Memduh Hacıoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Memduh Hacıoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ağustos 2016 Pazar

İSTİKLÂL YOKSA, ÖLÜM VARDIR.



İSTİKLÂL YOKSA, ÖLÜM VARDIR.




SERDAR ANT,
01 EYLÜL 2004

“Ya  istiklâl  ya ölüm !.. 
İşte  halâs-ı hakiki  isteyenlerin  parolası  bu  olacaktır.”
Mustafa Kemal Atatürk

Son zamanlarda Atatürkçülük  ve çağdaş  sosyal  demokrasinin  sentezini  yapmak  iddiasıyla  ortaya  çıkan  kimilerinin,  Türk  Devrimini  soyut   bir “çağdaşlaşma”  kavramı çerçevesinde açıklamaya  çalıştıkları  görülmektedir. Mustafa Kemal Atatürk’ün  “muâsır  medeniyet  seviyesine  ulaşmak”  hedefinden hareketle,  “Türk  devrimi” ve  “Atatürkçülük”  teorik  düzlemde  önce  soyut  bir  “çağdaşlaşma”  kavramı bağlamında ele  alınmakta ; daha sonra  bu  “çağdaşlaşma”  hedefi,  Avrupa Birliği (AB)  üyeliği  için  Türkiye’den  talep edilenlere ve  küreselleşmenin  gereği bahanesiyle ülkemize  dayatılan  ekonomik,  siyasi, askeri, hukukî, kültürel vb. politikaların  uygulanmasına  indirgenmektedir.  Diğer bir  ifadeyle,  Türkiye’ye  Batı kapitalizmi  ve  emperyalist  devletler  tarafından  dayatılanların  çağdaşlığın gereği  olduğu  kabul edilmekte,  bu  vesileyle   Türk devriminin  amaçladığı  çağdaşlaşma  hedefine – içeriğini  dile  getirmeden - söylem düzeyinde  gönderme  yapılarak,  emperyalist  dayatmalar  tarihsel  olarak  meşru kılınmaya  çalışılmaktadır.  Bu çerçevede  sadece   çağdaşlığın   değil ;  “bağımsızlık”,  “Kemalizm”,   “insan hakları”,  “özgürlük”,  “demokrasi”, “egemenlik”  gibi  kavramların  da  maksatlı şekilde  çarpıtılarak  içinin  boşaltılmaya  çalışıldığını  görüyoruz.

Örneğin,  CHP  İstanbul  milletvekili  Memduh Hacıoğlu,   Radikal   gazetesinden  Neşe  Düzel  ile  yaptığı  söyleşide [1] Atatürkçülük  ve  Kemalizm'in  birbirinden  farklı  şeyler olduğunu  vurgulayarak,  "AB'ye  Atatürkçülük ile Kemalizm'in ayrı şeyler olduğunu anlatıyoruz.  ' Çağdaş Sosyal Demokrasi Atatürkçülük ile uyum   içinde olabilir. Biz, Atatürk'ün kendi döneminde yaptığı inkılapları ve ilkelerini benimsiyoruz.  Kemalizm ise Atatürkçülüğe sığınarak bugüne kadar  gelinmiş olan yanlış bir noktadır' diyoruz."  şeklinde  bir açıklamada  bulunup,  ekliyor : "Atatürkçülük çağdaşlaşma hareketidir.  Kemalizm ise bir siyasi harekettir”  

Hacıoğlu'na  göre  "Atatürk'ün ardından   onun inkılaplarına sahip çıkan insanlar, kendilerini  bu inkılaplarla gündemde tutmanın, onları  yozlaştırmanın dışında bir şey yapmadılar."

Bu çerçevede   karşı devrim sürecinin  ve  "Atatürk,  Atatürk…"  diye  diye Kemalizmi ve  Kemalist Cumhuriyeti'i  yıkıma  uğratanların ;  Köy  Enstitülerini ve Halkevlerini kapatanların ;  Türkiye'yi  bütün  komşuları  ile sorunlu  hale  getirenlerin ; İmam Hatip  okulları  açarak  şeyh sakalı sıvazlayanların ; Fettullah  Hocalar'dan  ödül  alanların ;  "borç yiğidin kamçısıdır"  diyerek  ülkemizi bir  borç  batağına  sürükleyip,  ülke  ekonomisi  ve maliyesini  emperyalist  kuruluşların  güdümüne  terk edenlerin  ;  Küçük  Amerika  olacağız  diye yemedik halt  bırakmayanların;  kısacası  bilcümle  karşıdevrimcinin  ve  "tören Atatürkçüsü"nün bütün  suçu  da,  "onları  yozlaştırmanın  dışında  bir şey yapmadılar"  diyerek,  gerçek  Atatürkçülere,  Kemalistlere,  “onun inkılaplarına sahip çıkan insanlara” yüklenmektedir. 

Ama  daha  ilginci, Hacıoğlu’nun  " Atatürkçülük  ile  sosyal demokrasiyi bir araya getirmeye çalışmak zorunda mısınız ?  Niye sadece  Atatürkçü ya da sadece sosyal demokrat olmuyorsunuz ?"  şeklindeki soruya  verdiği  yanıttır.  Atatürk’ün  partisi CHP’nin  milletvekili Hacıoğlu, "onu reddediyorum  anlamında bir şey söylemek gibi bir mecburiyetimiz  mi var ?"  diyerek  Atatürkçülük konusundaki söyleminin  ardına  gizlemeye  çalıştığı niyetlerini  de  açığa  vurmaktadır.

Açıktır  ki,  mesele  ne “Kemalizm”   ne  “sosyal demokrasi”  ne  de  herhangi  bir “sentez” çabası ile  ilgilidir. Sorun,  AB’nin  rahatsızlık  duyduğu  ve   katlanamadığı   Kemalizm’in  tam bağımsızlıkçı, anti emperyalist,  halkçı,  devletçi, laik  özünden -Atatürkçülüğün  çağdaş  sosyal demokrasi ile  sentezini  yapmak  adı  altında-  kurtulmaktır. 

Zira  bu yöndeki talep  bizzat  AB’den  gelmiştir.  AB,  resmi  organlarında  tartıştığı  raporlarla bu  istemini  dile getirmiştir. Avrupa Parlamentosu Dışişleri, İnsan Hakları, Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası Komiteleri'nin Üyesi Parlamenter Arie Oostlander'ın, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyelik sürecine ilişkin olarak hazırladığı, "Kemalizm"in Türkiye'nin AB'ye üyeliğine engel teşkil ettiğini iddia ettiği ve 12 Mart 2003'te Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komitesi'ne sunduğu yıllık rapor taslağı ve bu taslağa bağlı karar tasarısında  şöyle  denmekteydi : “Türk devletinin temel felsefesi  olan  Kemalizm,  Türk devletinin bütünlüğüne yönelik  ölçüsüz  bir endişe  kaynağı  oluyor. Kemalizm,  Türk  kültürünün  ve  milliyetçiliğinin   homojenliği  üzerinde  duruyor. Devletçilik,  ordunun güçlü  rolü, dine karşı  çok  katı  bir  tavır  gibi  yaklaşımlara  öncelik veren  Kemalizm felsefesi, Türkiye’nin AB’ye  katılımına  köstek  oluşturuyor.” [2]

Kısacası,  öyle bir  Kemalizm ya  da  Atatürkçülük  istenmektedir  ki,  mesela İngiliz  İşçi  Partisi  gibi  ABD  ile  beraber Irak  işgaline  soyunabilsin  ya  da  Fransız  sosyalistleri  gibi   Irak'ın on yıldan  fazla  süre  ambargo altında  tutulmasına ses  çıkarmasın...  Kıbrıs'ta  pişmiş  aşa  su  katmasın,   Kuzey  Irak'ta  ulusalcı  değil,  AB(D)'ci  ;  Ege'de  “şahin”  değil,  “güvercin” olsun... Özelleştirmeler  ile  kamu  varlıklarının  haraç  mezat  satışına  karşı  çıkmasın,  ülke ekonomisinin  IMF  ve  Dünya  Bankası  güdümünde  olmasına,  tarımın  ve  sanayinin çökertilmesine   direnmesin… Toplumsal  muhalefeti  uyutsun,  şeriatın  bayrağı  "türbana"  ses  çıkarmasın,  yabancı dilde  eğitime,  Türk  kültürü  ve  öz benliğinin  yok  edilmesine  muhalefet etmesin…

Öte  yandan  bu  “kerameti  kendinden menkûl”  “çağdaşlık” anlayışı  çerçevesinde “ulus-devlet”  ve  “egemenlik”  kavramının  da  tartışmaya  açıldığı görülmektedir.  CHP  milletvekili  ve  eski genel başkan  yardımcısı  Kemal  Derviş,  istifasından  yaklaşık  iki ay  önce,   kendisine   "CHP'ye  Genel Başkan  ol"  diyen  İzmirli işadamlarına “CHP'nin sorununun ideolojik”  olduğunu  belirterek,  Atatürk'ün  kurduğu  ulus-devlet  geleneği  ekseniyle  çağdaş  sosyal  demokrat  eksenin  buluşturulamadığından yakınmaktadır.  Ama  Derviş’in  aşağıdaki   sözleri  Atatürk  geleneğine  bir  “kenar  süsü”, bir “meşrulaştırma  aracı” olma  dışında  önem  vermediğini gösterir  içeriktedir.  AB’yi sınıflarüstü  bir  konumda  değerlendirerek  sermayenin   gücünü  dengeleyecek bir kamusal  güç  olarak  sunan  Derviş, ulus-devletin  tartışılmasını  önermekte, egemenliğin paylaşımına  hazır  olmayı  öğütlemektedir :

"Bugün küresel  düzende  ulus  devlet  nedir, CHP'nin  bunu  tartışması  gerekir. Sosyal  devlet  1950'lerdeki  gücünü  kullanamıyor. Bugün piyasalar  küreselleşti. Bu  gerçeğin  anlaşılması  gerekiyor. Sermayeyi dengeleyen bir  kamu  gücüne  ihtiyaç var. Bu güç ulus  devletin gücü değildir. Artık  uluslararası  güç birliği  ile  bir  kamusal güç gerekiyor. Bütün devletler  bir  araya gelip sosyal devlet planlaması  yapmalıdır. İşte AB  böyle  bir  kamu  gücüdür. Ulus  devletin  egemenliğine  de  bakmak lazım.  Artık  ulus  egemenliği paylaşılacaktır.  XXI. . yüzyılda  egemenlik  paylaşımına  hazır  olmalıyız…” [3]

Bu yaklaşıma Atatürkçü  saflardan  da  destek  geldiğini görüyoruz. Cumhuriyet yazarlarından  Toktamış Ateş  de, “1930’ların  Kemalizmi  ve  Kemalistleri” [4]  başlıklı  yazısında,  sözde  1930’lar dönemini  “savunurken”,  kendisi gibi  düşünmeyenleri  “süper  zekalı Kemalistler”   gibi  özgün (!)  kavramlarla  tanımlayarak,   “Atatürk’ün yaşadığı  dönemde  yaşama  geçirilen  tüm uygulamaların  arkasındayım  ve  savunucusuyum. Ancak  birileri  bu uygulamaları günümüze  taşımaya  kalkarlarsa, buna  karşı  çıkarım”  demekte  ve   Memduh  Hacıoğlu’nun  söylemine  benzer  bir  tutum  benimsemektedir. 

Bir  zamanların 2000’e Doğru dergisi  yazarı  ve  Atatürk milliyetçiliği  üzerine  çalışmalar da  yapmış  olan   Baskın  Oran  ise,  Neşe Düzel  ile  yaptığı  söyleşide,  “Mustafa Kemal’in  kurduğu ulus-devletin  bittiği”ni,  “CHP’nin  30  tipi Kemalist”  olduğunu  belirtip,  “Lozan  mükemmel bir ver-kurtuldur”  diyebilmektedir.   Oran’a  göre  “İslamcılar  Türkiye’de  azınlık”tır  ve  “baskı gördükleri için  demokrasi”  getirmektedirler ! [5]  Yine  Baskın Oran’a  göre  Kemalistler  “…muâsır medeniyete ulaşmak ile bağımsızlığı birbirine zıt şeyler sanmaktadır. Ancak birinciye ulaşılması  sonucu ikinciye erişilebileceğini  anlamak  istememektedir.” [6]  

*   *   *

Gerçekten  Kemalistler,  “muâsır  medeniyet” (çağdaş uygarlık)  ile  “bağımsızlığı”  birbirine  zıt  kavramlar  olarak  mı  algılamaktadırlar ?  “Bağımsızlığa”,  ancak  “muâsır  medeniyete”  ulaşılarak  mı  erişilebilir ? Çağdaş  uygarlık, Avrupa Birliği midir ?   Türkiye Cumhuriyeti  bağımsızlığını  elde  ederek  mi  çağdaşlaşmış,  bu  yolda  dev  adımlar atmıştır, yoksa  1940’lardan  itibaren  “çağdaşlaşma”  adı  altında  Batılılaşmaya  çalışarak  mı  her  geçen  gün  bağımsızlığını  kaybetmiştir ? 

Aslında  bağımsızlığın  önemi  konusundaki  bu  duyarsızlığı,  Milli Mücadele  yıllarında  mandacılık  savunucuları - hatta  Mustafa Kemal’in  yakın  dava  arkadaşları -  da  göstermişlerdi.  Halide Edip,   Mustafa Kemal’e  gönderdiği  10 Ağustos  1919  tarihli mektupta   şunları  söylemekteydi  :

“Birbirini  yok eden;  menfaat, hırsızlık ya  da  macera  ve şöhret namına yaşayanların  hırsını doyuran bir hükümet  kuramı yerine,  milletin refah ve gelişmesini sağlayan ;  halkı, köyleri, sağlığı  ve  zihniyetiyle çağdaş bir halka  dönüştürebilecek  bir hükümet kurmaya ihtiyacımız  var. Bunda lazım gelen para,  uzmanlık ve güce sahip değiliz. Siyasi  borçlar, siyasi köleliği arttırıyor. Cehalet  ve  çok  konuşmaktan başka olumlu bir  sonuç veren yeni bir hayat yaratamıyoruz(…)Filipin gibi vahşi bir memleketi bugün kendi kendini yönetmeye yetkin çağdaş bir makineye dönüştüren Amerika, bu konuda çok  işimize geliyor. On beş yirmi sene zahmet çektikten sonra  yeni bir Türkiye  ve her bir kişisi eğitimi, zihniyetiyle  gerçek  bağımsızlığı kafasında ve cebinde taşıyan bir Türkiye’yi,  ancak  'Yeni Dünya'nın  yeteneği vücuda getirebilir" [7]

Rauf   Orbay  da  Sivas  Kongresi’nde  yaptığı  konuşmada  "bu tehlikeler karşısında  memleketimize  karşı en  bitaraf  vaziyette bulunan Amerika’nın müzaheretini kabul etmeye mecburuz.” [8]  diyordu.

Öte  yandan  Refî  Cevat  gibi  işbirlikçi  “mütareke  basının”  has  adamları  da    “Biz  de  istiklâl  fikrine şiddetle  bağlıyız. İstiklâlimizi temin  için  de kuvvetli  bir  devletin  müzaheretine  muhtacız. O devlet -ki  İngiltere’dir,  İngiltere olması lazım  gelir-  bizim  elimizden tutmalı, para sarf edilmesi gereken  yerleri bize  göstermeli, bizi  muhafaza  etmelidir.” [9]  demekteydi. 

80  yıl  sonra  bugün  de  çağdaş  bir toplum  olabilmek  için  Avrupa Birliği (AB)  üyeliğinin  elzem  olduğu,  bütün sorunlarımızın, her ne  pahasına olursa olsun,  ancak  AB  üyesi olmamızla   çözülebileceği  savunulmakta ;  yine AB’nin “elimizden tutması”  talep  edilmekte ; bu tavrı meşru göstermek için de,  Kemalist  düşüncenin  özünün  - içeriği  kasıtlı  olarak tanımlanmayan bir -  çağdaşlaşma  olduğu  iddia ve  imâ  edilmektedir. 

Oysa  çağdaşlaşma, Kemalist  düşüncenin   amaçlarından,  hem  de  en önemli  hedeflerinden,  biri  olmasına  rağmen  özü  değildir.   Daha  doğru  bir  ifade  ile  Kemalistlerin  hedeflediği  çağdaşlık, gerçekleşebilmesi  için  elde  edilmesi  ve  korunması  gereken  başka  bir  zorunluluk  temelinde  yükselir,  ancak o  sağlanırsa  “çağdaşlık”  hedefine  ulaşılabilir. Bu  zorunluluk,  BAĞIMSIZLIK’tır.

1920’li  yılların başında Anadolu’da verilen Milli Mücadele’nin özü  budur.   Bu saptama  öznel  bir değerlendirmenin  sonucu  değil, bizzat  tarihi  olgulardan okunabilecek  bir  gerçek,  o  mücadelenin lideri  tarafından  önemi vurgulanmış bir  hakikattir.  

Mustafa Kemal  Paşa,  11 Haziran  1921  tarihinde,  o dönemin Ankara’daki Fransız  temsilcisine,  Franklin  Bouillon’a  şöyle  demektedir  :   “İstiklâl-i  tam,  deruhte  ettiğimiz  vazifenin ruhî aslisidir.”  Günümüz  Türkçe’sine  çevirirsek  eğer,   “tam  bağımsızlık, üstlendiğimiz  görevin  ruhunun  özüdür”.

İşte,  bu   nedenden  ötürü  bizim   Kurtuluş  savaşımızın   adı   “İstiklâl  Harbi’dir. 

O  mücadeleyi verenlerin ve o  mirasa  sahip çıkanların  ruh halini ve  duruşlarını  sergileyen ;  “Ben  ezelden  beridir hür  yaşadım,  hür  yaşarım / Hangi  çılgın bana  zincir vuracakmış,  şaşarım / Kükremiş  sel  gibiyim  bendimi  çiğner  aşarım / Yırtarım  dağları enginlere  sığmam  taşarım”  diyen  milli  marşımızın adı  İstiklâl Marşı’dır…

O  ölüm-kalım  mücadelesinin, varoluş savaşının  sloganı da  Mustafa Kemal’in “halâs-ı hakiki  isteyenlerin  parolası” şeklinde  tanımladığı  “ya  istiklâl  ya  ölüm”dür  .  Çünkü,  Milli  Mücadele’nin  önderi ve  silah arkadaşları, şu gerçeği çok net görmüştür :  bağımsızlık  yoksa,  ölüm  vardır !... 

İşte,  bunun için o milli mücadelenin ve Türk devriminin lideri “bağımsızlık   benim  karakterimdir”  diyordu ve  Türk gençliğine  “…birinci vazifen Türk istiklâl  ve cumhuriyetini  ilelebet  muhafaza  ve müdafaa  etmektir”  diye seslenmekteydi. Mustafa Kemal,  71  sene  önceden,  bağımsızlıktan  yoksun bir  cumhuriyetin  anlamsız  olduğunu  görmüş  ve  “vazife”yi  sadece  “cumhuriyeti”  değil,  aynı zamanda  “istiklâl”i  de  korumak  olarak  tanımlamıştır.

Türk Devrimi’nin  içerdiği  diğer  tüm açılımlar,  bütün çağdaşlaşma  hamleleri  bu temelde  yükselir.  Cumhuriyet, laiklik, demokrasi, kadın hakları, ulus-devlet, milli ekonomi, harf ve  dil  inkılabı, hukuk  devrimi,  eğitim  alanındaki  atılımlar  ve  diğerleri,  hep  bağımsız  olunduğu  için, o bağımsızlık binlerce şehidin kanı ile kazanıldığı için gerçekleştirilebilmiştir.  Bu  kararlı tutum daha  sonra   bütün   mazlum milletlere  ve  ezilen  dünyaya da  örnek olacaktır.

Türk milletini "... biz hayatını, istiklalini korumak için çalışan erbabı sayiz, emekçileriz"     diye  tanımlayan  ve   "Efendiler ! ...   istiklâlimizi emin bulundurulabilmek için,  heyeti umumiyemizce,  heyeti  milliyemizce  bizi  mahvetmek isteyen  emperyalizme  karşı  ve  bizi  yutmak isteyen kapitalizme karşı  heyeti milliyece  mücadeleyi  câiz  gören bir mesleği  takip eden  insanlarız.” [10]  şeklinde  konuşan  Mustafa Kemal,  bağımsızlığısoyut  bir kavram  olarak  kullanmaz. 

Hedeflenen  “istiklâl-i tam”dır,  yani  tam  bağımsızlıktır.

Ve  Mustafa Kemal’e  göre,   “İstiklâl-i  tam…  bittabi  siyasi,  mâli,  adli,  askeri,  harsî  ve ilâ…her  hususta  istiklâl-i  tam  ve  serbesti tam  demektir”  ve  bu sayılanların “ herhangi  birinde  istiklâlden  mahrumiyet ,  millet ve memleketin,  manayı  hakikisiyle  bütün  istiklâlinden   mahrumiyeti”   anlamındadır. 

Mustafa Kemal için   “esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas, ancak tam  bağımsız olmakla temin  olunabilir. Ne kadar zengin ve refaha kavuşturulmuş olursa olsun,  bağımsızlıktan mahrum bir millet, medenî insanlık karşısında uşak  olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık olamaz. Yabancı bir  devletin himaye ve desteğini kabul etmek, insanlık özelliklerinden  mahrumiyeti, beceriksizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey  değildir. Gerçekten bu aşağı dereceye düşmemiş olanların isteyerek  başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.  Halbuki, Türk’ün haysiyet ve onur ve kabiliyeti çok yüksek ve  büyüktür. Böyle bir millet, esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Bundan ötürü,  ya  istiklâl , ya  ölüm !..”  [11]

Mustafa Kemal, Nutuk’ta  “halâs-ı  hakiki  isteyenlerin parolası”  diye  tanımladığı “ya  istiklâl  ya  ölüm”  şiarı  ile  yapılan  Ulusal Bağımsızlık  savaşından  sonra  da,  30  Ocak  1923’te  “bir  devlet  tam bağımsızlığına  ve  bir millet kayıtsız  şartsız egemenliğine  sahip  bulunmadıkça    o  devlet  ve  millet  için, refah  ve  şeref  olmayacağına… bu  gerekleri  temin etmedikçe  yaşamanın mümkün” [12]  bulunmadığına  dikkat  çekmiştir.

Bütün  bunlar  Mustafa Kemal’in  bağımsızlık  ve  çağdaşlaşmayı birbirine  zıt  kavramlar  olarak  algılamak bir  yana,    bağımsızlık ve  egemenlikten  yoksun  olarak  refah  ve  şeref  içinde  bir  yaşamın söz konusu  olamayacağının  bilincinde  olduğunu  gösterir. Dahası,  tam  bağımsızlık  ve  kayıtsız  şartsız  egemenlik  “muâsır  medeniyet seviyesine  ulaşmanın”, çağdaşlaşmanın  önünde  engel  değil,  bizzat bu  amacı  gerçekleştirmenin  ön şartı,  “olmazsa  olmaz”ıdır. 

Mustafa Kemal’in  bu  tavrı  ve  bu  duruşunun  üzerinde  yükselen  tüm  yaşam  pratiği,  O’nun  düşüncesini  kendi siyasi  hedeflerini  meşrulaştırma  yolunda  kullanmak  isteyenlere  yıllar öncesinden  verilmiş en  güzel  yanıttır.

Günümüzde  “çağdaş uygarlığın  gereği”  olarak sunulan  özelleştirmeler yoluyla  ulusal  ekonomilerin ve  ulus-devletin  yıkılması ; bağımsızlıktan vazgeçerek  “karşılıklı  bağımlılık” maskesi  altında emperyalist  baskı ve  sömürüye  boyun  eğilmesi,  demokrasinin  gereği  bahanesiyle etnik  ve  dini  kimliklerin  kışkırtılması, kendimizi  Avrupa’ya  beğendirmek  için  teslimiyetçi  ve  onursuz  politikalar  izlenmesi türünden  uygulamalar  Atatürk’ün  çağdaşlık  anlayışının  içeriğini oluşturmaz.

“İstiklâl-i  tam” diyen  Mustafa  Kemal,  Dünya Bankası  ve  IMF  memurlarının  kuyruğuna takılmadığı  gibi,  Türkiye’yi   NATO  vb. emperyalist  baskı  mekanizmalarının  bir  parçası  da  yapmamıştır.  

Bir  yandan  “yurtta  sulh,  cihanda sulh”  hedefiyle  barışçı bir  dış  politika  izlenmiş,  ama  gerektiğinde  ulusal  çıkarlar  ısrarlı bir  şekilde  korunmuştur.  Boğazlar  meselesi ve  Hatay  sorunu  bunun  en  güzel  örnekleridir. Atatürk  dönemi  Türk  dış  politikasında  “çağdaşlığın gereğidir”  diye,  “dünya  gerçekleri  ile  çatışmamak”  adına  ya  da  kendimizi  Avrupa’ya  kabul  ettirmek  amacıyla  ver-kurtulcu,  teslimiyetçi, Tanzimatçı  açılımlar  ve  uygulamalar yoktur.    

*   *   *

Cumhuriyetin  ilanından  80  yıl  sonra,  bugün  durum  nedir  peki ?  Türkiye,  Mustafa Kemal’in  önemle   belirttiği  gibi  “siyasi,  mâli,  adli,  askeri,  harsî  ve ilâ…her  hususta  istiklâli  tam”  sahibi midir   ? 

Bugün  Türkiye, uluslararası hukuk  bakımından  “bağımsız”  bir devlettir. Diğer  bir  ifade  ile  bayrağı, marşı,  parası,  ordusu,  elçilikleri  vardır,  belli  bir  toprak  parçası  üzerinde  egemenlik  haklarını kullanabilmekte, diğer  devletler  tarafından tanınmakta  ve  uluslararası  yükümlülükler  altına girmektedir. Ama gerçek anlamda  bir  “ekonomik ve mâli  bağımsızlık” yoksa,  bu  “siyasal  bağımsızlığın”  pek bir  anlamı da  yoktur.

Mustafa Kemal,  bu  gerçeğe  tam  82 yıl önce  dikkati  çekmekte,  daha  1  Mart  1922’de  “bugünkü savaşlarımızın  gayesi  tam  bağımsızlıktır (istiklâl-i  tam). Bağımsızlığın tamlığı ise  ancak mâli  bağımsızlıkla  mümkündür.  Bir  memleketin  mâliyesi  bağımsızlıktan  mahrum  olunca  o  devletin  bütün hayat  kollarında  bağımsızlık mefluçtur (felçtir). Çünkü  her devlet  organı  ancak mâli  kuvvet  ile  yaşar.  Mâli bağımsızlığı  korunması  için  ilk  şart  bütçenin  iktisadi yapı ile  uygun  ve  denk  olmasıdır. Binâenaleyh ; devlet bünyesini yaşatmak  için dışarıya  mürâcaat  etmeksizin  memleketin gelir kaynakları  ile  idare  edilmesi çare  ve  tedbirlerini   bulmak  lazım ve  mümkündür”  demektedir. [13]

Oysa  Türkiye,  bugün  bir    borç  batağına  saplanmıştır.  Her şey  bir  yana  2004  yılı  bütçesi  bile  ülkemizin  nasıl  bir  borç  sorunu  ile  karşı karşıya  olduğunu göstermeye  yeterlidir.  Türkiye,  2004  yılında   66  katrilyon lira  (yaklaşık  45  milyar  dolar)  borç  ödeyecektir. 

Çeşitli   kuruluşların  borç sorunu  hakkında  yaptığı  araştırmalar  da  Türkiye’nin  borçlanma macerasının  seyri ve  bunun  ülkenin  geleceği  üzerinde  oluşturduğu  ipotek  konusunda   karamsarlık  yaratıcı  neticeler  ortaya  koymaktadır.  

Ankara  Ticaret  Odası’nın   16.11.2003  tarihinde kamuoyuna  açıkladığı   “Yedi  Ceddimiz Borç  Ödüyor"[14]   başlıklı çalışma  ile  bu  “Borç  Ekonomisi”nin son 20 yıllık  seyri  gözler  önüne serilmektedir.  Araştırma  sonuçlarına  göre   1983-2003  yıllarına ait  dönemde, Türkiye’nin  243  milyar  doları  dış borç,   811  milyar dolar  da  iç  borç  olmak  üzere,  toplam  1 trilyon  55  milyar  dolar borcun  altına  girdiği  görülmektedir.  Türkiye,  aynı dönemde 316 milyar  dolar  faiz  ödemek  zorunda  kalmış,  bu faizin  81  milyar  doları  dış borç,  235 milyar doları  da  iç  borç  yüzünden  ödenmiştir.

Ama  daha  önemlisi  ve  vahim olanı,   borçlanma ekonomisinin   geleceğimizi de ipotek altına almasıdır.  Araştırmaya  göre,  “Türkiye bugünden itibaren hiç borç almasa bile 2010 yılına kadar  123 milyar doları iç borç,  147 milyarı dış borç olmak üzere toplam 270 milyar dolar borç ödeyecektir.” 

Ne  var ki,  son yirmi yıllık  bu  dönemde   Türkiye’nin  kamu yatırımları için   tahsis ettiği  miktar,  sadece 170 milyar 130 milyon dolardır !
 
Ankara  Ticaret  Odası’nın  borçlar ile  ilgili   yaptığı  bir  diğer  çalışmaya  göre  de   (“Borç Borç  Türkiye”, 28.9.2003)[15] son 10  yılda  nüfusun  yüzde  16  artmasına  karşın, 

iç  borç  yüzde  396,
dış borç  yüzde 98
toplam  borç  da  yüzde  178

oranında  artış  göstermiştir.  Öte  yandan   1993 yılında  3.000  dolar olan  kişi  başına  milli  gelir,  10 yılda  sadece yüzde  13  artarak  2003  yılında  3.391  dolara  yükselirken ; buna karşılık  1993  yılında  1.548  dolar  olan  kişi  başına  borç, 10  yılda  yüzde  139  artarak  3.706  dolara  ulaşmıştır !  

Türkiye,  2003 yılı  itibarıyla  255.7 milyar doları bulan ve 234 milyar dolarlık milli gelirini de aşan bir borç sorunu  karşı  karşıyadır.

Bugün  maliye ve  ekonomi yönetimi,  vadesi gelen  borç taksitleri  için  iç ve  dış  piyasalardan  tekrar  borçlanabilme  “başarısını”  gösterebilmekten  ibarettir !.. Öte  yandan  iç  ve  dış  borçlar  gerçek  anlamda  ödenmek yerine  piyasadan  tekrar borçlanma  yoluna  gidilerek  “ödenmeye” çalışıldığından ; diğer  bir  ifade  ile  vadesi gelen  taksitler  piyasadan  yeniden borçlanılarak  ötelendiğinden,  bu  süreç   mevcut borç  stokunu  arttırarak  mâli ve diğer  alanlardaki  bağımlılığın  derinleşmesinden  başka  bir  sonuç  da  yaratmamaktadır.  Örneğin,  2004  yılının ilk  beş  ayında  geri  ödenen iç  borcun  yüzde  91.2’si   piyasadan  yeniden  borçlanarak karşılanmıştır.  Türkiye’nin   IMF’ye  2005  yılında  8.2  milyar  dolar,  2006  yılında  da  11.3  milyar  dolar  borç ödemesi yapacak  olması  da  nasıl  bir  borç tuzağına  düştüğünü  göstermektedir. [16]

Ayrıca,  zaman içinde  borç  geri  ödemelerinin  ne kadar büyük  rakamlara  ulaştığı  da   gözlerden kaçabilmektedir.  Mesela,  2003  Aralık ayının  sadece  üçüncü  haftası  içinde,  Hazine  905  trilyon TL  borç  geri ödemesi  yapmak  “zorunda”  kalmıştır.   905  trilyon,  2004  yılı  bütçesinde  bir  çok  bakanlığın ve  devlet  kurumunun  bir  yıllık  ödeneğinden  ya  da  bunların  kimilerinin  ödenekleri  toplamından daha  fazladır !.. [17]

Ya  da  2004 yılı Şubat ayının  sadece  üçüncü  haftası  içinde   Hazine,   6  katrilyon  794   trilyon  (6 794 000 000 000 000) TL   tutarında  bir  iç  borç  geri  ödemesinde  bulunmuştur. [18]  Diğer  bir ifadeyle ,  o  tarihteki   1  milyon  320  bin  TL’lik  dolar  kurundan hesaplanırsa  yaklaşık  5  milyar  147  milyon  dolar (5 147 000 000)  tutarında  bir meblağdır  bu… 

Bugün, adı  kara  para  aklanmasına karışmış  bir paravan  kuruluşa  peşkeş çekilen  TÜPRAŞ’ın  “özelleştirme”  değeri  1  milyar  302 milyon dolardır.  Diğer  bir  ifade ile  Hazine,  bu  "özelleştirmeden" elde  edeceği  gelirin  – ki bu geliri  de  peşin  olarak elde  etmediği gibi,  kasasına  koyacağı  bile  garanti değildir ve  ihale  hukuka  aykırı  bulunduğu  için de  zaten iptal  edilmiştir   –  4  katını   sadece  bir  hafta içinde  iç  borç  ödemesi olarak  vermiştir !  TÜPRAŞ’ın  yıllık  net  kârı  320  milyon dolar  olduğuna göre,  TÜRPAŞ’ın  yıllık kârının  16  katı  kadar bir  tutar bir  hafta içinde  iç  borç   olarak  geri  ödenmiştir !   Uzman kuruluşların  yaptığı  hesaplamalara göre  TÜPRAŞ’ın  yeniden  kuruluş  değeri  yaklaşık 7  milyar  dolardır.   Ve  Türkiye  hemen  hemen  yeni  bir  TÜPRAŞ  daha   kurabileceği  parayı,  bir  hafta içinde  iç  borç  geri  ödemesi olarak  transfer  etmiştir ! [19]

Bütün bu  rakamlar   bir tek şeyi gösterir :  Türkiye'nin  mali ve  ekonomik bağımsızlığı yoktur.  Aynı, 1854'te  ilk defa  borçlanıp,  1881'de, sadece 27  yıl sonra,  Muharrem Kararnamesi  ile  iflasını ilan eden  ve  Dûyunu  Umumiye  İdaresi   ile  "mâli  köleliği"  kabul  eden  Osmanlı  devleti  gibi... O borçlar  ki,  Lozan'da  Türkiye'yi  en fazla uğraştıran sorunlardan biri olmuştur. Öyle  ki,  Türkiye bütün  direnmelerine rağmen Osmanlı borçlarının  kendi  toprak  miktarına  denk  düşen oranını, yaklaşık %61'ini,  ödemeyi kabul etmek  zorunda  kalmış ve  1954'e  kadar  bu  borçları  ödemiştir.

Bugün yitirilen bu "mâli ve  ekonomik bağımsızlıktır".  Artık Dûyunu  Umumiye  yoktur, "IMF   Heyeti" vardır !..  Bütçemizi  nasıl  yapacağımıza, "faiz  dışı  fazla"nın  bile  ne  kadar  olacağına,  bugünlerde  çok  moda olan  deyişle  “milli  iradenin  temsilcisi” TBMM  ve onun içinden  çıkan  hükümet  değil, "IMF  Heyeti" karar  vermektedir.

Dahası  mâli ve ekonomik bağımsızlık  bir yana,  Türkiye'nin ekonomisi tasfiye  edilmektedir. Tarımı çökertilmiş, TÜPRAŞ, TELEKOM, PETKİM,  TEKEL gibi  kâr  eden, katma  değer  yaratan,  vergi vererek kamuya kaynak  aktaran  KİT'ler,  komik  rakamlar karşılığında özelleştirme  adı  altında  peşkeş  çekilmektedir.   “Gümrük  Birliği” adı altında Türk  sanayii  korumasız kılınarak  yıkıma  terk  edilmiş,  spekülatif faaliyetlerle  ülkenin  mâli  yapısı  her türlü operasyona  açık  hale getirilmiştir.  Ekonomi denilince  döviz kuru, faiz  oranı, borsa  endeksinden  başka bir  şey  akla  gelmemektedir artık. “Babalar gibi  satarım”  diyenler   yönetmektedirler  ülke  ekonomisini !.. Ekonomi  yönetimin  karar  alıcıları  gözünde pancar  üreticisi değil  Cargill  şirketi ;  tütün  üreten  köylümüz  değil,  Philip-Morris  firması  daha   muteberdir !..

Bu  mâli ve ekonomik bağımlılık,  ülkemizi  her türlü  dış müdahaleye  açık  hale  getirmekte,  Mustafa Kemal’in  deyimi  ile  “millet ve memleketin,  manayı  hakikisiyle  bütün  istiklâlinden   mahrumiyetine”  yol  açmaktadır. “Ne kadar zengin ve refaha kavuşturulmuş olursa olsun, bağımsızlıktan mahrum bir millet”in, “medenî insanlık karşısında uşak  olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık”  olamayacağı gerçeği  bugün  bütün  yakıcılığı  ile  hissedilmektedir. Bundan  dolayı Türkiye’den,  borçlarını  “Mehmetçiğin  kanı” ile, diğer  bir ifade ile  vatan evlatlarını  Afganistan  dağlarına,  Irak çöllerine  sürerek  ödemesi ; kısacası  kendisine  dayatılan  askeri ve  siyasi  yükümlülüklerin gereklerini  yerine  getirmeyi  kabul  etmesi   istenmektedir. Dahası ABD,  ülkemizi  işgal  etme  talebini “stratetjik ortaklık” gereği  bahanesiyle  yasal  “kılıflara”  sokarak  önerebilmektedir  Türkiye’ye !..[20]

*   *   *

Çağdaşlaşmanın; “egemenlik  paylaşımına  hazır  olmakla”,  AB  üyeliği için  istenilen  her  şeyi  kayıtsız  şartsız  yerine  getirerek,  dış politikada “dünya gerçekleri  ile  çatışmamak”  adı  altında  teslimiyetçi  politikalar izleyip,  ekonomide Dünya  Bankası  ve IMF  reçetelerini    ödünsüz  bir şekilde uygulayarak  elde  edileceğini  sananların,   Türkiye’nin  dışa  bağımlılığını,  buna  yol  açan  nedenleri  ve  politikaları  sorgulamak  yerine,  ihanetlerini  Kemalistlerin  bağımsızlık  anlayışı  ve  duyarlılığı  ile – sözde - hesaplaşarak  gizlemeye  çalışmaları  işlevleri  gereği  normaldir.  Türkiye’nin  bağımsızlığını  feda  ederek  ulaşabileceği  sanılan  ve  savunulan   bir   “muâsır  medeniyet”,  mütareke  yıllarında  Refî Cevat’ların   hayalini  kurdukları,  Mehmet  Akif’in  “tek dişi kalmış  bir canavar“   şeklinde  tanımladığı   bir  medeniyettir.  Geçmişte  o  “tek  dişi  kalmış  canavara” da  onun  “medeniyetine” de  hakkettiği yanıt,  “ya  istiklâl ya  ölüm”  parolası  ile  savaşarak  karşı  çıkanlar tarafından  verildiği  için,  bugün de  en  büyük  engel olarak  onların  mirasçıları  ve  takipçileri  görülmekte  ve  hedef  tahtasına   konulmaktadırlar. Bu amaç  doğrultusunda  Mustafa Kemal,  doğrudan  ve  açıkça  inkar  edilemeyecek ve  karşı  çıkılamayacak  derecede  büyük bir tarihsel şahsiyet  olduğundan,  onun  “çağdaşlık”  söylemi,  bu  ihanetin  “meşrulaştırma  aracı”,  kılıfı  olarak  kullanılmaya çalışılmaktadır. 

Dahası, “Küreselleşme döneminde Emperyalizm yapamazsın…Emperyalizm bir Küreselleşme biçimidir, ama Küreselleşme Emperyalizm değildir. Emperyalizm olması için mutlaka askerî işgal gerekir. Aksi halde önüne gelen her şeye Emperyalizm damgası vurabilirsin ki, Emperyalizm kavramını ayağa düşürüp  anlamsızlaştırmaktan başka işe yaramaz”[21]  denilerek  bir  kavram  karmaşası  içinde emperyalizm  gerçeği  gözlerden  saklanmaya  çalışılmaktadır. Bu şekilde  Türkiye’ye  küreselleşme  adına  dayatılan  tüm  politikalar ;  özelleştirmeden  yabancı  dilde  eğitime ;   “Batı  için  güvenlik  üretmekten”  bu  tür  bir üretimi   meşru görecek   toplumsal  dokuyu oluşturmaya  imkan sağlayan   kozmopolit  bir kültürün  hakim  kılınmasına  kadar  tüm  uygulamalar   meşru  kılınmaya  çalışılmaktadır. Çünkü  amaç,  küreselleşmek,  çağdaşlaşmaktır !..

"Tarih", bir  sosyal  bilim  disiplini olarak  geçmişte olanı  incelediği için  hep belli bir ihtiyat  payı  ile karşılanmıştır. Tarihi  olaylara  gönderme yapanlara,  "tamam,  geçmişte  böyle  olmuş  ama,  artık  devir  değişti,  zaten  tarih tekerrür etmez"  mantığı ile  itiraz  edilir. Oysa XIX. yüzyıl  Osmanlı  tarihini  okumanın  tam  zamanıdır  günümüzde... Ve  açıktır ki,  bugün  Türkiye'ye  belli  politikaları, talepleri dayatanlar  da,  ülkeyi  içeriden ve  dışardan  işbirliği  içinde  çökertmeye  çalışanlar da  Osmanlı'nın  batış  sürecinde  yaşananlardan  ilham  almakta, o dönemde  yaşanmış  olayları  derinlemesine  incelemektedirler.  Ama  bu tarih,  bize  ortaokul yıllarından  beri  bıktıracak  derecede  tekrarlatılarak  okutulmasına  rağmen, bir  tek  bizler   müthiş  bir  aymazlık  içindeyiz.

Azınlık hakları,  özerklik,  savaşlar  sonucu  verilen  ya  da  barış  masasında  terk  edilen  topraklar,  “reform”  adı  altında  yaşanan  dayatmalar,  ülke  ekonomisinin  dış  rekabete  açılması  yoluyla  yıkıma  terk  edilmesi,  borçlanma,  uygarlaşma  adı  altında  bir “Batı”  öykünmeciliği ve   Anadolu’ya,  Anadolu  insanına  karşı gösterilen  yoğun bir ilgisizlik,  umursamazlık...   Bunlar  XIX.  yüzyıl Osmanlı  tarihinin  olguları mıdır,  yoksa  günümüz Türkiye'sinin  gerçekleri midir,  ayırt  etmek  güçtür.  

Osmanlı'nın batış döneminde  imparatorluk  toprakları  beş  büyük gücün  rekabet  alanıyken, bugün ABD ve  AB, Türkiye  üzerine yoğun bir  mücadele   vermektedirler !..

XIX.  yüzyıl  Osmanlı  bürokrasisinde   İngilizci, Rusçu, Almancı  paşalar, vezirler, devlet   adamları  varken ;  bugün  sadece  devlet  adamları, politikacılar  değil, partilerden  medya kuruluşlarına,  sözde bilim adamlarından  gazetecilere  kadar  ABD'ciler ve  AB'ciler  gündemdedir !

XIX.  yüzyılın  o batış karmaşası  içinde  Mehmetçiği  Yemen  çöllerine  sürmüştük, şimdi Afganistan  dağlarına  göndermeye  hazırlanıyoruz !..  Ama  Kuzey  Irak'a,  sınırlarımızın  yüz  kilometre ötesine  kendi ulusal  çıkarları  için  geçmesi  yasaktır !..

XIX.  yüzyılda  Girit  sorunumuz  vardı,  bugün  Kıbrıs  var !..

1838'de  İngiltere  ile  serbest ticaret anlaşması  yapmıştık,  bugün AB  ile  Gümrük Birliği Anlaşması imzaladık.   İkisi  de,  yaklaşık  200  yıl  ara  ile,  ülke  ekonomisinin  yıkımı  yolunda  benzer  sonuçları doğurur  içeriktedir !..

XIX.  yüzyılın  Batı  güdümlü  reformları  bugün  “uyum  yasaları”  altında  dayatılmaktadır .

XIX.. yüzyılda  “Dûyunu  Umumiye”  vardı,  bugün  "IMF  heyeti"  vardır ve  borçlanma  yolu  ile  sömürülme  değişmeyen  bir  olgu  olarak  varolmaya  devam  etmektedir.

Ve  XX.  yüzyılın ilk  çeyreğinin sonunda  “ya  istiklâl  ya  ölüm”  parolası  ile  bir  varoş mücadelesi veren,  bir  ölüm  kalım  savaşı  ile  bağımsızlığını  elde  edip  Türk tarihinin  en köklü  çağdaşlaşma    atılımını gerçekleştiren  Türkiye,  XXI.. yüzyılın  başında  yine  aynı  görevle  karşı  karşıyadır.

Maddesel  ve  özellikle  tinsel  (ruhsal) çöküş, korkuyla güçsüzlükle başlar.  Güçsüz  ve korkak insanlar ,  herhangi  bir  yıkım  karşısında  ulusun  da  duraksamasına  ve  çekingen  bir duruma  gelmesine  yol  açarlar. Güçsüzlük  ve  duraksamada  öylesine  ileri  giderler  ki,  sanki  kendi  kendilerini  alçaltırlar.  Derler ki : ‘Biz  adam değiliz  ve olamayız ! Kendi  kendimize  adam olamayız. Biz  varlığımızı  sınırsız  ve koşulsuz  olarak  bir  yabancının  eline bırakalım… Türkiye’yi  böyle  yanlış yollarda  dağılma  ve  yokolma uçurumuna sürükleyenlerin elinden  kurtarmak  gerekir. Bunun  için  bulunmuş  bir gerçek  vardır,  ona  uyacağız. O  gerçek  şudur :  Türkiye’nin düşünen  kafalarını  büsbütün  yeni  bir  inançla donatmak. Bütün ulusa  sağlam bir  içgüdü  (kuvvei maneviye)  vermek.” [22]

İşte  çağdaş uygarlık  seviyesine  ulaşmanın  ön koşulu ve  “olmazsa  olmazı”; bütün  ulusun  benimsemesi gereken  o  “sağlam  içgüdü”  bağımsızlık  bilincine  sahip  çıkmak,  kaybedilen  bağımsızlığımızı  yeniden  elde  etmek  için  bu  yolda  mücadele  etmektir.  “Muâsır  medeniyete”  ancak  BAĞIMSIZLIK  elde edilerek  ulaşılabilir.  Çünkü,   geçerliliği  ispatlanmış  o  tarihi gerçek  yine  gündemdedir : 

“İSTİKLÂL”  yoksa  “ÖLÜM”  vardır !..




[1] Radikal, 3.11.2003
[2] Aydınlık, 27.6.2004
[3] Cumhuriyet, 19.2.2004
[4] Toktamış Ateş, “1930’ların Kemalizmi ve  Kemalistleri”, Cumhuriyet, 8.4.2004
[5] Radikal, 5.4.2004
[6] Birgün,  20.5.2004
[7]  Aktaran İlhan Selçuk,, “Uygarlık  ve Mandacılık”, Cumhuriyet, 4.11.1999
[8]  Falih Rıfkı  Atay,  Çankaya (Bateş Yay., İstanbul, 1984),  s.194
[9]  Refi Cevat,  Alemdar, 31.8.1919
[10]  Mustafa Kemal Atatürk’ün, 1 Aralık  1922’de TBMM  Bakanlar Kurulu’nun  görev  ve yetkisini  belirten  
     kanun teklifi  münasebetiyle  yaptığı konuşmadan…
[11]  Mustafa Kemal Atatürk,  Nutuk  (TTK Yay., Ankara,  1989),  s. 18
[12]  Fethi Naci,  Atatürk’ün  Temel Görüşleri  (Gerçek Yay. İstanbul, 1984), s. 36
[13]  Fethi Naci,  a.g.e… s. 36
[14]  http://www.atonet.org.tr/
[15]  http://www.atonet.org.tr/
[16]  Cumhuriyet, “Bu  Borç Böyle Bitmez”, 7.6.2004
[17] Cumhuriyet,  22.12.2003.  Bu  meblağ,  2004  yılı bütçesinde  İçişleri, Kültür  ve Turizm, Dışişleri,
     Bayındırlık  ve İskan, Ulaştırma, Sanayi ve  Ticaret, Enerji -Tabii  Kaynaklar, Çevre ve Orman 
     Bakanlıkları’nın  her biri  için  ayrılan  paydan  daha  büyük  bir  miktara  denk  gelmektedir. Ayrıca
     Cumhurbaşkanlığı, TBMM, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay, DPT, Dış Ticaret
     Müsteşarlığı, Gümrük  Müsteşarlığı, DİE  ve Sahil  Güvenlik  Komutanlığı gibi devlet  kurumları  için  ayrılan 
     ödeneklerinin  ise  toplamından  daha  fazla  bir  miktardır.
[18]  Cumhuriyet,  16.2.2003
[19]   TÜPRAŞ  “özelleştirmesi”  ile  ilgili  daha  kapsamlı  bilgi için  bkz.  http://www.petrol-is.org.tr/
[20] Bu  konudaki kapsamlı  iki  çalışma  için  bkz. Ahmet Erimhan, Çuvaldaki Müttefik, Otopsi Yay., İstanbul, 2004.  ve Mustafa Balbay, Irak Bataklığında  Türk-Amerikan  İlişkileri, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2004.
[21] Baskın Oran,  “Çifte Veda”, Birgün,  24.6.2004

[22]  Mustafa Kemal Atatürk,  Nutuk,  s.  440




http://mudafaaihukuk.blogspot.com.tr/2004/09/istiklal-yoksa-olum-vardir.html