç yıldır. Fakat yargıçlarımız Yargıtay içtihatlarına bakarak beş yıl olarak götürüyorlar. Terörle Mücadele Yasası, hükümetin dediği gibi buna ilişkin mahkemelerin kapatılmasıyla ortadan kalkacağına göre otomatikman şimdiki beş yıla inecektir. Başbakan’ın “Beş yıla çekeceğiz.” demesi budur. Yani gerçekte beş yıla indirecek bir düzenleme yapmayacaklar. Aslında olmayan bir şeyi veriyormuş gibi davranmaktadırlar. Bir nevi armağan veriliyormuş gibi konuşulmaktadır. Aslında böyle bir durum da yoktur. Kamuoyu da bu incelikleri bilmediği için böyle algılamaktadır.
Bakın Ceza Yargılaması Kanunu’ndan okuyorum: “Madde 102. Ağır Ceza Mahkemelerinin görevine girmeyen işlerde tutukluluk süresi en çok bir yıldır. Ancak bu süre zorunlu hallerde gerekçeler gösterilerek altı ay daha uzatılabilir.” Yani Asliye Ceza, Sulh Ceza mahkemeleri için böyledir. “Ağır Ceza Mahkemelerinin görevine giren işlerde tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre zorunlu hallerde gerekçesi gösterilerek uzatılabilir. Uzatma süresi toplam üç yılı geçemez.” Burada “toplam” ifadesi olmasa idi, uzatma süresi üç artı iki beş olurdu. Ama burada “uzatma süresi toplam üç yılı geçmez” deyince iki artı bir üç olmaktadır. Az önce ifade ettiğim yanlış anlama da buradan kaynaklanmaktadır.
Terörle Mücadele Yasası’nın 10. maddesine göre olan on yıl da Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildiği için geriye ancak buradaki en çok beş yıllık süre kalmaktadır. O zaman ne indirilmiş oluyor? Aslında hiçbir şey yapılmamış oluyor. 

İnsanları nasıl kandırdıklarını görüyorsunuz.

TÜRKSOLU: 

Önceki Ergenekon hâkimi, 2500 sayfalık iddianameyi on beş günde okumamız imkânsızdı biz de davayı açtık dedi. Bu açıklamanın sonuçları ne olur?
Yekta Güngör Özden: 

Bu bile yenileme nedeni olabilir. Tam okunmamıştır, tam okunmayan delil yeterli delil değildir. Yetersiz delille karar vermek de yenileme nedenidir.
TÜRKSOLU: 

Yargının genel durumu açısından neler söyleyebilirsiniz? Siz Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yaptınız. O dönemden bu döneme yargıdaki olumsuz anlamdaki değişiklikleri nasıl yorumlarsınız?

Yargı bağımsızlığında gölgeler koyulaştı, bulutlar karardı

Yekta Güngör Özden: 

Mustafa Kemal Atatürk’ün çok güzel bir sözü vardır: “Yargı hakkı ulusal egemenliğin temel koşulu olup yargısı bağımsız olmayan ulusların devlet olarak kabulü olanaksızdır.” der. Bir de benim Baro Başkanlığı yaptığım zamanda İsmet İnönü’den rica edip aldığım ve Ankara Barosu’nun 1973’ün 29 Ekiminde çıkan Cumhuriyet’in 50. Yılı özel sayısında yayımlanan bir yazısı vardır. Diyor ki: “Biz Lozan’da kapitülasyonlar kadar mücadeleyi bağımsız hukuk devleti için verdik.” Çok önemlidir. O zaman bu iki büyük insanın dile getirdiği öngörüleri, yapılanmayı düşünüp ondan sonraki aşamalarda yargıya ilişkin düzenlemeleri dikkate alırsanız gitgide yargının bağımsızlığı konusundaki gölgelerin koyulaştığını, bulutların karardığını siz de kabul edersiniz. Demokrat Partililer iktidara geldiğinde 5434 sayılı Emekli Sandığı Yasası’nın bir maddesini kullanarak 28 tane yüksek yargı üyesini emekliye sevk ettiler. Bugün herkesin üzerinde durduğu bu kötü yaklaşım ve uygulama emin olun ki yine de şimdikinden iyiydi. Onlar hiç değilse insanların görev yapmasını engelleyerek tamamen uzaklaştırdılar. Şimdikiler ise görev yapılmasını kendileri doğrultusunda yürütmek için savcılarla ve yargıçlarla oynuyorlar. Aradaki fark budur. Yargının bağımsızlığı konusunda kimsenin özel bir isteminin ya da beklentisinin olduğunu sanmıyorum. Özlenen, bağımsızlıktır. Dikkat ederseniz yeni Bakan’ın da konuşma yaptığı son savcı ve yargıç atamalarında, avukatlıktan yargıçlığa geçenlerin Adalet ve Kalkınma Partisi’nin hangi yönetim kurullarından ve başkanlıklarından geldiği ortaya çıktı.

Benim başkanlığım zamanında Anayasa Mahkemesi mülâkatları yargı konusunda iptal etmişti. Sonra yeniden getirmişler. Bu konularda dışarıdan aldığım duyumlara göre yazılı sınavdan 100 alan kişiler sözlüde kazanamamaktadır. Bu olacak şey değildir. Daha zayıf puan alanların sözlüde geçirildikleri görülmektedir. Bunların hepsi kayırmadır. Bunlar iktidara yönelik olunca iktidar bunlardan kendisinin sorumlu olmadığını söyleyebilmek için topu cemaate atmaktadır. “Bu onların yargı darbesidir.” diyor. Böyle bir şey varsa bunu rastgele konuşmak doğru değildir. Darbeyi hangi yargıç veya savcı yapmışsa, onu da yargının önüne çıkarıp işlemini uygularsın. Dikkat ederseniz böyle bir sorunun gündeme getirilmediğini görürsünüz. Kuşkulandıkları herkesi görevden alıyorlar. Öyle görülüyor ki iktidar kendisine karşı saydığı tarafsız ya da başka yanda gördüğü yargıç ve savcıları görev değişimliğiyle dosyaları ellerinden alarak uzaklaştırıyor ve kendine yakın olanları göreve getiriyor. Benim görüşüm budur.

Yargıdan, hukuk fakültelerinden ses çıkmıyor,

TÜRKSOLU: 

Peki yargıya bu kadar müdahale olurken yargının kendini koruma refleksi neden devreye girmiyor?

Yekta Güngör Özden: 

Benim bütün üzüntüm de odur. Bir göreve gelmekten daha anlamlı olan görevden ayrılmayı bilmektir. Emekliliğiniz yaklaşmış. Bir ihtiyacınız yok. İkramiyeni de alacaksın. Daha ne bekliyorsunuz? Niye? Halkımızın yararını ve adaletin onurunu yüceltmek için ki bana göre adalet yalnız devletin değil dünyanın temelidir, kendinize düşenleri yapmıyorsunuz? Neden istifa etmiyorsunuz? Niye açıklamalarda bulunmuyorsunuz?
Bakın İzmir Cumhuriyet Başsavcısı Hüseyin Baş, Adalet Bakanı Müsteşarı’nın kendisine yaptığı baskıyı tutanağa bağladı ve derhal yerini değiştirdiler. Yer değiştirildiği zaman onun yardımcılarının ve başka başsavcıların da bana göre demokratik tepkilerini ortaya koymaları gerekirdi. Siyasal tepkiden söz etmiyorum. Ben siyaseti sayarım, sevmem. Herkes bunu bilir. Ama ses çıkmıyor.
Bir yerden daha ses çıkmıyor: Üniversitelerden. Bu yasa değişiklikleri oluyor, Anayasa’ya yollama yapıyorlar, HSYK düzenlemesini donduruyorlar fakat bir üniversite de çıkıp doğru dürüst tepki veriyor mu? Veya hukuk fakülteleri bir şey söylüyor mu? Veya hukuk profesörlerinin birkaçının feryadıyla Ankara ve İstanbul Baro Başkanları ile Barolar Birliği Başkanı’nın çıkışlarından başka bir tepkiye rastlayabiliyor muyuz? Bunu da bırakalım, elli tane avukat bir araya gelebilir. Toplu imzaları belli gazetelerde belli eğilimde olanlar yayınlıyorlar da neden onurlu hukukçulardan yüz imzalı bir bildiri çıkmıyor? Paraları mı yok? Adam başı yüz lira verseler ne kaybederler? Bu gidiş kötüyedir. Yargının bağımsızlığını korumak devletin bağımsızlığını korumak kadar önemlidir. Ama günümüz Başbakanı çıkıp “İkinci Istiklâl Mücadelesi”nden bahsediyor bunun da anlamı kalmıyor. Kimse “Bunlar ne anlamsız sözlerdir” demiyor.
Yargı devletine darbe yapar mı? “Kimi savcıların ve yargıçların yeltendikleri darbe” de bari. Bütün yargı neden suçlanıyor? Eskiler “Eline, diline, beline sahip ol” derler. Bunların da önce kendilerini düşünmeleri lâzım. Türkiye’de kavramların ve kurumların değeri bilinmiyor. Atatürk’ün, ilkelerinin ve devrimlerin değeri biliniyor mu? Hayır. Hep inanç sömürüsü yoluyla, çıkarcılıkla, birbirini desteklemekle, gazeteleri dolduran rüşvet olaylarıyla, havuzlarla, yavuzlarla bu iş böyle gidiyor.

Basına ve internete sansürde muhalefet Anayasa Mahkemesi’ne gitmeli

TÜRKSOLU: 

Bugün Sözcü’deki köşenizde de yazdınız. Bizim gazetemiz gibi kimi gazeteler bayilere çıkamıyor. Şimdi internet üzerinden de bir sansür geliyor. Bunun için ne diyeceksiniz?

Yekta Güngör Özden: 

Bu da yanlıştır. Bugünkü gazetelere göre yasama çoğunluğuyla internette sansür sayılabilecek müdahaleler geçerlilik kazanmış oluyor. Burada muhalefete sorumluluk düşüyor. Bu da konuyu Anayasa Mahkemesi’ne taşımaktır. O zaman bu iş Anayasa Mahkemesi’nin sorumluluğu altına girmiş olur.

TÜRKSOLU: Son olarak yaklaşmakta olan seçimleri soralım…

Yekta Güngör Özden: 

Aydınların tembellikten kurtulması gerek. Küçük nedenlerle eleştirilerde bulunup “Ben sandığa gitmiyorum” demesini doğru bulmuyorum. Ben de adayların tümünü beğenecek ya da tanıyacak değilim. Ama bugünün iktidarının kötülüklerini, olumsuzluklarını, sakıncalarını ki onlar kendilerine uymayanlar için “ihanet” kelimesini kullanıyorlar ama ben o kelimeyi kullanacak kadar ileri gitmek istemiyorum, bunları önlemek için partilerin gösterdikleri adaylara o partinin sempatizanı ya da üyesi olan kişilerin, tamamen katılmasalar bile, oy vermelerinden yanayım. İkinci olarak bölünmelere karşıyım.

Kötüler, her zaman, iyilerin bölünmesinden yararlanarak çıkar

Daha da ilerisinde ben muhalefetin yerinde olsam belli bölgelerde kuvvetli partilerin adayına oy verip öbür partinin birkaç ismini listeye almak yolunu izlerdim. Böyle bir dayanışmaya giderdim. En önemli ihtiyaç dayanışmadır. Çok küçük meselelerle bölünmenin anlamı yoktur. Mansur Yavaş MHP’den gelmiş demek ne ifade eder? Ön plândaki sorun Melih Gökçek’ten kurtulmak değil midir? Yavaş, CHP’ye gelmiş, sen ona gitmemişsin. O zaman CHP’liler neden itiraz etmektedir? MHP’lilerin itirazını bir parça anlarım. Ama onun gerçekten kişiliğini sevenler parti gözetmezler. Zaten yerel seçimlerde partililik sıfatı değil hizmet etme yeteneği, becerisi, çalışkanlığı gözetilir. Örneğin ben Ankara’yı tanırım ama İstanbul’a gitsem hiçbir şey yapamam. Onun için bu ölçüleri değiştirmek gerekir.
Örneğin Osmaniye’de MHP’li aday desteklenmelidir. CHP’li bir isim de MHP’lilerin listesine konulabilir. Elbet istifa ederek ve hukuka uygun olarak yapılmalıdır. Bunlar hile-i şeriye değildir. Tek çâre budur. Ankara’da ise CHP’yi desteklemek ve MHP’den bazı isimleri koymak gerekir.

Kötüler, her zaman, iyilerin bölünmesinden yararlanarak çıkar.

Yargının bağımsızlığı bir ülkede hukuk devletinin ve demokrasinin gerçek olması için en temel koşuldur. Yargının bağımsızlığı sadece mahkemelerin, yasama ve yürütme organının bağımsızlığı değildir. Mesela İtalya’da Anayasa Mahkemesi kendi bütçesini yapar devlet de uygular. Bizde bu anlamda tam, ideal bağımsızlık yoktur. Fakat bu bağımsızlığın korunması için baroların bağımsızlığı da şarttır. Barolar da halen idari vesayet altındadır. Hukuk soyut bir kavramdır. Hukukun eli kolu yoktur. Hukuku hukuk yapan hukukçulardır. O bakımdan iyi hukukçu yetişmeden de hukuk devleti olmaz. Ahlâken iyi, çalışkan, yürekli ve bilgili hukukçuya ihtiyaç vardır. Bunu yetiştirecek olan da hukuk fakülteleridir. Bugün 185 üniversite var. 120’den fazla da hukuk fakültesinden söz edilmektedir. Ben bunlardan birinin dolaylı olarak içindeyim, diğerinde ise öğretim görevlisi olarak bulunuyorum. Kadroları da, eğitim düzenini de beğenmiyorum. Beni eski bir hukukçu olarak beğenmiyorsam yenilerin hiç beğenmemesi gerekir. İyi hukukçu yetişmemektedir. Stajlar iyi yapılmamaktadır.

Hukukun siyasallaşması değil, siyasetin hukuksallaşması ilke edinilmelidir ülkemizde. Oysa bir gösteri alanı olarak, insanların zayıf yanlarını okşayan bir yapı olarak siyaset yeğleniyor. Paralarını alıp dönemden döneme liderin buyruğuna göre el kaldıran insanlar var. Ben Anayasa Mahkemesi’nde bile çalıştığım yirmi yıla yakın süre içerisinde hiçbir konuşma yapmadan, yalnız evet ya da hayır diyerek emekli olan üyeler biliyorum. Bu böyle olmamalı. Bunlar acı şeylerdir.

Hukuku hukukçular yapmaktadır. Bizim ulusal hukukumuzun kaynağı da Anayasa’dır. Amerikan Anayasası kaç yüz yıldır yürümektedir. Ancak ekler almaktadır. Federal Yüksek Mahkeme içtihatla yasaların anayasaya uygunluğunu yapmaya başladı. Biz neden çağdaş ve doyurucu bir anayasa yapamıyoruz? Bunların hepsi “basiret” dediğimiz iyi düşünme ve iyi karar verme yetisine dayalı özelliklerdir.

Bir gün bir hukukçu arkadaşım, “Birisine beddua etmek istiyorsanız Allah sizi Türk yargısına düşürsün; dua etmek istiyorsan düşürmesin.” dedi. “Güleriz ağlanacak hâlimize” sözünü kanıtlayacak bir şeydir bu. Bunlardan ders çıkarmak gerekir. Bunu söyleyen eski bir hukukçu, bir yurttaştır. Uzayan dâvalar, mahkemelerde yargıçların yanları azarlaması, avukatları konuşturmaması, geç yazılan kararlar, gerekçesiz kararlar… Böyle yargı düzeni ve adalet dağıtım olmaz. Biz zamanında kendimizi beğenmeyip eleştiriyorduk.

Yansızlık yargının mayasıdır,

Şimdi olanaklar, aygıtlar, kitaplıklar, yardımcılar, tetkik hâkimleri, raportörler, danışmanlar, AİHM kararlarıyla donanımlı bir yargı var. Daha iyi durum, daha doyurucu adaletle güçlü bir yargı olacakken “Bağımsız yargı istiyoruz!” sesleri meydanları dolduruyor. Yargıdan yakınmalar artıyor ve yayılıyor. Yargısı bağımsız olmayan ülkelerde herkes bağımlıdır.
Bu bakımdan “kişilik” dediğimiz size onur kazandıracak eylemlerin tarafınızdan yapılmasıyla oluşur. Onur kazanmayacağınız eylemler kişiliğinizi gölgeler. Kişilik sözle olmaz. Verilen sözün tutulmasıyla olur. Yansız davranacaksınız, yürekli olacaksınız, korkmayacaksınız. Çıkar için değil özveriyle çalışıp, ülke ve ulusunuza hizmet ederek devletinizi yücelteceksiniz. Önemli olan budur. Yansızlık yargının mayasıdır.

http://www.turksolu.com.tr/yekta-gungor-ozden-yarginin-yurutme-ve-yasamanin-buyrugunda-oldugu-yerlerde-adalet-yoktur/