13 Ekim 2015 Salı

PKK İLE MÜZAKERE, MÜTAREKE VE KİRLİ BARIŞ SÜRECİNİN ANALİZİ BÖLÜM 2




PKK İLE MÜZAKERE, MÜTAREKE  VE KİRLİ BARIŞ SÜRECİNİN ANALİZİ BÖLÜM 2




Yazar: Ümit Özdağ
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
 http://www.21yyte.org/ 
 06.08.2013 11:30 
Tarihinde Yayınlanmıştır..



PKK İLE İKİNCİ MÜCADELE SÜRECİ,

PKK ile sürdürülen Oslo Müzakerelerinin 2011’de PKK’nın Silvan saldırısından sonra kesilmesini takiben güvenlik güçleri terörist örgütün kent kadrolarını oluşturan KCK’lılara karşı kapsamlı operasyonlar geliştirmişlerdir. 2002’den sonra terörle mücadele adına yapılan tek doğru eylem, KCK operasyonlarıdır. Ayrıca Öcalan’a tecrit politikası uygulanarak, PKK’yı yönetmesi engellenmiştir.
PKK, bu siyasete “halk savaşı” adını verdiği terörist saldırılar ile cevap vermeye çalışmıştır. PKK’nın halk savaşı siyaseti 2012 yazında Hakkari’de alan hakimiyeti girişimi aşamasına ulaşmış ise de örgüt başarılı olamamıştır.

Bu aşamada Abdullah Öcalan ile Hükümet arasında gizli müzakereler başlamıştır. AKP Hükümeti Öcalan’a uygulanan tecriti kaldıracaktır. PKK üzerinde tekrar etkinlik sağlamasının yolu bulunacaktır. PKK üzerinde etkinlik sağlayan Öcalan ise PKK’nın sınır dışına çıkmasını sağlayarak AKP Hükümetinin elini rahatlatacak ve bu da daha kapsamlı anayasal reformlar yapmasının önünü açacaktır. 

Hükümet ise Öcalan ve PKK’ya samimiyetini göstermek için KCK’lıların serbest bırakılması ve Kürtçe savunma hakkı dahil bazı adımlar atacak, gelecekte yapılacak etnik reformların perspektifini ortaya koyacaktır.

2012 yazı sonunda hapishanelerdeki PKK’lıların, “Kürtçe savunma hakkı” ve “Öcalan’a tecridin kalkması” talepleri ile sahte kitlesel açlık grevi başlamıştır. 68 gün sürdüğü iddia edilen açlık grevinde kimse ölmemesine rağmen bir medya kampanyası ile Türkiye açlık grevi gerilimine sokulmuş, her gün kitlesel ölümlerin her an başlayabileceği haberleri yayılmıştır.

PKK açlık grevinin ilk aşamasında AKP 4. Olağan Kongresi 30 Eylül 2012’de yapılmış, Başbakan Erdoğan bu kongrede PKK Açılımı sürecinin en radikal adımlarının kısa zaman içinde atılacağını açıklamıştır. Bu adımlar;
1)Anadilde savunmanın sorun olmaktan çıkarılması,
2)Anadilde kamu hizmetlerine erişim,
3)Ayrımcılıkla mücadele ve eşitlik komisyonu kurulması,
4)Kamu hizmetlerinde Kürtçe tercümanlık,
5)Nüfusunun 3’te 2’si Büyükşehir belediyesi sınırlarında yaşayan bir Türkiye olarak tanımlanmıştır.

AKP 4. Kurultay’ın da Başbakan Erdoğan tarafından duyurulan yeni adımlar hızla atılmaya başlanmıştır.11 Kasım 2012’de Büyükşehir Yasa tasarısı muhalefetin büyük tepkisi ve direnişine rağmen kabul edilmiştir. AKP Hükümeti 12 Kasım’da anadilde savunma hakkı ile ilgili yasa tasarısını TBMM’ne vermiştir. 

KCK’nın istediği gibi Kürtçe savunmanın önü açılmıştır. 12 Kasım 2012’de MİT ile Öcalan arasında görüşme yapılmıştır. Sahte açlık grevi Öcalan’ın 17 Kasım 2012’de verdiği talimat ile sona ermiştir. Öcalan’a uygulanan tecride kaldırılmış tır. 
23 Kasım’da MİT ile Öcalan arasında ikinci görüşme yapılmıştır. 
3 Ocak’ta Öcalan ile MİT ve Öcalan-BDP görüşmesi yapılmıştır.
3 Ocak’ta Ahmet Türk ve Ayla Akat Ata İmralı’da BDP adına A. Öcalan ile bir araya gelmişlerdir.

07 Ocak 2013’de Erdoğan Öcalan ile artık “mütareke” yani ateşkes anlamına gelen yeni bir sürecin başladığını şu şekilde açıklamıştır: “Gelecekte Oslo’ya benzer, Oslo olmaz da başka bir yer olur.” Öcalan ile görüşmeler kamuoyuna İmralı ile görüşmeler şeklinde sunulmuştur. Sanki görüşmeler bir ada ile
yapılıyor imiş gibi kamuoyu uyutulmak istenmiştir. Bu arada 16 Ocak 2013’de BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın Diyarbakır’da yaptığı bir açıklama dikkatlerden kaçmış olmasına rağmen büyük bir önem taşımaktadır. Demirtaş şöyle demektedir: “Süreçte sadece Türkiye’deki Kürtlerin kaderi çizilmiyor,
bütün Kürdistan’ın kaderi çiziliyor. Kürtlerin ulusal taleplerde birlikte hareket etmeleri gerekiyor. Sürece Erbil veya İmralı-Erbil adı verilebilir? Diğer tüm grup ve fraksiyonları da bu sürece katmalıyız”

Demirtaş’ın bu açıklamasına 04 Şubat 2013’de Erdoğan’ın yaptığı bir başka açıklama sanki cevap niteliği taşımaktadır: “Karşımızda siyasi muhataplarımız olabilir. Bunlar yerli de olur, uluslararası da olur ve uluslararası camiadan istifade edeceksek onlarla da bu işi görüşürüz.

Nitekim görüşüyoruz, ben de görüştüm.” Açık olan husus, Öcalan ile görüşmelerin  bir ayağını Barzani diğer ayağını ABD/AB eksenlerinin oluşturduğudur Bütün bu süreç yaşanırken, Türk Milletine yönelik kapsamlı bir psikolojik operasyon başlamıştır. Bu psikolojik operasyonun üç boyutu vardır.
Birinci boyutu Öcalan’ın olumlu bir kişilik olarak sunulması oluşturmaktadır. AKP Hükümetinin önde gelen isimlerinin başını çektiği bir A. Öcalan’ı güzelleştirme psikolojik operasyonu yapılmaya başlanmıştır.

Başbakan yardımcısı Bülent Arınç’ın ifadeleri ile Öcalan, Türkiye Cumhuriyetinin hataları sonucunda iyi bir Müslüman genç iken Kürtçü olmuş bir kader kurbanı olarak sunulmaya çalışılmıştır.

İkinci boyutu müzakere sonuçlarının topluma kabul ettirilmesi için AKP Hükümeti tarafından yapılan “PKK’ya taviz vermeyeceğiz” açıklamaları teşkil etmektedir. Ayrıca Öcalan’ın şartlarının devlet ve millet tarafından kabul edilebilir olduğu propagandası da bu hedefe ulaşılmasına yardım etmesi amacı ile
yapılmıştır. Cengiz Çandar bu süreci şöyle özetlemektedir: “Kısacası kamuoyun da ‘Öcalan bu sefer işbirliğine çok yatkın ve PKK’yı dışarıya çıkaracak’ izlenimi yaratıldı. Bunun ne karşılığında olduğunu ise bilmiyorduk biz. Bu soruyu soranlara ‘savaşın devamını istiyor’ suçlaması yapıldı. Bu soruyu ortaya
atarsan fitne sokuyordun ve Başbakan bu soruya cevap vermek zorunda kalacağı için sinirlenebilirdi.” [7]

Üçüncü boyutunu halkın Öcalan ile görüşmeleri desteklediği düşüncesinin yayılması çalışmaları oluşturmuştur. Müzakereler ile ilgili kamuoyundan gelen gerçek ve sert tepkileri yansıtan kamuoyu araştırmalarına karşı sahte kamuoyu araştırmaları piyasaya sürülmeye ve basında yayınlatılmaya çalışılmıştır. Oysa değil sadece kamuoyunda AKP parti grubu içinde bile sert tepkiler vardır. Bundan dolayı Erdoğan, Kızılcıhamam toplantıları ile meclis grubunu denetim altında tutmaya ve teşkilatlardaki sapmaları engellemeye çalışmaktadır.

AKİL ADAMLAR-PSİKOLOJİK SAVAŞIN ELEMANLARI.,

Bu üç aşamalı psikolojik operasyona akil adamlar yeni bir boyut kazandırmışlardır. Öcalan ve Murat Karayılan tarafından önerilen ve nihayet, AKP ve PKK’nın isimlerde uzlaşması ile kurulan, içlerinde KCK davasından yargılananların da bulunduğu akil adamlar kurulunun amacı PKK’ya verilecek tavizler konusunda toplumu hazırlayacak bir psikolojik operasyon gerçekleştirmektir. Akil adamlar, Erdoğan’ın ifadesi ile “Halka psikolojik operasyon yaparak” PKK ile üzerinde uzlaşılan çözüme Türk Milletini ikna etmek için kurulmuş bir psikolojik operasyon heyetidir.

Akil insanlar heyeti televizyonlardan, gazetelerden, internetten sonra şimdide şehirleri dolaşarak, Türk Milletini kısaca söyleyelim aşamalı olarak “Bölünmeye razı etmeye” çalışacaklardır. Akil adamlardan Can Paker “ Keşke Öcalan özgür olsa” diyor. Akil adamlardan Prof. Dr. Baskın Oran, “ Barış gelmez ise AVM’ler havaya uçar, kan gölüne döner ortalık ” diye milleti PKK adına tehdit ediyor. Mustafa Armağan eyalet sisteminden bahsetmektedir. Akil insan Abdurrahman Dilipak, “Yeni devlet adamımız Abdullah Öcalan, eski devlet adamımız Süleyman Demirel’den daha sahici” demektedir.[8]

Tabii ki, ne AKP Hükümeti ne de akil adamların PKK’lı olanlar hariç büyük bir bölümü, Türkiye’nin bölünmesini istemiyor. Hatta, bir çoğu “PKK ile mücadele etmeye devam edersek bölünürüz” şekilde düşünüyorlar. Ancak, saptıkları yol Türkiye’yi kaçınılmaz olarak bir kırılma noktasına doğru sürükleyecek. Türk Milletine anlatılacak olan nedir? Türk Milleti terörün bitmesini istemiyor mu? Türk Milletinin “barışa” doğru ifade ile huzura ikna edilmesine gerek yoktur. Terörü sona erdirmeye ikna edilmesi gereken, PKK’dır. Türk Milletini barışa ikna
etmek gibi bir ihtiyaç olmadığına göre, akil insanlar Türk Milletini neye ikna edeceklerdir?
Barışın bedeli olarak PKK’ya verilecek tavizlere. Öcalan ve PKK ile yapılan müzakerelerin en önemli noktası da budur. AKP Hükümetinin PKK’ya vereceği taviz, Türkiye’nin federalleşmesi ve PKK’nın güneydoğu Anadolu’da bir veya
iki eyaleti PKK devletçiğine dönüştürmesidir. Bu eyalet/devletçiklerden birisinin valisi de Abdullah Öcalan olacaktır.
Bu noktada Öcalan’ın önerdiği ve uygulamaya konulan süreci nasıl işleyeceğini görmeliyiz. Öcalan, MİT ile yaptığı görüşmeler sonucunda üç aşamalı ve iç içe geçmiş süreçler çerçevesinde PKK ile Türkiye Cumhuriyeti arasında bir “barış” yapılacağından bahsetmektedir.

Bu süreçlerin adlarını A. Öcalan,

1)Sürekli ateşkes,
2)Yeni Anayasa,
3) Normalleşme olarak koymuştur.

Öcalan tarafından çerçevesi çizilen bu süreç, AKP Hükümeti tarafından kabul edilmiştir ve resmi ağızlar Öcalan’ın belirlediği terminoloji ile konuşmaktadırlar. Öcalan 21 Mart 2013’de sürekli ateşkes ilan edecek ve PKK’lıların Irak’a çekilmesinin başlayacağı ilan edilmiştir. Ancak daha sonra gelişmeler geri
çekilmenin başlamasını 8 Mayıs tarihine sarkıtmıştır. Böylece 15 Ağustos 2013’te bitmesi öngörülen geri çekilme, sonbahara kadar uzayacaktır. Üzerinde dikkatle durulması gereken husus, Öcalan’ın bu aşamada silah bırakılması ile ilgili herhangi bir şey söylememektedir.

YENİ ANAYASA veya ÖCALAN İLE ANAYASA YAZMAK.,

Öcalan önce İmralı Tutanaklarında geri çekilme süreci devam ederken, yeni anayasaya konulmasını istediği maddelerin konulup konulmadığını denetleyeceği ni açıklamıştır. Ancak, daha sonra yapılan pazarlıklar neticesinde anayasal değişikliklerin PKK’lıların geri çekilmesinden sonrasına bırakılması kararı alınmış görünmektedir. PKK’lıların geri çekilmesi AKP Hükümetine anayasada Öcalan’ın istediği değişikliklerin yapılması için gereken zemini verecektir. Ancak, Öcalan sadece AKP Hükümeti ile değil, (Pazarlığın MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile yapıldığını söylemek doğru değildir. Bir bürokrat olan Hakan Fidan siyasal pazarlık yapamaz sadece Başbakan Erdoğan’ın ağzı ve kulağı olabilir.) 

Kandil ve BDP ile de müzakere etmektedir. Bu çerçevede Öcalan’ın istekleri de ana eksenini muhafaza etmekle birlikte, AKP Hükümetinin Türk kamuoyunu ikna zorunluluğunu göz önünde tutarak, mümkün olduğunda diplomatik ifade edilmektedir.

Öcalan’ın istediklerini İmralı Tutanaklarından yola çıkarak şu başlıklar altında toplamak mümkündür.

1)Çekilme için parlamentonun karar alması, TBMM’nin onaylaması,
2) Anayasadan Türk milleti kavramının çıkması, çok milletli bir anayasal zeminin oluşturularak Kürtlerin bir etnik grup/millet olarak varlıklarının kabulü,
3)Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet ve demokrasiye geçişten daha büyük bir dönüşümün gerçekleşmesinin talep edilmesi,
4)Başkanlık sistemi ve federal bir sistemin unsurları olan senato ve halklar meclisi adlı iki parlamentonun kurulması.
5)Hakikatler Komisyonunun kurulması,
6)Öcalan ve PKK üst düzey kadrolarının serbest kalmasının güvence altına alınması,
7)Köylere dönüşün gerçekleşmesi,
8)Türkiye’nin Avrupa Yerel Yönetimler Şartına koyduğu çekinceleri kaldırması başlıkları altında toplanabilir.

Öcalan, BDP milletvekillerine “eğer bu taleplerim karşılanmaz ise PKK’lıların geri çekilmesini durdururum. Ve 50 bin PKK’lının katıldığı bir halk savaşı başlar” demiştir. Öcalan ile MİT arasında yapılan görüşmelerde üzerinde anlaşılan yol haritası budur. Şu ana kadar ne hükümetten ne de BDP’den “Bunlar yalandır” açıklaması gelmemiştir. Sürecin ilerlemesi ile yukarıda anlatılanlar AKP Hükümeti tarafından bazı makyaj düzenlemeleri ile yaşama geçirilmeye başlanmıştır.

Öcalan tarafından konulan altı temel şartı İmralı Tutanaklarının yayınlanmasın dan sonra gerçekleşen gelişmeler ışığında Kandil ve BDP’nin de müzakere ve mütareke sürecinde dahil olması çerçevesinde teker teker daha ayrıntılı olarak tahlil edeceğiz.

1)PKK’nın Çekilmesinin TBMM Tarafından Onaylaması
Öcalan, 21 Mart 2013-15 Ağustos 2013 arasında gerçekleşeceğini söylediği PKK’lıların Türkiye’den Irak’a gerçekleşecek “geri çekilmenin” TBMM tarafından onaylanmasını talep etmektedir. Böyle bir onay, PKK’yı devletler hukuku açısından meşru siyasi ve askeri bir varlık haline getirecektir. Hele PKK’lılar için
gerilla sözcüğü kullanılır ise 1949 tarihli Cenevre Sözleşmesi’nin 3. Maddesi çerçevesine girebilir.

Esasen, TBMM PKK’lıların çekilmesine onay vermese dahi yaşanan süreç PKK’nın “Kürtlerin meşru temsilcisi” olarak muhatap alınması ve Kürtlere verilecek hakların pazarlığının PKK ile yapılması sonucunu doğurmaktadır.

Öcalan’ın bu talebi AKP ve BDP tarafından CHP ve MHP’nin oy vermeyi reddettikleri TBMM’de kurulan komisyonu ile karşılanmıştır.

2) Anayasadan Türk Milleti Kavramının Çıkması Öcalan’ın taleplerinden birisi de Türk Milleti kavramının anayasadan çıkmasıdır. Öcalan, 2009’daki yol haritasının 2013’deki güncellenmiş halinde “Demokratik Ulus İlkesi” ve “Ortak Vatan İlkesi” başlıkları altında, anayasada çok dillilik ve çok etniklilik ilkesini savunmaktadır.

Bu Türk Milletinin siyasal-hukuki varlığına son verecek ve Türk Milletini hukuki olarak bir etnik grup hüviyetine itecek bir adımdır. Öcalan, yeni Anayasayı PKK’nın ileride Türkiye’yi bölmesini hukuki anlamda meşrulaştırıcı bir ara adım olarak görmektedir.Ancak Türk Milleti kavramının Anayasadan çıkarılması düşüncesi kamuoyunda büyük bir tepkinin oluşmasına neden olmuştur. Bu tepki, sürece Türk Milletinin tepkisinin yoğunlaşmaması için Öcalan, PKK ve AKP’nin şimdilik geri adım atmasına neden olmuştur.

Buna rağmen Murat Karayılan, Kandil’de 8 Mayıs’ta PKK’nın geri çekileceğini açıklarken, bu geri çekilmeyi Öcalan’ın ve PKK kadrolarının özgürlüğü yanında Kürtlere anayasal statüye bağlayarak, tek millet=Türk Milleti anlayışını ortadan kaldıran yaklaşımda ısrar etmiştir. Ancak daha sonra Karayılan’ın basın toplantısında açıklamasına rağmen basın tarafından yazılmayan açıklamaları ortaya çıkınca Karayılan’ın “Eyalet sistemi, federal sistem daha iyi olabilir. Eğer anayasada milletler yazılacaksa hepsi yazılsın. Başbakan sayıyor ya Gürcü, Çerkes, Arnavut,..”diyerek pozisyonunu netleştirdiği görülmektedir. [9]

Karayılan, PKK’ya yakın bir televizyona 29 Nisan 2013’de yaptığı açıklamada PKK’nın şartlarını tekrar etmiştir.Karayılan şöyle demiştir: “Geri çekilme tamamlanırsa 2. aşama başlayacak. Bu aşamanın özellikleri Türk Devleti’nin çözüm karşısındaki görevlerini yerine getirmesidir. Yani anayasada bir reform
yapması, koruculuk sistemi ve özel kuvvetleri vb. güçleri bir kenara çekmesi ya da bunları sivilleştirmesi.

Bu savaş güçlerinin ya lağv edilmesi ya da geri çekilmesi gerekiyor.
Aynı şekilde yeni bir anayasanın düzenlenmesi gerekiyor. Bunda Türkiye’nin demokratikleştirilmesi, Kürt inkarının kaldırılması ve varlığının kabul edilmesi, Kürt halkının özgürlüklerinin garanti altına alınması, aynı şekilde Türkiye’de yaşayan diğer halkların da, yaşayan farklı etnik ve dini kimliklere özgürlük
tanınması gerekiyor.”[10]

BDP eşbaşkanı S. Demirtaş’ın açıklamaları ise çok açıktır. Demirtaş, Öcalan’ın İmralı tutanaklarında açıkladığı gibi sürecin üç aşamalı olduğunu söylemektedir. Birinci aşama geri çekilme, ikinci aşama yeni anayasa ve üçüncü aşama normalleşmedir. Demirtaş: “Birinci aşamadan sonra, Türkiye’nin demokratikleşme si denilen ikinci aşama var. Bu aşamada yasal reformlar ve anayasal değişikler var.” “Hükümet, demokratikleşme konusunda adım atmak zorunda. Eğer PKK’ya ‘sen geri çekil ve bana fırsat ver. Ben Türkiye’de demokratikleşme yapacağım’ diyorsa..Ve PKK’da buna uyuyorsa..Şimdi adım atma sırası hükümetindir.”
Aslında İmralı tutanaklarına göre, Öcalan, Hükümetin Kürt reformlarının çekilme bitmeden gerçekleşmesini istiyordu. Ya bu şartta Hükümetin istediği üzerine bir değişiklik oldu ve Hükümetin kamuoyu karşısında elini güçlendirmek için reformlar PKK çekilmesi sonrasına bırakıldı ya da Demirtaş serbest bir yorum yaptı. 

İkinci ihtimal yok denecek kadar azdır.

Peki, PKK’nın demokratikleşme konusunda bekledikleri neler? Demirtaş, önce bir geçiş dönemi anayasası sonra ikinci anayasadan bahsediyor. AKP Hükümetinden reformları bekledikleri geçiş dönemi anayasasında Demirtaş, “Bütün Türkiye için bölgesel yönetimler önereceğiz. Bir tür özerklik bu… Seçimle iş başına gelen ve yetkileri (egemenliği diye okuyun bundan dolayı özerklik değil federasyon Ü.Ö.)
merkezle paylaşan bölge meclisleri bu…Bu bölge meclislerinin içinden de bir tür bölge hükümeti olan bölge yürütmesi çıkıyor. Valinin yerini de seçimle gelen bölge başkanları alıyor.(Erdoğan valiler seçimle gelebilir demişti. Ü.Ö.) Biz parlamentoya anayasa teklifimizi bu şekilde sunduk. Ulusal güvenlik, genel adalet ve savunma, genel bütçe planlama gibi hizmetlerin dışındaki eğitim, sağlık, kültür, turizm bütün hizmet ve yetkiler bu bölge meclislerine ait oluyor.” Şimdi Demirtaş’ın canalıcı cümlesi geliyor: 

“BİZ BU MODELİ BARIŞ SONRASI İÇİN DEĞİL, BARIŞ İÇİN ÖNERİYORUZ.”

Özetle, Demirtaş, Öcalan, PKK ve BDP’nin AKP Hükümetinden beklediği anayasal ve yasal değişikliklerin temelinde federasyonu koyuyor ve ekliyor: “ ‘Türkçe dışında anadilde eğitim yapılamaz’ diyen bir anayasayı asla kabul edemeyiz. Herkesi Türk olarak kabul eden bir maddeyi de kabul edemeyiz.”

Demirtaş Öcalan’ın hapishaneden çıkması ile ilgili olarak şöyle söylüyor: “Öcalan’ın hapiste tutulmasının nedeni Kürt sorununun çözülmemiş olması ve savaşın devam ediyor olmasıydı. Bu koşullar ortadan kalktığında belki cezaevi anlamsızlaşır. Öcalan’ı orada niye tutsunlar ki? Yeterince hapis yatmadı
mı? Onbeş yıl yattı.” PKK yöneticileri konusunda da Demirtaş’ın cevabı açık: “Dönmek isteyenler dönebilir sürecin sonunda bence.” [11]

AKP, kamuoyundan gelen tepkiler üzerine Anayasa Komisyonuna verdiği öneride Anayasa’nın ikinci maddesinde Türk Milleti kavramını kullanmıştır. Ancak iktidar partisi yeni anayasada “değiştirilemez maddelerin” olmaması gerektiğini söyleyerek, birkaç sene sonra yapılacak bir değişikliğinde alt yapısını hazırlamayı hedeflemiştir.
Şu anda üzerinde çalışılan Türkiye Cumhuriyeti isminin devlet kurumlarından çıkarılmasıdır. Önce Sağlık Bakanlığı bunu denemiş fakat Türk Milleti sert tepki gösterince geri adım atmıştır. Sonra valilikler valilik isimlerinden T.C. ibaresini silmeye başlamışlardır. Şimdi Başbakanlık’a bağlı kurumların ibarelerinden T.C silinmektedir. AKP’den istifa eden Karacabey Belediye başkanının belediyeye tekrar T.C. ibaresini koydurması, bu adımın bir parti politikası olduğunu göstermektedir.

T.C. ibaresi çıkarılırken Tunceli’de isyancı lideri Seyit Rıza’nın heykeli dikilmiştir. Siirt’te Halk Kütüphanesine Sivas Kongresini basmak üzere İngiliz istihbaratçı binbaşı Noel ile birlikte hareket eden ve Malatya’yı basan Celadet Ali Bedirhan’ın ismi verilmektedir. AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu, AKP iktidarının başarısından bahsederken, “Hepimiz Türk olmaktan kurtulduk” demiştir. Aziz
Babuşçu anlaşılan Türk olmaktan kurtulmuş olmaktan çok memnun. Ancak Aziz Babuşçu unutmamalı, Alparslan, Fatih, Kanuni, Mimar Sinan, Abdülhamit de Türk’tür.Kültür Bakanı, bu millet kendi adını kendisi koyacaktır diye açıklama yapıyor.

Bir ülkenin vatandaşlarının %85-90 arasında bir kesimi anadilini Türkçe diye beyan eder ve kendisini Türk olarak tanımlarken, “Türk Milleti” kavramının anayasadan çıkarılmasını talep etmek, siyasal bir çılgınlık ve küstahlıktır.

3)PKK İle Yapılacak Uzlaşmanın Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyetten Daha Önemli Olması A. Öcalan’ın yaşanan süreci bu şekilde tanımlaması ilk bakışta yersiz bir küstahlık gibi görünse de aslında meselenin gerçek doğasını ifade etmektedir. Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet düzenlenmeleri Türk devletinin kendi içinde yaptığı düzenlemelerdir. Oysa PKK ile yapılması planlanan anlaşma Türk devletinin varlığını sona erdirirken, PKK’yı/Öcalan’ı yeni devletin kurucu unsuru haline getirmektedir.Bundan dolayı, Öcalan müzakere, mütareke ve kirli barış sürecinin sonunda ortaya çıkması hedeflenen devletin artık Türk devleti olmayacağı noktasından bakıldığında bu tespitinde haklıdır. Cengiz Çandar bu tespiti ve süreci şu şekilde izah etmektedir: “Öcalan ile görüşmeleri iyi bilen bir
üst düzey iktidar yetkilisi görüşmemizde şunu söyledi: ‘Adam Kürt hareketinin tümünün ilerisinde düşünüyor.Onun için pek çok şey teferruat. Öcalan, Hakan Fidan’la ve onun üzerinden Başbakan’dan aldığı sinyalle ‘Türkiye’nin yeniden yapılanmasına varacak bu iş’ diye stratejik bir karar almış. …Erdoğan
ile Öcalan arasında Türkiye modeli üzerinde egzersiz var.” Çandar’ın ifadesini netleştirirsek, yazar, Erdoğan ve Öcalan yeni devleti nasıl kuracaklarını tartışmaktadırlar demektedir.

4)Başkanlık sistemi ve federal bir sistemin unsurları olan senato ve halklar meclisi adlı iki parlamentonun kurulması Öcalan tarafından ortaya atılan ve üzerinde “bugün barışın …kapısını aralayan” “Demokratik Ulus İlkesi” ve “Ortak Vatan İlkesi” başlıklarının doğal sonucu federal bir devlet yapısıdır. Öcalan’ın önerdiği senato ve halklar meclisi kurumları da bir federal devletin yasama organları olarak görülmelidir.

Başbakan Erdoğan’ın Öcalan ile mütareke görüşmeleri çerçevesinde müzakereler devam ederken, 2023’de eyaletlere geçeceğiz açıklaması, Erdoğan ile Öcalan’ın Türkiye’de milli devletin tasfiyesi konusunda aynı fikirde olduğunu göstermektedir.Başbakan Erdoğan, bununla da yetinmemiş, Osmanlı dönemin de Kürdistan eyaleti olduğundan bahisle tezine tarihsel derinlik kazandırmak istemiştir.
5)Hakikatler Komisyonunun Kurulması Öcalan “Hakikatler Komisyonu” adlı komisyon ile Güneydoğu Anadolu’da PKK’ya karşı etkin mücadele eden güvenlik görevlilerinin ve devletin yanında yer alan vatandaşların politik ve psikolojik
olarak ezilmelerini, toplumsal olarak tasfiye edilmelerini sağlamak istemektedir. Çekilme süreci ile ilgili AKP ve BDP’nin kurduğu, MHP ve CHP’nin katılmadığı komisyon Hakikatler Komisyonunun ilk adımı olmuştur.
6)Öcalan ve PKK üst düzey kadrolarının serbest kalmasının güvence altına alınması Öcalan ile müzakere görüşmelerinin başlamasından sonraÖcalan’ın tek istediğinin barış olduğu ve kendisi için herhangi bir af istemediği, Kandil’deki örgüt yöneticilerinin de Avustralya’ya yerleşecekleri propagandası yapılmıştır. Ancak böyle bir propagandanın akla aykırı olduğu ortadadır. Nitekim Öcalan’ın
BDP’lilere yaptığı açıklama, hem kendisinin hem Kandil’deki şeflerin siyasete katılmalarının önünün açıldığını göstermektedir. Yeni Şafak’ta A. Selvi, Öcalan’ın affedileceğini yazmıştır. Radikal’de Cengiz Çandar aynı hususu vurgulamıştır. Nisan 2013 sonu itibarı ile işleyen süreç ise KCK’lıların serbest bırakılmasıdır. Mart-Nisan 2013’de 212 KCK’lı tahliye edilmiştir.
7)Köylere Dönüş Sürecin en zayıf maddesi budur. Köylere dönüş büyük ölçüde gerçekleşmiştir. Ancak Öcalan bu süreci daha da güçlendirerek, özellikle PKK yanlısı kadroların köylere dönmesini arzu etmektedir. Çünkü PKK terörü yeniden başlar ise bu köyler PKK’nın lojistik altyapısını oluşturacaktır.
8) Türkiye’nin Avrupa Yerel Yönetimler Şartına koyduğu çekinceleri kaldırması
Bu çekincelerin kaldırılmasının Öcalan-PKK-BDP üçlüsünün nihai talepleri açından bakıldığından büyük bir öneminin olduğunu söylemek zordur.
Öcalan tarafından ileri sürülen şartlar adım adım uygulanırken, süreç ile ilgili olarak PKK-KCK-BDP-Öcalan cephesindeki gelişmeleri incelemek, sürecin geleceğini okuyabilmek açısından önemlidir.

KİRLİ BARIŞA DOĞRU İLERLERKEN PKK

Kandil kadrolarının da Öcalan’ın önerdiği sürecin içeriğinden çok zamanlaması ile sorunları var.
Çünkü, PKK 1980’lerden bu yana Ortadoğu savaşlarından hep kazançlı çıkmıştır. 1980-88 İran-Irak savaşı olmasa PKK Kuzey Irak’a yerleşemezdi. 1991’de ABD, Kuveyt savaşı sonrasında Kuzey Irak’ta Bağdat’ın egemenliğini kısıtlamasa, PKK 1990’lı yılların başındaki güçlenmesini yaşayamazdı. Ve 2003’de ABD
Irak’ı işgal etmese idi PKK bugünlere gelemezdi. Halen Suriye’de bir iç savaş yaşanmaktadır. Ve Suriye’nin Kuzeyinde Kamışlı ve çevresinde bir devletçik oluşturan PKK bu savaştan şimdiye değin en karlı çıkan taraftır.

Suriye’de iç savaş uzadıkça uzuyor. Esad rejimi hala düşme noktasından uzak. Esad güçlerinin kontrol ettiği alanda küçülme var ancak bu küçülmenin henüz sonuç doğurucu olduğunu söylemek mümkün değil. Ancak bir tek parti rejimi isyan uzadıkça tekrar rejimi ayaklar üzerinde durdurma imkanını yitirmektedir. Bundan dolayı iç savaş uzadıkça rejimin şansı azalmakta ve isyancıların güçleri
artmaktadır. Suriye’de de beklenmedik bir gelişme olmaz ise Esad sonunda Şam’dan ayrılacak ve Lazkiye’ye yerleşecektir.

Lazkiye etrafında kurmayı hedeflediği Nusayristan’ın alt yapısı büyük ölçüde oluşmuş durumda. Suriye’nin değişik yerlerindeki Nusayriler Esad’ı desteklemeyenler de dahil, bu bölgede toplandılar. Çünkü Esad’ın Şam’dan ayrılmasından sonra kendilerine yönelik intikam eylemlerinden korkuyorlar.
Esad’ın bu bölgeyi askeri anlamda da güçlendirdiği anlaşılıyor. Esad’ın bu bölgede Nusayriler ve Hıristiyanları toplayan bir devlet oluşturması durumunda Rusya’nın Akdeniz’den desteği de sıkıntısız devam edecek Esad’ın  Şam’dan ayrılmasında sonra Suriye’de mezhep ve etnik grup çatışmalarının önü açılacaktır.

Mezhep ve etnik grup çatışmalarının yanında El Kaide ve selefi gruplarda iç savaşın diğer unsurları olacak. Müslüman Kardeşler Suriye’nin tamamında iktidarı ele geçiremeyecekler. PKK denetimindeki Suriye’nin Kuzeyinde “Kuzey Suriye” doğacak hatta doğdu bile. 16 Mart 2013’de BDP genel merkezinde gazetecilere S. Demirtaş şu açıklamayı yapmış:”Bunun ötesinde stratejik bir değişiklik dönemine girmemiz gerekiyor. Ateşkesten çok daha öte bir çağrı olabilir o nedenle. Devlete artık Kürt-Türk ilişkilerinde stratejik bir değişiklik olması gerektiği düşünüyor.

Suriye’de de facto bir devlet var. Türkiye’nin burayla, Güney Kürdistan’la ilişkisi çok önemlidir” demiştir. PKK önümüzdeki dönemde gelişmelerin PKK lehine olacağını öngörmektedir. Kuzey Suriye’de ele geçirdiği bölgelerde konumunu sağlamlaştırarak müzakerelere oturan bir PKK’nın daha güçlü bir konumdan pazarlık edeceğini ve daha fazla şey elde edeceğine inanıyor.BDP’ninbir çok kadrosunun da Kandil’in bu yaklaşımına katıldığı anlaşılıyor.

İktidarında PKK’nın terörü durdurmak gibi bir niyetinin olmadığını bildiği görülmektedir. Başbakan Erdoğan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan “Daha önce söylediğim gibi; Kandil böyle bir zamanda çözüme ulaşılmasını peşinde koştuğu hayallere aykırı görüyor. 2014’den itibaren yaşanacak üç seçimin silahların
gölgesinde geçmesini isteyen ve Suriye’de bir oldu-bitti yapmaya çalışan PKK, makul bir zeminde sorunun aşılmasından rahatsızlık duyuyor” demektedir.[12]Aradan bir aydan fazla bir süre geçtikten sonra Başbakan yardımcısı Bülent Arınç’ta televizyonda PKK’nın ne zaman silah bırakacağına dair hükümet
takvimi nedir sorusuna “ Bunu bende bilmiyorum ama bildiğim bir şey var. Bu ne zaman olacak gibi madde madde sorulara cevap verecek kimse yok bu ülkede” diyerek, AKP Hükümeti’nin sürece hakim olmadığını göstermiştir.[13]
Bu noktada Yalçın Akdoğan’a şu soruların sorulması gerekiyor: Madem Kandil’in Suriye’deki gelişmeleri beklediğini ve seçimler sürecinde AKP’ye baskı yapmak istediğini öngördünüz o zaman neden bu müzakere-mütareke sürecini başlatarak PKK’nın moralini yükselttiniz, Güneydoğu Anadolu’da manevi
ağırlığının artmasına neden oldunuz? Neden Türkiye’yi sonuç almayacak bir sürecin içine soktunuz?

Neden hala propagandistler televizyonlarda her şey yolunda mesajları vermeye devam ediyorlar?
Kandil’in müzakereleri geciktirmenin kendisine yarayacağı görüşünü güçlendiren bir başka husus ise önümüzdeki üç yılda Türkiye’de gerçekleşecek yerel, genel ve cumhurbaşkanlığı seçimleri. Bu üç seçim AKP iktidarını PKK’nın baskılarına daha açık hale getirecektir. PKK, AKP Hükümetini askeri ifade ile “mahkum konumda” yakaladığının farkındadır ve AKP’nin müzakere talebini, PKK’nın zaferi olarak sunmaktadır.
Bundan dolayı, Öcalan bir an özgür kalma endişesi ile Kandil’i hızla hareket etmeye zorlamaktadır.
Kandil’de Murat Karayılan, Öcalan ile aynı çizgide, Öcalan’a tam bir itaat içindedir.Cemil Bayık’ın başını çektiği diğer lider kadronun ise sürecin zamanlaması konusunda itirazları vardır. Ancak, Öcalan’a açık bir
itiraz geliştiremedikleri için süreci daha çok provake edecek bir gelişmeyi düşünmektedirler. Böyle bir provokasyonun yapılıp yapılamayacağı sadece PKK içindeki Bayık muhalefetine değil, Irak-Suriye-İran ittifakının da bu muhalefete vereceği desteğe bağlıdır.
Ancak PKK “ateşkesi” bozmadan önce kendisini uluslar arası hukuk süjesi yapacak bir stratejiyi izleyecektir. Kandil, AKP Hükümetinin Öcalan ile anlaşarak önerdiği mütareke sürecini teoride kabul eder gibi görünse de pratikte sabote edecek adımlar atacaktır. Ancak bu süreci kendisini Cenevre Sözleşmesi’nin tarafı haline getirmek için kullandıktan sonra 2013 yazında çatışmaların başlaması üzerine Suriye’nin kuzeyinde Hakkari’yi de kapsayacak şekilde devletleşme sürecini başlatacaktır.

Daha birinci aşamanın ilk adımları atılırken, Abdullah Öcalan, Kandil ve BDP bir zafer sarhoşluğu döneminden geçiyorlar. Türkiye Cumhuriyetine şartlarını kabul ettirdiklerini düşünüyorlar. 15 Ağustos 1984’de Eruh ve Şemdinli’de gerçekleşen terörist saldırılar ile başlayan “mücadelelerinin” büyük ölçüde zafere ulaştığını düşünüyorlar. Yaptıkları açıklamalarda zafer kazanmışların ruh halini yansıtıyor. Bütün bunlar PKK için zafer, Türkiye Cumhuriyeti için ise bir mağlubiyettir.
Nitekim, PKK yandaşları basında zafer çığlıkları atmaktadırlar. İki yazar Taraf gazetesinde 24 Ocak 2013’de şöyle yazmaktadırlar: “Evet, bu bir yenilgi. Kutlu bir yenilgi. Kof bir devletin ve içi çürümüş hamasetin burnunun sürtüldüğü yenilgi, vatandaşların, bireylerin (Siz PKK diye okuyun Ü.Ö.) zaferidir
çünkü, hayırlı olsun.”

Bu zaferi tarafların psikolojilerinden okumakta mümkündür. Abdullah Öcalan, İmralı’ya kendisini aylık olarak gelen doktorun muayenesinden çok memnun olarak, doktora “Seni sağlık bakanı yapacağım” diye takılırken, geleceğe güvenle bakan bir psikolojiye sahip olduğunu göstermektedir.[14] Öcalan daha
İmralı’dan bakan atamaya başlayacak bir ruh hali içine girmiş görünüyor.
BDP siyasetinin eş başkanı Gülten Kışanak İmralı tutanaklarının ortaya çıkmasından sonra zafer duygularını şöyle açıklıyor: “Bugün sayın Öcalan resmi olarak muhatap alınmış, görüşme ve diyalog başlamıştır. Kürdistan’da eşit ve özgür olmak istiyoruz. Özerk bir yönetim istiyoruz. Biz yaparsak doğru
yaparız. Kazanırsak büyük kazanırız. Sayın Öcalan özgür olacak.Hep beraber kazanıp özgürleşeceğiz.”[15]

Kandil’den gelen açıklamalar bir başka zeminde zafer çığlıkları içeriyor. Karayılan, “TSK’yı bitirdik, AKP savaşı kazanamayacağı için Önderlik ile görüşmeleri yapmak için yanına gitti” diyor. Duran Kalkan, “Biz değil, TSK Kürdistan’dan çekilmeli” diyor. PKK, TBMM üyelerini Kandil’de inlerinde Öcalan resmi altında kabul ediyor, görüşmeler yapıyor.
PKK zafer çığlıkları atarken, Başbakan Erdoğan ise “baldıran zehiri” içmekten bahsediyor.
Hükümetin önde gelen üyelerinden Hayati Yazıcı “hazmetmesi zor” diyor.
Bu zafer çığlıkları ve AKP Hükümetinin belirsiz tutumu hükümeti genel olarak destekleyen ancak milli nitelikleri tartışılmayacak olan çevreleri kızdırıyor. Hürriyet’te Taha Akyol, “Saçmalamayın, Türkiyeli diye bir şey yoktur, ‘Türk Milleti’ vardır” diyor. Sabah’ta Hasan Celal Güzel, “Şu kepazeliğe bakın.
Türkiye’nin Anayasa’sından “Türk” ve “Türk Milleti” kelimeleri çıkarılmak isteniyor” çıkışını yapıyor.
Star’da Yağmur Atsız, “Türk’üm demek cesaret meselesi haline gelmeye başladı” diye yakınıyor.
Öte yandan Türk insanının zihin haritasında PKK’nın terör örgütünden yasa dışı örgüte dönüştürüleceği bir süreç yaşanacaktır. İktidarı destekleyen gazeteler ve merkez gazetelerde PKK’nın terörist örgüt olmadığını vaaz etmektedirler. Öcalan’ın ise terörist başından örgüt lideri konumuna taşınma çalışmalarının basında başladığını görüyoruz. Cengiz Çandar, PKK’lı teröristlere “PKK askeri”
çete reislerine ise “komutanlar” demektedir.[16] Anadolu Ajansı, Öcalan’a artık “İmralı’daki mahkum” demektedir. Akil adamlar, Erdoğan’dan PKK’dan terörist diye bahsetmemesini istemişlerdir.
PKK ise kendisini hızla Kürtlerin meşru ve tek temsilcisi olarak Güneydoğu Anadolu’da empoze etmektedir.  Güneydoğu Anadolu’da bir çok ilde fiili yönetim PKK/KCK tarafından yapılmaktadır. Devlete elektrik parası ödenemez iken, belediyelerin topladığı paralar eksiksiz ödenmektedir. İhaleler alan
işadamları işe alacakları işçiler için PKK ve Hizbullah’a kontenjan vermek zorundadırlar. Askerler kaçakçıların karşısında geri adım atmakta ve kaçakçılara yol vermektedir.

Hakkari’de bir gümrük binasını basan PKK’lılar üç gün süre ile binaya PKK paçavrası çekmişlerdir.

Beytülşebap’da askeri binadan gösterici PKK’lıları tahrik etmemek amacı ile Türk bayrağı indirilmiştir.

Terör durdu derken, Cizre’de PKK’lılar iki polisi linç etmek için saldırıyorlar. Canlarını kurtarmak için havaya ateş eden iki polis gözaltına alınıyor. Sınırdan giren kaçakçıları durduran askeri birliklerin kaçakçıların direnmesi üzerine geri çekildiği bir ülkede buna şaşırmamak lazım.

Öte yandan bir kısım saf barış çığlıkları atarken, sözde barışın diğer tarafı olarak gördükleri BDP, TBMM’de savaş tazminatı istiyor. Sözde Ermeni soykırımı açıklaması yapıyor.

Evet, devlet intikamcı davranamaz. Cezalandırma hakkını kullanmayabilir. Bağışlamayı daha yararlı görebilir. Fakat acz gösteremez, çaresizliğe düşmez, düşürülemez. İçinden geçtiğimiz süreçte devlet acze düşmüş, çaresizlik sergilemektedir.

ÖCALAN’IN ÜÇÜNCÜ AŞAMASI: NORMALLEŞME SÜRECİ

Abdullah Öcalan’ın öngördüğü üçüncü aşama ise normalleşme aşamasıdır. Bu aşamada artık PKK silah bırakmadan yurt dışına çıkmış olacaktır. Anayasada Öcalan’ın talep ettiği değişiklikler yapılmış olacaktır. Artık Türkiye Cumhuriyeti federal bir devlet olacaktır. Başkanlık sistemine geçilecektir. Tabii devletin adının Türkiye Cumhuriyeti kalıp kalmayacağı belirsizdir. İstanbul federal devletin başkenti olurken, Ankara ve Diyarbakır, Türkiye ve Kürdistan federe devletlerin in /eyaletlerinin başkentleri haline geleceklerdir.
Mahmur Kampı’nın tasfiye edilmesiyle “suça karışmayan” (Bu garip bir ifadedir. Dünyanın bir başka ucunda iken İstanbul’da yapılan bir toplantıda 2003 yılında 2007’de üretilen bir Microsoft yazılım ile ismi bir listeye yazılan subaylar darbeye teşebbüsten 16 sene hapse mahkum edilirken, suça karışmayan PKK’lı ne demektir.)PKK mensuplarının Türkiye’ye dönmesinin önü açılacaktır. Bu aşamada Öcalan ve PKK üst düzey kadroları serbest kalacaklardır.

Erdoğan, 3 Mart 2013’de yaptığı açıklamada şöyle demektedir: “Biz bir genel affın olmayacağını, olmayacağını defa atle ifade ettik. Hele hele bir insanı öldürenin, bakın dikkat edin öldüreni af yetkisini ‘'Ben kendimde bulamam’ dedim…Devlet kendisine karşı işlenen suçlarda bu tür af yetkisini kullanabilir.
Ama maktul başkası, affeden başkası. Hayır. O af yetkisi maktülündür, onun varislerinindir.”[17]
Öcalan TCK’nın vatana ihaneti düzenleyen 125. Maddesinde mahkum olmuştur. Yani cinayetten değil, devlete karşı işlenen suçtan. PKK üst düzey kadroları da cinayet suçlanması ile yargılanamaz. En fazla tahammüt suçlaması ile yargılanabilir ki bunu da ispat etmek içine girilen süreçte zor olacaktır. 
Sonuç olarak Erdoğan’ın açıklaması üstü örtülü genel affın mekanizmasını göstermektedir.

Bu konuda Başbakan Erdoğan gibi kamuoyunun hassasiyetlerini dikkate almak zorunda olmayan ancak süreci alkışlayan Cengiz Çandar ise daha dürüst davranarak şöyle demektedir: “12 Eylül yasakları kalkınca CHP’liler SHP’ye geldi. Deniz Baykal SHP’lileri temizledi ve genel başkan oldu. PKK siyasete girdiğin de böyle olacak. Öcalan ve Kandil kadrosu BDP hareketini yönetecek. O yüzden adam ‘ Bırakın ev Hapsini filan…Hepimiz özgür olacağız’ diyor.” [18]
Öcalan’ın serbest kalacağı konusunda hiç şüpheye yer yoktur. Öcalan ile birinci ve ikinci aşamalar geçildikten sonra muhtemelen 2015’de gerçekleşecek seçimlerden sonra serbest kalacaktır. Sadece Öcalan değil, Kandil’deki bütün lider kadroda serbest kalacaktır.



..


PKK İLE MÜZAKERE, MÜTAREKE VE KİRLİ BARIŞ SÜRECİNİN ANALİZİ BÖLÜM 1




PKK İLE MÜZAKERE, MÜTAREKE  VE KİRLİ BARIŞ SÜRECİNİN ANALİZİ BÖLÜM 1




Yazar: Ümit Özdağ
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
 http://www.21yyte.org/ 
 06.08.2013 11:30 
Tarihinde Yayınlanmıştır..


Devletimizin ve milletimizin geleceği açısından hayati öneme sahip günlerden geçiyoruz. Önümüzdeki birkaç sene içinde gerçekleşecek gelişmeler çocuklarımızın nasıl bir Türkiye’de daha açık bir ifade ile Türkiye’den geriye kalan kısımda yaşayacağını belirleyecek.
Yaşanan gelişmeleri algılama konusunda aydın kamuoyu ikiye bölünmüş durumda. AKP Hükümetinin de desteklediği, eski komünist yeni liberal ve kendilerine muhafazakar diyen aydınlar, A. Öcalan ile yapılan müzakereleri büyük bir sevinçle karşılıyorlar. “Nihayet anaların gözyaşları dinecek” diyorlar. AKP Grup Başkan Ayşenur Bahçekapılı “Bayram var, Bayram” diyerek süreci değerlendirmiştir.
İktidar Partisinin grup başkan vekili Ayşenur Bahçekapılı, CHP ve MHP’yi kana istemekle suçlayıp, artık Türkiye’de CHP ve MHP’ye yer olmadığını söylerken, Türkiye’de bayram olduğunu açıklıyor.
Öte yandan Türk Milletinin çok büyük bir bölümü, MHP ve CHP, milliyetçi, vatansever aydınlar, gelişmeleri bütün bir endişe ve tepki ile izliyorlar, ülkemizin bir bölünme sürecine girdiğini ileri sürüyorlar.
Gelişmeleri izleyen milletimizin genellikle gelişmelerin alacağı şekil ile ilgili büyük endişe içinde olduğu görülüyor. Yapılan en son (Nisan 2013/Metorpoll) bağımsız çalışmanın ortaya koyduğu husus, “Öcalan ile yürütülen müzakereleri destekliyor musunuz?” sorusuna % 35 “evet”, % 58 “hayır” dediğidir. % 7 ise kararsız görünüyor.
Aynı gelişmeler ile ilgili olarak bir milletin mensupları bu kadar farklı iki tepki verebilirler mi? Evet, verebilirler. Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan ve Türk Milletinin varlığına açıkça kasteden Mondros Mütarekesini herkes acı ve nefret ile hatırlayacaktır. Ancak Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra İstanbul’da kutlamalar düzenlenmiş, fener alayları yapılmış, hatıra pulu basılmıştır. Kötü hatta milli bir felaket olduğu çok açık olan gelişmeleri dahi milletler hemen anlayamayabilirler.
Bugün yaşanan Öcalan ve PKK ile müzakere, sonra mütareke (ateşkes) ve nihayet kirli barış sürecini bir bütünlük içinde ortaya koyabilmemiz için 1984’den buyana Türkiye’nin terörizm ile mücadelede hangi aşamalardan geçerek bugüne geldiğini ortaya koymamız gerekmektedir. Çünkü, AKP Hükümetinin Öcalan ve PKK ile müzakere yolunu seçmesinin temel nedeni, “PKK’yı, Kürtçülüğü
Türkiye Cumhuriyetinin milli-üniter devlet yapısı üretmiştir” ve “terör ile mücadele edilerek sonuç alınamıyor” gerekçeleridir.
Bu gerekçelerin doğru olup olmadığı ancak 1984’den buyana yaşananları tahlil edersek anlaşılabilir.
Kürtçülük Sorunu Türkiye Cumhuriyetinin Ürettiği Bir Sorun Mudur?
AKP Hükümeti ve destekleyen politik/kültürel çevreler, PKK sorununun Türkiye Cumhuriyeti’nin bir üniter milli devlet olmasından kaynaklandığına inanırlar ve savunurlar. Ne demektir milli ve üniter devlet.Türkiye Cumhuriyeti’nin milli devlet olması demek, Türk devleti olması demektir. Siyasi ve hukuki
olarak Türk Milleti, Türkiye’de yaşayan ve vatandaşlık bağı ile Türk Milletine bağlı olan herkesin oluşturduğu millettir. Türkiye Cumhuriyetinin üniter devlet olması demek, TBMM’nin tek egemen olması ve tek başkentin Ankara olması demektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk devleti olmasından rahatsız olanlar, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin Türk Milletinin değil de hangi milletin devleti olduğu sorusuna cevap vermelidirler.

2. Abdülhamit Han anayasa tartışmaları sırasında şöyle demiştir: “Bir hükümdar için lazım olan şey, memleketin yararıdır. Eğer bu yarar anayasanın ilanında ise, o da yapılıyor. Fakat iyi uygulanır mı, Türk’ün yararı saklı kalır mı, burasını kestiremiyorum.”[1] Keza Panislamizm politikalarını en yoğun uygulayan sultan olan 2. Abdülhamit Han Piriştina Belediye Meclisinin Arnavutça hutbe okunması
kararına ret cevabı verirken, “Bu benim hükümranlık (egemenlik) hakkımdır. Hala dilimizi öğrenmemişler mi?” cevabını vermiştir.[2]
Selçuklu ve Osmanlı Hakanları kendi egemenlikleri ile eşit olan her hangi bir egemenliği devletlerinin sınırları için de Osmanlı’nın adı üzerinde yıkılma dönemi hariç kabul etmemişlerdir. Özetle, Türkiye Cumhuriyeti, Türk ve tek egemen yapısı ile Selçuklu ve Osmanlı’nın devamıdır. Esasen TBMM 1922’de
308’nolu kararında bu hususu şöyle ifade etmektedir: “Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve gerçek sahibi olan Türk Milleti..düşmanlarına karşı kıyam etmiş..bugünkü kurtuluş gününe vasıl olmuştur.”[3]
Buna rağmen,AKP zihniyeti milli-üniter devletten vazgeçilir ise PKK ve Kürtçülük sorununun da sona ereceğini düşünmektedir. Başbakan Erdoğan şöyle demektedir: ”Osmanlı medeniyetinde farklılıklar zenginliktir. Ama Osmanlı’dan sonra zaafa uğradık ve neticesinde diğerleri, ötekileri, biz, onlar gibi bu
tür yaklaşım tarzları birbirimize bağlayan kardeşlik özelliklerinde bir zafiyet meydana getirdi. Şimdi bunu aşmamız gerekiyor.”
Buradaki algı şudur. İstiklal Savaşı’nı gerçekleştiren Atatürk ve heyeti Osmanlı’yı yıkmıştır. “Biz Türk’üz” demiş, diğer insanları yabancılaştırmıştır. Bu çok yanlış bir tarih algısı olmasına rağmen anılan çevrelerde geçerlidir. Ancak bu algı Türkiye Cumhuriyeti öncesindeki Kürtçü isyanları izah etmemektedir.
Oysa Cumhuriyeti kuran Türk milliyetçileri Osmanlı devletinin yıkılmaması için Trablusgarb’tan Filistin Cephesine, Irak’tan Kafkas Cephesine yıllarca savaşmışlardır. Herkesin ayrıldığı noktada özellikle Balkan Savaşı’ndan ve nihayet Birinci Dünya Harbi’nden sonra geriye kalan Türkler, Türkiye Cumhuriyetini kurmuşlardır.
Oysa, Kürtçü isyanlar Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan çok önce başlamıştır. Babanzade Abdurrahman Paşa İsyanı, (1806-1823)İsyan, Baban aşiretinden Süleymaniye kentinin kurucu lideri olan İbrahim Paşa’nın ölümünün ardından, aşiretin artan gücünden endişe duyan Osmanlı idaresinin, rakip aşiretten
Halid Paşa’yı emir olarak atamasıyla patlak vermiştir.İbrahim Paşa’nın torunu Abdurrahman Paşa’nın 3 yıl süren bu isyanı, 1808 yılında bastırılmış ve Abdurrahman Paşa, İran’a sığınmıştır. İsyan, İran tarafından desteklenmiştir. 1823’e kadar sürmüştür.
İkinci isyan Babanzâde Ahmet Paşa isyanıdır(1812).Türk-Rus Savaşı’nın(1806-1812) sonlarına doğru ve Osmanlı Devleti’nin Sırp isyanıyla uğraştığı bir dönemde, yine aynı aileden, Babanzade Ahmet Paşa’nın başlattığı isyan, 1812’de bastırılmıştır.
Üçüncü isyan, Mîr Muhammed isyanıdır(1830).Soran Aşiretinin lideri Mir Muhammed Paşa’nın, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa ’nın isyanından cesaret alarak çıkardığı ayaklanmadır. Bu isyan sürecinde, Yezidiler, Baban Emirliği ve yerel aşiretlerle de çatışan ve Musul’a kadar geniş bir bölgede etkin olan Mir
Muhammed, 1836 yılında bölgedeki din âlimlerinin Mir Muhammed’in isyanını onaylamayan ve kınayan fetvalarının da desteğiyle, güçlü bir Osmanlı müdahalesinin ardından isyan bastırılmıştır.
Dördüncü isyan Revandüzlü Kör Mehmet İsyanıdır (1832). Revandüz hakimi Kör Mehmet Paşa liderliğinde Kuzey Irak’ta gerçekleşmiş ve Osmanlı’nın, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın Ordusuna Nizip’te yenilmesi üzerine; 1833’de Mardin ve Diyarbakır’a kadar genişlemiştir. Ancak, bir sene sonra, Mehmet Reşit Paşa komutasında ilerleyen Osmanlı Ordusunun etkisi ve Kürt dini liderlerin tepkisi ile
isyan sona ermiştir. Kör Mehmet, 1836’da yakalanarak, İstanbul’a götürülmüştür.
Beşinci isyan, Cizreli Bedirhan Bey İsyanıdır (1836). Bedirhan Bey, 1831’de Yeniçeri teşkilatını lağvetmiş ve yeni ordu için asker isteyen İstanbul’un talebini, Türk-Rus savaşından istifade ederek geri çevirmişti. 1836’ya kadar Cizre’deki diğer aşiretleri etrafında birleştiren Bedirhan Bey, Osmanlı’ya isyan etmiştir.
Altıncıisyan Yezdan Şer İsyanıdır( 1855).1855’te, Bedirhan Bey’in yeğeni Yezdan Şer isyan etmiş ve Musul’dan Van Gölüne kadar geniş bir bölgeyi kontrol altına almıştır. Rus Ordusu çekildikten sonra, umduğu İngiliz desteğini sağlayamayınca çökmüştür. Daha sonra Yezdan Şer tutuklanmıştır.

Yedinci isyan Şeyh Udeydullah İsyanıdır. (1880) 19. yüzyılda gerçekleşen son isyanın önderliğini Nakşibendi Şeyhi Şeyh Ubeydullah yapmıştır.İran’daki Kürtlerin maruz kaldıkları girişimleri bahane ederek, 20 bin isyancıyla, İran’a girmiş ve birçok Azeri Türk’ünün de katledildiği saldırıda bulunmuştur. 1881’de Şeyh’in Osmanlı tarafından tutuklanmasıyla son bulmuştur. 2. Meşrutiyet’in ilanı üzerine Rusya’nın tahriki ile Molla Selim İsyanı 1913’de Taşnak partisi ile işbirliği
içinde başlamıştır. Özetle, bölücülük sorunu Türkiye Cumhuriyetinin milli ve üniter devlet yapısının ürettiği bir sorun değildir. Bölücülük sorunu 19. Yüzyılın başından itibaren devletin başına birçok badire açmış bir şekavet tir.


GÜVENLİKÇİ ANLAYIŞ SONUÇ VERMEDİĞİ İÇİN PKK İLE MÜZAKERE BİR ZORUNLULUKTUR


PKK ile müzakereleri haklı göstermek için ileri sürülen ikinci gerekçe, ise terörle mücadelenin başarılı olmadığıdır. Şimdi bu tezi de inceleyelim. AKP Hükümeti ve destekçileri edilgen, teslimiyetçi ve müzakereci stratejiyi haklı göstermek için “Terör 1984’den beri devam ediyor. Güvenlikçi anlayış ile bir yere varılamadı. Demek ki müzakere doğru” söylemini kullanmaktadırlar.
Oysa,1984’den 1999’a kadar PKK ile süren mücadele sonunda PKK askeri olarak yenilmiş, hedeflerini gerçekleştirmesi engellenmiştir. PKK, 15 Ağustos 1984’de Eruh ve Şemdinli’ye yaptığı saldırıdan sonra “
Bağımsız, Birleşik Sosyalist Kürdistan” hedefini ilan etmiş ve stratejik savunma, stratejik denge ve stratejik saldırı konseptine dayanan Maoist Halk Savaşı ile Türk Ordusu’nu G.D. Anadolu’dan çıkarma hedefini açıklanmıştır. PKK 1990’ların başında kendisini bu hedefe yakın görmüş, Öcalan 50 bin kişilik bir orduya ulaşacaklarını açıklamıştır. PKK, Türkiye’yi cephe, Kuzey Irak’ı ise cephe gerisi olarak ilan etmiş, terörü Kuzey Irak merkezli olarak geliştirmiş ve Türkiye’ye taşımıştır.
1987’de sıkıyönetimin kalkması ve Olağanüstü hal rejiminin uygulanmaya konulması ile TSK terörle mücadeleden büyük ölçüde çekilmiş ve terörle mücadele İç İşleri Bakanlığı tarafından devralınmıştır.

1990 Kuveyt Savaşı sonrasında Kuzey Irak’ta oluşan boşluk PKK için büyük bir fırsat olmuş, PKK gelişmesini sürdürmüştür. 1992 Kasım’ında TSK’nın başlattığı Kuzey Irak operasyonu ile birlikte ordu, terör ile mücadeleyi İç İşleri Bakanlığı’ndan sıkıyönetim ilan edilmeden devralmıştır. Türk Ordusu,
1993-1997 arasında uygulanan Türkiye’de “alan hâkimiyeti” ve PKK’nın “cephe gerisi” olan Kuzey Irak’ı ise sürekli sınır ötesi operasyonlar ile cepheleştirerek, 1997 senesine gelindiğinde PKK’yı askeri olarak mağlup etmiştir. 1998 terörün statikleştiği yıldır. PKK, eylem gücünü büyük ölçüde yitirmiş, Kuzey
Irak’tan gerçekleşen PKK sızmaları ülkemizin iç kesimlerine ilerleyemeden güvenlik güçleri tarafından Hakkari’de yok edilmiştir. PKK Eylül 1998’de tek taraflı ateşkes ilan etmek zorunda kalmıştır.

Ekim 1998’de Cumhurbaşkanı S. Demirel TBMM’nin açılış konuşmasında Suriye’yi Öcalan’ı teslim etmemesi durumunda savaş ile tehdit etmiştir. Şam, Öcalan’ı derhal sınır dışı etmiştir. Öcalan, Rusya, İtalya, Yunanistan ve Afrika üzerinden çıktığı yolculuğun sonunda yakalanmıştır. Türkiye’nin Yunanistan’ı
tehdit etmesi ve bir Türk-Yunan savaşı çıkma ihtimali ABD’yi harekete geçirmiştir. ABD’nin Öcalan’ın bulunduğu Kenya’ya ve Yunanistan’a baskı yapması sonucunda, Öcalan Türk devletine teslim edilmiş ve 31 Mayıs 1999’da İmralı’da yargılanmaya başlanmıştır.
Yargılama sırasında Öcalan asılmamak kaygısı ile PKK’nın Kuzey Irak’a çekilmesini istemiş, örgüt bu emre uymuştur. Türkiye, PKK tarafından ilan edilen ateşkesi kabul etmemiş ve terör örgütü ile mücadele sürdürülmüştür. Kuzey Irak’a çekilen 500 PKK’lı geri çekilme sırasında çıkan çatışmalarda öldürülmüş tür. Ancak mücadele bununla da kalmamıştır. TSK, 2002 sonuna kadar PKK ile mücadelesini Kuzey Irak’ta sürdürmeye devam etmiştir. Bütün bunlar göstermektedir ki, Öcalan ile 57. Hükümet döneminde İmralı’da istihbarat almak amacı ile askerler ve istihbaratçılar tarafından görüşülmüş ancak AKP
Hükümetinin yaptığı gibi müzakere ve pazarlık yapılmamıştır. Bu dönemde Öcalan ile yapılan görüşmelerin niteliği Öcalan’ın sorgulaması olmuş, Öcalan’ın karşısına Başbakanın temsilcisi çıkmamıştır.
Özetle, PKK ile askeri mücadele PKK’nın bağımsız devlet hedefine ulaşmasını engellemiştir. PKK’nın ilan ettiği bağımsız, birleşik, sosyalist Kürdistan hedefi engellenmiştir. Lideri Öcalan ve askeri lideri sayılan ŞemdinSakık yakalanmıştır. 20 bin terörist öldürülmüştür.

2000’de 29, 2001’de 20 ve 2002’de 7 şehit verilmiştir. Türkiye içinde terör eylemleri sona yaklaşır iken Türkiye, terörle mücadeleyi tamamen Kuzey Irak’a taşımıştır.Başarısız oldu dedikleri güvenlikçi anlayış bu sonucu almıştır. Bu bir başarıdır. PKK terörü etkisiz kılınmıştır, terör örgütünün ülke üzerindeki baskısı ortadan kaldırılmıştır. PKK kendisini Kuzey Irak’ta savunmaya zorlanmıştır. Öcalan, İmralı’da bir mahkum haline gelmiştir.

AKP DÖNEMİNDE PKK TERÖRÜNÜN TIRMANMASI

2003’den itibaren PKK terörü tekrar tırmanışa geçmiştir. Bunun beş temel nedeni vardır. Bunlar,

a) AKP Hükümeti ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında terör örgütü ile etkin mücadele için düzgün bir politika geliştirememiştir,

b)Avrupa Birliğine tam üyelik uğruna ancak Batı Avrupa’da uygulanacak hukuki mevzuat

Türkiye’ye taşınmış ve güvenlik güçlerinin terörle mücadele için sahip olması gereken hukuki imkanlar ellerinden alınmıştır.Yol denetimleri kaldırılarak, PKK’lıların karayollarını istedikleri gibi kullanmasının önü açılmıştır. Kırsalda gıda denetimleri kaldırılarak, PKK’nın dağ kadrolarının beslenmesinin önü
açılmıştır.
c)AKP Hükümeti terör ile mücadelede doğru bir anlayış ile gerekli önlemler almadığı gibi, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı yürütülen sert mücadele ile terörle mücadelenin en seçkin isimleri tutuklanmıştır.
d) Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik sınır ötesi operasyonlar için TSK’dan gelen talepleri Hükümet göz ardı etmiştir.

e) Başbakan yardımcısı Beşir Atalay’ın 2 Mayıs 2013’de "Bizim temel icraatımız, daima köklü belirlenmiş stratejilerimiz. Şu günlerde çözüm süreci diye bir çalışmamız var. Bu yeni bir şey değil. 11 yıl önce başlattığımız çalışmanın yeni bir evresidir. 14 Ağustos 2001’de kurulduğunda yapılan programda
bugünkü yaptıklarımızın ana hatlarıyla yazılı olduğunu görürsünüz. Çok iyi çalışarak yazdık biz o programı” diyerek, AKP’nin daha ilk günden PKK terörü ile mücadele etme amacının olmadığını ortaya koymuştur.[4]
AKP Hükümetlerinin politikaların ve hatalarının neticesinde PKK terörü tırmanışa geçmiştir. 
2003’de 31, 
2004’de 75, 
2005’de 105 askerimiz şehit olmuştur. 
Nihayet 2006’da AKP ile PKK arasında İngiltere’nin hakemliğinde Oslo’da müzakereler başlamıştır. Müzakereler devam ederken, terör de devam
etmiştir. 
2006’da 111, 
2007’de 146, 
2008’de 171, Resmi açılım yılları olan 
2009’da 56, 
2010’da 88 ve
2011’de 99 şehit verilmiştir.
2012’de ise 123 şehit verilmiştir.

Üstelik, PKK terörü son on yılda tırmanırken, AKP Hükümeti PKK’nın nihai hedefi olan ayrı milletleşme ve kaçınılmaz olarak devletleşme sürecine hizmet edecek olan adımlar atmış, tavizler vermiştir. Bu çerçevede;

1)TRT Şeş adı ile devlet Kürtçe televizyon yayınına başlamıştır.
2)Kürtçe devlet okullarında seçmeli ders olmuştur.
3)Üniversitelerde Kürtçe bölümleri açılmıştır, öğretmen yetiştirilmeye başlanmıştır.
4)PKK’nın siyasi koluna Kürtçe propaganda yapma imkanı verilmiştir.
5)Etnik örgütlenmeler ve bölücü propaganda serbest kalmıştır.
6)Belediyeler Kürtçe yazışma yapmaktadırlar.
7)Kürtçe bilme şartı ile kamu personeli istihdamı yapılmıştır.
8)Merkezden bağımsız Bölgesel Kalkınma Ajansları kurulmuştur.
9)Mahkemelerde ana dilde savunma hakkı kabul edilmiştir.
10)Büyükşehir belediyeleri yasası ile idari federasyonun alt yapısı kurulmuştur.[5]

Özetle, 30 yıldan bu yana bitmeyen terör sloganı bir yalandır. Terör güvenlikçi önlemler ile büyük ölçüde bitirilmiş, AKP’ye terörsüz bir Türkiye teslim edilmiştir. Terörü canlandıran AKP’nin son 10 yılda uyguladığı politikalardır. Bundan dolayı doğru tespit son 10 yıldır bitmeyen terördür. Bu politikalar, yenik, Kuzey Irak’ta yaşamı için mücadele eden bir terör örgütünü, bugün 1984’den bu yana en güçlü olduğu konuma getirmiştir. Nisan-Mayıs 2013 itibarı ile PKK’ya katılım en üst seviyesindedir. Örgüt telsiz çağrılarında “Şimdi bize katılanlar Kürdistan eyalet kurulduktan sonra güvenlik görevlisi olacak” diyerek
propaganda yapmaktadırlar.

Bu politika sonucunda Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi 23 Nisan 2013 tarihli raporunda PKK’yı terörist değil aktivist olarak nitelendirmiştir. 25 Nisan 2013’de Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada da PKK çekilmesinden bahsedilirken,  PKK terör örgütü olarak nitelendirilmemiştir.

2002’de İmralı’da bir mahkum olan Öcalan, bugün Time dergisine göre dünyanın en etkili 100 kişisinden birisidir.
PKK, terörü devam ettirdiği halde AKP Hükümeti tarafından muhatap alındığını görmenin rahatlığı içinde terörü müzakere masasında baskının aracı haline getirmiştir. Oslo’da Başbakanın özel temsilcisi PKK temsilcilerine PKK üzerindeki baskıların kaldırıldığını, aksine baskı yapan bürokratların PKK tarafından Hükümete şikayet edilmesi gerektiğini söylemiştir.

Başbakanın Başdanışmanı Oslo’da PKK’lı muhataplarına şöyle demektedir: “Geliştirilen bir özgürlük alanı açıldı…Bir noktaya kadar tolere edebiliyorsunuz. Çünkü dediğim gibi alandaki valiler, emniyet müdürleri bu noktada gerçekten çok değerli insanlar.Yani şu anda sizi bilmiyorum. Spesifik olarak isim vererek
şikayet edebileceğiniz şu adam düşmandır bu adam şeydir.”Bu cümleler AKP döneminde terörle mücadelenin ruhunu ortaya koymaktadır. Diğer bir ifade ile AKP Hükümeti terör ile mücadeleyi yasaklamış ve hatta cezalandırmıştır.
Oslo’da Başbakan’ın özel temsilcisinin ifade ettiği gibi Türk Ordusu’nun PKK’ya karşı bütün planlı operasyonları durdurulmuştur. Askerlik yapan herkes bilir planlı operasyonların durdurulması terörle mücadelenin durdurulmasıdır. Bütün bunlar olurken, PKK ise terör eylemlerini tırmandırmaya devam etmiştir.
Nihayet Ocak 2009’da TRT 6’in yayına başlamasını Temmuz 2009’da Kürt Açılımının ilan edilmesi izlemiştir. Açılımdan sorumlu Başbakan yardımcısı Beşir Atalay STÖ’ları televizyonlar eşliğinde dolaşarak gezerken ve görünürde sözde çözüm önerileri toplar, özde halkı sürece alıştırmak için psikolojik operasyon yaparken, Oslo’da PKK’lılar ile 9 maddelik bir protokol üzerinde anlaşma sağlanmıştır. Bu noktada TSK’nın nasıl yıpratıldığını ele alalım.

2007 SONRASINDA TSK YIPRATILMIŞTIR


2007 sonrasında Türk Ordusu’nun karşı karşıya olduğu süreç, bir ordunun karşı karşıya kalabileceği en hüzün verici durumdur. Şüpheli deliller ile yargılanan subay ve generaller, terörist olarak mahkum olan Genelkurmay başkanı ve komuta kademesi, intihar eden kahramanlar. Neticesinde savaş yeteneğini
yitirmiş bir deniz kuvvetleri, savaş yeteneği ağır darbe almış ve uçaklarının tamamını uçuramayacak bir hava kuvvetleri, bütün güvenlik sırları, savaş planları ortaya dökülmüş bir ordudan bahsediyoruz.
TSK kadrolarına karşı sürdürülen psikolojik savaş neticesinde ağır bir baskı süreci Harp Okulundaki öğrenciden başlayarak en üst rütbedeki genelkurmay başkanına kadar uzanmaktadır. Türkiye’de her subay her an tutuklanma, casusluk ve terörist olmakla suçlanma ihtimali ile karşı karşıya görev
yapmaktadır.
Terörle mücadelenin efsane çocukları “özel kuvvet” mensuplarına suikastçi katil muamelesinin yapılmış, Türk ordusunun en seçkin subayları ahlaksızca “çocuk katili olmakla” suçlanmışlardır.
Komutanları Korg. Engin Alan mahkum olmuştur. Özel Kuvvetin Cumhuriyet tarihi boyunca yetiştirmiş olduğu en başarılı isimlerden birisi olanTürk ordusundaki tek üç üstün cesaret ve feragat madalyası, altı üstün birlik yetiştirme takdirnamesi ve 180 takdirname sahibi olan Alb. Levent Göktaş’ın yıllardan beri hapishanede olması herhalde silah arkadaşlarının moralini yükseltmiyordur.
Seçkinlerin en seçkinleri olan ve gizli ve açık operasyonlarda en önde giden hem Kardak’ta ve hem Cudi’de savaşan SAT’çıların da başına gelenler silah arkadaşlarını acaba nasıl etkilemektedir?
PKK’ya karşı mücadelede en öndeki güç olan Jandarma Genel Komutanlığı sistemli saldırılar ile yıpratılmıştır. Komutanlığın geleceği belli değildir. Jandarma Genel Komutanlığı Türkiye’nin % 92’sini kaplayan bir alanda 83 İl alay komutanlığı, 900 ilçe jandarma komutanlığı ve 2000 jandarma karakolu ile
yurt sathına yayılan bir güçtür. Terörle mücadelede de uzmanlaşmış kadroları ile; 5384 subay, 22 bin astsubay, 24 uzman çavuş, 55 uzman erbaş ve 133 bin erden oluşan bu profesyonelleşmiş güçten şimdi bütün erler tasfiye edilerek küçültülmesi ve Jandarma Genel Komutanlığı tekerlekleri olmayan bir
arabaya dönüşmesi planlanmaktadır.

Oslo sürecinde askere “operasyon yapmayın” baskısında bulunulması, jandarma istihbaratın sahaya çıkarılmaması, birçok jandarma karakol komutanının kendisine bağlı olan köyleri bile ziyaret edememesi
neticesini vermiştir. Jandarma’nın PKK ile mücadelede efsane komutanları Tuğg. Ali Aydın, Albay Cemal, Temizöz, Albay Abdülkerim Kırca, Albay Hasan Atilla Uğur’un akibetleri nin silah arkadaşlarının moralini yükselttiğini söylemek mümkün değildir.

Sonuç olarak bir subayın yazdığı mektuptan özetlemek gerekir ise savaşın doğasını bilmeyen, bölgenin üstünden uçarak dahi geçmemiş olan köşe yazarlarının şehit veren, gazi olan, şehit olan, barut kokan subayları gazetelerde ki köşelerinde cahilce infaz etmeleri, haklarında açılan soruşturmalar, Hakkari’ de olduğu gibi PKK’nın döşediği mayınların TSK’ya mal edilmesi, 1990’lı yıllarda PKK ile mücadele eden subay ve polis kadrolarının Öcalan’ın önerdiği Hakikatleri Araştırma Komisyonunda yargılanacak iddialarının ortaya atılması ve yalanlan maması, Genelkurmay Başkanı’nın terörist olarak bütün karargahı ile tutuklu olması, PKK ile değil, TSK ile mücadele edildiği inancını vermektedir.
TSK’ya yönelik bu saldırı ve komploların amacını belki de en iyi özetleyen Taraf gazetesi yazarı Melih Altınok’un şu satırlarıdır: “Bu gazete ve tekmili birden yazarları, daha 1-2 yıl önce, icraatları bugünkü çözüm süreci projesinin yanında teferruat sayılacak hükümeti, Erdoğan’ı alkışlamıyorlar mıydı?

Ergenekon davasındaki, Balyoz’daki 12 Eylül referandumundaki hakkaniyetli tavrımız hangi sürecin başlaması içindi?”[6]


..

11 Ekim 2015 Pazar

Türk Siyasetindeki Kara Delik: Kürt Sorunu



                        Türk Siyasetindeki Kara Delik: 
                 Kürt Sorunu





11-09-2015

Değişime esas teşkil edecek yeni zihin yapısı, Kürt sokağından çıkan ve uzun yıllar Türkiyelileşmeyi retorikte savunup bir türlü gerçek siyasetle buluşturamayan Kürt siyasi hareketinin 7 Haziran ve sonrasındaki performansıyla yeşerebilir.
Dünyaca ünlü fizikçi Stephen Hawking en son beyanında içinden çıkılması imkansız olarak görülen kara deliklerin kaçınılmaz bir son olmadığını belirtti. Peki, yetmişli, seksenli, yoksa doksanlı yıllara mı dönüyoruz tartışmaları arasında Türk siyasetinin kara deliğine dönüşen Kürt sorunundan çıkış mümkün mü? Bu sorunun cevabı ülkemizin içinde bulunduğu şiddet sarmalı içinde olumsuz gibi görünse de aslında bu kısır döngüye mahkum değiliz. Hukuk, demokrasi ve uzlaşı, Türkiye için ulaşılmaz hedefler olarak değerlendirilemez. Her şeyi silahla çözeceğini düşünenlerin kendileri ile aynı düşünmeyenlerin tümünü sindirmesi mümkün değil. 
Türkiye’de gündemin çok sık değiştiği zaman zaman dile getirilse de, bu hareketliliğin içinde aslında belli bazı başlıklar değişmeyen konular olarak yerini hep koruyor. Demokratikleşmeye ilişkin sorunlu alanlar, hukuki kısıtlamalar, ekonomik problemler ve çeşitli biçimlerde ve düzeylerde ortaya çıkıp toplumu saran şiddet... Türkiye’de 1980’li yıllardan beri kronikleşen Kürt sorunu ise tüm bunların arasında en baştaki yerini ne yazık ki muhafaza ediyor. 7 Haziran seçimlerinin hemen ardından terör örgütü PKK’nın eylemlerinin arka arkaya gelmesi ile bu durum kendini daha yakıcı bir şekilde hissettirmeye başladı.  
Oysa HDP, yüzde 13’lük oy oranıyla devasa Kürt sorununun silahın gölgesinden arındırılmış çözümü için önemli bir ümit kaynağı olarak görülmeye henüz başlamıştı. Bir yıllık seçim kampanyası ile Kürt siyasetini uzun yıllardır devam eden etnik tondan ve şiddetten ayrıştırıp Türkiyelileşme yönünde iddialı bir adım atabilmişti. HDP belki de Türkiye’nin doğusunu batıya anlatma noktasında siyasetin diliyle önemli kapılar açabilecekti. Ne olduysa, tam da bu heyecanın yaşandığı süreçte oldu.
HDP siyasetinin potansiyeli
HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın “Barış, ille de barış, ama’sız, fakat’sız, lakin’siz, ancak’sız, ne var ki’siz barış” sözleri dikkat çekici. Kandil’e karşı yapılan çağrının bu kadar somut ve açık olması kuşkusuz siyasetin kendi meşruiyet alanını tahkim etme, 6 milyonluk oya sahip çıkma ve halkın taleplerine siyasetin sınırları içerisinde çözüm arama anlayışında yatıyor.
Aslında Demirtaş bir bakıma oyunun kuralını değiştirmek istiyor. Ülkedeki sorunların, özellikle Kürt sorununun, namlunun ucundan kurtulması gerektiğini söylüyor. Bu çağrı, siyasetin ruhuna ve doğasına uygun, yaptığı işi ahlaken sahiplenen, şiddet çağrısının tam karşısına konuşlanan demokratik siyasetin bizatihi kendisini icra etme hâlini yansıtıyor.
Ancak George Orwell’ın da ifade ettiği gibi, insanlar gerçeklikten koptukça kendilerine gerçekleri hatırlatanlardan nefret ederler. Kandil de kendisine gerçekleri hatırlattığı için HDP’ye kızıyor. Kandil’in Demirtaş’ın çağrısı karşısındaki tavrı, bir bakıma HDP’ye ‘görev biçme ve haddini bildirme’ anlamı taşıyor:
“HDP siyasette yeterince yaratıcı ve başarılı olamadı. Başkalarına çağrı yapıyorlar, ama kendileri neyi başardılar da çağrı yapıyorlar! Biraz gerçekçi olmaları lazım. Halkların, Kürt halkının temsilciliğini iyi yapmaları gerekli. Meclis’i niye işletemediler, bunun üzerine yoğunlaşmalılar...”
Kandil aslında beklenmedik bir şey söylemiyorlar. Durumlarını muhafaza etmek istiyorlar. Fakat asıl sorunlu olan kısım, PKK’nın sivil siyaseti kabul etmeyen yaklaşımının arkasındaki felsefede yatıyor. Zira ideal anlamda çözümden bahsedilen şey temelde tam da bu şiddet açlığını, iştahını kesmeyi hedefliyordu.
Bu bakımdan yıllarca şiddeti kutsayıp her türlü şiddete dayalı eylemselliği meşru gören mantığın teşhis edilip tedavi edilmesi gerekli. Örneğin; Ahmet İnsel’in çok doğru bir zamanlama ve tanıyla ortaya koyduğu gibi, 2 Ağustos’ta Doğubayazıt’ta Karakulak karakoluna karşı ‘Fedai eylemi’ (intihar saldırısı) düzenleyen HPG (PKK) militanı Murat Bütün’ün eylem öncesinde yaptığı konuşma çok düşündürücü.
Bütün’e göre Kürtlerin iki yolu var: Birincisi, “Kendinin haini olma”; diğeriyse “imha ve inkar politikasına karşı durma” yolu. Bu karşı duruşunsa Kürt halkının öcünün düşmandan alınması olduğunu belirten Bütün, “intikam istencinin en fazla sağlanabileceği yerin PKK safları” olduğunu iddia ediyor.
Bütün’ün bu sözleri kişisel ve dönemsel bir düşünce olmanın ötesinde PKK’nın bugüne kadarki ana felsefesini yansıtıyor. Türkiye’nin şiddet sarmalındaki en büyük itici gücünü oluşturuyor. Çünkü burada öfke var, intikam var, ‘biz ve ötekiler’ var, düşmanlar var. Kısacası yok edilmesi gereken kişiler var...
Tek yol şiddet mi? 
Aslında bu ve benzeri ifadeler şiddet karabasanını ülkenin gündemine taşıyan argümanlar. Bu argümanlar bir yönüyle silahın alın yazısı gibi kaçınılmaz olduğunu ifade eden ve silahı hepimizin hikayesi hâline getiren ezberlenmiş söylemler. Buradan çıkılmadıkça ve bu zihin yapısı değiştirilmedikçe aslında hep dünü yaşıyor olacağız. Bir türlü bugüne gelemeyeceğiz ve geleceği de yeniden, yeni parametrelerle ve yeni değerlerle inşa edemeyeceğiz.
Bu kısır döngünün, bu teslim olmuşluk hâlinin, şiddetin ve öfkenin bu kadar köpürtülmesinin karşısında durmak kolay değil. Zaten mevcut durumun değişmesini istemek, asıl zor olan ve cesaret gerektiren tavır değil midir? 
HDP’deki durum, böyle bir iradenin yansımasıymış gibi gözüküyor. HDP şehirlerin yakılması, yolların kapatılması ve patlayıcılarla havaya uçurulması, iş makinelerinin tahrip edilip işçilerin dağa kaldırılması yoluyla ve ölüler üzerinden propaganda yapılarak Kürtlerin bir şey kazanacağına inanmıyor.
Pek tabii ki HDP’nin eleştirilerinden iktidar partisi ve devlet de nasibini alıyor. Kürt siyasal çizgisinde hareket eden partiler açısından bu tespiti yapmak, yeni bir durum değil. Asıl yeni olan, Kürt siyaseti açısından kendi vesayet alanına itirazı dillendirmektir. Yani yeni olan, HDP’nin PKK’ya ve onun yöntemine itiraz ediyor olmasıdır.
Kandil HDP’ye “Ne başardınız?” sorusunu sorarken aslında hepimizin düşünmesi gereken çok daha temel bir konuyu dillendiriyor. Bu soru, içinde “Kürtlerin hakkını silahla sağladık ve bundan sonraki süreçte de onun muhafazası ve geliştirilmesi silahla olacaktır” gizli iddiasını barındırıyor. Yani, bir nevi “Silahlar henüz miadını doldurmadı” mesajı...
Oysa bu iddianın bugüne kadar olan kısmı, mevcudu doğru yansıtmadığı gibi bugünden sonra da herhangi bir haklılığa sahip değil. Bu ülkedeki en büyük demokratikleşme, hukuk ve özgürlük hamleleri, şiddetin arttığı ve zirve yaptığı dönemlerde değil, tam tersine sivil siyasetin söylem alanının genişlediği dönemlerde oldu. Sadece 2000’li yıllarda onlarca yasal ve anayasal reform paketi, örgütün iddiasının tam tersine silah sesinin en az duyulduğu dönemlerde gerçekleşti. 
İronik olan ise bu gelişmeler yaşanırken, PKK’nın adeta “Beni unutmayın!” dercesine eylemlere başlamasıdır. Örneğin Avrupa Birliği sürecinin hız kazandığı; demokratikleşme, insan hakları, özgürlükler gibi birçok alanda ülkede ümitlerin yükseldiği 2004-2005 ve 2007-2008 dönemlerinde örgütün neden silaha sarıldığının ve bununla hangi Kürt çıkarını koruduğunun makul bir izahına henüz rastlanamamıştır.
Aynı soru bugün birçok aydın tarafından tekrar soruluyor. 7 Haziran seçimlerinden büyük bir zaferle çıkan HDP’nin, daha ayağı Ankara’ya değmeden Kandil’in ateşkesi bitirdiği ilanının hangi akla dayandığı sorusu henüz cevaplanabilmiş değil. Bu ve benzeri soruların karanlıkta kalan kısmı, aslında PKK’nın ilişki içerisinde bulunduğu Kürtlerin haricindeki bir kısım odaklarla yaşadığı sürecin sonucu mudur? Bu da üstünde durulmaya değer bir başka konu. 
Türkiye’nin hep aynı muz kabuğuna basıp düşmesi, hep aynı tarihî döngüleri yaşaması alın yazısı değildir. Buradan bir çıkış yolu vardır. Çıkışın en belirgin işareti, daha önceki metotların aynen kopyalanmayıp araçlarda ve yöntemlerde değişikliğe gidilmesidir. Bu değişime esas olacak yeni bir zihin yapısı, temelde Kürt sokağından çıkan ve uzun yıllar Türkiyelileşmeyi retorik olarak savunup bir türlü gerçek siyasetle buluşturamayan Kürt siyasi hareketinin 7 Haziran ve sonrasındaki performansında yeşerebilir.
Bu başarının gizli gücü ise ülkenin canını acıtan şiddet eylemleri karşısında HDP’nin sesini her geçen gün daha inandırıcı ve güçlü bir şekilde yükseltmesinde ve kendi siyaset alanını tahkim etmesinde yatıyor. Kuşkusuz Kürt siyasetinin Kürt sokağındaki vesayeti kırması ve süregelen kördüğümü çözmesi söylenildiğinden çok daha zor bir mücadeledir. Aksi takdirde bu hareket kendi alanını terk eden, dağın gölgesine teslim olan ve terörün vesayetine hapsolan ‘eski Türkiye’ alışkanlığı ve kısır döngüsünün yeni bir provasından öteye gitmeyecektir. 
Not: Bu yazı ilk olarak Analist Dergisi'nin Eylül 2015 sayısında yayınlanmıştır.

..