5 Ocak 2017 Perşembe

1979 MUHTIRA / MEKTUP HAZIRLANIYOR…




1979  MUHTIRA / MEKTUP HAZIRLANIYOR…



1979 yılı Muhtırası

Çare’yi ordu bulacaktı: önce muhtıra, arkasından darbe!


 1979 yılı muhtırası

Yıl 1979 Aralık ayının son günleri. Türkiye  darbenin arifesi olan bir muhtıra ile karşı karşıyaydı.
İsterseniz,canınız sıkılmazsa, Ogünleri yaşayan birinin kaleminden okumak isterseniz; buyurun, benim “ Balans Ayarları/Cumhuriyet Döneminde Askeri Muhtıralar adlı kitabımdan okuyunuz. (*)

Muhtıra arafesindeki 1979 yılına gidelim.

 Hayat pahalılığının altında ezilen halk yığınları 1979 yılının ilk günü, çektikleri yetmiyormuş gibi “zamlara merhaba” demek zorunda kaldılar…
 Yılın ikinci günü ise, sağ partilerin oklarına hedef olan emekli hava generali İrfan Özaydınlı içişleri bakanlığından istifa etti.Yerine polis eski şeflerinden Orhan Eyüpoğlu getirildi.10 gün sonra da adı ileride bir film yıldızı ile dedikodulara karışacak olan Hasan Fehmi Güneş getirildi. 15 gün içinde üç işleri bakanı gören Türkiye’de anarşi ve terörü önlemenin imkanı varmıydı?
 AP, hükümeti/CHP iktidardadır/ devirmek için “Kahramanmaraş olaylarını” gerekçe göstererek gensoru önergesi verdi fakat meclis bu gensoruyu sanki böyle bir olay olmamış gibi vurdum duymazlıkla reddetti.
 Terör, enflasyon ve istikrarsızlık ile boğuşan hiçbir hükümet başarılı olamıyordu… Adeta zoraki ayakta durabiliyordu !...
 Bu üç sorun Türk insanının kaderi olmuştu: yıllarca terör ve anarşi ile iç içe olacak ve alışacaktı…
 Eskiden “uç kutup” diye adlandırılan, değişik görüşteki militanlar arasında çıkan çatışma olarak görülen terör; zamanla devletin güvenlik güçlerini hedef seçerken; bununla yetinmedi: giderek hedef tesbiti yapılmadan halk yığınlarının üzerine de yöneldi. Bu terör örgütlerinin “bireysel terör” den, “kitlesel terör” stratejisine dönüşümüydü? Kurtarılmış mahallelerin yerini, kurtarılmış kentler aldı. Özelikle MHP, CHP ve AP’li siyasileri hedef alan öldürme olayları tepelerden, il ve ilçe bazındaki parti yöneticilerine inmeye başladı: Akpazar’ın CHP’li belediye başkanı Fikri Üstündağ, MHP Manisa il başkanı eczacı Cemil Çöllü, İstanbul’un eski polis şeflerinden Ilgaz Aykutlu, Adıyaman MHP il başkanı, Kars AP il başkanı,Uşak MHP il başkanı, Adana emniyet müdürü Cevat Yurdakul, Siyasal Bilgiler Fakültesi dekanı Ümit Doğanay, gazetecilerden Abdi İpekçi ve İlhan E.Darendelioğlu, prof.C.O. Tütengil teröre kurban gittiler.. .İdeolojik bazlarda sivri uç olmayan, bilakis denge adamı olarak kabul edilen Abdi İpekçi’nin öldürülmesi Türkiyede fırtınalar kopardı. Sol kesim adres olarak MHP ve ülkücüleri gösterdi. İpekçi’nin katili olarak yakalanan M.Ali Ağca “İpekçiyi düzeni savunduğu için öldürdüm.” diyordu. Sol basın tarafından, Ağca’nın ülkücü kesim ile ilişkileri sergileniyordu… Bu tür cinayetler sağ ve sol partiler ile derneklerin, örgütler’in “öc alma” duygularını alevlendiriyor; bir cinayetin ardından hemen misilleme yapılıyor, daha çok kan dökülüyordu… Gazeteler adeta tiraj raporu verir gibi terör raporu yayınlıyorlardı… Güneydoğu bölgesinde sol örgütlerin yanı sıra “apo’cular/ daha sonra PKK’lı diye anılacak” bir terör örgütü de cinayetleriyle varlığını duyurmaya başladı. Bunların hedef kitlesi daha çok güvenlik güçleri elemanlarıydı. Türkiye’nin doğusunda ve güneydoğusunda “bağımsız bir kürdistan” savaşımı için “kürt milliyetçiliği” tez’i ile ortaya çıkmışlardı. Apo’cuların lideri Abdullah Öcalan/Apo’nun; eski bir Mit mensubunun damadı olduğu, devlet tarafından burs ile okutulmuş eski  solcu görüşlü bir öğrenci olduğu ortaya çıkıyordu.

 Bazı il ve ilçelerde karanlığının basmasıyla birlikte sokaklar boşalıyor ve insanlar tanımadıklarına evlerinin kapılarını açmıyorlardı.

 Ermeni terör örgütü ASALA’da temsilciliklerimize karşı eylemlerini sürdürüyor, elçilik mensuplarını öldürmeye devam ediyorlardı…
 Ticaret dünyamız bitkisel hayata girmişti: akaryakıt yokluğu yıllar öncesini hatırlatırcasına karne ile verilmeye başlanmıştı. Çiftçiler traktörleri ile şehirlerarası yolları kesiyor, şehirlerarası ulaşımlar da mazot ve benzin yokluğundan yapılamıyordu “ezeli ve ebedi düşman” diye adlandırılan Yunanlılardan bile petrol istenmiş; “yok!” cevabı alınmıştı. İlaç ve gerekli malzeme yokluğundan hastaneler ameliyat yapamıyorlardı… İlaç, yağ, petrol, ampul ve yedek parçalar karaborsaya düşmüştü… Gazeteler; havalanlarında pist lambasının ampulü bulunamadığı için uçakların Yeşilköy ve diğer havalanlarına iniş-kalkış yapmadığını yazıyorlardı !...
 Ecevit’in bir günde bağımsız yaparak hükümet kurduğu bakanlardan altısı hükümete bir uyarı mektubu vererek “hükümetin aşırı uçlara aman vermemesini ve teröre acil çözümler getirmesini” istediler. Sanki kendileri başka bir hükümetin üyesiymiş veya muhalefet partisi temsilcileriymiş gibi!...
 Gelen fırtınayı ürkerek seyreden cumhurbaşkanı Fahri Korutürk “kendisine güven duyulmadığı inancını hissettiği”ni belirterek güvenoylaması istedi. Korutürk’ün bu talebi bir hassasiyetten mi kaynaklanıyordu, yoksa ayak sesleri duyulan bir darbeye muhatap olacak bir cumhurbaşkanı olmak mı istemiyormuydu ? İkisi de olabilir: AP lideri Demirel’in “Çankaya/ cumhurbaşkanını kastediyor/ tarafsızlığını yitirmiştir.” Sözü, biraz da askerleri tanıma  deneyi ve içgüdüyle bu davranış içine girmiş olabilir…
 Cumhurbaşkanı Korutürk istifa etmedi ama hükümette çatırdılar başladı: önce bir “uçkur” meselesinden dolayı içişleri bakanı H.Fehmi Güneş, 16 Ekim de de başbakan Ecevit istifa ettiler.
 Tahtaravallinin öteki ucu havaya kalkarken Demirel’in fötör’ü yekseliyordu. Diğer uçta oturan Ecevit’in altındaki koltuk da yere yapıştı: başbakanlık  Demirel’e verildi
 Demirel, MSP ve MHP’nin dışarıdan desteğini alarak 12 Kasım günü hükümetini kurdu.


 ***

 Terör örgütleri yeni bir alan daha keşfetmişlerdi: sömürü düzeninin kasası olarak kabul ettikleri bankaları soymaya başladılar: Öyle ya, bankaları; kan emen kapitalistler soyacağına/ daha o zamanlar banka sahipleri bankalarını soymaya başlamamışlardı/, bu düzene karşı olan sol örgütlerdevrim için soymalıydı… Adam kaçırmalar, öldürmeler ve bombalamalar alabildiğine hızlandı… Ege bölgesinin birçok yerinde başlayan orman yangınları da organize bir hareketin damgasını taşıyordu; Eylül ayı geldiğinde; tamı tamına 120 yerde orman yangını çıkmıştı. Ekim ayında da Kuşadasında 600 dekarlık orman kül oldu. Bu arada Atatürk’ün yat olarak kullandığı Savarona okul gemisiİzmirde Tariş iplik fabrikası da bu yangınlardan nasiplerini aldılar. Hatay’da bir ailenin sekiz ferdi üzerlerine benzin dökülerek yakıldılar; bunların fotğrafları gazetelerde yayınlandığında, cinnet geçiren bir toplumun ürünleri hüzünle seyrediliyordu…
 Kim tarafından mı ?
 Türkiyede yaşayan herkes tarafından!
 Yönetilenler,yönetenler ve askerler tarafından!
   Yılın son günleri geldiğinde Kahramanmaraş olaylarının yıldönümü dolayısıyla TÖB-DER/Solcu Öğretmenlerin kurduğu dernek/ tarafından yurdun her tarafında başlatılan protesto gösterileri ve öğretmen direnişleri yüzünden birçok okullarda derslere girilmiyor, DİSK’in de destek vermesiyle fabrikalar da da kısa bir süreli işi durdurma eylemleri başlatıldı. Öğretmen ve işçi eylemlerine/ gerçi bu iki kesim de sol tandanslıydı/  sol örgütler de katılınca; eylemciler ile güvenlik güçleri arasında meydan savaşları oluyordu… Ankara ve İstanbul’da /askerlere göre / iç savaşın provaları yapılıyordu… İzmir, Bursa, Antalya , Adana… tüm kentler kaynıyordu… Antakya’da fırınlar açılmadığından halk fırınların kapılarını kırarak kendi ekmeklerini kendileri pişirmeye başlamıştı!
 21 Aralık günü Brüksel’den dönen Genelkurmay Başkanı orgeneral Kenan Evren, siyasılerin ve gazetecilerin gözlerinden uzakta, 1 nci ordu komutanlığı karargahında ki bir toplantıya /ayağının tozuyla/ başkanlık etti. Toplantıya kuvvet komutanları,ordu komutanları ve Harb okulu komutanı katıldılar. Evren paşa “tepedeki askerlerin” ne düşündüklerini öğrenmek istiyordu: “yaşanılan bu ortamdan Türkiye’yi nasıl kurtarabiliriz ? ” sorusuna cevap arıyordu…
 Herkes fikrini söyledi:genel düşünce; “…bu safhada 27 Mayıs gibi bir müdahalenin doğru olmayacağı, parlemento’nun, siyasi partilerin ve diğer bütün anayasal kuruluşların birlik ve beraberlik içinde olmaları ve terörün önlenmesi hususunda her kuruluşun üzerine düşen görevi yerine getirmesi için bir uyarıda bulunulmasının uygun olacağı üzerinde hemen hemen fikir birliğine varıldı



MUHTIRA / MEKTUP HAZIRLANIYOR…


Ankaraya dönen Evren paşa , 24 Aralık günü bu kez de kuvvet komutanları, jandarma ve donanma komutanlarını çağırdı: genelkurmayda yapılan toplantıda durum yeniden gözden geçirilerek, hazırlanacak mektup/ muhtıra üzerinde çalışma için start verildi.

 26 Aralık günü de genelkurmay ikinci başkanının da katıldığı bir toplantı daha yapıldı: bu toplantıda hazırlanan mektup/muhtıra müsveddesi üzerinde görüşler alındı. Genelkurmay Başkanı Evren, “mektubun muhatabının mevcut veya muayyen/ belirli bilinen/ partilerin veya kuruluşların olmaması, bütün siyasi partilere, anayasal kuruluşlara hitap etmesi” (7) üzerinde hassasiyet gösteriyordu. Paşa’ya göre “…aşağı yukarı bir aydan fazla bir zamandır iktidarda olan hükümeti sorumlu tutmak elbette mümkün değildi.”
 Son toplantıda muhtıranın/ mektubun radyodan okunmasının da doğru olmayacağını uygun gördüler. Muhatap olarak da Cumhurbaşkanı Korutürk’e verilmesi üzerinde mutabık/ düşünce birliği/ kalındı.
 27 Aralık 1979 sabahı Evren paşa’nın başkanlığında toplanan komutanlar hazırlanan uyarı mektubunu/ muhtırayı imzaladılar. Birbirlerine “hayırlı, uğurlu olsun!” dedikten sonra, herkes rahatladı. Kenan paşa muhtıracı/ mektupçu arkadaşlarına dönerek “bu mektubun bir yarar sağlayacağı inincında değilim Göreceksiniz, hiçbirşey değişmeyecektir. Ama biz bu görevimizi de yerine getirelim ki ileride tarih bizi bu yönden tenkit etmesin!” dedi.  
 Kenan paşa’nın bu sözleri, işin muhtıra ile sınırlı kalmayacağı, arkasından bir darbe’nin/ ihtilalin geleceği fikri’nin kafasına yerleştiği düşüncesini öne çıkarıyor. Kısacası, Paşa kararını vermişti bile.
 Mektubun/muhtıranın Perşembe günleri yapılan “mutad görüşme” çerçevesinde verilmesinin uygun olacağı kabul edildiğinden 27 Aralık Perşembe günü saat 17.00 de Genelkurmay Başkanı Evren elindeki iki mektupla Çankaya köşküne çıktı. Muhtıracılardan başka kimse, genelkurmay başkanının mektubu götürdüğünden haberdar değildi. Kamuoyu bu görüşmenin; cumhurbaşkanı ile yapılan olağan görüşme/mutad görüşme olduğunu sanıyordu.
 Peki, Milli İstihbarat Teşkilatı/ MİT’in bu mektup’dan haberi varmıydı? Belki vardı, belki yoktu; bağlı bulunduğu başbakanına bilgi vermedikten sonra ne fark ederdi ki ?
 İstihbarat birimleri Mit, polis istihbarat, hiçbiri ihtilal veya muhtıra girişimini bugüne kadar başbakana veyahut siyasi iradeye haber vermemiştiki; bugün de haber versinler.
 Verseydi; gidişat değişirmiydi ?
 Demokrat Parti döneminde verilmişti de ne olmuştu? Değişen bir şey olmadığı gibi, bunu ihbar edenin de burnundan fitil fitil getirmişlerdi.
 Demirel’e göre ise “çok şey değişir” miş !...
 Siyasi irade, ordunun ihtilal yapacağına bir türlü inanamamıştı: ta ki, düdük çalınıp, parlamento tatil edilinceye kadar!
 Asker kökenli olmasına rağmen Cumhurbaşkanı Korutürk’ün de muhtıra eline verilinceye kadar, hazırlanışından haberi olamamıştı !

 ***

 Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, Cumhurbaşkanı’nın karşısındaki koltuğa saygılı vaziyette oturdu. Nezaket konuşmalarından, hal hatır sormadan sonra; Cumhurbaşkanı Korutürk “Yurtdışı gezisindeydiniz… yurt içinde de geziyorsunuz, izlenimleriniz nedir ?” diye sorunca, Evren paşa’nın beklediği fırsat doğmuştu: fırsatı kaçırmadı; “sayın cumhurbaşkanım, geçtiğimiz haftalar içinde yurtiçi gezilerimde, ordu komutanlığına kadar her kademedeki subaylarla konuştum: durumdan, ne kadar kaygı duyduklarını söylememe gerek yok! Yaptığımız görüşmeleri hülasa ederek bir mektup kaleme aldık. Size vermeyi uygun bulduk!” diyerek getirdiği mektubu cumhurbaşkanı’na verdi. Verirken de “bu mektubu vermek için çok düşündüğümüzü Türkiyenin ikidebir böyle durumlarla karşılaşmasını hiç arzu etmediğimizi, ancak yurt sathında yaptığım gezilerde, denetlemelerde silahlı kuvvetlerin komuta kademesindekilerin çok rahatsız olduklarını, hatta derhal yönetime el konulmasını düşünenlerinde bulunduğunu, silahlı kuvvetlerdeki subayların da büyük çoğunluğunun tedirgenlik içinde bulunduğunu bildiğimden büyük garnizonlardaki denetlemelerimden veya plan tatbikatlarından sonra subaylara hitab ederek, onlara Türkiyenin içinde bulunduğu durumdan kurtulması için her türlü çaba’nın sarf edildiğini, kendilerinin eğitimleriyle meşgul olmalarını, birlik ve beraberliklerini kaybetmemelerini söylediğimi, çeşitli mektuplar aldığımızı, hatta bunlardan birçoğunun hakaretamiz bir lisanla yazıldığını, 27 Mayıs gibi alttan gelecek bir hareketten çekindiğimizi, Milli Güvenlik Kurulu’nda çekinmeden düşüncelerimizi ve alınması gereken tedbirleri acı acı dile getirdiğimizi, bu mektubu vermeseydik vazifemizi yapmamış olacağımızı, o takdirde daha kötü durumlarla karşılaşmamızın mukadder olduğunu söyledim.” diye anlatıyor o günü Evren paşa ! (
 Sonra ilave eder “ Bu mektubun doğrudan doğruya radyodan okunmasını da düşündük, fakat zat-ı alinize vermeyi daha uygun bulduk. O’nun için size takdim ediyorum.”
 Cumhurbaşkanı şaşkındır, biraz da gayrimemnun!
 İyi ki bana getirdiniz. Eğer radyodan okumuş olsaydınız, ben bu makamı bırakır, giderdim.” dedi. Burukluğunu da belirtmeden geri kalmadı.
 Mektubu okuduktan sonra, takriben bir saat’a yakın baş başa konuştular: neler konuştuklarını bilinmiyor. Kenan Evren’de anılarında bir şeyler yazmamış. Görüşme sonunda Evren paşa kalkarken, Cumhurbaşkanı Korutürk “yarın başbakan ile ana muhalefet partisinin genel başkanını çağırıp görüşeceğim. Kendilerine bu mektubu vereceğim. Zaten yarın saat 11.00 de başbakan mutad haftalık görüşmeye gelecek. Öğlenden sonra da Ecevit’i çağıracağım. Diyalog kurmalarını isteyeceğim.” diyerek mektubun akibeti hakkında da güvence vermek lüzumunu hissetti.
 Genelkurmay başkanı Evren de “esasen bizim düşündüğümüz bu iki partinin / AP ve CHP kastediliyor/ bir araya gelerek koalisyon kurmalarıdır. Diğer bütün koalisyonlar denendi. Hiç birisinden bir netice çıkmadı. Şimdiki hükümetin dışarıdan sağlanacak destekle büyük işler başarmasının mümkün olmadığını, Erbakan’a hiçbir zaman güvenilmeyeceğini, en büyük bu iki partinin bir araya gelemesini bütün aklı başında olanların arzuladığını başka türlü çıkış yolu görmediğimizi, İtalyadaki terör olaylarında sağdaki iktidar partisiyle komünist partinin terörü önleme konusunda işbirliği yaptığını, bizde de pekala, buna benzer bir işbirliğinin yapılabileceğini ifade ettim” diyor, Kenan paşa yine kendi yazdıklarında. “Büyük bir yükten kurtulmuştum. Bu mektubun bir yarar sağlamayacağı ve işlerin düzeleceği inancında değildim. Bu inancımı her zaman kuvvet kumandanı arkadaşlarıma da ifade ettim. Onlar da düşünceme katılırlardı. Zira meclisteki partiler o hale gelmişlerdi ki, en mantıki ve anlaşma sağlanabilecek konularda bile anlaşamayan bu partilerin şimdi bu mektupla anlaşmaları elbette mümkün değildi. Fakat yine de içimde bir ümit yok değildi. Olur ya bir müdahale korkusu ile belki anlaşabilirler diye düşünüyor” du.
 Sayın Cumhurbaşkanım” diye başlıyordu mektup ve 27.12.1979 tarihini taşıyordu, mektubun geri kalan kısmını okumaya başladı cumhurbaşkanı:“ Ülkemizin içinde bulunduğu ortamda devletimizin bekası, milli birliğin sağlanması, halkın mal ve can güvenliği nin temini için; anarşi ve terör ve bölücülüğe karşı parlementer demokratik rejim içerisinde Anayasal kuruluşların ve özellikle siyasi partilerin, Atatürkçü milli bir görüşle müştereken tedbirler ve çareler aramaları kaçınılmaz bir zorunluluk olarak görülmektedir.
 Milli Güvenlik Kurulu’nun muhtelif toplantılarında bu konuda alınan kararların muhalefete mensup siyasi partilerin kısır tutum ve davranışları yüzünden olumlu sonuçlara götürülmediği yüksek malumlarıdır.
 Kuvvet Komutanları ile beraber yaptığım son gezilerimde Ordu ve Kolordu Komutanı seviyesindeki general ve amirallerle görüşmelerimde, milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu dönemde, suretle bir sonuca ulaşmak için gerekli tedbirlerin müştereken tesbiti ile Tüm anayasal kuruluşlar ve siyasi partilerin bir kere uyarılması bütün komutanlarca müştereken dile getirildi.
 Bu karar ışığında Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşlerini, Milli Güvenlik Kurulu Başkanı olarak zat-ı alilerine sunuyorum.
 Gereğini yüksek takdirlerine arzederim.


 Saygılarımla
 Kenan evren
 Orgeneral
 Genel Kurmay Başkanı

 Bu mektuba iliştirilmiş “Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşü” nü aksettiren bir ikinci mektup daha vardı: ikinci mektup ise şöyleydi; “Ülkemizin içinde bulunduğu son derece önemli siyasi, ekonomik ve sosyal ortamda her geçen gün hızını biraz daha artıran anarşi, terör ve bölücülüğe karşı milli birlik ve beraberliğin sağlanabilmesi için, Türk Silahlı Kuvvetleri, ülke yönetiminde etkili ve sorumlu Anayasal kuruluşları ve özellikle siyasi partileri göreve davet etmek mecburiyetinde kalmıştır. Kahraman Maraş olaylarının yıldönümünde, henüz ilk ve orta öğretim çağındaki evlatlarımızın örtülü eylemciler tarafından zorla sürüklendikleri anarşik olaylar ibretle müşahade edilmektedir.

 Anayasamızın getirdiği geniş hürriyetleri kötüye kullanarak, istiklal marşımızın yerine komünist enternasyonali söyleyenlere, şeriat düzeni davetçilerine, demokratik rejim yerine her türlü faşizmi getirmek isteyenlere, anarşiye, yıkıcılığa ve bölücülüğe milletimizin tahammülü kalmamıştır.

 İktidar olan siyasi partilerin bütün devlet kademelerini kendi siyasi görüşleri doğrultusunda hareket edecek kişilerle doldurulması, kamu görevlilerinin ve vatandaşların bölünmesini zorunlu hale getirmektedir. Siyasi partilerce yaratılan bu bölünme giderek anarşi ve bölücülüğü destekleyen iç kaynakların şekillenmesine, himayesine polis, öğretmen ve diğer birçok kuruluşun biribirine düşman kamplara ayrılmasına neden olmaktadır.

 Türk Silahlı Kuvvetleri, ülkemizin siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlarına çözüm getiremeyen, anarşi ve bölücülüğün ülke bütünlüğünü tehdit eden boyutlara varmasını önleyemeyen, bölücü ve yıkıcı gruplara tavizler veren ve kısır çekişmeler nedeni ile uzlaşmaz tutumlarını sürdüren siyasi partileri uyarmaya karar vermiştir.
 Bölgemizdeki gelişmeler Ortadoğu’da her an sıcak bir çatışmaya dönüşebilecek durumdadır. İşte anarşist ve bölücüler yurt sathında genel bir ayaklanmanın provalarını yapmaktadırlar.
 Ülkede birlik ve beraberliğin, vatandaşın can ve mal güvenliğinin süratle sağlanabilmesi için gerekli kısa ve uzun vadeli tedbirlerin yüce meclisimizde en kısa zamanda kararlaştırılması içinde hayati bir önem taşımaktadır.
 Diğer yandan meclislerin açılışından birbuçuk ay sonra komisyonların teşkil edilebilmesi ve ülkenin acilen çözüm bekleyen konularını müzakere için bugüne kadar gündemin saptanamaması üzüntü ile izlenmektedir.
 Atatürk milliyetçiliğinden alınan ilham ve hızla vatandaşlarımızı kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde milli şuur ve ilkeler etrafında toplanmanın, iç barış ve huzurun sağlanmasında temel unsur olduğu apacık bir gerçektir. Ülkenin içinde bulunduğu bu durumdan bir an evvel kurtulması hükümetler kadar siyasi partilerimiz’in de görevleri arasındadır.
 Türk Silahlı Kuvvetleri iç hizmet yasası ve kendisine verilen görev ve sorumluluğun idraki içinde ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin, biran önce milli menfaatlerimizi ön plana alarak, Anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir.


 Kenan Evren                          Nurettin Ersin                              Bülent Ulusu
 Orgeneral                               Orgeneral                                    Oramiral
 Genelkurmay Bşk.                 Kara Kuvvetleri K.                      Deniz Kuvvetleri K.



 Tahsin Şahinkaya                                                    Sedat Celasun
 Orgeneral                                                                 Orgeneral
 Hava Kuvvetleri K                                                    Jandarma Genel K. “


 Cumhurbaşkanı Korutürk mektubu okuduktan sonra “maksatlarını” öğrenmek istedi:
 “ Peki ne yapmayı düşünüyorsunuz ?”
 Kenan paşa düşünmeden cevap verdi: hazırlıklıydı, ama cumhurbaşkanını da ürkütmeden yanlarına almalıydı.
 “ Eğer bunlar doğru yol’u bulamaz iseler, Meclisi feshetmek ve başka bir yolu denemek gerekebilir. Bizim bu uyarıyı yapmaktan başka çaremiz yok! ” Son toplantıdaki ve emekli komutanların verdikleri havayı da yanıstamıyı, söylediklerini güçlendirici bir kanıtı olarak anlatmayı uygun gördü: “… MGK’nın eskileri yumruğunu vurma önerisinde bulundular, Ancak, ben anayasa dışına çıkmam, dedim” diyor.
 Cumhurbaşkanına “demokrat” gözükmeye çalışan Kenan Evren ilk önce kendisi masaya yumruğu vuracak ve düdüğü çaldırtacak, demokrasiyi kesintiye uğratacaktı.

 Peki olayların sorumlusu kimdi ? 
Asker mi ? 
Yoksa bu koşulları yaratanlar mı ? 
Ya da tepkilerini dedikodu kültüründen öteye taşıyan ve  yaşayan   bir toplum mu ?

http://erolmarasli.blogcu.com/1979-yili-muhtirasi/9373315




18 Temmuz 1703 Ayaklanması





18 Temmuz 1703 Ayaklanması



Turhan Feyizoğlu

19.01.2004/
Sayı:48

Hazırlamakta olduğum herhangi bir kitap için binlerce sayfa belge okur, göz atarım. Ayrıca, onlarca dergi, onlarca gazete tarıyorum. Bu belgeleri okur, göz atarken ilgili olduğum konunun dışında da çok değişik konular ister istemez zaman zaman ilgimi çekiyor ve bunları not alıyorum. Dergilerde ve gazelerde yeralan her türlü olay ve konu yeralmaktadır not aldıklarım arasında. Siyasi bir olay, reklam, cinsellik, spor, anketler, edebiyat, sinema v.b.
Birçok dergi ve gazetede gibi TÜRKSOLU dergisi de uzun zamandır benden, kendi yayınlarına yazı yazmamı istiyordu. Yoğun çalışmalarım nedeni ile bunu yapamıyordum.

Kitap haline getirmek istediğim konular zaten kitap olarak yayınlanarak okuyucuya bir anlamda ulaşmakta. Bunun dışında kalan ve ilgimi çekip de not aldığım konu ve olaylar “ Tarihin tozlu sayfalarında ” kalmasın diye düşünerek TÜRKSOLU dergisine yazmaya karar verdim.

Yeni bir konu üzerine çalışmaktayım. Daha sonra kitaplaştıracağım bu konu hakkında en son okuduğum bir kitapta ilginç bir bilgiye rastladım ve not aldım. Ayrıca, günlük gazeteleri ve yayınları takip ederken, bir açıklamanın not ettiğim konu ile paralellik oluşturduğunu gördüm.
Okuduğum kitap ile televizyonda izlediğim haberi özetle aktarıyorum.
NTV’nin 25 Kasım 2003 Salı günü, saat 13.00’de yayınlanan haberinde, Gürcistan eski Cumhurbaşkanı Eduard Şevardnadze, özetle şu açıklamayı yapıyordu:

“ Etrafta ellerinde pankartlarla koşuşturan gençleri önemsemedim. Değerlendirme hatası yaptım. Dolaşır dolaşır giderler diye düşünüyordum. Sonra hükümet darbesi oldu. ”

Muhalefetin, Gürcistan parlamentosunu basması sonucu 27 saat sonra istifa eden Şevardnadze’nin bu açıklamasını duyunca, aklıma Türkiye Cumhuriyeti’nde sağın ünlü politikacılarından Süleyman Demirel geldi.
Herşey aynı anda olmuyorve yaşanmıyor tabii. Bir dönem başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış olan Süleyman Demirel’in sokak gösterileri-eylemleri ile ilgili ilginç tanımlamaları vardır. Bunları biliriz ama bilmeyenler için aktarmak istiyorum. Bir kısmı sırasıyla şöyledir:
1-10 Kasım 1968 tarihleri arasında, Samsun’dan Ankara’ya “Süleyman Demirel Hükümetini Mustafa Kemal Atatürk’e Şikayet” yürüyüşü yapan gençleri kastederek, 8 Kasım 1968’de Başbakan Süleyman Demirel, şu açıklamayı yapıyordu:

Talebeler yürüsün. Sokaklar eskimez. Önemli olan, gösteriler kanunsuz yapıldığı, Saldırı halini aldığı zaman bunu önleme gücünün gösterilmesidir.
12 Mart 1971’de verilen askeri muhtıra ile Süleyman Demirel başbakanlıktan istifa etmek zorunda kalmıştır.

12 Eylül 1980’de yapılan askeri darbe sonrası kurulan Doğru Yol Partisi’nin bir dönem Genel Başkanlığını yapan Süleyman Demirel, 20 Ekim 1990’da yayınlanan açıklamasında sokak hareketleri için şu değerlendirmeyi yapıyordu:
“1876’lı yıllarda Abdülaziz’in tahttan indirilmesine kadar giderek, Talebe-i Ulum hareketleri, daha sonra gençlik hareketi olarak sokağa konulmuştur. Üniversite gençliği olması şart değildir. Bu sokak hareketlerinin arkasından da iktidar değişmiştir.”
9. Cumhurbaşkanı olarak Süleyman Demirel, 3 Temmuz 2000’de yayınlanan açıklamasında da şunları söylüyordu:
“Meydanlar demokrasinin ciğeridir. Meydanlar, idare edilen ile idare edenlerin hesaplaştığı yerlerdir.”
TÜRKSOLU dergisine sunduğum bu ilk yazının konusu Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanmış sokak hareketlerinden bir olaydır.
Tarih: 18. yüzyıl.
Yer: Osmanlı İmparatorluğu’nun bir dönem başkenti olan Edirne.
Olay: Tarihi belgelerde “Edirne Vak’ası” ve “Feyzullah Efendi Vak’ası” olarak yeralmakta, Padişah-Sultan II. Mustafa döneminde geçmektedir.
Padişah II. Mustafa, 1664-1703 yıllarında, yaşamıştır.
Yazıya konu olan şahıs Seyid Feyzullah Efendi, Sultan IV. Mehmet’in çocukları olan şehzâde Ahmet ve Mustafa’nın öğretmenliklerini yaptı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun 22. padişahı II. Mustafa, bu nedenle hocası Seyid Feyzullah Efendi’yi çok sayardı. Bu sevgisinden ve saygısından ötürü onu padişahlığı döneminde Şeyhülislam yapmıştı.

Babası Erzurum müftüsü olan ve büyük bir İslam Hukuku âlimi olan Seyid Feyzullah Efendi, Erzurum’da doğmuştu. Bir çok risâle ve kitabın yazarı idi. Oğullarından en büyüğü önce Nakibül-eşraf, yani emirler başı yahut Peygamber sülalesinden gelenlerin reisi idi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Padişahı II. Mustafa döneminde Şeyhülislamlık yapan Seyid Feyzullah Efendi’nin kayınvâlidesi olan Ummetul Cebbâr da, sarayın tanınmış nüfuzlu vâizi Vâni Efendi’nin eşi ve bilgili bir kadındı.
Şeyhülislam Seyid Feyzullah Efendi, II. Mustafa’nın kendisini çok sevmesi ve koruması nedeniyle devletin her işine karışmış, gücünü ve yetkisini kullanarak hemen bütün akrabalarını devletin en üst kademelerine getirmişti.
Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin elde ettiği bu güç saray içinde iktidar savaşına yol açmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda silahlı kuvvetler içinde cebeci olarak adlandırılan 200 kadar asker, biriken aylıklarını alamadıklarını öne sürerek, 18 Temmuz 1703 tarihinde ayaklandı.

Padişah II. Mustafa da, Şeyhülislam Feyzullah Efendi gibi kızlarından birisini Köprülüzade Numan Efendi ile evlendirmişti. Numan Paşa bir dönem Erzurum’da valilik yapmıştı. Bu arada bir noktayı belirtmek istiyorum. Bir çok olayın bir geçmişi olduğu hiç bir zaman unutulmamalı. Küçük bir ayrıntı olabilir ama bir örnek teşkil ettiği için vurgulamak istyorum. Erzurum’un İspir kazasında “Numan Paşa” isimli bir köy bulunmaktadır ve Numan Paşa’nın burada akrabaları vardır.
Rami Mehmet Paşa’nın kışkırtığı ayaklanma, Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin damadı olan İstanbul Kaymakamı Köprülüzade Abdullah Paşa’nın olayı küçümsemesi ve önemsememesi sonucu gelişti. Yeniçerilerin, ulemanın, İstanbul esnafı ile tüccarının da katılmasıyla tüm kente yayıldı.

İstanbul’daki olaylar sırasında sekbanbaşı Murtaza Ağa öldürüldü. Daha sonra, Orta Cami’de toplanan isyancılar, 21 Temmuz 1703 günü, İmam Mehmet Efendi’yi şeyhülislamlığa, Amcazade Hüseyin Paşa’nın damadı Kavanoz Ahmet Paşa’yı da sadaret kaymakamlığına atadı. İsyancılar, 50 bin kişilik düzenli bir orduyla Edirne’ye hareket etti. İsyan otuzaltı gün devam etti. Sonuçta, Padişah II. Mustafa, tahttan indirildi. Yerine, kardeşi III. Ahmet getirilerek padişah yapıldı.

Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin oğulları, kâhyası ve muhasebe müdürü Magosa’ya, damadı İstanbul kadısı Mahmud, Bursa’ya sürgün edildi.
Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin karşılaştığı ilk ayaklanma değildir bu ayaklanma. 2 Mart 1688 pazar günü akşamı sadrâzam Siyâvuş Paşa aleyhine yeniçeriler isyan etmişler ve bu sırada Rumeli ve Anadolu kazaskerleri ile birlikte sadrâzam sarayında bulunan Şeyhülislam Feyzullah Efendi, sürgün olarak Erzurum’a gönderilmiştir.

Sultan-Padişah II. Mustafa döneminde, 18 Temmuz 1703 tahinde başlayan isyan 22 Ağustos 1703 tarihinde sona ermiştir. İsyanı yapan dönme ve devşirmeler, Şeyhülislam Feyzullah Efendi’yi de yakaladı. Ayaklananlar, Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin ilk önce burnunu, sonra kulaklarını ve en sonra da dudaklarını kesti. Bunlar yapıldıktan sonra, hakaret olsun, aşağılansın diye, Şeyhülislam Seyid Feyzullah Efendi bir eşeğe ters bindirildi, gem yerine eşeğin kuyruğu eline verildi. Bu eziyet ve barbarlık yetmedi. Sokak sokak gezdirildikten sonra Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin ayrıca kolları, bacakları da kırıldı. En sonra da kafası kesildi. Şeyhülislam Feyzullah Efendi, ibret olsun diye bu şekilde Edirne caddelerinde gezdirildi. Bu sırada oğullarından biri de öldürüldü.
Ayaklananların içinde bulunan ve öfkesi dinmeyen bazı dönme ve devşirmeler:
“Bu cesedi Meriç’e atalım” dedi.

Bu sesler üzerine Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin cesedi Meriç’in önemli kollarından biri olan Tunca nehrinin sularına atıldı. Meriç’in suları Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin cesedini sürükledi Ege denizine götürdü.

Tarihte yaşanan olaylar gösteriyor ki, bazı ayaklanma dönemlerinde, ayaklananlar hiç bir toplumsal kuralı tanımıyorlar. Bazen barbarlaşabiliyor ve en korkunç işkence ve zalimlikleri yapabiliyorlar. Dinin temsilcisi olan ve en üst düzeyde sayılan şeyhülislama en korkunç işkence yapılarak öldürülmüş ve dinin en büyük temsilcisi olan halife padişah tahtından indirilerek hapis edilmiştir.
Şeyhülislam Seyid Feyzullah Efendi, bu döneme kadar, Osmanlı İmparatorluğu’nda zorbalıkla öldürülen üçüncü şeyhülislamdır.
Bu olay ayrıca göstermiştir ki, bazı olaylar, sonuçları önceden kestirilemeyen olaylara yol açmaktadır. Örneğin üç ay biriken maaşını alamayan 200 kadar memurun başlattığı hareket, bir iktidarın sonunu getirmiştir.





Sabiha Gökçen ve Ermeni Propagandası



Sabiha Gökçen ve Ermeni Propagandası



Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil kanda mevcuttur.” İstanbul’da, Ermenice ve Türkçe yayın yapan Agos adlı gazetenin genel yayın yönetmeni Hrant Dink, “Diasporalı” yani sürgün kardeşlerine böyle sesleniyor “Ermeni Kimliği Üzerine” başlığıyla yazdığı dizinin son yazısında.

Dizinin diğer yazılarında da benzer ifadeler mevcut. Ancak özellikle Atatürk’ün manevi kızı, ilk Türk kadın pilot Sabiha Gökçen hakkında önceki yazılardan birinde ilginç bir iddia yer alıyor. Sabiha Gökçen kendi deyimleriyle etnik olarak Ermeni kökenden gelmekte imiş! Hürriyet gazesi de bu iddiaya balıklama atlayıp manşetine taşıyınca Ermeni meselesi yeniden gündeme geldi.

Sabiha Gökçen, Ermenistan’dan temizlikçilik yapmak üzere Türkiye’ye gelmiş bulunan Gazalcıyan’ın teyzesiymiş iddiaya göre. Kanıtlarıyla beraber de gelmiş Gazalcıyan!

Yıllar önce de yine aynı iddia bu kez Jamanak adlı bir gazeteci tarafından gündeme getirilmiş, Sabiha Gökçen’in hayatta olması nedeniyle olacak pek kayda değer bulunmamış. Ancak iki yıl önce kaybettiğimiz Gökçen, artık cevap veremeyecek durumda olduğu için şimdi bu iddia üzerinden lobicilik yapılıyor. Ne yazık ki bu lobiye Atatürk’ün manevi kızı da alet ediliyor.

Kabul et kurtul!

Atatürkçü kamuoyunda ve bazı iyi niyetli çevrelerde bu iddianın gerçek olmasının herhangi bir şeyi değiştirmeyeceği yanılgısı var. Hatta gerçek olması halinde bunun Atatürk’ün ve Sabiha Gökçen’in saygınlığından birşey yitirmeyeceği aksine artacağı şeklinde görüşler de mevcut. Türk hoşgörüsünün ve insanlığının en güzel örneği! Atatürk’ün de adının karıştırılmasıyla meşruiyet de tamamlanmış oluyor. Formüle edersek: kabul et kurtul!
Sabiha Gökçen’in Ermeni kökenli olduğunu bir kez kabul ettiniz ya, arkasından şu soru geleceğini bilin: Atatürk Sabiha’yı nereden evlatlık edindi? Bunun da yanıtı belli: yetiştirme yurdundan. Burası işte zurnanın zortladığı yer. Ermeni tehciri sırasında Sabiha da ailesi soykırıma uğradığı için yetiştirme yurdunda bulunuyordu. Atatürk de haline çok üzüldüğü Sabiha’yı hümanist duyguları nedeniyle evlatlık edinmişti! Yani Atatürk’ün soykırımı kabullendiğinin kanıtıdır bu!

Bir başka boyutu da Atatürk’ün yıllarca bu gerçeği halktan gizlediği, hatta soykırım gibi tarihsel gerçekleri unutturmaya çalıştığı saptamasıdır. Yani Atatürk hem gerçekleri çarpıtmış hem de yıllarca halkına yalan söylemiş!
Bazı çevreler tarafından da Sabiha Gökçen’in Boşnak kökenli olduğu ortaya atılarak işin içinden sıyrılmaya çalışıldı. Bunu da geçtik Sabiha Hanım’ın seceresi ortaya serildi. Meseleyi bu zeminde tartışmanın yanlış olduğunu bilmeliyiz her şeyden önce. Türkiye’de ne zaman bu tip bir olay yaşansa arkasında daima emperyalizm vardır. Kanıtı mı, bugün kürtçü hareketin de alevici hareketin de veya etnik öğelerin malzeme yapıldığı tüm ayrılıkçılığın da arkasında AB ve ABD emperyalizmi olduğunu bilmiyor muyuz? Türk milleti gerek mezhepsel, gerek ırkçı fikirlerle birbirine düşürülerek parçalanmak istenmiyor mu?
Zaten bu iddianın en fazla dikkate alındığı ve propagandasının yapıldığı yerlere baktığımızda da AB’ci ve Amerikancı çevreleri buluyoruz. Benzer şekilde bu takımın kalemşörleri de Ermenilerle dostluğumuzdan ve onlara yaptığımız insanlık dışı muamelelerden dem vuruyorlar. Tehcir, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları ve en son ülkücülerin Hrant Dink’i tehdit etmesi kınanıyor. Onlara göre bu iddiaları ortaya atan Ermeni kardeşlerimiz değil de tepki gösterenler kışkırtıyor azınlık düşmanlığını.

Hepimiz Kürt, Alevi, Laz, Çerkez, Ermeni, Süryani vs. kökenden gelmemize rağmen hepimiz üst kimlik olarak Türk kimliğini kabulleniyoruz ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız! Aslında biz yüzyıllardır bu topraklarda kardeşçe yaşıyoruz! El insaf, madem kardeşiz neden birbirimizi katlediyoruz? Sormadan edemiyoruz Ermeni soykırımı yaptığımızı peşinen kabul eden bu zevata.

Türklüğe karşı Kutsal İttifak

İçinde hainlik kokan bu vıcık vıcık hümanizma oltasına kimlerin geldiğine bakınca da şaşırmıyoruz. Kürtçülerinden, şeriatçılara marjinal bir yelpaze bu. Ama tüm Türk düşmanı çalışmalarda kendilerini yeni bir müttefiklik tabelası altında buluyoruz. Bu sefer tabelayı yapan usta karşıtlar yanyana yazmış.
Abdurrahman Dilipak, Şanar Yurdatapan, Hürriyet Şener (İHD) Av. Lütfü Yılmaz (Mazlumder) Av. Hasan Mollaoğlu (TGTV Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı) Zübeyir Perihan (MKM Mezopotamya Kültür Derneği) AGOS gazetesine topluca ziyarete ve desteğe gitmişler. Benzer olaylara aynı anda ve daha kitlesel tepki verilebilmesi için karşıtları birleştirmişler. Diyalektiğin mucizesi!
Bu gruplar neye ve niçin karşılarmış diye bir soru sorduğumuzda cevabını almak işten değil: Bütün Türklük ve Ordu düşmanlığı yapıldığı konularda.
Zaten iddianın ortaya çıkışından hemen sonra Ordu’nun yaptığı açıklamaya tepki gösterilmişti. “ Böyle bir iddiayı tartışmaya açmak, milli bütünlüğe ve toplumsal barışa katkısı olmayan yaklaşımdır ” şeklinde açıklama yapan Ordu’nun kaygıları anlaşılamamış mış!

İşlerine gelince basın yayın ilkelerini hatırlayan güzide kalemler gösterilen tepkilere de anlam verememişmiş! Ordu gazeteciliğe dahi el atmışmış!
Unuttukları kısmı biz tamamlayalım: “Bu millet artık hain yetiştirmeye de başlamış.”

Azınlık Hakları mı Türkiye’yi Bölme planı mı?

Ermenilerin ve diğer azınlıkların hakları Lozan’da belirlenmiştir. Azınlıklar hiçbir zaman milletin asli unsuru olmamışlardır. Türkiye’nin paylaşılmasında emperyalizm yandaşlığı ve milli mücadele karşıtlığı yaparak tavırlarını belirtmişlerdir. Bu tarihsel gerçekler varken ve Türkiye’nin kuşatılmasında rolleri belliyken Ermenilerin Türk dostu olduğundan bahsetmek abesle iştigal değilse nedir?

Bu idiiaların arkasında Türkiye’yi kuşatanları ve bunların Türk milletine ne paye biçtikleri sorgulanmalıdır. Ermeni meselesi açısından bakıldığında ancak bu olay yerli yerine oturtulabilir.

Ermenistan’daki ve diasporadaki Ermenilerin nihayi hedefleri Büyük Ermenistan’ı kurmaktır. Bu yolda ilk adım sözde soykırımın kamuoyuna kabul ettirilmesidir. Bunun için de zaman zaman Ararat gibi filmler piyasaya sürülür, bazen de böyle temelsiz iddialar. Soykırım bir kez kabul gördü mü arkasından tazminat ve toprak talepleri de gelecektir.

Bunun için uygulanmak istenen “ Dört T ” adında bir yol haritası olduğu bilinmektedir: Tanıtım, Tanınma, Tazminat ve Toprak... Yani, sözde Ermeni sorunu ASALA vb. terör örgütlerinin faaliyetleriyle tüm dünyada tanıtılacak, soykırım tüm dünya kamuoyunca kabul edilip Türkiyece tanınacak, sözde soykırımdan dolayı Türkiye’den “tazminat” alınacak ve “Büyük Ermenistan” rüyasını gerçekleştirmek için gerekli olan “toprak” Türkiye’den koparılacaktır!
Türkler’i kendi topraklarında işgalci gören Ermeniler bu iddialarla dünya çapında bir tanınma ve Türk düşmanlığı yapmaktadırlar. ABD’nin de Kafkas hattı projesi yeniden gündeme gelmiş durumdadır. Türkiye’nin bölünmesinde Ermeniler de tarihi tekerrür ettirircesine rollerini oynamaya başlamışlardır.

Zaten Sabiha Gökçen hakkındaki bu iddiayı ortaya atan bay Hrant Dink de yerel yönetimler yasası ve çok kültürlülükten yanadır. Cumhuriyet’e karşı da Osmanlı’yı tercih etmektedir. Dink “Osmanlı’yı trene benzetecek olursanız, her millet kendi kompartımanında, kendi alanı içerisinde memnundur; Ermeniler de kendi kompartımanlarında bir sistem içinde yaşarlar” “Cumhuriyet dönemindeki adaletsizlikler ve eşitsizlikler Osmanlı dönemindeki adaletsizlik ve eşitsizlikten kat be kat fazla olmuştur, oysa Cumhuriyet döneminde laik sistem vardır, Cumhuriyet vardır, demokrasi vardır” demektedir. Bizim demokrasi havarisi hümanistlerimiz de zaten bunu savunmaktadırlar!

İşte bu iddiaların denklemdeki yerini bulabiliriz. Türkiye’nin parçalanmasına karşı Kurtuluş Savaşı’nı örgütleyen Atatürk ve Sabiha Hanım, Ermeni meselesine bile alet edilmek istenmektedir. Hem de hümanizma havucu ve azınlık hakları sopasıyla...

http://www.turksolu.com.tr/51/korkmaz51.htm
,

Atatürk’ün Türkiyesi’nin yeri Mazlumlar Dünyasıdır




Atatürk’ün Türkiyesi’nin yeri Mazlumlar Dünyasıdır


Yıldız Sertel

08.03.2004/Sayı:51

Türkiye'nin yeri neresi

Küreselleşme aslında emperyalizmin yeni bir biçimi. Dünya çapında çalışanların, emekçilerin, geniş kitlelerin fakirleşmesi, sermayenin daha ziyade mali alana yayılması ve yoksul ülkelerin ekonomilerinin içeriden yıkılması küreselleşmenin kendisidir.

Gelişmiş memleketlerin sermayesi, mali alanlara ve emeğin ucuz olduğu Doğu Asya ülkelerine gidince, gelişmiş kapitalist ülkelerde, Batı Avrupa ve ABD’de üretim azaldı. Batıda sanayisiz leşme olarak adlandırılan bu süreç sonunda, işsizlik sadece Üçüncü Dünya ülkelerinin değil, gelişmiş Batı ülkelerinin de sorunu hali geldi.

Küreselleşmeye karşı her yıl Porto Allegre’de yüzbinlerce insanın toplandığı toplantılar oluyor. Buraya dünyanın her tarafından ezilen yığınların temsilcileri geliyor. Asıl sorun büyük sermayenin, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri daha yoğun sömürmesi, sömürgeleşmenin küreselleşmeyle yeni bir biçim almasıdır. Türkiye de küreselleşmenin hedefindeki ülkelerden biridir. Bu noktada Türkiye’nin yerini tekrar belirlememiz gerekiyor.

Türkiye NATO’ya girdi, IMF’yle bağlar kurdu, AB’ye girmeye çalışıyor. Sanki biz Batının bir parçasıymışız gibi bu politikalar uygulandı. ABD bizim stratejik müttefikimiz söylemi bu politikanın en somut göstergesi.

Batının Gözünde biz Sömürgeyiz

Fakat aslında biz neyiz? Biz onların gözünde bir arka bahçe dahi değiliz. Biz onlar için bir sömürgeyiz. Bunu kabul etmemiz lâzım. Bir kere ekonomimiz IMF’nin elinde. IMF ne emir verirse bizim ekonomi politikamız odur. Dünya Bankası’nın elindeki kredi mekanizmasıyla farklı bir koldan kıskaca alınmış durumdayız. Yabancı sermaye ve ortakları kanalıyla iç sömürü gerçekleştirilmekte.
Başı sıkıştığı vakit başbakanımız Ankara’dan Washington’a telefon eder, amcasını çağırır “aman Kıbrıs meselesinde bana yardım et, aman ben AB’ye gireceğim bana yardım et” der. Ondan sonra başımıza çuval geçirilir, hiç sesimizi bile çıkaramayız.
Bu tam bir sömürge ortamıdır. Bugün isyan ettiğimiz olgu da budur. Bu bizim onurumuza dokunuyor ancak gerçeği görmek gerekiyor. ABD bizim müttefikimiz değil, efendimizdir. Şimdi buna karşı savaşmamız gerekiyor.
Bugün Türkiye dünya çapındaki önemli gelişmelerde yanlış yerde bulunmaktadır. Kendimizi gelişmiş ülkelerinin bir parçası gibi görmek ve onlarla beraber olmak istiyoruz. Ancak bu beraberlik bize sadece felaket getiriyor.
Ortadoğu'da ABD dostluğunun anlamı
Bugün Türkiye, Ortadoğu’da ABD’yle birlikte davranmaya çalışıyor. ABD’nin Ortadoğu politikası Büyük Ortadoğu. ABD bir emperyal politika belirledi. Bütün basındaki propagandaya rağmen zannediyorum kamuoyu anladı ki ABD’nin Irak’a saldırısı demokrasi veya silahsızlanma için değildi. Hedef petroldü. Yalnız Irak’ın değil bütün Ortadoğu ve hatta Orta Asya’nın enerji kaynaklarına egemen olmaktı amaç.
ABD’nin ekonomik çıkarları açısından dünya enerji kaynaklarına egemen olmak çok önemli. Bunun için girdi Irak’a ABD. Irak’ın şehirlerini, hastanelerini, okullarını, meskenlerini bombaladı. Bu bombardımanda 5000 sivil öldü. Bütün ölülerin sayısı on bine yaklaştı. Güya demokrasi getireceği bu ülkeye ne su getirebildi ne elektriğini, ne de nizamı sağlayabildi. Sürekli olarak savaş devam ediyor. ABD askerleri Irak’ta öldürülmeye devam ediyor. Irak bir kan gölüne dönüştürüldü.
Hiçbir meşru gerekçe ve hukuki dayanak gözetilmeden tüm bunlar ABD tarafından gerçekleştirildi. Şimdi iktidar diyor ki ABD’yle teröre kaşı işbirliği yapıyoruz. Hangi terör? Asıl terör büyük devlet terörüdür. Teröre Batı açısından değil kendi açımızdan baktığımızda göreceğimiz gerçek budur. Afgan halkının evlerinden, yurtlarından ettiler, binlercesini öldürdüler. Şimdi hâlâ Afganistan’da istikrar sağlayamıyorlar.

Gerçek Terörist Kimdir?

Afganlar ayaklandığı vakit buna terör deniyor. Ama ABD bombalayıp öldürdüğü vakit bu terör değildir. Terörün anlamını burada iyi anlamız lâzım. Aynı şekilde İsrail için de müttefikimiz deniyor. Askeri anlaşmamız var. Beraber manevralar yapıyoruz. Ama Arap ülkelerinde bunun nasıl tepkiler yarattığını hiç bilmiyoruz.
İsrail devleti 1948’de kuruldu. Bu tarihten itibaren sürekli olarak Arap topraklarını işgal etti. BM’nin kararına göre bu topraklarda iki devlet olacaktı. İsrail devleti kuruldu ve Filistinliler aleyhine gelişti. Filistin halkı Lübnan’da, Suriye’de kamplara sürüldü.

Hamas, El Kaide gibi örgütler bu kamplarda yetişen çocukları saflarına kattılar. İsrail elinde ABD’nin sağladığı çok sofistike silahlarla Lübnan’ı, Suriye’yi, Filistin’i bombalarken, insanları öldürürken bu terör değildir. Ama zavallı Filistinliler elinde silahı bile yok, taşlarla vatanın savunduğu zaman bu bir terördür.
Ortadoğu’da her şeyden önce bu devlet terörü politikasını görmemiz gerekiyor. Türkiye’de iktidarın bu terörist devletlerin ortaklığını yaptığını gördüğümüz vakit Türkiye’nin yanlış yerde olduğunu, olması gereken yerde olmadığını görürüz.
Türkiye’nin yeri: Mazlumlar dünyası
Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün önderliğinde bir Kurtuluş Savaşı’yla kurulmuş bir devlettir. Emperyalizme karşı savaşarak kurulmuş bir ülkeyiz. Bu bakımdan Atatürk’ün Cumhuriyeti az gelişmiş ülkelere örnek olmuştur.
Bizi örnek alan bir Abdul Nasır, bir Nehru çıkmıştır ortaya ve emperyalizme karşı kendi kurtuluş savaşlarını vermişlerdir. Ancak Irak’ta bile Kasım rejimi emperyalizme karşı çıkarken Türkiye gitmiş 1950’lerde NATO’ya, Bağdat Paktı’na girmiş ve emperyalist kampa bağlanmıştır. Tüm bu politika bizim gelişmemiz, bizim çıkarlarımız, Cumhuriyet’in kuruluş ilkeleri açısından yanlıştır.
Yapılan ikinci büyük yanlışsa ABD’yi çok büyük bir güç zannetmek ve bu büyük güce dayanarak, ben gelişirim, ben güç kazanırım gibi bir hayale kapılmaktır. Ancak bütün veriler ve Batı kaynakları gösteriyor ki ABD ekonomisi gerilemektedir. Bu gerileme sadece geçici bir bunalım değil, küreselleşmenin ve kendi liberal ekonomilerinin tuttuğu yanlış yolun bir sonucudur.

ABD Emperyalizminin Krizi,

ABD 2000 yılına kadar bir gelişme gösterdi. Ekonomik büyüme hızı %8’lere kadar çıktı. Ondan sonra bir gerileme süreci başladı çünkü ilk baştaki gelişme borçlanmaya dayanıyordu. Bizde olduğu gibi devlet borçlanmasında ziyade özel sektöre ve alıcılara tefecilerin, büyük bankaların verdiği krediler söz konusuydu.
ABD’de sendikalar çok zayıf, ücret yükselmeleri çok azdır ancak 2000 yılına kadar tüketim artıyordu. Bu tüketim bankaların, tefecilerin çalışanlara verdiği kredilerle sağlandı. Bu süreç azgelirlilerin evlerini ve arabalarını ipotek etmeleriyle sonuçlandı.

1980’lerden 2000’li yıllara kadar bu yolla gelişme sağlandı ve iç pazar açıldı. Ama 2000 yılına gelindiğinde ödenmeyen borçlar 80 milyar doları vurdu. Bunun üzerine tüketici kredileri durdu ve iç tüketim geriledi. Bunun sonucu olarak tüketime ilişkin sanayi geriledi. Bu bir duraklama nedeniydi.
Duraklamanın ikinci nedeni olarak yatırımların daha ziyade silah sanayisine kayması gösterilebilir. ABD dünyanın birinci silah ihracatçısıdır. Silah teknolojisine büyük yatırım yaptılar. Silaha yatırım 2. Dünya Savaşı’ndan günümüze katlarca arttı. Irak savaşı için bütçede silahlanmadan kaynaklanan açıklar çok daha fazla arttı. 40 milyarlık silahlanma bütçesi yetmeyince kongreden 8,5 milyarlık daha bütçe istediler. Böylece sadece bu savaş 50 milyar dolarlık bir açık getirdi ABD bütçesine.

Şimdi bu açıklar nasıl karşılanacak? Hepimiz görüyoruz. Dolar düşüyor. Doların düşüşü ABD’nin politikası. İç pazarı açıp, ihracatı arttırmak için doların değerini düşüyorlar. Fakat dolar düşük olunca ithalat pahalıya mal oluyor. ABD daha çok silah, bilgisayar gibi ileri teknoloji ürünlerine yoğunlaştığı ve tüketim maddelerinin çoğunu üretmediği için ithalat giderleri ABD ekonomisine darbe vurmaya başladı. Bu gerileme sürecinin içinden çıkamıyorlar.

ABD'nin Son Şansı: Emperyalist Yayılma

Bir ABD dergisi emperyal politikayı bu gerileme sürecine bir çare olarak gösteriliyor. Yani Ortadoğu ve bütün Orta Asya ABD’nin eline geçecek ve buranın enerji kaynakları ABD’nin kontrolü altında olacak. ABD bu toprakları kontrol ettiği vakit, OPEC petrol fiyatlarını denetleyemeyecek. Dünya fiyatlarının kontrolü ABD’nin elinde olacak. ABD’nin kendi sanayi ve tüketiminin zaten bu mallara çok ihtiyacı var.

Bu emperyal politikada Türkiye bir tramplen olarak kullanılmak isteniyor. Maalesef hükümet direnmek şöyle dursun ABD askerini ülkemize nasıl sokarız diye tam bir teslimiyet içerisinde. Türkiye’nin üslerine çok ihtiyaçları olacak. Nitekim şu anda İncirlik’i kullanıyorlar. Bunu gizli bir anlaşmayla yaptılar. Meclisten geçirmeyi dahi lüzum görmediler. NATO komutanı Türkiye’ye geldi. Türk askerini NATO yoluyla Irak’a sokmak istiyorlar. Başımızda böyle teslimiyetçi bir hükümet olduğu sürece Türkiye ABD’nin emperyal politikalarına alet olmaktan kurtulamayacak.

Atatürkçü, Tam bağımsız Türkiye

Türkiye’nin gerçek çıkarları açısından bu tutum çok zararlıdır. Bugün tek çıkar yol Türkiye’nin tam bağımsızlığını savunmak ve bu bağımsızlığı sağlayabilecek yolları araştırmaktır. Mustafa Kemal’in tam bağımsızlık, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ve komşularıyla dostluk politikalarına dönmek zorundayız.
Mao Zedung büyük kapitalist, emperyalist ülkeler için “Bunlar kağıttan kaplanlardır” demiştir. ABD güya çok güçlüydü, bize çok yardım ediyordu. Ama bu ikisinin de doğru olmadığı ortaya çıktı.

Alternatif yok mu? Biz gözümüzü ABD dostluğuyla kapamışız, gözümüz başka bir şeyi görmüyor. Oysa Türkiye’nin bağımsız bir politika yürütebilmesi için uygun şartlar var. ABD’ye rakip Çin ve Rusya gibi güçler ortaya çıkması bu alternatif politika koşullarını güçlendiriyor.

Bence alternatifimiz var. IMF’siz ve NATO’suz bir Türkiye çok kolay var olabilir. Yeter ki biz bunu isteyelim ve bu yolda çalışalım. Atatürk’ün tam bağımsızlık ilkesine dönmek tek çözümdür.


***

AKP- Ordu ilişkileri “ Şiir gibi ” Olabilir mi?



  
AKP- Ordu ilişkileri “ Şiir gibi ” Olabilir mi?



İnan Kahramanoğlu,

08.03.2004/
Sayı:51


28 Şubat dersi: Şeriata geçit yok

28 Şubat Şubat 1997’de alınan MGK kararlarının üzerinden yedi yıl geçti. 28 Şubat darbe miydi, postmodern darbe miydi, yoksa balans ayarı mıydı, 28 Şubat sürüyor mu, bitti mi? bitmedi mi? Aradan geçen yedi yılda bu sorular üzerinde yoğunlaşan tartışmalar dinmek bir yana daha da alevlendi. Türk siyaseti yedi yıldır bu sorular üzerinde tartışıyor.

28 Şubat’tan beri Türk siyasetinin temel çelişkisi 27 Mayıs’tan sonra yeniden Siyaset-Ordu çatışması eksenine kaymış durumda.

Aslında 28 Şubat’ın ortaya çıkış gerekçeleri ve amaçları düşünüldüğünde istenilen hedeflere ulaşma noktasında son derece olumsuz bir tabloyla karşı karşıya kalıyoruz. Şeriatçı Refah Partisi ancak DYP ile koalisyon ortaklığı kurarak iktidara yerleşebilmişti. Ancak şeriatçıların iktidar sevinci oldukça kısa sürmüş ve 28 Şubat kararlarının altına imza atan dönemin başbakanı Erbakan koltuğunu da terketmek zorunda kalmıştı. Ordu ise 28 Şubat’la birlikte şeriatçıları iktidardan düşürürken bundan sonrası için de şeriatçılara iktidar yolunun kapandığı mesajını veriyordu.

Oysa bugün Türkiye aynı şeriatçı geleneğin temsilcisi olan AKP iktidarına mahkum durumda. Üstelik AKP Refah Partisi’nin çok üzerinde bir güce sahip. Meclis’te Anayasayı değiştirebilecek çoğunlukta ve tek başına iktidar. Dolayısıyla Şeriatçılar açısından 28 Şubat’ı her fırsatta yeniden ısıtıp tartışmaya açmaktansa üstüne örtmek ve unutturmaya çalışmak en mantıklı yol gibi görünüyor. Fakat bugün karşılaştığımız durum bunun tam tersi. Şeriatçılar bir yandan Tayyip’in bizzat ifade ettiği gibi “ 28 Şubat artık bitmeli ” nakaratına sarılırken bir yandan da ağır sözler ve ithamlarla 28 Şubat sürecini ve dönemin öne çıkan isimlerini hedef tahtasına koyuyorlar.

Fakat bir yandan 28 Şubat düşmanlığı yaparlarken bir yandan da AKP ile Ordu arasındaki ilişkilerin ne kadar sorunsuz ve uyumlu ilerlediği propagandasını yayıyorlar. AKP nasıl değiştiyse Ordu da değişti mesajı vermeye çalışıyorlar. Şeriatçı ve Amerikancı propagandanın özeti şu: Ordu artık 28 Şubat’taki Ordu değil, zaten 28 Şubat’taki kadro da tasfiye oldu. Amerikancı ve Şeriatçı basın, AKP’nin iktidara geldiği günden beri AKP ile Ordu arasındaki ilişkilerin düzeldiğine yönelik yayınlar yapıyor. Genelkurmay Başkanı’na atfedilen “hükümetle aramız şiir gibi” sözü hemen her fırsatta ve olur olmaz her yerde bir şekilde tartışmanın içine sokuluyor.
Tayyip’in Tercüman’da yayınlanan röportajı da benzer temalarla aynı mesajı veriyor. Tayyip bir yandan Genelkurmay’la ve Cumhurbaşkanı ile ne kadar uyumlu çalıştıklarını anlatırken bir yandan da “28 Şubat artık bitmeli” mesajını araya sıkıştırıyor. İyi ama madem Ordu ile AKP ilişkileri “şiir gibi” o halde “28 Şubat artık bitmeli” demek de ne oluyor? Bitmeli denildiğine göre 28 Şubat devam ediyor. Devam ediyorsa bu çizilen uyumlu çalışma tablosu açık bir çelişki olmuyor mu?

Bu çelişik ifadeleri bir kafakarışıklığı ya da Ordu hükümet ilişkilerini tam olarak kavrayamamaktan kaynaklanan bir değerlendirme hatası olarak görmek de pek mümkün değil. Sonuçta rejimi yıkmak isteyen, şeriat düzenine geçme planları yapan ve uzun yıllardır bu amaç için çalışan bir siyasal hareketten bahsediyoruz.
O halde, bütün bu gerçeklere baktığımızda şu tespit yapılabilir: Şeriatçılar 28 Şubat’ı tasfiye etme yolunda önemli adımlar atmış olsalar da 28 Şubat’ın yarattığı korkuyu atlatabilmiş değiller. Attıkları her adım onları hedeflerine bir adım yaklaştırırken korkularını da bir derece arttırıyor.
Korku arttıkça savunma refleksi saldırganlık olarak ortaya çıkıyor. İktidardan indirilme korkusu paranoyak bir ruh haline dönüşüyor ki şeriatçı yazarların 28 Şubat’a ilişkin yazdıkları her cümle de bu paranoyak ruh halinin yansımalarını görebiliyoruz.
Ordu ile ilişkilerin gerçekte olmasa bile görünürde uyumlu gösterilmesi bu nedenle önemli. Çünkü şeriatçılar hem kendilerinin hem de Ordu’nun değişmediğini bal gibi biliyorlar.

Yapılması gereken ilk şey şeriatçı iktidarın önünde engel olan Ordu’yu ne yapıp edip etkisizleştirmekti. AB uyum süreci adı altında girişilen demokratikleşme adımlarının ilk hedefi hâlâ Türk Ordusu. AKP’nin Türk Ordusu’nu tasfiye etme amaçlı ve AB-ABD destekli sivilleşme planı yeni bir 28 Şubat’la daha karşılaşma ihtimali düşünülerek son hızla ilerletiliyor. Ama bazıları hâlâ AKP ve Ordu arasındaki uyumlu çalışmadan bahsedebiliyor.

Ne Ordu Değişti ne de AKP

Şeriatçılar ne yapmalı sorusunun cevabını aslında AKP’nin kuruluş süreci öncesinde bulmuşlardı. Aynı politikalar ve söylemlerle iktidara gelme imkanları olmadıklarını gördükleri için sinsi bir takiyye planı hazırladılar.
Hatırlayalım Tayyip ve arkadaşları AKP’yi kurarken değişim sloganını öne çıkarttıklarında pek çok kişi bu değişimin bir aldatmacadan ibaret olduğunu söylüyordu. Ancak medyanın yoğun propaganda kampanyaları ve Batı desteği AKP’yi iktidara taşımayı başardı. “Değişim” aldatmacası başarıya ulaştı.
Oysa AKP değişti mi değişmedi mi sorusunun cevabı hiç değişmedi. AKP değişmemiş sadece 28 Şubat’tan çıkarttığı derslerle klasik islamcı sloganlar ve RP’lilerin yaptığı yanlış çıkışlarla bir yere varılamayacağını gördüğü için değişmiş görüntüsü çizerek iktidara gelme planını uygulamaya koymuştu. Şimdi bu planın önemli ölçüde ilerlemiş olduğunu görüyoruz.

Değişimin bir Aldatmacadan başka bir şey olmadığını görmemiz açısından Mehmet Metiner’in Neşe Düzel’le yaptığı ve son günlerde büyük tartışma yaratan ropörtaja ve tartışmaya bakalım. Metiner, Kürt-islam çizgisinde ve RP il başkanı ve İstanbul Büyükşehir Beledeye Başkanlığı yaptığı dönemde Tayyip’e en yakın danışmanlardan biriydi. Metiner röportajında “ Tasarladığımız şeriat rejimi, dinsel bir diktatörlüktü ” ve “ Taliban gibi düşünüyorduk ” sözleriyle gerçek niyetlerinin ne olduğunu açıklıyor.

Ancak hatırlayalım; “demokrasi bizim içim amaç değil araçtır” diyen Tayyip aynı dönemde kendilerinin aslında şeriat devleti gibi bir hedefleri olmadığını söyleyerek demokrasi nutukları atıyordu. Metiner’in açıklamalarıyla birlikte Tayyip’in pek de doğruları söylemediğini anlıyoruz. Gerçi Metiner hem kendisinin hem de Tayyip ve arkadaşlarının değiştiğini söylüyor ancak geçmişte de benzer takiyyeler yapanlara şimdi niçin güvenelim?

Üstelik Metiner kendi adına değiştiğini söyleyebilir ve gerçekten değişmiş de olabilir. Ancak ne Tayyip’in ne de şariatçı kesimin Metiner’le aynı düşüncede olmadıkları röportaj üzerine başlayan tartışmalarda ortaya çıkıyor. Metiner bu açıklamalarıyla neredeyse şeriatçılar tarafından aforoz edilmiş durumda. Örneğin Tayyip’in sözcüsü konumundaki Yeni Şafak Gazetesi’nin başyazarı Ahmet Taşgetiren, Metiner’i ağır dille suçladıktan sonra “Onuncu Yıl Marşı’nı ne zaman okuyacaksın” diye çıkışıyor. Daha Onuncu Yıl Marşı’na bile tahammül edemeyen bir zihniyetin değiştiğine ve Cumhuriyet’i ortadan kaldırma gibi bir niyetlerinin olmadığına inanmamızı gerektiren tek bir neden var mı?

Uzlaşma yok, Çatışma Kaçınılmaz

Değişim tartışmaları bir yana AKP’nin bir yıllık iktidarı boyunca ortaya koyduğu politikalar düşünüldüğünde bile aklı başında her insan Ordu ile AKP arasında açık bir çelişkinin var olduğunu ve bunun bir çatışmayla sonlanacağını görebilir. Üstelik bu çatışmanın bir çok örneğini yaşayarak gördük. Örneğin Tayyip’ten önce Başbakanlık koltuğunda bulunan Abdullah Gül Şeriatçı örgütlenmeleri koruyan bir genelge yayınladığında Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök tarafından “ Başbakan irticaya cesaret verdi ” denilerek uyarılmıştı. Ardından Meclis Başkanı Arınç’ın türbanlı Eşini devlet protokolüne sokma çabalarına Ordu’dan gelen sert yanıt AKP-Ordu ilişkilerini iyice gerginleştirmişti.

Yaklaşan yerel seçimler öncesinde Tayyip’in İmam-Hatip okullarının üniversiteye girmesini kolaylaştıracak bir yasa değişikliği vaadi, türbana serbestlik kazandırma çabaları, devlet içinde şeriatçı kadrolaşma ve daha pek çok gelişme düşünüldüğünde şeriatçıların yansıttığı gibi bir uzlaşma değil aksine bir çatışma beklemek gerek.

Şeriat düzenine geçiş yolundaki AKP uygulamalarının yanısıra dış politikada Türkiye’nin devlet politikasını ayaklar altına alan tutumuyla AKP’nin önümüzdeki dönem Ordu ile ilişkilerinde ciddi çatışmalar yaşaması kaçınılmaz.
Türk Ordusu türbana geçit mi verecek, İmam-Hatiplerin üniversiteleri kuşatmasına sessiz mi kalacak, devletteki şeriatçı kadrolaşmaya göz mü yumacak, Kıbrıs’ta AKP’nin ver-kurtul politikasına boyun mu eğecek, K. Irak’ta ABD güdümlü kukla kürt devletine izin mi verecek? Hiç kimse bu sorulara evet cevabı veremez.
Bunlar Ordu’nun varlığını ve Türk devletinin kaderini belirleyen olgular. Dolayısıyla Ordu, ya bu konularda taviz vererek kendi varlığını ve Türkiye’nin bağımsızlığını tehlikeye atacak ya da AKP’nin bu planlarını bozacak. Bu planlar da herhalde “uyum içinde” bozulmayacak.


***