İSTİKLÂL YOKSA, ÖLÜM VARDIR.
SERDAR ANT,
01 EYLÜL 2004
“Ya istiklâl ya ölüm !..
İşte halâs-ı hakiki isteyenlerin parolası bu olacaktır.”
Mustafa Kemal Atatürk
Son zamanlarda Atatürkçülük ve çağdaş sosyal demokrasinin sentezini yapmak iddiasıyla ortaya çıkan kimilerinin, Türk Devrimini soyut bir “çağdaşlaşma” kavramı çerçevesinde açıklamaya çalıştıkları görülmektedir. Mustafa Kemal Atatürk’ün “muâsır medeniyet seviyesine ulaşmak” hedefinden hareketle, “Türk devrimi” ve “Atatürkçülük” teorik düzlemde önce soyut bir “çağdaşlaşma” kavramı bağlamında ele alınmakta ; daha sonra bu “çağdaşlaşma” hedefi, Avrupa Birliği (AB) üyeliği için Türkiye’den talep edilenlere ve küreselleşmenin gereği bahanesiyle ülkemize dayatılan ekonomik, siyasi, askeri, hukukî, kültürel vb. politikaların uygulanmasına indirgenmektedir. Diğer bir ifadeyle, Türkiye’ye Batı kapitalizmi ve emperyalist devletler tarafından dayatılanların çağdaşlığın gereği olduğu kabul edilmekte, bu vesileyle Türk devriminin amaçladığı çağdaşlaşma hedefine – içeriğini dile getirmeden - söylem düzeyinde gönderme yapılarak, emperyalist dayatmalar tarihsel olarak meşru kılınmaya çalışılmaktadır. Bu çerçevede sadece çağdaşlığın değil ; “bağımsızlık”, “Kemalizm”, “insan hakları”, “özgürlük”, “demokrasi”, “egemenlik” gibi kavramların da maksatlı şekilde çarpıtılarak içinin boşaltılmaya çalışıldığını görüyoruz.
Örneğin, CHP İstanbul milletvekili Memduh Hacıoğlu, Radikal gazetesinden Neşe Düzel ile yaptığı söyleşide [1] Atatürkçülük ve Kemalizm'in birbirinden farklı şeyler olduğunu vurgulayarak, "AB'ye Atatürkçülük ile Kemalizm'in ayrı şeyler olduğunu anlatıyoruz. ' Çağdaş Sosyal Demokrasi Atatürkçülük ile uyum içinde olabilir. Biz, Atatürk'ün kendi döneminde yaptığı inkılapları ve ilkelerini benimsiyoruz. Kemalizm ise Atatürkçülüğe sığınarak bugüne kadar gelinmiş olan yanlış bir noktadır' diyoruz." şeklinde bir açıklamada bulunup, ekliyor : "Atatürkçülük çağdaşlaşma hareketidir. Kemalizm ise bir siyasi harekettir”
Hacıoğlu'na göre "Atatürk'ün ardından onun inkılaplarına sahip çıkan insanlar, kendilerini bu inkılaplarla gündemde tutmanın, onları yozlaştırmanın dışında bir şey yapmadılar."
Bu çerçevede karşı devrim sürecinin ve "Atatürk, Atatürk…" diye diye Kemalizmi ve Kemalist Cumhuriyeti'i yıkıma uğratanların ; Köy Enstitülerini ve Halkevlerini kapatanların ; Türkiye'yi bütün komşuları ile sorunlu hale getirenlerin ; İmam Hatip okulları açarak şeyh sakalı sıvazlayanların ; Fettullah Hocalar'dan ödül alanların ; "borç yiğidin kamçısıdır" diyerek ülkemizi bir borç batağına sürükleyip, ülke ekonomisi ve maliyesini emperyalist kuruluşların güdümüne terk edenlerin ; " Küçük Amerika olacağız " diye yemedik halt bırakmayanların; kısacası bilcümle karşıdevrimcinin ve "tören Atatürkçüsü"nün bütün suçu da, "onları yozlaştırmanın dışında bir şey yapmadılar" diyerek, gerçek Atatürkçülere, Kemalistlere, “onun inkılaplarına sahip çıkan insanlara” yüklenmektedir.
Ama daha ilginci, Hacıoğlu’nun " Atatürkçülük ile sosyal demokrasiyi bir araya getirmeye çalışmak zorunda mısınız ? Niye sadece Atatürkçü ya da sadece sosyal demokrat olmuyorsunuz ?" şeklindeki soruya verdiği yanıttır. Atatürk’ün partisi CHP’nin milletvekili Hacıoğlu, "onu reddediyorum anlamında bir şey söylemek gibi bir mecburiyetimiz mi var ?" diyerek Atatürkçülük konusundaki söyleminin ardına gizlemeye çalıştığı niyetlerini de açığa vurmaktadır.
Açıktır ki, mesele ne “Kemalizm” ne “sosyal demokrasi” ne de herhangi bir “sentez” çabası ile ilgilidir. Sorun, AB’nin rahatsızlık duyduğu ve katlanamadığı Kemalizm’in tam bağımsızlıkçı, anti emperyalist, halkçı, devletçi, laik özünden -Atatürkçülüğün çağdaş sosyal demokrasi ile sentezini yapmak adı altında- kurtulmaktır.
Zira bu yöndeki talep bizzat AB’den gelmiştir. AB, resmi organlarında tartıştığı raporlarla bu istemini dile getirmiştir. Avrupa Parlamentosu Dışişleri, İnsan Hakları, Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası Komiteleri'nin Üyesi Parlamenter Arie Oostlander'ın, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyelik sürecine ilişkin olarak hazırladığı, "Kemalizm"in Türkiye'nin AB'ye üyeliğine engel teşkil ettiğini iddia ettiği ve 12 Mart 2003'te Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komitesi'ne sunduğu yıllık rapor taslağı ve bu taslağa bağlı karar tasarısında şöyle denmekteydi : “Türk devletinin temel felsefesi olan Kemalizm, Türk devletinin bütünlüğüne yönelik ölçüsüz bir endişe kaynağı oluyor. Kemalizm, Türk kültürünün ve milliyetçiliğinin homojenliği üzerinde duruyor. Devletçilik, ordunun güçlü rolü, dine karşı çok katı bir tavır gibi yaklaşımlara öncelik veren Kemalizm felsefesi, Türkiye’nin AB’ye katılımına köstek oluşturuyor.” [2]
Kısacası, öyle bir Kemalizm ya da Atatürkçülük istenmektedir ki, mesela İngiliz İşçi Partisi gibi ABD ile beraber Irak işgaline soyunabilsin ya da Fransız sosyalistleri gibi Irak'ın on yıldan fazla süre ambargo altında tutulmasına ses çıkarmasın... Kıbrıs'ta pişmiş aşa su katmasın, Kuzey Irak'ta ulusalcı değil, AB(D)'ci ; Ege'de “şahin” değil, “güvercin” olsun... Özelleştirmeler ile kamu varlıklarının haraç mezat satışına karşı çıkmasın, ülke ekonomisinin IMF ve Dünya Bankası güdümünde olmasına, tarımın ve sanayinin çökertilmesine direnmesin… Toplumsal muhalefeti uyutsun, şeriatın bayrağı "türbana" ses çıkarmasın, yabancı dilde eğitime, Türk kültürü ve öz benliğinin yok edilmesine muhalefet etmesin…
Öte yandan bu “kerameti kendinden menkûl” “çağdaşlık” anlayışı çerçevesinde “ulus-devlet” ve “egemenlik” kavramının da tartışmaya açıldığı görülmektedir. CHP milletvekili ve eski genel başkan yardımcısı Kemal Derviş, istifasından yaklaşık iki ay önce, kendisine "CHP'ye Genel Başkan ol" diyen İzmirli işadamlarına “CHP'nin sorununun ideolojik” olduğunu belirterek, Atatürk'ün kurduğu ulus-devlet geleneği ekseniyle çağdaş sosyal demokrat eksenin buluşturulamadığından yakınmaktadır. Ama Derviş’in aşağıdaki sözleri Atatürk geleneğine bir “kenar süsü”, bir “meşrulaştırma aracı” olma dışında önem vermediğini gösterir içeriktedir. AB’yi sınıflarüstü bir konumda değerlendirerek sermayenin gücünü dengeleyecek bir kamusal güç olarak sunan Derviş, ulus-devletin tartışılmasını önermekte, egemenliğin paylaşımına hazır olmayı öğütlemektedir :
"Bugün küresel düzende ulus devlet nedir, CHP'nin bunu tartışması gerekir. Sosyal devlet 1950'lerdeki gücünü kullanamıyor. Bugün piyasalar küreselleşti. Bu gerçeğin anlaşılması gerekiyor. Sermayeyi dengeleyen bir kamu gücüne ihtiyaç var. Bu güç ulus devletin gücü değildir. Artık uluslararası güç birliği ile bir kamusal güç gerekiyor. Bütün devletler bir araya gelip sosyal devlet planlaması yapmalıdır. İşte AB böyle bir kamu gücüdür. Ulus devletin egemenliğine de bakmak lazım. Artık ulus egemenliği paylaşılacaktır. XXI. . yüzyılda egemenlik paylaşımına hazır olmalıyız…” [3]
Bu yaklaşıma Atatürkçü saflardan da destek geldiğini görüyoruz. Cumhuriyet yazarlarından Toktamış Ateş de, “1930’ların Kemalizmi ve Kemalistleri” [4] başlıklı yazısında, sözde 1930’lar dönemini “savunurken”, kendisi gibi düşünmeyenleri “süper zekalı Kemalistler” gibi özgün (!) kavramlarla tanımlayarak, “Atatürk’ün yaşadığı dönemde yaşama geçirilen tüm uygulamaların arkasındayım ve savunucusuyum. Ancak birileri bu uygulamaları günümüze taşımaya kalkarlarsa, buna karşı çıkarım” demekte ve Memduh Hacıoğlu’nun söylemine benzer bir tutum benimsemektedir.
Bir zamanların 2000’e Doğru dergisi yazarı ve Atatürk milliyetçiliği üzerine çalışmalar da yapmış olan Baskın Oran ise, Neşe Düzel ile yaptığı söyleşide, “Mustafa Kemal’in kurduğu ulus-devletin bittiği”ni, “CHP’nin 30 tipi Kemalist” olduğunu belirtip, “Lozan mükemmel bir ver-kurtuldur” diyebilmektedir. Oran’a göre “İslamcılar Türkiye’de azınlık”tır ve “baskı gördükleri için demokrasi” getirmektedirler ! [5] Yine Baskın Oran’a göre Kemalistler “…muâsır medeniyete ulaşmak ile bağımsızlığı birbirine zıt şeyler sanmaktadır. Ancak birinciye ulaşılması sonucu ikinciye erişilebileceğini anlamak istememektedir.” [6]
* * *
Gerçekten Kemalistler, “muâsır medeniyet” (çağdaş uygarlık) ile “bağımsızlığı” birbirine zıt kavramlar olarak mı algılamaktadırlar ? “Bağımsızlığa”, ancak “muâsır medeniyete” ulaşılarak mı erişilebilir ? Çağdaş uygarlık, Avrupa Birliği midir ? Türkiye Cumhuriyeti bağımsızlığını elde ederek mi çağdaşlaşmış, bu yolda dev adımlar atmıştır, yoksa 1940’lardan itibaren “çağdaşlaşma” adı altında Batılılaşmaya çalışarak mı her geçen gün bağımsızlığını kaybetmiştir ?
Aslında bağımsızlığın önemi konusundaki bu duyarsızlığı, Milli Mücadele yıllarında mandacılık savunucuları - hatta Mustafa Kemal’in yakın dava arkadaşları - da göstermişlerdi. Halide Edip, Mustafa Kemal’e gönderdiği 10 Ağustos 1919 tarihli mektupta şunları söylemekteydi :
“Birbirini yok eden; menfaat, hırsızlık ya da macera ve şöhret namına yaşayanların hırsını doyuran bir hükümet kuramı yerine, milletin refah ve gelişmesini sağlayan ; halkı, köyleri, sağlığı ve zihniyetiyle çağdaş bir halka dönüştürebilecek bir hükümet kurmaya ihtiyacımız var. Bunda lazım gelen para, uzmanlık ve güce sahip değiliz. Siyasi borçlar, siyasi köleliği arttırıyor. Cehalet ve çok konuşmaktan başka olumlu bir sonuç veren yeni bir hayat yaratamıyoruz(…)Filipin gibi vahşi bir memleketi bugün kendi kendini yönetmeye yetkin çağdaş bir makineye dönüştüren Amerika, bu konuda çok işimize geliyor. On beş yirmi sene zahmet çektikten sonra yeni bir Türkiye ve her bir kişisi eğitimi, zihniyetiyle gerçek bağımsızlığı kafasında ve cebinde taşıyan bir Türkiye’yi, ancak 'Yeni Dünya'nın yeteneği vücuda getirebilir" [7]
Rauf Orbay da Sivas Kongresi’nde yaptığı konuşmada "bu tehlikeler karşısında memleketimize karşı en bitaraf vaziyette bulunan Amerika’nın müzaheretini kabul etmeye mecburuz.” [8] diyordu.
Öte yandan Refî Cevat gibi işbirlikçi “mütareke basının” has adamları da “Biz de istiklâl fikrine şiddetle bağlıyız. İstiklâlimizi temin için de kuvvetli bir devletin müzaheretine muhtacız. O devlet -ki İngiltere’dir, İngiltere olması lazım gelir- bizim elimizden tutmalı, para sarf edilmesi gereken yerleri bize göstermeli, bizi muhafaza etmelidir.” [9] demekteydi.
80 yıl sonra bugün de çağdaş bir toplum olabilmek için Avrupa Birliği (AB) üyeliğinin elzem olduğu, bütün sorunlarımızın, her ne pahasına olursa olsun, ancak AB üyesi olmamızla çözülebileceği savunulmakta ; yine AB’nin “elimizden tutması” talep edilmekte ; bu tavrı meşru göstermek için de, Kemalist düşüncenin özünün - içeriği kasıtlı olarak tanımlanmayan bir - çağdaşlaşma olduğu iddia ve imâ edilmektedir.
Oysa çağdaşlaşma, Kemalist düşüncenin amaçlarından, hem de en önemli hedeflerinden, biri olmasına rağmen özü değildir. Daha doğru bir ifade ile Kemalistlerin hedeflediği çağdaşlık, gerçekleşebilmesi için elde edilmesi ve korunması gereken başka bir zorunluluk temelinde yükselir, ancak o sağlanırsa “çağdaşlık” hedefine ulaşılabilir. Bu zorunluluk, BAĞIMSIZLIK’tır.
1920’li yılların başında Anadolu’da verilen Milli Mücadele’nin özü budur. Bu saptama öznel bir değerlendirmenin sonucu değil, bizzat tarihi olgulardan okunabilecek bir gerçek, o mücadelenin lideri tarafından önemi vurgulanmış bir hakikattir.
Mustafa Kemal Paşa, 11 Haziran 1921 tarihinde, o dönemin Ankara’daki Fransız temsilcisine, Franklin Bouillon’a şöyle demektedir : “İstiklâl-i tam, deruhte ettiğimiz vazifenin ruhî aslisidir.” Günümüz Türkçe’sine çevirirsek eğer, “tam bağımsızlık, üstlendiğimiz görevin ruhunun özüdür”.
İşte, bu nedenden ötürü bizim Kurtuluş savaşımızın adı “İstiklâl Harbi’dir.
O mücadeleyi verenlerin ve o mirasa sahip çıkanların ruh halini ve duruşlarını sergileyen ; “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım / Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım / Kükremiş sel gibiyim bendimi çiğner aşarım / Yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım” diyen milli marşımızın adı İstiklâl Marşı’dır…
O ölüm-kalım mücadelesinin, varoluş savaşının sloganı da Mustafa Kemal’in “halâs-ı hakiki isteyenlerin parolası” şeklinde tanımladığı “ya istiklâl ya ölüm”dür . Çünkü, Milli Mücadele’nin önderi ve silah arkadaşları, şu gerçeği çok net görmüştür : bağımsızlık yoksa, ölüm vardır !...
İşte, bunun için o milli mücadelenin ve Türk devriminin lideri “bağımsızlık benim karakterimdir” diyordu ve Türk gençliğine “…birinci vazifen Türk istiklâl ve cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir” diye seslenmekteydi. Mustafa Kemal, 71 sene önceden, bağımsızlıktan yoksun bir cumhuriyetin anlamsız olduğunu görmüş ve “vazife”yi sadece “cumhuriyeti” değil, aynı zamanda “istiklâl”i de korumak olarak tanımlamıştır.
Türk Devrimi’nin içerdiği diğer tüm açılımlar, bütün çağdaşlaşma hamleleri bu temelde yükselir. Cumhuriyet, laiklik, demokrasi, kadın hakları, ulus-devlet, milli ekonomi, harf ve dil inkılabı, hukuk devrimi, eğitim alanındaki atılımlar ve diğerleri, hep bağımsız olunduğu için, o bağımsızlık binlerce şehidin kanı ile kazanıldığı için gerçekleştirilebilmiştir. Bu kararlı tutum daha sonra bütün mazlum milletlere ve ezilen dünyaya da örnek olacaktır.
Türk milletini "... biz hayatını, istiklalini korumak için çalışan erbabı sayiz, emekçileriz" diye tanımlayan ve "Efendiler ! ... istiklâlimizi emin bulundurulabilmek için, heyeti umumiyemizce, heyeti milliyemizce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyeti milliyece mücadeleyi câiz gören bir mesleği takip eden insanlarız.” [10] şeklinde konuşan Mustafa Kemal, bağımsızlığısoyut bir kavram olarak kullanmaz.
Hedeflenen “istiklâl-i tam”dır, yani tam bağımsızlıktır.
Ve Mustafa Kemal’e göre, “İstiklâl-i tam… bittabi siyasi, mâli, adli, askeri, harsî ve ilâ…her hususta istiklâl-i tam ve serbesti tam demektir” ve bu sayılanların “ herhangi birinde istiklâlden mahrumiyet , millet ve memleketin, manayı hakikisiyle bütün istiklâlinden mahrumiyeti” anlamındadır.
Mustafa Kemal için “esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas, ancak tam bağımsız olmakla temin olunabilir. Ne kadar zengin ve refaha kavuşturulmuş olursa olsun, bağımsızlıktan mahrum bir millet, medenî insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık olamaz. Yabancı bir devletin himaye ve desteğini kabul etmek, insanlık özelliklerinden mahrumiyeti, beceriksizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağı dereceye düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez. Halbuki, Türk’ün haysiyet ve onur ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet, esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Bundan ötürü, ya istiklâl , ya ölüm !..” [11]
Mustafa Kemal, Nutuk’ta “halâs-ı hakiki isteyenlerin parolası” diye tanımladığı “ya istiklâl ya ölüm” şiarı ile yapılan Ulusal Bağımsızlık savaşından sonra da, 30 Ocak 1923’te “bir devlet tam bağımsızlığına ve bir millet kayıtsız şartsız egemenliğine sahip bulunmadıkça o devlet ve millet için, refah ve şeref olmayacağına… bu gerekleri temin etmedikçe yaşamanın mümkün” [12] bulunmadığına dikkat çekmiştir.
Bütün bunlar Mustafa Kemal’in bağımsızlık ve çağdaşlaşmayı birbirine zıt kavramlar olarak algılamak bir yana, bağımsızlık ve egemenlikten yoksun olarak refah ve şeref içinde bir yaşamın söz konusu olamayacağının bilincinde olduğunu gösterir. Dahası, tam bağımsızlık ve kayıtsız şartsız egemenlik “muâsır medeniyet seviyesine ulaşmanın”, çağdaşlaşmanın önünde engel değil, bizzat bu amacı gerçekleştirmenin ön şartı, “olmazsa olmaz”ıdır.
Mustafa Kemal’in bu tavrı ve bu duruşunun üzerinde yükselen tüm yaşam pratiği, O’nun düşüncesini kendi siyasi hedeflerini meşrulaştırma yolunda kullanmak isteyenlere yıllar öncesinden verilmiş en güzel yanıttır.
Günümüzde “çağdaş uygarlığın gereği” olarak sunulan özelleştirmeler yoluyla ulusal ekonomilerin ve ulus-devletin yıkılması ; bağımsızlıktan vazgeçerek “karşılıklı bağımlılık” maskesi altında emperyalist baskı ve sömürüye boyun eğilmesi, demokrasinin gereği bahanesiyle etnik ve dini kimliklerin kışkırtılması, kendimizi Avrupa’ya beğendirmek için teslimiyetçi ve onursuz politikalar izlenmesi türünden uygulamalar Atatürk’ün çağdaşlık anlayışının içeriğini oluşturmaz.
“İstiklâl-i tam” diyen Mustafa Kemal, Dünya Bankası ve IMF memurlarının kuyruğuna takılmadığı gibi, Türkiye’yi NATO vb. emperyalist baskı mekanizmalarının bir parçası da yapmamıştır.
Bir yandan “yurtta sulh, cihanda sulh” hedefiyle barışçı bir dış politika izlenmiş, ama gerektiğinde ulusal çıkarlar ısrarlı bir şekilde korunmuştur. Boğazlar meselesi ve Hatay sorunu bunun en güzel örnekleridir. Atatürk dönemi Türk dış politikasında “çağdaşlığın gereğidir” diye, “dünya gerçekleri ile çatışmamak” adına ya da kendimizi Avrupa’ya kabul ettirmek amacıyla ver-kurtulcu, teslimiyetçi, Tanzimatçı açılımlar ve uygulamalar yoktur.
* * *
Cumhuriyetin ilanından 80 yıl sonra, bugün durum nedir peki ? Türkiye, Mustafa Kemal’in önemle belirttiği gibi “siyasi, mâli, adli, askeri, harsî ve ilâ…her hususta istiklâli tam” sahibi midir ?
Bugün Türkiye, uluslararası hukuk bakımından “bağımsız” bir devlettir. Diğer bir ifade ile bayrağı, marşı, parası, ordusu, elçilikleri vardır, belli bir toprak parçası üzerinde egemenlik haklarını kullanabilmekte, diğer devletler tarafından tanınmakta ve uluslararası yükümlülükler altına girmektedir. Ama gerçek anlamda bir “ekonomik ve mâli bağımsızlık” yoksa, bu “siyasal bağımsızlığın” pek bir anlamı da yoktur.
Mustafa Kemal, bu gerçeğe tam 82 yıl önce dikkati çekmekte, daha 1 Mart 1922’de “bugünkü savaşlarımızın gayesi tam bağımsızlıktır (istiklâl-i tam). Bağımsızlığın tamlığı ise ancak mâli bağımsızlıkla mümkündür. Bir memleketin mâliyesi bağımsızlıktan mahrum olunca o devletin bütün hayat kollarında bağımsızlık mefluçtur (felçtir). Çünkü her devlet organı ancak mâli kuvvet ile yaşar. Mâli bağımsızlığı korunması için ilk şart bütçenin iktisadi yapı ile uygun ve denk olmasıdır. Binâenaleyh ; devlet bünyesini yaşatmak için dışarıya mürâcaat etmeksizin memleketin gelir kaynakları ile idare edilmesi çare ve tedbirlerini bulmak lazım ve mümkündür” demektedir. [13]
Oysa Türkiye, bugün bir borç batağına saplanmıştır. Her şey bir yana 2004 yılı bütçesi bile ülkemizin nasıl bir borç sorunu ile karşı karşıya olduğunu göstermeye yeterlidir. Türkiye, 2004 yılında 66 katrilyon lira (yaklaşık 45 milyar dolar) borç ödeyecektir.
Çeşitli kuruluşların borç sorunu hakkında yaptığı araştırmalar da Türkiye’nin borçlanma macerasının seyri ve bunun ülkenin geleceği üzerinde oluşturduğu ipotek konusunda karamsarlık yaratıcı neticeler ortaya koymaktadır.
Ankara Ticaret Odası’nın 16.11.2003 tarihinde kamuoyuna açıkladığı “Yedi Ceddimiz Borç Ödüyor"[14] başlıklı çalışma ile bu “Borç Ekonomisi”nin son 20 yıllık seyri gözler önüne serilmektedir. Araştırma sonuçlarına göre 1983-2003 yıllarına ait dönemde, Türkiye’nin 243 milyar doları dış borç, 811 milyar dolar da iç borç olmak üzere, toplam 1 trilyon 55 milyar dolar borcun altına girdiği görülmektedir. Türkiye, aynı dönemde 316 milyar dolar faiz ödemek zorunda kalmış, bu faizin 81 milyar doları dış borç, 235 milyar doları da iç borç yüzünden ödenmiştir.
Ama daha önemlisi ve vahim olanı, borçlanma ekonomisinin geleceğimizi de ipotek altına almasıdır. Araştırmaya göre, “Türkiye bugünden itibaren hiç borç almasa bile 2010 yılına kadar 123 milyar doları iç borç, 147 milyarı dış borç olmak üzere toplam 270 milyar dolar borç ödeyecektir.”
Ne var ki, son yirmi yıllık bu dönemde Türkiye’nin kamu yatırımları için tahsis ettiği miktar, sadece 170 milyar 130 milyon dolardır !
Ankara Ticaret Odası’nın borçlar ile ilgili yaptığı bir diğer çalışmaya göre de (“Borç Borç Türkiye”, 28.9.2003)[15] son 10 yılda nüfusun yüzde 16 artmasına karşın,
iç borç yüzde 396,
dış borç yüzde 98
toplam borç da yüzde 178
oranında artış göstermiştir. Öte yandan 1993 yılında 3.000 dolar olan kişi başına milli gelir, 10 yılda sadece yüzde 13 artarak 2003 yılında 3.391 dolara yükselirken ; buna karşılık 1993 yılında 1.548 dolar olan kişi başına borç, 10 yılda yüzde 139 artarak 3.706 dolara ulaşmıştır !
Türkiye, 2003 yılı itibarıyla 255.7 milyar doları bulan ve 234 milyar dolarlık milli gelirini de aşan bir borç sorunu karşı karşıyadır.
Bugün maliye ve ekonomi yönetimi, vadesi gelen borç taksitleri için iç ve dış piyasalardan tekrar borçlanabilme “başarısını” gösterebilmekten ibarettir !.. Öte yandan iç ve dış borçlar gerçek anlamda ödenmek yerine piyasadan tekrar borçlanma yoluna gidilerek “ödenmeye” çalışıldığından ; diğer bir ifade ile vadesi gelen taksitler piyasadan yeniden borçlanılarak ötelendiğinden, bu süreç mevcut borç stokunu arttırarak mâli ve diğer alanlardaki bağımlılığın derinleşmesinden başka bir sonuç da yaratmamaktadır. Örneğin, 2004 yılının ilk beş ayında geri ödenen iç borcun yüzde 91.2’si piyasadan yeniden borçlanarak karşılanmıştır. Türkiye’nin IMF’ye 2005 yılında 8.2 milyar dolar, 2006 yılında da 11.3 milyar dolar borç ödemesi yapacak olması da nasıl bir borç tuzağına düştüğünü göstermektedir. [16]
Ayrıca, zaman içinde borç geri ödemelerinin ne kadar büyük rakamlara ulaştığı da gözlerden kaçabilmektedir. Mesela, 2003 Aralık ayının sadece üçüncü haftası içinde, Hazine 905 trilyon TL borç geri ödemesi yapmak “zorunda” kalmıştır. 905 trilyon, 2004 yılı bütçesinde bir çok bakanlığın ve devlet kurumunun bir yıllık ödeneğinden ya da bunların kimilerinin ödenekleri toplamından daha fazladır !.. [17]
Ya da 2004 yılı Şubat ayının sadece üçüncü haftası içinde Hazine, 6 katrilyon 794 trilyon (6 794 000 000 000 000) TL tutarında bir iç borç geri ödemesinde bulunmuştur. [18] Diğer bir ifadeyle , o tarihteki 1 milyon 320 bin TL’lik dolar kurundan hesaplanırsa yaklaşık 5 milyar 147 milyon dolar (5 147 000 000) tutarında bir meblağdır bu…
Bugün, adı kara para aklanmasına karışmış bir paravan kuruluşa peşkeş çekilen TÜPRAŞ’ın “özelleştirme” değeri 1 milyar 302 milyon dolardır. Diğer bir ifade ile Hazine, bu "özelleştirmeden" elde edeceği gelirin – ki bu geliri de peşin olarak elde etmediği gibi, kasasına koyacağı bile garanti değildir ve ihale hukuka aykırı bulunduğu için de zaten iptal edilmiştir – 4 katını sadece bir hafta içinde iç borç ödemesi olarak vermiştir ! TÜPRAŞ’ın yıllık net kârı 320 milyon dolar olduğuna göre, TÜRPAŞ’ın yıllık kârının 16 katı kadar bir tutar bir hafta içinde iç borç olarak geri ödenmiştir ! Uzman kuruluşların yaptığı hesaplamalara göre TÜPRAŞ’ın yeniden kuruluş değeri yaklaşık 7 milyar dolardır. Ve Türkiye hemen hemen yeni bir TÜPRAŞ daha kurabileceği parayı, bir hafta içinde iç borç geri ödemesi olarak transfer etmiştir ! [19]
Bütün bu rakamlar bir tek şeyi gösterir : Türkiye'nin mali ve ekonomik bağımsızlığı yoktur. Aynı, 1854'te ilk defa borçlanıp, 1881'de, sadece 27 yıl sonra, Muharrem Kararnamesi ile iflasını ilan eden ve Dûyunu Umumiye İdaresi ile "mâli köleliği" kabul eden Osmanlı devleti gibi... O borçlar ki, Lozan'da Türkiye'yi en fazla uğraştıran sorunlardan biri olmuştur. Öyle ki, Türkiye bütün direnmelerine rağmen Osmanlı borçlarının kendi toprak miktarına denk düşen oranını, yaklaşık %61'ini, ödemeyi kabul etmek zorunda kalmış ve 1954'e kadar bu borçları ödemiştir.
Bugün yitirilen bu "mâli ve ekonomik bağımsızlıktır". Artık Dûyunu Umumiye yoktur, "IMF Heyeti" vardır !.. Bütçemizi nasıl yapacağımıza, "faiz dışı fazla"nın bile ne kadar olacağına, bugünlerde çok moda olan deyişle “milli iradenin temsilcisi” TBMM ve onun içinden çıkan hükümet değil, "IMF Heyeti" karar vermektedir.
Dahası mâli ve ekonomik bağımsızlık bir yana, Türkiye'nin ekonomisi tasfiye edilmektedir. Tarımı çökertilmiş, TÜPRAŞ, TELEKOM, PETKİM, TEKEL gibi kâr eden, katma değer yaratan, vergi vererek kamuya kaynak aktaran KİT'ler, komik rakamlar karşılığında özelleştirme adı altında peşkeş çekilmektedir. “Gümrük Birliği” adı altında Türk sanayii korumasız kılınarak yıkıma terk edilmiş, spekülatif faaliyetlerle ülkenin mâli yapısı her türlü operasyona açık hale getirilmiştir. Ekonomi denilince döviz kuru, faiz oranı, borsa endeksinden başka bir şey akla gelmemektedir artık. “Babalar gibi satarım” diyenler yönetmektedirler ülke ekonomisini !.. Ekonomi yönetimin karar alıcıları gözünde pancar üreticisi değil Cargill şirketi ; tütün üreten köylümüz değil, Philip-Morris firması daha muteberdir !..
Bu mâli ve ekonomik bağımlılık, ülkemizi her türlü dış müdahaleye açık hale getirmekte, Mustafa Kemal’in deyimi ile “millet ve memleketin, manayı hakikisiyle bütün istiklâlinden mahrumiyetine” yol açmaktadır. “Ne kadar zengin ve refaha kavuşturulmuş olursa olsun, bağımsızlıktan mahrum bir millet”in, “medenî insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık” olamayacağı gerçeği bugün bütün yakıcılığı ile hissedilmektedir. Bundan dolayı Türkiye’den, borçlarını “Mehmetçiğin kanı” ile, diğer bir ifade ile vatan evlatlarını Afganistan dağlarına, Irak çöllerine sürerek ödemesi ; kısacası kendisine dayatılan askeri ve siyasi yükümlülüklerin gereklerini yerine getirmeyi kabul etmesi istenmektedir. Dahası ABD, ülkemizi işgal etme talebini “stratetjik ortaklık” gereği bahanesiyle yasal “kılıflara” sokarak önerebilmektedir Türkiye’ye !..[20]
* * *
Çağdaşlaşmanın; “egemenlik paylaşımına hazır olmakla”, AB üyeliği için istenilen her şeyi kayıtsız şartsız yerine getirerek, dış politikada “dünya gerçekleri ile çatışmamak” adı altında teslimiyetçi politikalar izleyip, ekonomide Dünya Bankası ve IMF reçetelerini ödünsüz bir şekilde uygulayarak elde edileceğini sananların, Türkiye’nin dışa bağımlılığını, buna yol açan nedenleri ve politikaları sorgulamak yerine, ihanetlerini Kemalistlerin bağımsızlık anlayışı ve duyarlılığı ile – sözde - hesaplaşarak gizlemeye çalışmaları işlevleri gereği normaldir. Türkiye’nin bağımsızlığını feda ederek ulaşabileceği sanılan ve savunulan bir “muâsır medeniyet”, mütareke yıllarında Refî Cevat’ların hayalini kurdukları, Mehmet Akif’in “tek dişi kalmış bir canavar“ şeklinde tanımladığı bir medeniyettir. Geçmişte o “tek dişi kalmış canavara” da onun “medeniyetine” de hakkettiği yanıt, “ya istiklâl ya ölüm” parolası ile savaşarak karşı çıkanlar tarafından verildiği için, bugün de en büyük engel olarak onların mirasçıları ve takipçileri görülmekte ve hedef tahtasına konulmaktadırlar. Bu amaç doğrultusunda Mustafa Kemal, doğrudan ve açıkça inkar edilemeyecek ve karşı çıkılamayacak derecede büyük bir tarihsel şahsiyet olduğundan, onun “çağdaşlık” söylemi, bu ihanetin “meşrulaştırma aracı”, kılıfı olarak kullanılmaya çalışılmaktadır.
Dahası, “Küreselleşme döneminde Emperyalizm yapamazsın…Emperyalizm bir Küreselleşme biçimidir, ama Küreselleşme Emperyalizm değildir. Emperyalizm olması için mutlaka askerî işgal gerekir. Aksi halde önüne gelen her şeye Emperyalizm damgası vurabilirsin ki, Emperyalizm kavramını ayağa düşürüp anlamsızlaştırmaktan başka işe yaramaz”[21] denilerek bir kavram karmaşası içinde emperyalizm gerçeği gözlerden saklanmaya çalışılmaktadır. Bu şekilde Türkiye’ye küreselleşme adına dayatılan tüm politikalar ; özelleştirmeden yabancı dilde eğitime ; “Batı için güvenlik üretmekten” bu tür bir üretimi meşru görecek toplumsal dokuyu oluşturmaya imkan sağlayan kozmopolit bir kültürün hakim kılınmasına kadar tüm uygulamalar meşru kılınmaya çalışılmaktadır. Çünkü amaç, küreselleşmek, çağdaşlaşmaktır !..
"Tarih", bir sosyal bilim disiplini olarak geçmişte olanı incelediği için hep belli bir ihtiyat payı ile karşılanmıştır. Tarihi olaylara gönderme yapanlara, "tamam, geçmişte böyle olmuş ama, artık devir değişti, zaten tarih tekerrür etmez" mantığı ile itiraz edilir. Oysa XIX. yüzyıl Osmanlı tarihini okumanın tam zamanıdır günümüzde... Ve açıktır ki, bugün Türkiye'ye belli politikaları, talepleri dayatanlar da, ülkeyi içeriden ve dışardan işbirliği içinde çökertmeye çalışanlar da Osmanlı'nın batış sürecinde yaşananlardan ilham almakta, o dönemde yaşanmış olayları derinlemesine incelemektedirler. Ama bu tarih, bize ortaokul yıllarından beri bıktıracak derecede tekrarlatılarak okutulmasına rağmen, bir tek bizler müthiş bir aymazlık içindeyiz.
Azınlık hakları, özerklik, savaşlar sonucu verilen ya da barış masasında terk edilen topraklar, “reform” adı altında yaşanan dayatmalar, ülke ekonomisinin dış rekabete açılması yoluyla yıkıma terk edilmesi, borçlanma, uygarlaşma adı altında bir “Batı” öykünmeciliği ve Anadolu’ya, Anadolu insanına karşı gösterilen yoğun bir ilgisizlik, umursamazlık... Bunlar XIX. yüzyıl Osmanlı tarihinin olguları mıdır, yoksa günümüz Türkiye'sinin gerçekleri midir, ayırt etmek güçtür.
Osmanlı'nın batış döneminde imparatorluk toprakları beş büyük gücün rekabet alanıyken, bugün ABD ve AB, Türkiye üzerine yoğun bir mücadele vermektedirler !..
XIX. yüzyıl Osmanlı bürokrasisinde İngilizci, Rusçu, Almancı paşalar, vezirler, devlet adamları varken ; bugün sadece devlet adamları, politikacılar değil, partilerden medya kuruluşlarına, sözde bilim adamlarından gazetecilere kadar ABD'ciler ve AB'ciler gündemdedir !
XIX. yüzyılın o batış karmaşası içinde Mehmetçiği Yemen çöllerine sürmüştük, şimdi Afganistan dağlarına göndermeye hazırlanıyoruz !.. Ama Kuzey Irak'a, sınırlarımızın yüz kilometre ötesine kendi ulusal çıkarları için geçmesi yasaktır !..
XIX. yüzyılda Girit sorunumuz vardı, bugün Kıbrıs var !..
1838'de İngiltere ile serbest ticaret anlaşması yapmıştık, bugün AB ile Gümrük Birliği Anlaşması imzaladık. İkisi de, yaklaşık 200 yıl ara ile, ülke ekonomisinin yıkımı yolunda benzer sonuçları doğurur içeriktedir !..
XIX. yüzyılın Batı güdümlü reformları bugün “uyum yasaları” altında dayatılmaktadır .
XIX.. yüzyılda “Dûyunu Umumiye” vardı, bugün "IMF heyeti" vardır ve borçlanma yolu ile sömürülme değişmeyen bir olgu olarak varolmaya devam etmektedir.
Ve XX. yüzyılın ilk çeyreğinin sonunda “ya istiklâl ya ölüm” parolası ile bir varoş mücadelesi veren, bir ölüm kalım savaşı ile bağımsızlığını elde edip Türk tarihinin en köklü çağdaşlaşma atılımını gerçekleştiren Türkiye, XXI.. yüzyılın başında yine aynı görevle karşı karşıyadır.
“Maddesel ve özellikle tinsel (ruhsal) çöküş, korkuyla güçsüzlükle başlar. Güçsüz ve korkak insanlar , herhangi bir yıkım karşısında ulusun da duraksamasına ve çekingen bir duruma gelmesine yol açarlar. Güçsüzlük ve duraksamada öylesine ileri giderler ki, sanki kendi kendilerini alçaltırlar. Derler ki : ‘Biz adam değiliz ve olamayız ! Kendi kendimize adam olamayız. Biz varlığımızı sınırsız ve koşulsuz olarak bir yabancının eline bırakalım… Türkiye’yi böyle yanlış yollarda dağılma ve yokolma uçurumuna sürükleyenlerin elinden kurtarmak gerekir. Bunun için bulunmuş bir gerçek vardır, ona uyacağız. O gerçek şudur : Türkiye’nin düşünen kafalarını büsbütün yeni bir inançla donatmak. Bütün ulusa sağlam bir içgüdü (kuvvei maneviye) vermek.” [22]
İşte çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmanın ön koşulu ve “olmazsa olmazı”; bütün ulusun benimsemesi gereken o “sağlam içgüdü” bağımsızlık bilincine sahip çıkmak, kaybedilen bağımsızlığımızı yeniden elde etmek için bu yolda mücadele etmektir. “Muâsır medeniyete” ancak BAĞIMSIZLIK elde edilerek ulaşılabilir. Çünkü, geçerliliği ispatlanmış o tarihi gerçek yine gündemdedir :
“İSTİKLÂL” yoksa “ÖLÜM” vardır !..
[1] Radikal, 3.11.2003
[2] Aydınlık, 27.6.2004
[3] Cumhuriyet, 19.2.2004
[4] Toktamış Ateş, “1930’ların Kemalizmi ve Kemalistleri”, Cumhuriyet, 8.4.2004
[5] Radikal, 5.4.2004
[6] Birgün, 20.5.2004
[7] Aktaran İlhan Selçuk,, “Uygarlık ve Mandacılık”, Cumhuriyet, 4.11.1999
[8] Falih Rıfkı Atay, Çankaya (Bateş Yay., İstanbul, 1984), s.194
[9] Refi Cevat, Alemdar, 31.8.1919
[10] Mustafa Kemal Atatürk’ün, 1 Aralık 1922’de TBMM Bakanlar Kurulu’nun görev ve yetkisini belirten
kanun teklifi münasebetiyle yaptığı konuşmadan…
[11] Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk (TTK Yay., Ankara, 1989), s. 18
[12] Fethi Naci, Atatürk’ün Temel Görüşleri (Gerçek Yay. İstanbul, 1984), s. 36
[13] Fethi Naci, a.g.e… s. 36
[14] http://www.atonet.org.tr/
[15] http://www.atonet.org.tr/
[16] Cumhuriyet, “Bu Borç Böyle Bitmez”, 7.6.2004
[17] Cumhuriyet, 22.12.2003. Bu meblağ, 2004 yılı bütçesinde İçişleri, Kültür ve Turizm, Dışişleri,
Bayındırlık ve İskan, Ulaştırma, Sanayi ve Ticaret, Enerji -Tabii Kaynaklar, Çevre ve Orman
Bakanlıkları’nın her biri için ayrılan paydan daha büyük bir miktara denk gelmektedir. Ayrıca
Cumhurbaşkanlığı, TBMM, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay, DPT, Dış Ticaret
Müsteşarlığı, Gümrük Müsteşarlığı, DİE ve Sahil Güvenlik Komutanlığı gibi devlet kurumları için ayrılan
ödeneklerinin ise toplamından daha fazla bir miktardır.
[18] Cumhuriyet, 16.2.2003
[19] TÜPRAŞ “özelleştirmesi” ile ilgili daha kapsamlı bilgi için bkz. http://www.petrol-is.org.tr/
[20] Bu konudaki kapsamlı iki çalışma için bkz. Ahmet Erimhan, Çuvaldaki Müttefik, Otopsi Yay., İstanbul, 2004. ve Mustafa Balbay, Irak Bataklığında Türk-Amerikan İlişkileri, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2004.
[21] Baskın Oran, “Çifte Veda”, Birgün, 24.6.2004
[22] Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, s. 440
http://mudafaaihukuk.blogspot.com.tr/2004/09/istiklal-yoksa-olum-vardir.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder