8 Nisan 2017 Cumartesi

2023 SENESİNDE TÜRKİYE MEVCUT OLMAYABİLİR! BÖLÜM 1


2023 SENESİNDE TÜRKİYE  MEVCUT OLMAYABİLİR!., BÖLÜM 1 


Mülâkat; Ragıp Vural
Mülâkat Tarihi: 
10 Ağustos 2009, Pazartesi

Dr. Durmuş HOCAOĞLU: 2023 SENESİNDE TÜRKİYE  MEVCUT OLMAYABİLİR! 


Dr. Durmuş HOCAOĞLU:
2009 Türkiye Cumhuriyeti’nin  Bitiş Senesidir! 

2023- 2023’ün Dergisinin 100 ncü Sayısı sebebiyle Türkiye’nin Organik aydını olarak nitelendirdiğimiz isimleriyle söyleşiler gerçekleştiriyoruz. 
Sizden öncelikle içinde bulunduğumuz durumu tanımlamanızı istiyoruz. 

Nasıl bir Türkiye’de Yaşıyoruz? 

D. Hocaoğlu- Çok Teşekkür ederim. 

Önce şahsıma gösterdiğiniz alâkadan dolayı teşekkür ederim, sonra bugüne kadarki yayın çizginizde gösterdiğiniz hassasiyetlerden dolayı teşekkür ederim ve son olarak da, 2023 dergisinin yüzüncü sayısını doldurmuş olmasından dolayısıyla tebriklerimi, daha da mükemmelleşerek devam etmesi temennilerim le iletmek isterim. 

2023, ismini, zannederim, Cumhuriyet’in 100. yıldönümü için ve bir asrı devirmiş Cumhuriyet ile daha mükemmelleşmiş bir Türkiye hasreti ve tasavvurunun sâiki ile seçmiştiniz. Ama korkarım ki, Îsâ’nın takvimiyle 2023 senesinde bir Türkiye bile mevcut olmayabilecek. Hayli bir uzun zaman önce, zihnimde, Emevî saltanatının sâdece seksenaltı yıl sürmesi ile, bilemediğim bir sebepten dolayı, Türkiye Cumhuriyeti’nin ömrü arasında bir paralellik kurulmuş tu: Tıpkı, Sezar, bir gün senatoya giderken kör bir dilencinin, O’na, “ Sezar! Mart’ın 15’inden kork! ” diye ihtar etmesi gibi, içimden bir ses de bana sık-sık “Durmuş! 2009’dan kork!” diye ihtar edegelmiştir, senelerden beri. Vâkıa, o vakitlerde hâfızamda kalan bu sayıda üç yıllık bir hata yaptığımı çok geçmeden öğrendim, ama, içimdeki sesin tarihi değişmedi: 2009! 28 Şubat’tan sonra, hatırlarsınız, muhtıracı generallerden biri, çok kaba bir şekilde kendi milletine meydan okuyarak, “Bin yıl da sürse bu savaşı devam ettireceğiz” demişti; o sıralarda çıktığım bir televizyon programında konu 28 Şubat meselesine gelince ben bunu hatırlatarak “Acaba o general bin yılın ne demek olduğunu, bin yıl devam edebilmiş kaç imparatorluk var, acaba biliyor mu; bu soruya cevap verirken, Osmanlı’nın altıyüz yıldan biraz fazla ömrü olduğunu unutmamalıdır; benim sorum daha başka: Acaba Türkiye’nin önünde otuz yılı var mı diye hiç düşündü mü?” demiştim. İşte benim endişem bu; bunun bir saplantı olduğunu düşünebilirsiniz, belki de öyledir ve hiç olmayacak bir kuruntudur, inşallah, ama zihnimin hep bir yerinde, “Türkiye Cumhuriyeti de seksen altıncı senesinde bitecek mi” korkusu hep tutundu ve hiç üzerimden atamadım bugün.

Ne kadar. Bu, aşırı derecede rahatsız edici, aşırı derecede tedirginlik verici bir beklenti. Tabiî, “beklenti” kelimesi hep olumlu mânâda kullanılıyor, fakat 
olumsuz anlamda da bir kullanımı vardır. İşte, şimdi, zannediyorum korktuğum başıma geliyor; bu sene, Türkiye Cumhuriyeti’nin bana göre bitiş senesidir. 
Tabiatiyle, “gelecek”in, “hâzır” değil “gaaib”, karanlıklara gömülü olduğunu, gaybın anahtarlarının da münhasıran Allah’ın katında bulunduğunu ve dahi, tarihin kaotik vâsfını hatırlarsak, akşamdan sabaha çok şeyin değişebileceği fikrinden hareketle, gelecek hakkında profetik konuşmaların anlamsızlığı sonucuna varıp rahatlayabiliriz. 

Ama ben bunu yapamıyorum; evet, tarih kaotiktir ve “kelebek etkisi” de bize hiç akla gelmeyecek şeylerin ânîden zuhur edebileceğini söylüyor, ama bu kadar teselli bana pek anlamlı gelmiyor. Endişelerimi artıran en mühim sebepler olarak, Avrupa Birliği üyelik sürecini, sonra 28 Şubat ile birlikte, bu devletin taşıyıcı yükü, omurgası olan muhafazakâr kesimde sinsice yayılan kozmopolitan izmin yıkıcı, ölümcül etkilerini, ilâveten, etnik ayaklanmanın bastırılamayıp teslim olma safhasına varılmış olunmasını ve son olarak da, Türkiye’yi tasfiye etme politikaları takip eden bir hükûmetin yedi yıldır iktidarda bulunmasını görüyorum. Bu hükümetin daha henüz yeni kurulmuş olduğu sıralarda, bu kadronun bir anlamda, “Türkiye’yi tasfiye etme hükûmeti” olacağı meâlinde bir yazı yazmıştım; bu kanaatimi, bugün de muhâfaza ediyorum. 

Niçin denecek olursa, bu sorunun cevabının, bu kadronun uzantısı olduğu İslâmcı akımının geçirmiş olduğu istihâle sürecinde aranması gerektiğini söyleyebilirim. 

“Haldun’u Anlamayan İslâmcılık Sukût-u Hayâle Uğradı!” 

2023- Bu süreçten biraz bahsedebilir misiniz? Nasıl bir dönüşümdür yaşananlar? 

D. Hocaoğlu- İmdi, bundan epeyce bir vakit önce bir yazımda da dilim döndüğünce anlatmağa çalıştığımı burada muhtasaran ifâde edecek olursam: İslâmcılık; İslâm dünyasının içine düşmüş bulunduğu derin krizi açıkça ve gizlenemez bir tarzda iliklerine kadar hissetmeye başladığı XIX. asır Osmanlısı’nda ortaya çıkan, zamanla değişik mecrâlardan akarak Cumhuriyet’e de intikal eden, fakat 1960’tan îtibâren kökleriyle bağlarını kopararak başka renklere bürünmeye başlayan, kültürel ve siyâsî bir akımdır. İslâmcılık’ın tarih sahnesine çıkışı, normal ve tabiî değil, gayritabiî ve ârızî şartların bir zorlaması olmuştur. Kısaca ifâde edilirse, İslâm’ı sâdece bir inanç ve ibâdetler kompleksi olarak algılamanın ötesinde, daha yüksek bir seviyeye yükseltmeyi hedef edinen İslâmcılık; orijin îtibâriyle aktif değil reaktif, tepkisel, modernite karşıtı ve fakat ve bunun yanında, birçoklarının iddia ettiğinin aksine, modernite karşıtı olan akımların çoğunluğu gibi modern bir harekettir. İslâmcılık, bir karşı-harekettir; 
gerek bir din, gerekse bir kültür ve medeniyet olarak İslâm’ın ve aynı zamanda geçen asırda İslâm denince O’nunla neredeyse özdeşleşmiş bulunan Osmanlı’nın git-gide tedâvisi zorlaşan, kronikleşme eğilimine girmiş bulunan kan kaybına karşı bir çâre, bir kurtarıcı olarak çıkmıştır. Ve yine bir karşı-harekettir; genel anlamda “Modernite”ye karşı bir harekettir. Yine çok kestirmeden gidecek olursak, diyebiliriz ki, İslâmcılık’ın gâyesi, hem güç kaybını önleyerek yeni bir siyasî yükselişe geçmek ve hem de İslâmî bir dünya te’sîs etmek idi. Bu itibarla Batı karşıtı olduğu kadar, tabiatıyla Batılılaşma karşıtı idi de. Lâkin, mâzîyi aynen, bire-bir ihyâya veya geri çağırmaya değil, kendi kökleri üzerinde kendi geleceğini yeniden ve yeni baştan inşâa, yâni “kökü mâzîde olan âtî olmaya” yöneliyordu ve bunun için de modernitenin dilini, düşüncesini ve metodlarını kullanmaya gayret ediyordu. 

Aynı zaman diliminde aynı yatakta akan farklı bir akım olan, Batı gümrüğünden gelen herşeyin sorgusuz-suâlsiz baştâcı edilmesini temel prensip ittihaz edinen Batıcılık’ın aksine, seçmeci ve süzmeci davranarak… Yine İslâmcılık modern bir hareketti; zîra, bir güç talebinde bulunuyor, aslî hedefine vasıl olabilmek için siyasîleşiyordu; daha doğrusu bütün ekümenik dinler gibi İslâm dininin de ayrılmazı olan “devlet” hedefini modern bir formatta ele alıyordu. 

İslâmcılık, bunun yanında, bilhassa Osmanlı merkezli bir “İttihâd-ı İslâm” idealine de yönelmişti. Zîra teorisyenleri, gerek Osmanlı’nın ve gerekse 
de topyekûn İslâm dünyasının çözülmesinin en önemli sebeplerinden birisi olarak, Müslümanların aralarında birlik bulunmayışının olduğunu düşünüyorlardı ki, bu tıpkı Türkler’in Avrupa’da ilerleyişini, Doğu (Ortodoks) ve Batı (Katolik) Kiliseleri ve Avrupa millet ve devletleri arasındaki derin ihtilâflar yüzünden bir Hristiyan Birliği’nin gerçekleşememesine bağlayan açıklama modeline andırıyordu. Ve bir de İslâmcılık, bir yandan en geniş mânâda bütün Müslümanları, daha dar kontekstte ise Osmanlı tebaası Müslümanlarını bir tek millet telâkkî etmekle de, bir tür “milliyetçilik” öngörüyordu. 

Fakat tarihî gelişmeler başka mecrada ilerlemeye başlamıştı. İşte İslâmcılık, bu ahvâl ve şerâit tahtında, bütün bu gelişmelere karşı bir kurtuluş reçetesi olarak ve baskın bir biçimde radikal bir “Batı-karşıtı” karakterle ortaya çıktı ve küçümsenmeyecek sonuçlar da aldı. Ancak, ne var ki, gelişmeler,Haldûn’un, millî asabiyenin dinî asabiyeye göre öncelikli olduğunu ihtar eden tezini görmezlikten gelen İslâmcıların sukût-u hayâli ile noktalandığını ve “İttihâd-ı İslâm”ın sâdece bir fantezi olduğunu gösterdi. Bu konuda Said El Husrî ile Ziya Gökalp arasındaki tartışmalar bile başlı başına bir ders niteliğindedir. 

Netîcede, İslâmcılar, İmparatorluğun, yaşlı bir arslanın etrafını saran çakallar ve sırtlanlar sürüsü tarafından dişlenerek yere yıkılması gibi, Müslüman tebaasının da dâhil olduğu tebaa milliyetçiliklerinin isyânlarının da olağanüstü katkısıyla tarihe gömülmesi karşısında “İttihâd-ı Anâsır” gibi “İttihâd-ı İslâm”ın da çöküşüne şâhit olunca, İstiklâl Harbi’nde - öyle bir terim kullanmadan da olsa- sıkı bir milliyetçi tavır vaz’ ettiler. Böylece, Cumhuriyet ile birlikte, İslâmcılık’ta yeni bir dönem de başlamış oldu. 

“Kozmopolitan Müslümanlık”tan “Vatansız Müslüman”a 

Bidâyetinde son derece vakur, hatalarında bile bir değer taşıyan, İstiklâl Harbi süresince fevkalâde bir vatanseverlik sergileyen İslâmcılık, zamanla, rejimle çatışmaya girmiştir ki, buna sebebiyet veren, bir İslâm devleti olarak doğan Cumhuriyet’in, milleti ile olan mukavelesini feshetmesidir. 

Ancak, İslâmcılık, ilerleyen süreçte laikliğe karşı olan muhalefetini bir husûmete dönüştürerek uzun müddet devletin ele geçirilmesi fikrini taşımış, bu da yine 
zamanla, devletin hükmî şahsiyetine bir husûmet hâlini almış, beri yandan, milliyetçilik akımlarının da profanlaşması sonucunda oluşan boşluğun da olumsuz katkısıyla millî duruş sür’atle erozyona mâruz kalmış ve bu erozyon ise İslâmcılık ’ın İslâmcı etnikçiliklerin konsantrasyon merkezi olması sonucunu hâsıl etmiş ve zamanla bu da İslâmcılığın bir etnikçilik çöplüğüne dönüşmesine de yolaçmıştır. En nihâyet, 28 Şubat’ın yaratmış olduğu travma, İslâmcılarda, devletin ele geçirilmesinin imkânsızlığı şeklinde bir ümit kırıklığını yerleştirmiş, buna ilâveten, 28 Şubat’ın mütedeyyin insanlarda yaratmış olduğu “itme” duygusunun da beslemesi ile bu kesimde kozmopolitanlaşma hızla boyatmıştır: “Devlet” ve “vatan” gibi kavramların aşınmasına ve son limitinde radikal bir şekilde reddine varan işbu “Kozmopolitan Müslümanlık”, bir “vatansız Müslüman” tipini de yaratmıştır: 

“İslâm’ın iktidar, devlet ve vatan talebi ve emri olmadığı gibi, Müslüman’ın da devlete ve vatana ihtiyacı yoktur. İslâm, bütünüyle şahsî ve ferdî hayata ve cemaat düzeyine indirgenebilir; o hâlde, şahsî ve ferdî hayâtında hürriyetini ve inancını yaşamasına ve bir tür ‘komün’ veya ‘getto’ gibi telâkkî edilen cemaat tarzı örgütlenmelerine müsâmaha gösteren her ülke, hiçbir fark gözetmeksizin onun vatanı, her devlet de hiçbir fark gözetmeksizin onun devleti olabilir” şeklinde hulâsa edilebilecek olan işbu yeni ve yozlaşmış Müslümanlık, bu saikledir ki, vaktiyle, vakur bir şekilde karşısına dikildiği Batı ile “uyum” sağlamağa çalışmakta ve bu cümleden olmak üzere, “Avrupa Birliği İşbirlikçiliği” yapmakta herhangi bir beis görmez olmuştur. 

2023- Kozmopalitanizm kavramını biraz açmanız mümkün olur mu? Neyi kastediyorsunuz bu kavramla? 

D. Hocaoğlu- Lûgat anlamı “yeryüzü vatandaşlığı” demek olan ve kadîm kökleri çok eskilere, milâd öncesi üçüncü binyıla kadar uzanan, Yunan Stoası’nda felsefî bir nitelik kazanan ve bilhassa devletin, vatandaşlarını dinî inançları dolayısıyla dışladığı hâllerde ortaya çıkan Kozmopalitanizm, en trajik örneklerinden olmak üzere, Roma İmparatorluğu’nun beklenmedik bir şekilde suratının üstüne yere çakılmasında oynadığı rol ile göstermiştir ki, son derece yıkıcı tesirler yaratır. Çünki, “belirli bir vatan” fikrini reddeder; anarşist Emma Goldman’ın ifâdesiyle, “vatanseverliği hürriyete yöneltilmiş bir tehdit” olarak görür ve ekstrem hâllerde, düşman evinin eşiğinden içeri girmeğe teşebbüs etmediği takdirde ona direnç göstermez. 

Bu, Roma’da böyle olmuştu: Asırlarca Hıristiyan vatandaşlarına sırf Hıristiyan oldukları için zulmeden Roma -sonradan her ne kadar bu dini resmî din hâline getirmiş olsa daile vatandaşlarıyla arasındaki kalbî bağ kopmuş idi. Öyle ki, 410 yılında Gotlar Roma’ya girdiklerinde sokaklardan dereler gibi kan akıttılar ama Hıristiyanlara dokunmadılar, çünki, Imperium Romana’nın çift başlı kartalı kendileri için bir değer ve anlam ifâde etmez bulan Hıristiyan Romalılar 
Gotlara, kendilerine dokunmadıkları sürece onlara karşı mukavemet etmeyeceklerini bildirmişlerdi. 

Ne yazık ki, benim ülkemde bu kavramın adını bile doğru düzgün bilene -hem de akademisyenler arasında- pek rastladığımı söyleyemem ki, bu da Türkiye’deki 
akademisyenlerin ve entellektüellerin seviyesinin nasıl sefalet düzeyinde olduğunu gösteriyor. Bendeniz nâçizâne birşeyler yazdım, umuma hitap eden, 
akademik formatsız birşeyler; ama hiçbir yerde mâkes bulamadı yazdıklarım. 

Yazılarımın özeti şu idi: Bu ülkenin omurgası, asıl taşıyıcı elemanı olan bu insanları kozmopolitanlaştırırsanız, yarın bunun bedelini ödeyemezsiniz; 
çünki kozmopolitanların intikamı korkunç olur. Zira, anamız vatan, evlatlarından kan bedeli isteğinde vermeğe yanaşmazlar, babamız devlet çatırdamağa başladığında, “zâten benim devletim değildi ki” derler. 

    Nitekim, işte şimdi bu gelenekten gelen bu ekip Türkiye’yi tasfiye ediyor. Öyle bir şekilde tasfiye ediyor ki, Türk halkı gözlerinin önünde oynanan 
trajediyi anlayamıyor. Türkiye’nin durumu bu... 

Türkiye’nin Coğrafyası Gayritabiîdir 

2023- Yazılarınızda, konferanslarınızda, mülâkatlarınızda “Türkiye bir bıçak sırtında duruyor” diyorsunuz. 

D. Hocaoğlu- Evet ve yaşanacakları da “ya İkinci Ergenekon ya İkinci Endülüs. Bunun orta yolu yok” diyerek özetliyorum. 

Ne yazık ki, bu gidiş Ergenekon gidişi değil, Endülüs gidişi. 

Bu arada iki hususu da eklemek isterim. Birincisi, Türkiye’nin şu anki coğrafyasının gayritabiî oluşudur. Bu coğrafya, O’nun normal, tabiî coğrafyası 
değildir: O’nun daha büyük bir coğrafyası olması lâzımdı. Edirne ile Ardahan arasına sıkışmış bir Türkiye demek, diken üstünde oturmak demektir. Ne var ki, dünyanın kazığının yerinden söküldüğü Birinci Harp’ten sonra ancak bu kadarını kurtarabildik, daha fazlası muhâldi. İttihatçı çetenin yangına çevirdiği İmparatorluk’tan, “Galib kıl Yâ Rab! Bu son ordusudur İslâm’ın” diye ciğeri yanarak feryad eden Şair’in dile getirdiği gibi, elde kalan son kırıntılarla bundan daha fazlası da kurtarılamazdı zâten. Ama bu gerçek, Türkiye’nin şu anki coğrafyasının gayritabiî oluşu gerçeğini de değiştiremez. İşte trajedi burada ki, bu gayritabiî coğrafyada da kapana sıkışmış bulunuyoruz; boğulmağa başladık. İkinci hususa gelince: 

O yangından bu Türkiye’yi kurtaran insanların son birkaç yüzyılımızın en mühim insanları olduğunun vurgu ile belirtilmesini kaçınılmaz bir ahlâkî vazîfe olarak telâkkî ediyorum. Bunu söylerken, hiçbir zaman Atatürkçü de Kemalist de olmadığımı, hep mesafeli kaldığımı hatırlatarak, Gazi Mustafa Kemal’in son birkaç yüzyıldaki en büyük Türk olduğundan hiç şüphe etmediğimin bilinmesinde fayda görüyorum. Paşamız gerçekten de sıra-üstü bir kişi idi; tek kusuru kabiliyetinin ve dehasının sınırlarını bilememesi olmuştur. Askerliği hakkında fazla abartılı şeyler söyleniyor; katılmıyorum, O’nun bir Napolyon, bir Sezar, bir Fâtih ya da bir Cengiz olmadığını biliyoruz; O’nun asıl kabiliyeti teşkilatçılıktadır, irade adamı olmasındadır ve gücünün sınırlarını, nereye kadar gidebileceğini, nerede durması gerektiğini bilmesindedir. Meselâ, “İzmir’in fethi”ni ele alalım -dikkat edilsin lûtfen, bu bir “kurtuluş” değil, bir “fetih”tir, bir “yeniden fetih”tir, yâni “istirdad”, diğer adıyla “reconquista”- Paşa İzmir’i fethettikten sonra İstanbul’a silâh zoruyla yürümedi; aksi takdirde, İngilizlerle çatışmak zorunda kalırdı ki bu, kazanılanların kaybedilmesi demek olurdu; onun için yüreğine taş bastı, müzakere yolunu tercih etti. Musul’u kerhen gözden çıkartışının sebebi de aynıdır: İngilizlerle çatışamazdık; bu da doğrudur. Ama bilâhare ortam müsait 
olup da gücünün sınırları dâhilinde olduğunu görünce, bu defa âhir ömründe Hatay’ın üstüne yürüdü ve fethetti, daha doğrusu, fethin şartlarını hazırladı. Bunlar hârikulâde şeyler. Fakat Gazi Paşa 1923’ten sonra dehasının sınırlarını her yere yaymaya başladı; bir asker ve bir teşkilâtçı olarak sınırlarını bilen Paşa, burada sınırlarını bilemedi, kendisini filozof olarak addetti ve asıl majör hatalarını o zaman yaptı. 

İmdi, 1821 ila 1921 arasındaki devire, biliyorsunuz, hayli sonra “felâketler yüzyılı” adı verilmiştir; sebebi basittir: 1821 Mora isyânıdır ve İmparatorluğun 
gerilemeden çöküşe girişinin iptidâsını oluşturur, 1921 ise Sakarya Muharebesi ’dir ve bu da çöküşün nihâyetidir. Bu süre zarfında Türkiye yanlış hâtırlamıyor sam girmiş olduğu yirmi üç muharebenin yirmisini kaybetti, sâdece üçünü kazandı ki bu üçü de kapital harpler değildi. 

Bu noktada lûtfen dikkat edelim: Çok uzun bir mağlubiyetler zincirinden sonra, herşeyi bitmiş, orduları terhis edilmiş, anayurdu işgale uğramış 
bir millete kendisinin hâlâ güçlü olduğunu hissettiren, herşeyin külliyen bittiğini düşünüldüğü bu şartlar altında, bir millete “bu can bu tende kaldıkça 
hiçbirşey bitmiş değildir” diyip, önüne düşerek yeni bir harbe seve seve götüren bir adam ortaya çıkıyor ve bu adam taahhüd ettiği sonucu alıyor. 
Hem de üç yıl gibi kısa bir müddette ve hem de parlamenter sistemle, Meclis ile yâni; “devrim komiteleri” ile değil! İşte bu adam, Gazi Mustafa Kemal 
Paşa, ister sevilsin, ister nefret edilsin, ama dürüstçe ifâde edilmelidir ki, Hegel’in ve Carlyle’ın tasvir ettikleri “kahraman tipine” bire-bir uyar: Sâfî 
irâde, kararlılık, aldığı karara kilitlenip geri dönmeme, Hegel’in o muhteşem tâbiriyle, “bugünün içinden geleceğe açılan kapıları görme”. 

Mustafa Kemal Paşa budur; ama, asıl kabiliyetinin hâricindeki sâhaya girince, maalesef, bugünün içinden geleceğe açılan kapıları göremedi, görmesi 
mümkün de değildi… 

Çünkü Kant’ı okumuş olsaydı ya da yakın çevresinde Kant’ı bilen ve düşündüğünü açıkça söyleyebilme ahlâk ve cesâretine mâlik birisi olsaydı 
da O’na söyleseydi ve O da sükûnetle dinleseydi, filozofların hükümdarlığa ve hükümdarların da filozofluğa özenmesinin aynı derecede yanlış olduğunu 
görür, bir “hükümdar” olarak filozofluğu başkasına devrederdi. Nitekim, yapılan inkılâpların, Türkiye’yi beklenilen yere taşımaması da bunun belgesidir. İnkılâplar elbette tam bir hâlis niyetle yapılmıştır, kusursuz bir iyi niyet vardır arkalarında, ama yalnız başına iyi niyet yetmiyor; nitekim Enver de iyi niyetliydi, samimî idi, fedâkâr idi, ama bu, O’nun İmparatorluğu darmadağın etmesine mâni olmamıştır. Burada da benzer bir hâdise vuku bulmuştur: Cumhuriyet’in kurucu kadrosu, kazanılmış olan savaşın bir tür uzantısı olarak din ile arasına koyduğu mesafeyi gitgide büyüte-büyüte, toplumla bir tür savaşa dönüştürünce, gelişmeler cemiyetimizin kurucumukâvelesinin feshine kadar vardı. Gerçi Türk laikliği, Fransız modelli olmakla berâber, büyük ölçüde, bize mahsus, sui generis bir karakteri de yok değildir. Yine tam da bu noktada, Mustafa Kemal Paşa’nın birçok bakımdan hâlâ bir muamma olduğunu, hâlâ tam olarak anlaşılabilmiş ve benim de tam olarak anlayabilmiş olmadığımı söylemeliyim. Birçoklarının, 
O’na, ya anlamadan taptığını ya da anlamadan nefret ettiğini, birçoklarının da hiçbirisi umurunda olmadan, O’nu, kendi emelleri için, iyi kullanılacak 
bir enstrüman olarak telâkkî ettiklerinden şüphe etmiyorum. Bu konuda Türk laikliği mümtaz bir örnektir. Paşa, 1937’de vaz’ ettiği laikliği çok daha erken dönemde, en radikal inkılâpların yapıldğı 1925-30 arasında pekâlâ vaz’ edebilirdi. Niçin? Muhtemelen, din-devlet ayrımını bu derece radikalleştir mek istemediğini ve bu konuda dışarıdan üzerinde gelen muazzam tazyiklerin sonucunda bu karara vardığını düşünüyorum; nitekim, dikkat çekmekte fayda görüyorum: 

Laiklik prensibine rağmen, lağvettiği söylenen Hilâfet müessesesini aslında lağvetmediğini, hattâ Meclis’in şahsında mündemiç kılmakla, hakikî bir 
şahsiyetten hükmî bir şahsiyete devrederek gerçekte terfî ettirdiğini de pek az kişi biliyor. 

“Kozmopolitan Müslümanlar Türkiye Cumhuriyeti’ni Tasfiye Etmektedirler” 

Ancak, bütün bunlar yine de Cumhuriyet’in kuruluş mukâvelesinin feshedilmiş olmasını değiştirmez. Bu ve bunun akabinde, yukarıda hulâsa etmeğe çalıştığım gelişmeler tırmana-tırmana kozmopolitan bir Müslümanlığın zeminini hazırlamış ve nihayet 28 Şubat’ta, yara kangrene dönüşmüştür. İşte, şimdi bu kozmopolitan Müslümanlar Türkiye Cumhuriyeti’ni tasfiye etmektedirler veya en azından tasfiye edilmesinden rahatsızlık duymamaktadırlar. 

Ben şahsen, Cumhuriyet’in kuruluş mukâvelesinin feshedilmiş olmasını asla içime sindirmedim, asla da sindiremem, ama buna rağmen, Türkiye 
Cumhuriyeti’nin hürriyet, isitiklâl, kendine yeterlilik ve egemenliğinin korunmasında granit veya bazalt bir kaya kadar katı ve tavizsizim; Avrupa 
Birliği üyeliğinin de radikal bir şekilde “ Onurumuz ile Girmek ” gibi masallara kulak asmadan -ve en şedîdâne karşısında oluşum da bundandır. Çünkü, 
cevher arazlara takaddüm edeceğinden, bir devletimizin varolması, o devletin mâhiyetinden önce gelir, yoksa, aksi takdirde, üzerinde konuşulacak birşey kalmaz ve Wittgenstein’ın dediği gibi, üzerinde konuşulamayan hakkında da susmak gerektir. 

Şimdi hep berâber bekleyelim bakalım; nasıl olsa pek birşey kalmadı: 2009 öngörüm nasıl çıkacak! 

Tabiî bu arada, şu iki hususu da eklemeyecek olursam, buraya kadar söylediklerimin hepsi buharlaşır, anlamsızlaşır: 

1- Çok kuvvetle muhtemelen, Cumhuriyet’in tasfiyesi hissedilmeyecektir başlangıçta; Türkler hâlâ bir devletleri olduğunu düşünecek ve bugünlerde 
çok sıklıkla propaganda edildiği gibi, “daha güçlü bir Türkiye” yaratıldığını sanacaklardır; tâ ki iş işten geçinceye kadar! 

2- Tasfiye, ilk önce ve esas olarak, Türkiye’nin tapusunun Türklerden alınıp O’na ortak yaratmakla başlayacak ve süreç bu çizgi üzerinde ilerleyecektir. 
Yâni, Türkler’in kısmen dahi olsa devredilemez, paylaşılamaz, ferâgat ve fedâkârlıkta bulunulamaz ve mutlak sûrette tekellerinde tutmaları gereken hükümranlık haklarını Kürtler ile paylaşmaya rızâ göstererek ülkelerinin iki “halk”tan -“siyâsî halk”, diğer adıyla “millî (ulusal) topluluk” - oluşan bir ülke olduğunu -şimdilik “iki halk” tabiî ve yine şimdilik tam da açıkça böyle değil yine tabiî tescil ettiklerinde, bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin sonu demek olacaktır. Tabiî, aynı zamanda, Türklerin milletin olma vasfını kaybedişlerinin de başlangıcı… 

“Lümpen Modernleşme”den 

“Lümpen Batılılaşma”ya 

2023- Söylediğiniz şeylerin her birinin detaylandırılması icap ediyor. En vurucu olarak söylediğiniz Türkiye’nin tasfiyesi meselesini ilerleyen sorularda açmak kaydıyla şimdilik bir kenara bırakarak, Türk modernleşmesine geçmek istiyorum. Yaşadığımız sorunların bekli de temelinde bu yatıyor. Türk modernleşmesi nedir? 

D. Hocaoğlu- Çok konuşulan, üzerinde çok nefes ve mürekkep tüketilen bir konu bu… Biliyorsunuz ve münakaşalar da hemen ekseriyetle, Türk modernleşmesi nin başarısı üzerinde yoğunlaşıyor. Benim bu fikre kategorik olarak itirazım var: Türk modernleşmesi diye bir şey haddi zâtında hiç olmadı. 

Bu sebebe binâen Türk modernleşmesi üzerine konuşmak, olmayan birşey üzerine konuşmaktır. Bizdeki modrenleşme, bir “modernleşme kopyası”dır, bir “sanki-modernleşme”dir, daha açıkçası, bir “lümpen modernleşme”dir. Benim ülkemde, modernleşmeden bahseden insanların ezici çoğunluğunun modernleş me teorilerinden ve modernitenin ne olduğundan habersiz olduğunu görmektey im, maalesef. Moderniteden bahseden bir insanın Batı Ortaçağı’nı, Rönesans’ı, Rönesans’tan çıkışı, 1600 ilâ 1625 arasındaki -sonradan verilen ad ile- “İsimsiz Çağ”ı (Non-named Age), büyük beyinlerin gelişini, bilginin kudrete tahvili -“Scientia Potesta Est”- ve bu vâsıta ile tabiata hükmetme fikrini yaratan Francis Bacon’ı ve René Descartes’ı, bu arada modernitenin nasıl temellen dirildiğini Bacon ve Descartes’in felsefelerinin derinliklerine kadar kendi metinlerine inerek okumaları ama modern bir nazarla okumaları gerekir. Sonra Aydınlanma ve Siyasî Devrimler çağı var, Endüstri Devrimi var; bunlara vâkıf olmadan insanların laiklik ve modernleşme üzerine nasıl konuşabildiklerini hayretle karşılıyorum. Bu meselenin köklerine kadar inip kavrayan Mümtaz Turhan’ın, Sabri Faik Ülgener’in sesini kim işitti? 

Bu, “ modernleşme ” değil, “Batılılaşma”; modernleşmesi lümpen olunca, tabiî, Batılılaşması da lümpen oluyor: “Lümpen Batılılaşma”. Nasıl bir modernleşmedir ki bu, 250 senedir -bu kadar tarihi var, çünkü, kökleri Lâle Devri’ne kadar gider- hâlâ sınâîleşemedik ve hâlâ üretemiyoruz; üretemiyoruz, çünkü düşünmedik. 
İmdi, zihinde olmayan fiilde yoktur; tıpkı Gazzâlî’nin, “imkânda olmayan oluşta olmaz” prensibi gibi, zihinde olmayan da fiilde olmaz. İmdi bunları anlamayan insanlar “piyasa”da, “ben aydınım” diye konuşuyorlar ve böylece de, “aydın” kelimesini de “kelime kirlenmesi”ne mâruz bırakıyorlar. 

“Aydın”, onun için kirli bir kelimedir, ben, şahsen, bu sebeple, daha az kirlenmiş ve Ülgener’in de belirttiği gibi, daha felsefî olan “entellektüel”i tercih ediyorum. 

İmdi, Türk modernleşmesi deyince üç şey anlaşılır: Bir; Batı’nın hayat tarzının sathî bir kopyası; buna şimdilerde bir de ad takıldı, tam bir sokak ağzı terimine dönüşerek kirlenmiş bir terim: “Yaşam kalitesi”. Bunun kadar tüylerimi diken diken eden terim pek azdır; çünkü, sığ. Batı’nın hayat tarzının sathî kopyası da iki unsuru öngörür: “Kültürün Sert Unsurları”nın değiştirilmesi -tabiatiyle, gerekirse cebren -. Charles Bartlett’ın bu terimi iki kısımdan oluşur: Saç-sakal, yâni kuaför ve kılık-kıyafet, yâni gardrop. Bunları hallettiniz mi, işin önemli bir kısmı bitiyor, modern olmanın önündeki en büyük engellerden birisi aşılmış oluyor. Hâlbuki Margaret Mead’ın dediği gibi, bir yamyam okuma yazma öğrendiği zaman sâdece okuma yazma bilen bir yamyam olur, başka bir şey değil. Evet, birincisi gündelik hayat tarzıdır dediydik, ikincisi de “üst-yapı kurumları”; yâni, hukuk sistemi, dindevlet ilişkileri vb. Mütemmim cüz, estetiktir, mîmâridir vs. 

Türk müziğini terkedip Boğaz’daki gemilere koca koca hoparlörler yerleştirilerek ve meselâ Ravel’in Bolero’sunu sırf “kulaklar alışsın” diye çalınırsa meselenin 
halli istikâmetinde önemli bir mesafe kat’ edilmiş olunacak!. Ve bugün gelinen nokta nedir? Türkiye bugün 200-250 yıllık Batılılaşma ya da lümpen modern leşme macerasının sonunda kendi bulunduğu coğrafyadaki politikada müessir olamayan, hattâ kendi içinde kendi politikasını bile kendisi belirleyemeyen, Batı dünyasının vasıfsız bir ‘sözde’ partneri olmuştur ve bu sürecin yukarıda bahsettiğimiz şekilde noktalanması da teknik mânâda bir devlet vasfının kaybedilmesi demek olacaktır. 

Teknik mânâda sahici bir devletin evsafı, yukarıda “millet”ten bahsederken söylediğimiz gibi, şunlardır -Aristoteles ve Jean Boudin’i birleştirerek 
söylüyorum -: Hürriyet, istiklâl, kendine yeterlilik ve egemenlik,  daha sahih terimi ile hükümranlık. En önemlisi de hükümranlıktır; o yoksa diğerleri 
zâten yoktur. Hükümranlık, Léon Duguit’nin isabetli tanımında belirtildiği veçhiyle, “irâde”dir; bir siyasî toplumun, başka hiçbir toplumla asla ve 
kat’a, kendi iradesiyle, kısmen ve tamamen de olsa, bölüşmesi, paylaşması, vazgeçmesi, devir ve temlik etmesi, ferâgat ve fedakârlıkta bulunması 
söz konusu olmayan var oluş irâdesi. Eğer bir toplum kendi hükümranlığını, kendi içinde -bugünkü hükümetin “Kürt Açılımı”nda yapmaya çalıştığı gibi- yerel feodalliklerle, kendi dışında da -AB gibi- “daha üst bir irâde” ile paylaşmaya, devretmeye ve ilââhir... rıza gösteriyorsa bu toplum “millet” olma statüsünden düşer. İşte Türkler tam da bu kritik çizginin üstünde durmaktadırlar. Mükerreren: Böyle bir millet, artık sâhici bir “millet” ve böyle bir devlet de artık sâhici bir devlet değildir. 

Modernleşmemizin geldiği nokta, işte budur. 

Türk Milleti “Hâleti Nez”e mi Düştü? 

2023- Aslında çok umut kırıcı ama belki de eğmeden bükmeden gerçeğin tâ kendisini söylüyorsunuz. Türkiye ne yaptı da buraya geldi aşağı yukarı 
biliniyor, ama ne yapılarak buradan çıkılacağına dair dört başı mamur söylenen bir şeyler pek de yok. Siz ne söylüyorsunuz? 

D. Hocaoğlu- Aziz Ragıp bey, sevgili dostum. İlkin, yukarıdakileri anlatan birisinin, esasen, Türkiye’nin ne yapıp da buraya geldiğini pek de öyle 
herkesin “aşağı yukarı” bildiğine katılmayacağını kabul ederseniz sanırım. 

İkincisine gelince: Doğrusu Haldûn’u okumayan bir kişinin -ki İslam dünyasının hâlâ “yaşayan”, küresel çaptaki son büyük beynidir, ama hâlâ tam olarak anlaşılmış da değildir- bu sorulara sıhhatli bir şekilde cevap vermesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Haldûn’u okuduğunuzda şunu görüyorsunuz: Bir cemiyet çözülme sürecine girmişse onu artık kimse kurtaramaz; burada asıl mesele, Türklerin böyle bir çözülme sürecine girip girmediklerinin sarahatle tesbit edilmesidir. 

Bir müddetten beri zihnimde bir şarkının tek bir mısrâı var: “Hâleti nez’e düştüm gel yetiş imdâdıma”. ‘Hâleti nez’, insanın ölüme yüzünün döndüğü ve artık dünya ile bağını kopardığı noktadır; vâkıa hâlâ fizikî varlığı devam etmektedir, kalbi hâlâ atıyordur, ama yüz dönmüştür, sesleri algılayamaz veya yanlış algılar, gözleri görmez veya yanlış görür: Atatürk’ün ölümünden önceki, saat 9’u beş geçeden birkaç dakika kadar önceki hâldir bu; ateşini ölçmek için ağzına termometreyi koyacaktır doktor, “Atam ağzınızı açar mısınız lûtfen, dilinizi çıkartır mısınız” diyor, ama Atatürk tam tersini yapıyor, dilini içeri çekiyor. 

Doktor ürperiyor. Ve âniden Paşa başını sağ tarafa çeviriyor ve şöyle diyor: “Vealeykümesselâm”. İşte bu son sözüdür. “Hâleti nez”deydi O… Bu hâlde insanlar bir nevi katalepsi formuna girerler, yâni belki vücutlarını bıçakla kesseniz acı bile duymayabilirler. 

Türkler şu anda bir nevi bu hâlde bulunuyor; etraflarında olup-bitenleri idrâk edemiyorlar, gözlerinin önünde oynanan pandomimi anlayamıyorlar; hükümranlıkları ellerinden alınıyor, ama onlar bunun farkında değiller. 

Bin yıldır efendi olduğu topraklarda düşüyorlar, “ Sukût ” hâlindeler, ama birşey hissetmiyorlar, bu topraklarda bir düşenin bir daha kalkamayacağından 
haberleri yok, anlatmak isteyeni dinlemiyorlar. 

Türkiye’nin Kahramana İhtiyacı Var! 

2023- Bu hâlden çıkılmaz mı? 

D. Hocaoğlu- Bu derin krizden çıkmak öyle kolay değil; tabiîdir ki, çıkılır, kader dediğimiz şeyin bir de tarihî olanı var: “Tarihî Kader” (fatum historicum); tarih felsefesinin en baş belâsı kavramlarından. İmdi, yukarıda Haldûn’dan bahsetmiş tik; Haldûn, çöküşün sonuna kadar gidip son noktayı koymasını bir kader olarak görür, ne var ki, “evet, kader vardır, ama mevsuf ve müsemmâ mıdır” derseniz, ben de birçokları gibi “hayır” derim. Öyle olsaydı bu cihan basit bir makina olur ve hesap da olmazdı. Kaldı ki, nasıl ki “kader” diye birşey varsa “müstahil” diye birşey de var; müstahil, yâni olması mümkün olmayan, ama bu, kategorik bir imkânsızlık değildir, olması istenenin olmasına mâni’ olan birşeyler vardır, onlar bertaraf edilebilirse olması istenen ol(uşturul)abilir. 

Bu da birçok şarta bağlıdır ve bunların da en başında geleni, bu kadar sıra-dışı derin bir kriz bahse mevzû olduğunda, “sıra-dışı lider”dir. Yâni Hegel ve Carlyle’ın târif ettiği “kahraman”dan söz ediyorum. Yâni, en derin krizlerden bile çıkma ihtimâli vardır, belki her zaman değil ama, vardır, ancak ne var ki, bu azametli iş, sıradan parti genel başkanlarının harcı değildir; bunun için “kahraman” gerektir. Victor Hugo, Sefiller’de, Hegel’in de, Carlyle’ın da ideal kahraman tipine örnek olarak verdiği Napolyon’u, romanın kahramanı Marus’un gözüyle şöyle tanımlar: “O, bütün insanları, Fransa’dan söz açtıkları zaman, ‘Büyük Millet’ dedirtmeğe zorlamış olan insandı. Daha fazlasını da yapmıştı. Fransa âdeta onun etine kemiğine bürünüp ortaya çıkmıştı./…/ Marius, Napolyon’da, sınırlara dikilip geleceği koruyacak olan ışıklı hayaleti görüyordu, Hem zorba hem diktatördü. Bir cumhuriyetten doğuyor ve bir devrimi özetliyordu. Napolyon onun için, Îsâ’nın insantanrı olması gibi, insanhalk’tı.” Yâni, kahraman, herşey bitmiş diyen, psikolojisi darmadağın olmuş bir toplumu bir terminatöre dönüştürebilen, ölüleri bile diriltebilen kişidir. 

Yine Hugo, aynı eserde, “ Her Fransız’ın Göğsünde bir volkan yatar ” der; evet, böyle der, ama o volkanı indifâ ettirmek için bir Napolyon gerektir. 

İşte, kahraman budur ve bugün Türklerin tek ihtiyâcı budur; değil ki bugünün içinden geleceğe açılan kapıları görmek, önünü bile göremeyen mız mız, Uyuşuk, Parti genel başkanları değil. Türklerin vazıyeti de aynen böyle: Merlin’in Arthur’a dediği gibi, “Britanya’nın herşeyi var, ama kralı yok” demesi gibi, Türklerin de herşeyi var, sâdece kahramanları yok. Mükerreren ve vurgu ile söylüyorum: Böylesine sıra üstü bir muvaffakıyet, sıradan insanların harcı değildir. Cemiyetler bu gibi fevkalâde hâllerde ancak fevkalâde liderlerin ortaya çıkmasıyla felâha erebilirler, tabiî, iş işten geçmeden olmak kayıt ve şartıyla. Aksi hâlde, Haldûn’un öngörüsü tutar ve şehirdeki kurtlar yaşlanıp da gevşeyince surların dışından gelen genç ve yırtıcı kurtlar şehre girerek onları yer. 

Demokrasiler Büyük Kriz Zamanlarında Yetersiz Kalır! 

Ayrıca, bu kadar azametli bir iş, bu muazzam kıyam, bilinen demokrasi şekilleri ile de pek uyuşmayabilir; çünkü, bu, bir toplumun, Mülk’ün tapusunu elinden almak üzere kendisine meydan okuyan bir başka toplum karşısında herşeyi ve sonuna kadar göze alması ile kabildir ki Leslie Lipson’un da dikkat çektiği gibi, burada demokrasi iş yap(a)maz. Çünkü demokrasi asla savaş rejimi değildir, hiç olmamıştır, hiç de olamaz. Kara harp doktrininin kurucusu Mackinder “Demokratik İdealler ve Gerçek” (Democratic Ideals and Reality) isimli eserinde, demokrasinin muhakkak ki iyi bir rejim olduğunu ama bir kusuru bulunduğunu, büyük krizlerden çıkışta problemler yarattığını söylemektedir. Demokrasi, evet, en iyi rejim -Churchill’in tanımıyla “en iyi ikinci rejim”, birincisi meçhul- amma, benim ülkemin parçalanmasını önleyemiyor ve hattâ ona yol açıyorsa, bu, kötülük demektir; olan bu! Nitekim, şu anda Türkiye demokratik sistem içinde parçalanıyor; şu hâlde, ya demokrasinin özünde bir problem var, yahut da işleyişinde. İmdi, demokrasi bir gaye değil sâdece bir vâsıta olduğuna binâen, eğer ki benim ülkemin parçalanmasını önleyemiyor ise o zaman onun bizzat kendisi olarak iyi olup olmadığını bile tartışırım; çünki milletimin hükümranlığı ve vatanımın bütünlüğünün yanında başka hiçbir şeyin bizâti hî ehemmiyeti kalabilemez. 

Bu noktada, memleketimin idarecilerinin böyle bir vebal altına girdikleri takdirde bugün olmazsa yarın, bilinemeyecek bir uzak gelecekte dahi olsa, dirileri olmazsa ölüleri dahi olsa, mutlaka, kabirlerinden kaldırılıp sanık sandalyesine oturtulacaklarını, tarihe tel’în edilmiş kara birer leke olarak kaydolacaklarını hesap ederek hareket etmekleri lâzım gelmektedir. Unutulmamalıdır ki, bu belgeler yıllarca sonra da okunacak; unutulmamalıdır ki hiçbir beşer iktidarı kendisini ilelebed koruyamaz; önüne gelen herşeyi öğütüp toz eden zaman geçtikçe onlar da toz olacaklar ve gerçekler, suyun altındaki cesetlerin suyun üstüne çıkması gibi su üstüne çıkacaklardır. Unutulmamalıdır ki, sokaktaki fâniler firavunlarla göz göze gelemezdi, gelirlerse gözleri oyulurdu; çünkü firavun yaşayan ilahtı. Ramses de böyle idi tabiî; ama şimdi mumyalanmış cesedini Kahire Müzesi’nde, ödenen üç kuruşluk bir ücretle “ Reâyâ ” sınıfı tarafından seyredilebiliyor. Shakespaer’in Hamlet’de Büyük Sezar için dediği gibi: “Büyük Sezar öldü, çamura inkılâb etti. O çamur bugün cenup rüzgârlarına karşı bir duvarın deliğini kapatıyor. Vaktiyle cihânı titreten bir kahraman, bugün âdî bir duvarı rüzgâra ve kara karşı koruyor.” Tarihe bir, Ebû Bekr E’s-Sıddîk gibi, bir Sokrates gibi kaydolmak var ve bir de Kâbe’yi yıkmağa gelen Ebrehe gibi, Sokrates’i ihbar eden Anitos, Menos ve Lykon gibi kaydolmak… 

Hâsılı, şu şartlar altında, bu topraklarda geleceğimizi görmüyorum. Fikrimce, bu bâdireden çıkışın bir ve yalnız bir adet yolu var, sıra dışı bir lider; yâni Kahraman! Çünki, iş, normal yollardan kotarılamayacak bir raddeye gelip dayandı ve yine çünki, bir Türk atasözünde dendiği gibi, kılıç çeken kılıçla düşer; ancak, ne yazık ki, kılıç çeken kılıçla düşürülemedi ve düşürülemediği için de şimdi masaya oturuluyor. Daha sarîh ifâdesiyle, Türkiye, Türkler’in kontrolünden çıkmış bulunmaktadır. 

Yapılacak Şey: 
Herşeyi Göze Almak! 

2023- Şimdi durum böyle iken olumlu bir netice alabilmek için size göre neler yapılabilir? 

D. Hocaoğlu- Bu hususta benim söyleyebileceğim şey şudur: Bir milletin, bir başka topluluğun meydan okumasına mâruz kaldığında, varlığını ve 
hükümranlığını korumak için son raddede yapacağı sâdece ve sâdece bir tek şey bulunmaktadır: Herşeyi göze almak! Tabiatiyle burada “herşey” ile 
kastettiğim, hiçbir noksanı olmadan, “kelimenin tam ve mutlak anlamıyla her şey” demektir. Çünkü bu gibi karşılaşmalar esas itibariyle bir iradeler 
savaşıdır; tabiatiyle, herşeyi göze almak tek başına muzafferiyetin teminatı olamayacağı şerhini düşmek gerekir, amma, ilk ve en önemli şart budur 
ve buna binâen, bahsettiğimiz şerhi de göz önünde tutarak diyebiliriz ki, herşeyi göze alanlar kazanır, alamayanlar kaybeder. Fakat burada esas problem, kendi milletine önayak olup onu sürükleyecek, Îsâ Nebî’nin ölüleri diriltmesi gibi, ölülere bile ruh verecek ve milletine herşeyi göze aldırtabilecek, sıradan insanların göğüslerinde potansiyel olarak mevcut bulunan volkanı bir Krakatoa gibi indifâ ettirebilecek karizmatik bir lider, yâni bir “kahraman” ın ortaya çıkmasıdır. 

Bu noktada işbu “herşeyi göze alma” konusuna biraz daha yakından eğilmekte fayda görüyorum: Günümüzde birçok Kürt sözcüsü, Kürtlerin bir “millî (ulusal) topluluk” teşkil ettiğini dile getirmektedirler; bu tanımın ciddîyet derecesini kategorik olarak tartışmak bir yana, prensip olarak doğru kabul edilse dahi, Türkiye’deki bütün Kürt vatandaşların bu tanımın içine girip-girmediğinin henüz meçhul olduğunu, hattâ Türkler ile çok yakın ünsiyet peydâ etmiş, sıhrî bağlar kurmuş yüzbinlerce Kürt de bulunduğunu nazarı îtibâre alacak olursak, bunun aşırı derecede abartılı bir iddia olduğunu da söyleyebiliriz. Lâkin, asıl belirleyici olan bu “bir şekilde” entegre olmuş Kürtler değil, Kürt hareketinin motor gücünü oluşturan kitledir ve gerginlikler limitlerine doğru yaklaştıkça sayıları bir buçuk milyonu bulan veya, bulduğu söylenen bu Kürt-Türk karması evliliklerden oluşmuş âilelerin oluşturduğu bağlayıcı çimentonun gücü etkisizleşir ve hattâ zaman içinde büyük bir kısmı “öteki taraf”a doğru da kayar ki işte, bu, bütün 
muslihâne hâl çârelerinin tükeneyaz olmağa yüz tuttuğu, herşeyi göze almanın başlaması gereken uç noktadır ve burada demokrasi hiçbir işe yaramaz. 

Evet, demokrasi bu konjonktürde hiçbir işe yaramaz; çünki, demokrasi, târifi mûcibince, kendi içinde bütünleşmiş, bir bütün olarak aynı geçmişi, aynı mitleri, aynı gurur, aynı sevinç, aynı kederleri paylaşmakta olduğu kadar, daha da fazlası olarak, aynı gelecek tasavvurunu da paylaşan ve aynı toprağı aynı vatan anlamında idrâk eden, bir ve yalnız bir adet “demos”un kendi kendisini sevk ve idâresi demektir. Kezâ, millî (ulusal) topluluk da, yine târifi mûcibince, kendi kaderini tayin hakkını (self determination right) mâlik, kendi içinde bütünleşmiş bir siyâsî topluluktur. Bu vaziyet tahtında Kürtler bir millî (ulusal) topluluk ise, bir başka millî topluluk olan Türkler ile kendi içinde bütünleşmiş, bir bütün olarak aynı geçmişi, aynı mitleri, aynı gurur, aynı sevinç, aynı kederleri olduğu kadar, aynı toprağı aynı vatan anlamında idrâk etmesi ve daha da fazlası olarak, aynı gelecek tasavvurunu da paylaşması bahse konu olmayan, her birisinin miti, gururu, sevinci, tasası ve hepsinden mühimi, aynı toprağı aynı şekilde anlamlandırılmış aynı vatan olarak telâkkî etmeyen ve bir başkasıyla paylaşması mümkün olmayıp münhasıran kendisine âit, müstakil bir gelecek tasavvuru bulunan ve bu bakımdan siyaseten yolları kesişen iki ayrı “demos” -yâni iki farklı irâde sâhibi olan siyâsî topluluk- demektir ki, hayır. Bu şekildeki, iki ayrı demos kabul edildiğinde iki ayrı “krasos” (devlet) da kabul edilmelidir ve bu ise, iki, ayrı “demos”un kendi “krasos”larının tecellîgâhı olacak kendi parlamentolarını belirlemesi ve belirlenecek olan o parlamentoların teşkil edeceği hükûmetlerin bir masa başında “eşit üyeler” olarak müzâkere ye başlamaları demektir ki, bunun artık bir demokrasi problemi olmadığının kabul edilmesi, zira, böyle bir kabulün, zaten bölünmüş bölünük (torn) değil fiilen bölünmüş (divided) veya parçalanmış (fragmented)- bir Türkiye’yi zihnen meşrulaştırmak demek olduğu da her hâlde ayrıca izaha değmeyecek kadar âşikâr olsa gerektir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder