23 Ağustos 2016 Salı

Bu Devleti Babasının Malı Gibi Cemaate Kim Teslim Etti?



Bu Devleti Babasının Malı Gibi Cemaate Kim Teslim Etti?.,



Ağustos 22, 2016










Türkiye, Gülen Cemaati’nce yeltenilen ve 240 kişinin katledilmesine ve 2 bini aşkın insanın yaralanmasına neden olan 15 Temmuz darbe girişiminin acısını yaşıyor.
14 yıldır ülkeyi yönetenler, büyük bir şaşkınlık içinde devletin kılcal damarlarına çöreklenmiş, kondurulmuş bu dev küresel mafyayla ilgili olarak, “Kandırıldık, Allah bizi affetsin” diyorlar. 
Ama bir de, hiç kandırılamayan, kandırılamamanın bedelini suikaste uğrayarak yaşamını yitirenler de var. İşte Dr. Necip Hablemitoğlu. Tarihçi, yazar, gazeteci… Fethullah Gülen örgütünün Emniyet’teki örgütlenmesini lime lime anlattığı, “Köstebek” kitabıyla, darbe girişiminden sonra en çok anılan akademisyenlerden biri olan 46 yaşındaki Dr. Hablemitoğlu, 18 Aralık 2002’de, Ankara’daki evinin önünde katledilmişti. Bu suikast, tam 14 yıldır, faili meçhul cinayetler dosyasında yer alıyor. Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu, eşini suikaste kurban vermiş, 2 çocuk annesi bir eş. Bir entelektüel. Kendisiyle, suikaste kurban verdiği eşinin 14 yıl önce bağıra çağıra, belgeleriyle haber verdiği ama Devlet’in anca şimdi yüzleşebildiği darbecileri, darbeyi ve Köstebek’i ve elbette, eşsiz geçirdiği 14 yılı konuştuk.

-Eşinizi bir suikaste kurban vermek, hayatınızda nelere yol açtı?
-O kadar değiştim ki, tarif edemem Kutlu Bey. Çok uzun süre yas tuttum. Hala da yastayım belki. Yas tutmak beni büyüttü, eğitti. Kendime yeni bir ben yarattım. Şarkıdaki gibi, kendime yeni bir ben gerekliydi. Gereğini yerine getirdim. Değiştim. Üzüntümü, yasımı dönüştürdüm. Bir zaman sonra yas tutabilmenin, yas tutarken hayatın akışına teslim olabilmenin bir ödül olduğunu düşünmeye başladım.
-Ne gibi?
-Yaşadıklarıma kalbimle baktığımda normalleştiremiyordum. Öyleyse, aklımla, bilgiyle, öğrenerek bakmalıyım diye düşündüm. Mesleğime her zaman minnet duyarım. Hayal ettiği işi yapan şanslı biriyim ben. Bir yol bulmalıydım. Ya kara giysileri içinde hayata kapkara bakan ya da yaşamda kalan biri olacaktım.
YAS DANIŞMANLIĞI
-Nasıl bir çıkış buldunuz?
-Aslında basit bir tercih yaptım. Tamamen mantıkla ve mesleki bakmaya karar verdim. Duygularım bende kalacaktı. Hayatımı toplumsal kalıplara ve duygularıma teslim etmeyecektim. Bunu kızlarıma ve Necip’e borçluyum. Biz birbirine bağlı ama bağımlı bir çift değildik. Sanırım tek başıma var olmamda bu da etkili oldu. 14 yıl geçti ama inanın; bunun misliyle yaşamışım gibi geliyor. Sonuç olarak, ben başka bir şey yaptım. Öğrenmeyi ve çalışmayı seçtim. Yas ve sonrasını öğrenmek, anlamak için yurtdışında kurslara gittim ve sertifikalar aldım. Yas danışmanlığı yapmaya başladım.
-Yas danışmanlığı nedir?
-Yas danışmanlığı; sevilen birinin kaybından sonra geride kalanlar için yaşamın devam ettirilmesi için sağlanan, belirli kuralları ve çalışma ilkeleri olan profesyonel bir sosyal destek. Psikoloji ya da sosyal hizmet alanında çalışanlar ya da uzmanlıklarına göre doktorlar tarafından yapılabilir ancak. Yas tutan kişilere, ölen yakınlarıyla ilişkilerini sonlandırmaları gerekmediğini anlatmak, duygusal yaşam alanlarında uygun bir yer bulabilmeleri için yardımcı olmaktır. Ölümün, kaybın kabul edilebilmesini kolaylaştırmaktır. Gerçekten yararlı ve yaşam kalitesini etkileyen bir yardım, bunu birebir deneyimlemiş biri olarak rahatlıkla söylüyorum.
-Ya çocuklarınızla iletişimiz?
-14 yılda hem anne, hem baba oldum. Şu hayatta yaptığım en iyi şey Necip gibi birine rastlayıp, karakter sahibi ve güçlü iki kız evlat sahibi olmaktır. Şimdi en iyi dostlarım oldular. Yaşları 25-24 oldu. Büyük kızım önümüzdeki ay evleniyor. Üçümüzün de yaşadıklarımızdan edindiği deneyimler de oldu, hiç onaramayacağımız yaralarımız da var.
-Korkularınızda ya da cesaretinizde değişimler oldu mu?
-Ölümden korkuyorum. Aklımı kaybetmekten, bildiklerimi unutmaktan ve bir gün hiç okuyup yazamayacak olmaktan, yaşlanmaktan çok korkuyorum. Ölmekten değil, ama bu ülkede bu kadar çok ölümün olması, ölümün çeşitliliği ve yaşamın değil de ölümün kutsanması beni anormal derecede korkutuyor.
TÜRKİYE’DE ERKEKSİZ KADINLAR KATEGORİSİ
-Ölüm çok sıradan bu topraklarda.
-Evet. Bu ülkede ölüm kutsanıyor. Şiddet kutsanıyor, erkek kutsanıyor, ataerkil yapı kutsanıyor. Hegemonik olan her şey kutsanıyor. Akıldan uzaklaşıldıkça korkularım artıyor. Cesaretse, çok göreceli bana göre. Korkaklık vazgeçmeyi, pes etmeyi getiriyorsa cesaretten söz edemeyiz. Ama, vazgeçmemek cesaretse, evet cesur sayılırım. Bilinçsiz bir cesaretim yok açıkçası. Ayrıca öyle büyük büyük laflar da etmek istemem, ez cümle kötülükle gelen her şeyden korkarım, ama mücadele de ederim…
-Zor mudur, eşini suikastte yitirmiş bir annenin, iki evladını büyütmesi?
-“Türkiye’de erkeksiz kadınlar” olarak tanımladığımız bir kadın kategorisi var. Ve bu kategorinin alt başlıkları var: Eşini kaybetmiş olanlar, boşanmış olanlar, hiç evlenmemiş olanlar gibi. Benim statüm eşini kaybetmiş, ama suikastle kaybetmiş olan katmerli dertli bir kategori.
-Nedir bu kategorinin sızıları?
-O noktada kadın olarak kimliğinizin, kim ve ne olduğunuzun bir önemi kalmıyor. Sosyal, psikolojik, ekonomik özel ve kamusal alan bir kabusa dönüşüyor. Bütün bunların içinde meslek sahibi iki kızım var. Gözlerine bakarken zihnime mutluluk yayılan iki genç kadın. Kendi ayakları üzerinde durabilen ve kararlar alabilen, bu kararların sorumluluklarını taşıyabilen iki birey. Ben birey olmaları için çalıştım. Dünyaya gelmek için bana talep göndermediler. Ben, bile isteye doğurdum onları. Bu günlere getirmek benim görevimdi. Onların birer hayatları var artık.
-Evlatlarınız olup bitenden nasıl etkilendi?
-Her babasını kaybeden çocuk kadar etkilendiler. Her babasını kaybeden çocuk kadar acı çektiler. Yas tuttular, bu gerçeği kabullenmek için mücadele ettiler. Ben de onları desteklemek için elimden geleni yaptım.
“NECİP’İ CEMAAT HAKLI ÇIKARTTI”
-Necip Bey’in Cemaat tehdidini anlattığı ve yıllarca yok sayılan, “ Köstebek ” kitabı, önceki gün Hürriyet’te en iyi 10 kitap arasında gösterildi. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası tüm bu olup bitenler size neler hissettiriyor?
-Köstebek, benim Necip Hablemitoğlu’nun eşi olmamın da ötesinde, bundan ayrı tutarak söylersem, son yılların cemaate dair yazılmış en iyi kitapları arasında ilk sırada. Akademi gözüyle bakarak, ayrıca diğer yayınları da incelemiş biri olarak bunu söylüyorum. Köstebek’de olgular üzerinden, analiz ve bilimsel bilgiye dayalı değerlendirmeler vardır. Bu tabii ki, Necip Hablemitoğlu’nun akademi kimliği ve gazetecilik orijininden geliyor. Bu arada Ahmet Şık’ın da hakkını teslim etmeliyim.
-Ya diğer kitaplar?
-Önemli bir bölümünü, özellikle içerden yazılanları değerli bulmadığım gibi, kişiselleştirilmiş olguları anlattıklarını açıkça söylemek isterim. Bu tür çalışmalar tevatür üzerinden ve sanrı ya da algılarla, mahalle dedikodusuyla, “O bunu dedi, bu burda bunu söyledi”yle yapılamaz. Somut dayanak oluşturabilecek bilgi, belge ve literatür, arşiv çalışması gerektirir.
-Tarih, yıllar sonra eşinizin yazdıklarının doğruluğunu ve haklılığını ortaya çıkardı.
-Tarihin haklı çıkarmadığı ya da çıkmadığı bir başka olay, tarih ya da süreç var mıdır? Önce bunu sormalıyız kendimize. Bir de Necip Hablemitoğlu’nu bizzat cemaat haklı çıkarmıştır. Bir süredir birlikte yürümekten, yol arkadaşlığından vazgeçerek cemaat ve Ak Parti tarihe yardımcı olmuştur. Bu, tırnak içinde söylersem, “Allah’ın bir lütfudur bize.’’ (Gülümsüyor.)
“ONU KAYBETTİĞİMDE BÖYLE TİTREMİŞTİM”
-Darbe girişimi gecesi neredeydiniz ve olan bitenlerden nasıl haberiniz oldu?
-Yaşım darbelerden ’80’i görmeye, ’60’ı dinlemeye, diğerlerini de okuyup öğrenmeye uygun. (Gülümsüyor.) Cuma akşamıydı, evde yalnızdım. Büyük kızım yurtdışında yaşıyor, diğer kızım da dışardaydı. Yanımda değillerdi. Yorgun, uykulu, tv’de bir tartışma programını izlemeye çalışıyor, bir yandan da sosyal medyayı kontrol ediyordum. Ofisten de henüz gelmiştim. Twitter timeline’da bir tuhaflık başladı. İnsanlar köprüden askerlerin görüntüsünü paylaşıyorlardı. Ankara’da tank görüntüleri paylaşanlar oldu. Bir ara kızımla konuştum, “Eve gel” dedim. “Yakındayım, merak etme, geliyorum” dedi. Bu arada askerin Beylerbeyi Sarayı önünde bazılarına, “Darbe oldu, evinize gidin” gibi bir şeyler söylediği paylaşıldı. O anda anladım. Beylerbeyi ile Cumhurbaşkanı arasında bir bağ kurdum ve içimden, “Eyvah!” dediğimi hatırlıyorum. Ancak darbe için saat tutmuyordu, durum açıkçası garip ötesi garipti. Zaten bir sure sonra, uçaklar ve patlamalar başladı.
-Siz de evinizde, Ankara’da olanlardan etkilendiniz mi?
-Jetlerin her geçişinde evin içinde patlayan seslerin ardından, titremeye ve ağlamaya başladım. Kızım geldi o arada, sabaha kadar merdiven boşluğunda kımıldamadan oturdum. Büyük kızımla konuştuk, ondaki endişeyi tarif edemem. Tek bir şey şekillendi kafamda, darbeden çok, işgal ediliyoruz diye düşündüm… Ben hayatımda bir Necip’i kaybettiğim gece böyle titredim, bir de 15 Temmuz gecesi. Ardından depreşen travma sonrası stres bozukluğu nedeniyle ilaç kullanmaya başladım. 15 gün boyunca kabuslar gördüm, uyuyamadım, korkunçtu.
“HİÇ ŞAŞIRMADIM”
-Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, darbe girişimiyle ilgili olarak, ilk açıklamasında “FETÖ’cü cunta”yı işaret etmesi, eşini Cemaat’le mücadelede yitirmiş biri olarak sizde nasıl bir çağrışım yaptı?
-Açıkçası Kutlu Bey, ben bunu şöyle tarif etmeyi tercih ederim: Eşim, Necip Hablemitoğlu, 2002 yılında cemaat örgütlenmesi üzerinde yazdığı bir kitabı tamamladıktan sonra yayınlamak isteyen bir yayınevi bulamadığını, yayınlamaması için telkinler geldiğini söylemişti. Kitabını tamamlamadan önce de cemaate ilişkin makaleleri ve katıldığı çeşitli görsel ve yazılı medya mecralarındaki konuşmaları, konferansları nedeni ile tehdit edildiğini aktarmıştı.
-Tehditler nereden geliyormuş?
-Bir kısmının devletin bazı kurumlarında çalışanlar tarafından geldiğini söylemişti. Bununla birlikte, “Alman Vakıfları” kitabını yayınladıktan sonra da çeşitli tehditler aldığını, üniversiteden uzaklaştırılması için atılması için Alman Büyükelçisi’nin rektöre mektup yolladığını biliyorduk.
-Eşiniz katledilmese, nasıl gelişmeler yaşanabilirdi?
-Öldürülmese, 18 Aralık’tan hemen sonraki tarihlerde hem cemaate karşı, hem de Alman Vakıfları’na karşı açılan dönemin DGM’lerindeki (Devlet Güvenlik Mahkemesi) her iki davada da tanık olarak dinlenecek kişi olacaktı. Eşimi salt Cemaat’le mücadelede yitirmiş olduğumu söylemem. Müdahil olduğumuz davanın duruşmaları başlamamışken, yürüyen bir soruşturma varken ve çatı dava iddianamesini tam olarak incelemeden bunu söylemem, şu aşamada doğru olmaz.
-Darbe girişimine dönersek.
-Sayın Cumhurbaşkanı’nın FETÖ’cü cuntayı işaret etmesi, o gece bana aralarında artık gerçek bir savaş çıktığını düşündürdü. Bu kalkışma çok sayıda insanımızın öldürülmesine, can kaybına yol açtı. Ancak asıl ve öncelikli hedefleri kanımca Hükümet ve Cumhurbaşkanı’ydı. Haa! Başarılı olsalardı, hedef daha da büyüktü, hedefleri bütün Türkiye’ydi.
-Örgüt’ün TSK içinde bu kadar bir yoğunluk içinde bulunması sizi şaşırttı mı?
-Hiç şaşırtmadı, ayrıca adliye, mülkiye ve askeriyeyi ele geçirmeyi hedef alan bir yapılanmanın silahlı güce ağırlık vermesi de kimseyi şaşırtmaz.
-Öğretim üyeliğinizde, siz de Gülen Grubu’nun varlığını ve oluşturduğu tehditin boyutunu, eşiniz gibi farkında mıydınız?
-Ben Ankara Üniversitesi’nde öğrenciliğimi de sayarsak, 34 yıl bulundum. Orada büyüdüm. Ne yönetimler gördüm, nelere tanıklık ettim. Eşim kadar farkında olmama, eğer eşim Necip Hablemitoğlu olmasaydı olanak yoktu. Cemaat’le akademinin ilişkisi siyasetten farklı değildir. Kimileri zengin olmak, kimileri makam sahibi olmak, kimileri de akademik ilerleme için YÖK’teki uzantıları dahil her daim işbirliği yapmıştır. Siyaseti kirli ve hainle işbirlikçi olan bir ülkenin, akademisi temiz kalabilir mi sizce?
-Yıllarca dava dosyasının peşinden koştunuz ve sonuç alamadınız? Bu koşuşturmalarda, önünüze ne gibi duvarlar çıktı?
-İsterseniz bunu yine şöyle ifade edelim: Bir dava doyası hiç olmadı Hablemitoğlu suikastinin. Yok edilen, el değiştiren ve içi boşaltılan bir soruşturma dosyası oldu sadece. Savsaklandı, geciktirildi. Üstelik cinayet gecesinden itibaren. Dosya bir arpa boyu bile yol alamayınca, önümüze duvardan çok ilgisizlik çıktı.
YAPILANDIRILMIŞ KULLANIŞLI SÜREÇLER
-Suikast günü, cinayetin işlendiği ve evinizin bulunduğu Portakal Çiçeği sokağa gelen dönemin DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel, Necip Bey için, “Kendisini feda etti” demişti. Bu yoruma katılır mısınız?
-Savcı Beyin bu yorumu neden yaptığını bilmiyorum. Neyi kastettiğini yorumlayamam. Ben bir feda ediş olduğunu düşünmüyorum. Necip bir gazeteciydi. Geçmişin anlamlı ve değerli bir gazetecilik anlayışının son temsilcilerinden biri oldu. Çalıştığı konular, ilgi ve infial yaratan konular oldu. Siyasetin ve devlet içindeki illegal yapılanmaların canını sıktı. Bir bedeli var bu tür çalışmanın Türkiye’de ve o bedel öldürülmek oldu, her zamanki gibi.
-Hablemitoğlu suikasti dönem dönem Türkiye’nin gündemine geliyor. Yeni dönemden ümitli misiniz?
-Bahsettiğiniz bu süreçlere, “Yapılandırılmış kullanışlı süreçler’’ diyorum ben. Çünkü her zaman tanımlarken geçen 14 yıllık zamanı 3 ayrı döneme ayırırım. Cinayetten sonra Ergenekon’a kadar birinci evre, Ergenekon evresi ikinci evre ve bunun içinde Gezi olayları da bir alt evredir kısa süre. O zaman da hükümetin farklı sesleri Necip’in Gezi’yi tertipleyen Almanlar tarafından öldürüldüğünü iddia ediyorlardı. (Gülümsüyor.)
-Ya 3. evre?
-17-25 Aralık operasyonları sonrası. Ve inanın her dönemde- evrede yazılanlar, konuşulanlar, olaylar, şahıslar, ithamlar trajikomik. Çünkü anormal bir fikir değişikliği, bilgi kirliliği var. Her evrenin kendine özgülüğü çerçevesinde. O yüzden bu cinayet ve soruşturulamayışı, karartılışı bu ülkenin utancıdır. Bu ülkenin kurumlarının, siyasetinin ve yargısının, kolluğunun avamlığının bir yansımasıdır… Bu kadar net!
-Eşinizin Gülenciler’ce katledildiği iddiasının sizde karşılığı nedir?
-Yıllardır söylediğim gibi, somut kanıtlarla ortaya konulmaya muhtaçtır.
-Bir röportajınızda, “Fotoğraf çok net bizim için. Faili olarak biz biliyoruz yani fotoğrafın ne olduğunu” demiştiniz. Nasıl bir fotoğraftır sizin gördüğünüz?
-Bu suikast bağıra bağıra gelmiştir. Devlet ilgili kurumları ile seyretmiştir. 3 Kasım 2002 seçimleri ile Türkiye’nin içine girdiği süreçtir fotoğraf; hükümet değişikliği ve başbakanlık sorunu nedeniyle yaşanılan belirsizlik ortamında yerel ve küresel bir taşeron işbirliğidir bu cinayet. Kaldı ki, bunda da ne denli haklı olduğum ortadadır.
“EDEN BULUR”
-Bu suikastin aydınlatılmamasında AKP iktidarını da sorumlu tutuyor musunuz?
-Bu suikastın aydınlatılmamasında, karartılmasında bütün bu süreçte görev yapan ilgili kurumların bağlı olduğu dönemin bakanlarını araştıracaklar mı? İlgili kurumların başındaki mülki amirler araştırılacak mı? Cinayetin işlendiği günlerde kimlerin hangi pozisyonlarda neleri ört bas ettiklerine kadar inebilecekler mi? Ana muhalefet partisinin defalarca cinayetin soruşturulması için verdiği soru önergelerine yanıt veren ilgili bakanların bu yanıtları neye dayanarak verdiklerini araştırabilecekler mi? Bunları ve bunun gibi pek çok şeyi yapamayacaklarsa, kusura bakmasınlar kafadan sorumludurlar zaten. Benim sorumlu tutmama gerek yoktur.
-Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Cemaat tarafından “ kandırıldıklarını ” ifade etti, “Allah bizi affetsin” dedi. Bu temennilerin sizdeki karşılığı nedir?
-Bu ifade Sayın Cumhurbaşkanı’nın seçmeni için bir anlam taşıyabilir. Ancak yetişkinlerin kandırılması pedagojik olarak biraz tuhaf oluyor. Hani bunu mesleki bir gözle değerlendirdiğimde, 75 milyonun en azından yarısının ana okulu çocuğu olması gerek kandırılmaya inanması için. Ayrıca bu kadar hukuksuzluğun, ölümlerin, haksız ve yargısız infazların, bitirilen hayatların, işsiz kalan, ailesini kaybeden insanların olduğu bir süreçte bu kadar mistik bir açıklamanın yaşamdaki pratiği reel değildir. Rahmetli ananemin bir deyişi vardı; “Etme bulma dünyası” diye. Eden bulur, her daim ben de buna inanırım.
-Cemaat’le mücadele döneminin 17 ve 25 Aralık operasyonlarının milat olarak kabul edilmesi sizce sağlıklı mı? Doğru mu?
-Bilmem, bu biraz sanki malumu kabul etmek gibi olmuyor mu? Çok acayip bir milat öyleyse. 

Yani 17-25 Aralık’a kadar olanlar Hindistan’da mı yaşandı?
-İfadeler kamuoyuna yansıdıkça, ortaya çıkıyor Şengül Hanım. Bilime kafa yoran bir akademisyen olarak, Gülen’in muridlerinin, onun terli atletini almak için birbirleriyle yarışmasına ne dersiniz?
-Birey olmayı içselleştiremeyen bir toplum var Türkiye’de. Bunu artık kabul edelim. Türkiye’nin eğitim sistemiyle oynaya oynaya mundar oldu. Bu sistemden böyle sapkınlıkların çıkması da hiç garip değil. Kaldı ki, dünyada tek örneği de bu cemaat değil. Bu tür görünümlerin yaşandığı başka dinlerin tarikatları ve cemaatlari var. Bu tür yapılar dünyanın her yerinde üç aşağı beş yukarı aynıdır. Günlük yaşam pratiği ve kamusal düzen, devlet bu yapılarla uzlaşamaz. Ama bizim memlekette böyle bir yapıya devlet teslim edilmiş. Sanırım asıl cehalet ve sorgulanması gereken nokta da budur. Bu kadar köklü bir devleti babasının malı gibi kimler bu insanlara, bu yapıya teslim etmiştir?
-Sizce kim?
-Size hiç hayatta ne istediyseniz veren birileri oldu mu Kutlu Bey? Bana annem ve babam dahil hiç olmadı. (Gülümsüyor.)

Kimdir Şengül Hablemitoğlu?

Sosyal hizmet uzmanı ve eğitimci. 1965’te Ankara’da doğdu. 1986 yılında Ankara Üniversitesi’nden mezun oldu. Aile ve Tüketici Bilimleri alanında yüksek lisans ve doktora yaptı. Türkiye Bilimler Akademisi Sosyal Bilimlerde Doktora Sonrası Yurtdışı Araştırma Bursu ile 1997 yılında gittiği ABD Purdue Üniversitesi Kadın Çalışmaları Programı’nda misafir öğretim üyesi olarak araştırmalar yaptı. 1998 yılında Doçent, 2005 yılında Profesör oldu. Mayıs 2008’de Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü’nün kuruluşunda görev aldı ve Bölüm Başkanlığı’na atandı. Kasım 2008-Şubat 2015 tarihleri arasında Sağlık Bilimleri Fakültesi’nde Dekanlık görevi yaparak fakültenin yeniden yapılanmasında çalıştı. Mayıs 2015’de üniversiteden ayrılarak, Ankara’da bağımsız bir kuruluş olan Hablemitoğlu Ankara Enstitüsü’nü kurdu ve faaliyetlerini burada sürdürüyor.
Kutlu Esendemir /gazeteport.com

(kutluesendemir@hotmail.com)

@kutLuesendemir
http://sosyalgundeminiz.com/Posts/PostDetail/12120




22 Ağustos 2016 Pazartesi

ABD Eski Büyükelçisi James Jeffrey'den FETÖ itirafı!




ABD Eski Büyükelçisi James Jeffrey'den FETÖ itirafı!

























15.08.2016 23:50


FETÖ lideri Gülen ve Türkiye’deki yapılanmasına karşı yürütülen süreçte 17-25 Aralık 2013 tarihini milat olarak aldıklarını söyleyen Başbakan Binali Yıldırım’a, ABD’nin 2008-2010 yıllara arasında Ankara Büyükelçiliğini yapan James Jeffrey’den yanıt geldi.

Hürriyet’ten Cancu Çamlıbel’in sorularını yanıtlayan Jeffrey, “Benim bildiğim kadarıyla Gülen hareketi ordu içine epey sızmıştı. 

Zaten polis ve yargıya aşırı şekilde sızmalar daha önce gerçekleşmişti. Bunlara Türkiye’de görev yaptığım yıllarda şahit oldum” dedi. 

Ümraniye ve Balyoz davaları sürerken Gülen yapılanmasının devlet içindeki gücünün endişe verici boyutlara ulaştığı uyarılarını gizli yazışmalarda Washington’a bildiren Jeffrey, şunları söyledi: 

  “ Türkiye’de yaşanan trajediye ve iç savaşa yakın bir şeydi. 
Darbeciler, demokratik sistemi yıkıp yerine gizli bir teşkilatı iktidara getirmeyi hedefledikleri açık. Emarelerin çoğu Gülen hareketine işaret ediyor. 15 Temmuz’un arkasında Gülenciler in olma ihtimali yüksek ancak Türkiye’nin bunu yargı önünde kanıtlaması gerekiyor. İpi kimlerin çektiğini anlamak için daha çok bilgiye ihtiyacımız var. Batılıların temel motivasyonu insan hakları ve özgürlükçü düşüncelerdir. 

Darbe teşebbüsü gündeme gelince hemen insan hakları ihlallerine dair genel bir endişe hasıl oldu. Bugün her şeyi daha da kötü hale getiren Fetullah Gülen’in yargılanmasının meselenin kalbinde oluşu. Bizim Amerika’da en önem verdiğimiz değerlerin başında adalet ve hukukun üstünlüğü gelir. Mahkemeler bağımsızdır ve bu bizim demokrasimizin temel kriteri. Türkiye bu gerçeği anlamak istemediği için Türk-Amerikan ilişkileri son derece tehlikeli bir trajediye doğru çakılmak üzere. Bu Amerika için kötü olacak ama Türk halkı için felaket olacak.

Kaynak: ABD eski Büyükelçisi James Jeffrey'den FETÖ itirafı! 


http://www.yenicaggazetesi.com.tr/abd-eski-buyukelcisi-james-jeffreyden-feto-itirafi-144174h.htm



İSA GÖK DEN MUHALEFET ŞERHİ



'' İSA GÖK '' DEN  MUHALEFET  ŞERHİ



34. OLAĞAN KURULTAY PARTİ MECLİSİ ÇALIŞMA RAPORUNA MUHALEFET ŞERHİMDİR:

17 Temmuz 2012 Salı

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün Partisi CHP, “Yenileşme”, “ Değişme ” ve “ Büyüme ” iddiasıyla yola çıkarak büyük bir “ Dönüşüm ” ve “Başkalaşım” yaşamaktadır. “ Yeni CHP ” sloganıyla yola çıkılmış, ancak Parti’mizin tüm kuruluş felsefesi ve ilkeleriyle büyük bir mücadeleye girişilmiştir.

Yeni CHP Atatürk’ten, İnönü’den, Laiklikten, Halkçılıktan, Devletçilikten, Cumhuriyet devrimi değerlerinden, CHP’nin devrimci köklerinden tamamen uzaklaşmaktadır. Karşıdevrim tüm kaleleri tek tek ele geçirirken son halka olan CHP kalesine dek ulaştığını artık açıkça göstermektedir.

Bugün emperyalizmin bir kez daha bu topraklarda gerçekleştirmek istediği büyük bir stratejik oyun sahnelenmektedir. Türk kimliği anayasadan silinmeye çalışılmakta, “ Türk Milleti ” kavramına son verilmek istenmekte, Türkiye, Suriye, İran ve Irak’tan koparılacak toprak parçaları ile emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yapay yeni bir uydu devlet, Kürdistan adıyla kurdurulmak istenmekte ve buna uydurulmaya çalışılan hukuki kılıfa ortak yapmak için partimiz de gönüllü gösterilmektedir.

CHP’nin geçmişiyle hesaplaşması gerekir kılıfı altında, Parti’mizin geçmişini inkâr etme, emperyalizmin de isteği olan Kemalizmle hesaplaşma kavgası içinde CHP yönetimi adeta yarış hali içine girmiştir. Bu anlamda Sayın Genel Başkan’ın söylediği, “ AKP iktidarına karşı mücadele ederken, ben bazen kendimi 1940'lar CHP iktidarına karşı mücadele ediyormuş gibi sanıyorum. Çünkü AKP iktidarı aynen 1940'lar CHP iktidarının ortamının, koşullarını yarattı..." şeklindeki sözleri, Parti yönetiminde gelinen noktayı ortaya koyması açısından ibret vericidir.

Yine bizzat Sayın Genel Başkan, bugün için Türkiye’de laikliğin tehlikede olduğunu düşünmediğini belirtmiş, “ Bunun altını doldurmak lazım, askıda kalır, gerekçelendiremem ” demiştir. Oysaki toplum ve devlet yaşamında laiklik CHP için vazgeçilmez temel ilke iken, “ Laiklik tehlikede değil ” diyerek laiklik karşıtı eylemlerin önü açılmış, “ Zaten tehlike yok ki ” düşüncesinden hareketle hiçbir mücadeleye gerek duyulmamış ve hatta sessiz kalınmıştır.

Demokrasinin olmazsa olmazı laikliktir. Laiklik savunulmadığı ve esas alınmadığı zaman demokrasiyi de tam anlamıyla oturtamazsınız. Şimdi gelinen noktada yeni CHP yönetimi altı temel ilkeden biri olan laikliği değil savunmak, ağızlarına bile zar zor almaktadırlar. 

Sayın Genel Başkan 4+4+4’ü laikliğe darbe açısından eleştirmemiş, yalnızca parasal açıdan yeni bir rant kapısı olacak bir yasa diye yüklenmiştir. Yeni CHP dine karşı parti olmadığını kanıtlamanın peşine düşmüştür. Yönetim kadroları hedef kitlelere mesajını aktarabilmek adına bir Bosna-Hersek gezi programı gerçekleştirmiştir. Ne yazık ki bu gezide CHP’nin tarihi boyunca özenle kaçındığı etnik ve dinsel politika anlayışı kullanılmıştır. Burada Sayın Genel Başkan ve beraberindeki heyeti Gülen okulları çocukları karşılamış, gezi boyunca tüm lojistik hizmetleri Gülen hareketine bağlı turizm firması sağlamıştır. Gezinin programı da; Diyanet İşleri Başkanlığı, Hüsrev Begova İmam Hatip Lisesi, Genç Müslümanlar Teşkilatı’nı ziyaret gibi dini mesajlar içermiştir! Bu konuda yapılan eleştirilere yanıt veren Genel Başkan yardımcısı ise, “Bizi din düşmanı göstermek isteyen AKP’ye karşı böyle olmadığımızın en somut kanıtını Bosna’da gösterdik ” diyerek Din sömürüsü konusunda yeni CHP yönetimi AKP ile yarışa çıktığını resmi olarak ilan etmiştir.

653 sayılı (17.09.2011) KHK ile Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında değişiklik yapılmış ve Kur’an eğitimine yaş sınırı getiren düzenleme yürürlükten kaldırılmıştır. Üstelik bu değişiklik Ekonomi Bakanlığı ile ilgili kanun hükmündeki bir kararnamenin içine gizlenerek yapılmıştır. Bu iptalle yaz Kur’an kurslarına gitmek için 5. sınıfı ve hafızlık eğitimi almak için ilkokulu bitirme şartları ortadan kalkmıştır. Yeni CHP yönetimi laikliğe açıkça aykırı olan bu düzenlemeleri “laiklik tehlikede değil” rahatlığı içinde iptal ettirmeye bile çalışmamış, dava açmamış; kamuoyuna bunu taşımamıştır.

Bugüne kadar CHP çatısı altında hiç görülmedik konular görülür hale gelmiştir. Bunları yapar veya söylerken de “ Biz değişiyor, gelişiyor, Partimizi günümüz koşulları karşısında yeniliyoruz” vurgusuyla kuruluş felsefesinin dışına çıkılmış, kurucu liderimiz Atatürk’ün partisi olmaktan tamamen sapılmıştır. Sayın Genel başkan “üniversitelerde türban sorununu biz çözeriz” demiş ve bırakın üniversiteleri, türbanın ilkokula kadar inmesinin önü açılmıştır.

İmam Hatip liselerine katsayı avantajı sağlayan düzenleme ile Arapçanın eğitime girmesi konularında da yeni CHP başını kuma gömmeyi tercih etmiştir. Özel okullar ortaöğretim yönetmeliğindeki değişikliklerle Atatürk köşelerinin bu okullardan kaldırılmalarına itiraz dahi edilmemiştir.

Milli Eğitim Bakanlığı Ömer Dinçer’in “Cumhuriyet ve laiklik ilkelerinin, yerini, İslam ile bütünleşmeye terk etmesi gerekir!” şeklindeki sözleri de ne yazık ki, Partimize laikliğin tehdit altında olduğunu hissettirememiştir. Ancak 4+4+4 olarak bilinen Milli Eğitim Bakanlığı'nın İlköğretim Yasası'nda yaptığı değişiklikle birlikte yurt genelinde 5 bin civarında imam hatip ortaokulu açılması konusundaki genelge ile yıllardır ilköğretim okulu olarak kullanılan çok sayıda okul imam hatip ortaokuluna dönüştürülmektedir. Bakan Dinçer, genelgenin yanı sıra il müdürlerine de, imam hatip ortaokullarının desteklenmesi için özel talimat vermiştir. Şimdi, bu okullarda okuyan öğrenciler, 8. sınıfta İmam Hatip müfredatı görecek ve İmam Hatip mezunu olacaklar. Partimiz bütün bu olan bitenler karşısında da son derece sessiz kalmayı, hak gaspına uğrayan öğrenci ve velilerini görmemeyi tercih etmekte, başını adeta kuma gömmektedir. Bu konudaki temel dayanak ise, yeni CHP’nin “Laiklik tehdit altında değil!” argümanıdır. Milli Eğitim Bakanlığı eliyle emanetin sahibi genç kuşaklara Atatürk ve ilkeleri, eserleri, devrimleri unutturulmaya çalışılırken; sorgulamayı saygısızlık ve suç sayacak bir anlayış ve yöntemle dindar gençlik yetiştirilmesine yeni CHP bırakın karşı çıkmayı, bu değişimin laikliği ortadan kaldırmak üzere yapıldığını bile kabul etmemektedir.

Aydınlanmanın en önemli düşünürlerinden Emile Zola der ki; “ İrtica, Saltanatını bir ülkenin Eğitimini ele geçirerek kurar ve böylece kökleşir, kalır. Okullarda beyinleri yıkanan genç kuşaklar yönetimde görev aldıkları zaman, ülke çıkarlarının değil, kendilerini eğitenlerin sözcüleri olacaklardır. ”

Şu andaki CHP yönetiminin “Laiklik tehdit altında değil, irtica tehlikesi yoktur!” düşüncesinden cesaret alan iktidar, laikliği tamamen yok ettiği gibi ülkede irtica hâkimiyetini kurmaktadır. Ülkedeki tüm kurumlarda ve rejimde kendini gösteren dönüşümün yargıdaki cemaat yapılanması eliyle gerçekleştirilmesine rağmen, Sayın Genel Başkan yargıda bir cemaat yapılanması olduğunu görmediğini bu konudaki sorulara bizzat verdiği yanıtlarda belirtmiştir. Hatta siyaset yapmayan tarikat ve cemaatlere saygı duyduğunu dile getirmiş ve artık açık açık ülkemizdeki milyonlarca mütedeyyin insanımız bu tarikat ve cemaatlerin kuşatması altına itilmiştir. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, yeni CHP’nin yönetim kadroları, AKP’yi iktidarda tuttuğuna inandıkları, öncelikle din öğesini kullanarak yeni seçmen kazanacaklarına ikna olmuşlardır. Büyük önderimiz Atatürk oysa bu konuda uyarısını çok önceden ve defalarca yapmıştı: “İnsanlıkta din duygu ve bilgisi her türlü boş inanlardan sıyrılarak, gerçek bilim ve teknik ışığıyla arınıp olgunlaşıncaya değin, din oyunu oyuncularına her yerde rastlanacaktır.” Büyük eseri Nutuk’da da; Müslümanlığın, yüzyıllardan beri yapılageldiği üzere bir siyaset aracı olarak kullanılmaktan kurtarılmasının ve yüceltilmesinin şart olduğu gerçeğini görmüş bulunuyoruz!” diyordu.

Cumhuriyet tarihiyle hesaplaşmayı marifet sayanlar Atatürk'ü Koruma Yasasını hedef aldıklarında Sayın Genel Başkan bu kez de onlara eşlik ederek Atatürk’ü Koruma Yasası’na gerek olmadığını söylemiştir. Yani Atatürk’e, eserlerine ve ilkelerine saldırmak suç sayılmasın istenmektedir. Şu çok iyi bilinmelidir ki, Atatürk’ü Koruma Kanunu, Mustafa Kemal Atatürk ya da İsmet İnönü tarafından çıkartılmamıştır. Bu kanun 1951 yılında, bir gecede 17 Atatürk büstünün yobazlar tarafından parçalanması üzerine, büyük önderine sahip çıkan halkın gösterdiği tepkiler nedeniyle zor durumda kalan DP iktidarı tarafından çıkartılmıştır. Atatürk'e ve onun devrimlerine saldırının adeta bir moda haline geldiği bu günlerde Atatürk'ü koruma yasasının kaldırılmasının savunulması çok düşündürücüdür.

Emperyalizm ulus devletlere düşman, ulusal olan her şeye düşmandır. Uluslaşma süreçlerini engellemekte ve parçalamaktadır. Büyük önderin devrim ışığı ile partimizin kuruluş felsefesi ve altı okla temsil edilen ilkeleri emperyalizmle mücadele vurgusunu da beraberinde taşımaktadır. Bu topraklarda daima oyunlar oynanacağı, yeni tuzaklar kurulacağı uyarısı bizzat büyük önder tarafından yapılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk ulusunu fiilen bölme sürecinin bir kez daha planlanmış, bunun aşamalarının programlanmış olduğunu görüyoruz. İzlenecek yol haritasını belirlemek, bunu Türk milletine kabul ettirme senaryoları üzerinde görüş birliğine varmak konularında, Partimiz de rol alsın istenmiştir. Çünkü CHP işin içinde gösterilmeden emperyalizm ve yerli işbirlikçileri hedefe ulaşamayacaklarını bilmektedirler. O nedenle yeni CHP artık bu konuda söylem değişikliğini de aleni olarak ortaya koymaktadır. CHP yıllarca "elinden silahı bırakmayan, silah zoruyla siyasi çözüm dayatmaya çalışan bir terör örgütüyle müzakere yapılmaz, mücadele edilir" görüşünü savunmuştu. Şimdi farklı bir söylem var. Üstelik Partinin bu yeni tutumu Kurultay veya Parti Meclisi gibi yetkili kurullarda görüşülüp onaylanmamıştır. “ Biz artık analar gözyaşı dökmesin diye her tür görüş ve öneriye açığız ” denilmiş, ama yeni CHP yönetimi kendi partililerinin dahi görüş ve önerilerini sormamıştır. Yeni CHP elindeki silahı bırakmayan, silah zoruyla siyasi çözüm, hatta Anayasa dayatmaya çalışan teröristlerle müzakere edilmez, mücadele edilir anlayışından tamamen uzaklaşmıştır. İktidarın yıllardır yabancı ülkelerin ısrarı ve dayatmasıyla başvurduğu siyasi çözüm ve müzakere yöntemi sonuç vermemiş, terör can almaya devam etmiştir. Terör örgütünün bu yöntemle tasfiye edilemeyeceği ve can almayı sürdürdüğü hâlâ acı bir gerçektir ve ne yazık ki gözyaşları dinmemektedir. Peki, bunun sorumluluğunu kim alacaktır?

Sonuçta reddedilemez bir gerçeklik vardır: Terörle amaca ulaşmak isteyenler silah bırakmadıkça, kan dökmeye devam ettikçe el sıkılmaz, masaya oturulmaz. Eğer ki silahla kan dökmeye devam edenler sizi silahla masaya oturtmayı başarmışsa bu teröristin kazanımıdır. Daha fazla isteyeceklerdir. Oslo’da PKK ile masaya oturulması büyük bir suç idi. Yeni CHP yönetimi ise Oslo sürecine, sadece bu sürecin halktan gizli tutulması noktasında karşı koymuştur. Terör devam ederken hiçbir devlet terör örgütüyle masaya oturmamıştır. Bugüne kadar terör örgütü ile birçok görüşme olmasına rağmen terör, hem de artarak, can almaya devam etmektedir. Müzakere yoluyla terör bitirilebiliyorsa, ABD neden terör örgütleriyle, örneğin El Kaide ile müzakere etmemektedir. Silahlı bir kalkışma varsa orada silah bırakılana kadar müzakere değil, Ancak mücadele olmalıdır. Görünen o ki, terör örgütü müzakere talepleri dillendikçe iyice hareketlenmiştir ve can almaya devam etmektedir. 

Bu işin özünde Bölünme, ayrı bir devlet kurma vardır. Suriye’den, İran’dan, Türkiye’den koparılan toprak ve milletle, Irak’ın kuzeyinde bulunan alanda yeni Kürdistan oluşturma hayalini, emperyalizm bir kez daha pompalamaktadır. Türkiye’deki siyasi kurumlar ve tabii ki en başta Partimiz bu hayale hizmet etmemelidir. Bu işin sonu Misak-ı Milli sınırlarının bölünmesidir.

Oslo’da yürütülmüş müzakerelerin bir benzeri, Van’da TESEV kadrolarının yönlendirmesiyle yeni CHP tarafından düzenlenmiş ve içeriği gizli tutulmaya çalışılmıştır. Buradaki toplantının içeriği öğrenildikten sonra görülmüştür ki, amaç, PKK’nın başlıca taleplerini kabul etmek; bunların hayata geçirilmesi için Hükümete destek vermek. Burada tıpkı BDP gibi yeni bir anayasal vatandaşlık tanımı istenmiş, anayasadaki Türk tanımının çıkarılmasından yana tavır konulmuştur. Van Çalıştayı tutanaklarına göre CHP’nin değişim dayatmasında örgütlerin tasfiyesiyle beraber, Parti’nin ideolojisini temelinden sarsan bir anlayış ortaya çıkmıştır. Demokratikleşme sözcüğünün altında amaç sadece Kürtçülük taleplerini partiye ve Türk Milletine nasıl kabul ettiririz arayışıdır.

2011 yılı Şubat ayının son günlerinde Van’da yapılan ve kararları halktan da saklanan çalıştayın temelinde ülke bütünlüğüne yönelik çok tehlikeli maddeler yer almaktadır. “Yeni bir anayasal vatandaşlık tanımı”, “Anadilde eğitim önündeki engellerin kaldırılması”, “Geniş kapsamlı af”, “Yerel Yönetimler Özerklik Şartına Türkiye’nin koyduğu çekinceleri kaldırmak” ve “Hakikatleri Araştırma Komisyonu” gibi, PKK’nın talepleri ve emperyalist çevrelerin de aynı görüş ve siyasetleri olduğu bilinmektedir. Böylece CHP’nin temel esaslarının bir bölümünden vazgeçmiş olduğu ortaya çıkmaktadır. Çalıştaylarda değişik görüşler ortaya konulabilir. Bu son derece doğaldır. Ancak bu görüşler partilerin ilke kararlarını oluşturacaksa o zaman işin rengi başkadır.

Çalıştayda "yeni bir anayasa projesiyle yeni bir idari yapılanma" da gündeme alınmıştır. Türkiye otonom yerel yönetimlere mi ayrılmak istenmektedir? Böyle bir yapılanma ve yeni bir anayasal vatandaşlık tanımıyla beraber Türkiye'nin ulus ve üniter devlet yapısı esasına tamamen aykırı bir durumdan söz edilmektedir.

Bu çalıştayda Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı da, 1988 yılında Turgut Özal döneminde dahi tehlikeli bulunup ihanet çizgisine çekilebileceği için çekince konan maddelerine kadar sahip çıkılarak benimsenmiştir. Avrupa Konseyi kapsamında hazırlanan anlaşmayı Türkiye, 21 Kasım 1988’de imzalamıştır. Bazı maddelerine çekince konarak 1991 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylanan anlaşmada devletimiz örneğin, “yerel makamlar kendi iç idari örgütlenmelerini, kendileri kararlaştırabileceklerdir” fıkrası yine, “yerel makamlara yapılan hibeler belli projelerin finansmanına tahsis edilme koşulu taşımayacaktır” fıkrası veya “yerel yönetimler kendi yetkilerini serbestçe kullanabilmek için özerk yönetim ilkelerine riayetin sağlanması amacıyla yargı yoluna başvurma hakkına sahip olacaklardır” şeklindeki fıkra ve maddelerden ötürü Türkiye’nin üniter devlet yapısının parçalanmasına yol açacağı muhakkak olduğundan bu tür maddeleri kabul etmemiştir. 

Referandum öncesi Öcalan ve Demokratik Toplum Kongresi’nin gündeme getirdiği " Yerel yönetimlere özerklik " talebi, bu çalıştay sonrası yeni CHP’nin de söylemine girmiş ve tüm çekincelerin kaldırılarak tüm madde ve fıkraların kabul edileceği belirtilmiştir. 

Bu, Oslo sürecindeki AKP’den bile daha fazlasını taahhüt etmektir.

Türkiye etnik köken açısından çoğulcu bir yapıya sahiptir. Böyle olduğu için de Cumhuriyeti kuranlar laikliği ve etnik çoğulculuğu temel ilke olarak kabul etmişlerdir. Bunun içindir ki, Cumhuriyet öz itibarı ile bir siyasal bilinç cumhuriyeti olarak kurulmuştur. Ancak yeni CHP yönetimi parti tabanından ısrarla saklanan Van Çalıştayı kararları ve son zamanlardaki yol haritası olarak sunulan belge ile etnik kökenciliği istismar edecek olanlara hizmet edercesine, ülke insanını etnik bir sınıflamaya tabii tutmaktadır. Yeni CHP’nin çözüm arayışı dediği tamamen Oslo’da kurulan tezgâhın meşrulaştırılmasından başka bir şey değildir.

TESEV’in Kürt sorunu ile ilgili hazırladığı raporlarından birinin adı: “Adaletin Kıyısında Zorunlu Göç Sonrasında Devlet ve Kürtler.” TESEV’in bu raporla ilgili düzenlediği panelde, Cumhuriyet Devrimi’nin bir devrim değil, İttihat ve Terakki Partisi’nin düşüncelerinin yeniden iktidara gelişi olduğu savunulmuştur. Sorunun adına “Kürdistan Sorunu” denilmiş ve bu sorunu Cumhuriyet Devrimi ideolojisinin yarattığı öne sürülmüştür. 

CHP, işte bu TESEV kadrolarının yön verdiği bir Parti’ye dönüşmüştür. Bu kadrolar ısrarla CHP’den ulusalcıların tasfiye edilmesini istemektedirler.

Yeni CHP yönetimi, “ Atatürk ilkelerinin bekçisi değilim ” diyen Bursa milletvekiline karşı sessiz kalmıştır. Üstelik Parti’mizin simgesi altı ok, korumak istemediği bu ilkeleri ifade etmektedir.

Yeni CHP yönetimi, “Tekke ve zaviyelerin kapatılması yanlış olmuştur; yeniden açılmalıdır” diye demeç veren Ankara milletvekiline de tepki göstermemiştir.

Tunceli Milletvekili, “Dersim’de CHP katliam yapmıştır, bundan Atatürk de sorumludur” dediğinde yine onaylarcasına sessiz kalınmış, ama bununla da yetinilmeyerek, “Sabahattin Ali’yi CHP öldürtmüş, Nazım Hikmet’i CHP ülkeden kaçırtmıştır” denilebilmiştir.

CHP’nin geçmişiyle hesaplaşması gerekir düşüncesinden yola çıkarak bir redd-i miras durumu mu yaratılmak istenmektedir? Partimizin kurucu lideri büyük önder Atatürk, yıllar öncesinden günümüzde olabilecekleri öngörerek şöyle demişti: “Gelecek kuşakların, Türkiye’de Cumhuriyetin ilanı günü ona en merhametsizce hücum edenlerin başında, cumhuriyetçiyim iddiasında bulunanların yer aldığını görerek şaşıracaklarını asla farz etmeyiniz. Bilakis, Türkiye’nin aydın ve cumhuriyetçi çocukları, böyle cumhuriyetçi geçinmiş olanların hakiki zihniyetlerini tahlil ve tespitte hiç de tereddüde düşmeyeceklerdir.”

Parti’mize olan güvenin ilk zedelendiği nokta daha yasama yılının başında yaşanmıştır. Yeni CHP yönetimi tutuklu iki milletvekili arkadaşlarımızın haklarını savunmada bile yetersiz kalmıştır. İçeriği boş bir mutabakat metnine imza atarak, Parti’ye olan güven önce orada sarsılmaya başlamıştır.

TESEV kadrolarının yönlendirdiği ve hatta yönettiği yeni CHP yönetimi şunu bilmelidir ki, TESEV ve SOROS sol değildir, devrimci değildir; emperyalizmin kollarıdır, parmaklarıdır. Herhalde emperyalizm ve kapitalizme sol diyebilecek bir fikir şaşkınlığı yoktur.

Laik demokratik Cumhuriyet’in, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, ulus devletin, devrimlerin, bağımsızlığın üzerine çizgi çekmeye çalışan emperyalizm ve işbirlikçilerinin karşısında Parti’mizin tam bir mücadele kalesi olarak sapasağlam durması gerekir. Oysa yeni CHP, herkesi son derece şaşkınlığa uğratacak başka bir tavır değişikliği daha göstermiş ve siyasi partilerin Türkçe’den başka dillerde de faaliyette bulunmasını öngören kanun teklifini TBMM Başkanlığı’na sunmuştur. Teklife göre, önseçim çalışmasında bulunan aday adaylarının faaliyetlerinde Türkçe’den başka dil ve yazı kullanılabilecektir. Teklifle, Siyasi Partiler Kanunu’nun “azınlık yaratılmasının önlenmesi” başlıklı maddesinde değişiklik yapılmaktadır. Bu değişiklikle, siyasi partilerin Türkçe’den başka dillerde faaliyette bulunmasının önündeki yasaklar kaldırılmaktadır.

Günümüzde emperyalizm ekonomik ve politik maiyetinden dolayı ulusal devlet çerçevesini parçalayarak açmakta, kozmopolit bir yapı oluşturmakta, ekonomik ve buna bağlı olarak askeri gücüne dayanarak, daha çok sayıda ülkeyi boyunduruk altına almaya çalışmaktadır. Bugün ulusların yazgılarını kendilerinin belirlemesi düşüncesi liberalizmin sözcülerince halkları yanıltıcı bir şekil almıştır. Belli bir noktadan sonra milliyetçi talepleri desteklemek, ezilen halkların kurtuluşuna yardımcı olmak yerine burjuva iktidarı için bir mazeret halini almıştır. Özellikle sosyalist sistemin dağılmasından sonra emperyalist odakların uyguladıkları böl ve yönet politikasının acı sonuçları göz önüne alındığında ulusal hareketlerin bölgesel kalkışmaların ne denli halkların ve bölge insanının gerçek çıkarlarını temsil ettiği titizlikle ve bilimsel bir gözle bir kez daha irdelenmelidir.

Yurtseverlik; üzerinde yaşanılan toprağa, konuşulan ana dile ve ulusal kültüre duyulan ilgi ve sevgiden ibaret değildir. Yurtseverliğin özü bireylerin toplumsal katkı ve ilişkilerinde geçmiş ve bugünün gerçek ortamı karşısındaki tutumlarında yatmaktadır. Yurtseverliğin içeriğini belirleyen en temel öge ilerici toplumsal düzen uğrunda girişilen mücadelelerdir. Yurtseverlik ulusal ve uluslar arası bir bütün olarak ele aldığı için milliyetleri ve etnik toplulukları bölmek yerine onları birleştirir. Bugün ulusal kimliği koruma çağrılarını kalkan olarak kullanan milliyetçi eğilimlerin, içinde yaşanılan ekonomik yapıyı sürdürmeye ilişkin tutumları da çok iyi gözlenmelidir.

Ulus devlet yapısının tahrip edilmesinde Cumhuriyetimizi kuran Parti’mizin adının yer aldığını görmek, bu partiyi antiemperyalist bir mücadele odağı kabul edenler açısından içler acısı bir durumdur. Ülkemiz bölünmenin, etnik ve inanç çatışmalarının eşiğine getirilmiştir. Laik, demokratik Cumhuriyet rejimi büyük bir tehdit altında iken halkın umudu olması gereken CHP, iktidar partisi ile kol kola bölünmenin anayasasını hazırlıyor. Oysaki hiçbir hükümet kurucu iradenin üzerinde değildir ve hukuken yeni bir anayasa yapmak gücü yoktur. Ülkesini seven ve geleceğinden kaygı duyan yurttaşlar, CHP’nin dışardan dayatılan, sömürücülüğün ve AKP’nin çıkarlarına uygun yeni anayasa çalışmalarından çekilmesini talep ederek, Parti’mizin kuruluş ilkeleri ve felsefesine dönmesi için seslerini duyurmaya çalışırken, CHP yönetimi bu sese gözlerini ve kulaklarını tamamen kapatmaktadır. Bir ülkenin rejimini belirleyen, siyasi iktidarın el değiştirmesini, işleyişini, görevlerini, yetkilerini belirleyen temel metin olan anayasa, her akla gelindiğinde ya da her sayısal çoğunluk bulunduğunda yenilenemez. Şu andaki anayasa 1982 anayasası değildir. Anayasanın 175 maddesinin 114’ü Meclis tarafından değiştirilmişse bu anayasa nasıl hâlâ darbe anayasası olur. Ama bu argüman işleniyor ki, yeni anayasaya ihtiyacı olanların çıkarına hizmet edilebilsin. Yeni anayasaya emperyalizmin, bölücülerin ihtiyacı var. Siyasi iktidarın CHP’ye sadece fiziksel olarak, şekil olarak, hazırlanılmış bölücü anayasaya meşruiyet kazandırmak açısından ihtiyacı vardır. Başka da hiçbir anlamda CHP’nin varlığına gerek duymamaktadır. 4+4+4 olarak bilinen yasa tasarısı kabul edilirken en net şekliyle görülmüştür ki, iktidar gerektiğinde demokrasi kurallarını çiğneyecek, rejimi kendi istediği gibi değiştirebilecektir. Rejim değiştirilmektedir ve hukuki kılıfı da yeni anayasa olacaktır. O halde bu kadar açık bir tablo karşısında CHP neden ısrarla yeni anayasa çalışmaları içinde göstermelik de olsa yer almak istemektedir?



21 Ağustos 2016 Pazar

KIBRIS TÜRK KATLİAMI: KANLI NOEL



KIBRIS TÜRK KATLİAMI: KANLI NOEL





Tarihe " kara harfler " ile yazılmış " Kanlı Noel ", 21-26 Aralık1963 tarihleri arasında, yunan desteği ile Kıbrıs rumları'nın, Kıbrıslı Türkler'e karşı başlattıkları silahlı saldırılara ve sonrasındaki katliam ve soykırıma verilen isimdir. 

Yıl 1960'ların Sonu...

İsviçre'nin Zürih şehrinde Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık(İngiltere) arasında yapılan görüşmelerde hazırlanan anayasa ile 16 Ağustos 1960 tarihinde Kıbrıs Cumhuriyeti bağımsız bir devlet olarak kuruldu. Kıbrıs Cumhuriyeti'nin ilk başkanı olarak seçilen rum III. Makarios, 1961 yılında mevcut anayasa ile Kıbrıs'ın yönetilemeyeceğini iddia etmeye başladı ve Kasım 1963'te anayasada on üç maddelik bir değişiklik yapılmasını önerdi.

Makarios, Anayasaya teklif ettiği 13 maddelik Tadil'in kabul edilmeyeceğini kesin olarak biliyordu. Bu durumda, Kıbrıs Türk halkına karşı girişeceği saldırı neticesinde yaratacağı oldu bittinin kabul edilmesine uygun bir zamanı beklemeye başladı.

Türkiye'de 2 Aralık 1963'te İnönü'nün istifası sebebiyle hükümet buhranının mevcut olduğu  ve Yunanistan'da Karamanlis partisinin iktidardan düştüğü, Zürih ve Londra Antlaşmaları'nı bir cinayet olarak gören ve Kıbrıs için rum yanlısı poltikayı kabul eden Yorgo Papandreu'nun iktidara geldiği zamanda, Makarios Kıbrıs'taki Türk Milleti'ni imhayı öngören "AKRİTAS Planı"nı  tatbik mevkiine koydu.

Bu plan yürürlüğe girer girmez çok iyi eğitim görmüş 20.000 kişilik EOKA teröristleri; havan topları, bazukalar ve en modern silahlarla donatılmış olarak Yunan Alayı'na mensup askerlerle birlikte Kıbrıs’taki Türkler'e karşı saldırıya geçtiler.

Plan dâhilinde hazırlanmış olan Harekât Planı'na göre Lefkoşa'daki Türkler, 8 saat içinde mağlup edilerek teslim alınacak, diğer şehirlerdeki ve köylerdeki Türk halkı da teslim olacaklar böylece Kıbrıs tamamen Yunan desteği altında katil rum’un boyunduruğu altına geçmiş olacaktı.

Tarihe "Kanlı Noel” olarak geçen Kıbrıs Türkleri’ne karşı yapılan bu saldırılar, zulüm  ve soykırım 1963 Aralık ayında başladı.

20 Aralık gecesi Lefkoşa'nın Tahtakale semtinde evlerine gitmekten olan bir grup Türk'ün otomobillerine açılan ateş sonucunda Zeki Halil ve Cemaliye Emirali adlı iki Türk şehit düştü, bir grup Türk de açılan ateş sonucunda yaralandı.

21 Aralık günü bu saldırıyı kınamak için Lefkoşa Türk Lisesi bahçesinde toplanan Türk öğrencileri EOKA çetesi mensupları tarafından kurşunlandı. Aynı gün Lefkoşa'daki Atatürk büstüne de saldırıldı. Bir gün sonra Türkiye Büyükelçilik binası ile Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Yardımcısı'nın ikametgâhına ateş açıldı.

Akritas Planı artık fiilen uygulamaya konulmuştu.

1963 yılı Kanlı Noel saldırılarının hedefi Lefkoşa idi.

Rumlar, merkeze hakim olmakla bütün Kıbrıs'a hakim olacaklarını sanıyorlardı. Bunun için de kendilerine en büyük engel Lefkoşa'ya bağlı Küçük Kaymaklı kasabası idi.

1960 nüfus sayımına göre kasabada 5.126 Türk, 1.133 Rum yaşıyordu. Kasaba önemli bir Türk yerleşme merkezi durumundaydı.
Kasaba çevresinde 19 Aralık'tan itibaren EOKA faaliyetleri gözlenmeye başlandı. Rum saldırısından şüphelenen Türk Mücahit Teşkilatı'na üye gençler, halkı olası bir saldırıya karşı hazırlamaya çalıştılar…

Gözleri kanla bürümüş EOKA denen katillerin Küçük Kaymaklı’ya saldırısı 22 Aralık günü başladı. Küçük Kaymaklı'nın dış dünya ile bağlantısı tamamen kesilmişti. 23 Aralık'tan itibaren yeni takviye kuvvetleri alan Rum saldırganların başına EOKA'cı katil Nikos Sampson geçmişti. Diğer yandan Ada'daki Yunan alayı da saldırganlarla birleşmiş ve Rumlar bütün güçlerini bölgeye teksif etmişti.

Bu arada zalim ve katil Makarios'un 22 Aralık günü Garanti Antlaşmaları’nı tanımadığını ilan etmesi, katil rum çetelerine daha da cesaret vermişti.

Türk direnişçiler, 5.000 Türk'ün sorumluluğunu üzerlerine almaları nedeniyle bölgeden ayrılmaya karar verdiler ve bunu 24 Aralık gününden başlayarak uygulamaya koydular.

3.000 Türk Hamitköy'e, 2.000 civarında Türk de Lefkoşa'nın emin bölgelerine gönderildi.

Rum çeteleri, kadın-erkek, çocuk-ihtiyar demeden Türklere karşı vahşice saldırıp katlederken; Türkler, Küçük Kaymaklı'da bulunan Rum aileleri de kendi korumaları altında Büyük Kaymaklı'ya göndermişti.

Geride kalan 550 kadar yaşlı, kadın ve çocuk Türk topluluğu Rum çetecilerce esir muamelesine tabi tutuldular. Bu arada seksenlik imam Hüseyin İğneci ve yatalak 18 yaşındaki oğlu Rumlar tarafından vahşice şehit edildi.

Bu gelişmeler üzerine Türkiye, 23 Aralık 1963'te İngiltere ve Yunanistan hükümetleri nezdinde harekete geçmiş ve rum katliamlarının önlenmesi için birlikte harekete geçilmesini istemiştir.

Türkiye'nin bu girişimi üzerine, 24 Aralık 1963'te Lefkoşa'da;  Türkiye, Yunanistan ve İngiltere adına bir ortak bildiri yayınlanmıştır.

Bildiride şu ifadeler yer almaktadır:

"Türkiye, İngiltere ve Yunanistan hükümetleri Garanti Antlaşmasını imza eden devletler sıfatı ile Kıbrıs Hükümeti ile Türk ve Rum cemaatlerini hâlihazır karışıklıklara son vermeye müştereken çağırırlar. Üç hükümet, bu gece ateş kesilmesi için uygun bir saatin tespitine ve her iki cemaatten buna riayetini istemeye Kıbrıs Hükümeti'ni davet ederler. Üç hükümet ayrıca hukuk nizamının korunması lüzumunu göz önünde tutarak bugünkü durumu doğuran güçlüklerin haline yardım maksadıyla tavassutta bulunmayı teklif ederler…”

Bu çağrıya rağmen çatışmalar durmamış, 23-25 Aralık tarihleri arasında, katil rum-yunan askerleri, savunmasız Türk Milleti’ne karşı tarihe kara sayfalar hâline geçmiş bulunan, insanlığa yakışmayacak şekilde cinayetler işlemişler, Türklere soykırım yapmışlardır...

Bu menfûr cinayetlere karşı Türk Mücahitleri ve Türk Milleti, en ilkel silahlarla direnmiş, şehit vermiş, kayıp vermiş; fakat teslim olmamıştır. Makarios, ENOSİS gayesine engel gördüğü Türk halkını imha hareketine girişince, radyo ve TV'yi kontrolü altında tuttuğundan ve Türkiye Büyükelçiliği'nin telefonu dâhil, Türkler'e ait bütün telefon irtibatlarını kestiğinden, Kıbrıs Türk halkının feryâdı, dünyaya duyurulamamıştır.

Başpiskopos Makarios, bir din adamına hiç yakışmayan bir şekilde;
«Kıbrıs Türk halkı, isyan ettiklerinden dolayı tedip edilmişlerdir.»… diye dünyaya duyurmuştur.

Bugün Lefkoşa Barbarlık Müzesi'ne gidenler, gözünü kan bürümüş katil rum ve yunan çetelerinin silahsız bir anne ile 3 küçük çocuğunu kurşun yağmuruna tutarak delik deşik ettiklerini, aynı evde sığınmış bulunanları da kurşun yağmuruna tuttuklarını ve öldüler diye terk ettiklerini gösteren fotoğrafları görebilirler.

24 Aralık 1963'te Lefkoşa'nın Kumsal semtinde 11 kişi öldürülmüştür. Bunlardan 4'ü Emekli Tabip Tuğgeneral Nihat İlhan (o dönemde 1960 anlaşmalarına göre Kıbrıs'ta görev yapan 650 kişilik Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı Komutanlığı'nda görevli Binbaşı)'ın ailesidir.

Gözünü kan bürümüş şerefsiz rum ve yunan askerleri, Binbaşı İlhan'ın evine baskın yapmışlar ve evinin banyo küvetinde eşi Mürüvet İlhan ve çocukları Murat, Kutsi ile Hakan’ı katletmişlerdir.

Yazının başlığında paylaştığım katliam fotoğrafı işte bu ailenin yok oluş fotoğrafıdır.

Emekli Tabip Tuğgeneral Nihat İlhan’ın kendi sözlerinden o dehşet gününde yaşadıkları aynen şöyledir;

"Türkiye’de askeri tıp akademisinden mezun olduktan sonra bir helikopter ile Kıbrıs Türk Alayı’na baştabib olarak geldim. O dönemde Türk alayı ile Rum alayı birbirlerinden yüz metre mesafedeydi. Birçok yaralı geliyordu.

Eşimi, küçük iki çocuğum ile 3 aylık oğlumu Lefkoşa’nın Kumsal adı verilen bölgesinde kiraladığımız bir eve yerleştirmiştim. Alaya su sağlayan borular önce Rum alayına sonra Türk alayına geliyordu ve suyu sürekli kesiyorlardı.

1960 anlaşmalarına göre de Yunan, İngiliz ve Türk subaylar sürekli bir araya geliyorduk. Rum askerleri oduncu kıyafeti ile gizlice yakınımıza gelip sürekli bizim alay hakkında istihbarat topluyordu. Rum askerleri de Yunan alayının üniformaları içinde geliyor ve bilgi topluyorlardı. Bir defasında Türk ve Rum askerlerine tıp dersleri verirken Rumlar tahtaya benim karikatürümü yaptı. Bu karikatürde ateşin üzerine beni oturtmuşlardı ve ’Beni yakacaklarını’ söylediler.

Ailemin katledildiği 24 Aralık 1963 tarihinde askeri hastaneye yaralı Türkler gelmiş onlarla ilgileniyordum.

Katliam olduğu zaman birkaç gündür eve uğramamış ve ailemden haber alamamıştım. Evimizin yakınında kalan bir Türk çoban geldi ve alay komutanının da bulunduğu bir ortamda Rumların Türk subaylarının ailelerine saldırdığını söyledi. Ne olduğunu anlamadık…

Hemen eve gitmek istedim ama alay komutanı izin vermedi. Alay komutanı benden o gün yaşayacaklarım la ilgili asker sözü vererek soğukkanlı olmamı istedi. Ben hâlâ ailemin katledildiğini fark etmiyordum. Zırhlı bir araçla Türkiye elçiliğine gittik. Elçilik subay eşleri ve elçilik görevlileri doluydu.

Kadınlar ağlıyorlardı. Hâlâ ailemin öldürüldüğünü anlamamıştım. Üzerim çok kirliydi ’sıcak suyla banyo yapabileceğim bir yer var mı’ diye sordum. Banyo yaptım.

Ardından Türkiye Büyükelçisi beni çağırdı. Bana ’ Başın sağolsun, eşin ve çocuklarını Rumlar katletmiş’ dedi. Katliamın üzerinden 3 gün geçmiş ve benim haberim yeni oluyordu.

Ne yapacağımı şaşırdım. İlk sözüm ’ Vatan Sağolsun ’ oldu.

Eşimi esir alsalardı Rumlar ona neler yapmazdı ki, çocuklarımı esir alsalardı, ya işkence yaparlar ya da çok kötü şartlar altında ya çoban yaparlar ya da sakat bırakırlardı. En azından esir olmadıklarını öğrenmiş oldum.

Ölmüşlerdi ama esir olmamışlardı. ’Vatan sağ olsun’ dedim, acımı kalbime gömdüm. O günlerde Türkiye ile telefon haberleşmesi kesikti.
Ailemin cenazelerini Erzincan’da doğduğum yerde toprağa vermek istedim. Büyükelçi bana Türkiye ile telefon bağlantısı olmadığını söyledi. Dolayısıyla uçak gelemiyordu. Haber veremiyorduk.

Sonunda Türkiye’den iki uçak geldi ve yaralılar ile cenazeleri aldı. Ardından cenazeleri Erzincan’a götürdük. Çocuklarım hala kanlar içindeydi. Ellerimle yıkadım.

Aile kabristanına çocuklarımı ve eşimi gömdüm. Küçük bir anıt mezar da yaptım. Daha sonra Kıbrıs’a adım atmadım. Değişik rütbelerde görevler yaptım. Tuğgeneral rütbesiyle emekli olduktan sonra Çocuk Esirgeme Kurumu Başkanlığı gibi bir çok görevde yer aldım. "

(Binbaşı Nihat İlhan'ın "kanlı noel"i Hürriyet Gazetesine anlatışı)

26 Aralık günü Ayvasıl'da 14 günlük bebeklerden 70'lik ihtiyarlara kadar 21 Türk  kendilerine kazdırılan çukurlara, bir kısmı daha canlı iken atılmış ve üzerleri buldozerlerle örtülerek şerefsiz rum askerleri’nce katledilmiştir. Türkler’in naaşları olduğu bu çukurlar, Birleşmiş milletler Barış Gücü'nün gözlemciliğinde 14 Ocak 1964'te açılmıştır.

Nikos Sampson'un anılarını yayınlayan Eleftheria gazetesi, 1963 Kanlı Noel'inin gerçek sorumlularını gözler önüne sermektedir. Makarios hükümetinin, İçişleri Bakanlığı'nın ve üçlü karargahın Yunan kanadına mensup subayların emri ile hareket ettiğini açıklayan Nikos Sampson, Küçük Kaymaklı savaşlarını da "Yunanlıların Balkan Savaşları dışında Türklere karşı elde ettikleri tek zafer" olarak ilan etmiştir…

Daily Herald’ın 1 Ocak 1964’deki aşağıdaki ifâdeleri de, aslında bu katliamların ne kadar insanlık dışı olduğunu göstermektedir;
"Türk evlerine geldiğimde dehşete düştüm. Duvarlar dışında tamamen yok olmuşlardı. Bir napalm saldırısının bile bu kadar büyük bir yıkım yaratabileceğinden şüphe etmekteyim"


Tarihe kara harfler ile "Kanlı Noel” olarak geçen saldırılar sonucunda 18.667 Kıbrıs Türk'ü yaşadığı 103 köyü terk etmek zorunda kalmıştır.
Birleşmiş Milletler aracılığı ile köylerini terk etmek zorunda kalan Türklerle ilgili araştırma sonuçlarına göre, 1964 yılında Lefkoşa kazasında 39, Girne kazasında 7, Baf kazasında 49, Larnaka kazasında 21 ve Mağusa kazasında 21 köy olmak üzere 124 köy zarar görmüş, yüzlerce Türk ölmüş, binlercesi yaralanmış veya köylerini terk etmek zorunda kalmışlardı.

1963 yılında başlayıp 1964'te de devam eden olaylarda 364 Türk şehit olmuş, 475 Türk yaralanmış ve sayısı hâlâ bilinmeyen bir çok kayıp  olmuştur…

Makarios'un görüşmelere yanaşmaması ve saldırıların devam etmesi üzerine Türkiye, garantörlük hakkını tek başına kullanmaya karar vermiştir. 25 Aralık 1963 tarihinde Türk alayı, garnizonundan ayrılarak gerekli mevzilere yerleşmiş, bu sırada da Türk Hava Kuvvetleri'ne bağlı savaş uçakları da Lefkoşa üzerinde uyarı uçuşlarına başlamışlardır. Diğer yandan, Türk Milleti’ne karşı acımasız bir şekilde saldırıya geçen Rum Radyosuna cevap vermek ve Türk Milleti’nin moralini yükseltmek gayesiyle "Bayrak Radyosu" yayına başlamıştır.

500 civarında Türk'ün şehit olduğu, okulların, camilerin tahrip edildiği kanlı saldırılar sonucu Kıbrıs Türkleri %3'lük toprak parçası üzerinde küçük gettolarda yaşamaya zorlanmış, Kıbrıs Cumhuriyeti organlarından dışlanmış, acı dolu günler yaşamaya başlamıştır.

Yunan desteğiyle şımaran rumların Türk direnişi karşısında silah zoruyla başaramadığını, Türk bölgelerine deterjandan, eldivene, yün çoraba kadar 49 çeşit malın girmesini yasaklayarak, Kıbrıs Türklerini abluka altına almak suretiyle başarmak istemişler fakat Kıbrıs Türk'ü her türlü baskı, zulüm ve saldırıya karşı direnmiştir.

Türkiye’nin kardeşlerinin acısını dindirdiği 20 Temmuz 1974 yılındaki Kıbrıs Harekatı’na kadar Kıbrıs Türkleri, yunan destekli şerefsiz rum'un zulmü altında yaşamıştır.

Geçmiş bizler için ders alınması ve unutulmaması gerekenler ile doludur. İşte anlattığımız "Kanlı Noel” de bunlardan biridir.

Günümüzde Kıbrıs Türk'ünün şimdilerde çözüm adına "teslimiyetçi" bir yapıya karar vermesinden önce geçmişten gelen "çığlıklara" kulaklarını kapamamaları en büyük temennimdir.

Zirâ bazı Kıbrıs Türkleri'nin o zamanki eoak'ın uzantısı olan rumlara "iyi niyetli" bakış açıları değişmediği takdirde ilerki zamanlarda gelecek nesiller çok büyük tehlikeler ile karşı karşıya kalacaktır...

Türk unutmasın ki tarih düşmanlarının önce dost gibi gözüküp sonrasında akıl almaz vahşilikte yaptığı soykırımları ile doludur...

TÜRK'ün TÜRK'ten Başka Dostu YOKTUR!

Rabbim katilllerin zulmü altında şehadete eren kardeşlerimize rahmet etsin. 

Rabbim’e dûam odur ki, bizleri bu kardeşlerimizin intikamına mâmûr eylesin!

Türk kendine yapılanları unutmayacaktır…

Zirâ unutmak tükenmektir ve herkes bilinsin ki Türk asla tükenmeyecektir!


Murat ÇALIK


Yararlanılan Kaynaklar;

Abdulhaluk Mehmet ÇAY, Kıbrıs'ta Kanlı Noel-1963, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara 1989
Aydın Olgun, Kıbrıs'ın Anatomisi, Dört Devir, Dört Lider, Ankara 1975, s. 23;
Halil Fikret Alasya, Tarihte Kıbrıs s. 221; Pierre Oberling, s. 69.
Halil Sadrazam, Kıbrıs’ta Varoluş Mücadelemiz, Türkiye Şehitleri İmar Vakfı Yayını, No:4, İstanbul, 1990.
Güvenlik Kuvvetleri Dergisi, " Kanlı Noel ", Aralık 2005, sayı: 66,
Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Ankara, 1983,
Aydın Olgun, " Kıbrıs'ın Anatomisi, Dört Devir, Dört Lider ", Ankara 1975, s. 23;
Halil Fikret Alasya, " Tarihte Kıbrıs ", s. 221