21 Haziran 2017 Çarşamba

TÜRKİYE'NİN EKONOMİSİNDE GELİNEN SON DURUM VE OLABİLECEK GELİŞMELER BÖLÜM 2


TÜRKİYE'NİN EKONOMİSİNDE GELİNEN SON DURUM VE OLABİLECEK GELİŞMELER BÖLÜM 2

III- BÖLÜM, TARTIŞMA:

CÜNEYT ÖZTÜRK:

Burada bir paradoks yok mudur? Yani hem ülkenin devlet ve özel sektör mallarının yabancıların eline geçeceğini konuşuyoruz hem de bu iki sene içerisinde ekonomik kriz olacak diyoruz, yabancılar bir krizle kendilerini karşı karşıya mı bırakacak, bu bir paradoks değil midir?

SELAHATTİN ALTIER:

Devlet malları hemen hemen bitti, geçen gün işittim Çukurova Gaz diye bir şirket oluşturulmuş onu satacaklar, EGO'nun gazını ayırdılar o bölümü de 
satacaklar, tramvay vs.de satacaklar. Artık marjinal kuruluşlar satılıyor, üretim yapan kuruluşlara ilaveten haklar, lisanslar, kullanım hakları satılmaya 
başlandı. Pektim de satılınca üretim yapan kuruluş kalmıyor. İki yıl sonra hemen hemen tüm kuruluşlarımız yabancıların olacaktır, doğal olarak yabancılar 
bu durumda kriz olsun istemezler, ancak ortama göre hareket ediyorlar, sanırım bir krizi onlarda tahmin ettiklerinden yaptıkları yatırımları amorti etmek için 
acele ediyorlar, Örneğin Türk Telekomu altı buçuk milyar dolara Oger aldı, Telekom'un bu yılki karı ( 2006) 2,5 milyar dolar, görüleceği üzere yatırımı 3-4 
yılda amorti etmeye çalışıyorlar. Telekom'un bu karının ana nedeni hizmet fiyatlarının artmasıdır, yabancılar çok hızlı amorti edilebilen hizmet sektörü ve 
tekel kuruluşlara yönelmekte yeni yatırımlarla pek ilgilenmemektedir. Hizmet sektöründe döviz bazında fiyatlar çok yükselmiştir, ülkemizde toplu taşıma 
aracına 1,2 YTL'ye binilmektedir bu 1 dolar etmektedir, Manhattan'da da otobüs 1 dolardır, bu yılda 45 bin dolar gelir olanda, yılda 5 bin dolar geliri olanda 
1 dolara belediye otobüsüne biniyor demektir.

Sonuçta Türkiye'deki yabancı yatırımcıda kriz olsun istemez ancak sistem kendi kendini çürütüyor, kendi urlarını üretiyor, Oger Telekom'u almış 4 yılda amorti 
ediyor ama Avrupa'da amorti süresi 15-20 yıl. Yabancılar şimdilik döviz kurlarını bu seviyelerde tutmaya çalışacaklardır. En azından yatırımlarını amorti edip 
karlarını döviz olarak yurtdışına çıkarana kadar. Zaten TCMB'de döviz kurlarının düşük tutulmasına yüksek faiz silahı ile yardımcı oluyor, kura müdahale etmiyor, 
Hazine de kurların düşük olmasına yardım ediyor, ihtiyacı yokken %20 ile piyasadan borçlanıyor, parayı götürüp Sıfır faizle TC Merkez Bankasına yatırıyor, 
sırf piyasadan para çekmek için, bu olacak şey değildir. Hazinenin ödediği faizi de sonuçta vatandaş ödüyor, diğer yandan da DPT'nin açıklamasına göre 
2007'de vergi tahsilatı düşüyor. Ancak giderler artıyor, bütçe açığı büyümeye başlıyor. Hükümet bu açığı kapatmak için vergileri arttırıp mallara zam yapabilir, bu durumda halk bunu kaldıramayıp hükümetten önlem alınmasını isteyebilir, sonuçta sosyal rahatsızlıklar artabilir bu da krizin boyutunu arttırabilir. Diğer yandan ödenecek döviz faizleri cari açık ve kar transferleri de döviz kıtlığı yaratıp döviz kurlarını yükselmesine neden olabilir, bu da krizi tetikler, oluşabilecek uluslar arası gelişmelerde krizi tetikleyebilir.

Bugün Türkiye buğday, kağıt gibi ana ihtiyaç maddelerini ithal eder hale gelmiştir, doğabilecek en ufak döviz kıtlığında bu mallar ithal edilemez ise kriz 
aniden birkaç kat büyüyebilir. Eğer hükümet önceden tedbir alırsa 1 dolar= 2 YTL olur, eğer ani bir kriz olup piyasa ayarlama yaparsa 1 dolar = 5 YTL olur.

Özetle ülkemizde yatırım yapan dış güçler kriz istemez ama az önce belirttiğim şekilde onların inisiyatifleri dışında bir kriz gelişebilir bu nedenle bence 
paradoks durumu yoktur.

AYSUN EVLİYAOĞLU:

Krizin şiddetini ne görüyorsunuz? Yani 2001 krizinden daha mı şiddetli olur düşüncesindesiniz?

SELAHATTİN ALTIER:

2001 krizi ülkemiz açısından çok acemice doğmuş bir krizdir. Bahsetmiştim TCMB çıkıp Demirbank kağıtlarını kırsa idi bir kriz doğmayacaktı.

AYSUN EVLİYAOĞLU:

Peki o dönemde piyasaya ne kadar nakit vermesi gerekirdi? Nasıl bir rakamla o kriz önlenebilirdi?

SELAHATTİN ALTIER:

Krizden sonra IMF ile rakamlar revize edildi, şimdi rakamları net söyleyemem, yanlış olmasın ama bu revizeden sonra TCMB tüm bankalara para verdi, 
ancak verilen bu paranın %10'u krizden önce piyasaya verilseydi bu kriz doğmayabilirdi. Kriz tamamen finansal kriz idi. Ama bu sefer kriz olursa reel sektörde olacaktır. Bu çok daha tehlikelidir.

2001 krizi önceden halledebilirdi, kriz sadece dolar 1.700 TL'ye çıksın diye mi doğdu, TCMB piyasaya neden para vermedi, yoksa TCMB'nin bu parayı piyasaya 
vermesi engellendi mi? Aklım almıyor nasıl olurda TCMB ihtiyaca göre piyasaya para vermiyor, o zaman başkan Gazi Erçel idi, kendisini tanıyoruz. 

Nasıl böyle davrandı yorumlanması çok güç. IMF sen piyasaya para verme diyebilir. Böyle bir ortamda IMF'nin sözü dinlenir mi, AMB başkanı nasıl duruma 
göre piyasaya bir günde 100milyarlarca Euro'yu verdi. TCMB de bunu yapmalı idi.

Prof. Dr. ÜMİT ÖZDAĞ:

Ben de bir soruyla devam etmek istiyorum. Şimdi devlet mallarının satışı borçları kapamada kullanılıyor, peki özel sektörün yaptığı satışlardan gelen parayı 
Türk özel sektörü hangi alanlara yatırıyor? Bu konuda bir araştırma var mı? Bu para uçup gitmiyor herhalde, peki nereye gidiyor?

SELAHATTİN ALTIER:

Bu konuda KOÇ ile ilgili bildiklerimi söyleyeyim. TÜPRAŞ'ı sanıyorum 5 milyar dolara satın aldılar. Diğer yandan Telekom'u satın alan Oger yılda 2,5 milyar 
dolar kar ediyor yani Telekomun karı ile 2 yılda bir adet TÜPRAŞ satın alınabiliyor. Bu gidişle yabancılar sadece karları ile Türkiye'nin tüm kuruluşlarını satın alacaklar. Bu çok ilginç bir durum, sanırım KOÇ sattığı kuruşlardan ( İZOCAM, DEMİRDÖKÜM ) elde ettiği karlarla bu kredinin anapara ve faizini ödüyor olabilir. Finansbank'ı satan H. ÖZYEĞİN üniversite kuracağını açıkladı, yurtdışına yatırım yapıyor olabilir.

SORU:

Ben biraz da söylediğiniz rakamlar açısından bir ekleme ile katılmak istiyorum. Şimdi bu ithalat – ihracat rakamları biraz da realitenin dışında gibi geliyor bana, 
ihracatta gümrük terimlerinden bir tanesi hariçte işleme diğer biri ise dahilde işleme rejimi denen bir olay. Bunların asıl açılımı, örneğin siz Türkiye'den 
kumaş götürüyorsunuz Çin'de bunu bir mamul hale getirip ucuz işçilikten kazanma adına tekrar Türkiye'ye getirip satıyorsunuz. Bunu ihracat rakamı olarak koyuyorsunuz. Bir de dahilde işleme var ki o da bunun tersi diyelim ki Rusya'dan getiriyorsunuz malı Türkiye'de işleyip geri götürüyorsunuz bu da dahilde işlemedir. Bu her iki rakam da bir getirisi yok yani her ikisinin gelişinde ve gidişinde bir vergi tahsilatı yoktur. Ama bunların rakamlarını mesela hariçte 
işlemeden 5 milyon dolar dahilde işlemeden de 15 milyon dolar olsun toplamda ithalatın üzerine 20 milyon dolarlık bir yük daha koyuyoruz, ancak bunun 
bir vergilendirmeye tabi olmamasından dolayı hazineye bir aktarımı yok. Dolayısıyla bu 80 milyar dolarlık hadise bu şekilde şişirilmiş rakamlardan oluşuyor.

Bir de döviz kurları ile ilgili bir hadise var şimdi döviz yükselmesinin ticarette faydası var. Diyor ki ben şu kağıdı 25 cent e ihraç ettiğim zaman iç piyasada 
o 25 cent i Türk parasına çevirdiğinde para kazanıyor. Neden? Çünkü döviz 1.6-1.7 civarında ama 1.2 de kaldığı zaman ben bunu 25 cent e ihraç edemem 
o zaman 75 cent e ihraç etmem lazım ki doları Türk parasına çevirdiğim zaman kaybım olmasın. Yani döviz yükselmesinin ekonomiye bu noktada faydası vardır. 

İstikrar yorumlarınıza da aynen katılıyorum.

SELAHATTİN ALTIER:

Döviz işinde iki menfaat grubu var, biri reel sektör diğeri de borsacılar, sıcak paracılar, sıcak para 100 milyar dolar belkide daha fazla. Döviz kuru %10 yükselse sıcak paracılar 10 milyar dolar kaybediyor. Bu yatırımcılar dolar bazında zarar etmemek için kuru düşük tutmak istiyorlar. Diğer bir menfaat grubu da 130 milyar borcu olan özel sektör. Bu borcun önemli kısmı bankalara ait, eğer kurlar yükselirse bankalar bu borçları nedeniyle zarar edeceklerdir. Doğabilecek bu zararlar bankalar için çok tehlikeli olur. Kur artışını devlette istemez çünkü kur yükselirse döviz borcunu ödemede daha fazla YTL bulması gerekecek. Bunun sonucunda da vergileri arttırmak zorunda kalacaktır.

Bu menfaat gruplarının oyununu sadece TCMBbozabilecekken fiyat istikrarını sağlama uğruna bu oyuna müdahale etmemektedir. Hatta geçenlerde yüksek 
faizli Merkez Bankası bonosu çıkarıp piyasadan para çekilmesi suretiyle mevcut sisteme destek sağlanmıştır. Merkez Bankası ve hazine piyasadan parayı 
çekmese bu ortamda %20 olan Türk parası faiz hemen %10lara iner, yani faizler düşmesin diye piyasadan para çekilmektedir. Hazine yabancılardan ve 
piyasadan %20 ile aldığı paraları MB'na sıfır faizle yatırmaktadır, sırf kurları düşük tutmak için.

Sistem menfaat gruplarının işine geliyor ama vatandaş ayda 400 YTL ye çalışıyor, bu sistem ne kadar daha yürür bilinmez. Hükümet dolara arttırmayacağım sözü vermişti, ama nereye kadar, oda muğlak.

SORU:

Şimdi Sayın Altıer sözünüze başlarken Merkez bankası kurulurken üretimi desteklemek için katkı sağlanmak için kuruldu bu Atatürk zamanında görevleri 
arasında sayılmış bir maddedir bu sonradan kaldırıldı dediniz, yani bu ne demektir? Merkez bankası bir sömürü aracı olarak kullanılacak ve kullanılıyor demek. Yani baktığımızda şu anda parayı muhafaza etmek amacı içinde olan merkez bankasının yerine devletin diğer organları kullanılamaz mı? Şu anda merkez bankasına kesin kes ihtiyacımız var mıdır?

SELAHATTİN ALTIER:

Merkez Bankaları iki tip olabiliyor. Birinci tip sadece fiyat istikrarını hedef alan merkez bankaları. Bunlar enflasyondan geçmişte büyük tokat yemiş, milyarlık 
banknot küpürleriyle tanışmış şu anda çok gelişmiş ekonomileri olan ve enflasyondan çok korkan ülkelerin merkez bankalarıdır. Örnek olarak Fransa ve
 Almanya'yı gösterebiliriz. Diğer tip ise fiyat istikrarı yanında ekonomik kalkınmaya da katkıda bulunan gelişmekte olan ülkelerin merkez bankalarıdır. 

Tabi ki her iki tip merkez bankasında da temel görevler arasında para basmak da vardır.

Türkiye'de 1930 yılında merkez bankası kurulurken , merkez bankasına hem para basma görevi verilmiş hem de gelişmesi planlanan sektörlere fon sağlanması amaçlanmıştır. Genelde ülkeler kalkınıp zenginleştikçe ekonomi kendi kendine yürümeye başladığından, MB'larının görevleri arasında fiyat istikrarının sağlanması ön planlanançıkmaktadır.

Gelişmiş ülkelerde, siyasi baskılara maruz kalmadan fiyat istikrarını sağlayabilmeleri için merkez bankalarına bağımsızlık verilmiş ve bu hususta kanunlar çıkarılmıştır. Örneğin ABD Başkanı Amerikan MB Başkanını atayabilmekte ancak görevden alamamaktadır. Ülkemizde de IMF'nin baskısıyla 2001 krizinden sonra TCMB kanunu değiştirilmiş ve TC Merkez Bankasına çok gelişmiş ülkelerde olduğu gibi sadece fiyat istikrarını sağlama görevi verilmiş, ekonomik kalkınmaya katkı görevi kaldırılmıştır. TCMB'nin kalkınmaya katkı görevi Türkiye sanki ABD ve Almanya'nın ekonomik düzeyine gelmiş gibi kaldırılmıştır. 
Şunu da belirteyim 2. Dünya Harbinden sonra Almanya MB sının kalkınmaya katkıları olmuştur. Bugün TCMB sadece fiyat istikrarı ile uğraşmaktadır, 
ülkemiz belli bir kalkınma düzeyine geldiğinde bu şekilde hareket edilebilir, ancak bugün için erken bir karardır, TCMB nin kalkınmaya katkı için yapacağı 
çok görevler bulunmaktadır.

Şunu da belirteyim, 1930larda TCMB kanunu yapılırken, bankaya kalkınma görevi verilirken ticaretin, sanayinin, tarımın, ihracatın, yatırımların desteklenmesi amaçlanmıştır. Yani reel sektör teşvik edilmiştir, inşaat sektörü o zaman ölü yatırım görüldüğünden TCMB nin inşaat sektörüne kredi açması kanunla yasaklanmıştır.

Ülkemizde kurulduğundan beri MB sanayiyi ve reel sektörü destekledi, bugün sabancı ve birçok büyük kuruluşun sanayi tesisleri TCMB'nin orta vadeli 
reeskont kredileri ile kurulmuştur, şimdi reel sektöre TCMB desteği bıçak gibi kesildi, reel sektör yeterince Türk parası kredi kullanamaz ve yatırım yapamaz 
hale geldi, reel sektör yurtdışı kredilere yönlendirildi ve 5-6 yıl içerisinde dış borçları 130 milyar dolarlara ulaştı. Ekonomi otoriteleri ve MB adeta ben borç 
vermem git dışardan borç al demektedir.

Belirttiğim gibi TCMB ben döviz kuruna karışmıyorum, faize karışıyorum demektedir, o zaman Merkez Bankası olarak faize de karışma, madem ki liberal 
ekonomi var faizi de serbest bırakacaksın.

KIVANÇ GALİP ÖVER:

Aslında şunu da kabul etmek lazım birçok şeyin istisnai yaşandığı bir ülkede yaşıyoruz ancak bu konuyu böyle bir durumu yaşayan ve yaşamakta olan muhakkak bazı ülkeler vardır. Böyle bir ülke ya da ülkeler var mı? Varsa oralarda bu süreç nasıl devam ediyor. Genel olarak nasıl bir değerlendirme yapabiliriz?

SELAHATTİN ALTIER:

Arjantin, Brezilya ve Venezüella gibi ülkelerde benzer durumlar vardı, ama ne oldu CHAVES çıktı IMF yi kovdum dedi, reel faizleri düşürdüler, cari fazla vermeye başladılar, ekonomileri gerçekanlamda düzeldi, ama Türkiye Dünyada en yüksek reel faizi ödüyor, ne oldu sonuçta, sözünü ettiğim ülkeler cari fazla vermeye başladı ve bizim cari açığımız gittikçe büyüyor, 40 milyar dolara gidiyor. IMF den yakasını kurtarıp milli politika uygulayan ülkeler başarılı oluyor.

KIVANÇ GALİP ÖVER:

Bir sorum daha olacak sayın Altıer, duyduğuma göre Kore'de böyle bir durum oluyor ve milli seferberlik ilan ediliyor, halktan para toplanıyor ve borçlar ödeniyor. Buna benzer şeyler Türkiye de telaffuz edilse yani biz IMF yi bir şekilde gönderirsek bunun sonrasında yedi düveli bize düşman mı ederiz. Ekonomisi yalıtılan bir ülke durumuna mı düşeriz

SELAHATTİN ALTIER:

Güzel söylüyorsunuz, durum gayet açık, hayal görmeye gerek yok, rakamlar belli, yılda 10-15 milyar dolar faiz ödeniyor, 80 milyar dolar ithalat ihracat açığı var, bu resmi rakamlar, inanılacak gibi değil. Bir örnek vereyim Arjantin borçlarını ödedi mi, sadece %20 sini ödedi, şimdi sanayisi de cari fazlası da Türkiye'den iyi, Arjantin siz beni bugüne kadar sömürdünüz, bende şimdi borcumu ödemiyorum, isteyen gelsin borcunun %25ini ödüyorum dedi, herkes razı oldu, olay kapandı gitti.

Size bir olay anlatayım, 1995 yılında Washington'a IMF toplantılarına Yaman Törüner başkanlığında bir heyetle gittim. Ben dış ilişkiler genel müdürü ve IMF 
masası sorumlusu idim. Bana dedi ki (kendisi çok akıllı bir insandır) şu Çinlilerle görüşelim ikimiz paralarımızı birleştirelim ve paralarımızı yabancı bankalara 
beraber yatıralım, daha fazla faiz alırız dedi. Bizim o zaman 26 milyar dolarımız vardı. Çinlilerle görüştük onların da 80 milyar doları varmış, Tamam dediler. 
Toplam 106 milyar doları beraber yatırıma yöneltmeye karar verdik. 26 milyar doların getireceği faiz ile 106 milyar doların getireceği faiz arasında binde bir 
fark da olsa önemli miktarda para kazanılacaktı. Bu çok akıllıca bir projeydi fakat farklı sebeplerle ne yazık ki yarım kaldı. Sonuçta, o zaman Çinlilerin 80 milyar 
doları bizim 26 milyar dolarımız vardı değil mi? Şu anda bizim 60-65 milyar dolar, Çinin ise 1,1 trilyon dolar döviz rezervi var.

Çin'de IMF yok, Türkiye'de ise var.

SORU:

Son altı yıldır Ufuk SÖYLEMEZ ile birlikte çalışıyorum.Yayın ve metin danışmanlığını yaptığım "Siyasette Merkezi Yeniden Kurmak" adlı çalışmanın ardından, 

"Türkiye Maskeli Değişimin Tuzağında" diye bir çalışma yaptık. Ben ekonomist değilim fakat liberal düşünce topluluğu içerisinde son 4–5 yıldır ekonomistlerle 
de çalıştım. Genelde de söylenen 2001 krizinin çok yapay bir kriz olduğu bu krizin Türkiye'nin siyasi yapısını tasarımlamak açısından yaratılmış bir kriz gibi 
görünüyor. Yani üstü ekonomi altı siyasi gibi bir durum söz konusu. Ve sizin de dediğiniz gibi bu yatırımcılar yatırımlarını değil amorti etmek birkaç sene 
içerisinde bir, bir buçuk katını kazandı yani sanıldığı gibi bu kriz onlar için çok da büyük bir kriz olmayacak aksine her krizde biraz daha büyüdükleri göz önünde bulundurulursa onlar için iyi sonuçlar da doğurabilir. Sorum şu: Türkiye bu yeni krizde yani oluşacak yeni ekonomik sıkışma ortamında nasıl bir yapılanmaya tabi tutulacak.

Bir de insanlar bazı şeylere işte nasıl diyeyim bilgisayar televizyon belki de araba gibi mallara sahip oldukça bu ekonomik sıkışma konusunda hiçbir fikirleri 
oluşmuyor. Bu sinsice yaklaşan kriz ortamına insanları hazırlamak bence şu an gerçekten çok önemli. Ve muhalefet de aslında bu zeminde yapılanmalıdır. 
Biraz da kötümser olursak ya hükümet de bu kriz oluşturabilecek kanalların elemanıysa ya onlar da çalışanlar da bu planın içindeyseler? 
Ne yapmalıyız nasıl yorumluyorsunuz böyle bir durumu?

SELAHATTİN ALTIER:

Türkiye Hollanda gibi bir ülke değildir. Türkiye'nin nüfusu her yıl %2 artıyor, her yıl iki milyon genç iş hayatına giriyor, bunlara iş bulup istihdam sağlanması 
gerekiyor, Hollanda'nın ise nüfusu azalıyor, Başbakanımız herhalde Türkiye'nin Hollanda gibi bir tüccar ülke olacağına, ülkede ticaret artınca ve borsa 
iyileştikçe ülkenin Hollanda gibi tüccar bir ülke kadar zenginleşeceğini düşünüyor, ülkenin borçları, cari açık, sıcak para, sanayinin montaj sanayine dönüşmesi, nüfus arştı ve işsizlik konularında Allah Kerim. Ama nüfusunun %100üne yakını Müslüman olan ülkemiz içine girdiği dış borç ve sıcak para ambargosu nedeniyle, Irakta bir milyon Müslümanınöldürülmesi konusunda sesini çıkaramıyor. Ülkemiz herhalde bu kadar ekonomik çember içinde olmasa idi, öldürülen Müslümanlar ve başa geçirilen çuval konusunda sesini çıkarırdı. Hükümette bilmektedir ki ABDye karşı reaksiyon gösterip çıkış yapılsa sonuç sıcak paranın kaçışı, dövizin fırlaması, borsanın altüst olması ve ekonomik çöküştür.

IV- SONUÇ VE DEĞERLENDİRME:

Prof. Dr. ÜMİT ÖZDAĞ:

Milliyetçi olmak milli menfaati doğru tanımlamak ve milli menfaati gerçekleştirebilmek demektir yani bir kişi kendisini milliyetçi olarak nitelendirip samimi olarak da yani duygusal anlamda milliyetçi olup milli menfaati objektif olarak doğru tanımlayamazsa doğru da gerçekleştiremez. O zaman kendini ne kadar milliyetçi olarak değerlendirirse değerlendirsin eylemlerinin sonucu millete yarar olmayacağı için tarihe de milliyetçi olarak geçmesi mümkün değildir. 

Her halkın her ailenin yaşamının önemli bir bölümünü de ki var olması için yeme, içme ve barınma, bu anlamda ihtiyaçları karşılanmayan bir insanın diğer 
alanlara geçmesi mümkün değildir.

Ne yazık ki Türk milliyetçilerinin üzerinde en az düşündüğü alan da ekonomi. Oysa yirmibirinci yüzyıla küreselleşmeye küresel ekonomiye bir cevap üretmeden önümüze konan temel ekonomik paradigmayı çözüp ona alternatif koymadan ne Türkiye yi yeniden kavramak anlamak ne de ilerletmek mümkün olmaz. 
Bizim enstitü olarak bundan sonraki çalışmalarımızda ekonomi daha önemli bir yer tutmalı diye düşünüyoruz ve her ay en az bir veya iki beyin fırtınası 
oturumunu ekonomik meselelere ayırmayı ve ileriki aşamalarda biraz daha teknik detaylara inici çalışmalar yapmamız gerekiyor. 

Bu bir giriş niteliği taşıyordu. 
Sizlerden gelen taleplere yönelik de değerlendirmeler yapabiliriz.

AKP Türk siyasi tarihine geçildikten sonra bir tek 1954 senesinde demokrat partinin yaptığını yaparak oylarını artırmayı ve iktidarda kalmayı başardı. 

Demokrat Partinin ilk dönemlerini hatırlayalım; (1950-54 arasını) tarım ürünleri fiyatlarında Kore savaşından dolayı Türkiye 1950 ye kadar tek parti içerisinde 
dış borçlarını ödemeye yönelik sıkı para politikalarıyla hazinesinde sürekli para bulundurmaya yönelik bu da halkın üzerine belirli yükler bindirmiş,savaş bu 
yükleri biraz daha artırmış. Böyle bir ortamda halkın refahında ciddi bir yol alınıyor sanayi başlıyor ve ardından 1954 de hakikaten çok yüksek bir oyla 
Demokrat Parti iktidara geliyor. Ama daha sonra kötü yönetilen bir ekonomi , ve ardından 1957 seçimleri. Ve Demokrat Parti seçimleri tekrar kazanıyor.

AKP'nin de seçim başarısına baktığımız zaman 80 yılda yapılan borç dört buçuk senede yapılmıştır. Bu büyük bir borç. Muhakkak ki bu borç şu veya bu ölçüde 
kitleye dolaylı da olsa yansıyacaktır. Nasıl bir aile reisinin borç alıyor ise ve bu borcun aileye elbise araba kıyafet gibi yansımaları olursa bu alınan büyük 
borcun da millete yansıması dört buçuk senede olmuştur. Halk gelecekteki krizlere göre oy vermez halk cebindeki paraya göre oy verir. Üstelik halka 
gelecekteki krizler her yönüyle ve herkesin anlayacağı bir dille muhalefet tarafından anlatılamazsahalkın gelecekte oluşabilecek krizleri anlaması veya 
öngörmesini beklememiz mümkün değildir. Ancak bizim gelecekteki krizleri halka anlatabilmemiz için önce öğrenmemiz gerekiyor ki anlatabilelim.

Türkiye'de muhalefet yarım yamalak iki şeyin üzerine odaklandı. Cumhuriyet Halk Partisi, Laiklik; Milliyetçi Hareket Partisi ise (!)(!)(!) teröre odaklandı 
diyelim. Ama iki sene veya daha ileride yaşanacak büyük çöküşü millete hiç kimse anlatmadı. Onun için bu seçimlerin sonucu büyük bir kesimin söylediği 
gibi halkın büyük hatası değil, başarısı olarak da görülebilir çünkü başka bir halk bu kadar baskı altında kalsa muhtemelen tekrar iktidar olan partinin oyları 
%60–65 gibi bir rakam olurdu.

Evet, bu hafta seçim süreci ve AKP'yi ekonomik olarak yorumladık. Önümüzdeki haftalarda politik ve psikolojik açılardan değerlendirerek seçim dönemi ve 
AKP değerlendirmelerimizi tamamlayacağız.

Hepinize katıldığınız için teşekkür ederim…

http://www.21yyte.org/arastirma/ekonomik-arastirmalari-merkezi/2007/09/08/5957/beyin-firtinasi

****

TÜRKİYE'NİN EKONOMİSİNDE GELİNEN SON DURUM VE OLABİLECEK GELİŞMELER BÖLÜM 1




TÜRKİYE'NİN EKONOMİSİNDE GELİNEN SON DURUM VE OLABİLECEK GELİŞMELER BÖLÜM 1




BEYİN FIRTINASI
KONUK Yazar: SELAHATTİN ALTIER
I- GİRİŞ
Prof. Dr. ÜMİT ÖZDAĞ:


Bu hafta seçim dönemini ekonomik olarak ele alacağız. Konuğumuz Selahattin Altıer. 

Biliyorsunuz sayın Altıer daha önce AKP döneminin ekonomik değerlendir me sini iki bölümden oluşan bir yazıda gerçekleştirdi,bunlardan bir tanesini özel bir rapor olarak dağıttık merkez bankasında,iş dünyasında ve basında da ciddi yer aldı, dikkat çekti, tartışmaya neden oldu ardından dergimizin (21.yüzyıl dergisin) ilk sayısında değerlendirmelere devam edildi. Bugün ele alacağımız konuyu ise üçüncü sayımızda (21.yüzyıl dergisinin üçüncü sayısında) bir makale, bir rapor olarak tekrar değerlendireceğiz..

Sözü daha fazla uzatmadan sayın Altıer'e bırakmak istiyorum.

II- SELAHATTİN ALTIER'İN DEĞERLENDİRMELERİ:

Hepinizi saygıyla selamlıyorum. Ekonomik durumu her birimiz izliyoruz, burada ekonomide herkesin bildiği konuları tekrarlamaktan ziyade kısa bir sunumdan 
sonra ekonomide varılan noktaları karşılıklı olarak beyin fırtınası şeklinde tartışmak istiyorum. Bu yolu izlersek hem birbirimize katkımız olacak hem de bundan sonraki dönemde ilerleyeceğimiz yolu daha iyi belirleyebileceğiz.

Hatırlanacağı üzere 1999 yılında Ecevit Hükümeti zamanında IMF ile bir stand-by anlaşması yapıldı ve önümüze 6 milyar dolarlık bir kredi imkanı konuldu, 
o zamanki Türkiye'nin ekonomik boyutlarındabu para büyük bir imkan olarak görülüyordu, oysa bugün bu para neredeyse borsada bir günde dönen paranın 
yarısıdır. IMF bize bu programı sunduğunda Türkiye de ithalat ve ihracat arasında büyük fark yoktu ve Türkiye'nin borç toplamı 230 milyar dolar civarındaydı, o dönemde cari açığımızda hemen hemen yoktu, döviz gelir ve giderimizi denk getirebiliyorduk, şimdilerde ise, cari açık çok konuşulur oldu, hatta sokaktaki simitçi bile cari açıktan bahseder hale geldi. Ben T.C. Merkez Bankasında 1995-1996 yıllarında görevliydim ve IMF masasına bakıyordum, bu dönemlerde de önemli bir cari açığımız ve IMF ye borcumuz yoktu.

Şimdi geriye dönüp fotoğraflar çekersek önce Ecevit hükümeti arkadan 1999 yılında iktidara gelen DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetleri dönemlerinde IMF ve dış güçler ülkemize globalleşme ve liberalleşmenin yararlı olacağı ve Türkiye'nin daha hızlı büyüyeceği düşüncesini empoze etmiş ve bu hükümetler IMF ile stand-by kredi anlaşması yaparak bu anlaşmayı yürütmeye çalışmışlardır. Hepimiz hatırlarız ilk başlarda işler iyi yürümüş ancak bir döviz kuru ayarlanması yapılmadan program uygulanmaya başlandığından ve program gerekli ayarlamalar yapılıp iyi yürütülemediğinden belki de koalisyon hükümeti nedeniyle 2001 krizine kadar gelinmiştir. Hatırlanacağı üzere kriz sonrası Derviş döneminde de yine mevcut program revize edilmiş ve IMF den daha fazla (30 milyar civarı) borçlanılarak programa devam edilmiştir.

Günümüzden geçmişe bakıldığında o gün yaşananlar daha iyi görünmektedir. O dönemde Türkiye'ye belli bir döviz borcu veriliyor, serbest kur sistemine 
geçiliyor ve yüksek reel faiz ödenmesi sistemi oturtuluyor ve de bu sistem o günden günümüze kadar devam ettiriliyor. Tabi ki koalisyon hükümeti başarılı 
olamadığı için Tayyip Erdoğan'ın önü adeta gizli bir el tarafında açılarak, Tayip Erdoğan'ın başkanlığında bir hükümet 2002 yılında iktidara geliyor. Hepimiz 
hatırlarız Siirt milletvekilliği boşaltılıp Tayyip Erdoğan milletvekili oluyor Erbakan 'a bir türlü bitmeyen siyasi yasak getiriliyor. Ancak burada konunun derinliğine girmek istemiyorum. 2002 yılında iktidara gelen AKP de İMF politikalarına sıkı sıkı yapıştı ve bugünlere gelindi. AKP iktidara geldiğinde iç borcumuz 100 milyar dolar dış borç 130 milyar dolara idi. Şimdi ise iç borç ve dış borç toplamı 400 milyara ulaştı. Türkiye Cumhuriyetinin 80 yılda yaptığı borç kadar borç 4 yılda yapılmış oldu. Bugün 400 milyar dolar borç ve 100 milyar dolar sıcak para ile karşı karşıya bulunmaktayız. Yani ülkemiz üzerine 500 milyar dolar yük bindirilmiştir. Tek olumlu gösterge döviz rezervimizin 30 milyar dolardan 60 milyar dolara çıkmış olmasıdır. Türk halkı bankalara 100 milyar dolar borçlandırılmış vaziyettedir. Bunun 70 milyar doları tüketici kredileri, 20 milyar doları konut kredisi, 10 milyar doları araba kredileridir. Karşımıza 500 milyar dolar borçlu, devamlı reel faiz ödeyen bir ülke çıkmıştır.

Tabii ki bu noktalara gelirken IMF nin bir takım öngörüleri olmuştur, örneğin, T.C. Merkez bankası Kanununda Atatürk zamanın,da konulmuş "TCMB kalkınmayı teşvik eder" diye bir madde vardı, bu maddeylekaldırttılar yerine "TCMB fiyat istikrarını sağlar", maddesini koydular bankalar aracılığı ile özel sektöre verilen reeskont kredilerini kapattılar, hazineye konjonktürel ihtiyaç için verilen krediyi kapattılar, böylece hem özel sektörün hem de hazinenin boğazını sıkıp dış borçlanmaya ve devlet mallarının satışına yönlendirdiler. Türk özel sektörünün hemen hemen hiç dış borcu yokken bugün özel sektör 130 milyar doların üzerinde borçlu hale geldi veya getirildi. Bu arada Hazine Dünyada eşi olmayan %13-15 gibi reel faiz ödemeye devam etti, borçlanmanın büyümesinde dış konjonktür kadar bu reel faizlerde rol oynadı.

Şimdi diyebiliriz ki AKP bunlara rağmen 2007 seçimlerini kazandı peki nasıl oldu? Cevap, halk 2001 krizinden o kadar korktu (veya korkutuldu ki) ki ya daha 
kötü durum olursa endişesiyle hareket etti. Yani çok sevdiklerinden değil de korkularından dolayı AKP ye oy verdiler.

Şimdi kısaca 2001 krizine dönelim birde dünyada neler oluyor onlara bakalım. 2001 krizi sırasında bir Demirbank olayı yaşandı, bu bankanın elinde hazine 
bonoları vardı, kendilerine söz verilmiş ben bu bonoları istediğin zaman nakde çeviririm sen bu bonoları satın al diye, bankada kar amacı ile almış. 
Kriz anında Türk parası likidite sıkıntısı doğduğunda ben senin bonolarını kırmam nakde çevirmiyorum deniliyor, yani devletin kağıdını Merkez Bankası satın 
almam diyor, böyle bir durumda Dünyanın neresinde olsa bir banka iflas eder. En belirgin olay olduğu için Demirbank'ı söylüyorum. Benzer olaylar da var. 
Bu güne gelirsek Avrupa ve Amerika'da geçenlerde bir nakit para krizi yaşandı, Avrupa'nın en büyük bankalarından Fransız Bank Paribas nakit sıkıntısından 
neredeyse iflas noktasına geldi, aynı Demirbank gibi likidite sıkıntısına girdi, bunu gören Avrupa Merkez Bankası (AMB) hemen bir operasyon ile bir para 
politikası oluşturdu ve sırf bu bankayı kurtarmak için bir günde piyasaya 145 milyar Euro pompaladı, böylece söz konusu banka elindeki bonoları paraya 
çevirip likidite problemini çözdü, benzer para operasyonları ABD'de de yapıldı. Şimdi düşünüyorum 2001 krizinde eğer TCMB hazine bonoları karşısında 
birkaç bankanın likidite ihtiyacını karşılasaydı belki de kriz olmayacaktı. Hepimiz hatırlarız o günlerde yüzde yedibinlere varan Türk Parası faizleri doğdu. 

Merkez Bankası ise orada eli kolu bağlı duruyordu, halbuki AMB bir günde krizi önlemek için gereğini yaptı, 145 milyar Euro'yu piyasaya bir günde verdi ve 
takviyeye de devam etti, bankalarını çökertmedi. Geriye baktığımızda bence bu kriz bilinçli yaratılmıştır, Türkiye' yi daha fazla borçlandırmak devlet mallarına 
hatta özel malları yabancılara sattırmak için. Kriz olunca ne oldu, o gün dolar altıyüzbin TL'den birmilyonikiyüzbin TL ye çıktı bugüne kadar 5 yıldır aynı 
seviyede duruyor. İnsan düşünüyor madem ki döviz tutulabilecekti, o dönemde TCMB piyasaya biraz para verseydi ve döviz kurunu makul bir düzeyde 
düşürseydi bu kadar büyük kriz belasıyla karşı karşıya kalınmayacaktı. Kanımca kriz belkide dış güçlerce (buna IMF de dahil olabilir) planlanmış bir olaydı. 

Türkiye'yi ani bir krize sokup arkasındanülkenin borçlarını ikiye katlanması ve 100 milyar dolar sıcak parayı içeri sokup devlet mallarının satılmasına yol 
açılması bu konudaki görüşümüzü desteklemektedir. Sıcak parayı çekmek için aşırı reel faizler ödendi, hesap yapılmış 2001 yılında 100.000 dolar sıcak para 
getiren yabancının parası 5 yıl sonra görülmemiş bir şekilde 500.000 dolar olmuş, tabii ki yabancıanaparasını katladığı gibi karının sadece bir kısmı ile Türk 
piyasalarında oynar hale gelmiş.

Bu gelişmeler karşısında krizin özel olarak yaratıldığı, devletin ve özel sektörün borçlandırılması ve devlet mallarının satışı suretiyle ülkemizin boyunduruk 
altına alınmak istendiği görüşü doğmaktadır. Nitekim ülkemizdeki 2001 krizinin ardından ABD'nin Irak'ı işgal etmesi tesadüf müdür? Eğer ekonomik olarak 
çok daha güçlü bir ülke olsaydık, bu kadar borçlu olmasaydık ABD Irak da belkide bu kadar rahat dolaşamayacaktı. Günümüzden geriye baktığımızda bende bu kanaat doğuyor, olayları kronolojik olarak sıraladığımızda bu kadar tesadüfler zinciri olamaz. Neden o zamanTCMB makul bir miktarda bir Türk parasını Avrupa Merkez Bankası gibi (AMB) gibi piyasaya vermedi, onu sorgulamak lazım.

Şimdi günümüze gelirsek, sayın hocamın dediği gibi ekonomi bu günden sonra nereye gider? Birazda bunu açıklayalım; Yeni hükümet kanımca muğlak bir 
program açıkladı, bakıldığında mevcut ekonomi politikasının aynen devam edeceği kanaati doğuyor veekonomik sistem dolara endekslenmiş durumda. 
Elektrik zammı yapılmıyor nedeni elektrik birim fiyatları dolar ile tespit edilmiş ve dolara endekslenmiş, dolar artmadıkça elektrik fiyatları da aynen kalıyor. 
Döviz fiyatları sabit olduğundan akaryakıt fiyatları kur nedeniyle artmıyor, ithal malları ucuza geliyor ve bu nedenle de enflasyon yavaşlamış görünüyor. 
AKP'nin yeniden iktidara gelmesinin nedenlerinden biride budur, çünkü ucuz ithal malları sayesindevatandaşların büyük bir kısmı otomobil gibi mallara 
ulaşabiliyor, yabancı mallar karşısında alım gücü artmış oluyor, ancak enflasyon devam ettiğinden yerli mallar ise vatandaş için pahalılaşıyor, özetleyerli 
mallar pahalılaştığından ithal mallar ucuz kalıyor bu da ithalatın hızla artmasına neden oluyor. Nitekim son 5 yılda ithal malların fiyatları aynı kaldığı halde; 
yerli bir çok malda fiyat artışları(enflasyon) yüzde yüzleri geçiyor, sonuçta yerli ve ithal malları arasındaki nispi fiyat dengesi de değişiyor ve ithalat hızla artıyor, 180 hatta 200 milyar dolarlara gidiyor. Bu gelişme ihracatımızı da etkiliyor, ihraç malları içerisindeki ithal girdi miktarı artıyor, örneğin elektronik sanayinde ithal girdi oranı %95'lere kadar çıkıyor. Sanayide ithal mallar rekabetine dayanamayıp yavaş yavaş ölüyor ve montaj sanayine dönüyor, istihdam yaratmayan ve ülkemize pek katkı sağlamayan bir sektör haline dönüşüyor . 

Bu gelişmelerin sonucu da ortadadır, son aylık ithalat rakamı 15 milyar doları aştı, yılık 180 milyar dolara doğru gidiyor. İhracatımız 100 milyar dahi olsa 
açık 80 milyar dolar oluyor. Türkiye'nin 80 milyar dolarlık dış ticaret açığını uzun vadede absorbe etmesi mümkün değildir. Bu rakamlar artıkABD'nin veya 
sıcak paranın halledebileceği ( İngilizce deyimi ile "cover" edebileceği ) noktaları aşmıştır. Diğer yandan özel sektör 130 milyar dolar borçlanmış durumda, 
bu paraya yıllık %7 oranında faiz ödense dahisadece bu krediler için yılda 10 milyar dolar faiz ödenmesi gerekiyor, buna 80 milyar dolar dış ticaret açığı 
eklenirse sadece bu iki kalem için 90 milyar dolar bulmak lazım. Sıcak paralara ödenen meblağlar da buna eklenirse yükün büyüklüğü ortadadır. Oysa çok 
övünülen turizm en fazla 20 milyar dolar getirmektedir, turizm Ruslara hizmet eder hale gelmiştir, turizm hizmetleri ucuz olduğu için turist gelmekte fakat 
fazla bir döviz gelmemektedir.

Türkiye böyle bir durumu ancak bir süre daha devam ettirebilir. Reel faizlere dikkat edin , hazine bonosu faizleri %20nin altına indiği zaman ülkemizde 
hemen kriz belirtileri görülmektedir, geçen sene faizler %12'lere inmişti yabancılar hemen kriz gibi bir durum yaratmış ve doları 1,7 YTL'ye yükseltmişler, ama otoriteler hemen aman yapmayın biz faizleri yükselteceğiz deyip kapalı kapılar ardında faizleri tekrar %20'lere yükseltmişler idi, yabancılar dolarlarını 1,7 YTL'den satıp tekrar %20 faizli hazine bonosu almışlar, dolar tekrar 1,2 YTL'ye indiğinde hem kurdan hem de faizden para kazanmışlardı. Son 2 yıla baktığımızda faizler %12'lere doğru gelince yabancılar faizleri tekrar %20'lere yükselttiriyorlar, kur iniş binişlerinden de ayrıca para kazanıyorlar. 
Anlaşıldığı üzere faizlerin %20'lerin altına inmesi yabancıların iştahını kesmiyor, ayrıca faiz indi bindi oyunundan dadöviz kurları yoluyla büyük karlar 
sağlıyorlar.

Ekonomide bu gelişmeler olurken Türk finans sektörü de yabancıların eline geçmektedir. 2001 krizinin yarattığı korku ve ekonomideki pembe tablonun 
bozulacağı korkusu ile Türk banka sahipleri de bankalarını satmaktadırlar. Hüsnü Özyeğin gibi profesyonel bir kimsede bankasını ( Finans Bank) 3 milyar 
dolara sattı , sattı ama satılan Finans Bank 1 yılda 1 milyar dolar kar elde etti. Yabancılara satılan Türk Telekomun bu yılki karı 5 milyar dolar civarında 
çıkacak. Satılan bu önemli kuruluşlarda birkaç yıl içerisinde ülkemizin karşısına 15-20 milyar dolar civarında bir kar transferi yükü çıkaracaktır.

Bence bu günkü ekonomik tablo iki yıl daha devam edebilir, zira ülkemizin yabancılara satılacak devlet malı ve özel malları bitmektedir, az önce 
bahsettiğim döviz ödeme yükleri taşınamaz hale gelmektedir. Eğer hükümet önlem almaz ise çok korkunç durumlarla karşılaşacağını düşünüyorum. 
Şunu da vurgulayayım 20 milyar dolarlık devlet malı satıldı, Uzan gurubu mallarından da 10 milyar dolara yakın döviz sağlandı Uzan'ın dolaylıda olsa 
Türkiye aleyhine açtığı Uluslararası davalar 20 milyar dolar civarında, eğer bu davaları kazanırsa bu da hükümetin üzerine büyük yük getirecektir, bunu 
bir kenara bırakırsak, Petrol İş Sendikası başkanı devletin üretim yapan son kuruluşu Petkim'dir bunu sattırmayacağız, yaşatacağız demektir, ancak bu 
günkü durumda hükümetin Petkim'i satacağı anlaşılmaktadır, böyleceüretken ve karlı devlet kuruluşu kalmamaktadır.

Özel bankaların sanırım %35' i yabancıların eline geçti, yakında bu oran %50'yi geçecektir. Özel sektörün elinde AltarnatifBank kalmıştır oda satılma 
yolundadır. Sigorta sektörünün %90'ı yabancılara geçmiştir. Daha ilginci EczacıBaşı İlaç'da Çek'lere satılmıştır,Çanakkalede'ki salça fabrikasını da yabancılar satın almış, yabancılar diğer özel sektör fabrikalarını da satın almaya başlamışlardır, bakacağız ki 5 yıl sonra,sanıyorum bu hükümet bu koşullarda o kadar süre dayanamaz, Türkiye gerek borçlandırılma gerekse özel sektör ve kamu mallarının mülkiyeti açısından tam bir ekonomik işgal altında olacaktır. 

Bunun siyasi ve sosyal etkileri olacaktır. Kanımca hükümet bu işi iki yıldan fazla götüremez, çünkü dövizdeki gelişmeler hükümeti yavaş yavaş sıkıştırmaya 
başlamıştır, kamu personeline %2 zam verilmektedir, çalışanları bu kadar baskı altında tutabilecek midir.

Türkiye de en ucuz iki şey vardır bir tanesi döviz diğeri ise emek. Bu ucuz iki faktör üzerine kurulu sistem, bu iki faktörün birisinde oynama olması halinde 
çökebilir ve kontrolü çok güç olur. Bunu sadece biz görmüyoruz, TUSİAD ve TOBB de görüyor, zaten görmemeleri mümkün değil, Hazineyi uyardılar "reel faizleri düşürün, ekonomi bunu kaldırmıyor" diye,tabiî ki bunu diplomatik bir dille söylediler, bunun üzerine IMF temsilcisi çıktı " hayır, hazine bütçe açığı vermeyecektir, artan harcamaları kısın" dedi, bu, devlet biraz daha vergi koysun biraz daha zam yapsın, ama mevcut döviz kuru politikasını terk etmesin demektir. 

Sanırım gelen tehlikeyi Hükümette görüyor bir şeyler yapmak istiyor ama dış güçler onlarında elini kolunu bağlıyor, Merkez Bankası Hükümetten bağımsız 
fiyat istikrarını sağlayacağım diye en kolay yol olan reel faizleri yüksek tutuyor ve rahat bir yönetim ile fiyat istikrarı dışında ülkenin kalkınması, büyümesi 
ve refahı konularını görev edinmiyor. Sanıyorum hükümetin TCMB'na baskı yapmasını önlemek için IMF temsilcisi mevcut kur sisteminin değiştirilmemesi 
ve devlet harcamalarının kısılması konusunda açıklama yapmıştır ve mevcut durum hakkında Devletin içindede tartışmalar olmaktadır.

Hükümet yabancıların ekonomiye hakimiyetini engellemez, sanayimizi montaj sanayine dönmesini durdurucu ve istihdam sağlayıcı önlemler (bunun için faizler indirilmelidir ancak bu durumda dövizin yükseleceğini biliyorlar) almaz ise iki yıl içerisinde çok önemli reel ekonomik krizle karşı karşıya kalınacaktır.

Özetle söyleyeceklerim bunlar, rakamlar zaten herkesin malumları olduğundan rakamlarda detaya girmeye gerek olmadığını düşünüyorum, bu girişten sonra 
konuları tartışırsak daha faydalı olacaktır.

Prof. Dr. ÜMİT ÖZDAĞ:

O zaman artık bundan sonraki bölümü tartışma zeminine oturtalım ve bubeyin fırtınasına devam edelim.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,



***

Globalleşme Rüzgarına Kapılan Ülkemiz, BÖLÜM 2



Globalleşme Rüzgarına Kapılan Ülkemiz,  
BÖLÜM 2





Globalleşmenin bu üç silahı ülkemizde istenen sonuçları vermemiş, halkımıza aşağıdaki şekilde yansımıştır;

<  Globalleşmenin ana aracı olan özelleştirme ülkemizin tüm devlet mallarının haraç mezat satılması ve ileride ülkemizin ağır bir kâr transferi yükü altına  girmesi sonucu doğurmuştur.  >

1- İşsizlik %10'lar civarından aşağıya indirilememiştir. Vatandaşlardaki ümitsizlik nedeni ile iş gücü başvuru oranı düştüğü halde resmi işsiz sayısı 2,6 milyondur, gerçekte bunun 56 milyon olduğu tahmin edilmektedir.

2- Gelir bölüşümü adaletsizliği düzeltilememiş, zengin daha zengin olmuştur. Dünyanın en zenginleri listesinde 36 milyar $'lık serveti ile 25 Türk vatandaşı 
yer almıştır. Japonya'da zenginlerin servetinin milli gelire oranı %1,4 iken Türkiye'de en zenginlerin varlıklarının milli gelire oranı %9,3'tür 
( bu oran geçen yıl %7,6 idi). Halbuki Türk-iş'in araştırmasına göre Türk halkının %75'i yoksulluk sınırı altında yaşamaktadır. Asgari net ücret 400YTL, yoksulluk 
sınırı 900 YTL dır. Ülkemizdeki özellikle rantiye zenginler devletin ödediği aşırı yüksek faizlerden yararlanarak zenginliklerini büyütmüşlerdir

  <  Japonya'da zenginlerin servetinin milli gelire oranı %1,4 iken Türkiye'de en zenginlerin varlıklarının milli gelire oranı %9,3'tür.  >

3- Uygulanan ucuz döviz politikası sonucu ithal edilen malların fiyatları ucuz kalmış, fakat halkın kullandığı yiyecek ve Türkiye'de üretilen malların fiyatı 
devamlı artmış, nispî fiyatlar daha çok zengin kitlenin kullandığı ithal ve lüks mallar lehine değiştiğinden, dar ve orta gelirli halkın enflasyonu zengininkinden 
yüksek olmuştur, sonuçta orta tabaka zararlı çıkmıştır.

4- İthal girdiler ucuz olduğundan ara malları yurt dışından ithal edilmeye ve sanayimiz montaj sanayiine dönüşmeye başlamıştır. Bazı sektörlerde ithal girdi 
oranı %80-85'lere ulaşmış, bu gelişmede istihdamı olumsuz etkilemiştir.

5- Gelir bölüşüm adaletsizliğinin, tarımdaki işsizliğin ve gizli işsizliğin artışı sonucu büyük şehirlere artan göçün etkisiyle büyük şehirlerde suç oranı artmış 
ve bu şehirler sokağa çıkılamaz hale gelmiştir.
Bu ortamın yaratılmasında AB'nin etkisiyle toplumumuzun yapısına uymayan yasaların çıkarılması da etkili olmuştur.

6- Ekonomik sistem tamamen yabancı sermayeye ve sıcak paraya dayanarak ayakta tutulduğundan, siyasî alanda da çuval hadisesi görmemezlikten gelinmiş,  Kerkük'e gereken önlem verilmemiş, Irak'taki katliama karşı çıkılmamış, PKK sorunu büyümüş, Kıbrıs konusunda aktivitemiz olamamıştır.

7- Ülkemizin iç ve dış borçları 300 milyar $'dan 500 milyar $'a çıkmıştır.

Dış borçların 200 milyar $ ve ortalama faizin %6 olduğu dikkate alınırsa ülkemiz sırf dış borç için yabancılara 12 milyar $ ödemektedir. Bir yılda özelleştirmeden sağlanan dövizler bu faizlere ancak yetmektedir, ileride Devletin satılacak malı kalmadığında bu faizlerin ödenmesi sıkıntı yaratacaktır.

AKP iktidara geldiğinde, seçimlerden önce verdiği fakir fukarayı koruyacağım mesajlarının tersini yaparak IMF'nin programına sarılmış, 2004 yılında AB ile en büyük Papazın resminin önünde imzalanan AB ile müzakerelerinin başlatılması anlaşmasını da arkasına alarak ve ilk başlarda halkı da inandırarak bugünlere kadar gelmiş, fakat globalleşmenin yukarda özetle saydığımız sonuçlarının doğacağını herhalde başlangıçta kendisi de tahmin edememiştir. Şimdi bu sonuçlarla karşılaşmışlardır ve Fransa'nın yeni Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin diğer Türkiye muhaliflerine katılarak Türkiye'nin artık AB üyesi olamayacağını kesin olarak açıklaması ve Türkiye'nin Libya, Cezayir gibi ülkelerle beraber “Akdeniz Ülkeleri Topluluğu”'na girmek suretiyle imtiyazlı ortaklığa kavuşacağını söylemesi büyük şok yaratmıştır. Görüşümüze göre AB bir Hıristiyan devleti olup Türkiye'nin bu devlete kabulü asla mümkün değildir.

Sarkozy'nin danışmanı da AB liderlerinin evvelce Türkiye'yi oyaladığını şimdi Sarkozy'nin gerçeği söylediğini belirtmiştir. Ne yazık ki gerek globalleşme rüyası gerekse AB'nin yalanları ülkemizi ekonomik, sosyal ve siyası bakımdan bu günlere getirmiştir. AB'nin ülkemizi bu şekilde oyalaması elimizde mevcut potansiyel fırsatlarında kaçmasına neden olmaktadır. Biz AB sevdası ile yaşarken Rusya Devleti ülkemiz üzerinden geçmesi  plânlanan bir boru hattını Bulgaristan üzerinden geçirmek için anlaşma imzalamış, yine Türkmen gazının nakli içinde Rusya-Türkmenistan-Kazakistan arasında anlaşma imzalanmıştır. Böylece enerji hatları merkezi olması plânlanan ülkemiz devreden çıkarılmaktadır. Halbuki önceki Ecevit hükümeti bu konuda önemli yol almıştı. AB ile uğraşırken kendi soydaşımız Türkmenistan'la yapılacak bu çok önemli anlaşma fırsatı kaçırılmıştır. Yılda 30 milyar $'lık petrol, gaz, enerji maddeleri ithal eden ülkemiz yakında Devletin satılacak malları kalmadığında hangi para ile enerji ithal edecektir.

< Ülkemiz sırf dış borç için yabancılara 12 milyar $ ödemektedir. Bir yılda özelleştirmeden sağlanan dövizler bu faizlere ancak yetmektedir,
ileride Devletin satılacak malı kalmadığında bu faizlerin ödenmesi sıkıntı yaratacaktır. >

Özetle, ülkemizde önemli limanlar, tesisler haberleşme sistemi, fabrikalar, turizm tesisleri ve bir çok kurum yabancıların eline geçmiş, para piyasaları 
yabancıların hâkimiyetine girerek faiz ve döviz kurlarını yabancılar belirler hale gelmişlerdir. Yine yabancılar borsanın %70'ini ele geçirerek sermaye
piyasasını da hâkimiyetlerine almışlardır. Sonuçta halkımız yoksullaşmış, özellikle rantiye grubu daha da zenginleşmiş, Malthus'un teorisindeki gibi
işçiler açlık sınırı altında yaşar hale gelmişler, globalleşmenin bu acı sonucuna ilâveten AB'de ülkemizi ortada bırakmıştır.

Globalleşmenin ve özelleştirmenin ülkesine verdiği zararı gören Venezüella Devlet Başkanı Chavez IMF ve Dünya Bankasına borçlarını ödeyerek bu kuruluşlarla ilişkilerini kesmiş, ülkesindeki yabancıların elindeki son petrol yataklarını da yabancı şirketlerden kendi dikte ettiği fiyatlardan satın alarak devletleştirmiştir.

Bu devletleştirmeden sonra Venezüella'nın son bir yılda elde ettiği gelir bu güne kadar yıllardır elde ettiği toplam petrol gelirini aşmış, yabancı petrol şirketlerine giden devasa karlar devlete kalmıştır. Venezüella bu işlemi yaparken altın yumurtlayan T. Telekom Türk Devletince yabancılara satılmıştır.

Bugün gelinen çıkmazdan kurtuluş çareleri;

-IMF ve Dünya Bankası ile ilişkileri en alt düzeye indirerek bünyemize uygun önlemleri almak, dalgalı kurdan vazgeçip TCMB kontrollü döviz
kurlarına geçmek, döviz kurunda derhal düzeltme yapmak, aşırı yüksek reel faizden kurtulmak, yabancıların kontrolünde bulunan döviz kuru ve faiz
politikasını TCMB'nin kontrolünde yürütmek, sıcak para belâsından ve dış borçlardan bir konsolidasyon plânı çerçevesinde kurtulmak

-AB ile ilişkileri derhal askıya alıp gümrük birliğine son vermek, AB ile kararlara beraber iştirak ettiğimiz bir ekonomik anlaşma yapmak

-AB oyalamasından kurtulduktan sonra, Rusya, Türk Devletleri ve komşularımızda özel anlaşmalar yapıp özellikle enerji hatlarında kaçırılan fırsatları geri almaya çalışmak.

-TCMB kaynaklarını reel sektöre yönlendirerek, sanayiciye, ihracatcıya, turizmciye, ziraatçiye, esnafa ve diğer üretken sektörlere Türk parasıyla
krediler açıp üretimi arttırmak.

 < Ülkemizde önemli limanlar, tesisler haberleşme sistemi, fabrikalar, turizm tesisleri ve bir çok kurum yabancıların eline geçmiş, para piyasaları yabancıların hâkimiyetine girerek faiz ve döviz kurlarını yabancılar belirler hale gelmişlerdir. Yine yabancılar borsanın %70'ini ele geçirerek sermaye piyasasını da hâkimiyetlerine almışlardır. >

-Vergi sisteminde adaletsiz olan dolaylı vergileri azaltıp gelir ve servetten sağlanan vergileri yeniden düzenlemek.
-İşsizliği önleyici önlemler alıp çalışanların gelirini yükseltmek, emeklilere daha iyi imkânlar sağlamak ve gelir bölüşümündeki adaleti sağlamak.
Şimdi 2007 temmuz seçimleri yaklaşmaktadır globalleşmenin tüm bu zararlarını ve AB'nin kandırmacalarını dikkate alan dar ve orta gelirli
seçmen oy vermeden önce şunlara dikkat etmelidir,

Oy verecekleri parti;

- AB'ye hayır diyor mu?
- IMF'ye hayır diyor mu?
- Ülkemizde mevcut ve halkın lehine görülmeyen kambiyo ve döviz sistemini değiştireceğine ve sermaye hareketlerinde mevcut ve Dünyada eşi çok az görülen serbestliği sınırlayacağına ve TCMB'nin kontrolüne alacağı- na söz veriyor mu?
- Uygulanan aşırı reel faizleri durduracak mı?
- Dolaylı vergileri azaltacak mı?
-Aşırı faiz dışı fazla verilmesine dayanan bütçe modelini terk edecek mi?

<  Bugünkü hükümet, sıcak paracılar ve yabancı sermayenin desteği ile seçimlere kadar ekonomideki pembe tabloyu devam ettirecektir, >

Bir parti eğer bu koşulları kesin ve net olarak vaat etmiyorsa, iktidarı kazandığında işsizliği önleyemeyecek, gelir bölüşümü adaletsizliğini düzeltemeyecek, fakiri daha fakir yapacak, siyasî egemenliğimizi tam sağlayamayacak, sosyal patlamaları önleyemeyecek demektir. AKP'nin iktidara fakir fukara  edebiyatı ile geldiği unutulmamalıdır. Seçmenin AKP ile koalisyon yapma ihtimali olan partilere de oy verirken dikkat etmesi gerekmektedir.

Bugünkü hükümet, sıcak paracılar ve yabancı sermayenin desteği ile seçimlere kadar ekonomideki pembe tabloyu devam ettirecektir, Eğer dövizde bir yükseliş görülürse bunu önlemek için gerek yabancılar gerekse döviz ile borçlu olan Türk finans sektörü piyasaya biraz daha döviz satıp döviz fiyat artışını engelleyecektir. Zaten T.C. Merkez Bankası da seçim ortamında döviz kurları yükselirse kurlara müdahale edeceğini ima etmektedir.

Ancak AKP tek başına iktidar olursa veya bir koalisyon içinde yer alırsa,
-Sıkı para politikası daha da sıkılaştırılarak, yüksek reel faiz ödenmesine devam edilecek,

-Uygulanmakta olan bütçe politikası ile %6,5-7 oranında faiz dışı fazla verilmesine devam edilecek, bunu sağlamak içinde özellikle dolaylı vergiler
ve diğer vergiler arttırılacak, devletin faiz dışındaki geliri ile gideri arasındaki pozitif fark ile rantiye sınıfına olan yüksek faizli borçların ana para ve faizi
ödenmeye çalışılacak, böylece orta gelirli halk daha sıkıntıya girecek,
- Elde kalan son devlet malları da satılacak(TMSF'nin elinde satılacak mallar iyice azalmıştır),
- Devletin elindeki mallar azaldığından özelleştirmelerden elde edilecek gelirler azalacağından faiz dışı fazla sağlamak için vergiler daha da arttırılacak,
elektirik gibi kamuca üretilen mallara yüksek zamlar yapılacaktır.

Ülkemiz seçmeninin sonradan pişmanlık duymaması ve aşırı ekonomik sıkıntıya girmemesi için, son günlerin moda deyimi ile siyasî partilerin vaatlerinin sözde değil özde olup olmadığını inceleyip ve kimin kimle koalisyon yapabileceğini hesaplayıp, oyunu vereceği partiyi ona göre seçmesi kendi
menfaatine olacaktır.

Sonuçta yabancı ülkeler top ve tüfekle yapamadıklarını sermayeleri ile yapmakta, ülkemizi yavaş yavaş işgal etmekte ve halkımızın dar ve orta gelirli kesimini yavaş yavaş modern köleleri haline getirmektedirler. Şu anda sıcak para ile gösterdikleri pembe tablo ülkemizin tüm malları yabancıların eline geçene, TCMB'nin döviz rezervleri bitene ve halkımız tam köleleri olana ve de siyasî emelleri gerçekleşene kadar devam edecektir. Bu oyunu ancak dar ve orta gelirli halkımız temmuz 2007'de verecekleri oylarla bozabilir.

<  Sonuçta yabancı ülkeler top ve tüfekle yapamadıklarını sermayeleri ile yapmakta, ülkemizi yavaş yavaş işgal etmekte ve halkımızın dar ve orta gelirli kesimini yavaş yavaş modern köleleri haline getirmektedirler.  >


Globalleşme Rüzgârına Kapılan Ülkemiz
Selahattin Altıer
2 1 . YÜZYIL Nis an / Ma y ıs / Ha z ir an 2 0 0 7 



***

Globalleşme Rüzgarına Kapılan Ülkemiz, BÖLÜM 1

Globalleşme Rüzgarına Kapılan Ülkemiz, BÖLÜM 1


Ekonomik Analiz,
SELAHADDİN  ALTIER
PROF. DR . FERRUH  YILDIZ
PROF. DR . ŞENERÜŞÜMEZSOY




Globalleşme Rüzgârına Kapılan Ülkemiz
(*) Selahattin Altıer 
(*) 21. Yüz Yıl Türkiye Enstitüsü Ekonomik Araştırmalar Bölümü Başkanı, TCMB Dış İlişkiler Eski Genel Müdürü

Ülkemiz Ekonomik alanda Savunmasız bırakıldı.

1980'li yıllardan başlayarak Dünyada estirilmeye başlanan globalleşme rüzgârı yıllar boyunca ABD ve gelişmiş ülkeler tarafından yavaş yavaş gelişmekte olan 
ve az gelişmiş Ülkelere hatta başta Sovyetler Birliği ve Demir Perde Ülkelerine empoze edilmeye başlanmış, bir de “Emerging Marketskalkınan piyasalar” kavramı ortaya atılmıştır. Kalkınan piyasalara aşağıda anlatılan nedenlerle sömürülen piyasalar da denilebilir, oysa zengin sömürücü ülkeler  gelişen piyasalar kavramını sanki çok faydalıymış gibi takdim etmişler ve bunu fakir ülkelere kabul ettirebilmişlerdir. Hatta SSCB'nin ve Demir Perde ülkelerinin komünist ve sosyalist sisteminin çöküşü dahi bu globalleşme rüzgârının sonuçlarından olduğu söylenebilir.

Globalleşme teorisi Dünyada ki bütün ülkeler arasındaki sınırların kalkacağını, emek ve sermayenin(sıcak para dahil) ülkeler arasında serbestçe
hareket edeceğini, buna paralel olarak turizm, nakliye gibi hizmet işlemlerinin de ülkeler arasında serbestçe yapılabileceğini, bunun sonucunda da her
ülkenin daha başarılı olduğu mal ve hizmetleri üreteceğini, böylece de Dünyada refahın artacağını ileri sürmektedir. Örneğin Almanya sanayide, İtalya
ve Türkiye turizm sektörlerinde ihtisaslaşacaktır. Bu teori 19. yüzyılda “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” diyen Adam Smith'in liberal para
ve ekonomi teorisine benzemekte, Dünyada tüm dengeleri arz ve talep eşitliğinin sağlayacağı fikri ortaya atılmaktadır. Adam Smith dönemi ekonomistlerinden Malthus da emeğin arz ve talep dengesinin emek fiyatını belirleyeceğini, eğer emek arzı fazla ise emek ücretinin açlık sınırına kadar düşeceğini, daha aşağı düşerse insanlar açlıktan öleceği için emek arzı da azalaca- ğından sonuçta ücretler tekrar yükselip ücret dengesinin tekrar kurulabileceğini ileri sürmüştür. Bu liberal teorinin uygulanmasında, yeni sanayileşen ülkelerden Belçika da işçilerin gözlerinin oyulmasına kadar gidilmiştir. 

Bu ekonomi teorilerinin yarattığı işsizler ve ülkeler arası ekonomik rekabet sonucu Dünyamız I. ve II. Dünya savaşlarına sürüklenmiş, hatta Rusya'da
1917'de kapitalist rejim devrilmiştir. Bu liberal politikalara tepki olarak devletçi olan Keynes ve benzeri teoriler doğmuştur. Uygulanan liberal ve emeği
dikkate almayan politikalar sonucu Almanya'da 5 milyon işsiz doğmuş ve bu işsizler Hitler'in ve 2. Dünya harbinin esas doğuş sebebi olmuştur. Yine
Rusya'daki 1917 ihtilâlinin altında işsizlik ve sefil olmuş işçiler vardır. 20. Yüzyılın başlarında o dönemin Avrupa'sında uygulanan liberalleşme ve sanayileşme üretim fazlası yaratmış bu üretim fazlasının diğer ülkelere satışının doğurduğu rekabette savaşların bir diğer nedeni olmuştur.

Bugünkü globalleşme teorisinin yukarıda sözü geçen liberal ekolün teorisinden esasta farkı yoktur, ancak yeni liberal global teori üretim artışları nedeni
ile ülkelerarası ticarette çatışma çıkmaması için ülkelerde mal ve hizmet ticaretinde konulan her türlü sınırlamanın kaldırılmasını istemekte ve bu fikirlerini  kabul ettirebilmek için de globalleşmenin her ülkeyi daha da zenginleştireceğini ileri sürmektedirler. 





Avrupa Birliği(AB) Devletinin kurulması girişimi de globalleşmenin bir uygulaması olup esasen gelişmiş ülkeler arasındaki ticarî çatışmanın önlenmesini
amaçlamaktadır. Yüzyıllardır savaş eden Avrupa Ülkelerinin bir Devlet altında birleştirilmesinin savaşları önleyeceği düşünülmektedir.
Ancak globalleşme bazı Avrupa ülkelerine yararken Fransa, İspanya gibi ülkelerde işsiz ordusu yaratmıştır. Yeni Fransa Başkanı Sarkozy de bu işsizliğe 
Avrupa Merkez Bankasının neden olduğunu ileri sürerek, ilk kez AB'ne karşı çıkmıştır. Avrupa da işsizlik ve ekonomik problemler çıktıkça Avrupa Devletinin 
kurulması tehlikeye girebilecektir. Zaten Avrupa Anayasasının Fransa ve Hollanda'da ki referandumlarda ret edilmesi AB'nin uzun ömürlü olmayacağının ilk  işaretidir. Rusya da komünist rejimin yıkılması, Çin'de ekonomik düzenin değişmesi, NAFTA(ABD-Kanada ekonomik işbirliği), Latin Amerika Ülkelerindeki liberal  uygulamalar, Türkiye'de Turgut Özal ile başlayan liberalleşme ler hep globalleşme teorisinin rüzgârlarından etkilenmiştir. Bu liberalleşme teorisine karşı gelen  Irak, Afganistan gibi Ülkeler silah gücü ile işgal edilmişlerdir ve bu Ülkelerde hala ABD ve işbirlikçilerince katliamlar yapılmaktadır. 

< 20. Yüzyılın başlarında o dönemin Avrupa'sında uygulanan liberalleşme ve sanayileşme üretim fazlası yaratmış bu üretim fazlasının diğer ülkelere satışının doğurduğu rekabette savaşların bir diğer nedeni olmuştur. >

Görüleceği üzere, günümüzde ki globalleşme teorisi kapsamında çok miktarda petrole sahip ülkelerin sermaye ile işgal edilememesi halinde, silah gücü ile 
işgal edilmesi de vardır.

Uygulanan globalleşme sonucu yıkılan SSCB yerine kurulan Rusya Federasyonu IMF kontrolünde bir türlü toparlanamamış, bilahare Putin Başkan olduktan 
sonra petrol üretimi ve fiyatlarının artışı ile ülkenin malî durumu nispeten düzelmiştir. Putin IMF'ye ve diğer gelişmiş ülkelere borçlarını
ödeyerek ülkesini IMF'nin sultasından kurtarmış, Orta Asya Devletleri ve diğer Ülkelerle işbirliği yaparak kendi sistemini kurmuştur. Yine Latin Amerika
Ülkeleri başta Venezüella IMF'ye borçlarını ödeyerek kendi deyimleriyle IMF'yi Ülkelerinden kovmaya başlamışlardır. Çin zaten baştan beri kendine
özel ekonomik sistemini uygulamaktadır. Sözü geçen ülkeler uyguladıkları ekonomi politikaları sonucu cari döviz dengelerini pozitife çevirmişler,
döviz rezervlerini arttırmışlardır. Oysa Türkiye hala IMF'nin sultasında olup kendine öz ekonomi sistemini kuramamaktadır. 
Ülkemizin cari döviz dengesi çok kötü durumda olup, ekonomi sıcak paracıların kontrolündedir. Ülke aşırı borçlanmıştır, işsizlik ve fakirlik artmaktadır.
Globalleşmenin üç ana aracı bulunmaktadır;

a- Liberalleşme ve deregülasyon ( liberalization) Ülkelerin başta kambiyo ve döviz mevzuatı olmak üzere tüm mevzuatının yeniden düzenlenmesi (deregulation)  yoluyla ülkenin yapısının liberalleştirilmesi ve bu yolla Dünya'daki diğer ülkelerle entegrasyonun  (bütünleşmesinin) sağlanması.

b- Özelleştirme (privatization),

c- Sekuritizasyon ( securitization ),

Şirket ve kurumların halka açılmaları ve gayrimenkullere dayanan menkul kıymet ihraç edilerek gayrimenkullerinde piyasada kolayca satılabilmesi
veyahut ta malî kuruluş ve şirketlerin alacakları teminat gösterilerek finansman sağlama imkânlarının yaratılması.

Bu araçların uygulanmasının komiserlik görevi de IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi mevcut ve sonradan oluşturulan kuruluşlara (Avrupa Yatırım Bankası) verilmiştir.

Globalleşmenin Ülkemizde Gelişimi;

Globalleşmenin araçlarından en önemlisi olan liberalleşme ve mevzuatın yeniden yapılandırılması çalışmaları Ülkemizde ilk olarak 1983 yılında başlamış ve bunun ilk öncüsü Başbakan Turgut Özal olmuştur. Bu dönemde ilk uygulamalar daha çok mevzuatın liberalleştirilmeye çalışılması şeklinde olmuş, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı kurulmuş, yabancı sermaye gelmesi için “Yabancı Sermaye Kanunu” yeniden düzenlenmiş, yabancı sermayenin teşviki görevi Devlet Plânlama Teşkilatına verilmiştir. Ayrıca ihracatın teşvikine de önem verilmiş ve bu konuda da önemli yol alınmış, ancak yabancı sermaye ülkemize istenen miktarda gelmemiş, özelleştirme işlemleri de amaçlanan düzeyde olamamıştır.

Turgut Özal Hükümetinden sonra gelen koalisyon Hükümetlerindeki partiler bir birilerini kontrol ettiklerinden fütursuzca özelleştirme yapılamamış ve yabancılar Ülkemizin kritik sektörlerini istilâ edememişlerdir. Turgut Özal ile başlatılan bu ilk globalleşme deneyi ülkemizi 1994 yılında krize götürmüş, bunu müteakiben 28 şubatta dolaylı bir askeri müdahale gelmiş, bunun sonucunda da Başbakan Bülent Ecevit başkanlığında iktidara gelen DSP-ANAP-MHP Hükümeti, büyük ihtimalle ABD ve Avrupa'nın da etkisi ile, ülkemizde globalleşme hareketini
IMF'nin denetiminde ve yönetiminde yeniden başlatmış, yapılan IMF anlaşmasına da ekonominin çıpası denmiştir. Bu sıralarda AB'de ülkemize AB üyeliği ümitlerini vermiş ve Başbakan Ecevit AB toplantılarında boy göstermeye başlamıştır. AB ile olan ilişkilerin gelişmesine de AB çıpası denmiştir. IMF ile stand by kredi anlaşması yapılmış ve bu yolla Türkiye'ye 6 milyar $ kredi verilmiş, Dünya Bankası da önemli bir miktarda kredi  taahhüdünde bulunmuştur. 

< Globalleşmenin araçlarından en önemlisi olan liberalleşme ve mevzuatın yeniden yapılandırılması çalışmaları Ülkemizde ilk olarak 1983 yılında başlamış  ve bunun ilk öncüsü Başbakan Turgut Özal olmuştur.>

Ecevit hükümeti bu globalleşme deneyimine başta çok hevesli olmakla birlikte, Hükümetin gerek koalisyon Hükümeti olması gerekse milli duygularının ağır basması nedeni ile, AB ve IMF'nin ülkemizin sosyal, kültü-rel ve siyası anlayışına ters düşen bazı taleplerini ilk başta yerine getirmeye çalışır gibi görünmüş ancak sonuçta bu talepleri tam olarak yerine getirme-miş, tam liberalleşme yapılamayarak özelleştirme işlemleri istenen düzeyde olmamış ve yabancı sermayeye tam serbesti sağlanamamış, sonuçta da bu hükümet 2001 ekonomik krizinden sonra uzun süre iktidarda kalamamıştır.

2001 krizinden sonra Dünya Bankası'ndan Kemal Derviş gelerek Ekonomi Bakanı olmuş ve IMF'nin Türkiye'ye verdiği krediyi 30 milyar $'a kadar yükseltmiştir. Bu arada bir çok bankaya el konmuş ve yabancı banka ve kuruluşların alacaklarının ödenmesi Devletçe garanti edilmiştir,fakat kanımızca IMF yine tam tatmin olamamıştır. 2002 seçimlerinden hemen önce AKP kurulmuş, bu arada da Necmettin Erbakan'a siyasî yasak konulmuş, Tayyip Erdoğan'ın seçilme yasağı CHP'nin de Meclisteki desteği ile bir şekilde kaldırılmış, böylece yaratılan kamuoyu ile AKP'nin ve Tayyip Erdoğan'ın önü açılmış, yapılan seçimler sonucu AKP sihirli bir şekilde iktidar, Tayyip Erdoğan da Başbakan olmuştur.

Ekonominin alt yapısının Ecevit Hükümeti zamanında IMF ve Dünya Bankası tarafından hazırlanmış olduğu bir ortamda AKP'nin iktidara gelişi yeniden globalleşme sürecini hızlandırmış, gerçektende AKP'nin iktidar olduğu 2002 yılından günümüze kadar globalleşmenin araçları olan sermaye hareketleri mevzuatlarının tam serbestliği (en gelişmiş ülkelerdekinden daha ileri düzeyde), özelleştirme (Devlet mallarının satışı),  tüm mevzuatın azaltılması tam manasıyla yapılmıştır. Bu uygulamaların istenen sonucu vermesi içinde Dünyada eşi olmayan hazine bonosu faizleri verilmiş bunun sonucunda da ülkemize sıcak para akmış, bu da döviz kurlarına baskı yaparak Türk Parası aşırı değerlenmesi ne (%70) neden olmuştur. 2002 yılında iktidar olan AKP Hükümeti, kendisinden önceki Hükümette Bakan olan Kemal Derviş ile birlikte IMF tarafından oluşturulan ekonomi politikasını, AB müzakerelerinde kendisine kalkan yapmak suretiyle aynen uygulamış, fakat özelleştirmeyi  ilk başlarda hafiften almıştı. Ancak zamanla sistem daha fazla sıcak para ve döviz gerektirdiğinden, bütçede de daha fazla Türk parası ihtiyacı doğduğundan son iki yılda özelleştirmeye mecburen aşırı bir hız vermiştir.

< AKP Hükümeti, kendisinden önceki Hükümette Bakan olan Kemal Derviş ile birlikte IMF tarafından oluşturulan ekonomi politikasını, AB
müzakerelerinde kendisine kalkan yapmak suretiyle aynen uygulamış, fakat özelleştirmeyi ilk başlarda hafiften almıştı.>

IMF'nin Şefliğindeki Globalleşme Uygulamasının Araçlarının Ülkemize Yaptığı Etkiler;

a- Mevzuatın liberalleştirilmesi (deregulation- liberalization)

IMF'nin yaptığı plân çerçevesinde, yüksek Türk Lirası faiz düşük döviz kuru politikası ile dört yıldan beri döviz kurları aynı kalmış, bunu sağlamak
için de gerek T.C. Merkez Bankası faizleri gerekse Hazine'nin ödediği faizler çok yüksek tutulmuş, bugün dünyada eşi olmayan reel faizler( ödenen faiz
ile enflasyon arasındaki fark) ödenmiştir. En son Hazine bonosu faizinin %20, TCMB enflâsyon hedefinin %4 olduğu dikkate alınırsa %15-16 oranında
reel faiz ödendiği ortaya çıkmaktadır. Uygulanan bu yüksek reel faizinde etkisiyle, yurtdışındaki likidite(para) bolluğu içerisinde gidecek yer
arayan sıcak para, Hükümetin de teşviki ile ülkemize akmaya başlamıştır.

2006 yılı başlarında %13 seviyelerine inen Hazine faizlerini beğenmeyen ve Borsada yabancılara da vergi ve kayıt konulacağı kararından memnun olmayan
sıcak paracılar 2006 yılı baharında 5-6 milyar $ dövizi yurtdışına çıkarmışlar ve $ kurunu 1,70 YTL'ye kadar yükseltmişlerdir. Bu gelişmeden
ürken Hükümet ve TCMB tekrar faizleri yükseltmiş(hazine bonosu faizleri %22'lere kadar yükselmiştir) ve yabancılar Borsada kayıt ve vergiden
muaf tutmuşlardır. Bunun üzerine $ kuru 1,30 YTL'ye kadar inmiş ama çok üzücüdür ki Hazine bonosu faizleri bugüne kadar %20-21
gibi çok yüksek düzeyde kalmıştır. Görüleceği üzere Türk parasal sistemi, yani faizlerin ve döviz fiyatlarının tespiti ve parasal sistemdeki vergi uygulamasının 
belirlenmesi yabancı sermayenin eline geçmiştir. Yabancı sermayenin ülkemize tam akışını sağlamak için, liberalleşme çerçevesinde ülkemizdeki “Nereden
Buldun Yasası” da kaldırılmıştır. Diğer yandan yabancılar Borsanın da %70'ini eline geçirerek kendi yönetimlerine almışlardır.

Sonuç olarak sermaye hareketlerindeki tam serbesti ülkemize sermaye akımını sağlamış ve sıcak para en son 85 milyar $'a yükselmiştir. Türkiye'nin
toplam milli gelirinin 400 milyar $ civarında olduğu dikkate alınırsa sıcak para milli gelirimizin ¼'ne yaklaşmaktadır. Yine özel sektörce(banka ve diğer
kuruluşlar) alınan dış borçlar 130 milyar $'a varmıştır, bu borçların ortalama faizi %6 olarak alınırsa, sadece özel sektör 6,5-7 milyar $ faiz yükü altına girmiştir.
Serbesti kapsamında gelen yabancı sermaye yeni yatırım yapmaya hiç yönelmemiş hazır kuruluşları satın almıştır(halbuki yabancı sermayenin dö-
viz geliri sağlayan sektörlere yeni yatırım yapması ve yeni teknoloji getirip
ilâve istihdam sağlamı gerekir). 

<  En son Hazine bonosu faizinin %20, TCMB enflâsyon hedefinin %4 olduğu dikkate alınırsa %15-16 oranında reel faiz ödendiği ortaya çıkmaktadır. >

Bu gelişme sonucu bankacılık sektörünün %25'i(gittikçe artıyor), sigortacılık sektörünün %90'nı, haberleşme sektörünün çok büyük kısmı, süper marketler inin  önemli bir kısmı, turistlik tesisler, limanlar ve de şimdi sanayi kuruluşları yabancıların eline önemli bir oranda geçmiştir.

Görüleceği üzere globalleşmenin liberalleşme ve deregülasyon silahı ülkemizi işgali altına almak üzeredir.

Ayrıca bankalar kolayca ve serbestçe sağlayabildikleri dış kredileri de kulanarak, reklâmlarla da etki yaratıp, halkımıza krediler vermişler ve halkımız sonuçta 
bankalara 36 milyar $ borçlu hale gelmiştir. Şunu da belirtmek gerekir ki finans sektörünün yabancıların eline geçmesi çok tehlikelidir.

Zira yabancı bankalar Türk firmaları yerine yabancı firmaları destekleyebilir, nitekim ülkemizdeki yabancı sermayeli bankaların yurt dışında iş
yapan Türk müteahhitlerine teminat mektubu vereceği yerde yabancı müteahhitlere verdiği , Türk müteahhitlerince ileri sürülmüştür.

b-Özelleştirme (privatization);

Devlet; Tüpraş'ı, bazı diğer şirketleri, Halk ve Vakıflar Bankasını, limanları, hava alanlarını, telekomikasyon sektörünün büyük kısmını satmıştır. 
Özelleştirmeler bu şekilde devam ederse yakında bankacılığın %50'den fazlası yabancıların eline geçmiş olacaktır. Yabancılar bankacılık sektörünü
ele geçirmek için gayret sarf etmektedirler. Örneğin Halk Bankasının halka arzında, Ortadoğulu El Maktum bu bankanın %6'sını halka arzdan ve
borsadan satın alarak ele geçirmiştir. Yine Tüpraş'ın halka arz edilen (%15.2) kısmını kapatıp bundan bir günde yüz milyonlarca dolar kar eden
Ofer'i unutmamak gerekir. Ülkemizde Hükümet özelleştirmeyi, saplandığı ekonomik bataklıktan kurtulmak için, sadece para bulmak amacı ile yapmış,
elde edilen paralar da borç faizlerinin ödenmesinde kullanılmıştır. Nakit bulmak için yapılan bu özelleştirmelerde en çok dikkati çeken Türk Telekom'un
satışıdır. T. Telekom'un %55'i 6,5 milyar $'a satılmıştır, 2006 yılı karı 3,8 milyar YTL(bugünkü kurlardan 2,8 milyar $)'dır. Payına 1.5 milyar $ düş-
mektedir ki, bu karın içerisinde 2007 yılında yapılan aşırı zamlar da yoktur.

<  Finans sektörünün yabancıların eline geçmesi çok tehlikelidir. Zira yabancı bankalar Türk firmaları yerine yabancıMfirmaları destekleyebilir.  >

Dünyada kendini 3-4 yılda Amorti eden böyle bir büyük yatırım yoktur.

Globalleşmenin ana aracı olan özelleştirme ülkemizin tüm devlet mallarının haraç mezat satılması ve ileride ülkemizin ağır bir kâr transferi yükü altına
girmesi sonucu doğurmuştur. Esasen yabancılar özelleştirmeden elde ettikleri bu anormal karlarla birkaç sene içerisinde ülkemizin önemli mallarının hemen hepsini satın alabilirler, şöyle ki Oger Tüpraş'tan elde ettiği 600 milyon $ ve Telekom'un 1,5 milyar $'lık 2006 yılı karının toplamı olan 2.1 milyar $ ve 2007 yılında elde edeceği karla 2 yılda bir Tüpraş gibi bir kuruluşu satın alabilir. Bu olayda da döviz kurlarının nasıl yabancılara yaradığı ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki T.Telekom'un 3,8 milyar YTL:'lık 2006 yılı karı 1$= 1,35 YTL'den 2,8 milyar $ etmektedir, YTL'nin olması gereken kur 1$= 2,7 olsa idi, T.Telekom'un karı 1,4 milyar $:'a inecekti.

Sonuçta sadece para için yapılan özelleştirmeler ve döviz kurlarının aşırı baskı altında tutulması globalleşmenin özelleştirme silahını da lkemiz aleyhine çevirmiştir ve yabancılar ülkemizden sağladıkları karlarla yine ülkemizin diğer mallarını satın alabilecek hale gelmişlerdir.

c-Seküritizasyon (securitization); 

Son zamanlarda gazetelerde bankalarımızın yurt dışından aldıkları seküritizasyon kredilerini okumaktayız, bu işlem bankaların yurt dışından olan döviz alacaklarını teminat göstererek kredi almaları demektir. Bu kredilerin birkaç milyar $'a ulaştığı anlaşılmaktadır ve sağlanan bu krediler ülkemizin alacaklarını bir nevi ipotek altına sokmaktadır. İleride bu şekilde sağlanan kredilerin arttığını görürsek tehlikenin iyice yaklaştığını anlayabiliriz. Osmanlıların son döneminde de alınan aşırı borçlar ödenemeyince yabancılarca Düyun-u Umumiye idaresi kurulmuş ve borçlar ülkenin ihracat bedellerine ipotek konulmak suretiyle ödenmiştir.

Globalleşmenin seküritizasyondan amacı, sabit kıymetlerin ve şirketlerin varlıklarının menkul kıymete(hisse senedi vs.) bağlanarak likit hale getirilmesi
ve bu yolla finansman bulunarak ekonomiye hareket ve büyüme sağlanmasıdır. Ülkemizde sekürütizasyon bu şekilde olacağına, bankalarımızın
dış borç sağlama potansiyelinin arttırılması için kullanılmıştır.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

****