20 Ağustos 2016 Cumartesi

Emekli Büyükelçi ŞÜKRÜ ELEKDAĞ.., ABD Gülen'i İade etmez. 2





Emekli Büyükelçi  ŞÜKRÜ ELEKDAĞ..,  
ABD Gülen'i İade etmez. 2



ABD Genelkurmay Başkanı'ndan Fethullah Gülen mesajı

'DUNFORD, YILDIRIM'LA GÖRÜŞMESİNDE GÜLEN HAKKINDAKİ TALEPLERİ DİNLEDİ'

Dunford’ın Yıldırım’la yaptığı görüşme sırasında Ankara’nın Washington’dan iadesini istediği Fethullah Gülen hakkındaki talepleri dinlediği belirtilen açıklamada, ABD Genelkurmay Başkanı’nın “Onlara, Türklerin bakış açısının liderliğime iletileceğinden emin olduğumu anlattım” ifadelerine de yer verildi.

Açıklama şu ifadelerle devam etti: “Başkan, sadece iki ülke arasındaki askeri ilişkileri değil aynı zamanda daha kapsamlı ilişkileri de teşvik etti. ‘IŞİD’le mücadele konusunda bazı farklılıklarımız var’ diyen Dunford, ‘Bu konular üzerinde çalışmaya istekli olunduğunun ifade edilmesi ve bakış açılarının paylaşılmasının bölgenin istikrar anlamına geldiğine inanıyorum’ ifadelerini kullandı.”

ABD Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford, mevkidaşı Hulusi Akar'la birlikte darbecilerin bombalı saldırısına uğrayan TBMM'yi ziyaret etti.

Akar'dan ABD'li mevkidaşı Dunford'a: Kanıt benim

AKAR, WASHİNGTON'A İADE-İ ZİYARETE GİDECEK

Akar’ın bu ay içinde Washington’a gideceğinin belirtildiği açıklamada, iki genelkurmay başkanının IŞİD’le mücadele ve üsler başta olmak üzere konuşacak çok fazla konusu olduğu ancak bu başlıkların Ankara’da ele alınmadığı kaydedildi.

'ORAYA UZUN BİR İSTEK LİSTESİYLE GİTMEM ARKADAŞLIK İÇİN UYGUN DEĞİLDİ'

Açıklama Dunford’ın şu sözleri ile sonlandırıldı: “Arkadaşımdan yaşadığı travmatik tecrübe konusunda biraz sabırlı olmasını istedim. 
Oraya uzun bir istek listesiyle gitmem bir arkadaşlık için uygun değildi, bu eylemsel bir ilişki. Ben sadece arkadaşımın yeniden sesini duyduğum için memnunum.”



  http://tr.sputniknews.com/abd/20160802/1024190950/abd-turkiye-ankara-incirlik-dunford.html   >


15 Temmuz darbe girişiminin ardından ABD'den ilk üst düzey ziyaret dün ABD Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford'un Ankara ziyaretiyle gerçekleşti. Başbakan Binali Yıldırım, TBMM Başkanı İsmail Kahraman ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar'la görüşen Dunford'un darbe girişimini en güçlü şekilde kınadığı açıklandı.

‘ABD, TÜRKİYE'NİN ‘KABARMIŞ OLAN AYRANINI' SAKİNLEŞTİRMEK İÇİN ÜST DÜZEYDE BİR ŞAHSİYET GÖNDERDİ'

Türk-Amerikan ilişkileri alanında çalışmaları bulunan Onulduran, Dunford'un ziyaretini değerlendirirken, "Öncelikle Türkiye'nin tabiri caizse ‘kabarmış olan ayranını' sakinleştirmek için çok üst düzeyde, Genelkurmay Başkanı düzeyinde bir şahsiyeti göndermiş olmaları iyi bir şey" dedi.

‘ ABD'NİN DARBE GİRİŞİMİNİ DESTEKLEDİĞİNDEN EMİN DEĞİLİM '


ABD Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford, mevkidaşı Hulusi Akar'la birlikte darbecilerin bombalı saldırısına uğrayan TBMM'yi ziyaret etti.

Akar'dan ABD'li mevkidaşı Dunford'a: Kanıt benim Onulduran, darbe girişiminin ardından sıkça dillendirilen ‘darbe girişiminin arkasında ABD'nin olduğu' yorumlarıyla ilgili olarak ise  "Ben şahsen bundan çok emin değilim; çünkü ABD'nin bunu yapması için bir sebep yok. Türkiye zaten ABD safında, dış politika ve  savunma politikası açısından onun bir nevi takipçisi konumunda olan bir NATO müttefikidir. ABD bir darbe yapıp daha iyi kimi getirecek? 

Dolayısıyla ben şahsen buna ihtimal vermiyorum" diye konuştu.

Darbe girişiminin arkasında ABD'nin değilse bile ABD'nin istihbarat teşkilatı CIA içinde bir grubun olduğu yorumlarına da katılmayan Onulduran, "Velev ki CIA içinde veya Amerikan askeri istihbaratı içinde ayrı bir grup olsun, bu grup darbeyi desteklemekle ne kazanacak? 

Şu anda nesi yok ki onu elde edecek? Buna ben inanmıyorum, inanmam için bir sebep yok. Türk askeri şahsiyetleri, genelkurmay başkanından astsubayına kadar zaten Amerikan talimnameleriyle büyüyen, onlardan silah alan, onların manevralarına katılan bir ordu. 

Bunun bir kısmını halka karşı kışkırtmanın kendileri açısından bir getirisi yok" dedi.


ABD Genelkurmay Başkanı'ndan Fethullah Gülen mesajı

‘ ABD'NİN DARBE GİRİŞİMİNDEN HABERDAR OLDUĞUNA ŞAŞMAM '

ABD'nin darbe girişiminden haberdar olma ihtimalinin ise yüksek olduğunu vurgulayan Onulduran, "Buna inanırım, olabilir. Bizde bile bir istihbarat kargaşası oldu. Önce MİT Müsteşarı Hakan Fidan'a suikast yapılacağı izlenimi doğmuş, güya onun için gecikmişler Cumhurbaşkanı'na, Başbakan'a haber vermekte. Fakat ABD'nin haberdar olduğuna şaşmam. ABD'nin Türkiye'deki havayı koklayıp bir şey öğrenmiş olmaları mümkündür. Ama teşvik edip bu işi başlatmış olmalarına ihtimal vermiyorum" dedi.

‘ ABD'NİN DARBE GİRİŞİMİNDEN HABERDAR OLDUĞU ORTAYA ÇIKARSA İLİŞKİLER SARSILIR '

Onulduran, ABD'nin Türkiye'deki darbe girişiminden haberdar olduğunun ortaya çıkması durumunda ilişkilerin ciddi sarsıntıya uğrayacağına dikkat çekerek şöyle konuştu:

"Bu, şu aşamada bir varsayım. Eğer ABD'nin bundan haberdar olduğu ortaya çıkarsa o zaman Türk-Amerikan ilişkileri ciddi bir sarsıntıya uğrar, hiç şüphesiz. En azından bu iktidarla ABD arasında buz gibi bir hava eser. Ama şu anda orada değiliz. Şu anda nihayet çok üst düzey resmi ağızdan, Genelkurmay Başkanı'nın ağzından resmi olarak yapılan yalanlamaya inanmak durumundayız. Hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak şekilde beyanatta bulundu. Ama ileride ne çıkar, bilemiyoruz. Mesela hâlâ John F. Kennedy'yi kimi öldürdüğü büyük bir açıklıkla ortaya çıkmış değil. 50 sene öncesinden bahsediyoruz. O itibarla çok sıcak bir gelişmenin içindeyiz. Bugün yaptığımız değerlendirmelerin hata payı çok yüksek olur. Araya biraz zaman girerse o zaman arşivlerin, hatıratların yayınlanması vesilesiyle bu olay açıklık kazanır. Ama şu an elimizdeki verilerle içeride belli bir grubun kendi ideolojileri uğrunda çok talihsiz bir girişimde bulundukları ve 
bunda başarısız olduklarına inanmak durumundayız."

Türkiye, darbe girişimini Fethullah Gülen cemaatine mensup subayların gerçekleştirdiğini belirterek ABD yönetimine Pensilvanya'da yaşayan Gülen'i Türkiye'ye iade etmesi çağrılarında bulunuyor. Son olarak Dunford'un ziyaretinde de Gülen'in iade edilmesi talebini gündeme geldiği, bunun üzerine Dunford'un, ABD'de hukuk sistemi içinde talepler ve kanıtlar dikkate alınarak değerlendirme yapılacağını söylediği, Dunford'un bu sözleri üzerine Genelkurmay Başkanı Akar'ın "Daha ne kanıtı, kanıt benim" diyerek karşılık verdiği basına 
yansıdı.

Başbakan Yıldırım, ABD Genel Kurmay Başkanı Joseph Dunford'u kabul etti.

Başbakan Yıldırım, ABD Genelkurmay Başkanı Dunford'u kabul etti "Fethullah Gülen'in iadesini pek kolay görmüyorum" diyen Onulduran, şöyle konuştu: "Fethullah Gülen'in bu işlerin arkasında olduğunu biz içimizde hissediyoruz. Bazı kanıtlar da görüyoruz. Ama mahkemede adam çıkar ‘bunların hepsi yakıştırmadır' derse ne olacak? 
Ne zaman ki bir bant kaydı çıkarılır, veya kendisi tarafından yazılı bir emir ortaya çıkarılır, o zaman Amerikan mahkemesi bunu sağlam kanıt olarak değerlendirir. Ama onlar (Fethullah Gülen cemaati mensupları) karda yürüyüp izini belli etmeyen insanlar. 
Dolayısıyla bu tip kanıtların olmadığı bir yerde bir iadenin mümkün olacağını tahmin etmiyorum."

'AKAR'IN İFADESİ İADE İÇİN YETERLİ OLMAZ'

Genelkurmay Başkanı Akar'ın darbe girişimiyle ilgili tanık olarak verdiği ifadesinde darbe girişiminde bulunan subaylardan Hakan Evrim'in "Dilerseniz sizi kanaat önderimiz Fethullah Gülen ile görüştürürüz" dediği ortaya çıkmıştı.

Akar'ın bu ifadesinin de Gülen'in iadesi için yeterli olmayacağını kaydeden Onulduran, " Dedim, dedi ' şeklinde kanıt olmaz. 

Bizim Genelkurmay Başkanı telefonu eline alıp ‘Hocaefendi ne yapıyorsun, nelere teşebbüs ediyorsun?' demiş mi, hayır. Bir şiddetin varlığı muhakkak, ölümlerin varlığı muhakkak. Adamın boynuna kemer geçirmişler, başına tabanca dayamışlar,  bunlar da doğru. 
Ama bunlar içeride olmuş olaylar, bunların Fethullah Gülen'e yapıştırılması zor, onu söylemek istiyorum" diye konuştu.

   http://tr.sputniknews.com/analiz/20160802/1024195689/gulen-cemaat-iade.html   >


****


' Gülen'in iadesi kolay değil, Cemaatçiler karda yürüyüp izini belli etmeyen insanlar '

ABD Gülen'i iade etmez!.. Zira CIA'nın Gülenciler ile dünya çapındaki istihbarat işbirliği ortaya çıkar. Ayrıca çok sayıda ajan teşhir edilmiş olur. Ulusal Güvenlik Direktörü James Clapper'in “ Gülencilerin darbedeki rolü konusunda ikna edici veriye sahip değiliz” ifadesi, daha şimdiden ABD istihbarat camiasının bu sorunu yokuşa sürme niyetine işaret ediyor. Clapper, ABD'deki, CIA da dahil, 16 istihbarat kuruluşundan oluşan “ Ulusal İstihbarat Konseyi”nin başkanıdır. Bu mevkideki bir yetkilinin 15 Temmuz darbesi sorumluları hakkında çok açık bilgisi olması gerekir. Buna rağmen Gülen'i koruyucu bir açıklama yapması endişe vericidir. Önemli bir nokta da; Türkiye ile Amerika arasındaki suçluların iadesi anlaşmasının 3. maddesinin, siyasi nitelikte suçluların iade edilmeyeceğini öngörüyor olmasıdır. Ancak devlet veya hükümet başkanına işlenmiş veya işlenmesine teşebbüs edilmiş bir suç, siyasi nitelikte bir suç sayılmıyor. 
New York Bölge Mahkemesi'nin, İngiltere'de terör suçundan hapse mahkum edilip ABD'ye kaçan bir mahkumu siyasi suçlu sayarak İngiltere'ye iade edilmemesini öngören bir kararı var: John Doherty Dosyası… Bu da, mahkeme safhasında Gülen'in suçunun hangi nitelikte olduğunun (siyasi mi, terör mü?) uzun tartışmalara yol açacağını gösteriyor. Ayrıca mahkeme, darbe talimatının müritleri tarafından değil de, bizzat Gülen tarafından verildiği hususunda kesin delil talebinde bulunacak. Bu bakımdan önümüzde 3-4 sene sürecek bir mahkeme süreci görünüyor. Bu uzun sürecin Türk-Amerikan ilişkilerini kopma noktasına getirmesi tehlikesini göz ardı etmemek gerekiyor. Bu nedenle Washington, Gülen', Türkiye'ye iade etmeyeceği nden emin olduğu bir ülkeye sığınmasını kolaylaştırma yoluna gidebilir.

http://tr.sputniknews.com/analiz/20160811/1024341740/abd-fethullah-gulen-emekli-buyukelci-sukru-elekdag.html

****

Başta AKP, siyasi partiler ve liderleri Türkiye'nin yaşadığı bu kanlı darbe girişiminden hangi dersleri çıkarmalı?

Türkiye'de Darbe Girişimi

© AP PHOTO/ PETROS KARADJİAS

Japon Uzman: Darbe girişimi İki Nedenden dolayı başarısız oldu..

   <   Japonya Ortadoğu Ülkeleri Enstitüsü'nden Türkiye uzmanı Mau Kaneko, 15 Temmuz'daki darbe girişiminin başarısız sonuçlanmasının altında iki neden bulunduğunu ifade etti.

Sputnik'in sorularını yanıtlayan Kaneko, ilk nedenin, darbe girişimine Türk Silahlı Kuvvetleri'nin tüm birimlerinin katılmaması olduğunu belirtti.

İkinci nedenin ise Türk halkının iktidarın şiddet yoluyla devrilmesini kabullenmemesi olduğunu ifade eden Japon uzman, şu ifadeleri kullandı: "Türkiye'deki son darbenin üzerinden yaklaşık 40 yıl geçti ve ülkedeki durum çok değişti. Bugünkü tabloyu analiz ettiğimizde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın çağrısıyla sokağa çıkanlar arasında 'Erdoğan'dan nefret ediyoruz ancak iktidarın şiddet yoluyla devrilmesine de kesinlikle karşı çıkıyoruz' düşüncesinde olan çok sayıda insan bulunduğunu görürüz."

'WASHINGTON-ANKARA GERİLİMİ, IŞİD'LE MÜCADELEYİ ETKİLER'

Türkiye ve ABD arasında Fettullah Gülen'in iadesiyle ilgili gerginliğe de değinen Kaneko, sorunun sürüncemede kalması durumunda, bunun IŞİD ile mücadele çalışmalarına nüfuz edebileceğini savundu. Kaneko, Donald Trump'ın başkan olması halinde ise, Washington'un Ankara'ya yönelik politikasının sertleşeceği ve Türkiye-ABD ilişkilerinin kötüye gideceği öngörüsünde bulundu.

'TÜRK-RUS İLİŞKİLERİNİN GÜÇLENECEĞİ AŞİKAR'

Öte yandan Japon uzman, Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin güçleneceğinin aşikar olduğunu vurguladı.

Batı ile yaşanan sorunlar ışığında Erdoğan'ın Rusya ile dostane ilişkiler geliştirmesinin en önemli hamle olduğuna dikkat çeken Kaneko, Rus turist sayısındaki düşüşün Türkiye'yi ciddi biçimde etkilediğinin altını çizdi. 

http://tr.sputniknews.com/analiz/20160802/1024195139/japon-uzman-darbe-girisimi.html

>

   Yaşadıklarımız şu üç önemli gerçeği zihinlerimize nakşetti: Birincisi, laiklik ilkesi siyasi amaçlar için çiğnenmeseydi, Türkiye bu felaketi yaşamazdı. İkincisi; dinle siyaseti birbirine karıştırmayan laik sistemin hakim olduğu bir ortamda bu felaket gerçekleşmezdi. Üçüncüsü; Demokrasiye darbe din silahıyla yapıldı. 

Bu üç gerçekten çıkaracağımız sonuçlar şunlar: 

1) Atatürk'ün öngördüğü gibi, ülke yönetimi din veya ideolojiye değil, akıl ve bilime dayanmalıdır. 

2) Laiklik, herhangi bir cemaatin, tarikatın devlete hakim olmasını ve dini siyasi bir güç olarak kullanmasını önler. 

3) Laikliğin ayrıştırıcı değil, birleştirici fonksiyonu vardır. 


Halkımızın barış, huzur, birlik ve beraberlik içinde yaşamasını ve demokratik rejimin istikrarını sağlar. Türkiye 15 Temmuz felaketinden bu dersleri çıkarırsa, uğradığı kayıpları daha kısa bir sürede telafi eder, ekonomik ve demokratik gelişmesini pekiştirir, daha itibarlı, daha saygın bir ülke olur. 

Bu söylediklerimizin gerçekliğini anlamak için başımızı şöyle bir kaldırıp çevremize bakmak kafidir. Laiklik ilkesine sırtını dönen Arap ve Müslüman ülkelerde gördüğümüz şaşmaz senaryo, şeriat yanlısı İslamcı kesimin din devleti düzeninde kendi değerlerini toplumun geri kalan kısmına dayattığı, bunun 
sonucunda özgürlükler ve insan haklarıyla bilim ve sanatın yok olduğu, çatışmalarla ülkenin kan gölüne döndüğü ve halkın sefalet ve cehalet içinde yaşadığıdır. Merhum büyük bilim adamı Halil İnalcık'ın söylediği gibi, “Türkiye için gerek Batı, gerek İslam dünyası karşısında bir tek yükseliş yolu vardır. Atatürk devrimini gerçek ruhuyla benimsemek ve şaşmaz bir şekilde izlemek.”

http://tr.sputniknews.com/analiz/20160811/1024341740/abd-fethullah-gulen-emekli-buyukelci-sukru-elekdag.html

..

Emekli Büyükelçi ŞÜKRÜ ELEKDAĞ.., ABD Gülen'i İade etmez. 1



Emekli Büyükelçi ŞÜKRÜ ELEKDAĞ..,  ABD Gülen'i İade etmez.

.













Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ, 15 Temmuz darbe girişiminin planlayıcısı olduğu öne sürülen Gülen Cemaati lideri Fethullah Gülen'in Türkiye'ye iade edilmesi talebiyle ilgili olarak, " ABD Gülen'i iade etmez. Zira CIA'nın Gülenciler ile dünya çapındaki istihbarat işbirliği ortaya çıkar. Ayrıca çok sayıda ajan Teşhir edilmiş olur " dedi.

SEFA KARACAN

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan,
Erdoğan: ABD bir tercih yapacak, ya Türkiye ya da darbeci FETÖ

"Mahkeme, darbe talimatının müritleri tarafından değil de, bizzat Gülen tarafından verildiği hususunda kesin delil talebinde bulunacak" 
ifadesini kullanan Elekdağ, şunları söyledi: "Bu bakımdan önümüzde 3-4 sene sürecek bir mahkeme süreci görünüyor. 
Bu uzun sürecin Türk-Amerikan ilişkilerini kopma noktasına getirmesi tehlikesini göz ardı etmemek gerekiyor. 
Bu nedenle Washington, Gülen'i Türkiye'ye iade etmeyeceğinden emin olduğu bir ülkeye sığınmasını kolaylaştırma yoluna gidebilir." Sözcü'den Uğur Dündar'a konuşan Şükrü Elekdağ'ın açıklamaları şöyle:

Sayın Elekdağ, kalkışma sonrasında Hükümetin üst komuta bağlantılarına ilişkin yaptığı yeni düzenlemeye, emir-komuta birliğini bozacağı, hatta TSK'yı perişan edeceği gerekçesiyle yoğun tepki gösterildi. TSK'nın güçlendirilmesine ve itibar restorasyonuna ihtiyaç duyulduğu bu sıkıntılı dönemde neden böyle bir karar alındı?

Resmi Gazete

TSK'dan ihraçlar başladı, çok sayıda medya kuruluşu kapatıldıHükümet, tek elde yoğunlaşmanın darbelere yol açtığı görüşünden hareketle, sivilleşme havası vererek, askeri kuvveti dağıtıyor. 
Genelkurmay Başkanlığı, koordinatör-sembolik bir makam olarak Cumhurbaşkanlığı'na bağlanıp izole ediliyor. 
Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri, Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanıyor. Cumhurbaşkanı ve Başbakan, kuvvet komutanlarına resen emir verebilecekler. Bu düzenleme, Genelkurmay Başkanlığı'nın TSK üzerindeki fonksiyonunu ortadan kaldırıyor ve emir-komuta birliğini yerle bir ediyor. Emir-komuta birliği, ordunun tüm imkan ve kabiliyetlerinin eşgüdüm içinde tek hedefe yöneltilmesini sağlar. 
Bir orduda emir-komuta birliği olmadığı takdirde, o ordu, tüm potansiyelini hedefe odaklayamaz, komutanlık gücü zayıflar, disiplin ve koordinasyonu bozulur. MÖ 500 yılında yaşamış olan stratejinin babası Sun Tzu'dan başlayarak, Makyavel ve Karl Von Caussewitz'e kadar bütün stratejistler, eserlerinde emir-komuta birliğinin ülke savunmasındaki yaşamsal önemini vurgulamışlardır. Uzun lafın kısası, emir-komuta birliği olmayan bir ordu savaş yapamaz.

'15 TEMMUZ'UN HEDEFİ CUMHURBAŞKANIDIR'

Orgeneral Başbuğ'un, yanlış teşhisle tedavi olmaz demesinin anlamı bu sözlerinizle daha netleşiyor.

Hava Astsubay Zekeriya Kuzu

Darbeci astsubayın ifadesi: Cumhurbaşkanı'nı alıp geleceksiniz Evet. Başbuğ, “Darbeyi yapan TSK değil ordu içine sızmasına müsaade ettiğiniz tarikatçı cuntadır, bu itibarla faturayı TSK'ya çıkarmayın” diyor. 
Ben de bir kere daha belirteyim. 15 Temmuz kalkışmasının nedeni, asla TSK'nın teşkilat yapısı değil, “ne istediler de vermedik” mantalitesidir. 
Bu itibarla bu düzenlemeden vazgeçilmelidir. Yaşadığımız coğrafyada, dış odaklar ülkemizi bölmek ve parçalamak için her vasıtaya başvurmakta, iç ve dış terör tehdidi de giderek yoğunlaşmaktadır. Bu şartlarda, güçlü ve caydırıcı niteliklere sahip ordusu olmayan bir Türkiye, varlığını ve bütünlüğünü koruyamaz. Bu itibarla ordumuzun yeniden yapılandırılmasında, günlük kısa vadeli amaçlarla hareket edilmemeli, TSK'nın ve uzman görüşlerinin dikkate alındığı akılcı bir yaklaşım sergilenmelidir.
Orgeneral Başbuğ, tehlikeye işaret ederek “Bu işin arkasındaki (küresel) güçlerin asıl hedefi Türk Ordusu'dur” diyor.

İlker Başbuğ


İlker Başbuğ: 15 Temmuz bir Askeri darbe değil,

Ergenekon ve Balyoz davalarında hedef Ordu'ydu. 15 Temmuz darbe girişiminin ise esas hedefi Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bertaraf edilmesidir!.. Bundan hiç şüpheniz olmasın. İslam aleminde saygınlık ve liderlik arayan Erdoğan'ın dış politikasının merkezine Filistin davasını ve İsrail düşmanlığını oturtmuş olması, demokrasi ve terör konularında Batı'ya sürekli ikiyüzlülüğünü hatırlatması, 'Ey Batı…' diyerek Batı dünyasına ayar vermeye çalışması, Ortadoğu'da ABD çıkarlarıyla çatışan bir politika izlemesi ve İslamcı bir lider olması nedeniyle ona karşı önyargılı olan, güven duymayan, 'hesapsız' çıkışlarından aşırı rahatsızlık duyan odakların oluşmasına yol açmıştır. 

Bu odakların, Erdoğan'ın siyasi kaderine karşı fazla duyarlı olması beklenemezdi. Nitekim, 15 Temmuz gecesi 23:15'te ABD Büyükelçiliği yoluyla Washington'dan siyasi destek talebinde bulunan AKP Hükümeti'ne, ancak Erdoğan'ın hayatta olduğu ve darbecilerin kaybedecekleri anlaşıldıktan sonra cevap verilmiş, saat 02:05'te Beyaz Saray ve ABD Dışişleri Bakanlığı eşzamanlı açıklamada bulunarak 'Türkiye'de tüm tarafların seçilmiş Hükümet'i desteklemeleri gerektiği' ifade edilmiştir. Sözünü ettiğim odakların maşası olan Cemaat, 17/25 Aralık krizinde 
rüşvet ve yolsuzluk operasyonuyla Erdoğan'ı düşürmek istemişti. O zaman başarılı olsalardı, 15 Temmuz kalkışmasına ihtiyaç kalmayacaktı.

Peki, ABD ve Avrupa'daki büyük devletler TSK'nın güçlü olmasını isterler mi?

Bu devletlerin stratejisi, Türk Ordusu'nun, Anadolu coğrafyasına hapsedilmiş sıradan bir 'savunma ordusu' olarak kalması ve 'bölgesel boyutta askeri imkân ve kabiliyetlere sahip bir güce' dönüşmesinin engellenmesidir. Yani TSK'nın Anadolu coğrafyası dışındaki tehditlere karşı taarruz yetenekleri olan bir orduya dönüşmesini istemezler. TSK'nın kendisine böyle bir yetenek sağlayacak silah sistemleri sağlama girişimlerini önlerler. Türk Ordusu'nun bölgesel operasyonlar yapacak imkân ve kabiliyete erişmesi bu devletler için bir kâbustur.

Yapılan bir kamuoyu araştırması halkın %70'inin darbe girişiminde bulunan FETÖ'nün arkasında ABD'nin bulunduğuna inanıyor. 

Bu doğru olabilir mi?

Türkiye Darbe girişimi

REUTERS/ OSMAN ORSAL

'Halkın yüzde 70'i darbe girişiminin arkasında ABD'nin olduğunu düşünüyor'
Halkta böyle bir şeyi ancak ABD yapar yolunda bir eğilim vardı. Ancak darbe girişiminin hemen ertesi günü Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu'nun canlı televizyon yayınına bağlanarak 'Darbenin arkasında ABD vardır' demesi, Hükümet'in görüşü olarak algılanmış ve büyük bir olasılıkla halkın bu istikametteki eğilimini kuvvetlendirmiştir. Yine o günlerde Başbakan Yıldırım da isim vermeden ABD'yi suçladı ve “Bu olaydan sonra Gülen'in arkasında duracak ülke göremiyorum. Duracak ülke, Türkiye'ye karşı ciddi bir savaşın için 
dedir. Türkiye'ye dost değildir” diyerek tansiyonu yükseltti. Bu sert meydan okumayı üstüne alınanABD Dışişleri Bakanı Kerry, “Bu türden ifadeler Türk-Amerikan ilişkilerine zarar verir” diyerek Türk Hükümeti'ni uyarmak ihtiyacını duydu. Öte yandan Gülen'in bu işi bir 'üst aklın' yönlendirmesiyle yaptığını söyleyen Cumhurbaşkanı'nın dilinden düşürmediği 'üst akıl' lafı da kamuoyu tarafından 'Amerika' olarak algılanıyordu. Ancak, ABD Genelkurmay Başkanı Dunford'un Ankara'ya yaptığı ziyaretle birlikte birden yelkenler suya indi ve Hükümet açıktan ABD'yi suçlamayı bıraktı. Hatta söz konusu ziyaret hakkında Başbakanlık tarafından yapılan resmi açıklamada, “Stratejik ortağımız 
ve müttefikimiz ABD milletimiz ve demokrasimize yönelik bu terörist darbe girişimine karşı tutumunu açık ve kararlı biçimde sergilemiştir” denilerek ABD övüldü ve suçlamaktan vazgeçildi. Bu konuda Hükümet'in sövgüden övgüye giden bir tutumuna tanık olduk. 

Sonuçta, eskilerin 'hikmet-i devlet' (raison d'état) dedikleri kavram, Hükümete tam bir U dönüşü yaptırarak, makul olan çizgiye getirdi.

Peki, bu konuda sizin görüşünüz nedir?

Obama'nın, görevini bırakmasına üç ay kala, başarılı olmaması ve ABD'nin arkasında bulunduğunun ortaya çıkması halinde, Türkiye'nin NATO üyeliğini dahi gözden geçirmesine yol açacak boyutta stratejik sonuçlar doğuracak hukuk dışı bir operasyona emir vermesini mümkün görmüyorum. Ancak, ABD derin devleti içinde aktif olan ve CIA ile irtibatı bulunan gurupların bu darbe girişiminde 
rol oynamaları mümkündür.


Gelelim en önemli soruya: Gülen'in Türkiye'ye iadesi sağlanabilecek mi?


Hüseyin Hayatsever

<Türk-Amerikan ilişkileri alanında çalışmaları bulunan Prof. Dr. Ersin Onulduran,  ABD Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford'un Ankara ziyaretinde de gündeme gelen Fethullah Gülen'in Türkiye'ye iadesiyle ilgili "Gülen'in iadesini pek kolay görmüyorum" dedi.

Sputnik'e konuşan Onul Duran, " Fethullah Gülen'in bu işlerin arkasında olduğunu biz içimizde hissediyoruz. Bazı kanıtlar da görüyoruz. 
Ama mahkemede adam çıkar ‘bunların hepsi yakıştırmadır' derse ne olacak? Ne zaman ki bir bant kaydı çıkarılır veya kendisi tarafından yazılı bir emir ortaya çıkarılır, o zaman Amerikan mahkemesi bunu sağlam kanıt olarak değerlendirir. 
Ama onlar (Fethullah Gülen cemaati mensupları) karda yürüyüp izini belli etmeyen insanlar. 

Dolayısıyla bu tip kanıtların olmadığı bir yerde bir iadenin mümkün olacağını tahmin etmiyorum" dedi.

Onulduran, darbe girişiminin arkasında ABD'nin bulunduğunu düşünmediğini ancak ABD'nin darbe girişiminden haberdar olmasının ihtimal dâhilinde olduğunu ifade ederek "Bu, şu aşamada bir varsayım. Eğer ABD'nin bundan haberdar olduğu ortaya çıkarsa o zaman Türk-Amerikan ilişkileri ciddi bir sarsıntıya uğrar" diye konuştu.


****


ABD Genelkurmay Başkanı Dunford TBMM'de,
AA/ TBMM / HAYDAR AKTAŞ
Pentagon, Dunford'ın Ankara ziyaretinin detaylarını yazdı

<  13:51 02.08.2016

ABD Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford’ın Türkiye ziyaretine ilişkin bir açıklama yayınladı. Genelkurmay Başkanı Akar ile Dunford arasındaki arkadaşlığa dikkat çekilen açıklamada, Türk yetkililerin görüşmelerde iki ülke arasındaki işbirliğine vurgu yaptığı belirtildi.

Dunford’ın 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Türkiye’yi ziyaret eden ilk yabancı yetkili olduğuna dikkat çekilen açıklamada, “Dunford ‘General (Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ı ) çok uzun zamandır tanıyorum’ dedi. General arkadaşının iyi olduğunun emin olmak istediğini söyledi” ifadelerine yer verildi.


ABD Deniz Piyade Komutanı Joseph Dunford LAUREN VİCTORİA BURKE

ABD Genelkurmay Başkanı Dunford, Türkiye'de

'ABD'NİN İNCİRLİK VE DİYARBAKIR ÜSLERİNE ERİŞİMİNE İZİN VERİLMEYE DEVAM EDECEK'

Açıklamada Dunford-Akar görüşmesiyle ilgili şu ifadeler kullanıldı: “ Dunford, Akar’ın ziyaretten memnun olduğunu söylediğini ve Türkiye’nin NATO ve IŞİD’le mücadele başta olmak üzere ABD ile işbirliğini sürdürmek istediğini doğruladığını aktardı. Başkan, Türkiye’nin İncirlik ve Diyarbakır’daki Türk üslerine erişim sağlamaya devam edeceği konusunda Akar tarafından kendisine garanti 
verildiğini söyledi.”

ABD’nin Ankara Büyükelçisi John Bass’in eşlik ettiği Dunford’ın Başbakan Binali Yıldırım’la gerçekleştirdiği görüşme hakkında ise açıklamada şu ifadeler yer aldı: “Dunford, tüm görüşmelerde, Türkiye ile ABD’nin işbirliği yapmasını gerektiren bölgedeki sorunları 
dinlediğini söyledi. Dunford, ‘Günün teması, başından sonuna dek, ABD-Türkiye ilişkilerinin öneminin yeniden tasdik edilmesiydi’ diye de ekledi. Dunford, tüm görüşmelerdeki tonun ‘suçlayıcı’ değil, olumlu olduğunu da aktardı.”

Joseph Dunford

GARY CAMERON

14 Ağustos 2016 Pazar

İSTİKLÂL YOKSA, ÖLÜM VARDIR.



İSTİKLÂL YOKSA, ÖLÜM VARDIR.




SERDAR ANT,
01 EYLÜL 2004

“Ya  istiklâl  ya ölüm !.. 
İşte  halâs-ı hakiki  isteyenlerin  parolası  bu  olacaktır.”
Mustafa Kemal Atatürk

Son zamanlarda Atatürkçülük  ve çağdaş  sosyal  demokrasinin  sentezini  yapmak  iddiasıyla  ortaya  çıkan  kimilerinin,  Türk  Devrimini  soyut   bir “çağdaşlaşma”  kavramı çerçevesinde açıklamaya  çalıştıkları  görülmektedir. Mustafa Kemal Atatürk’ün  “muâsır  medeniyet  seviyesine  ulaşmak”  hedefinden hareketle,  “Türk  devrimi” ve  “Atatürkçülük”  teorik  düzlemde  önce  soyut  bir  “çağdaşlaşma”  kavramı bağlamında ele  alınmakta ; daha sonra  bu  “çağdaşlaşma”  hedefi,  Avrupa Birliği (AB)  üyeliği  için  Türkiye’den  talep edilenlere ve  küreselleşmenin  gereği bahanesiyle ülkemize  dayatılan  ekonomik,  siyasi, askeri, hukukî, kültürel vb. politikaların  uygulanmasına  indirgenmektedir.  Diğer bir  ifadeyle,  Türkiye’ye  Batı kapitalizmi  ve  emperyalist  devletler  tarafından  dayatılanların  çağdaşlığın gereği  olduğu  kabul edilmekte,  bu  vesileyle   Türk devriminin  amaçladığı  çağdaşlaşma  hedefine – içeriğini  dile  getirmeden - söylem düzeyinde  gönderme  yapılarak,  emperyalist  dayatmalar  tarihsel  olarak  meşru kılınmaya  çalışılmaktadır.  Bu çerçevede  sadece   çağdaşlığın   değil ;  “bağımsızlık”,  “Kemalizm”,   “insan hakları”,  “özgürlük”,  “demokrasi”, “egemenlik”  gibi  kavramların  da  maksatlı şekilde  çarpıtılarak  içinin  boşaltılmaya  çalışıldığını  görüyoruz.

Örneğin,  CHP  İstanbul  milletvekili  Memduh Hacıoğlu,   Radikal   gazetesinden  Neşe  Düzel  ile  yaptığı  söyleşide [1] Atatürkçülük  ve  Kemalizm'in  birbirinden  farklı  şeyler olduğunu  vurgulayarak,  "AB'ye  Atatürkçülük ile Kemalizm'in ayrı şeyler olduğunu anlatıyoruz.  ' Çağdaş Sosyal Demokrasi Atatürkçülük ile uyum   içinde olabilir. Biz, Atatürk'ün kendi döneminde yaptığı inkılapları ve ilkelerini benimsiyoruz.  Kemalizm ise Atatürkçülüğe sığınarak bugüne kadar  gelinmiş olan yanlış bir noktadır' diyoruz."  şeklinde  bir açıklamada  bulunup,  ekliyor : "Atatürkçülük çağdaşlaşma hareketidir.  Kemalizm ise bir siyasi harekettir”  

Hacıoğlu'na  göre  "Atatürk'ün ardından   onun inkılaplarına sahip çıkan insanlar, kendilerini  bu inkılaplarla gündemde tutmanın, onları  yozlaştırmanın dışında bir şey yapmadılar."

Bu çerçevede   karşı devrim sürecinin  ve  "Atatürk,  Atatürk…"  diye  diye Kemalizmi ve  Kemalist Cumhuriyeti'i  yıkıma  uğratanların ;  Köy  Enstitülerini ve Halkevlerini kapatanların ;  Türkiye'yi  bütün  komşuları  ile sorunlu  hale  getirenlerin ; İmam Hatip  okulları  açarak  şeyh sakalı sıvazlayanların ; Fettullah  Hocalar'dan  ödül  alanların ;  "borç yiğidin kamçısıdır"  diyerek  ülkemizi bir  borç  batağına  sürükleyip,  ülke  ekonomisi  ve maliyesini  emperyalist  kuruluşların  güdümüne  terk edenlerin  ;  Küçük  Amerika  olacağız  diye yemedik halt  bırakmayanların;  kısacası  bilcümle  karşıdevrimcinin  ve  "tören Atatürkçüsü"nün bütün  suçu  da,  "onları  yozlaştırmanın  dışında  bir şey yapmadılar"  diyerek,  gerçek  Atatürkçülere,  Kemalistlere,  “onun inkılaplarına sahip çıkan insanlara” yüklenmektedir. 

Ama  daha  ilginci, Hacıoğlu’nun  " Atatürkçülük  ile  sosyal demokrasiyi bir araya getirmeye çalışmak zorunda mısınız ?  Niye sadece  Atatürkçü ya da sadece sosyal demokrat olmuyorsunuz ?"  şeklindeki soruya  verdiği  yanıttır.  Atatürk’ün  partisi CHP’nin  milletvekili Hacıoğlu, "onu reddediyorum  anlamında bir şey söylemek gibi bir mecburiyetimiz  mi var ?"  diyerek  Atatürkçülük konusundaki söyleminin  ardına  gizlemeye  çalıştığı niyetlerini  de  açığa  vurmaktadır.

Açıktır  ki,  mesele  ne “Kemalizm”   ne  “sosyal demokrasi”  ne  de  herhangi  bir “sentez” çabası ile  ilgilidir. Sorun,  AB’nin  rahatsızlık  duyduğu  ve   katlanamadığı   Kemalizm’in  tam bağımsızlıkçı, anti emperyalist,  halkçı,  devletçi, laik  özünden -Atatürkçülüğün  çağdaş  sosyal demokrasi ile  sentezini  yapmak  adı  altında-  kurtulmaktır. 

Zira  bu yöndeki talep  bizzat  AB’den  gelmiştir.  AB,  resmi  organlarında  tartıştığı  raporlarla bu  istemini  dile getirmiştir. Avrupa Parlamentosu Dışişleri, İnsan Hakları, Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası Komiteleri'nin Üyesi Parlamenter Arie Oostlander'ın, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyelik sürecine ilişkin olarak hazırladığı, "Kemalizm"in Türkiye'nin AB'ye üyeliğine engel teşkil ettiğini iddia ettiği ve 12 Mart 2003'te Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komitesi'ne sunduğu yıllık rapor taslağı ve bu taslağa bağlı karar tasarısında  şöyle  denmekteydi : “Türk devletinin temel felsefesi  olan  Kemalizm,  Türk devletinin bütünlüğüne yönelik  ölçüsüz  bir endişe  kaynağı  oluyor. Kemalizm,  Türk  kültürünün  ve  milliyetçiliğinin   homojenliği  üzerinde  duruyor. Devletçilik,  ordunun güçlü  rolü, dine karşı  çok  katı  bir  tavır  gibi  yaklaşımlara  öncelik veren  Kemalizm felsefesi, Türkiye’nin AB’ye  katılımına  köstek  oluşturuyor.” [2]

Kısacası,  öyle bir  Kemalizm ya  da  Atatürkçülük  istenmektedir  ki,  mesela İngiliz  İşçi  Partisi  gibi  ABD  ile  beraber Irak  işgaline  soyunabilsin  ya  da  Fransız  sosyalistleri  gibi   Irak'ın on yıldan  fazla  süre  ambargo altında  tutulmasına ses  çıkarmasın...  Kıbrıs'ta  pişmiş  aşa  su  katmasın,   Kuzey  Irak'ta  ulusalcı  değil,  AB(D)'ci  ;  Ege'de  “şahin”  değil,  “güvercin” olsun... Özelleştirmeler  ile  kamu  varlıklarının  haraç  mezat  satışına  karşı  çıkmasın,  ülke ekonomisinin  IMF  ve  Dünya  Bankası  güdümünde  olmasına,  tarımın  ve  sanayinin çökertilmesine   direnmesin… Toplumsal  muhalefeti  uyutsun,  şeriatın  bayrağı  "türbana"  ses  çıkarmasın,  yabancı dilde  eğitime,  Türk  kültürü  ve  öz benliğinin  yok  edilmesine  muhalefet etmesin…

Öte  yandan  bu  “kerameti  kendinden menkûl”  “çağdaşlık” anlayışı  çerçevesinde “ulus-devlet”  ve  “egemenlik”  kavramının  da  tartışmaya  açıldığı görülmektedir.  CHP  milletvekili  ve  eski genel başkan  yardımcısı  Kemal  Derviş,  istifasından  yaklaşık  iki ay  önce,   kendisine   "CHP'ye  Genel Başkan  ol"  diyen  İzmirli işadamlarına “CHP'nin sorununun ideolojik”  olduğunu  belirterek,  Atatürk'ün  kurduğu  ulus-devlet  geleneği  ekseniyle  çağdaş  sosyal  demokrat  eksenin  buluşturulamadığından yakınmaktadır.  Ama  Derviş’in  aşağıdaki   sözleri  Atatürk  geleneğine  bir  “kenar  süsü”, bir “meşrulaştırma  aracı” olma  dışında  önem  vermediğini gösterir  içeriktedir.  AB’yi sınıflarüstü  bir  konumda  değerlendirerek  sermayenin   gücünü  dengeleyecek bir kamusal  güç  olarak  sunan  Derviş, ulus-devletin  tartışılmasını  önermekte, egemenliğin paylaşımına  hazır  olmayı  öğütlemektedir :

"Bugün küresel  düzende  ulus  devlet  nedir, CHP'nin  bunu  tartışması  gerekir. Sosyal  devlet  1950'lerdeki  gücünü  kullanamıyor. Bugün piyasalar  küreselleşti. Bu  gerçeğin  anlaşılması  gerekiyor. Sermayeyi dengeleyen bir  kamu  gücüne  ihtiyaç var. Bu güç ulus  devletin gücü değildir. Artık  uluslararası  güç birliği  ile  bir  kamusal güç gerekiyor. Bütün devletler  bir  araya gelip sosyal devlet planlaması  yapmalıdır. İşte AB  böyle  bir  kamu  gücüdür. Ulus  devletin  egemenliğine  de  bakmak lazım.  Artık  ulus  egemenliği paylaşılacaktır.  XXI. . yüzyılda  egemenlik  paylaşımına  hazır  olmalıyız…” [3]

Bu yaklaşıma Atatürkçü  saflardan  da  destek  geldiğini görüyoruz. Cumhuriyet yazarlarından  Toktamış Ateş  de, “1930’ların  Kemalizmi  ve  Kemalistleri” [4]  başlıklı  yazısında,  sözde  1930’lar dönemini  “savunurken”,  kendisi gibi  düşünmeyenleri  “süper  zekalı Kemalistler”   gibi  özgün (!)  kavramlarla  tanımlayarak,   “Atatürk’ün yaşadığı  dönemde  yaşama  geçirilen  tüm uygulamaların  arkasındayım  ve  savunucusuyum. Ancak  birileri  bu uygulamaları günümüze  taşımaya  kalkarlarsa, buna  karşı  çıkarım”  demekte  ve   Memduh  Hacıoğlu’nun  söylemine  benzer  bir  tutum  benimsemektedir. 

Bir  zamanların 2000’e Doğru dergisi  yazarı  ve  Atatürk milliyetçiliği  üzerine  çalışmalar da  yapmış  olan   Baskın  Oran  ise,  Neşe Düzel  ile  yaptığı  söyleşide,  “Mustafa Kemal’in  kurduğu ulus-devletin  bittiği”ni,  “CHP’nin  30  tipi Kemalist”  olduğunu  belirtip,  “Lozan  mükemmel bir ver-kurtuldur”  diyebilmektedir.   Oran’a  göre  “İslamcılar  Türkiye’de  azınlık”tır  ve  “baskı gördükleri için  demokrasi”  getirmektedirler ! [5]  Yine  Baskın Oran’a  göre  Kemalistler  “…muâsır medeniyete ulaşmak ile bağımsızlığı birbirine zıt şeyler sanmaktadır. Ancak birinciye ulaşılması  sonucu ikinciye erişilebileceğini  anlamak  istememektedir.” [6]  

*   *   *

Gerçekten  Kemalistler,  “muâsır  medeniyet” (çağdaş uygarlık)  ile  “bağımsızlığı”  birbirine  zıt  kavramlar  olarak  mı  algılamaktadırlar ?  “Bağımsızlığa”,  ancak  “muâsır  medeniyete”  ulaşılarak  mı  erişilebilir ? Çağdaş  uygarlık, Avrupa Birliği midir ?   Türkiye Cumhuriyeti  bağımsızlığını  elde  ederek  mi  çağdaşlaşmış,  bu  yolda  dev  adımlar atmıştır, yoksa  1940’lardan  itibaren  “çağdaşlaşma”  adı  altında  Batılılaşmaya  çalışarak  mı  her  geçen  gün  bağımsızlığını  kaybetmiştir ? 

Aslında  bağımsızlığın  önemi  konusundaki  bu  duyarsızlığı,  Milli Mücadele  yıllarında  mandacılık  savunucuları - hatta  Mustafa Kemal’in  yakın  dava  arkadaşları -  da  göstermişlerdi.  Halide Edip,   Mustafa Kemal’e  gönderdiği  10 Ağustos  1919  tarihli mektupta   şunları  söylemekteydi  :

“Birbirini  yok eden;  menfaat, hırsızlık ya  da  macera  ve şöhret namına yaşayanların  hırsını doyuran bir hükümet  kuramı yerine,  milletin refah ve gelişmesini sağlayan ;  halkı, köyleri, sağlığı  ve  zihniyetiyle çağdaş bir halka  dönüştürebilecek  bir hükümet kurmaya ihtiyacımız  var. Bunda lazım gelen para,  uzmanlık ve güce sahip değiliz. Siyasi  borçlar, siyasi köleliği arttırıyor. Cehalet  ve  çok  konuşmaktan başka olumlu bir  sonuç veren yeni bir hayat yaratamıyoruz(…)Filipin gibi vahşi bir memleketi bugün kendi kendini yönetmeye yetkin çağdaş bir makineye dönüştüren Amerika, bu konuda çok  işimize geliyor. On beş yirmi sene zahmet çektikten sonra  yeni bir Türkiye  ve her bir kişisi eğitimi, zihniyetiyle  gerçek  bağımsızlığı kafasında ve cebinde taşıyan bir Türkiye’yi,  ancak  'Yeni Dünya'nın  yeteneği vücuda getirebilir" [7]

Rauf   Orbay  da  Sivas  Kongresi’nde  yaptığı  konuşmada  "bu tehlikeler karşısında  memleketimize  karşı en  bitaraf  vaziyette bulunan Amerika’nın müzaheretini kabul etmeye mecburuz.” [8]  diyordu.

Öte  yandan  Refî  Cevat  gibi  işbirlikçi  “mütareke  basının”  has  adamları  da    “Biz  de  istiklâl  fikrine şiddetle  bağlıyız. İstiklâlimizi temin  için  de kuvvetli  bir  devletin  müzaheretine  muhtacız. O devlet -ki  İngiltere’dir,  İngiltere olması lazım  gelir-  bizim  elimizden tutmalı, para sarf edilmesi gereken  yerleri bize  göstermeli, bizi  muhafaza  etmelidir.” [9]  demekteydi. 

80  yıl  sonra  bugün  de  çağdaş  bir toplum  olabilmek  için  Avrupa Birliği (AB)  üyeliğinin  elzem  olduğu,  bütün sorunlarımızın, her ne  pahasına olursa olsun,  ancak  AB  üyesi olmamızla   çözülebileceği  savunulmakta ;  yine AB’nin “elimizden tutması”  talep  edilmekte ; bu tavrı meşru göstermek için de,  Kemalist  düşüncenin  özünün  - içeriği  kasıtlı  olarak tanımlanmayan bir -  çağdaşlaşma  olduğu  iddia ve  imâ  edilmektedir. 

Oysa  çağdaşlaşma, Kemalist  düşüncenin   amaçlarından,  hem  de  en önemli  hedeflerinden,  biri  olmasına  rağmen  özü  değildir.   Daha  doğru  bir  ifade  ile  Kemalistlerin  hedeflediği  çağdaşlık, gerçekleşebilmesi  için  elde  edilmesi  ve  korunması  gereken  başka  bir  zorunluluk  temelinde  yükselir,  ancak o  sağlanırsa  “çağdaşlık”  hedefine  ulaşılabilir. Bu  zorunluluk,  BAĞIMSIZLIK’tır.

1920’li  yılların başında Anadolu’da verilen Milli Mücadele’nin özü  budur.   Bu saptama  öznel  bir değerlendirmenin  sonucu  değil, bizzat  tarihi  olgulardan okunabilecek  bir  gerçek,  o  mücadelenin lideri  tarafından  önemi vurgulanmış bir  hakikattir.  

Mustafa Kemal  Paşa,  11 Haziran  1921  tarihinde,  o dönemin Ankara’daki Fransız  temsilcisine,  Franklin  Bouillon’a  şöyle  demektedir  :   “İstiklâl-i  tam,  deruhte  ettiğimiz  vazifenin ruhî aslisidir.”  Günümüz  Türkçe’sine  çevirirsek  eğer,   “tam  bağımsızlık, üstlendiğimiz  görevin  ruhunun  özüdür”.

İşte,  bu   nedenden  ötürü  bizim   Kurtuluş  savaşımızın   adı   “İstiklâl  Harbi’dir. 

O  mücadeleyi verenlerin ve o  mirasa  sahip çıkanların  ruh halini ve  duruşlarını  sergileyen ;  “Ben  ezelden  beridir hür  yaşadım,  hür  yaşarım / Hangi  çılgın bana  zincir vuracakmış,  şaşarım / Kükremiş  sel  gibiyim  bendimi  çiğner  aşarım / Yırtarım  dağları enginlere  sığmam  taşarım”  diyen  milli  marşımızın adı  İstiklâl Marşı’dır…

O  ölüm-kalım  mücadelesinin, varoluş savaşının  sloganı da  Mustafa Kemal’in “halâs-ı hakiki  isteyenlerin  parolası” şeklinde  tanımladığı  “ya  istiklâl  ya  ölüm”dür  .  Çünkü,  Milli  Mücadele’nin  önderi ve  silah arkadaşları, şu gerçeği çok net görmüştür :  bağımsızlık  yoksa,  ölüm  vardır !... 

İşte,  bunun için o milli mücadelenin ve Türk devriminin lideri “bağımsızlık   benim  karakterimdir”  diyordu ve  Türk gençliğine  “…birinci vazifen Türk istiklâl  ve cumhuriyetini  ilelebet  muhafaza  ve müdafaa  etmektir”  diye seslenmekteydi. Mustafa Kemal,  71  sene  önceden,  bağımsızlıktan  yoksun bir  cumhuriyetin  anlamsız  olduğunu  görmüş  ve  “vazife”yi  sadece  “cumhuriyeti”  değil,  aynı zamanda  “istiklâl”i  de  korumak  olarak  tanımlamıştır.

Türk Devrimi’nin  içerdiği  diğer  tüm açılımlar,  bütün çağdaşlaşma  hamleleri  bu temelde  yükselir.  Cumhuriyet, laiklik, demokrasi, kadın hakları, ulus-devlet, milli ekonomi, harf ve  dil  inkılabı, hukuk  devrimi,  eğitim  alanındaki  atılımlar  ve  diğerleri,  hep  bağımsız  olunduğu  için, o bağımsızlık binlerce şehidin kanı ile kazanıldığı için gerçekleştirilebilmiştir.  Bu  kararlı tutum daha  sonra   bütün   mazlum milletlere  ve  ezilen  dünyaya da  örnek olacaktır.

Türk milletini "... biz hayatını, istiklalini korumak için çalışan erbabı sayiz, emekçileriz"     diye  tanımlayan  ve   "Efendiler ! ...   istiklâlimizi emin bulundurulabilmek için,  heyeti umumiyemizce,  heyeti  milliyemizce  bizi  mahvetmek isteyen  emperyalizme  karşı  ve  bizi  yutmak isteyen kapitalizme karşı  heyeti milliyece  mücadeleyi  câiz  gören bir mesleği  takip eden  insanlarız.” [10]  şeklinde  konuşan  Mustafa Kemal,  bağımsızlığısoyut  bir kavram  olarak  kullanmaz. 

Hedeflenen  “istiklâl-i tam”dır,  yani  tam  bağımsızlıktır.

Ve  Mustafa Kemal’e  göre,   “İstiklâl-i  tam…  bittabi  siyasi,  mâli,  adli,  askeri,  harsî  ve ilâ…her  hususta  istiklâl-i  tam  ve  serbesti tam  demektir”  ve  bu sayılanların “ herhangi  birinde  istiklâlden  mahrumiyet ,  millet ve memleketin,  manayı  hakikisiyle  bütün  istiklâlinden   mahrumiyeti”   anlamındadır. 

Mustafa Kemal için   “esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas, ancak tam  bağımsız olmakla temin  olunabilir. Ne kadar zengin ve refaha kavuşturulmuş olursa olsun,  bağımsızlıktan mahrum bir millet, medenî insanlık karşısında uşak  olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık olamaz. Yabancı bir  devletin himaye ve desteğini kabul etmek, insanlık özelliklerinden  mahrumiyeti, beceriksizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey  değildir. Gerçekten bu aşağı dereceye düşmemiş olanların isteyerek  başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.  Halbuki, Türk’ün haysiyet ve onur ve kabiliyeti çok yüksek ve  büyüktür. Böyle bir millet, esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Bundan ötürü,  ya  istiklâl , ya  ölüm !..”  [11]

Mustafa Kemal, Nutuk’ta  “halâs-ı  hakiki  isteyenlerin parolası”  diye  tanımladığı “ya  istiklâl  ya  ölüm”  şiarı  ile  yapılan  Ulusal Bağımsızlık  savaşından  sonra  da,  30  Ocak  1923’te  “bir  devlet  tam bağımsızlığına  ve  bir millet kayıtsız  şartsız egemenliğine  sahip  bulunmadıkça    o  devlet  ve  millet  için, refah  ve  şeref  olmayacağına… bu  gerekleri  temin etmedikçe  yaşamanın mümkün” [12]  bulunmadığına  dikkat  çekmiştir.

Bütün  bunlar  Mustafa Kemal’in  bağımsızlık  ve  çağdaşlaşmayı birbirine  zıt  kavramlar  olarak  algılamak bir  yana,    bağımsızlık ve  egemenlikten  yoksun  olarak  refah  ve  şeref  içinde  bir  yaşamın söz konusu  olamayacağının  bilincinde  olduğunu  gösterir. Dahası,  tam  bağımsızlık  ve  kayıtsız  şartsız  egemenlik  “muâsır  medeniyet seviyesine  ulaşmanın”, çağdaşlaşmanın  önünde  engel  değil,  bizzat bu  amacı  gerçekleştirmenin  ön şartı,  “olmazsa  olmaz”ıdır. 

Mustafa Kemal’in  bu  tavrı  ve  bu  duruşunun  üzerinde  yükselen  tüm  yaşam  pratiği,  O’nun  düşüncesini  kendi siyasi  hedeflerini  meşrulaştırma  yolunda  kullanmak  isteyenlere  yıllar öncesinden  verilmiş en  güzel  yanıttır.

Günümüzde  “çağdaş uygarlığın  gereği”  olarak sunulan  özelleştirmeler yoluyla  ulusal  ekonomilerin ve  ulus-devletin  yıkılması ; bağımsızlıktan vazgeçerek  “karşılıklı  bağımlılık” maskesi  altında emperyalist  baskı ve  sömürüye  boyun  eğilmesi,  demokrasinin  gereği  bahanesiyle etnik  ve  dini  kimliklerin  kışkırtılması, kendimizi  Avrupa’ya  beğendirmek  için  teslimiyetçi  ve  onursuz  politikalar  izlenmesi türünden  uygulamalar  Atatürk’ün  çağdaşlık  anlayışının  içeriğini oluşturmaz.

“İstiklâl-i  tam” diyen  Mustafa  Kemal,  Dünya Bankası  ve  IMF  memurlarının  kuyruğuna takılmadığı  gibi,  Türkiye’yi   NATO  vb. emperyalist  baskı  mekanizmalarının  bir  parçası  da  yapmamıştır.  

Bir  yandan  “yurtta  sulh,  cihanda sulh”  hedefiyle  barışçı bir  dış  politika  izlenmiş,  ama  gerektiğinde  ulusal  çıkarlar  ısrarlı bir  şekilde  korunmuştur.  Boğazlar  meselesi ve  Hatay  sorunu  bunun  en  güzel  örnekleridir. Atatürk  dönemi  Türk  dış  politikasında  “çağdaşlığın gereğidir”  diye,  “dünya  gerçekleri  ile  çatışmamak”  adına  ya  da  kendimizi  Avrupa’ya  kabul  ettirmek  amacıyla  ver-kurtulcu,  teslimiyetçi, Tanzimatçı  açılımlar  ve  uygulamalar yoktur.    

*   *   *

Cumhuriyetin  ilanından  80  yıl  sonra,  bugün  durum  nedir  peki ?  Türkiye,  Mustafa Kemal’in  önemle   belirttiği  gibi  “siyasi,  mâli,  adli,  askeri,  harsî  ve ilâ…her  hususta  istiklâli  tam”  sahibi midir   ? 

Bugün  Türkiye, uluslararası hukuk  bakımından  “bağımsız”  bir devlettir. Diğer  bir  ifade  ile  bayrağı, marşı,  parası,  ordusu,  elçilikleri  vardır,  belli  bir  toprak  parçası  üzerinde  egemenlik  haklarını kullanabilmekte, diğer  devletler  tarafından tanınmakta  ve  uluslararası  yükümlülükler  altına girmektedir. Ama gerçek anlamda  bir  “ekonomik ve mâli  bağımsızlık” yoksa,  bu  “siyasal  bağımsızlığın”  pek bir  anlamı da  yoktur.

Mustafa Kemal,  bu  gerçeğe  tam  82 yıl önce  dikkati  çekmekte,  daha  1  Mart  1922’de  “bugünkü savaşlarımızın  gayesi  tam  bağımsızlıktır (istiklâl-i  tam). Bağımsızlığın tamlığı ise  ancak mâli  bağımsızlıkla  mümkündür.  Bir  memleketin  mâliyesi  bağımsızlıktan  mahrum  olunca  o  devletin  bütün hayat  kollarında  bağımsızlık mefluçtur (felçtir). Çünkü  her devlet  organı  ancak mâli  kuvvet  ile  yaşar.  Mâli bağımsızlığı  korunması  için  ilk  şart  bütçenin  iktisadi yapı ile  uygun  ve  denk  olmasıdır. Binâenaleyh ; devlet bünyesini yaşatmak  için dışarıya  mürâcaat  etmeksizin  memleketin gelir kaynakları  ile  idare  edilmesi çare  ve  tedbirlerini   bulmak  lazım ve  mümkündür”  demektedir. [13]

Oysa  Türkiye,  bugün  bir    borç  batağına  saplanmıştır.  Her şey  bir  yana  2004  yılı  bütçesi  bile  ülkemizin  nasıl  bir  borç  sorunu  ile  karşı karşıya  olduğunu göstermeye  yeterlidir.  Türkiye,  2004  yılında   66  katrilyon lira  (yaklaşık  45  milyar  dolar)  borç  ödeyecektir. 

Çeşitli   kuruluşların  borç sorunu  hakkında  yaptığı  araştırmalar  da  Türkiye’nin  borçlanma macerasının  seyri ve  bunun  ülkenin  geleceği  üzerinde  oluşturduğu  ipotek  konusunda   karamsarlık  yaratıcı  neticeler  ortaya  koymaktadır.  

Ankara  Ticaret  Odası’nın   16.11.2003  tarihinde kamuoyuna  açıkladığı   “Yedi  Ceddimiz Borç  Ödüyor"[14]   başlıklı çalışma  ile  bu  “Borç  Ekonomisi”nin son 20 yıllık  seyri  gözler  önüne serilmektedir.  Araştırma  sonuçlarına  göre   1983-2003  yıllarına ait  dönemde, Türkiye’nin  243  milyar  doları  dış borç,   811  milyar dolar  da  iç  borç  olmak  üzere,  toplam  1 trilyon  55  milyar  dolar borcun  altına  girdiği  görülmektedir.  Türkiye,  aynı dönemde 316 milyar  dolar  faiz  ödemek  zorunda  kalmış,  bu faizin  81  milyar  doları  dış borç,  235 milyar doları  da  iç  borç  yüzünden  ödenmiştir.

Ama  daha  önemlisi  ve  vahim olanı,   borçlanma ekonomisinin   geleceğimizi de ipotek altına almasıdır.  Araştırmaya  göre,  “Türkiye bugünden itibaren hiç borç almasa bile 2010 yılına kadar  123 milyar doları iç borç,  147 milyarı dış borç olmak üzere toplam 270 milyar dolar borç ödeyecektir.” 

Ne  var ki,  son yirmi yıllık  bu  dönemde   Türkiye’nin  kamu yatırımları için   tahsis ettiği  miktar,  sadece 170 milyar 130 milyon dolardır !
 
Ankara  Ticaret  Odası’nın  borçlar ile  ilgili   yaptığı  bir  diğer  çalışmaya  göre  de   (“Borç Borç  Türkiye”, 28.9.2003)[15] son 10  yılda  nüfusun  yüzde  16  artmasına  karşın, 

iç  borç  yüzde  396,
dış borç  yüzde 98
toplam  borç  da  yüzde  178

oranında  artış  göstermiştir.  Öte  yandan   1993 yılında  3.000  dolar olan  kişi  başına  milli  gelir,  10 yılda  sadece yüzde  13  artarak  2003  yılında  3.391  dolara  yükselirken ; buna karşılık  1993  yılında  1.548  dolar  olan  kişi  başına  borç, 10  yılda  yüzde  139  artarak  3.706  dolara  ulaşmıştır !  

Türkiye,  2003 yılı  itibarıyla  255.7 milyar doları bulan ve 234 milyar dolarlık milli gelirini de aşan bir borç sorunu  karşı  karşıyadır.

Bugün  maliye ve  ekonomi yönetimi,  vadesi gelen  borç taksitleri  için  iç ve  dış  piyasalardan  tekrar  borçlanabilme  “başarısını”  gösterebilmekten  ibarettir !.. Öte  yandan  iç  ve  dış  borçlar  gerçek  anlamda  ödenmek yerine  piyasadan  tekrar borçlanma  yoluna  gidilerek  “ödenmeye” çalışıldığından ; diğer  bir  ifade  ile  vadesi gelen  taksitler  piyasadan  yeniden borçlanılarak  ötelendiğinden,  bu  süreç   mevcut borç  stokunu  arttırarak  mâli ve diğer  alanlardaki  bağımlılığın  derinleşmesinden  başka  bir  sonuç  da  yaratmamaktadır.  Örneğin,  2004  yılının ilk  beş  ayında  geri  ödenen iç  borcun  yüzde  91.2’si   piyasadan  yeniden  borçlanarak karşılanmıştır.  Türkiye’nin   IMF’ye  2005  yılında  8.2  milyar  dolar,  2006  yılında  da  11.3  milyar  dolar  borç ödemesi yapacak  olması  da  nasıl  bir  borç tuzağına  düştüğünü  göstermektedir. [16]

Ayrıca,  zaman içinde  borç  geri  ödemelerinin  ne kadar büyük  rakamlara  ulaştığı  da   gözlerden kaçabilmektedir.  Mesela,  2003  Aralık ayının  sadece  üçüncü  haftası  içinde,  Hazine  905  trilyon TL  borç  geri ödemesi  yapmak  “zorunda”  kalmıştır.   905  trilyon,  2004  yılı  bütçesinde  bir  çok  bakanlığın ve  devlet  kurumunun  bir  yıllık  ödeneğinden  ya  da  bunların  kimilerinin  ödenekleri  toplamından daha  fazladır !.. [17]

Ya  da  2004 yılı Şubat ayının  sadece  üçüncü  haftası  içinde   Hazine,   6  katrilyon  794   trilyon  (6 794 000 000 000 000) TL   tutarında  bir  iç  borç  geri  ödemesinde  bulunmuştur. [18]  Diğer  bir ifadeyle ,  o  tarihteki   1  milyon  320  bin  TL’lik  dolar  kurundan hesaplanırsa  yaklaşık  5  milyar  147  milyon  dolar (5 147 000 000)  tutarında  bir meblağdır  bu… 

Bugün, adı  kara  para  aklanmasına karışmış  bir paravan  kuruluşa  peşkeş çekilen  TÜPRAŞ’ın  “özelleştirme”  değeri  1  milyar  302 milyon dolardır.  Diğer  bir  ifade ile  Hazine,  bu  "özelleştirmeden" elde  edeceği  gelirin  – ki bu geliri  de  peşin  olarak elde  etmediği gibi,  kasasına  koyacağı  bile  garanti değildir ve  ihale  hukuka  aykırı  bulunduğu  için de  zaten iptal  edilmiştir   –  4  katını   sadece  bir  hafta içinde  iç  borç  ödemesi olarak  vermiştir !  TÜPRAŞ’ın  yıllık  net  kârı  320  milyon dolar  olduğuna göre,  TÜRPAŞ’ın  yıllık kârının  16  katı  kadar bir  tutar bir  hafta içinde  iç  borç   olarak  geri  ödenmiştir !   Uzman kuruluşların  yaptığı  hesaplamalara göre  TÜPRAŞ’ın  yeniden  kuruluş  değeri  yaklaşık 7  milyar  dolardır.   Ve  Türkiye  hemen  hemen  yeni  bir  TÜPRAŞ  daha   kurabileceği  parayı,  bir  hafta içinde  iç  borç  geri  ödemesi olarak  transfer  etmiştir ! [19]

Bütün bu  rakamlar   bir tek şeyi gösterir :  Türkiye'nin  mali ve  ekonomik bağımsızlığı yoktur.  Aynı, 1854'te  ilk defa  borçlanıp,  1881'de, sadece 27  yıl sonra,  Muharrem Kararnamesi  ile  iflasını ilan eden  ve  Dûyunu  Umumiye  İdaresi   ile  "mâli  köleliği"  kabul  eden  Osmanlı  devleti  gibi... O borçlar  ki,  Lozan'da  Türkiye'yi  en fazla uğraştıran sorunlardan biri olmuştur. Öyle  ki,  Türkiye bütün  direnmelerine rağmen Osmanlı borçlarının  kendi  toprak  miktarına  denk  düşen oranını, yaklaşık %61'ini,  ödemeyi kabul etmek  zorunda  kalmış ve  1954'e  kadar  bu  borçları  ödemiştir.

Bugün yitirilen bu "mâli ve  ekonomik bağımsızlıktır".  Artık Dûyunu  Umumiye  yoktur, "IMF   Heyeti" vardır !..  Bütçemizi  nasıl  yapacağımıza, "faiz  dışı  fazla"nın  bile  ne  kadar  olacağına,  bugünlerde  çok  moda olan  deyişle  “milli  iradenin  temsilcisi” TBMM  ve onun içinden  çıkan  hükümet  değil, "IMF  Heyeti" karar  vermektedir.

Dahası  mâli ve ekonomik bağımsızlık  bir yana,  Türkiye'nin ekonomisi tasfiye  edilmektedir. Tarımı çökertilmiş, TÜPRAŞ, TELEKOM, PETKİM,  TEKEL gibi  kâr  eden, katma  değer  yaratan,  vergi vererek kamuya kaynak  aktaran  KİT'ler,  komik  rakamlar karşılığında özelleştirme  adı  altında  peşkeş  çekilmektedir.   “Gümrük  Birliği” adı altında Türk  sanayii  korumasız kılınarak  yıkıma  terk  edilmiş,  spekülatif faaliyetlerle  ülkenin  mâli  yapısı  her türlü operasyona  açık  hale getirilmiştir.  Ekonomi denilince  döviz kuru, faiz  oranı, borsa  endeksinden  başka bir  şey  akla  gelmemektedir artık. “Babalar gibi  satarım”  diyenler   yönetmektedirler  ülke  ekonomisini !.. Ekonomi  yönetimin  karar  alıcıları  gözünde pancar  üreticisi değil  Cargill  şirketi ;  tütün  üreten  köylümüz  değil,  Philip-Morris  firması  daha   muteberdir !..

Bu  mâli ve ekonomik bağımlılık,  ülkemizi  her türlü  dış müdahaleye  açık  hale  getirmekte,  Mustafa Kemal’in  deyimi  ile  “millet ve memleketin,  manayı  hakikisiyle  bütün  istiklâlinden   mahrumiyetine”  yol  açmaktadır. “Ne kadar zengin ve refaha kavuşturulmuş olursa olsun, bağımsızlıktan mahrum bir millet”in, “medenî insanlık karşısında uşak  olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık”  olamayacağı gerçeği  bugün  bütün  yakıcılığı  ile  hissedilmektedir. Bundan  dolayı Türkiye’den,  borçlarını  “Mehmetçiğin  kanı” ile, diğer  bir ifade ile  vatan evlatlarını  Afganistan  dağlarına,  Irak çöllerine  sürerek  ödemesi ; kısacası  kendisine  dayatılan  askeri ve  siyasi  yükümlülüklerin gereklerini  yerine  getirmeyi  kabul  etmesi   istenmektedir. Dahası ABD,  ülkemizi  işgal  etme  talebini “stratetjik ortaklık” gereği  bahanesiyle  yasal  “kılıflara”  sokarak  önerebilmektedir  Türkiye’ye !..[20]

*   *   *

Çağdaşlaşmanın; “egemenlik  paylaşımına  hazır  olmakla”,  AB  üyeliği için  istenilen  her  şeyi  kayıtsız  şartsız  yerine  getirerek,  dış politikada “dünya gerçekleri  ile  çatışmamak”  adı  altında  teslimiyetçi  politikalar izleyip,  ekonomide Dünya  Bankası  ve IMF  reçetelerini    ödünsüz  bir şekilde uygulayarak  elde  edileceğini  sananların,   Türkiye’nin  dışa  bağımlılığını,  buna  yol  açan  nedenleri  ve  politikaları  sorgulamak  yerine,  ihanetlerini  Kemalistlerin  bağımsızlık  anlayışı  ve  duyarlılığı  ile – sözde - hesaplaşarak  gizlemeye  çalışmaları  işlevleri  gereği  normaldir.  Türkiye’nin  bağımsızlığını  feda  ederek  ulaşabileceği  sanılan  ve  savunulan   bir   “muâsır  medeniyet”,  mütareke  yıllarında  Refî Cevat’ların   hayalini  kurdukları,  Mehmet  Akif’in  “tek dişi kalmış  bir canavar“   şeklinde  tanımladığı   bir  medeniyettir.  Geçmişte  o  “tek  dişi  kalmış  canavara” da  onun  “medeniyetine” de  hakkettiği yanıt,  “ya  istiklâl ya  ölüm”  parolası  ile  savaşarak  karşı  çıkanlar tarafından  verildiği  için,  bugün de  en  büyük  engel olarak  onların  mirasçıları  ve  takipçileri  görülmekte  ve  hedef  tahtasına   konulmaktadırlar. Bu amaç  doğrultusunda  Mustafa Kemal,  doğrudan  ve  açıkça  inkar  edilemeyecek ve  karşı  çıkılamayacak  derecede  büyük bir tarihsel şahsiyet  olduğundan,  onun  “çağdaşlık”  söylemi,  bu  ihanetin  “meşrulaştırma  aracı”,  kılıfı  olarak  kullanılmaya çalışılmaktadır. 

Dahası, “Küreselleşme döneminde Emperyalizm yapamazsın…Emperyalizm bir Küreselleşme biçimidir, ama Küreselleşme Emperyalizm değildir. Emperyalizm olması için mutlaka askerî işgal gerekir. Aksi halde önüne gelen her şeye Emperyalizm damgası vurabilirsin ki, Emperyalizm kavramını ayağa düşürüp  anlamsızlaştırmaktan başka işe yaramaz”[21]  denilerek  bir  kavram  karmaşası  içinde emperyalizm  gerçeği  gözlerden  saklanmaya  çalışılmaktadır. Bu şekilde  Türkiye’ye  küreselleşme  adına  dayatılan  tüm  politikalar ;  özelleştirmeden  yabancı  dilde  eğitime ;   “Batı  için  güvenlik  üretmekten”  bu  tür  bir üretimi   meşru görecek   toplumsal  dokuyu oluşturmaya  imkan sağlayan   kozmopolit  bir kültürün  hakim  kılınmasına  kadar  tüm  uygulamalar   meşru  kılınmaya  çalışılmaktadır. Çünkü  amaç,  küreselleşmek,  çağdaşlaşmaktır !..

"Tarih", bir  sosyal  bilim  disiplini olarak  geçmişte olanı  incelediği için  hep belli bir ihtiyat  payı  ile karşılanmıştır. Tarihi  olaylara  gönderme yapanlara,  "tamam,  geçmişte  böyle  olmuş  ama,  artık  devir  değişti,  zaten  tarih tekerrür etmez"  mantığı ile  itiraz  edilir. Oysa XIX. yüzyıl  Osmanlı  tarihini  okumanın  tam  zamanıdır  günümüzde... Ve  açıktır ki,  bugün  Türkiye'ye  belli  politikaları, talepleri dayatanlar  da,  ülkeyi  içeriden ve  dışardan  işbirliği  içinde  çökertmeye  çalışanlar da  Osmanlı'nın  batış  sürecinde  yaşananlardan  ilham  almakta, o dönemde  yaşanmış  olayları  derinlemesine  incelemektedirler.  Ama  bu tarih,  bize  ortaokul yıllarından  beri  bıktıracak  derecede  tekrarlatılarak  okutulmasına  rağmen, bir  tek  bizler   müthiş  bir  aymazlık  içindeyiz.

Azınlık hakları,  özerklik,  savaşlar  sonucu  verilen  ya  da  barış  masasında  terk  edilen  topraklar,  “reform”  adı  altında  yaşanan  dayatmalar,  ülke  ekonomisinin  dış  rekabete  açılması  yoluyla  yıkıma  terk  edilmesi,  borçlanma,  uygarlaşma  adı  altında  bir “Batı”  öykünmeciliği ve   Anadolu’ya,  Anadolu  insanına  karşı gösterilen  yoğun bir ilgisizlik,  umursamazlık...   Bunlar  XIX.  yüzyıl Osmanlı  tarihinin  olguları mıdır,  yoksa  günümüz Türkiye'sinin  gerçekleri midir,  ayırt  etmek  güçtür.  

Osmanlı'nın batış döneminde  imparatorluk  toprakları  beş  büyük gücün  rekabet  alanıyken, bugün ABD ve  AB, Türkiye  üzerine yoğun bir  mücadele   vermektedirler !..

XIX.  yüzyıl  Osmanlı  bürokrasisinde   İngilizci, Rusçu, Almancı  paşalar, vezirler, devlet   adamları  varken ;  bugün  sadece  devlet  adamları, politikacılar  değil, partilerden  medya kuruluşlarına,  sözde bilim adamlarından  gazetecilere  kadar  ABD'ciler ve  AB'ciler  gündemdedir !

XIX.  yüzyılın  o batış karmaşası  içinde  Mehmetçiği  Yemen  çöllerine  sürmüştük, şimdi Afganistan  dağlarına  göndermeye  hazırlanıyoruz !..  Ama  Kuzey  Irak'a,  sınırlarımızın  yüz  kilometre ötesine  kendi ulusal  çıkarları  için  geçmesi  yasaktır !..

XIX.  yüzyılda  Girit  sorunumuz  vardı,  bugün  Kıbrıs  var !..

1838'de  İngiltere  ile  serbest ticaret anlaşması  yapmıştık,  bugün AB  ile  Gümrük Birliği Anlaşması imzaladık.   İkisi  de,  yaklaşık  200  yıl  ara  ile,  ülke  ekonomisinin  yıkımı  yolunda  benzer  sonuçları doğurur  içeriktedir !..

XIX.  yüzyılın  Batı  güdümlü  reformları  bugün  “uyum  yasaları”  altında  dayatılmaktadır .

XIX.. yüzyılda  “Dûyunu  Umumiye”  vardı,  bugün  "IMF  heyeti"  vardır ve  borçlanma  yolu  ile  sömürülme  değişmeyen  bir  olgu  olarak  varolmaya  devam  etmektedir.

Ve  XX.  yüzyılın ilk  çeyreğinin sonunda  “ya  istiklâl  ya  ölüm”  parolası  ile  bir  varoş mücadelesi veren,  bir  ölüm  kalım  savaşı  ile  bağımsızlığını  elde  edip  Türk tarihinin  en köklü  çağdaşlaşma    atılımını gerçekleştiren  Türkiye,  XXI.. yüzyılın  başında  yine  aynı  görevle  karşı  karşıyadır.

Maddesel  ve  özellikle  tinsel  (ruhsal) çöküş, korkuyla güçsüzlükle başlar.  Güçsüz  ve korkak insanlar ,  herhangi  bir  yıkım  karşısında  ulusun  da  duraksamasına  ve  çekingen  bir duruma  gelmesine  yol  açarlar. Güçsüzlük  ve  duraksamada  öylesine  ileri  giderler  ki,  sanki  kendi  kendilerini  alçaltırlar.  Derler ki : ‘Biz  adam değiliz  ve olamayız ! Kendi  kendimize  adam olamayız. Biz  varlığımızı  sınırsız  ve koşulsuz  olarak  bir  yabancının  eline bırakalım… Türkiye’yi  böyle  yanlış yollarda  dağılma  ve  yokolma uçurumuna sürükleyenlerin elinden  kurtarmak  gerekir. Bunun  için  bulunmuş  bir gerçek  vardır,  ona  uyacağız. O  gerçek  şudur :  Türkiye’nin düşünen  kafalarını  büsbütün  yeni  bir  inançla donatmak. Bütün ulusa  sağlam bir  içgüdü  (kuvvei maneviye)  vermek.” [22]

İşte  çağdaş uygarlık  seviyesine  ulaşmanın  ön koşulu ve  “olmazsa  olmazı”; bütün  ulusun  benimsemesi gereken  o  “sağlam  içgüdü”  bağımsızlık  bilincine  sahip  çıkmak,  kaybedilen  bağımsızlığımızı  yeniden  elde  etmek  için  bu  yolda  mücadele  etmektir.  “Muâsır  medeniyete”  ancak  BAĞIMSIZLIK  elde edilerek  ulaşılabilir.  Çünkü,   geçerliliği  ispatlanmış  o  tarihi gerçek  yine  gündemdedir : 

“İSTİKLÂL”  yoksa  “ÖLÜM”  vardır !..




[1] Radikal, 3.11.2003
[2] Aydınlık, 27.6.2004
[3] Cumhuriyet, 19.2.2004
[4] Toktamış Ateş, “1930’ların Kemalizmi ve  Kemalistleri”, Cumhuriyet, 8.4.2004
[5] Radikal, 5.4.2004
[6] Birgün,  20.5.2004
[7]  Aktaran İlhan Selçuk,, “Uygarlık  ve Mandacılık”, Cumhuriyet, 4.11.1999
[8]  Falih Rıfkı  Atay,  Çankaya (Bateş Yay., İstanbul, 1984),  s.194
[9]  Refi Cevat,  Alemdar, 31.8.1919
[10]  Mustafa Kemal Atatürk’ün, 1 Aralık  1922’de TBMM  Bakanlar Kurulu’nun  görev  ve yetkisini  belirten  
     kanun teklifi  münasebetiyle  yaptığı konuşmadan…
[11]  Mustafa Kemal Atatürk,  Nutuk  (TTK Yay., Ankara,  1989),  s. 18
[12]  Fethi Naci,  Atatürk’ün  Temel Görüşleri  (Gerçek Yay. İstanbul, 1984), s. 36
[13]  Fethi Naci,  a.g.e… s. 36
[14]  http://www.atonet.org.tr/
[15]  http://www.atonet.org.tr/
[16]  Cumhuriyet, “Bu  Borç Böyle Bitmez”, 7.6.2004
[17] Cumhuriyet,  22.12.2003.  Bu  meblağ,  2004  yılı bütçesinde  İçişleri, Kültür  ve Turizm, Dışişleri,
     Bayındırlık  ve İskan, Ulaştırma, Sanayi ve  Ticaret, Enerji -Tabii  Kaynaklar, Çevre ve Orman 
     Bakanlıkları’nın  her biri  için  ayrılan  paydan  daha  büyük  bir  miktara  denk  gelmektedir. Ayrıca
     Cumhurbaşkanlığı, TBMM, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay, DPT, Dış Ticaret
     Müsteşarlığı, Gümrük  Müsteşarlığı, DİE  ve Sahil  Güvenlik  Komutanlığı gibi devlet  kurumları  için  ayrılan 
     ödeneklerinin  ise  toplamından  daha  fazla  bir  miktardır.
[18]  Cumhuriyet,  16.2.2003
[19]   TÜPRAŞ  “özelleştirmesi”  ile  ilgili  daha  kapsamlı  bilgi için  bkz.  http://www.petrol-is.org.tr/
[20] Bu  konudaki kapsamlı  iki  çalışma  için  bkz. Ahmet Erimhan, Çuvaldaki Müttefik, Otopsi Yay., İstanbul, 2004.  ve Mustafa Balbay, Irak Bataklığında  Türk-Amerikan  İlişkileri, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2004.
[21] Baskın Oran,  “Çifte Veda”, Birgün,  24.6.2004

[22]  Mustafa Kemal Atatürk,  Nutuk,  s.  440




http://mudafaaihukuk.blogspot.com.tr/2004/09/istiklal-yoksa-olum-vardir.html