8 Nisan 2017 Cumartesi

2023 SENESİNDE TÜRKİYE MEVCUT OLMAYABİLİR! BÖLÜM 1


2023 SENESİNDE TÜRKİYE  MEVCUT OLMAYABİLİR!., BÖLÜM 1 


Mülâkat; Ragıp Vural
Mülâkat Tarihi: 
10 Ağustos 2009, Pazartesi

Dr. Durmuş HOCAOĞLU: 2023 SENESİNDE TÜRKİYE  MEVCUT OLMAYABİLİR! 


Dr. Durmuş HOCAOĞLU:
2009 Türkiye Cumhuriyeti’nin  Bitiş Senesidir! 

2023- 2023’ün Dergisinin 100 ncü Sayısı sebebiyle Türkiye’nin Organik aydını olarak nitelendirdiğimiz isimleriyle söyleşiler gerçekleştiriyoruz. 
Sizden öncelikle içinde bulunduğumuz durumu tanımlamanızı istiyoruz. 

Nasıl bir Türkiye’de Yaşıyoruz? 

D. Hocaoğlu- Çok Teşekkür ederim. 

Önce şahsıma gösterdiğiniz alâkadan dolayı teşekkür ederim, sonra bugüne kadarki yayın çizginizde gösterdiğiniz hassasiyetlerden dolayı teşekkür ederim ve son olarak da, 2023 dergisinin yüzüncü sayısını doldurmuş olmasından dolayısıyla tebriklerimi, daha da mükemmelleşerek devam etmesi temennilerim le iletmek isterim. 

2023, ismini, zannederim, Cumhuriyet’in 100. yıldönümü için ve bir asrı devirmiş Cumhuriyet ile daha mükemmelleşmiş bir Türkiye hasreti ve tasavvurunun sâiki ile seçmiştiniz. Ama korkarım ki, Îsâ’nın takvimiyle 2023 senesinde bir Türkiye bile mevcut olmayabilecek. Hayli bir uzun zaman önce, zihnimde, Emevî saltanatının sâdece seksenaltı yıl sürmesi ile, bilemediğim bir sebepten dolayı, Türkiye Cumhuriyeti’nin ömrü arasında bir paralellik kurulmuş tu: Tıpkı, Sezar, bir gün senatoya giderken kör bir dilencinin, O’na, “ Sezar! Mart’ın 15’inden kork! ” diye ihtar etmesi gibi, içimden bir ses de bana sık-sık “Durmuş! 2009’dan kork!” diye ihtar edegelmiştir, senelerden beri. Vâkıa, o vakitlerde hâfızamda kalan bu sayıda üç yıllık bir hata yaptığımı çok geçmeden öğrendim, ama, içimdeki sesin tarihi değişmedi: 2009! 28 Şubat’tan sonra, hatırlarsınız, muhtıracı generallerden biri, çok kaba bir şekilde kendi milletine meydan okuyarak, “Bin yıl da sürse bu savaşı devam ettireceğiz” demişti; o sıralarda çıktığım bir televizyon programında konu 28 Şubat meselesine gelince ben bunu hatırlatarak “Acaba o general bin yılın ne demek olduğunu, bin yıl devam edebilmiş kaç imparatorluk var, acaba biliyor mu; bu soruya cevap verirken, Osmanlı’nın altıyüz yıldan biraz fazla ömrü olduğunu unutmamalıdır; benim sorum daha başka: Acaba Türkiye’nin önünde otuz yılı var mı diye hiç düşündü mü?” demiştim. İşte benim endişem bu; bunun bir saplantı olduğunu düşünebilirsiniz, belki de öyledir ve hiç olmayacak bir kuruntudur, inşallah, ama zihnimin hep bir yerinde, “Türkiye Cumhuriyeti de seksen altıncı senesinde bitecek mi” korkusu hep tutundu ve hiç üzerimden atamadım bugün.

Ne kadar. Bu, aşırı derecede rahatsız edici, aşırı derecede tedirginlik verici bir beklenti. Tabiî, “beklenti” kelimesi hep olumlu mânâda kullanılıyor, fakat 
olumsuz anlamda da bir kullanımı vardır. İşte, şimdi, zannediyorum korktuğum başıma geliyor; bu sene, Türkiye Cumhuriyeti’nin bana göre bitiş senesidir. 
Tabiatiyle, “gelecek”in, “hâzır” değil “gaaib”, karanlıklara gömülü olduğunu, gaybın anahtarlarının da münhasıran Allah’ın katında bulunduğunu ve dahi, tarihin kaotik vâsfını hatırlarsak, akşamdan sabaha çok şeyin değişebileceği fikrinden hareketle, gelecek hakkında profetik konuşmaların anlamsızlığı sonucuna varıp rahatlayabiliriz. 

Ama ben bunu yapamıyorum; evet, tarih kaotiktir ve “kelebek etkisi” de bize hiç akla gelmeyecek şeylerin ânîden zuhur edebileceğini söylüyor, ama bu kadar teselli bana pek anlamlı gelmiyor. Endişelerimi artıran en mühim sebepler olarak, Avrupa Birliği üyelik sürecini, sonra 28 Şubat ile birlikte, bu devletin taşıyıcı yükü, omurgası olan muhafazakâr kesimde sinsice yayılan kozmopolitan izmin yıkıcı, ölümcül etkilerini, ilâveten, etnik ayaklanmanın bastırılamayıp teslim olma safhasına varılmış olunmasını ve son olarak da, Türkiye’yi tasfiye etme politikaları takip eden bir hükûmetin yedi yıldır iktidarda bulunmasını görüyorum. Bu hükümetin daha henüz yeni kurulmuş olduğu sıralarda, bu kadronun bir anlamda, “Türkiye’yi tasfiye etme hükûmeti” olacağı meâlinde bir yazı yazmıştım; bu kanaatimi, bugün de muhâfaza ediyorum. 

Niçin denecek olursa, bu sorunun cevabının, bu kadronun uzantısı olduğu İslâmcı akımının geçirmiş olduğu istihâle sürecinde aranması gerektiğini söyleyebilirim. 

“Haldun’u Anlamayan İslâmcılık Sukût-u Hayâle Uğradı!” 

2023- Bu süreçten biraz bahsedebilir misiniz? Nasıl bir dönüşümdür yaşananlar? 

D. Hocaoğlu- İmdi, bundan epeyce bir vakit önce bir yazımda da dilim döndüğünce anlatmağa çalıştığımı burada muhtasaran ifâde edecek olursam: İslâmcılık; İslâm dünyasının içine düşmüş bulunduğu derin krizi açıkça ve gizlenemez bir tarzda iliklerine kadar hissetmeye başladığı XIX. asır Osmanlısı’nda ortaya çıkan, zamanla değişik mecrâlardan akarak Cumhuriyet’e de intikal eden, fakat 1960’tan îtibâren kökleriyle bağlarını kopararak başka renklere bürünmeye başlayan, kültürel ve siyâsî bir akımdır. İslâmcılık’ın tarih sahnesine çıkışı, normal ve tabiî değil, gayritabiî ve ârızî şartların bir zorlaması olmuştur. Kısaca ifâde edilirse, İslâm’ı sâdece bir inanç ve ibâdetler kompleksi olarak algılamanın ötesinde, daha yüksek bir seviyeye yükseltmeyi hedef edinen İslâmcılık; orijin îtibâriyle aktif değil reaktif, tepkisel, modernite karşıtı ve fakat ve bunun yanında, birçoklarının iddia ettiğinin aksine, modernite karşıtı olan akımların çoğunluğu gibi modern bir harekettir. İslâmcılık, bir karşı-harekettir; 
gerek bir din, gerekse bir kültür ve medeniyet olarak İslâm’ın ve aynı zamanda geçen asırda İslâm denince O’nunla neredeyse özdeşleşmiş bulunan Osmanlı’nın git-gide tedâvisi zorlaşan, kronikleşme eğilimine girmiş bulunan kan kaybına karşı bir çâre, bir kurtarıcı olarak çıkmıştır. Ve yine bir karşı-harekettir; genel anlamda “Modernite”ye karşı bir harekettir. Yine çok kestirmeden gidecek olursak, diyebiliriz ki, İslâmcılık’ın gâyesi, hem güç kaybını önleyerek yeni bir siyasî yükselişe geçmek ve hem de İslâmî bir dünya te’sîs etmek idi. Bu itibarla Batı karşıtı olduğu kadar, tabiatıyla Batılılaşma karşıtı idi de. Lâkin, mâzîyi aynen, bire-bir ihyâya veya geri çağırmaya değil, kendi kökleri üzerinde kendi geleceğini yeniden ve yeni baştan inşâa, yâni “kökü mâzîde olan âtî olmaya” yöneliyordu ve bunun için de modernitenin dilini, düşüncesini ve metodlarını kullanmaya gayret ediyordu. 

Aynı zaman diliminde aynı yatakta akan farklı bir akım olan, Batı gümrüğünden gelen herşeyin sorgusuz-suâlsiz baştâcı edilmesini temel prensip ittihaz edinen Batıcılık’ın aksine, seçmeci ve süzmeci davranarak… Yine İslâmcılık modern bir hareketti; zîra, bir güç talebinde bulunuyor, aslî hedefine vasıl olabilmek için siyasîleşiyordu; daha doğrusu bütün ekümenik dinler gibi İslâm dininin de ayrılmazı olan “devlet” hedefini modern bir formatta ele alıyordu. 

İslâmcılık, bunun yanında, bilhassa Osmanlı merkezli bir “İttihâd-ı İslâm” idealine de yönelmişti. Zîra teorisyenleri, gerek Osmanlı’nın ve gerekse 
de topyekûn İslâm dünyasının çözülmesinin en önemli sebeplerinden birisi olarak, Müslümanların aralarında birlik bulunmayışının olduğunu düşünüyorlardı ki, bu tıpkı Türkler’in Avrupa’da ilerleyişini, Doğu (Ortodoks) ve Batı (Katolik) Kiliseleri ve Avrupa millet ve devletleri arasındaki derin ihtilâflar yüzünden bir Hristiyan Birliği’nin gerçekleşememesine bağlayan açıklama modeline andırıyordu. Ve bir de İslâmcılık, bir yandan en geniş mânâda bütün Müslümanları, daha dar kontekstte ise Osmanlı tebaası Müslümanlarını bir tek millet telâkkî etmekle de, bir tür “milliyetçilik” öngörüyordu. 

Fakat tarihî gelişmeler başka mecrada ilerlemeye başlamıştı. İşte İslâmcılık, bu ahvâl ve şerâit tahtında, bütün bu gelişmelere karşı bir kurtuluş reçetesi olarak ve baskın bir biçimde radikal bir “Batı-karşıtı” karakterle ortaya çıktı ve küçümsenmeyecek sonuçlar da aldı. Ancak, ne var ki, gelişmeler,Haldûn’un, millî asabiyenin dinî asabiyeye göre öncelikli olduğunu ihtar eden tezini görmezlikten gelen İslâmcıların sukût-u hayâli ile noktalandığını ve “İttihâd-ı İslâm”ın sâdece bir fantezi olduğunu gösterdi. Bu konuda Said El Husrî ile Ziya Gökalp arasındaki tartışmalar bile başlı başına bir ders niteliğindedir. 

Netîcede, İslâmcılar, İmparatorluğun, yaşlı bir arslanın etrafını saran çakallar ve sırtlanlar sürüsü tarafından dişlenerek yere yıkılması gibi, Müslüman tebaasının da dâhil olduğu tebaa milliyetçiliklerinin isyânlarının da olağanüstü katkısıyla tarihe gömülmesi karşısında “İttihâd-ı Anâsır” gibi “İttihâd-ı İslâm”ın da çöküşüne şâhit olunca, İstiklâl Harbi’nde - öyle bir terim kullanmadan da olsa- sıkı bir milliyetçi tavır vaz’ ettiler. Böylece, Cumhuriyet ile birlikte, İslâmcılık’ta yeni bir dönem de başlamış oldu. 

“Kozmopolitan Müslümanlık”tan “Vatansız Müslüman”a 

Bidâyetinde son derece vakur, hatalarında bile bir değer taşıyan, İstiklâl Harbi süresince fevkalâde bir vatanseverlik sergileyen İslâmcılık, zamanla, rejimle çatışmaya girmiştir ki, buna sebebiyet veren, bir İslâm devleti olarak doğan Cumhuriyet’in, milleti ile olan mukavelesini feshetmesidir. 

Ancak, İslâmcılık, ilerleyen süreçte laikliğe karşı olan muhalefetini bir husûmete dönüştürerek uzun müddet devletin ele geçirilmesi fikrini taşımış, bu da yine 
zamanla, devletin hükmî şahsiyetine bir husûmet hâlini almış, beri yandan, milliyetçilik akımlarının da profanlaşması sonucunda oluşan boşluğun da olumsuz katkısıyla millî duruş sür’atle erozyona mâruz kalmış ve bu erozyon ise İslâmcılık ’ın İslâmcı etnikçiliklerin konsantrasyon merkezi olması sonucunu hâsıl etmiş ve zamanla bu da İslâmcılığın bir etnikçilik çöplüğüne dönüşmesine de yolaçmıştır. En nihâyet, 28 Şubat’ın yaratmış olduğu travma, İslâmcılarda, devletin ele geçirilmesinin imkânsızlığı şeklinde bir ümit kırıklığını yerleştirmiş, buna ilâveten, 28 Şubat’ın mütedeyyin insanlarda yaratmış olduğu “itme” duygusunun da beslemesi ile bu kesimde kozmopolitanlaşma hızla boyatmıştır: “Devlet” ve “vatan” gibi kavramların aşınmasına ve son limitinde radikal bir şekilde reddine varan işbu “Kozmopolitan Müslümanlık”, bir “vatansız Müslüman” tipini de yaratmıştır: 

“İslâm’ın iktidar, devlet ve vatan talebi ve emri olmadığı gibi, Müslüman’ın da devlete ve vatana ihtiyacı yoktur. İslâm, bütünüyle şahsî ve ferdî hayata ve cemaat düzeyine indirgenebilir; o hâlde, şahsî ve ferdî hayâtında hürriyetini ve inancını yaşamasına ve bir tür ‘komün’ veya ‘getto’ gibi telâkkî edilen cemaat tarzı örgütlenmelerine müsâmaha gösteren her ülke, hiçbir fark gözetmeksizin onun vatanı, her devlet de hiçbir fark gözetmeksizin onun devleti olabilir” şeklinde hulâsa edilebilecek olan işbu yeni ve yozlaşmış Müslümanlık, bu saikledir ki, vaktiyle, vakur bir şekilde karşısına dikildiği Batı ile “uyum” sağlamağa çalışmakta ve bu cümleden olmak üzere, “Avrupa Birliği İşbirlikçiliği” yapmakta herhangi bir beis görmez olmuştur. 

2023- Kozmopalitanizm kavramını biraz açmanız mümkün olur mu? Neyi kastediyorsunuz bu kavramla? 

D. Hocaoğlu- Lûgat anlamı “yeryüzü vatandaşlığı” demek olan ve kadîm kökleri çok eskilere, milâd öncesi üçüncü binyıla kadar uzanan, Yunan Stoası’nda felsefî bir nitelik kazanan ve bilhassa devletin, vatandaşlarını dinî inançları dolayısıyla dışladığı hâllerde ortaya çıkan Kozmopalitanizm, en trajik örneklerinden olmak üzere, Roma İmparatorluğu’nun beklenmedik bir şekilde suratının üstüne yere çakılmasında oynadığı rol ile göstermiştir ki, son derece yıkıcı tesirler yaratır. Çünki, “belirli bir vatan” fikrini reddeder; anarşist Emma Goldman’ın ifâdesiyle, “vatanseverliği hürriyete yöneltilmiş bir tehdit” olarak görür ve ekstrem hâllerde, düşman evinin eşiğinden içeri girmeğe teşebbüs etmediği takdirde ona direnç göstermez. 

Bu, Roma’da böyle olmuştu: Asırlarca Hıristiyan vatandaşlarına sırf Hıristiyan oldukları için zulmeden Roma -sonradan her ne kadar bu dini resmî din hâline getirmiş olsa daile vatandaşlarıyla arasındaki kalbî bağ kopmuş idi. Öyle ki, 410 yılında Gotlar Roma’ya girdiklerinde sokaklardan dereler gibi kan akıttılar ama Hıristiyanlara dokunmadılar, çünki, Imperium Romana’nın çift başlı kartalı kendileri için bir değer ve anlam ifâde etmez bulan Hıristiyan Romalılar 
Gotlara, kendilerine dokunmadıkları sürece onlara karşı mukavemet etmeyeceklerini bildirmişlerdi. 

Ne yazık ki, benim ülkemde bu kavramın adını bile doğru düzgün bilene -hem de akademisyenler arasında- pek rastladığımı söyleyemem ki, bu da Türkiye’deki 
akademisyenlerin ve entellektüellerin seviyesinin nasıl sefalet düzeyinde olduğunu gösteriyor. Bendeniz nâçizâne birşeyler yazdım, umuma hitap eden, 
akademik formatsız birşeyler; ama hiçbir yerde mâkes bulamadı yazdıklarım. 

Yazılarımın özeti şu idi: Bu ülkenin omurgası, asıl taşıyıcı elemanı olan bu insanları kozmopolitanlaştırırsanız, yarın bunun bedelini ödeyemezsiniz; 
çünki kozmopolitanların intikamı korkunç olur. Zira, anamız vatan, evlatlarından kan bedeli isteğinde vermeğe yanaşmazlar, babamız devlet çatırdamağa başladığında, “zâten benim devletim değildi ki” derler. 

    Nitekim, işte şimdi bu gelenekten gelen bu ekip Türkiye’yi tasfiye ediyor. Öyle bir şekilde tasfiye ediyor ki, Türk halkı gözlerinin önünde oynanan 
trajediyi anlayamıyor. Türkiye’nin durumu bu... 

Türkiye’nin Coğrafyası Gayritabiîdir 

2023- Yazılarınızda, konferanslarınızda, mülâkatlarınızda “Türkiye bir bıçak sırtında duruyor” diyorsunuz. 

D. Hocaoğlu- Evet ve yaşanacakları da “ya İkinci Ergenekon ya İkinci Endülüs. Bunun orta yolu yok” diyerek özetliyorum. 

Ne yazık ki, bu gidiş Ergenekon gidişi değil, Endülüs gidişi. 

Bu arada iki hususu da eklemek isterim. Birincisi, Türkiye’nin şu anki coğrafyasının gayritabiî oluşudur. Bu coğrafya, O’nun normal, tabiî coğrafyası 
değildir: O’nun daha büyük bir coğrafyası olması lâzımdı. Edirne ile Ardahan arasına sıkışmış bir Türkiye demek, diken üstünde oturmak demektir. Ne var ki, dünyanın kazığının yerinden söküldüğü Birinci Harp’ten sonra ancak bu kadarını kurtarabildik, daha fazlası muhâldi. İttihatçı çetenin yangına çevirdiği İmparatorluk’tan, “Galib kıl Yâ Rab! Bu son ordusudur İslâm’ın” diye ciğeri yanarak feryad eden Şair’in dile getirdiği gibi, elde kalan son kırıntılarla bundan daha fazlası da kurtarılamazdı zâten. Ama bu gerçek, Türkiye’nin şu anki coğrafyasının gayritabiî oluşu gerçeğini de değiştiremez. İşte trajedi burada ki, bu gayritabiî coğrafyada da kapana sıkışmış bulunuyoruz; boğulmağa başladık. İkinci hususa gelince: 

O yangından bu Türkiye’yi kurtaran insanların son birkaç yüzyılımızın en mühim insanları olduğunun vurgu ile belirtilmesini kaçınılmaz bir ahlâkî vazîfe olarak telâkkî ediyorum. Bunu söylerken, hiçbir zaman Atatürkçü de Kemalist de olmadığımı, hep mesafeli kaldığımı hatırlatarak, Gazi Mustafa Kemal’in son birkaç yüzyıldaki en büyük Türk olduğundan hiç şüphe etmediğimin bilinmesinde fayda görüyorum. Paşamız gerçekten de sıra-üstü bir kişi idi; tek kusuru kabiliyetinin ve dehasının sınırlarını bilememesi olmuştur. Askerliği hakkında fazla abartılı şeyler söyleniyor; katılmıyorum, O’nun bir Napolyon, bir Sezar, bir Fâtih ya da bir Cengiz olmadığını biliyoruz; O’nun asıl kabiliyeti teşkilatçılıktadır, irade adamı olmasındadır ve gücünün sınırlarını, nereye kadar gidebileceğini, nerede durması gerektiğini bilmesindedir. Meselâ, “İzmir’in fethi”ni ele alalım -dikkat edilsin lûtfen, bu bir “kurtuluş” değil, bir “fetih”tir, bir “yeniden fetih”tir, yâni “istirdad”, diğer adıyla “reconquista”- Paşa İzmir’i fethettikten sonra İstanbul’a silâh zoruyla yürümedi; aksi takdirde, İngilizlerle çatışmak zorunda kalırdı ki bu, kazanılanların kaybedilmesi demek olurdu; onun için yüreğine taş bastı, müzakere yolunu tercih etti. Musul’u kerhen gözden çıkartışının sebebi de aynıdır: İngilizlerle çatışamazdık; bu da doğrudur. Ama bilâhare ortam müsait 
olup da gücünün sınırları dâhilinde olduğunu görünce, bu defa âhir ömründe Hatay’ın üstüne yürüdü ve fethetti, daha doğrusu, fethin şartlarını hazırladı. Bunlar hârikulâde şeyler. Fakat Gazi Paşa 1923’ten sonra dehasının sınırlarını her yere yaymaya başladı; bir asker ve bir teşkilâtçı olarak sınırlarını bilen Paşa, burada sınırlarını bilemedi, kendisini filozof olarak addetti ve asıl majör hatalarını o zaman yaptı. 

İmdi, 1821 ila 1921 arasındaki devire, biliyorsunuz, hayli sonra “felâketler yüzyılı” adı verilmiştir; sebebi basittir: 1821 Mora isyânıdır ve İmparatorluğun 
gerilemeden çöküşe girişinin iptidâsını oluşturur, 1921 ise Sakarya Muharebesi ’dir ve bu da çöküşün nihâyetidir. Bu süre zarfında Türkiye yanlış hâtırlamıyor sam girmiş olduğu yirmi üç muharebenin yirmisini kaybetti, sâdece üçünü kazandı ki bu üçü de kapital harpler değildi. 

Bu noktada lûtfen dikkat edelim: Çok uzun bir mağlubiyetler zincirinden sonra, herşeyi bitmiş, orduları terhis edilmiş, anayurdu işgale uğramış 
bir millete kendisinin hâlâ güçlü olduğunu hissettiren, herşeyin külliyen bittiğini düşünüldüğü bu şartlar altında, bir millete “bu can bu tende kaldıkça 
hiçbirşey bitmiş değildir” diyip, önüne düşerek yeni bir harbe seve seve götüren bir adam ortaya çıkıyor ve bu adam taahhüd ettiği sonucu alıyor. 
Hem de üç yıl gibi kısa bir müddette ve hem de parlamenter sistemle, Meclis ile yâni; “devrim komiteleri” ile değil! İşte bu adam, Gazi Mustafa Kemal 
Paşa, ister sevilsin, ister nefret edilsin, ama dürüstçe ifâde edilmelidir ki, Hegel’in ve Carlyle’ın tasvir ettikleri “kahraman tipine” bire-bir uyar: Sâfî 
irâde, kararlılık, aldığı karara kilitlenip geri dönmeme, Hegel’in o muhteşem tâbiriyle, “bugünün içinden geleceğe açılan kapıları görme”. 

Mustafa Kemal Paşa budur; ama, asıl kabiliyetinin hâricindeki sâhaya girince, maalesef, bugünün içinden geleceğe açılan kapıları göremedi, görmesi 
mümkün de değildi… 

Çünkü Kant’ı okumuş olsaydı ya da yakın çevresinde Kant’ı bilen ve düşündüğünü açıkça söyleyebilme ahlâk ve cesâretine mâlik birisi olsaydı 
da O’na söyleseydi ve O da sükûnetle dinleseydi, filozofların hükümdarlığa ve hükümdarların da filozofluğa özenmesinin aynı derecede yanlış olduğunu 
görür, bir “hükümdar” olarak filozofluğu başkasına devrederdi. Nitekim, yapılan inkılâpların, Türkiye’yi beklenilen yere taşımaması da bunun belgesidir. İnkılâplar elbette tam bir hâlis niyetle yapılmıştır, kusursuz bir iyi niyet vardır arkalarında, ama yalnız başına iyi niyet yetmiyor; nitekim Enver de iyi niyetliydi, samimî idi, fedâkâr idi, ama bu, O’nun İmparatorluğu darmadağın etmesine mâni olmamıştır. Burada da benzer bir hâdise vuku bulmuştur: Cumhuriyet’in kurucu kadrosu, kazanılmış olan savaşın bir tür uzantısı olarak din ile arasına koyduğu mesafeyi gitgide büyüte-büyüte, toplumla bir tür savaşa dönüştürünce, gelişmeler cemiyetimizin kurucumukâvelesinin feshine kadar vardı. Gerçi Türk laikliği, Fransız modelli olmakla berâber, büyük ölçüde, bize mahsus, sui generis bir karakteri de yok değildir. Yine tam da bu noktada, Mustafa Kemal Paşa’nın birçok bakımdan hâlâ bir muamma olduğunu, hâlâ tam olarak anlaşılabilmiş ve benim de tam olarak anlayabilmiş olmadığımı söylemeliyim. Birçoklarının, 
O’na, ya anlamadan taptığını ya da anlamadan nefret ettiğini, birçoklarının da hiçbirisi umurunda olmadan, O’nu, kendi emelleri için, iyi kullanılacak 
bir enstrüman olarak telâkkî ettiklerinden şüphe etmiyorum. Bu konuda Türk laikliği mümtaz bir örnektir. Paşa, 1937’de vaz’ ettiği laikliği çok daha erken dönemde, en radikal inkılâpların yapıldğı 1925-30 arasında pekâlâ vaz’ edebilirdi. Niçin? Muhtemelen, din-devlet ayrımını bu derece radikalleştir mek istemediğini ve bu konuda dışarıdan üzerinde gelen muazzam tazyiklerin sonucunda bu karara vardığını düşünüyorum; nitekim, dikkat çekmekte fayda görüyorum: 

Laiklik prensibine rağmen, lağvettiği söylenen Hilâfet müessesesini aslında lağvetmediğini, hattâ Meclis’in şahsında mündemiç kılmakla, hakikî bir 
şahsiyetten hükmî bir şahsiyete devrederek gerçekte terfî ettirdiğini de pek az kişi biliyor. 

“Kozmopolitan Müslümanlar Türkiye Cumhuriyeti’ni Tasfiye Etmektedirler” 

Ancak, bütün bunlar yine de Cumhuriyet’in kuruluş mukâvelesinin feshedilmiş olmasını değiştirmez. Bu ve bunun akabinde, yukarıda hulâsa etmeğe çalıştığım gelişmeler tırmana-tırmana kozmopolitan bir Müslümanlığın zeminini hazırlamış ve nihayet 28 Şubat’ta, yara kangrene dönüşmüştür. İşte, şimdi bu kozmopolitan Müslümanlar Türkiye Cumhuriyeti’ni tasfiye etmektedirler veya en azından tasfiye edilmesinden rahatsızlık duymamaktadırlar. 

Ben şahsen, Cumhuriyet’in kuruluş mukâvelesinin feshedilmiş olmasını asla içime sindirmedim, asla da sindiremem, ama buna rağmen, Türkiye 
Cumhuriyeti’nin hürriyet, isitiklâl, kendine yeterlilik ve egemenliğinin korunmasında granit veya bazalt bir kaya kadar katı ve tavizsizim; Avrupa 
Birliği üyeliğinin de radikal bir şekilde “ Onurumuz ile Girmek ” gibi masallara kulak asmadan -ve en şedîdâne karşısında oluşum da bundandır. Çünkü, 
cevher arazlara takaddüm edeceğinden, bir devletimizin varolması, o devletin mâhiyetinden önce gelir, yoksa, aksi takdirde, üzerinde konuşulacak birşey kalmaz ve Wittgenstein’ın dediği gibi, üzerinde konuşulamayan hakkında da susmak gerektir. 

Şimdi hep berâber bekleyelim bakalım; nasıl olsa pek birşey kalmadı: 2009 öngörüm nasıl çıkacak! 

Tabiî bu arada, şu iki hususu da eklemeyecek olursam, buraya kadar söylediklerimin hepsi buharlaşır, anlamsızlaşır: 

1- Çok kuvvetle muhtemelen, Cumhuriyet’in tasfiyesi hissedilmeyecektir başlangıçta; Türkler hâlâ bir devletleri olduğunu düşünecek ve bugünlerde 
çok sıklıkla propaganda edildiği gibi, “daha güçlü bir Türkiye” yaratıldığını sanacaklardır; tâ ki iş işten geçinceye kadar! 

2- Tasfiye, ilk önce ve esas olarak, Türkiye’nin tapusunun Türklerden alınıp O’na ortak yaratmakla başlayacak ve süreç bu çizgi üzerinde ilerleyecektir. 
Yâni, Türkler’in kısmen dahi olsa devredilemez, paylaşılamaz, ferâgat ve fedâkârlıkta bulunulamaz ve mutlak sûrette tekellerinde tutmaları gereken hükümranlık haklarını Kürtler ile paylaşmaya rızâ göstererek ülkelerinin iki “halk”tan -“siyâsî halk”, diğer adıyla “millî (ulusal) topluluk” - oluşan bir ülke olduğunu -şimdilik “iki halk” tabiî ve yine şimdilik tam da açıkça böyle değil yine tabiî tescil ettiklerinde, bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin sonu demek olacaktır. Tabiî, aynı zamanda, Türklerin milletin olma vasfını kaybedişlerinin de başlangıcı… 

“Lümpen Modernleşme”den 

“Lümpen Batılılaşma”ya 

2023- Söylediğiniz şeylerin her birinin detaylandırılması icap ediyor. En vurucu olarak söylediğiniz Türkiye’nin tasfiyesi meselesini ilerleyen sorularda açmak kaydıyla şimdilik bir kenara bırakarak, Türk modernleşmesine geçmek istiyorum. Yaşadığımız sorunların bekli de temelinde bu yatıyor. Türk modernleşmesi nedir? 

D. Hocaoğlu- Çok konuşulan, üzerinde çok nefes ve mürekkep tüketilen bir konu bu… Biliyorsunuz ve münakaşalar da hemen ekseriyetle, Türk modernleşmesi nin başarısı üzerinde yoğunlaşıyor. Benim bu fikre kategorik olarak itirazım var: Türk modernleşmesi diye bir şey haddi zâtında hiç olmadı. 

Bu sebebe binâen Türk modernleşmesi üzerine konuşmak, olmayan birşey üzerine konuşmaktır. Bizdeki modrenleşme, bir “modernleşme kopyası”dır, bir “sanki-modernleşme”dir, daha açıkçası, bir “lümpen modernleşme”dir. Benim ülkemde, modernleşmeden bahseden insanların ezici çoğunluğunun modernleş me teorilerinden ve modernitenin ne olduğundan habersiz olduğunu görmektey im, maalesef. Moderniteden bahseden bir insanın Batı Ortaçağı’nı, Rönesans’ı, Rönesans’tan çıkışı, 1600 ilâ 1625 arasındaki -sonradan verilen ad ile- “İsimsiz Çağ”ı (Non-named Age), büyük beyinlerin gelişini, bilginin kudrete tahvili -“Scientia Potesta Est”- ve bu vâsıta ile tabiata hükmetme fikrini yaratan Francis Bacon’ı ve René Descartes’ı, bu arada modernitenin nasıl temellen dirildiğini Bacon ve Descartes’in felsefelerinin derinliklerine kadar kendi metinlerine inerek okumaları ama modern bir nazarla okumaları gerekir. Sonra Aydınlanma ve Siyasî Devrimler çağı var, Endüstri Devrimi var; bunlara vâkıf olmadan insanların laiklik ve modernleşme üzerine nasıl konuşabildiklerini hayretle karşılıyorum. Bu meselenin köklerine kadar inip kavrayan Mümtaz Turhan’ın, Sabri Faik Ülgener’in sesini kim işitti? 

Bu, “ modernleşme ” değil, “Batılılaşma”; modernleşmesi lümpen olunca, tabiî, Batılılaşması da lümpen oluyor: “Lümpen Batılılaşma”. Nasıl bir modernleşmedir ki bu, 250 senedir -bu kadar tarihi var, çünkü, kökleri Lâle Devri’ne kadar gider- hâlâ sınâîleşemedik ve hâlâ üretemiyoruz; üretemiyoruz, çünkü düşünmedik. 
İmdi, zihinde olmayan fiilde yoktur; tıpkı Gazzâlî’nin, “imkânda olmayan oluşta olmaz” prensibi gibi, zihinde olmayan da fiilde olmaz. İmdi bunları anlamayan insanlar “piyasa”da, “ben aydınım” diye konuşuyorlar ve böylece de, “aydın” kelimesini de “kelime kirlenmesi”ne mâruz bırakıyorlar. 

“Aydın”, onun için kirli bir kelimedir, ben, şahsen, bu sebeple, daha az kirlenmiş ve Ülgener’in de belirttiği gibi, daha felsefî olan “entellektüel”i tercih ediyorum. 

İmdi, Türk modernleşmesi deyince üç şey anlaşılır: Bir; Batı’nın hayat tarzının sathî bir kopyası; buna şimdilerde bir de ad takıldı, tam bir sokak ağzı terimine dönüşerek kirlenmiş bir terim: “Yaşam kalitesi”. Bunun kadar tüylerimi diken diken eden terim pek azdır; çünkü, sığ. Batı’nın hayat tarzının sathî kopyası da iki unsuru öngörür: “Kültürün Sert Unsurları”nın değiştirilmesi -tabiatiyle, gerekirse cebren -. Charles Bartlett’ın bu terimi iki kısımdan oluşur: Saç-sakal, yâni kuaför ve kılık-kıyafet, yâni gardrop. Bunları hallettiniz mi, işin önemli bir kısmı bitiyor, modern olmanın önündeki en büyük engellerden birisi aşılmış oluyor. Hâlbuki Margaret Mead’ın dediği gibi, bir yamyam okuma yazma öğrendiği zaman sâdece okuma yazma bilen bir yamyam olur, başka bir şey değil. Evet, birincisi gündelik hayat tarzıdır dediydik, ikincisi de “üst-yapı kurumları”; yâni, hukuk sistemi, dindevlet ilişkileri vb. Mütemmim cüz, estetiktir, mîmâridir vs. 

Türk müziğini terkedip Boğaz’daki gemilere koca koca hoparlörler yerleştirilerek ve meselâ Ravel’in Bolero’sunu sırf “kulaklar alışsın” diye çalınırsa meselenin 
halli istikâmetinde önemli bir mesafe kat’ edilmiş olunacak!. Ve bugün gelinen nokta nedir? Türkiye bugün 200-250 yıllık Batılılaşma ya da lümpen modern leşme macerasının sonunda kendi bulunduğu coğrafyadaki politikada müessir olamayan, hattâ kendi içinde kendi politikasını bile kendisi belirleyemeyen, Batı dünyasının vasıfsız bir ‘sözde’ partneri olmuştur ve bu sürecin yukarıda bahsettiğimiz şekilde noktalanması da teknik mânâda bir devlet vasfının kaybedilmesi demek olacaktır. 

Teknik mânâda sahici bir devletin evsafı, yukarıda “millet”ten bahsederken söylediğimiz gibi, şunlardır -Aristoteles ve Jean Boudin’i birleştirerek 
söylüyorum -: Hürriyet, istiklâl, kendine yeterlilik ve egemenlik,  daha sahih terimi ile hükümranlık. En önemlisi de hükümranlıktır; o yoksa diğerleri 
zâten yoktur. Hükümranlık, Léon Duguit’nin isabetli tanımında belirtildiği veçhiyle, “irâde”dir; bir siyasî toplumun, başka hiçbir toplumla asla ve 
kat’a, kendi iradesiyle, kısmen ve tamamen de olsa, bölüşmesi, paylaşması, vazgeçmesi, devir ve temlik etmesi, ferâgat ve fedakârlıkta bulunması 
söz konusu olmayan var oluş irâdesi. Eğer bir toplum kendi hükümranlığını, kendi içinde -bugünkü hükümetin “Kürt Açılımı”nda yapmaya çalıştığı gibi- yerel feodalliklerle, kendi dışında da -AB gibi- “daha üst bir irâde” ile paylaşmaya, devretmeye ve ilââhir... rıza gösteriyorsa bu toplum “millet” olma statüsünden düşer. İşte Türkler tam da bu kritik çizginin üstünde durmaktadırlar. Mükerreren: Böyle bir millet, artık sâhici bir “millet” ve böyle bir devlet de artık sâhici bir devlet değildir. 

Modernleşmemizin geldiği nokta, işte budur. 

Türk Milleti “Hâleti Nez”e mi Düştü? 

2023- Aslında çok umut kırıcı ama belki de eğmeden bükmeden gerçeğin tâ kendisini söylüyorsunuz. Türkiye ne yaptı da buraya geldi aşağı yukarı 
biliniyor, ama ne yapılarak buradan çıkılacağına dair dört başı mamur söylenen bir şeyler pek de yok. Siz ne söylüyorsunuz? 

D. Hocaoğlu- Aziz Ragıp bey, sevgili dostum. İlkin, yukarıdakileri anlatan birisinin, esasen, Türkiye’nin ne yapıp da buraya geldiğini pek de öyle 
herkesin “aşağı yukarı” bildiğine katılmayacağını kabul ederseniz sanırım. 

İkincisine gelince: Doğrusu Haldûn’u okumayan bir kişinin -ki İslam dünyasının hâlâ “yaşayan”, küresel çaptaki son büyük beynidir, ama hâlâ tam olarak anlaşılmış da değildir- bu sorulara sıhhatli bir şekilde cevap vermesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Haldûn’u okuduğunuzda şunu görüyorsunuz: Bir cemiyet çözülme sürecine girmişse onu artık kimse kurtaramaz; burada asıl mesele, Türklerin böyle bir çözülme sürecine girip girmediklerinin sarahatle tesbit edilmesidir. 

Bir müddetten beri zihnimde bir şarkının tek bir mısrâı var: “Hâleti nez’e düştüm gel yetiş imdâdıma”. ‘Hâleti nez’, insanın ölüme yüzünün döndüğü ve artık dünya ile bağını kopardığı noktadır; vâkıa hâlâ fizikî varlığı devam etmektedir, kalbi hâlâ atıyordur, ama yüz dönmüştür, sesleri algılayamaz veya yanlış algılar, gözleri görmez veya yanlış görür: Atatürk’ün ölümünden önceki, saat 9’u beş geçeden birkaç dakika kadar önceki hâldir bu; ateşini ölçmek için ağzına termometreyi koyacaktır doktor, “Atam ağzınızı açar mısınız lûtfen, dilinizi çıkartır mısınız” diyor, ama Atatürk tam tersini yapıyor, dilini içeri çekiyor. 

Doktor ürperiyor. Ve âniden Paşa başını sağ tarafa çeviriyor ve şöyle diyor: “Vealeykümesselâm”. İşte bu son sözüdür. “Hâleti nez”deydi O… Bu hâlde insanlar bir nevi katalepsi formuna girerler, yâni belki vücutlarını bıçakla kesseniz acı bile duymayabilirler. 

Türkler şu anda bir nevi bu hâlde bulunuyor; etraflarında olup-bitenleri idrâk edemiyorlar, gözlerinin önünde oynanan pandomimi anlayamıyorlar; hükümranlıkları ellerinden alınıyor, ama onlar bunun farkında değiller. 

Bin yıldır efendi olduğu topraklarda düşüyorlar, “ Sukût ” hâlindeler, ama birşey hissetmiyorlar, bu topraklarda bir düşenin bir daha kalkamayacağından 
haberleri yok, anlatmak isteyeni dinlemiyorlar. 

Türkiye’nin Kahramana İhtiyacı Var! 

2023- Bu hâlden çıkılmaz mı? 

D. Hocaoğlu- Bu derin krizden çıkmak öyle kolay değil; tabiîdir ki, çıkılır, kader dediğimiz şeyin bir de tarihî olanı var: “Tarihî Kader” (fatum historicum); tarih felsefesinin en baş belâsı kavramlarından. İmdi, yukarıda Haldûn’dan bahsetmiş tik; Haldûn, çöküşün sonuna kadar gidip son noktayı koymasını bir kader olarak görür, ne var ki, “evet, kader vardır, ama mevsuf ve müsemmâ mıdır” derseniz, ben de birçokları gibi “hayır” derim. Öyle olsaydı bu cihan basit bir makina olur ve hesap da olmazdı. Kaldı ki, nasıl ki “kader” diye birşey varsa “müstahil” diye birşey de var; müstahil, yâni olması mümkün olmayan, ama bu, kategorik bir imkânsızlık değildir, olması istenenin olmasına mâni’ olan birşeyler vardır, onlar bertaraf edilebilirse olması istenen ol(uşturul)abilir. 

Bu da birçok şarta bağlıdır ve bunların da en başında geleni, bu kadar sıra-dışı derin bir kriz bahse mevzû olduğunda, “sıra-dışı lider”dir. Yâni Hegel ve Carlyle’ın târif ettiği “kahraman”dan söz ediyorum. Yâni, en derin krizlerden bile çıkma ihtimâli vardır, belki her zaman değil ama, vardır, ancak ne var ki, bu azametli iş, sıradan parti genel başkanlarının harcı değildir; bunun için “kahraman” gerektir. Victor Hugo, Sefiller’de, Hegel’in de, Carlyle’ın da ideal kahraman tipine örnek olarak verdiği Napolyon’u, romanın kahramanı Marus’un gözüyle şöyle tanımlar: “O, bütün insanları, Fransa’dan söz açtıkları zaman, ‘Büyük Millet’ dedirtmeğe zorlamış olan insandı. Daha fazlasını da yapmıştı. Fransa âdeta onun etine kemiğine bürünüp ortaya çıkmıştı./…/ Marius, Napolyon’da, sınırlara dikilip geleceği koruyacak olan ışıklı hayaleti görüyordu, Hem zorba hem diktatördü. Bir cumhuriyetten doğuyor ve bir devrimi özetliyordu. Napolyon onun için, Îsâ’nın insantanrı olması gibi, insanhalk’tı.” Yâni, kahraman, herşey bitmiş diyen, psikolojisi darmadağın olmuş bir toplumu bir terminatöre dönüştürebilen, ölüleri bile diriltebilen kişidir. 

Yine Hugo, aynı eserde, “ Her Fransız’ın Göğsünde bir volkan yatar ” der; evet, böyle der, ama o volkanı indifâ ettirmek için bir Napolyon gerektir. 

İşte, kahraman budur ve bugün Türklerin tek ihtiyâcı budur; değil ki bugünün içinden geleceğe açılan kapıları görmek, önünü bile göremeyen mız mız, Uyuşuk, Parti genel başkanları değil. Türklerin vazıyeti de aynen böyle: Merlin’in Arthur’a dediği gibi, “Britanya’nın herşeyi var, ama kralı yok” demesi gibi, Türklerin de herşeyi var, sâdece kahramanları yok. Mükerreren ve vurgu ile söylüyorum: Böylesine sıra üstü bir muvaffakıyet, sıradan insanların harcı değildir. Cemiyetler bu gibi fevkalâde hâllerde ancak fevkalâde liderlerin ortaya çıkmasıyla felâha erebilirler, tabiî, iş işten geçmeden olmak kayıt ve şartıyla. Aksi hâlde, Haldûn’un öngörüsü tutar ve şehirdeki kurtlar yaşlanıp da gevşeyince surların dışından gelen genç ve yırtıcı kurtlar şehre girerek onları yer. 

Demokrasiler Büyük Kriz Zamanlarında Yetersiz Kalır! 

Ayrıca, bu kadar azametli bir iş, bu muazzam kıyam, bilinen demokrasi şekilleri ile de pek uyuşmayabilir; çünkü, bu, bir toplumun, Mülk’ün tapusunu elinden almak üzere kendisine meydan okuyan bir başka toplum karşısında herşeyi ve sonuna kadar göze alması ile kabildir ki Leslie Lipson’un da dikkat çektiği gibi, burada demokrasi iş yap(a)maz. Çünkü demokrasi asla savaş rejimi değildir, hiç olmamıştır, hiç de olamaz. Kara harp doktrininin kurucusu Mackinder “Demokratik İdealler ve Gerçek” (Democratic Ideals and Reality) isimli eserinde, demokrasinin muhakkak ki iyi bir rejim olduğunu ama bir kusuru bulunduğunu, büyük krizlerden çıkışta problemler yarattığını söylemektedir. Demokrasi, evet, en iyi rejim -Churchill’in tanımıyla “en iyi ikinci rejim”, birincisi meçhul- amma, benim ülkemin parçalanmasını önleyemiyor ve hattâ ona yol açıyorsa, bu, kötülük demektir; olan bu! Nitekim, şu anda Türkiye demokratik sistem içinde parçalanıyor; şu hâlde, ya demokrasinin özünde bir problem var, yahut da işleyişinde. İmdi, demokrasi bir gaye değil sâdece bir vâsıta olduğuna binâen, eğer ki benim ülkemin parçalanmasını önleyemiyor ise o zaman onun bizzat kendisi olarak iyi olup olmadığını bile tartışırım; çünki milletimin hükümranlığı ve vatanımın bütünlüğünün yanında başka hiçbir şeyin bizâti hî ehemmiyeti kalabilemez. 

Bu noktada, memleketimin idarecilerinin böyle bir vebal altına girdikleri takdirde bugün olmazsa yarın, bilinemeyecek bir uzak gelecekte dahi olsa, dirileri olmazsa ölüleri dahi olsa, mutlaka, kabirlerinden kaldırılıp sanık sandalyesine oturtulacaklarını, tarihe tel’în edilmiş kara birer leke olarak kaydolacaklarını hesap ederek hareket etmekleri lâzım gelmektedir. Unutulmamalıdır ki, bu belgeler yıllarca sonra da okunacak; unutulmamalıdır ki hiçbir beşer iktidarı kendisini ilelebed koruyamaz; önüne gelen herşeyi öğütüp toz eden zaman geçtikçe onlar da toz olacaklar ve gerçekler, suyun altındaki cesetlerin suyun üstüne çıkması gibi su üstüne çıkacaklardır. Unutulmamalıdır ki, sokaktaki fâniler firavunlarla göz göze gelemezdi, gelirlerse gözleri oyulurdu; çünkü firavun yaşayan ilahtı. Ramses de böyle idi tabiî; ama şimdi mumyalanmış cesedini Kahire Müzesi’nde, ödenen üç kuruşluk bir ücretle “ Reâyâ ” sınıfı tarafından seyredilebiliyor. Shakespaer’in Hamlet’de Büyük Sezar için dediği gibi: “Büyük Sezar öldü, çamura inkılâb etti. O çamur bugün cenup rüzgârlarına karşı bir duvarın deliğini kapatıyor. Vaktiyle cihânı titreten bir kahraman, bugün âdî bir duvarı rüzgâra ve kara karşı koruyor.” Tarihe bir, Ebû Bekr E’s-Sıddîk gibi, bir Sokrates gibi kaydolmak var ve bir de Kâbe’yi yıkmağa gelen Ebrehe gibi, Sokrates’i ihbar eden Anitos, Menos ve Lykon gibi kaydolmak… 

Hâsılı, şu şartlar altında, bu topraklarda geleceğimizi görmüyorum. Fikrimce, bu bâdireden çıkışın bir ve yalnız bir adet yolu var, sıra dışı bir lider; yâni Kahraman! Çünki, iş, normal yollardan kotarılamayacak bir raddeye gelip dayandı ve yine çünki, bir Türk atasözünde dendiği gibi, kılıç çeken kılıçla düşer; ancak, ne yazık ki, kılıç çeken kılıçla düşürülemedi ve düşürülemediği için de şimdi masaya oturuluyor. Daha sarîh ifâdesiyle, Türkiye, Türkler’in kontrolünden çıkmış bulunmaktadır. 

Yapılacak Şey: 
Herşeyi Göze Almak! 

2023- Şimdi durum böyle iken olumlu bir netice alabilmek için size göre neler yapılabilir? 

D. Hocaoğlu- Bu hususta benim söyleyebileceğim şey şudur: Bir milletin, bir başka topluluğun meydan okumasına mâruz kaldığında, varlığını ve 
hükümranlığını korumak için son raddede yapacağı sâdece ve sâdece bir tek şey bulunmaktadır: Herşeyi göze almak! Tabiatiyle burada “herşey” ile 
kastettiğim, hiçbir noksanı olmadan, “kelimenin tam ve mutlak anlamıyla her şey” demektir. Çünkü bu gibi karşılaşmalar esas itibariyle bir iradeler 
savaşıdır; tabiatiyle, herşeyi göze almak tek başına muzafferiyetin teminatı olamayacağı şerhini düşmek gerekir, amma, ilk ve en önemli şart budur 
ve buna binâen, bahsettiğimiz şerhi de göz önünde tutarak diyebiliriz ki, herşeyi göze alanlar kazanır, alamayanlar kaybeder. Fakat burada esas problem, kendi milletine önayak olup onu sürükleyecek, Îsâ Nebî’nin ölüleri diriltmesi gibi, ölülere bile ruh verecek ve milletine herşeyi göze aldırtabilecek, sıradan insanların göğüslerinde potansiyel olarak mevcut bulunan volkanı bir Krakatoa gibi indifâ ettirebilecek karizmatik bir lider, yâni bir “kahraman” ın ortaya çıkmasıdır. 

Bu noktada işbu “herşeyi göze alma” konusuna biraz daha yakından eğilmekte fayda görüyorum: Günümüzde birçok Kürt sözcüsü, Kürtlerin bir “millî (ulusal) topluluk” teşkil ettiğini dile getirmektedirler; bu tanımın ciddîyet derecesini kategorik olarak tartışmak bir yana, prensip olarak doğru kabul edilse dahi, Türkiye’deki bütün Kürt vatandaşların bu tanımın içine girip-girmediğinin henüz meçhul olduğunu, hattâ Türkler ile çok yakın ünsiyet peydâ etmiş, sıhrî bağlar kurmuş yüzbinlerce Kürt de bulunduğunu nazarı îtibâre alacak olursak, bunun aşırı derecede abartılı bir iddia olduğunu da söyleyebiliriz. Lâkin, asıl belirleyici olan bu “bir şekilde” entegre olmuş Kürtler değil, Kürt hareketinin motor gücünü oluşturan kitledir ve gerginlikler limitlerine doğru yaklaştıkça sayıları bir buçuk milyonu bulan veya, bulduğu söylenen bu Kürt-Türk karması evliliklerden oluşmuş âilelerin oluşturduğu bağlayıcı çimentonun gücü etkisizleşir ve hattâ zaman içinde büyük bir kısmı “öteki taraf”a doğru da kayar ki işte, bu, bütün 
muslihâne hâl çârelerinin tükeneyaz olmağa yüz tuttuğu, herşeyi göze almanın başlaması gereken uç noktadır ve burada demokrasi hiçbir işe yaramaz. 

Evet, demokrasi bu konjonktürde hiçbir işe yaramaz; çünki, demokrasi, târifi mûcibince, kendi içinde bütünleşmiş, bir bütün olarak aynı geçmişi, aynı mitleri, aynı gurur, aynı sevinç, aynı kederleri paylaşmakta olduğu kadar, daha da fazlası olarak, aynı gelecek tasavvurunu da paylaşan ve aynı toprağı aynı vatan anlamında idrâk eden, bir ve yalnız bir adet “demos”un kendi kendisini sevk ve idâresi demektir. Kezâ, millî (ulusal) topluluk da, yine târifi mûcibince, kendi kaderini tayin hakkını (self determination right) mâlik, kendi içinde bütünleşmiş bir siyâsî topluluktur. Bu vaziyet tahtında Kürtler bir millî (ulusal) topluluk ise, bir başka millî topluluk olan Türkler ile kendi içinde bütünleşmiş, bir bütün olarak aynı geçmişi, aynı mitleri, aynı gurur, aynı sevinç, aynı kederleri olduğu kadar, aynı toprağı aynı vatan anlamında idrâk etmesi ve daha da fazlası olarak, aynı gelecek tasavvurunu da paylaşması bahse konu olmayan, her birisinin miti, gururu, sevinci, tasası ve hepsinden mühimi, aynı toprağı aynı şekilde anlamlandırılmış aynı vatan olarak telâkkî etmeyen ve bir başkasıyla paylaşması mümkün olmayıp münhasıran kendisine âit, müstakil bir gelecek tasavvuru bulunan ve bu bakımdan siyaseten yolları kesişen iki ayrı “demos” -yâni iki farklı irâde sâhibi olan siyâsî topluluk- demektir ki, hayır. Bu şekildeki, iki ayrı demos kabul edildiğinde iki ayrı “krasos” (devlet) da kabul edilmelidir ve bu ise, iki, ayrı “demos”un kendi “krasos”larının tecellîgâhı olacak kendi parlamentolarını belirlemesi ve belirlenecek olan o parlamentoların teşkil edeceği hükûmetlerin bir masa başında “eşit üyeler” olarak müzâkere ye başlamaları demektir ki, bunun artık bir demokrasi problemi olmadığının kabul edilmesi, zira, böyle bir kabulün, zaten bölünmüş bölünük (torn) değil fiilen bölünmüş (divided) veya parçalanmış (fragmented)- bir Türkiye’yi zihnen meşrulaştırmak demek olduğu da her hâlde ayrıca izaha değmeyecek kadar âşikâr olsa gerektir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***

6 Nisan 2017 Perşembe

Avrasyacılığın Maskesi Düştü!

Avrasyacılığın Maskesi Düştü!




Özgür Erdem 
22.03.2004/Sayı:52


Avrasyacılığın maskesi düştü!

Avrasyacılık Dugin'le başlamadı

Bir Rus faşisti: Aleksandr DuginAvrasyacılık, bugüne kadar Atatürkçülerin değişmez dış politika seçeneği olarak sunuluyordu. Rus İmparatorluğu’nu yeniden kurmanın ideolojisi olan Avrasyacılık, tabii ki Atatürkçülerin savunabileceği bir “seçenek” değildir. Ancak, Türkiye’de son yıllarda bir gizli servis tarafından yayıldığı anlaşılan Avrasyacılık, ne yazık ki kimi samimi Atatürkçüleri de yanıltmıştı. TÜRKSOLU’nun Avrasyacılığın gerçek yüzünü ortaya çıkaran, Atatürkçülere Rusçuluğu değil tam bağımsızlıkçılığı öneren geçen sayısıyla birlikte Atatürkçü kesimde bu konuda bir uyanış yaşandı.

Bu tartışma sırasında üzülerek gördük ki, Avrasyacılığı savunmaya kalkanların, hiçbirisi Avrasyacılığın günümüzdeki fikir babası Dugin’in fikirlerinden haberdar değildi. Hem Dugin’in fikirlerinin açığa çıkarılması, hem de Avrasyacılığın “antiemperyalist” maskesinin indirilmesiyle birlikte, Atatürkçülerin gerçek antiemperyalizmi savunmaları sağlanmış oldu.

Fethullah’ın dergisi Aksiyon’un da Avrasyacılığı kapak yapması, Atatürkçülere karşı kurulan bir başka tuzağı da ortaya çıkardı. Eğer Avrasyacılığın gerçek yüzünü önce TÜRKSOLU yazmasaydı, Atatürkçülerin aslında Rusçu olduğu kampanyası başlayacaktı. Ancak TÜRKSOLU’nun geçen sayısı, bu kampanyanın başarı şansını azalttı.

Dugin’in 6 ay önce “Rus Jeopolitiği” adıyla basılan kitabı Avrasyacılık tartışmasının merkezine oturdu. Bunun iki nedeni var. Birincisi, Dugin 10 yılı aşkın bir süredir Avrasyacılığın teorisyenliğini yapıyor ve Rusya’nın yönetiminde bu fikirlerin hakim olmasını sağlamak için çabalıyor. Dolayısıyla Avrasyacılığın gerçek hedefleri ve fikirleri konusunda Dugin iyi bir referans. Ancak daha da önemlisi, Dugin’in kitabında kimi gerçekleri bu kadar açık bir şekilde yazması.

Avrasyacılık tartışmasında kimi “saf” Atatürkçüler gerçekleri görür görmez fikirlerini sorgulamaya başladılar. Ancak, Avrasyacılığın Türkiye’de hakim olmasıyla görevlendirilmiş kimileri, Avrasyacılığı savunmaya devam ettiler. Avrasyacılığı savunurken kullandıkları temel argüman da Dugin’in artık değiştiği fikri. Bu noktada şu büyük yanlış anlayışı düzeltmek gerektiğini düşünüyoruz, Avrasyacılık bir fikir adamının çılgınlığı, jeopolitik beyin fırtınası değildir. Avrasyacılık, ne Dugin’le başlamıştır, ne de onun fikir değişmesiyle değişecektir.

Bizim Dugin’in fikirleri üzerinden Avrasyacılığı eleştirmemizin nedeni, bu kadar açık bir şekilde Rusya İmparatorluğu’nu savunan, Avrasyacılığın emperyal Rusya’yı yeniden yaratmanın ideolojisi olduğunu söyleyen, açık bir şekilde Türk düşmanlığı yapan birisinin İstanbul’da üniversitelerde ağırlanabilmesi.

Avrasyacılık nasıl bir dünya ve Türkiye hayal ediyor


Rus faşisti Dugin Atatürkçü geçinen bir üniversitede rektörle birlikte konferans verebiliyor. ADD yöneticisi Anıl Çeçen ise Atatürk’ü Avrasyacı gösteren bir kitap yayınlayabiliyor. Atatürkçülerin bunları yaptığı bir ülkede Şeriatçılar da bunu bahane edip Atatürkçülere saldırı kampanyası başlatıyor. Gerçek Atatürkçülere düşen, bu tür tuzaklara düşmemek ve Atatürkçülüğün tam bağımsızlıkçılık olduğunu savunmaktır. Tabi Atatürkçü geçinenlerin maskesi de düşürülmelidir!

Dugin’e göre, Ruslar dünyaya medeniyet götürmekle görevlendirilmiş kutsal bir millettir. Ortodoksluk da bu medeniyetin dinidir. Rusya tüm dünyaya hükmetmeyi hedeflemeli, bunun için de öncelikle ABD’ye karşı bir cephe kurmalıdır. Bu cephe içinde İran, Almanya, Japonya yer almalıdır. Çin ve Türkiye Rusya’nın tarihsel düşmanlarıdır ve Rus yayılmacılığının önünde engel oldukları için parçalanmalıdır.

Türkiye laik devlet yapısıyla da Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetlerinde milli uyanışa neden olma potansiyelini taşımaktadır. Bu nedenle de Rusya için tehdittir. Orta Asya’da şeriatçı İran önderliğinde bir İslam birliği kurularak, buralarda Türkiye’nin etkisi kırılmalı ve milli uyanış engellenmelidir. Türkiye etnik parçalara ayrılmalı, özellikle (Dugin’in deyimiyle) “ayrılıkçı Kürt hareket” desteklenmeli, Azerbaycan da İran, Rusya ve Ermenistan arasında paylaşılmalıdır.

Dugin’in bu fikirlerinden iki önemli sonuca varılabilir. Birincisi, Avrasyacılık AB-ABD’ye karşı antiemperyalist bir ittifak seçeneği değil, Ruslar’ın ABD’ye karşı kurmaya çalıştığı Rus-AB emperyalist ittifakıdır. Kısacası Avrasyacılık iki dünya savaşı öncesi kutuplaşmaları andırır bir emperyalistler arası ittifakın ideolojisidir. Ancak bu ittifakın temel hedefi Rus İmparatorluğu’nu yeniden inşa etmektir. İkinci önemli gerçek ise, Rus-Türk ittifakının gerçekçi olmamasıdır. Dugin’e ve diğer Rus Avrasyacılara göre, Türkiye, Ruslar’ın sıcak denizlere doğru yayılmasının önündeki en önemli engeldir. Bu nedenle, Avrasyacıların Türkiye’yle ilgili tek bir hedefi vardır: Türkiye’yi parçalamak ve Anadolu’yu Rus İmparatorluğu’na katmak. Böyle bir emperyalist hedefe sahip bir ülkeyle, bu hedefin ideologluğuna soyunmuş birisiyle antiemperyalist bir Türk-Rus ittifakı kurmak sanırız çok gerçekçi değildir.

Apocu-Maocular ne kadar değiştiyse Dugin de o kadar değişti



Türk-Rus ittifakını Atatürkçüler arasında yaymakla görevlendirilenler, Avrasyacılığın gerçek yüzünün ortaya çıkmasıyla birlikte paniğe kapıldılar. Durumu düzeltmek için, dağılmaya başlayan Avrasyacılığı yeniden toparlayabilmek için Dugin’in fikirlerinin değiştiği propagandası başladı. Dugin’in artık Türk düşmanı tezlerini terkettiği, Türk-Rus dostluğu için çalışmaya başladığı söyleniyor.

Ancak durum hiç de böyle değil. Dugin’in değiştiğine ilişkin herhangi bir açıklaması, yazısı yok. Dugin bilindiği gibi Avrasya Partisi’nin lideri. Avrasya Partisi’nin ve bu partiyi destekleyen çeşitli çevrelerin internet sitelerini incelediğinizde, Dugin’in fikirlerinin “Rus Jeopolitiği” kitabındaki çizgide devam ettiği görülüyor. Ayrıca , hatırlatmakta fayda var, Dugin’in kitabı 6 ay önce Türkçe’ye çevrildi ve Dugin’in kitabın Türkçe baskısına yazdığı bir önsöz bile bulunuyor. Dolayısıyla Dugin’in artık kitabındaki fikirlerini terkettiği, Türk-Rus dostluğunu savunmaya başladığı yolundaki propaganda temelsiz kalıyor.

Ayrıca, Dugin’in değişmediğini en son Aksiyon dergisinde Dugin ile yapılan röportajda da görebiliyoruz. Her ne kadar Türkiye’de yayınlanan bir dergiye röportaj verdiği için temkinli bir dil de kullansa, Dugin’in tezlerini oluştururken çizdiği temel çerçevenin değişmediğini görüyoruz.

Dugin, hâlâ Ruslar’ı dünyaya medeniyet götürecek bir millet olarak görüyor, İran’ı Orta Asya için temel müttefik sayıyor ve muhabirin Türkiye’yle ilgili görüşlerinizde değişiklik olacak mı sorusuna ise şu yanıtı veriyor: “Ben bu kitapta jeopolitiğin temellerini ele aldım. Türkiye ile Rusya arasında bazı gerilim noktaları vardır ve olmaya da devam edecektir. Bu kaçınılmazdır ve bir bakıma paylaştıkları coğrafyadan kaynaklanan bir zorunluluktur.”

“Dugin değişti” propagandasını “Ben değiştim” propagandası yapanlarca yürütülmesi ise ayrı bir politik komedi örneği. Nasıl ki, Apo’nun ayağına kadar gidip ona gül veren, Türkiye’ye Kürtçülüğü ve Maoculuğu sokanların Atatürkçülüğüne kimse inanmıyorsa, Hitler hayranı, papaz sakallı Rus faşisti Dugin’in Türk dostu olacağına da kimse inanmaz. Ancak siyasetin güzelliğinden olsa gerek, bu iki marjinal karakter bir başka marjinalin yönettiği üniversitede beraber konferans verebilirler.

Rusya’da Avrasyacılık hareketinin amacı


Bir Rus faşistinin hayatı: 
Aleksandr Dugin

Aleksandr Dugin 7 Ocak 1962’de doğdu. Babası KGB’de üst düzey istihbarat subayıydı. 
70’lerin sonlarında Moskova’da mistisizm ve faşizm üzerine araştırmalar yapan “neo-faşist” gruba katıldı. Dugin 1988’e kadar bu grubun içinde yer aldı. 

Sovyetler’in yıkılmasıyla birlikte Dugin “ neo-faşist ” fikirleri savunan “Elementy” isimli bir dergi yayınladı. Bu dergide Hitler hayranı yazılar yayınladı, SS lideri Himmler başta olmak üzere pek çok Nazi lideri savunan yazılar yazdı. Bu aşırı sağcı dergi Belçikalı ve Fransız faşistlerle irtibat kurdu, ortak yayınlar yaptı. 

Bir yandan da Sovyet emperyalizmini yeniden inşa etmeyi hedefleyen Prokhanov’un “Den” isimli gazetesinde çalıştı. 

93 sonbaharında devlet televizyonunda faşizmi savunan “Yüzyılın sırları” isimli bir belgesel hazırladı. Yeltsin’in hakimiyeti yeniden ele almasıyla muhalefete geçen Dugin Limonov’un liderliğindeki Ulusal Bolşevik Partisi’ne katıldı ve bu partinin baş ideologlarından biri olarak yayın organı Limonka’da yazılar yazdı. 

1994’te “Muhafazakar Devrim” başlıklı kitabını yayınladı. Bu kitapta Dugin, Rusya’da neo-faşizm ile aşırı-solun bir araya gelerek Rus İmparatorluğu’nu canlandırması gerektiğini savundu. 

1996’da Ulusal Bolşevik Partisi’nden ayrılarak daha sağda konumlandığı bir döneme girdi. Bu dönemde çıkardığı “Avrasya Gizemi” isimli kitabında Rusya, Kuzey Kore, Japonya, Hindistan, Arap dünyası ve Kıta Avrupası’nın Avrasya ittifakı kurarak ABD’ye karşı çıkmasını savundu. 

1997 yılında “Jeopolitiğin Temelleri” isimli kitabını çıkardı. Bu dönemde Rus Genelkurmayı ve Gizli Servisi’yle birlikte çalışan Dugin’in kitabının önsözünü Rus Genelkurmayı’nın Strateji Bölüm Başkanı Korgeneral Nikolai Koltov yazdı. Kitabın danışmanı olarak da Savunma Bakanlığı Dış İlişkiler Bölüm Başkanı Tümgeneral Leonid Ivashov görünüyordu. Bu kitap “Rus jeopolitiği” ismiyle kısaltılarak Türkçe’ye de çevrildi.
2000 yılında Rusya’nın Kafkaslar’daki yayılması için stratejiler üreten bir araştırma merkezi kurdu. 1998’de Dugin Rus Baaşbakan Primakov’u desteklediğini açıkladı. Aynı yıl Duma’nın Jeopolitik Analiz Merkezi’nin başkanı oldu ve Duma’da danışmanlık yapmaya başladı. Avrasyacılığı savunduğunu söylediği Putin’i iktidarının ilk gününden itibaren destekledi.
2000 yılında Putin’i desteklediğini belirten partisini kurdu: Avrasya Partisi. Parti, bir siyasi partiden çok bir stratejik araştırma merkezi gibi çalıştı. Dugin, bu dönemde Moskova Ortodoks Patrikliği’nin etkisini dünya çapında yayılması için patrikhaneye danışmanlık yaptı. 2002’deki Parti Kongresi’ni de Moskova Patrikhanesi’nin binasında gerşekleştirdi. 

Dugin, 2003 Kasım’ında Uluslararası Avrasya Hareketi’ni kurdu ve Başkanı seçildi. Hareket’e Türkiye’den sadece İşçi Partisi katıldı ve Perinçek hareketin yürütme kuruluna seçildi. Rusya’nın emperyalist dış politikasını savunan bu Hareket Rus Devleti’nden aldığı destekle özellikle Türk Cumhuriyetlerinde örgütlendi. Hareket’in Türk dünyasında Ortodoksluk misyonerliği yaptığı iddialarına Dugin doyurucu yanıtlar veremedi. 

Dugin son başkanlık seçimlerinde “Rusya’nın yeni çarı” dediği Putin’i destekledi. Halen Duma’daki Jeopolitik Araştırma Merkezi’nin, Avrasya Partisi’nin, Uluslararası Avrasya Hareketi’nin başında bulunmaktadır ve Moskova Patrikhanesi’ndeki danışmanlığına devam etmektedir.

Rusya’da Avrasyacılığın yeni bir fikir hareketi olmadığını vurgulamak zorudayız. Avrasyacılık, Bolşevik Devrim’den sonra, özellikle Lenin’in ölümüyle birlikte, Rusya’nın Türk dünyasını sömürgeleştirme hamlesinin ideolojisi olarak ortaya çıkarılmış. Avrasyacılık, Sovyet emperyalizminin ABD’ye karşı Asya ve Avrupa’da tutunmasının ideolojisidir. Türk cumhuriyetlerindeki milli bilinci köreltmesi bakımından da Türkler’e karşı bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır. Aynen Dugin’in ifade ettiği gibi Ruslar’la Türkler arasındaki “Nesnel jeopolitik” gerginlik, Avrasyacıların Türk dünyasını yok etme ve Anadolu üzerinden sıcak denizlere ulaşma hayalinin peşinde koşmalarına neden olmuştur.

Avrasyacılık, Sovyetler’in yıkılmasından sonra yaşadığı zor dönemi atlatmaya çalışan ve Sovyet dönemindeki etki alanını ABD’ye kaptırmak istemeyen Rusya’nın İmparatorluğu’nu yeniden toparlamasının ideolojisi olarak 90’larda yeniden yaygınlaştı. Dugin işte bu dönemde sivrilen bir ideologdur. Avrasyacı hareket özellikle Putin döneminde Rusya’da etkin olmaya başladı. Putin’in Rusya’yı tekrar bir emperyalist kutup haline getirme çabası, Dugin’in Avrasyacılığıyla örtüşüyordu. Bu nedenle Dugin, Putin döneminde hem Duma’da hem de Rus Genelkurmayı’nda danışmanlık görevlerinde bulundu. Kurduğu Avrasya Partisi de Putin’in partisini destekliyor.

Rusya’daki Avrasyacılık hareketi, öncelikle Rusya’nın temel dış politika anlayışı haline gelmeye çalışıyor. Bu yüzden Rus Devleti içinde kilit noktalara gelmeyi hedefliyor. Uluslararası alanda da Rusya’nın etki alanındaki ülkelerde, yani Doğu Avrupa, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, İran ve Türkiye’de Avrasyacı eğilimlerin hakim olması için çalışıyor. Bugün bir “mazlum milletler enternasyonali” gibi gösterilen, hatta Atatürk ve Galiyev’in hayal ettiği birliğin gerçekleşmiş hali olarak öne sürülen Uluslararası Avrasyacılık hareketi, aslında Rusya’nın emperyal dış politikasının uluslararası bağlaşık ve sömürgelerini oluşturma hareketinden başka bir şey değil.

Avrasyacılık Ortodoksluk ideolojisidir

Dugin’in liderliğini yaptığı 34 ülkeden temsilcinin katıldığı Uluslararası Avrasya Hareketi’nin kuruluş toplantısında kabul edilen metin bakın nasıl başlıyor:

“Uluslararası Avrasya Hareketi’nin Kuruluş Kongremizi Melek Mikail günü arefesinde yapıyoruz. Bu sembolik bir şeydir. Ortodoks efsaneye göre Ulu Melek Mikail ve bütün manevi kuvvetlerin camiasının günü denilen bayramın tarihi “9-uncu ayın 8-inci günü” olarak belirtilmiştir Eski çağlarda yeni yıl Mart ayında başlıyordu. Dokuzuncu ay melek rütbelerinin simgesidir (yani meleklerin hiyerarşisinde 9 rütbe vardır). Sekizinci gün ise Ortodoks ananesinde ebediliğin, “Zamanın Uzayına döneceği” ve azametli “Çağların Sonu olacağı” Canlanma’nın kutsal anının, bir de İsa’nın ikinci Gelişinin sembolüdür.”

Metnin geri kalan bölümü üzerinde çok durmak istemiyoruz. Ancak dileyen inceler, henüz yeni imzalanmış, hatta Türkiye’den temsilcilerin de yer aldığı bu metin Dugin’in fikirlerinin hiç de değişmediğinin güzel bir göstergesi. Sonuç metninde ne ABD emperyalizmine karşı tek bir satır, ne ABD’nin Afganistan ve Irak’a yönelik saldırılarına kınama var. Metin boyunca Avrasyacılığın Rusya’da Ortodoksluk ideolojisinden esinlenerek nasıl geliştiği ve hangi ülkelere yayıldığı anlatılıp duruyor. Kısacası hareketin antiemperyalist tavrına ilişkin tek bir satır bulunmuyor.

Üstelik Avrasyacı Dugin Aksiyon dergisine verdiği söyleşide Avrupa Birliği’ni de savunuyor. Ama tarihin garip cilvesi mi dersiniz politikanın cambazlığı mı, Türkiye’de AB karşıtı olduklarını söyleyenler Dugin’le birlikte hareket ediyorlar!

Avrasyacılığın alternatifi Amerikancılık mı?

Avrasyacılığa karşı Fethullahçı Aksiyon dergisinin açtığı kampanyayı da anlamlı buluyoruz. Fethullah Avrasyacılığa karşı çıkarak bir taşla iki kuş vurmayı hedefiyor. Öncelikle Atatürkçü kesimleri Rusçu olarak damgalayıp saygınlığına zarar vermek istiyor. İkincisi, Rusya’nın etkinliğindeki orta Asya’da okulları vasıtasıyla ABD’nin etkinliği için çalışan Fethullah, Avrasyacılığın Orta Asya’daki Rus egemenliğini inşa etmeye çalışan tezlerine karşı çıkmış oluyor.

Aslında Fethullah’ın Avrasyacılığa saldırması Amerikancıların Rusçulara saldırısıdır. Bilindiği gibi Fethullah, Orta Asya’daki Türk cumhuriyetlerinde kurduğu okullarla büyük bir uluslararası örgütlenmeye girişti ve bu örgütlenmenin arkasında ABD’nin olduğu biliniyor. ABD’nin isteği doğrultusunda Orta Asya ülkelerinde “Ilımlı İslam” rejimleri kurmaya çalışan Fethullah, tabii ki bu bölgeleri Rusya’ya bağlamak isteyen Rusçu Avrasyacılığa karşı çıkacaktır.

Bu noktada Atatürkçüler bir kez daha doğrulanmıştır. TÜRKSOLU, Avrasyacılığı gündeme ilk getiren yayın organı olarak, Atatürkçülerin Avrasyacı olmadığını göstermiş ve Fethullah’ın Atatürkçüleri Rusçu gösterme planını bozmuştur. Ayrıca TÜRKSOLU, Avrasyacılığa karşı Atatürkçü tam bağımsızlıkçı dış politika seçeneğini öne sürerek ve tüm emperyalist ülkelerden bağımsız bir politika savunulması gerektiğini söyleyerek Avrasyacılığa karşı Amerikancılığın bir alternatif olarak sunulmasını da engellemiştir.

Dış politika anlayışını çeşitli emperyalist ülkelerle pazarlıklar sonucu oluşturanlar, o ülkelerin ajanları haline gelir ve Türkiye’nin değil o ülkenin çıkarlarına hizmet eder. Bu çevrelerin tüm emperyalist kutuplarla karanlık ilişkileri vardır. Fethullah her ne kadar Orta Asya’da Rus varlığına karşıysa ve ABD’nin egemenliği için çalışıyorsa da unutmamak gerekir ki Orta Asya’daki okullarını açmak için Rusya’dan izin almaktadır. Kim bilir hangi pazarlıklar sonucu bu izinleri alabilmektedir?

Atatürk Avrasyacı değildi

Atatürkçü geçinen bir “profesör”ümüzün Atatürk ve Avrasyacılığı birmiş gibi gösteren kitabı, insana “pes” dedirtecek bir gelişme oldu. Atatürk bugüne kadar çok Batıcı gösterilmek istendi, ama ilk kez Rusçu gösterilmeye çalışıldığını görüyoruz. Atatürk, Kurtuluş Savaşı döneminde Ruslar’dan destek almışsa da, ölümüne kadar Ruslar’la ilişkisinde mesafeyi her zaman korumuştur. Lenin döneminde dostça yürüyen ilişkiler, Lenin’in ölümünden sonra Stalin’in Türk düşmanı ve Rus şovenisti politikalarının hakim olmasıyla birlikte bozuldu. Atatürk ölümüne kadar Rus tehlikesine karşı uyanık davrandı. Atatürk’ün dış poitika anlayışı bellidir. Atatürk hiçbir emperyalist kutupla pazarlığa yanaşmaz, tersine onlara karşı ittifak arayışlarına girer. Alman emperyalizminin Balkanlar’da hakim olma çabasına karşı Balkan Paktı’nı, İngiliz emperyalizminin Orta Doğu’da etkin olma çabalarına karşı da Sadabad Paktı’nı kurmuştur. Ruslar’la bir saldırmazlık anlaşması imzalamış, ancak hiçbir zaman Balkan Paktı’nda olduğu gibi bir cephe kurmaya girişmemiştir.

Atatürk’ü Rusçu göstermeye çalışmak, Atatürk’ün tam bağımsızlıkçı dış politikasına karşı yapılan en hain saldırılardan biridir. Atatürkçülerin Atatürk’ten öğrenmesi gereken hiçbir emperyaliste dayanmadan, sadece kendi milletine güvenerek bağımsız bir ülke inşa etme hedefi olmalıdır. Türkiye’yi bir emperyalistin peşinden maceralara sürüklemek değil.



http://www.turksolu.com.tr/52/erdem52.htm


***

RUSYA KİMİN DOSTU.? BÖLÜM 2


RUSYA KİMİN DOSTU.? BÖLÜM 2


Putin

Rusya Bakü-Ceyhan Boru Hattı’na da karşı

Son yıllarda Ruslar’la Türkler’i karşı karşıya getiren bir başka mesele de Bakü-Ceyhan Boru Hattı projesi. Bu projeyle birlikte Azeri petrolleri Türkiye üzerinden Akdeniz’e aktarılacak. Böylece Türkiye ekonomik anlamda muazzam bir gelire sahip olacak. Ekonomik getirisinin yanı sıra bu projeyle birlikte Türkiye’nin Ruslar’ın etki alanındaki diğer Türk Cumhuriyetleriyle bağları sağlamlaşmaya başlayacak.

Kısaası Bakü-Ceyhan boru hattı aynı zamanda Türkiye’yi Orta Asya’ya bağlayacak. Ruslar, bu projeye hem Türk dünyası arasındaki ilişkileri güçlendireceği için, hem de Türkiye’ye büyük ekonomik getirisinden korktuğu için karşı çıkıyor.

Rus-Türk ilişkilerinin geldiği noktayı kısaca özetlersek, tarihsel Rus-Türk düşmanlığının aynen devam etitğini görüyoruz. Ruslar Türkiye’nin temel dış politika meselelerinin istisnasız tümünde Türk karşıtı tavır alıyor. Bunda yılların Türk düşmanı birikiminin yanı sıra Rus-Türk çıkarlarının Orta Asya-Ortadoğu-Balkan hattında sürekli çatışması da önemli rol oynuyor.

Tarihsel Türk düşmanlıklarını itiraf eden Ruslar

Ruslar’ın bu tarihsel Türk düşmanlığı bizim yarattığımız bir paranoya değil. Tarihten, haritalardan anlayamayanlara Ruslar’ın kendi dış politika metinlerini incelemelerini öneririz.

Ruslar’ın yüzyıllardır en büyük emeli sıcak denizlere ulaşmaktır. Batı’da Polonya ve Almanya, Doğuda Çin ve Japonya, güneyde yine Çin, Hindistan ve Afganistan ve hem güney hem de batıda Türk dünyası Ruslar’ın sıcak denizlere ulaşmasını engelleyen stratejik düşmanlarıdır. Türkler, Ruslar’ın en kolay alt edeceğini sandığı, sıcak denizlere en yakın olan ülkedir. Bu nedenle son 300 yıl boyunca Ruslar en çok Türkler’le savaşmış, en büyük genişlemesini de Türkler’e karşı gerçekleştirmiştir.

II. Katerina

Avrasyacılığın en büyük teorisyenlerinden, Rus Parlamentosu’nun ve Genelkurmayı’nın jepolitik danışmanı Aleksandr Dugin, Rus-Türk düşmalığı bakın şöyle itiraf ediyor:

“Bir ulus devlet ve NATO ülkesi olarak Türkiye, Avrasya projesi için yeterince hasım bir oluşumdur: Böylesi bir Türkiye ile Rusya’nın ortak hedeflerinden çok daha fazla jepolitik çelişkileri bulunmaktadır. Realist olmak ve durumu aklıselimle değerlendirmek gerekir: Ankara’nın Çeçen ayrılıkçılarına belirli düzeyde yardımı, eski Türk-Ermeni sürtüşmeleri, Bakü’de Moskova karşıtı atmosferin desteklenmesi, Bakü-Ceyhan petrol boru hattı inşasıyla ilgili tüm konular, Atlantikçi (ABD’ci) ve Avrupa karşıtı stratejinin parametrelerine açıkça uygun düşmektedir. Bu durumda Rusya, İran’la ilişkilerin pekiştirilmesinden, Ermenileri öncelikli olarak desteklemeye, Kıbrıs konusunda Rumlar lehine lobicilikten, Kürt isyancılar ve İslamcı gelenekselciler ile samimi ilişkilere varıncaya kadar geleneksel bir karşı hareketler sistemine otamatik olarak itilmektedir.”

Korkunç İvan










Rusya Bilimler Akademisi Afrika-Asya Araştırmaları Enstitüsü Rektörü Prof. Dr. Mihail Meyer ise şöyle demektedir:
“Bu iki yüzyıl boyunca (18.-19.) Rus-Türk ilişkilerinin gelişimi oldukça dramatik ve çelişkili olmuştur. Bu dönemde askeri çatışmalar (iki yüzyılda sekiz savaş) sıklaşmıştır. Hemen hemen her yeni neslin bir sonraki çatışmaya katıldığı koşullarda, Rus ve Türklerin bilinçlerinde diğer taraf hakkında “ezeli can düşmanı” imajının yerleşmesi için geniş olanaklar ortaya çıkmıştır.”
Meyer Ruslar’ın Çargrad olarak adlandırdığı İstanbul’un kapılarına Rus mührünü vurmak istediğini de yazmaktadır.
Rusya da emperyalisttir
Rusya, tarihin gördüğü en sömürgeci ülkelerden biridir. Ruslar’ın emperyalist karakterinin AB ve ABD’den hiçbir farkı yoktur. İki dünya savaşında da Rusya dünyayı paylaşma mücadelesinde yerini almıştır.

Stalin











Ruslar aslında Moskova çevresinde yaşayan bir Doğu Avrupa milletidir. Ancak Ruslar’ın etki alanı Asya’nın tüm kuzeyini, Orta Asya’daki Türk dünyasını, Balkanlar’ı ve Doğu Avrupa’yı kapsar. Hele hele Sovyet döneminde bunlara Angola’yla birlikte Afrika, Küba ile birlikte Amerika, Afganistan ve Vietnam ile Güney Asya da eklenmiştir.
Ruslar’ın nüfuz alanının genişletme tarzı da AB ve ABD’den hiç de farklı değildir. Kimi yerlere silah zoruyla işgal ederek, kimilerine nüfuz ajanları vasıtasıyla, kimilerinde darbeler yaparak...
Ruslarla ittifak Rus emperyalizminin güdümüne sokar
Ruslar emperyalist karakteri nedeniyle hiçbir milletle eşit düzeyde ilişki kuramaz. İlişki kurduğu tüm ülkeleri sömürgeleştirmek zorundadır. Sovyet döneminde de bunun pek çok örneğine rastlanmıştır. Avrasyacılığa benzer şekilde, Ruslarla ittifak politikası yürüten tüm ülkeler zamanla Sovyet uydusu haline gelmiştir. Küba, Vietnam, Saddam dönemi Irak, hatta Nasır dönemi Mısır... Bu ülkeler Ruslar’la çok yakın ilişki kurmuşlar, bölgelerinde Rus çıkarlarını savunmuşlardır. Ancak Ruslar onları müttefik olarak değil, sömürülecek paylaşılacak toprak olarak görmüştür.
Günümüzdeki Avrasyacı tezlere benzer görüşler Türkiye’de ortaya çok atılmıştı. 30’lu ve 40’lı yılların TKP’si Türkiye’nin dış politika seçeneğinin SSCB’yle dostluk olduğunu yıllarca savunmuş, sonunda Türkiye’de Rus çıkarlarını savunan ufak bir grup haline dönüşmüştür. 70’lerde de TKP, Rus dostluğunu savunmuş ve sonuçta Rusçuluğu Ruslar’ın Türkiye’yi işgal ederek kurtarmasını isteyecek noktaya götürmüştür.
Lenin’den sonra Rus-Türk dostluğunu bunca kişi savunmuştur ama bir türlü gerçekleşememiştir. Hatta, Rus-Türk dostluğunu savunanlar da Rus ajanları haline gelmiştir. Dolayısıyla bir Türk-Rus kardeşliği ya da dostluğu inşa etmeye çalışmak çok gerçekçi bir proje değildir.
Türkler’le ittifak Ruslar’ın umurunda değil
Avrasyacılık Rusya için bir ittfaklar meselesi değil, dünyayı paylaşma projesidir. Rus jeopolitikçilere göre, ABD, Rusya’nın ilk hedefi olmalıdır. ABD’yi zayıflatana kadar da ABD’nin potansiyel düşmanlarını kullanmalıdır: Japonya, AB, Çin.
Avrasyacılık işte bu ülkelerin bir araya gelmesidir. Kısacası Avrasyacılık denen kavram aslında ABD’ye karşı Avrupa, Rusya, Çin ve Japonya emperyalizmlerinin geçici ittifakıdır. Aynen dünya savaşları öncesinde olduğu gibi, emperyalistlearası bir kutup yaratılmaya çalışılıyor.

Hiçbir Avrasyacı metinde Türkler müttefik olarak değerlendirilmiyor. Tersine, Ruslar’ın Orta Asya, Balkanlar ve Kafkaslar’daki çıkarlarını tehdit etmesi nedeniyle altedimesi gereken düşman olarak belirtiliyor. Türkiye laik karakteriyle de bir tehdit. Rusya, Arap ülkelerinde ve orta Asya’da şeriatçılığı özendirerek güçlenmeyi planlıyor. Bu noktada İran Rusya için daha iyi bir müttefik olarak ortaya çıkıyor. Dugin’in kaleminden Ruslar’ın Türkler’le ittifak gibi bir derdi olmadığını görebiliyoruz:

“(Avrasyacı jeopolitik projede) Türkiye’nin Kafkasya ve Orta Asya’daki çıkarları hiç dikkate alınmayacağından bu ülkeye ‘günah keçisi’ rolünü biçmek gerektiği önemle dikkate alınmalıdır. Dahası muhtemelen Türkiye’deki Kürt ayrılıkçılığını desteklemek ve aynı zamanda İran’a etnik olarak yakın olan halkları laik-Atlantikçilik kontrolünden çıkarmak niyetiyle ön planasürmek gerekir. Bunun telafisi için Türkiye’ye Bağdat, Şam ve Riyad yoluyla güney istikametinde gelişimi teklif etmek veya Türkiye’de jeopolitik gidişatın temelden değişimi maksadıyla İran yanlısı köktencileri ve uzak gelecekte Atlantik karşıtı ve Avrasyacı vasıfla Orta Asya Bloku’na girişi tahrik etmek lazımdır. Moskova-Tahran ekseni Avrasya jeopolitik projesinin esasını oluşturmaktadır. İran İslamı, kıtasal bloka giriş için İslam’ın en iyi versiyonudur ve işte bu versiyon Moskova tarafından öncelikle desteklenmelidir.”

Dolayısıyla Türkiye’de bağımsızlıkçı dış politika seçeneği diye ortaya sunulan Avrasyacılık’tan Ruslar’ın anladığı, Moskova-Berlin-Tokyo-Tahran eksenini kurarak ABD’ye karşı bir stratejik ortaklık kurmaktır. Ruslar’ın anti-emperyalizm gibi bir derdi yoktur. Türkiye’ye bu ortaklıkta yer verilmemektedir. Tersine, İttifakın temel öğelerinden biri olan İran’a tüm İslam ülkelerinin liderliği görevi verilmekte, Türkiye’nin de İran tipi şeriatçı bir yönetime dönüşmesi gerektiği savunulmaktadır.

Orta Asya’daki Türk varlığı Ruslar için büyük tehdit olduğundan, bu bölgede de İran’ın dini liderliği öne çıkarılmakta, Türkiye’nin bölgedeki etkisi kırılmak istenmektedir. Hatta, Türkiye’deki Kürtçü bölücü terör desteklenerek Türkiye’nin daha da güçsüzleştirilmesi düşünülmektedir.

Rus-Çin-Türkiye ittifakı gerçekçi değil

Devletler dış politika seçeneklerini oluştururken pek çok etkeni birden hesaba katmak zorundadır. Öncelikle önerilen seçeneğin gerçekçi olup olmadığına bakmak gerekir. coğrafi, ekonomik ve jeopolitik olarak birbirine bu kadar karşı iki milletin, Ruslar’la Türkler’in ittifakı hiç de gerçekçi değildir.
Türkiye ile Rusya’nın devlet rejimleri de çok farklıdır. Rusya’da köklü bir Ortodoks devlet geleneği vardır ve dinin SSCB dönemindeyken bile etkisi çok büyüktür. Türkiye ise laik bir ülkedir. Zaten Türkiye’ye Avrasya ittifakında sadece ve sadece laikliği bırakırsa yer verileceği tüm Avrasyacı metinlerde söylenmektedir. Laiklik yalnız Rusya’nın Ortodoks yapısından değil, Orta Asya’daki Türkler’de milliyetçiliği uyandıracak diye de tehlike olarak görülmektedir.

Bu ittifaka Çin’i de ekleme çabaları oldukça gülünçtür. Ruslar, Türkler’i müttefik olarak görmediği gibi Çin’i de düşman olarak görmektedir. Çünkü Orta Asya, Moğolistan, Mançurya ve Çinhindi iki ülkenin 150 yıldır uğrunda mücadele ettikleri topraklar olmuştur ve bu sorunlar hâlâ çözülememiştir. İki ülke tarihleri boyunca hiç dost olmamıştır. En çok dost olabilecekleri dönemde, iki ülkenin de komünist partilerce yönetildiği dönemlerde bile, birbiriyle çatışmış Çin ve Rusya’nın ittifak kurmasını beklemek gerçekçi değildir.
Zaten ne Ruslar, ne de Çinliler böyle bir ittifakın peşinde değildir. İki ülke arasında son dönemde görüşmeler yapılmaktadır, ancak bunlar bir ittifak değil, saldırmazlık görüşmelerine benzemektedir. İki ülke de birbirini kollamakta, birbirine saldırmasa bile, bir müttefik olarak göremeyecek derecede birbirine karşı dış politika seçenekleri oluşturmaktadır.
Çin-Türkiye ilişkilerine baktığımızda da farklı bir tabloyla karşılaşmıyoruz. Türkler’le Çinliler arasında binlerce yıl öncesine kadar dayanan tarihsel bir düşmanlık vardır. Çinliler’in bu tarihsel düşmanlığı halen devam etmektedir. Bugün Doğu Türkistan’ı sömüren, o bölgedeki Türkler’i asimile etmeye çalışan, çocuk yapmalarına bile izin vermeyen Çinliler’in Türk düşmanı olmadığı söylenebilir mi? Anlaşılan Çin Seddi’ni ören anlayış hâlâ yaşamaktadır.
Öyleyse karşımıza ucube bir dış politika seçeneği çıkmaktadır. 300 yıldır Anadolu dışındaki tüm Türk dünyasını sömüren, tüm dış politika konularında Türkiye’nin karşısında yer alan, İstanbul’u ikinci başkenti olarak gören Ruslar’la ittifak yapmamız istenmektedir. Doğu Türkistan’ı sömüren Çin’le anlaşmamız istenmektedir. Üstelik bu ülkelerden Türkiye’ye böyle bir ittifak çağrısı da yapılmamıştır Hatta bu ülkeler böyle bir ittifakın yanlışlığını ve imkansızlığını yıllardır yazmaktadır.

Avrasyacı ver - Kurtulculuk

Yıllardır ver-kurtulcular eleştirilir. Ancak ver-kurtulcuları eleştirenlerin bir kısmının saf bir şekilde Avrasyacılığın kuyruğuna takılması düşündürücü. Avrasyacılığın bir tür ver-kurtulculuk olduğunu görmek gerekiyor.
Avrasyacılığı savunmak demek Ruslar’ın 300 yıldır ezdiği ve sömürdüğü Türkler’i savunmamak demektir. Tatar Türkleri’nin durumu Batı Trakya Türkleri’nden çok da farklı değildir.

Aynı şekilde Doğu Türkistan da yüzyıllardır Çin’in baskı ve sömürüsü altındadır. Bugün Avrasyacılığı savunmak Doğu Türkistan ve Orta Asya’da soydaşlarımızın haklarını savunmamak anlamına gelmektedir.
Bunun AB hayali için Kıbrıs Türkü’nün haklarından vazgeçmekten ne farkı vardır?

Avrasyacılığın Arkasındaki gizli el

Öyleyse Avrasyacılığın kaynağı nedir?

En başta söylediğimizi yinelemek zorundayız. Avrasyacılık Türkiye’ye bir gizli servisin eliyle sokulmuştur. Bu kadar gerçeklikten ve tarihsellikten uzak bir ittifak projesinin nasıl bu kadar etkili olduğunu başka bir açıklaması olamaz.
Avrasyacılık Türkiye’nin gerçekçi dış politika seçeneklerini baştan öldürmesi nedeniyle zarar vermektedir. Türkiye, Çin ve Rusya gibi emperyalist ülkelerle değil, mazlum milletlerle birlikte AB ve ABD’ye direnebilir. Ezilenler dünyasında gelişmekte olan Amerikan karşıtı hava bu seçeneğin çok da imkansız olmadığını göstermektedir. Ancak Avrasyacılığın kuyruğuna takılmak, Türkiye’yi bu seçeneklerden uzak tutmaktadır.

Rusya henüz AB ve ABD’le meydan okuyacak güçte değildir. Bu dönemde Rusya’nın stratejisi AB ve ABD’nin en azından SSCB’nin eski nüfuz bölgelerine kadar yayılmasını engellemektir. Ruslar ABD karşıtı tüm güçleri birleştirerek bunu gerçekleştirebileceğine inanmaktadır. ancak, emin olabiliriz ki, Ruslar ABD’yi durdurup eski gücüne kavuşur kavuşmaz tarihsel saldırganlığına geri dönecektir.

Türkiye için Ruslar AB ve ABD kadar büyük bir tehdit değildir. Ancak Ruslar saldırgnlaştığı zaman durum değişecektir. O zaman Ruslar en büyük tendidimiz olacaktır çünkü komşumuz olan ABD değil Rusya’dır. O gizli elin Türkiye’lere gelip Avrasyacılığı yaymasının nedeni budur. Türkler’in Ruslar’a karşı elini kolunu bağlamak istemektedirler.

Avrasyacılığın Neresi Atatürkçülük?

Rusya’nın yeni yayılmacılığı için oluşturduğu Avrasyacılık tezlerinin bugün Atatürkçülük adına savunulması vahimdir. Batının yüzyıldır Atatürkçülüğü yozlaştırma çabasının neredeyse zafer kazandığını göstermektedir.
Herşeyden önce Atatürkçülük Türkiye’yi bir emperyalist ülkenin kuyruğuna takmak değildir. Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’de İngilizciler, Fransızcılar, Almancılar, ABD’ciler cirit atarken, bir tek Atatürk milleti kurtaracak olanın milletin kendi iradesi olduğunu söyleyebilmişti.

Atatürkçülük adına savunulan Avrasyacılık bu nedenle ancak İttihatçılık olabilir. Bilindiği gibi İttihatçılar iktidara geldiklerinden sonra Türkler’in kaderini Alman emperyalizminin çıkarına bağlamıştı. Türkiye’yi parçalamak isteyen İngiliz ve Fransızlar’a karşı Almanlar’a dayanma çizgisi 1918’de iflas etti. İttihatçılık. Türkiye’nin ordusunu, ekonomisini, eğitim sistemini tamamen Almanlar’a bağlamıştı. Almanlar’ın desteğiyle kalkınma anlayışı Türk ekonomisini mahvetmiş, Alman generalleriyle yetiştirilen Türk subayları da Balkan Savaşı’nda tarihimiz boyunca yenilmediğimiz devletlere yenilmemize neden olmuştu. Dolayısıyla Türkiye’e Alman emperyalizminin sözde yardımı yararlı değil zararlı oldu.
Bir emperyalist ülkeye karşı bir başkasından yardım istemenin, bir başkasına dayanarak direnmenin çözüm olmadığı İttihatçıların tarihinde görülebilir. Bu çizginin en romantik temsilcisi olan Enver’in düştüğü son durumu bu yüzden gülünçtür. Önce İngilizler’e karşı Almanlar’a sığınan Enver, Kurtuluş Savaşı’nın başlamasıyla birlikte bu sefer de Ruslar’a dayanmayı savundu ve bizzat Rusya’ya gitti.
Enver Paşa Avrupa başkentlerinde ve Moskova’da yardım dilenirken, Mustafa Kemal ayağına kadar gelen ABD’li, Fransız, İtalyan subaylarıyla bile görüşmüyordu. “Emperyalizme karşı ancak milletin kendi gücüyle direnilir” anlayışı Türkler’i Anadolu’dan atılmaktan kurtaran anlayış oldu.
Atatürk’ün gerçekçi dış politikası Hiçbir emperyalist kutba dahil olmamayı tercih eden Atatürk, yurt savunmasını, sınırlarının ötesinde başlatmak gerektiğini düşünüyordu. Komşu ülkelerle iyi ilişkiler geliştirmeye özen gösterdi. Hatta kurduğu Balkan Paktı, Sadabat Paktı, bu çabanın bir ürünüydü. Fakat Atatürk, tüm komşularıyla iyi ilişkiler kurarken SSCB’ye karşı mesafesini korudu. SSCB’yle en iyi ilişkiler Atatürk döneminde olmuştur. Ancak Atatürk, hiçbir zaman kendisini SSCB’ye bağlayacak bir tavır içine girmedi. Kurtuluş Savaşı’nda Türkler’e bu kadar destek olan SSCB’ye tahmin edilenden daha uzak durmanın önemli bir anlamı vardır. Bunun nedeni Atatürk’ün Bolşevizm’den korkması değildir. Atatürk, Rus emperyalizminden çekiniyordu. Ruslar’la işbirliği yapan ülkelerin nasıl Rus emperyalizminin uşaklarına haline geldiğini görebiliyordu. Azerbaycan’ın düştüğü duruma düşmemek için, Atatürk Ruslar’a karşı bir mesafeyi her zaman korudu.

Büyük güçlerle ittifak yapanlar o güçlerin kölesi olur

Ruslar’la ilişki kurulabilir, onlardan silah alınabilir, ticaret yapılabilir, elçilikler açılabilir. Ancak Ruslar’la Türkler müttefik olamaz. Yanlış müttefik seçimlerinin acısını 1938’den beri yaşıyoruz. Türkiye kendisine müttefik olarak bellediği AB ve ABD’nin kuşatması altında.

Türkiye, dış politika seçeneğini belirlerken dönemsel ihtiyaçlarını değil, jeopolitik ihtiyaçlarını düşünmelidir. Bir konuda Rusya’nın aldığı tavır bizim ABD ve AB’ye karşı konumumuzu güçlendirebilir. Emperyalistler arasındaki çelişkilerden yararlanarak milliyetçi mücadelemiz için alan yaratılabilir.
 Ancak bunlar dönemsel kararlar olmalıdır. Bir emperyaliste hiçbir zaman güvenilemez. Bir emperyalistin ipiyle kuyuya da inilmez.

Türkiye bölgesel bir ittifak politikası oluşturabilir, ancak bunu Rusya, Çin gibi büyük güçlerin peşinde sürüklenerek değil, kendi önderliğinde yaratabilmelidir. Büyük güçlerle ittifak yapanlar o güçlerin kölesi olur.

Türkiye emperyalistlerin her an kopabilecek ipleriyle kuyuya inmek zorunda değildir. Türkiye, mazlum milletlerin emperyalizme karşı direnişinin yanında yer alarak güçlenebilir.



**

RUSYA KİMİN DOSTU.? BÖLÜM 1

RUSYA KİMİN DOSTU.?
BÖLÜM 1


Rusya kimin dostu?

Türkiye yeni bir Sevr planıyla karşı karşıya. Türk devleti ortadan kaldırılmak, sınırlarımız değiştirilmek isteniyor. Milli Davamız Kıbrıs’ta Rum tezlerine teslim edilmek isteniyoruz. Ege’de Yunan yayılmacılığını sessizce kabullenmemiz isteniyor. Güneyimizde kurulacak kukla Kürt devletini tanımamız, bölücülüğü meşru bir siyasi hareket olarak tanıyıp Güneydoğumuzu da bu kukla Kürt devletine teslim etmemiz dayatılıyor. Ermeni soykırımını kabullenmemiz ve büyük Ermenistan projesini uygulanmasına itiraz etmememiz isteniyor.
Bu yeni Sevr tehdidi 50 yıllık sözde müttefiklerimiz ABD ve AB’den geliyor. Dolayısıyla bu yeni Sevr planlarına karşı direnmek için AB-ABD’ye karşı alternatif dış politika seçeneklerini yaratmak zorundayız. Bu noktada Türkiye-İran-Rusya-Çin-Hindistan’ın ittifakıyla oluşacak bir Avrasya cephesi, AB-ABD emperyalizmine karşı bir direniş cephesi olabilir mi tartışması ortaya çıkıyor.

Avrasyacılık dış Merkezlerde Üretildi

Öncelikle, ilginç bir gerçeğin altını çizelim. Türkiye’de AB ve ABD emperyalizmine karşı direniş ideolojisi olarak lanse edilen Avrasyacılık, Türkiye kaynaklı bir fikir değil. Türkiye’de yeni Sevr tehdidine karşı gelişen anti-emperyalist milliyetçi tepkiyi yanlış stratejilerle yanlış yöne saptırmak için planlı bir faaliyet sürdürülüyor. Bu faaliyette Avrasyacılık AB-ABD emperyalizmine karşı tek seçenek olarak sunuluyor ve büyük kaynaklar harcanarak Avrasyacılığın Türkiye çapında yayılması sağlanıyor. Özellikle Atatürkçü çevrelerde Avrasyacılık yegane anti-emperyalist seçenek olarak kabullenilmiş durumda.

Peki nasıl oldu da Rus yayılmacılığının yeni adı olan Avrasyacılık bu derece yaygınlaştı?

Öncelikle kimi iyi niyetli saf Atatürkçülerimizin Rusya’nın Avrasyacılık tuzağına düştüğünü belirtelim. Rusya’nın emperyalist değil, ezilen bir ülke olduğu, bu nedenle ABD’ye karşı Ruslar’la ittifak kurulabileceği bu çevrelerde savunulabiliyor.

Ancak Avrasyacılığın gündeme gelmesinin esas nedeni bir gizli servis işi olarak görünüyor. 80 öncesinde Türkiye’deki sol uyanışı bölmek için Maoculuğu öne sürüp Sovyet düşmanlığı yapan ve Türkiye NATO’da kalsın diye kampanya yürüten uluslararası çok yönlü istihbarat şebekesi bugün tam bağımsızlıkçı, Atatürkçü bir hareket gelişirken aynı bölücülüğü Avrasyacılığı kullanarak yapıyor. Dün ABD-Çin Dış politikasını yayanlar bugün Rus dış politikasını yayıyor. Apoculuğu, Türk düşmanlığı ve şefinin Ermeni olması ile tanınan bu şebeke Türk bağımsızlığına karşı yeniden kullanılıyor.


Rusya mazlum değil emperyalist bir ülke

Yaygın bir görüş, Rusya’nın da Türkiye gibi bir mazlum millet olduğu. Hatta Çeçenistan’da Rus emperyalizmine karşı direnen Çeçenler’i Türkiye’de bölücü teröre benzetenler bile var. Rusya’nın da aynen Türkiye gibi ABD tarafından bölünmek istendiği teziyle Rusya’nın emperyalist karakteri gizlenmek isteniyor.
Mazlum olmayan Rusya’nın kimliği nedir peki? Rusya 500 yıldır dünya paylaşım mücadelesinde kendisine yer edinmiş emperyalist bir ülkedir. Moskova civarında kurulan Rus prensliği kuruluşundan itibaren Baltık bölgesine, Balkanlar’a ve Tataristan’a, Yakutistan ve Moğolistan’a, Orta Asya’ya; yani dört bir yanına saldırarak genişlemiştir. Lenin önderliğindeki dönemi hariç SSCB de Rus yayılmacılığından vazgeçmemiş, tüm Doğu Avrupa’yı da Ruslar’ın nüfuz bölgesi içine dahil etmiştir.

SSCB döneminde ABD-AB Bloku’na karşı bir paylaşım mücadelesi yürüten Rusya, bu mücadeleyi kaybetmiş ve SSCB dağılmıştır. Ancak Ruslar’ın emperyalist hedefleri devam etmektedir. Son 10 yıldır SSCB’nin eski nüfuz alınanda tekrar etkili olmaya çalışan Rusya, bu konuda hayli yol katetmiştir.


Abdullah Gül ve Putin
Schroeder ve Tayyip Erdoğan
Doğu Perinçek ve Dugin

Rus faşisti Dugin papaz sakalı ile “laikliğin teminatı” İstanbul Üniversitesi’nde Perinçek’lebirlikte Avrasyacılık konferansı verdi. Hemen ardından Perinçek’in Avrusyacılık yönelimi Putin-Gül görüşmesinde geliştirildi, Tayyip-Schröder görüşmesinde pekiştirildi. Böylelikle Avrasyacılığın AKP’nin açılımı olduğu ortaya çıkmış oldu. 
Rusya-Almanya dostluğunu Türkiye’ye Atatürkçülük olarak yutturmaya çalışanlar 30 kişilik konferans salonlarında tepinedursun 
AKP liderleri Alman ve Rus liderlerle kadeh tokuşturuyor.>

Türkler’in tarihsel düşmanı Ruslar Türk dostu olamaz
Rusya’nın emperyalist karakterinin yanında Türkler için daha önemli bir özelliği vardır. Ruslar Türkler’in 500 yıllık düşmanıdır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu Avrupa’nın çoğunu kapsayan topraklarının büyük çoğunluğu Ruslar yüzünden kaybedilmiştir. Ayaklanan Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar, Karadağlılar ve Arnavutlar’ın hepsi Ruslar tarafından kışkırtılmıştır. Şimdiki Macaristan ve Romanya da Ruslar’la bilfiil savaşılarak kaybedilmiştir. 1877 yılında Rus Ordusu Çatalca’ya kadar gelmiştir. Doğu Anadolu’da yüzbinlerce Türk’ü katleden Ermeniler’i kışkırtanlar da Ruslardı.
Yalnız Anadolu’daki değil, Orta Asya ve Kazan’daki Türkler de Rus emperyalizminin saldırısına maruz kaldı. Kırım ve kuzeyindeki Kazan bölgesinde yaşayan Tatarlar, Hazar’ın batısındaki Azeriler ve doğusundaki (Orta Asya’daki) Kazaklar, Kırgızlar, Özbekler, Tükmenler; Sibirya’daki Yakutlar, kısacası tüm Türklük dünyası Rus baskısı altında yüzyıllarca yaşadı. Yüzbinlerce Türk Rus saldırılarında öldü, Türk zenginliği yüzlerce yıl sömürüldü... Yüzbinlerce Türk Ruslar’dan kaçarak Anadolu’ya sığındı.

Bugünkü Rusya’yla 500 yıl önceki Rusya’yı karşılaştırdığımızda Ruslar’ın nasıl Türkler aleyhinde geliştiğini görebiliriz. Rus yayılmacılığının kazandığı toprakların büyük çoğunluğu Türk topraklarıdır.

Ruslar Sovyet döneminde de düşmanımızdı

Sovyetler’in kurulmasıyla Türk-Rus ilişkilerinde belirli bir iyileşme yaşandı. Ruslar’ın ve Türkler’in ittifakının Asya’da emperyalizme karşı direnişin belkemiği olacağını Lenin de Atatürk de görmüşlerdi. Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye’ye en çok yardımı SSCB yaptı. Türkiye Cumhuriyeti’ni ilk tanıyan ve uluslararası arenada savunan SSCB oldu. Türkiye de SSCB’nin Kafkas politikasını destekledi. Kafkaslar’da İngilizler’in kurmaya çalıştığı işbirlikçi tampon bölge iki ülkenin ortak harekatıyla yıkıldı.
Türkiye ile SSCB arasındaki bu sıcak ilişkinin kurulmasında Lenin’in soyunda Türklük olmasının da payı olduğu düşünülebilir. Ünlü Tatar-Türk devrimci Galiyef de Türkler’le Ruslar’ın antiemperyalist birliğinden yanaydı.
Ancak Lenin’i Türk soyundan geldiği için öldüren Bolşevik Parti içindeki Rus şovenizstleri Sovyetler’de hakim olmaya başladı. SSCB Rus yayılmacılığının yeni imparatorluğu olarak Batıya ve güneye doğru stratejik yayılmasını yeniden başlattı.

Stalin, Lenin’den sonra Galiyef’i de öldürerek Türk-Rus ittifakının son savunucusunu da yok etti. Ruslar için Türkler artık müttefik olacak bir millet değil, Ruslar’ın sıcak denizlere ulaşmasını engelleyen bir milletti. Nitekim, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Stalin Kars-Ardahan bölgesini Rus topraklarına katmayı istedi. Boğazlar’da da hiçbir ülkeye tanınmayan serbest geçiş hakkı talep etti.


Ruslar’ın Türk düşmanlığı Sovyet döneminde Tataristan, Türkistan ve Türkmenistan topraklarında da devam etti. Bu bölgede Türkler çeşitli devletçikler altında bölünüp parçalanarak milli kimliğinden soyutlanmak istendi. Stalin döneminden sonra Türkler’in Türk dünyasındaki birliği parçalandı ve sistemli bir Ruslaştırma siyaseti izlendi.







Rus faşisti Dugin, arkasında Rus sömürgeciliğinin nasıl yayılacağını belirten Avrasya haritası. 
Bu faşist, Atatürkçü üniversitede tam bağımsızlık adına bu papaz sakalı ilekonuşturuldu.
 >

Rusya PKK’yı Destekliyor

Bugün Ruslar’ı Türkiye’nin stratejik müttefikliğine aday bir ülke olarak lanse edenlere tarihi hatırlatmak yeterli olmuyorsa yakın geçmişimizin kimi deneyimlerini anımsatmakta fayda var. Ruslar’ın tarihsel düşmanlığını unuttuk diyelim. Ya da Ruslar’ın düşmanlığının sona erdiğini düşünelim. Ruslar’ın SSCB yıkıldıktan sonra Türkler’e yaptıklarını nasıl açıklayacaksınız?

PKK’nın Rus sınırları içinde hâlâ askeri bir eğitim kampı bulunuyor. Hatırlatalım, PKK’nın bu tip kampları sadece iki ülkede daha var: Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi! Pek çok Rus siyasetçi ve devlet adamı da açıkça PKK’yı ve sözde lideri Apo’yu destekliyor. Rus mafyasının PKK’yla uyuşturucu ticaretinde de beraber çalıştığı biliniyor.

Rusya Kıbrıs’ta Rumları Karabağ’da Ermenileri savunuyor

Ruslar yıllardır Türkler’e karşı Ermeniler’i de savunuyor. Ermeniler Azerbaycan’ın üçte birini işgal ederken Ruslar sessiz bile kalmamış, Ermeniler’e yardım etmişti. Halen Ermeniler’in hamiliği rolünü devam ettiren Ruslar, sözde soykırım suçlamalarında da Ermeni tezlerinin propagandasını yapıyor. Anadolu’da büyük Ermenistan projesini destekliyor.

Kıbrıs konusunda da Ruslar yıllardır Türk tarafını değil Rum tarafını destekliyor. Bunda şüphesiz Ruslar’la Rumlar’ın din kardeşliğinin de büyük etkisi bulunuyor. Rumlar’a S-300 füzeleri satan Ruslar Rum yandaşlıklarını fiilen de göstermişlerdi. Uluslararası kamuoyunda da Ruslar, sürekli Rum tezlerini destekliyor.






Avrasyacılığın gerçek yüzü

Avrasyacılığın teorisyeni olarak öne sürülen Rus faşisti Aleksandr Dugin’in kitabında Türkiye için öngörülenler:

Türkiye Bölünecek

Bir ulus devlet ve NATO ülkesi olarak Türkiye, Avrasya projesi için yeterince hasım bir oluşumdur: Böylesi bir Türkiye ile Rusya’nın ortak hedeflerinden çok daha fazla jepolitik çelişkileri bulunmaktadır.
Realist olmak ve durumu aklıselimle değerlendirmek gerekir: Ankara’nın Çeçen ayrılıkçılarına belirli düzeyde yardımı, eski Türk-Ermeni sürtüşmeleri, Bakü’de Moskova karşıtı atmosferin desteklenmesi, Bakü-Ceyhan petrol boru hattı inşasıyla ilgili tüm konular, Atlantikçi (ABD’ci) ve Avrupa karşıtı stratejinin parametrelerine açıkça uygun 
düşmektedir.
Bu durumda Rusya, İran’la ilişkilerin pekiştirilmesinden, Ermenileri öncelikli olarak desteklemeye, Kıbrıs konusunda Rumlar lehine lobicilikten, Kürt isyancılar ve İslamcı 
gelenekselciler ile samimi ilişkilere varıncaya kadar geleneksel bir karşı hareketler sistemine otamatik olarak itilmektedir.

Türkiye’ye İran Modeli Şeriat Rejimi,

Moskova-Tahran ekseni Avrasya jeopolitik projesinin esasını oluşturmaktadır. İran İslamı, kıtasal bloka giriş için İslam’ın en iyi versiyonudur ve işte bu versiyon Moskova tarafından öncelikle desteklenecektir. (...) Orta Asya’yı (Pakistan, Afganistan, Türkiye’den geri kalanlar veya “İran yanlısı değişim sonrası Türkiye” dahil) 
Rusya ile birlikte denetimi altında tutan İran, Moskova’nın öncelikli çıkarlarının merkezindedir.

Türkler’e karşı Ermeniler

Vurgulamak gerekir ki Ermeniler Ari ırktandır. Kendi tabiatlarını ve Hint-Avrupalı halklarla, özellikle Asyalılar yani İranlılar ve Kürtler ile akrabalıklarını iyi idrak eden bir halktır.
Diğer bir taraftan, Ermeniler, tek tipli gelenekleriyle Doğu Kilisesinin genel düzenine uyan ve Rusya ile jeopolitik bağlantılarını çok canlı idrak eden Hıristiyan bir halktır.

Kürt Ayrılıkçılığını Destekleyelim

Türkiye’deki Kürt ayrılıkçılığını desteklemek ve aynı zamanda İran’a etnik olarak yakın olan halkları laik-Atlantikçilik kontrolünden çıkarmak niyetiyle ön plana sürmek gerekir

Azerbaycan Rusya, İran ve Ermenistan tarafından parçalanacak

Türkiye’den Azerbaycan’a ve Orta Asya’ya giden yolun Ermenistan ve Karabağ’dan geçmesi nedeniyle Ermeniler son derece strtaejik önemdeki topraklarda bulunmaktadır. 

Erivan otomatik olarak Moskova-Tahran ekseninde bu iki ülkeyi birbirine eklemleyen ve Türkiye’yi kıta içi mekanlardan koparan önemli stratejik bir halka haline gelmektedir.

Bakü ile Ankara’nın Tahran’a muhtemel yönelişleri halinde, Moskova-Tahran ortak projesinde Karabağ sorunu da hızla çözülecektir. 
Çünkü dört tarafın dördü de stratejik yönden böylesi mühim bir bölgede istikrarın derhal temini için son derece ilgili bulunacaklardır. 
Aksi halde, yani Azerbaycan Türk yanlısı eğilimini sürdürdüğü takdirde bu “ülke” İran Rusya ve Ermenistan tarafından parçalanabilir.

Rusya Sıcak Denizlere Yönelmeli

“İmparatorluğun toparlanması” süreci, ilk olarak Rusya’nın sıcak denizlere çıkışını temin edecek olan uzak bir hedefe yönelmelidir. (...) 
Kuzey ve Doğunun soğuk denizlerine çıkış, her ne suretle olursa olsun Güney ve Batının sıcak denizlerine çıkışla tamamlanmalıdır. 
Rusya, ancak bu durumda jeopolitik bakımdan “yetkin” olabilir. Bunun için özellikle çok sayıda Rus-Türk savaşları yapılmıştır. 

(Rusya’nın güneye doğru hayati önemdeki son atılımı, SSCB’nin Afganistan’a başarısızca yayılmasıydı. Jeopolitik mantık mutlak olarak göstermektedir ki, 

Rusya oralara yeniden dönmeye mecbur kalacaktır.
Orta Asya’da Türklüğü yok etmek için şeriatçı İslam İmparatorluğu
Asya cumhuriyetleri için “Vahhabilik” bayrağı altında Arap-İslam entegrasyonu yolu, gerçekte yine de tekdünyacı projeye katılıma dönüşecektir. 

Ancak bu Pan-Türkizmin laik-milliyetçi versiyonunda değil, ahlakçı-teokratik varyantında olacaktır. Bir bakıma bu da “tampon kordonu”na dahil olmaktan başka bir şey değildir. Fakat söz konusu durumda “cezbedici olan”, milliyetçilik değil, din faktörüdür. Yeni büyük alan kurmadaki “yakın çevre”nin doğu ülkelerinin biricik olumlu yolu, 
Tahran’a meyleden “İslam Devrimi” yoludur. Bu durumda milli çatışmalar çözülebilir.

Avrasyacılık  Rus İmparatorluğudur,

Rusya, ne Doğu, ne de Batıdır. Bağımsız ve özel bir üçüncü yöndür. Rusya’nın “merkezi” durumunu kültürel olarak kavrayan Rus Avrasyacıları coğrafi ve jeopolitik karşıtlıkların manevi ve dikey sentez içinde ortadan kalkacağı özel bir “Merkezi İmparatorluk” kültüründen bahsetmişlerdi. Salt bir stratejik yaklaşımla bakıldığında Rusya Avrasya ile özdeştir.
Rusya tarihin eksenidir. Zira “Medeniyet” en parlak, anlamlı ve yetkin biçimleriyle (...) onun çevresinde dönmektedir.
Rusya’nın başlıca jeopolitik gereksinimlerinden birisi, “İmparatorluğun toparlanmasıdır.”Yalnız Avrasya değil tüm yeryüzü Ruslar’ın olmalıdır
Yeryüzünde kaderi ve yolu Rus bilincine ilgisiz olan bir halk, kültür ve bölge teorik olarak yoktur. Bu, Rusların sadece Rus Devleti içinde değil, her tarafta Hakikat, Maneviyat ve Adalet’in nihai zaferine olan sarsılmaz inancında kendini belli etmektedir. Rusların her şey ve herkes ile irtibatları vardır. Bu yüzden, son değerlendirmede Rus halkının menfaatlerini ne Rus halkı, ne Rus İmparatorluğu ve ne de tüm Avrasya ile sınırlamak mümkündür.

Ruslar sadece yeni imparatorluk çerçevesinde bir halk olarak kalabilecekler. Bu imparatorluk jeopolitik mantık gereğince bu defa stratejik ve mekansal bağlamda öncekinden (SSCB) üstün olmalıdır. Dolayısıyla Yeni İmparatorluk, Avrasyacı, büyük kıtasal, ileride ise Cihansümul olmalıdır. Rusların dünya hakimiyeti için mücadelesi bitmemiştir.
Avrasyacılığın hedefi: Almanya-Rusya-İran-Hindistan-Japonya Bloku
Rusya’nın jeopolitik ve stratejik egemenliği için gereken, sadece kaybedilen “yakın çevre”nin yeniden kazanılması ve Doğu Avrupa ülkeleriyle müttefiklik 
ilişkilerinin yeniden tesis edilmesi değil, aynı zamanda kıtasal Batı (öncelikle Amerika güdümlü NATO’nun Atlantikçi himayeciliğinden kurtulmaya meyleden 
Fransız-Alman Bloku) ve kıtasal Doğu (İran, Hindistan ve Japonya) devletlerinin Avrasya stratejik blokuna dahil edilmesidir.





***