18 Eylül 2015 Cuma

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL VE ÖNCESİ BÖLÜM 8




TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 
12 EYLÜL VE ÖNCESİ   

BÖLÜM 8



İDAMA BAŞI DİK GİDEN BAŞBAKAN  ADNAN MENDERES  


HAYATI





Adnan Menderes, Türkiye Cumhuriyeti’nin 9.Başbakanı, demokrasi kahramanı, halkın büyük teveccühünü kazanmış; yıllar sonra dahi unutulmayacak işlere imza atmış; adını Türk siyasi literatürüne eşsiz şekilde yazdırmış; bir mayıs sabahı almış olduğu on yıllık iktidarı yine bir mayıs sabahı ordu müdahalesiyle sona ermiş, ondan sonra gazetelerde büyük puntolarla ‘Devrik Başbakan’ şeklindeki haberlerle lanse edilmiş; aslı astarı olmayan suçlamalara maruz bırakılarak ve dönemin mahkeme heyeti tarafından çeşitli şekillerde aşağılanarak  halkın gözündeki itibarı düşürülmeye çalışılmış lider… Her ne şekilde tanımlarsak tanımlayalım şurası inkâr edilemez ki O, bu milletin sevgisini ve muhabbetini kazanmış benzersiz ve unutulmayacak bir lider. Her adem oğlunun olduğu gibi onun da hataları elbette olmuştur; bize düşen tarih tekerrürden ibarettir sözünü ‘’tarih, eğer ders almazsak tekerrürden ibarettir’’ şeklinde düzelterek ve yaşayarak, siyasi tarihimize kara bir leke olarak sürülmüş bu darbeden -ve tabii ki diğerlerinden- ve eğrisi doğrusuyla on yıllık Demokrat Parti iktidarından dersimizi almaktır zannımca. Ama bu yazımda kalkıp da bunu size empoze etmeye kalkışmayacağım. Ben size Adnan Menderes’in siyasi portresini, onun çevresinde gelişen on yıllık iktidarını ve cumhuriyet tarihimizin ilk darbesine giden  süreci anlatmaya çalışacağım.

Bu tarz yazılarda klasiktir kahramanın künyesini vermek; anası babası kimdir, kimlerdendir, nerelidir vs. Biz de bu çizgiden şaşmayalım ve Başvekilimizin künyesine kısaca bir göz atalım.

1899’da Aydın’da doğmuştu ve Aydın’ın köklü bir ailesindendi. Babası Kâtipzâde ailesinden İbrahim Ethem Bey idi. Annesi ise Aydın’ın ileri gelen ailelerinden Hacı Ali Paşazâdeler’e mensup Tevfika Hanım’dı. Dedesi Hacı Ali Paşa Kırım tatarlarındandır. Siyasete atılmadan evvel 60 bin dönümlük Çakırbeyli Çiftliği’nin Bey’i konumundaydı. İzmir Amerikan Koleji’nden mezun olduktan sonra savaş sebebiyle bir müddet ara vermiş, 1935 senesinde milletvekili iken Ankara Üni. Hukuk Fakültesi’nden mezuniyetini almıştır.(milletin admları)

Politikaya atılması ise 1930’ların başlarına rastlar. Gazi Paşa tarafından genç Cumhuriyetimizi demokrasiyle daha da kaynaştırmak ve mecliste Halk Fırkası’na karşı muhalefet oluşturmak için Fethi Okyar’a kurdurtulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın Aydın il başkanıydı. Ta ki bu fırka muhalif kesimin sesini oldukça yükselttiği ve mürteci kesimin sığındığı bir liman olup da kapatılana kadar. Partinin kapatılmasından sonra ise CHP’ye girmiş, yine Aydın il başkanı olmuştu. Menderes’in siyasete bakışının ve dolayısıyla Türk demokrasi tarihin şekillendiği hadise de işte bu yıllarda Aydın’da gerçekleşmişti. Gazi Paşa Aydın gezisi esnasında CHP binasını ziyaret etmiş, Adnan adında bir genç ile tanışmış ve uzun saatler sohbet etmişti. Öyle ki heyecan içerisinde geçen bu konuşma sırasında, teklif edilen tek sigarayı bile almayan Gazi Paşa, Menderes’i dinlerken duyduğu alaka sebebiyle olsa gerek bir paket sigarayı dört kahve içerek bitirmişti. Menderes ile tanıştıktan sonra Başbakan  Recep Peker’e dönen Gazi Paşa:
‘’Bugün tanıştığım bu genci yarınlara taşıyacağız’’ direktifini de vermişti.(milletin adamları) Zira öyle de oldu, Adnan Menderes CHP bünyesinde dört dönem  Aydın milletvekilliği yaptı. Demirkırat belgeselinden öğrendiğimize göre ‘’bir parça çekingen hatta silikti, genel kurulda en arkalarda otururdu’’  böyle bilinirdi; ta ki 1946 senesinde Meclis’te arazilerin kamulaştırılmasına yönelik Toprak Reformu görüşmelerine kadar. Bu tasarı CHP içerisindeki toprak ağalarını rahatsız etti. Bu rahatsızlığı da dile getiren Menderes oldu. Elinde kalın bir dosyayla kürsüye çıkmış, uzun ve etkili bir konuşma yapmış, tabir yerindeyse adam akıllı muhalefet etmişti. Kürsüden indiğinde yıldızı iyiden iyiye parlamıştı.demirkırat)
Mayıs ayı bütçe oylamasında yedi kırmızı oy çıktı. Bu oyların sahibi  yaklaşık sekiz ay sonra kurulacak olan DP’nin kurucu kadrosuydu. Bir ay sonrasında ise Haziran 1945’te tarihimize ‘’4’lü Takrir’’ adıyla geçmiş olan üç sayfalık bir önerge sunuldu. Önergenin altında Celal Bayar’ın, Refik Koraltan’ın, Fuat Köprülü’nün ve Adnan Menderes’in yani DP kurucu kadrosunun imzası vardı. Bu durum CHP grubu içinde sansasyon yarattı. Tüm çevrelerde bu işin sonunun yeni bir partiye gittiği sezgisi hâkimdi. Yıllar sonra Celal Bayar verdiği bir demeçte aslında kendisinin yeni bir parti kurma niyetinde olmadığını, sadece parti içerisinde ıslahatlar yapmak gerektiğini söylemek istediklerini belirtmişti. Ama Milli Şef İsmet Paşa aynı kanaatte değildi. ‘’Muhalefeti parti içerisinde yapmasınlar, çıksınlar, teşkilatlansınlar,  ayrı bir parti olarak karşımızda dursunlar.’’ Diyerek ayrı bir parti fikrini ortaya atmıştı. Nitekim 21 Eylül 1945’te Köprülü ve Menderes partiden ihraç edildi. Ardından Bayar milletvekilliğinden istifa etti. Bu esnada İnönü ise kasım 1945’te meclisin açılış konuşmasında iktidarın kontrolünü mümkün kılmak için muhalefete ihtiyaç duyulduğunu yüksek sesle belirtiyor, deyim yerindeyse Bayar ve arkadaşlarına parti kurmaları için yeşil ışık veriyordu. Tabi ki bu gelişmeyi dönemin tarihinden ayrı düşünemeyiz. O sıralarda İkinci Dünya Savaşı henüz sona ermiş, faşist ve diktatör rejimlerin dünyayı ne hale soktuğu acı olaylarla tecrübe edilmiş ve demokrasinin, insan haklarının, çok sesliliğin zorunluluğu anlaşılmıştı. Hatta İnönü 12 Temmuz beyannamesinde(1947) siyasal partilerin Türk demokrasisinin vazgeçilmez unsurları olduğunu vurgulamıştı.(milletin adamları) Geçmişte yaşanmış iki başarısız girişimin bizzat tanığı olmuş İnönü’nün bile bu girişimi desteklemesi söz konusu olan zorunlulukların kaçınılmazlığını ortaya koyuyor diye düşünüyorum. Tüm bu gelişmelerin ışığında 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti ya da halkın ağzındaki adıyla Demirkırat kuruldu.


Bir sonraki seçimler 1947 temmuzundaydı,  ama artık İsmet Paşa DP’yi hazırlıksız yakalamak istediğinden midir yoksa başka nedenden midir bilinmez erken seçim kararı alınarak bir yıl öncesine yani temmuz  1946’ya takvim verildi. DP daha altı aylık bir oluşumdu, teşkilatlanma tamamlanmamış birçok yerde adaylar bile belirlenmemişti. Zaten seçimler geldiğinde de yeterli aday çıkaramamıştı. DP yetkilileri seçime girip girmeme arasında gidip geliyordu. Vaziyet böyle iken seçime girmek kesin mağlubiyet demekti; aksi durumda ise korkaklıkla itham edilecekler ve imajları daha oluşmadan halk nezdinde zedelenecekti.  Tüm bu ahval içinde seçimlere girme kararı alındı ve 21 Temmuz 1946 seçimleri ya da tarihe geçen adıyla ‘taşlı sopalı seçim-hileli seçim’ gerçekleşti. O dönemde günümüzden oldukça farklı bir seçim sistemi olduğunu da belirtmeliyiz. O tarihe kadar hep iki dereceli seçim sistemi kullanılmıştı. Bu seçimler hem ilk çok partili seçimimiz hem de genel oy ve tek dereceli seçimle ilk tanışmamızdı. Ayrıca açık oy-gizli tasnif denilen bir sistem vardı ki bugünkü gizlilik ilkesiyle kesinlikle bağdaşmayan bir sistemdi. Öyle ki seçimlerde her partinin sandığı ayrıydı ve oy pusulaları da açık bir şekilde sandık kurulunun önünde duruyordu. Gayet açık bir şekilde oy kullanmanıza rağmen sayımlar gizli yapılıyordu. Seçimlere hile karıştığı iddiası her yerde dillendiriliyordu, bugün bile. En nihayetinde resmi sonuçlar açıklandığında 465 vekilin CHP 395’ini; DP 66’sını almış; 4 de bağımsız vekil meclise girmişti.

Demokrat Parti, dört yıl boyunca muhalefet görevini yerine getirdi, kurultaylar düzenledi kararlar aldı, mitinglerde halkla kucaklaştı. Bu arada çok önemli bir gelişme yaşandı ve seçimlerin gizlilik ilkesiyle hiç bağdaşmayan açık oy-gizli tasnif sistemi yerini bugünkü gizli oy-açık tasnife bıraktı. Türkiye bu şartlar altında daha sonraları Beyaz İhtilal diye anılan 14 Mayıs 1950 seçimlerine girdi. %89luk  bir oranla cumhuriyet tarihinin katılım rekoru kırıldı, sekiz milyon seçmen oy kullandı, ve DP %52,7 lik oranla meclisteki sandalyelerin 408’ine sahip oldu. Bu, 27 yıllık tek parti iktidarının sonunun geldiğinin en kesin ifadesiydi. CHP cephesinde ise bunca yıllık iktidarı hem de böylesine ezici bir yenilgiyle kaybetmenin üzüntüsü hüküm sürüyordu. Bu arada belki de on yıl sonrasındaki 27 Mayıs sabahının kaderini çizen bir gelişme yaşanıyordu. Sonuçların alındığı aynı gece bazı yüksek rütbeli komutanlar İnönü’yü arıyor, yeşil ışık yakması halinde seçimlerin komünistlerin hile karıştırdığı gerekçesiyle kendileri tarafından iptal ettirilebileceğini söylüyorlardı. İnönü ise bu durumu soğukkanlılıkla karşılıyor; yıllar sonra darbe sabahı arayıp da tebrik ettiği darbecileri bu kez engelliyordu. Ordu, bununla da kalmadı. On yıllık iktidarı boyunca Bayar ve yol arkadaşları her gün darbenin soluğunu enselerinde hissettiler. 29 Mayıs 1950’de Menderes hükümet programını açıkladı, şöyle bir cümle kullanmıştı: ‘’Millete mâl olmuş inkılaplar mahfuz tutulacaktır.’’ Bu, aslında iki hafta sonra mecliste onaylanacak olan ezanın aslına dönüş kanununun ayak sesleriydi. Muhalefet cephesinde irtica söylemleri yeniden hortlamış, bunun inkılaplara bir ihanet olduğu vurgulanmıştı. Hatta inkılapların koruyucusu konumundaki TSK’ya gizliden gizliye çağrı yapanlar bile vardı. -28 Şubat sürecini hatırlatmıyor mu sizlere de?- Nitekim 5 Haziran 1950’de Menderes’i görmeye gelen bir albay ordu içerisindeki, yüksek kademelerde darbe yapmayı düşünen komutanların varlığından söz etti. Menderes o günkü görüşmelerini iptal ettikten sonra bazı bakanlarla birlikte Çankaya’nın yoluna koyuldu. Toplantının sonunda alınan karar Genelkurmay Başkanı’nın ve bazı kuvvet komutanlarının görevden alınmaları oldu. İktidarı almalarından bu yana yalnızca üç hafta olmasına rağmen daha şimdiden iki kez darbe tehdidiyle karşı karşıya kalmışlardı. DP ve özellikle Menderes boyun eğmemekte ısrarcıydı ve Hükümet olarak yaptıkları ilk kanun seneler sonraki ihtilalin ana sebeplerinden birini oluşturacak olan ezanın aslına dönüş kanunuydu. Ezanın aslına dönüşü halkın ezana olan 18 yıllık hasretini bitirmiş, millet Menderes’i bağrına basmıştı.
Hükümet boş durmuyordu,  içeride yasaları yürürlüğe koyarken dış politikada Türkiye’nin yalnızlığına son vermek için çabalıyordu.  İkinci Dünya Harbi’nden sonra Soğuk Savaş’ın ilk sıcak çatışması olan Kore Savaşı çıktığında tarih 25 Haziran 1950 idi. Menderes ve hükümeti iki kutuplu bu yeni dünyada saflarını Batı’dan yana almak istiyordu, bunu da NATO yoluyla kanalize etmeyi umut ediyordu. Ama çeşitli şekillerdeki çabalarımıza rağmen kabul haberi gelmeyince Türkiye, Kore’deki savaşa BM himayesinde asker göndererek bir anlamda Batı’nın gözüne girmeye çalışıyor bir anlamda da NATO’ya girme konusundaki istekliliğini kanıtlıyordu. Bu kez mücadelenin semeresi alındı ve 52 senesinin 18 Şubatında Türkiye NATO’ya girdi. O gün Adnan Menderes Meclis tutanaklarına geçen şu konuşmayı yapıyordu(Başbakanlık genel kurul konuşmaları) :  ‘’Muhterem Arkadaşlar, bu Pakta girişimiz hâdisesinin, memleketimiz için olduğu kadar, bütün dünya için de hayırlı ve uğurlu olmasını temenni ederken heyecanımın daha fazla söz söylemeye müsaade etmediğini görmüş olmanızı talimin ederek, özür diliyorum ve huzurunuzdan ayrılıyorum.’’

Birinci ve II. Menderes Hükümeti memleketi her alanda imar ediyor, fabrikalar açıyor, gerek tohum gerek traktör yardımıyla çiftçinin yüzünü güldürüyordu. Projelerini tek tek hayata geçiriyor, gittiği her yerde kendilerini 2 Mayıs 1954’te siyasi tarihimiz boyunca görülmemiş bir oy oranıyla yeniden seçecek olan halk tarafından muhabbetle karşılanıyordu. Zira DP katılımın %88’e ulaştığı 2 Mayıs ’54 seçiminde %56’nın üzerinde oy almış, iktidardaki yerini sağlamlaştırmıştı. İşte bu noktada genç demokrasimiz tekrardan tecrübesizliğinin kurbanı oldu. DP belki de hiç yapmaması gereken bir işe girişerek zafer sarhoşluğuna kapılarak basına bazı kısıtlamaları öngören kanunlar getirdi, birkaç gazeteci tutuklandı. Ezanın Arapça aslına döndürülmesinden yani iktidarın ilk icraatinden bu yana Ordu rahatsızdı. Üstüne üstlük Menderes her alanda olduğu gibi Ordu’da da reform yapmak istiyordu. Milli Savunma Bakanı askeri mahkemelerin kaldırılmasını ve askeri personelin de sivil mahkemelerde yargılanmasını öngören bir tasarıyla Menderes’in karşısına çıkmış; Menderes Ordu’ya bu konu hakkındaki görüşünü sorduğunda aldığı tepki karşısında Hükümeti’nin MSB istifa etmek zorunda kaldı. Asker ile iktidarın arası hep bozuktu ki bunu en basit örneğiyle on yıllık iktidarı süresince Menderes’in Milli Savunma Bakanı’nı 4 kez değiştirmesinden anlayabiliriz kanaatimce.

6-7 Eylül 1955 tarihine gelindiğinde ise İstanbul-Beyoğlu’ndaki Rumların dükkânları kelimenin tam anlamıyla yağmalanmış ve ayaklanma çıkmıştı. Tam da Harbiye Vekili Fatin Rüştü Zorlu’nun Yunanistan’la Kıbrıs Sorunu’ nu ele aldığı esnada patlak vermişti olaylar ki bunlar sebebiyle Fatin Rüştü konferansı terk etmek zorunda kalmıştı. Olaylar, onlarca dükkânın yağmalanmasının ve Vali Kerim Gökay’ın ve Dahiliye Vekili Namık Gedik’ in istifasının yanında daha da önemlisi ve kötüsü Türkiye’nin imajını dışarıda oldukça zedelemişti. Şöyle ki,  İlber Ortaylı, Türkiye’nin Yakın Tarihi adlı kitabının 110. sayfasında bu konu ile ilgili şunları yazmış:  ‘’(…) Bununla birlikte 1955 yılı 6-7 Eylül olayları Türkiye’nin dışarıdaki adına çok zararı dokunan, aleyhte abartılan bir propagandayı daima besleyen yüz karası bir tertip ve kontrolsüzlük demektir. Anadolu’daki ve Rumeli’deki bin yıllık Türk hakimiyetinin tanımadığı, bilmediği bu saçma tertip, imparatorluğun bıraktığı miras üstünde bir lekedir.’’

Bu noktada ‘57 seçimlerine girmeden evvel dört Menderes Hükümeti’nin(19, 20, 21 ve 22. Hükümetler) bu süre zarfında ne işlere imza attığını görmek amacıyla birtakım verilere birlikte göz atalım. Bunu da ( 22 Şubat’ta ) 1956 Mali Yılı Genel Bütçe görüşmeleri esnasında Menderes’in Genel Kurul’da yaptığı konuşmadan kesitler sunarak yapalım.
‘’(…)Şimdi tezayüt (artış) yalnız taş kömüründe değil, linyitlerde de mevcuttur. 1949’da Devlet sektöründe 777 bin ton iken, 1955’te 1.118.000 tondur. Hususi teşebbüsün linyit istihsali ( üretimi ), 257 bin tondan 500 bin tona yükselmiş bulunuyor. Taş kömürü 2 milyon 706 bin tondan 3 milyon 900 bin tona yükselmiş. Yani 4 milyon tona yükselmiş. İşte bunlar kendisinin de gayretinin gerçekleştirdiği envestismanlar ( yatırımlar ) devrimize rastlayan, Demokrat Partinin büyük cehdü gayretinin neticesi olarak ve seneden seneye birbirini takip eden muntazam bir artışlar silsilesinin neticesinde vâsıl olduğumuz yekûnlardır. ( toplamlardır ) ’’1 Menderes anlatmaya devam ediyor:

‘’(…) Muhterem Arkadaşlar, tasavvur ediniz, 1956-1957 şeker kampanyasında 300 bin ton şeker istihsal edeceğiz. Eğer 120 bin ton şeker kapasitesi içinde kalsaydık, 180 bin ton şeker ithal edecektik. 30 milyon dolara yakın bir para tutuyor. Bugün istihsalde 1950 standartlarında kalmış olsaydık, sadece bu yatırımlardan dolayı 100-150 milyon dolar fazla ödemek zorunda kalacaktık.’’2

‘’(…)Demirde vaziyet nedir? Biz 1950’de demir istihsalini ( üretimini ) 70 bin tonda bulduk. Bu sene 157 bin ton istihsal yaptık. Ne demektir bu arkadaşlar? İki mislinden fazla bir istihsal. Bunun bir hesabını yapacak olursak demirden kazandığımız şey, 100 milyon liradan fazladır. Bugüne kadar 30 milyon dolardan fazla bir dış tediye kazanmış olduğunu görmek mümkündür. (…) Bunun manası, büyük istihsal yapmak devrine artık gereği gibi girmiş olmamızdır.’’3(başbakanlık genel kurul konuşmaları)

‘’(…) Üç kalemde;  tekstil, çimento, şeker… Eğer sadece bu üç kalemde üretimimiz 1950’de ele aldığımız kapasitelerde kalmış olsaydı, şimdiki üretim seviyesine göre bugün sadece bu üç kalem için dışarıya 280-300 milyon lira döviz ödemek mecburiyetinde kalacaktık’’4 (milletin adamları)

Tabii ki bu altı yıllık icraatı iki satıra sığdırmak gibi bir şey söz konusu değil. Nitekim buraya alamadığımız ve memleketin çeşitli alanlarda ulaştığı daha birçok gelişmeyle alakalı başka rakamlar mevcuttur. Bu rakamlar hakkında daha fazla malumat sahibi olmak isteyen okuyucularımız ‘Başbakanlarımız ve Genel Kurul Konuşmaları- Cilt 4’ adlı kitabın 607. sayfasının ‘’22 Şubat 1956 Çarşamba – 1956 Malî Yılı Muvazenei Umumiye Kanunu Münasebetiyle’’ başlığını okuyabilirler.

Peki bu sırada darbe hazırlıkları nasıldı? İstanbul ve Ankara’da subaylar tarafından kurulan iki komita 1957’de birleştirilmiş, genç subayların da katılımıyla genişlemiş, darbe hazırlıkları özellikle 56 yılından sonraki ekonomik dar boğazdan ötürü ve çıkarılan ‘Basın Yasası’ ve ‘Toplantı ve Yürüyüş Yasası’ sonrası hız kazanmıştı. İktidar, basına ve muhalefete tam anlamıyla bir baskı uyguluyordu. Çıkarılan yasalar doğrultusunda birtakım tutuklamalar yapılıyor, bazı hapis cezaları veriliyordu. .(Burada bir karşılaştırma yapmak ihtiyacı hissetim. Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) 1956’da Türkiye’de basına baskı yapıldığını açıklamıştı. Ama hükümet bunu içişlerine müdahale olarak gördü ve tepki verdi. IPI 2011’de Gül ve Erdoğan’a da aynı içerikli bir mektup yazmış ama yine benzer bir tepki verilmişti. Görüldüğü üzere bazı şeyler değişmiyor.) Komitacılar darbe tarihi olarak 27 Ekim 1957’deki seçimlerden iki gün sonrasını yani 29 Ekim’i belirlemişlerdi. Kaybedeceklerini öngördükleri DP iktidarını törenler esnasında tutuklayarak bu işi nihayete erdirmeyi planlıyorlardı. Ama öyle olmadı, DP seçimleri kıl payıyla kazandığında müdahale tarihi, Şubat 1958’e ertelenmişti. Lâkin bu sefer de 9 Subay olayı yaşanmış, komitanın ileri gelen subayları, Menderes’e Bnb. Samet Kuşçu tarafından verilen ihtilal hazırlığı haberi üzerine 16 Ocak 1958’de tutuklanmıştı. Menderes, daha iktidarının ilk ayında iki kez karşılaştığı darbe tehdidiyle bu kez daha kesif bir şekilde yüzleşiyordu. 6 ay süren mahkemeler sonunda sekiz subay serbest kalırken ihbarı yapan Bnb. Kuşçu iki yılla cezalandırıldı.
Erken seçim kararıyla mayıs elli sekiz seçimleri 27 Ekim 1957’ye alınmıştı ve seçim sonuçları geldiğinde demokrat parti azınlığın iktidarı konumuna düşmüştü, seçimi görünürde kazanmıştı. Şöyle ki DP %48 oy oranıyla 424 vekil çıkarırken CHP %41 ile bir önceki seçimlerde 31 olan vekil sayısını 178’e çıkarmıştı. 4’er vekil çıkaran Hürriyet Partisi ve Cumhuriyetçi Milet Parti’sinin de oyları hesaba katıldığında muhalefetin oyları iktidardan fazlaydı. Tehlike çanları DP için çalıyordu, bir anlamda sonun başlangıcıydı ve bu zamandan sonra da iktidar daha sert bir politika izlemeye devam etmişti. Aslında Yassıada’daki sayısız davaların temelini oluşturacak olan Anayasayı İhlal davasını meydana getiren birçok hadise de seçimlerden sonraki bu dönemde cereyan etmişti. Dediğimiz gibi iktidar ve muhalefet arasında seçimlerden önce başlayan gerilim hala devam ediyordu ve hava son derece sertti. Ta ki 17 Şubat 1959’ta Başvekil Menderes’i taşıyan uçağın Londra yolculuğu esnasında kaza yapmasına kadar. 5-11 şubat 1959 tarihlerinde Zürih Konferansı’nda Kıbrıs’ın durumu İngiltere-Türkiye-Yunanistan arasında müzakere edilmiş ve bağımsız bir devlet kurulması kararına varılmıştı. İmzalanan Zürih Anlaşması’nda sonra taraflar Londra Anlaşması’nı imzalamak üzere 18 Şubat’ı belirlemişlerdi. İşte Menderes’in uçağı bu amaçla yoldaydı ama bu kaza aralarında vekillerin bakanların gazetecilerin bulunduğu 14 kişinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanmış, Menderes mucize eseri kurtulmuştu. Bu durum siyasetteki o sert rüzgarı azıcık da olsa yumuşatmıştı. Menderes halk tarafından büyük bir muhabbetle ve özlemle karşılanmıştı. Tabi ki bu durum uzun sürmedi ve her şey eski haline döndü. Ordu’ya göre iktidarın yanlış politikaları işleri iyice çıkılmaz bir noktaya sürüyordu. Bu dönemde cereyan eden ve orduya için ihtilali kaçınılmaz kılan bir iki hadiseye baktıktan sonra darbe sabahına ve ardından Yassıada yargılamalarına geçelim.

Bunlardan biri Topkapı Olayları olarak adlandırılan, 4 Mayıs 1959’da İnönü’nün İstanbul ziyareti esnasında aracının durdurulması ve sonrasında halkın saldırısına maruz kalmasını kapsayan olaylardır. Daha fazla uzatmıyorum ve doğrudan iddianamede geçen kısmı alıyorum (zaman gazetesi mayıs’10): ‘’Sanık Celal Bayar ve Adnan Menderes, tek parti diktatörlüğünü gerçekleştirmek amacıyla ve muhalefetin görevini yapamaması yolunda yıllardır tatbik eyledikleri kanun, karar ve fiillere ilaveten, bu partinin mevcudiyetinin en önemli unsuru olarak gördükleri İnönü’yü öldürerek muhalefetin başını koparmak yollarını aradıkları, bu istikamette politikalarıyla anayasa dışına çıktıkları…  Bu politikalarını da Topkapı’da uygulamaya koyduklarını görüyoruz.’’

Bir diğeri Kayseri Olayları idi ve baş aktör yine İnönü’ydü. 2 Nisan 1960’ta Kayseri’ye hareket eden İnönü’nün treni güvenlik tedbirlerinin yeterli olmadığı gerekçesiyle durduruldu. Kendisinin şehre girmemesi yahut gerekli tedbirler alındıktan sonra girmesi istenmesine rağmen bu karara sert bir tepki gösteren İnönü yoluna devam etti. Ordunun gözünde hala Başkomutan olarak görülen İnönü’nün yolunun bu şekilde iki kez kesilmesi ve O’na karşı olayların vuku bulması tabi ki ordunun darbe sebeplerinden birini teşkil edecekti. Bu hadisede ordu ciddi anlamda tarafını seçmişti.

İhtilalden bir ay önce yani nisan 1960’ta DP, ahval böyle iken hiç yapmaması gereken bir şekilde CHP ve basının faaliyetlerini incelemek üzere bir tahkikat komisyonu kurdurdu. Basın üzerindeki baskı akıl almaz bir hal almıştı. (İktidarının ilk döneminde basın özgürlüğü ve demokrasi adına olumlu işlere imza atmış bir kadronun birkaç yıl içinde bu tarz kararlara vasıl olmasını anlamak mümkün görünmüyor. Belki ekonomik zorluklarla birlikte muhalefetin yarattığı panik, belki demokrasi tecrübesizliği, belki alınan yüzde elli küsur oyun verdiği güvenle ben bilirimci tavır… Bugün ile mukayese etmek amacıyla baktığımda ben, yüzde elli küsur oyla alınan bir desteğin iktidara aşırı güven verdiğini, sanki ne istersem yaparım havasına soktuğunu inkar edemeyeceğimiz kanaatindeyim.) Cuntacıların ifadesiyle bardağı taşıran son damlaydı. İnönü 18 Nisan 1960’ta mecliste orduya gerekli mesajları içeren şu cümleleri kurdu: ‘’Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir haktır, bu yolda devam ederseniz sizi ben bile kurtaramam.’’

28-29 Nisan’da İstanbul ve Ankara’da öğrenci protestoları yaşanmış, bu olayları 555K (5 mayısta Kızılay’da) takip etmişti. Öğrenciler ‘’Kahrolası diktatörlük!’’ ve ‘’Hürriyet isteriz!’’ sloganları atıyorlardı. Olayların önü alınamıyordu. 21 Mayıs’ta Harbiyelilerin yürüyüşü artık kesinkes darbenin kendisiydi. Bu yürüyüş organizasyonundan cuntanın haberi yoktu. Kaldı ki yürüyüşten sonra Harbiye’nin taşınması kararı üzerine belki daha sonra yapılacak olan darbe için son ve kesin hazırlıklar tamamlandı. 27 Mayıs 1960 sabahı saat dört civarı Kurmay Albay Alpaslan Türkeş, ordunun yönetime el koyduğunu radyodan ilan etti.
Darbe haberini alan Cumhurbaşkanı Bayar giyindikten sonra salonda ne yapacağını bilemez halde beklerken onu tutuklamakla görevlendirilen Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanı Albay Osman Köksal, Bayar’a istifa etmesini söylemiş, Bayar cevaben milletin kararıyla geldiğini ve gitmesinin de aynı şekilde olacağını söylemişti. Elindeki silahı önce askerlere doğrulttu sonra kendisine. Askerlerin ısrarıyla silahı bıraktıktan sonra diğerleri gibi Harp Okulu’na götürüldü.

Menderes ise haberi Eskişehir’de seyahatteyken almış, Kütahya’ya doğru yola koyulmuştu. Her ne kadar burada Valilik binasında direnmeyi düşünse de sonra vazgeçmiş ve tutuklanarak Harp Okulu’na konulmuştu.

CHP tarafında uzun zamandan beri bekledikleri ‘müjdeli’ haberi almanın sevinci vardı. Milli Birlik Komitesi (MBK) Başkanı Cemal Gürsel, İnönü’yü aramış, bir emrinin olup olmadığını sorumuştu. İnönü’nün cevabı şu şekildeydi: ‘’Büyük bir iş yaptınız, asıl ben sizin emrinizdeyim’’(zaman- 27 mayıs 2010).  Zaten birkaç gün sonraki MBK yemin töreninde İnönü de yer alacaktı.

Harp Okulu’ndan yargılamaların yapılacağı ve DP’lilerin türlü kötü muamelelere maruz kalacağı Yassıada’ya tahliyeler birkaç hafta içinde yapıldı. 14 Ekim 1960’ta başlayan duruşmalar 15 Ekim 1961’de sona erdi. Menderes ve arkadaşları 19 ayrı davadan yargılandı. 202 oturum yapıldı. 1100 sanık ifade verdi. Yargılama sırasında 6 sanık öldü. 15 kişi için idam cezası verilirken bunlardan yalnızca 3’ü uygulandı. 402 sanık müebbet dahil çeşitli cezalara çarptırılırken 135 sanık tahliye edildi.(zaman-27 mayıs 2010)

Yargılamalarla ilgili araştırma yaparken internette bazı ses kayıtlarına rastladım. Bunlar Menderes’in kendi ağzından savunmalarıydı ve tabi ki Başsavcı Altay Ömer Egesel ve Hakim Salim Başol’un aşağılamalarını da içeriyordu. Buna karşılık Menderes hiçbir şekilde nezaketi ve saygıyı elden bırakmıyordu. Her söz aldığında ‘Muhterem Beyefendi’  ‘Reis Beyefendi, bir konuya temas buyurmak istiyorum müsaade ederseniz’  şeklinde karşısındakilere hitap ediyordu.

Tutuklandıktan itibaren beş ay boyunca kimseyle görüşmesine izin verilmeyen ve özellikle adaya getirildikten sonra duruşmalara kadar kimseyle konuşmayan Menderes ilk duruşmasında sözlerine şöyle başlıyor: ‘Pek muhterem Başkan ve Yüce Divan, muhterem yüksek iddia makamı; sözlerime başlamadan önce not ettiğim müdafaamda tekrarlar, hatalar ve dil sürçmeleri olursa mazur görmenizi son derece istirham ederim.’  Gerçekten de adaya getirilen 120 özel askere eğitimleri esnasında konuşmamaları sürekli biçimde telkin edilmişti. Hatta konuşursan arkadaşının kurşunuyla ölürsün denilmişti. Nöbetçi subaylar ve askerler hiçbir şekilde konuşmuyorlardı. Hayatının son on senesini meydanlarda, mitinglerde, kalabalık meclislerde geçiren ve son derece iyi bir hatip olan bir insan için ne büyük bir eziyet olduğunu düşünebiliyor musunuz? Menderes de bunu şöyle ifade ediyor: ‘Hiç kimseyle konuşmamak ve 24 saat karşı karşıya bulunmak tahammül edilemez bir şeydir.’

Aslında duruşmalar başlamadan çok önce bu işi yapanlar Menderes’i asmayı kafalarına koymuşlar. Öyle ki idamlara ortam oluşturmak amacıyla ve belki de olası bir halk isyanını önlemek amacıyla Menderes’i önce halkın nezdinde küçük düşürmeye uğraştılar. Bazen bu kendisine yöneltilen bu şekildeki suçlamalara dayanamayan Menderes gözyaşlarını tutamıyordu. Bu amaçla Savcı Egesel, Menderes’i camiye abdestsiz gitmekle itham ediyor, Kadir Gecesi’nde camiye gitmesini ise sadece cemaatin arasında görünmek amacıyla ilişkilendiriyordu. Ve hatta Yassıada’da Kuran’ı abdestsiz okuduğunu söylüyordu. Tabi ki tüm bunlar akşam radyolarda ‘Yassıada Saati’ propaganda programında bütün Türkiye’de dinleniyordu.

Propaganda bunla sınırlı değildi. Adaya getirilmelerinden sonra şiddet gördüklerine yönelik haberleri yalanlamak maksadıyla bir gece tüm tutuklular ayağa kaldırılarak sanki ilk defa adaya geliyorlarmış havası yaratılan bir mizansenle filme alınıyorlardı. Menderes ve Bayar yemek yerken kayda alınıyor, dış ses arkadan ‘sofrada bir tek havyar eksik’ yahut Menderes’e ithafen ‘Poz vermeden edemez’ şeklindeki sözlerle aşağılıyordu. Öyle ki yıllar sonra Bayar, kızı Nilüfer Gürsoy’a bu filmler yüzünden intihar girişiminde bulunduğunu söylemişti. Bu propaganda filmleri sinemalarda gösteriliyordu.

Menderes ve arkadaşlarının bu ve bunun gibi birçok aşağılamalara maruz kaldılar. Yazmaya kalkışsak en az iki sayfa daha süreceğinden uzatmamak maksadı ile burada kesmek zorundayız.

Daha kararlar açıklanmadan, mahkeme sonlanmadan İmralı adasında hazırlıklar yapılmıştı. Darağaçları kurulmuş, mezarlar kazılmıştı. Son duruşmada idam kararları açıklanmıştı. Bundan sonrasını ben değil, Yassıada’da görev yapmış ve idamlarda bulunmuş bir asker olan Muzaffer Erkan anlatsın:

‘’Savcı Egesel, hakaret içeren konuşmalar yapıyordu. Son celse sonunda Menderes’e, ‘Ya Menderes, nasıl da ölüme çarptırıldın değil mi?’ gibi olmayacak cümleler sarf etti. Bir başbakana söylenmemesi gereken laflar söyledi.(…)Celal Bayar hiçbir zaman korkmadı. Beni kimse idam edemez, biz bu memleketin münevver adamlarıyız diyordu. İmralı’ya botla gidilirken Hasan Polatkan’ı teselli etmeye çalıştı. Polatkan’a, ‘Oğlum Hasan, üzülme. Yarın öbür gün bizi tahliye edecekler, bizi asamazlar.’ diyordu. Polatkan, ‘Beni asamazsınız, ben suçsuzum.’ diyordu. İmralı’ya gittik. Önce Celal Bayar’ı gardiyanlara teslim ettik. Her sanık, ayrı ayrı tek kişilik hücrelere koyuldu. Bayar ve Menderes’le 14 bakan o gece idam edilecekti. O gece telsizler çalışmadı. Ada komutanı Tarık Güryay, hücumbotla adaya geldi ve infazların durduğunu söyledi ama Zorlu ve Polatkan infaz edildi. İnfazların durdurulma emri Ankara’dan, Cevdet Sunay’dan geldi ama infazlar olacaktı zaten.(…)İçeride Adnan Menderes ve tabip tümgeneral vardı; Menderes hasta olduğu için idam edilmesine izin vermiyordu. Sonra İstanbul’a telefon ettiler, deniz hastanesinden başka bir doktor getirttiler. Yeni gelen doktor, Menderes’in burun deliklerine ve gırtlağına merhem sürdü, bir hap içirdi. Oradakilere,  ‘Birazdan düzelir.‘ dedi. Menderes iyi değildi, çok hastaydı. Verilen ilaçlarla biraz kendine gelir gibi oldu ama hala ayakta durmakta zorlanıyordu. O ilaçları verdikten sonra İstanbul’dan gelen doktor, ‘İdam edilebilir’ kağıdını imzaladı. Menderes’i alarak bota bindirdik; iki teğmen ve bir yüzbaşının yanındaydı. Yanındaki subaylara, ‘Nereye gidiyoruz?’ diye sordu. Subaylardan biri, ‘Seni deniz hastanesine, İstanbul’a götüreceğiz. Orada muayene olduktan sonra da Ankara’ya götüreceğiz. Çocuklarına, ailene kavuşacaksın.’ diye yalan söyledi. Menderes buna çok sevindi ve ‘Ne mutlu bana, kurtuldum.’ dedi. Fatin Rüştü’nün ve Hasan Polatkan’ın asıldığından haberi yoktu-İmralı’ya gelince durumu anlayarak yanındakilere,  ‘Yanlış yere mi geldik evladım?’ diye sordu. Yanındaki subaylar, ‘Hayır efendim, görevimiz bu.’ dedi. Menderes’in ellerini kelepçeleyip dinlenme salonuna aldılar. Üç saat başında nöbet tuttum. Bu arada Savcı Ömer Egesel geldi, Menderes’in ceketine ölüm fermanını astı ve ona, ‘Ya Menderes, aradığını buldun, sen de asılacaksın.‘ gibi alaycı laflar söyledi. Bir başsavcının bunu söylememesi gerekir. Sonra Menderes’i odadan çıkardılar. Ada komutanı Tarık Güryay, Menderes’in arkasından, ‘Hayırlı yolculuklar Menderes!’ diye bağırdı. Adnan Menderes, sehpaya çıktığında son sözleri şöyle oldu: ‘Türkiye’ye 10 sene başbakanlık yaptım. Türk tarihi sekiz senemi yazacak, son iki senemi de dalkavuklar. Oğlum Yüksel’in devlet tarafından okutulmasını istiyorum. Kaleminden altın damlasın, bizim gibi olmasın.’ Bu sözlerden sonra cellat taburesini indirdi ve Menderes can verdi. Uzun süre bir şey yememişti, midesi boştu. Sadece bir süre önce bir tane şeftali yemişti. Asılınca şeftalinin suyu, ölüm fermanı kağıdını ıslattı.”( internethaber.com 18.09.2012 tarihli haber)

Ne kadar uğraştılarsa da O’nun gibi bu milletin büyük sevgisine vasıl olmuş bir Başbakanı gönüllerden silemediler.

Bu darbe demokrasimizin ilk darbesiydi ama maalesef sonuncusu olmadı. Allah ülkemizi dikta rejiminden ve darbelerden muhafaza etsin diyerek yazımı sonlandırıyorum. Önümüzdeki haziran seçimlerinin huzurlu bir ortamda geçmesini ve ülkemiz için en hayırlı olacak bir biçimde neticelenmesini umut ediyorum.

http://kuresel.org/adnan-menderes-portresi/





Reklam veya Propaganda Bağlamında Türkiye’de  Siyasal Reklamcılık


3 CÜMLE 3 DÖNEM İKTİDAR ( 4 LÜ TAKRİR VE SONRASI )

 '' YETER ARTIK SÖZ MİLLETİNDİR '' VE  '' DEMOKRAT PARTİNİN KURULUŞU ''




Kavramsal Bir Değerlendirme: 


İkna etme ve ikna olma süreci insanların dünyadaki varlığıyla paralellik göstermektdir. Aralarında iletişim olmayan insanların  kullandığı ilk ikna 
yöntemi sert güçtür.(hardpower)  Bir başka deyişle, fiziksel gücü olanın istediğini karşı tarafa yaptırmasıdır. Bu yöntem güncelliğini korumakta, 
2008 yılındaki güney Osetya savaşı* olduğu gibi devletlerin güvenlik politikaları na bağlı olarak kullanılmaktadır. Bu klasik yöntemin dışında insanları yumuşak güç(softpower) ile ikna etme yani kendi rızalarıyla ikna etme yöntemi bulunmaktadır. Çalışmamız içerisinde İnsanları kendi rızalarıyla  ikna etme yöntemlerinden propaganda ve reklam kavramları incelenecek , Türkiye’deki siyasal reklamcılık kavramının anlamsal olarak yaslandığı reklam bağıntısı incelenip,siyasal reklamcılığın propagandayla ilişkisi Türkiyedeki “siyasal reklamcılık” örnekleri ile ortaya konmaya çalışılacaktır.

Siyasal reklam veyahut Propaganda

Yüzyılın başlarında herkes tarafında mucize ikna yöntemi olarak kullanılan propaganda artık sadece bir kimseyi kötülemek için kullanılmaktadır. Halbuki 2.dünya savaşında propaganda ikna yöntemi herkes tarafından kullanılır, Propagandayı sistemli bir şekilde yürütmek isteyen devletler ise Propagan  da bakanlığı kurmuştur.[1]
19.yüzyıl’daki ilk iletişim teorisyenleri politik ve ticari ikna oyunlarını  birlikte kullanmışlardır. Propaganda devlet adamlarının kamuoyunu iknasında ,
 reklam ise kamuyu ticari etkinliklere iknada kullanılmıştır.[2] Çıkış noktası olarak, ‘’Propagere’’kelimesinden gelen Propaganda kelimesi ilk olarak 16. Yüzyılda Katolik kilisesi tarafından Protestanlara karşı kullanılmış kilise içi dini bir terimdir. Kelime anlamı olarak “ bahçıvanın taze bir bitkinin filizlerinin yeni bitkiler üretmek için(bu yeni bitkiler kendi hayatlarını yaşamaya başlıyacaklardır) toprağa dikmesi anlamına gelmektedir. 
Konuyu Oxford sözlüğü, ‘’bir doktrin yada uygulamayı yaymak için desteklemek ya da tasavvurda bulunmak” olarak açıklamış,[3]  TDK* ise “Bir öğreti, düşünce veya inancı başkalarına tanıtmak, benimsetmek ve yaymak amacıyla söz, yazı vb. yollarla gerçekleştirilen çalışma, yaymaca” olarak tanımlanmıştır.  Reklam ise Fransızca kökenli “réclame” kelimesindengelmekte, TDK ise reklamı “Bir şeyi halka tanıtmak, beğendirmek ve böylelikle sürümünü sağlamak için denenen her türlü yol   “[4] Bir başka tanıma göre “bir ticari, sinai vb. Bir kuruluşu tanıtmayı ve harhangi malın satılını artırmayı amaçlamıştır.”Bu amacını gerçekleştirirken kitle iletişim araçlarını kullanmaktadır.[5]

Reklam ve Propaganda ile ilgili her iki tanımın tarihsel kökeni eski de olsa modern anlamdaki kullanımları kitle iletişim araçları ile gerçekleşmiştir. 
Ancak günümüzde propaganda kelimesi kullanılmamakta, politikacılar propagan da yaptıkları halde propaganda kelimesini kullanmaktan kaçınmaktadırlar. Bunun yerine reklam kelimesi kullanmakta, seçim dönemlerinde halkı ikna ederken yaptıkları propagandaya bile siyasal reklam demektedirler. Hatta seçim döneminde bir siyasetçi propaganda yaparken diğer bir siyesetçiyi,seçim kanununa göre yasal olmasına rağmen[6],  

Propaganda yapmakla suçlu olduğunu söylemekte, diğer politikacının meşru bir yöntem izlemediğini ifade etmektedir.Aslında Propaganda kelimesi nötr bir kelimedir[7] ve kullanılma amacına göre değişir, propagandaya karşı kötü algı oluşmasının en büyük etkisi 2. Dünya savaşında açık olarak kötü amaçlarla* Hitler’in yaptığı propagandalardır. Halbuki tanım ve uygulama bakımından reklam ve propaganda arasında bir fark yoktur. Çünkü reklam  sadece ticari bir amaçla, kaynağın hedeflediği amaç için, tüketiciyi ikna ettiğinden anlam kötüleşmesi yaşamamıştır. Yapılan tanımlamalardan reklamın da aslında bir ürün propagandası olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, siyesetçiler tarafından 
yapılan siyasal propagandaya siyasal reklam demek sadece propaganda kelimesinin kötü algısından kaçmak olacaktır.

Bir başka görüşe göre, reklamın propagandadan farklı bir ikna  yöntemi olduğu ile ilgili görüşler bulunmaktadır. Ancak reklam, tanım, teknik ve amaç bakımından propaganda ile aynıdır. Reklam propagandadan pazarlama yönüyle ayrılmaktadır.
Öte yandan, bir siyasal partinin ideolojisini halka tanıtmasını, anlatmasını ve o ideoloji ile  vaat ettiği hayatı, ticari amaçlarla ortaya çıkmış, reklam gibi yansıtmak küreselleşme ile gelen serbest piyasa ekonomisinin bir etkisidir. Siyaset endüstrileşmiş, bir pazarlama kampanyasına dönüşmüştür. Bu durum, siyaset algısının  da değiştiğini gösterir. Bir başka deyişle, siyaset ticarileşmiştir. Böyle olunca , Partiler ürün ,seçmen ise tüketiciye dönüşür. Ürünün sahibi yani parti başkanları, üyeleri ve paydaşları tüketiciye(seçmene) ürünü sattırmak için, para karşılığında reklam yaptırmaları siyasal reklam olacaktır.[8] Reklam, propagandanın tüm yönlerini kullanır ve yeni teknikler uygular. Ancak amaç itibariyle,ister ticari olsun, ister siyasi , propaganda ile aynı amacı paylaşır. Bir başka deyişle, reklam da bir propagandanın türüdür. Bu sebeple, siyasal “propaganda” veya “reklam” özü itibariyle aynı anlamı taşıyacaktır.
Sonuç olarak, reklam ve propaganda birebir özdeş olmamakla birlikte, reklam propagandanın bir türüdür. Kitlelerin rızalarının üretilmesinde, devletler demokratik ve daha şeffaf bir yönetime geçmesi, propagandada daha sofistike yöntemlere ihtiyaç duyulmuştur. Bu amaçla da propagandanın sadece nazi ve stalin rusyasındaki gibi totaliter rejimlerde olduğunun algılatılması, siyasal reklam adında propagandanın devam etmesini sağlamaktadır.[9] Bu yöntem, ikna konusunda propagandadan daha masum gözüktüğü için , yöntemin alıcı gözündeki güvenilirliğini korumaktadır. Bu sebeple, siyasal reklamda siyasal propagandanın bir alt türü olmaya devam edecek, iktidara giden yolun temel dinamiği olacaktır.

Türkiye’de Siyasal Reklamcılık

Türkiye’de  1950 yılında çok partili yaşama geçilmesiyle CHP ve DP arasında rekabet artmıştır. Yalnız 1950 ve 1977 yılları arasındaki dönemde klasik propaganda araçlarından  basılı yayın ve radyo kullanılmıştır.  Bu sebeple, pazarlama stratejisiyle hazırlanan bir siyasal reklam yoktur. Ayrıca bu dönem içerisinde paralı propaganda yoktur. Bu dönemde, 2 slogan önemlidir.1950 yılındaki Demokrat Partinin seçin sloganı “ yeter söz miletindir”  ve  1973 yılındaki CHP genel başkanı Ecevitin “Karaoğlan” lakabı,  akılda kalıcılık bakımından başarılıdır. 1950 yılında DP tek slagonu “ yeter söz milletindir” olmuştur. Slagonu bulan ve afişi hazırlayan Teknik Öğretim Müşteşarlığında görevli bir memur olan Selçuk Milardır. Bu slogan, kendisinin Urfa’da bir şantiyeye sürgün edilmesine sebep olmuştur.[10] 1973 yılında ortaya çıkan Ecevit’in Karaoğlan lakabı ise Sivasın yıldızeli ilçesindeki bir nineye borçludurlar.[11]

Paralı Propaganda devri: 

Siyasal reklamlar Türkiye’de ilk siyasal reklam 1983 seçimlerinde uygulanmıştır. Resmi gazetinin 7 temmuz 1983 kararıyla gazetelerde paralı ilan yayınlatma hakkı tanınır. Bu dönemde özellikle Milliyetçi Demokrasi parti ve Anavatan partisi ajanslarla anlaşarak, siyasal reklam kampanyaları oluşturmuşturlar. MDP’nin reklam sloganları :” Dünü unutma Türkiyem, yarına güvenle bak.”, “Türkiye için Evet” şeklinde oluşturulmuş, Anavatan Partisi ise :” Sokaktan korkmamak güzel şey”, Kimse işsiz kalmayacak”, “Taş yerinde ağırdır” şeklinde seçim afişleri oluşturulmuştur.

1987 ve 1991 seçimlerinde siyasal reklam, lider imaj çalışmasına dönmüştür. Bu dönemde farklı bir yöntem izleyen lider, Turgut Özaldır. Özellikle TRT’de yayınlanan “icraatın içinden” programında düzenli propaganda yapma imkanı bulmuştur.

2002 seçimlerinde ise dikkat çeken partiler, AKP, MHP, CHP  seçim reklamları, afişleri, şarkıları ve sloganlarıyla  ciddi reklam bütçeli partiler olmuştur. “2002 seçimleri sonucunda Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk yaşanmış, daha önceki dönemde TBMM’de bulunan siyasi partilerden hiçbiri 3 Kasım 2002 seçimlerinde seçmenden bekledikleri ilgiyi görememiş ve ülke barajının altında kalarak mecliste temsil edilememişlerdir.”[12] Ak parti 40 günde 68 miting yapmıştır. Ak partinin seçim kampanyalarını hazırlayan Alter ajans ise bu durumu: “Tayyip Erdoğan Cumhuriyet tarihinin en önemli siyasi markalarından biridir.” Şeklinde açıklamıştır.[13] CHP ise Deniz baykal önderliğinde mitingler düzenlemiş, başarılı olunamamıştır. Bunun sebebi olarak daha önceki seçimlerdeki “ Ocağınıza incir ağacı dikicekler” sloganın etkili olduğu belirtilmektedir.

2007 ve 2011 seçimlerindeki siyasal reklamlara baktığımız zaman, 3 partinin siyasal reklam bütçeleri dikkat çekicidir. Bunlar, AKP, MHP ve CHP’nin reklamlarıdır. Böyle olmasında yüzde onluk barajına göre yapılan devlet yardımlarının da etkisi vardır. Bu iki seçim döneminde Akp iktidarını korumuş ve bu durum seçim sloganlarını etkileşmiştir. Akp daha çok istikrar vurgulu, icraatlarını anlatan afişler kullanmıştır. Özellikle “ haydi bir daha, bir daha bir daha” seçim şarkısı ve “hedef 2023” sloganları  bu durumu örneklemektedir. [14]Chp ise 2002 yılından beri, muhalefeti korumaktadır.  Seçim sloganlarında da özel konulara değinmiştir. Bunlar “intibak yasası, 2b sorunu ve yoksulluk maaşı” gibi konular olmuştur. [15]

Mhp’nin ise 2011 seçim sloganı “ Ses ver Türkiye” olmuştur. Mhp’de sosyal konulara ağırlık varmıştir. “yoksula aş, esnafa iş, hilal kart, helal kart” bunun örneklemektedir.[16]

2007 ve 2011 seçimlerinin bir başka özelliği ise siyasal partiler propaganda yaparken sadece siyasi reklam olarak klasik mecraların yanında internet ve sosyal medyayı kullanmaya başlamışlardır. Özellikle Twitter’ı kullanarak, interaktif bir etkileme süreci başlamıştır.


SONUÇ

İknanın öncesindeki inanma eylemini etkileyen kavramlar, algılamamızı etkileyen önemli etkenlerdir. Bu sebeple, reklam ve propaganda 
kavramlarının gerçek anlamları ve algılandıkları anlamlarını, birbirleriyle ilişkisini, siyaset çerçevesinde açıklamaya çalıştık. Bu bağlamda , 
Türkiyede’ki  seçim dönemlerideki siyasal reklamcılık örnekleri incelenmiştir.

KAYNAKÇA

1.QUENTIN, Pol. La Propagande Politique.Paris:Librairie Plon, 1943.
2.BROWN, J.a.c. Siyasal Propaganda. Çev., Yusuf Yazar. İstanbul:Ağaç yayıncılık,1992
3.ÇINARLI, İnci. Stratejik İletişim Yönetimi. İstanbul: Beta yayım dağıtım a.ş, 2009
4.DALKIRAN, Nesrin. Siyasal Reklamcılık. İstanbul:Türkiye Gazeteciler Cemiyeti yayınları, 1995
5.ÖZKAN, Necati, Seçim Kazandıran Kampanyalar. İstanbul:Kapital Medya a.ş, 2004
6.UZTUĞ, Ferruh, Siyasal Marka. Ankara:Mediacat yayınları,1999
7.AZİZ, Aysel, Siyasal iletişim. Ankara:Nobel yayın dağıtım,2003
8.KALENDER, Ahmet. Konya:Çizgi kitapevi yayınları,2000
9.DI JORIO, Irene, POUİLLARD, Vérenonique. “Le savon, le président et le dictateur”, Vingtiéme siécle, Revue d’histoire, 3-9.

DUMAN, Doğan, SUN İPEKŞEN, Serçin. , “Türkiyede Genel seçim kampanyaları (1950-2002)”,Turkısh studies- International Periodical For The 
Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 8/7 Summer:2013


*Güney osetya savaşı, Ağustos 2008 tarihinde Güney Osetya – Rusya – Gürcistan ve son olarak Abhazya‘nın katılımı ile aralarında gerçekleşen 
gerilim ve çatışmalarla başlayan savaştır.

**Türk Dil Kurumu

[1] Pol Quentin, La Propagande Politique(Paris: Librairie Plon,1943), 22.
[2] Irene Di Jorio et Véronique Pouillard, “Le savon, le président et le dictateur”, Vingtiéme siécle, Revue d’histoire, 3-9.
[3]J.a.c Brown, Siyasal Propaganda. Çev. Yusuf Yazar(İstanbul:Ağaç yayıncılık,1992), 11.
[4] Türk Dil Kurumu, “Güncel Türkçe sözlük,”Reklam
[5] Nesrin Dalkıran, Siyasal Reklamcılık ve basının rolu, (İstanbul:Türkiye Gazeteciler cemiyeti,1995) 1.
[6] Yüksek seçim kurulu, “seçim kanunu”
*Hitler, 2. Dünya savaşı öncesi, propaganda bakanlığı ile halkı savaşa hazırlamıştır.
[7] İnci Çınarlı, Stratejik iletişim yönetimi,(İstanbul:Beta basım yayım,2009)
[8]Şengül Özerkan, Yasemin İnceoğlu, iletişimde etkileme süreci,(İstanbul:Metinler matbacılık,1997)
[9] İnci Çınarlı, a.g.k,2009,25.
[10] Necati Özkan, Seçim Kazandıran Kampanyalar,(İstanbul:Kapital Medya Aş.,2004) 33.
[11] Necati Özkan, a.g.k,2004, 37.
[12] Doğan Duman, Serçin sun ipekşen, “Türkiyede Genel seçim kampanyaları (1950-2002)”,Turkısh studies- International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 8/7 Summer: (2013) 133.
[13] Doğan Duman, Serçin sun ipekşen, a.g.m.(2013) 134.
[14] Ak parti, “dosya arşivi”, önceki yıllara ait seçim şarkıları
[15] Cumhuriyet halk Partisi, “seçim 2011”, seçim bilboard ve raket reklamları
[16] Milliyetçi Hareket Partisi, “medya”,(Erişim:25.10.14), http://www.mhp.org.tr/mhp_index.php


http://kuresel.org/reklam-veya-propaganda-baglaminda-turkiyede-siyasal-reklamcilik/

9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

..

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL VE ÖNCESİ BÖLÜM 7




TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 
12 EYLÜL VE ÖNCESİ   
BÖLÜM 7





12 MART MUHTIRASI SÜRECİNDE ÜNİVERSİTELER VE ÖĞRENCİ OLAYLARI


1946’da üniversitelere sağlanan özerklik 27 Mayıs 1960 müdahalesiyle kesintiye uğradıktan sonra, 1961 Anayasası ile ilk kez üniversiteler anayasal düzeyde düzenlenmiştir.144 Üniversitelere bilimsel ve idari özerklik kazandırılmış, siyasi partilere üye olma yasağının üniversite üyelerine uygulanamayacağı belirtilmiş, üyelerin, serbestçe araştırma ve yayın yapabilecekleri ileri sürülmüştür.145
1960’ların başında Kıbrıs odaklı önemli gelişmeler yaşanmıştır. Kıbrıs sorunu Londra ve Zürih anlaşmalarıyla geçici bir çözüm yoluna sokulmuştur ancak 1963 yılı Aralık ayında meydana gelen olaylar tepkilerin yeniden artmasına neden olmuştur. CHP-Bağımsızlar Azınlık Hükümeti döneminde 27-28 Ağustos 1964’te Ankara ve İstanbul'da düzenlenen öğrenci protesto hareketleri halkın da katılmasıyla büyük bir batı ve özellikle Amerika aleyhtarı gösteri halini almıştır. “Johnson sahte dost”, “Bizi dolarlarınızla satın alamazsanız”, “Amerikalı, memleketine dön!” gibi slogan ve dövizler Türk gençlerinin Amerika’nın Kıbrıs politikasına karşı takındıkları tavrı şiddetli şekilde açığa vurmuştur.146


141 11.01.1971 tarihli “Türk-İş’in Parti Kurma Çalışmaları”, başlığını taşıyan belge [Cumhurbaşkanlığı Cevdet Sunay Arşivi Yer No: 5/6–19; 
Fihrist No: 7781–45].
142 DİSK (Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) Kocaeli Bölge Temsilciliğinin 13.03.1971 tarihli basın bülteni [Cumhurbaşkanlığı 
Cevdet Sunay Arşivi Yer No: 5/6–13; Fihrist No: 7709–7].
143 Mustafa Kemal Derneği tarafından Cumhurbaşkanlığı makamına gönderilen 27.12.1970 tarih ve özel sayılı yazı 
[Cumhurbaşkanlığı Cevdet Sunay Arşivi Yer No: 5/6–19; Fihrist No: 7781–5].
144 Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, 8. Bs., İstanbul, Alfa Yayınları, 2001, s.328.
145 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Resmi Gazete, 31.5.1961 No: 10816.
146 Bülent Daver, “Türk Üniversite Öğrencileri Ve Siyaset”, AÜSBF Dergisi, C:XIX, No.3, 1964, s.45.

Aynı yılda üniversite öğrencilerinin reform talepleri gündeme gelmiştir. Bunun için İstanbul Üniversitesi’nde eylemler yapılmıştır. Öğrenciler eğitim sistemini şikayet etmişler reform çıkmazsa eylemlerinin artacağı uyarısında bulunmuşlar dır.147 Öğrenci örgütleri 12 maddelik ağır suçlamalarla dolu bildiri yayınlayarak, İstanbul Üniversitesini bir skandal ocağı halinde vasıflandırılmıştır, öğretim üyelerini çeşitli açılardan ağır bir şekilde suçlamışlardır. Tıp Fakültesi öğrencileri yeni yönetmeliği protesto için dersleri boykot kararı almışlardır. 148 1964’te yaşanan bu olaylar üzerine AP’li Senatör Profesör Celal Ertuğ öğrenci örgütleri nin köklü bir reform talebi ile devlete, üniversiteye karşı sert bir direnme reaksiyonuna geçtiklerini, bütün bu kaynaşmalar, ağır ithamlar karşısında İstanbul Üniversitesi yetkililerinin sustuğunu ifade etmiştir.149
1965 seçimleri öncesi TİP, sağ ideoloji savunucuları tarafından komünistlik ve dinsizlik suçlamalarına maruz kalmıştır. Aydınlar arasında oldukça rağbet gören solcu ideolojinin 1962 sonrasında yayılma göstermesi sağcı ideoloji savunucuları nı rahatsız etmiştir. 1962 yılında kurulan Sosyalist Kültür Derneği sosyalizmi yaymayı amaçlamıştır. Solcu ideoloji sahipleri, muhafazakarlara, mukaddesatçı-milliyetçilere, yabancı sermaye ile işbirliği yapanlara ve liberallere karşı cephe alıp anti-Amerikancı yaklaşımı savunmuştur. 150
Solda bu gelişmeler yaşanırken sağcılar Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği’ni kurarak solculuğu Moskova ve Lenin’e bağlı komünizmi isteyen 
maskeli akım olarak nitelendirmiştir. 1960'ların sonlarından itibaren CKMP-MHP' nin gelişmesine damgasını vuran temel olgu, edindiği anti-komünist misyondur. Daha 1960'ların ilk yarısında Türkiye'de anti-komünist söylem, "genel sağ" siyasetin asli unsurlarından biri haline gelmiştir. Solcu, hatta burjuva liberal gazetelere ve özellikle TİP’e yönelik baskınlarla, “komünizmi tel'in mitingleriyle”; anti-komünist sokak gücü geliştirilmeye başlanmıştır. "Milliyetçilik" adına meşrulaştırılan anti-komünizm, başlı başına bir siyasal kimlik ve meslek haline gelmiştir.151
I. Demirel Hükümeti dönemi (1965-1969) toplumsal gerilimin yavaşça arttığı bir dönem olmuştur. Sağ kesim tarafından mitingler yapılmaya devam etmemiştir. Bu konuda Senatonun önde gelen isimlerinin başında AP Samsun Senatörü Fethi Tevetoğlu gelmektedir. 1966 yılında Beyazıt Meydanı’nda yapılan Komünizmi Telin ve Uyarma Gösterisi’nde konuşan Tevetoğlu, Cumhuriyet, Milliyet ve Akşam gazetelerinin okunmamasını, bu gazetelere 25'er kuruş verilerek maddi güçlerinin arttırılmamasını söylemiştir.152
1966 yılında TMTF’nin Sakarya’da yaptığı Genel Kurulda olaylar çıkmış ve 18 kişi yaralanmıştır. Bu olay 27 Mayıs rejimine bir başkaldırı olarak görülmüştür. Bu arada MDD düşüncesini savunanlar 1968'de Fikir Kulüpleri Federasyonu'nun (FKF) yönetimine hakim olmuştur.



147 Milliyet, 17.12.1964, s.1.
148 Milliyet, 11-21.12.1964, s.1.
149 CSTD, C:22, B:16, 15.12.1964, s.465-468.
150 Abadan, “Anayasa Hukuku…”, s.111.
151 Tanıl Bora-Kemal Can, Devlet, Ocak, Dergah 12 Eylül’den 1990’lara Ülkücü Hareket, 6. Bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2000, s.56.
152 Feyzioğlu, a.e., s.528.


Fikir Kulüpleri bütün büyük üniversitelere yayılmıştır. 1960'ların ortalarında bu kulübün ve diğerlerinin yönetimine FKF adıyla ulusal bir ağ kuran TİP'in öğrenci eylemcileri hakim olmuştur ve bu federasyonu kısaltılmış adıyla Dev-Genç diye bilinen, " Devrimci Gençlik " örgütüne dönüştürmüştür

Türkiye'deki gençlik hareketi 1968'lerden itibaren Almanya ve özellikle de Fransa'daki öğrenci hareketlerinin etkisi altına girmiştir. 1968 yazına girerken, Avrupa’dan gelen haberlerin de etkisiyle, gençlik eylemleri tırmanmaya başlamıştır. Öğrenciler ilk önce Ankara’da Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde boykot kararı almış, birkaç gün içinde olaylar İstanbul’a da yayılmıştır. İstanbul’daki eylemler daha şiddetli olmuş ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde işgale dönüşmüştür. Rektörlüğü ele geçiren öğrenciler bir işgal komitesi oluşturarak taleplerini İstanbul Valiliği’ne iletmişler ve istediklerini elde ettikten sonra işgale son vermişlerdir.153
Türk öğrenci hareketlerine yeni boyutlar kazandıran en önemli etken, Türk siyaset sahnesinin hızla kutuplaşması ve siyasal partilerin üniversite öğrencileri arasından kendi saflarına çekmek için giriştikleri sürekli çabalardır. Böylece öğrencilerin silahla donatılması, silahlı öğrencilere verilen eğitim sadece üniversitelerde sık sık ölümle sonuçlanan tamir edilmez can kaybına yol açmakla kalmamış aynı zamanda anayasal, etkili şekilde işleyen bir parlamenter sisteme karşı güvenin yitirilmesine yol açmıştır. Gerek öğrencilerin, gerekse genç işçilerin 1968 sonrası yol boyunca gösterdikleri muhalefet tarzı ve ileri sürdükleri istekleri ile Türk kamuoyunu ilgilendiren belli başlı siyasal sorunlara damgalarını vurmuşlardır.154

Temmuz 1968’de Konya’da önemli olaylar yaşanmıştır. 15 Temmuz 1968’de İstanbul’a gelen Amerikan 6. Filo’suna karşı protesto eylemleri düzenleyen İTÜ öğrencilerinin kaldığı İTÜ Talebe Yurdu, 17 Temmuz’da sabaha karşı polis tarafından basılmış, baskında birçok öğrenci yaralanırken pencereden atılan ve komaya giren Vedat Demircioğlu, 24 Temmuz’da yaşamını yitirmiştir. Vedat Demircioğlu’nun cenazesinin Konya’ya getirileceğinin belli olması üzerine Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile TMTF Emperyalizmi Kınama mitingi düzenlemek istemişler, buna karşı çıkan gruplarla girişilen çatışma sonucunda Konya’da önemli karışıklıklar çıkmış, birçok insan yaralanmış, birçok iş yeri tahrip edilmiştir.155

Olaylar üzerine CHP’nin yayınladığı bildiride İçişleri Bakanı Faruk Sükan’ın Konya’da olayların sorumlularıyla görüşmeler yaptığını, Sükan’ın seçim bölgesi olduğu için kimseyi küstürmek istemediği, hükümetin sola saldırmayı mazur gören açıklamalar yaparak olayları teşvik ettiği ve olaylara müdahalede gecikildiği gibi suçlamalar yer almaktadır.156
Başbakan Demirel ise, hürriyetin kötüye kullanıldığını iddia ederek, bir kısım hürriyetleri kontrol altına alacak tedbirlerin işleme konulmasının gerekli olduğunu vurgulamış, demokrasiyi sokağa boğdurtmayacağını, kanunsuzluğu günlük hadise haline getirmek isteyenlerin, kanunsuzluk yolu açılırsa en büyük zararı kendilerinin göreceğini söylemiştir.157

153 Birand vd., a.g.e., s.153-154.
154 Nermin Abadan, “Türkiye’de …”, s.68.
155 Cumhuriyet, 17-26.7.1968, s.1.
156 Milliyet, 30.7.1968, s.1.
157 Milliyet, 27.7.1968, s.1.

1961 Anayasası’nın öngördüğü üniversitelerle ilgili ayrıntılı düzenleme ve özerklik durumu uzun ömürlü olmamıştır. Ülke genelinde siyasi hareketliliğin doruğa çıkması ve üniversitelerin, özellikle 1968’den itibaren gençlik hareketlerinin en önemli merkezi haline gelmesi üzerine mevcut yapıda önemli değişikliklere ve düzenlemelere gidilmek istenmiştir. Bu tasarı üzerinde yapılan tartışmalar uzun bir süre sürmüştür ve yasa yürürlüğe girmeden 12 Mart Muhtırası yayınlanmıştır. 158
1969 yılı, seçimlere hazırlanan Türkiye’de işçi ve öğrenci hareketlerinin doruğa çıkmasına sahne olmuştur. Ocak ayında ODTÜ’de ABD Büyükelçisi’nin arabası yakılmış159 ve Şubat’ta 6. Filo’nun gelişini protesto eden sol görüşlü öğrencilerle sağ görüşlü öğrencilerin çatışması sonucu 2 kişi hayatını kaybetmiştir.160 Nisan’da ODTÜ, öğrenciler tarafından işgal edilmiş ve Rektör Kemal Kurdaş görevinden ayrılmaya zorlanmış, Mayıs’ta Yargıtay Başkanı’nın cenaze töreninde olaylar çıkmıştır. Haziran’da İstanbul Üniversitesi’nde sol görüşlü öğrencilerle polis arasında çıkan çatışmalarda 114 kişi yaralanmıştır. 161
1970'ten itibaren, Milli Demokratik Devrim (MDD) çevresinden bazı köktenciler, ajitasyonun yeterli olmadığı ve sadece "silahlı propaganda"nın (yani terörist saldırıların) ve silahlı gerilla mücadelesinin devrimi getirebileceği kararına varmıştır. Maocu gruptan kopan Türkiye Komünist Partisi-Marksist/Leninist (TKP-ML) hizbi de, Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu’nu (TİKKO) oluşturmuştur. Deniz Gezmiş’in Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) ve Mahir Çayan'ın THKP-C öncülüğündeki bu gruplar, ülkeyi istikrarsızlaştırmayı hedefleyen bir terör mücadelesini, kent gerilla savaşını başlatmışlardır.162
1970 yılında üniversitelerde şiddet olaylarının artması ve ülke gündemini işgal etmesi sonucunda CGP’li Mehmet Hazer Senatoda bir araştırma komisyonu kurulmasına dair bir teklifi Senatoya taşımıştır. Hazer, önergesinde öğrenci ve öğretim üyelerince yürütülen ideolojik hareketlerin zararlarını açıklayarak, ülkede huzur ve asayişi sağlamak için Anayasa’yı suçlamanın faydası olmadığını belirtmiş ve anarşinin bitmesi için geniş bir koalisyonun kurulması gerektiğini belirtmiştir. Bu şekilde olayları bastıramayacaksa, hükümetin istifa etmesi gerektiğini savunmuştur.163

İçişleri Bakanı Senatör Haldun Menteşeoğlu; Mehmet Hazer'in önergesine karşılık söz alarak; hükümetin her türlü anarşik hareketin karşısında bulunduğu nu, üniversiteler özerk olduklarından olaylara ancak istekte bulunulduğunda müdahale edildiğini söylemiştir. Yüksekokul öğrencilerinden yasadışı harekette bulunanların okuldan atıldıklarını ve suç işleyen öğrencilerin adalete teslim edildiklerini, gösteri yürüyüşlerinin izne bağlı olmadığını belirtmiştir. Menteşoğlu ayrıca hükümetin Anayasa ve diğer yasaların hükümleri dışında hiçbir eylem içine girmeyeceğini, üniversitelerin kendi bünyelerinde düzeni sağlaması gerektiğini, başbakanın veya hükümetin çekilmesinin yollarının ise Anayasa’da belirtilmiş bulunduğunu belirtmiştir.164 Hazer’in araştırma komisyonu kurma önerisi Senato tarafından reddedilmiştir.

158 Akyüz, a.g.e., s.329
159 Akşam, 7.1.1969, s.1.
160 Akşam, 17.2.1969, s.1.
161Cüneyt Arcayürek, 12 Eylül'e Koşar Adım (Kasım 1979-Nisan 1980), Ankara, Bilgi Yayınevi,1986, s.228.
162 Zürcher, a.g.e., s 372.
163 CSTD, C:62, B:13, 8.12.1970, s.184
164 CSTD, C:62, B:19, 24.12.1970, s.372-377.

Seçim ayı olan Ekim’de de ODTÜ’de öğrenciler ile jandarma arasında silahlı çatışma çıkmıştır. Başbakan Süleyman Demirel’e göre, bu olaylar masum istekleri aşmış, siyasal bir sonuç çıkarmaya yönelen hatta bir ordu müdahalesini kışkırtan davranışlara dönüşmüştür ve nihayetinde istenilen de olmuştur.165 Bu arada Doğan Avcıoğlu’nun çıkarmış olduğu Devrim gazetesi daha sonra “9 Martçılar” olarak adlandırılan grubun ideolojik bir organı haline gelmiş, bu gazete ordu içinde mevcut iktidara karşı gelişen hoşnutsuzluğu kendi etrafında toplayarak askeri müdahale yapılması gerekliliğini vurgulayan bir yayın organı olma görevini üstlenmiş ve toplumsal gerginliğin tırmandırılmasında etkin rol oynamıştır.Muhtıra sonrasında, en azından bir kısım öğretim üyesinin tutumunu yansıtması açısından, Ankara, Hacettepe, İstanbul, Atatürk ve Ege Üniversiteleri bir kısım öğretim üyeleri adına Temsil Heyetinin yayınladığı bildiride de önemlidir. Bildiride: “ Milli kuruluşların ve millet hayatının felce uğradığı böyle bir durumda Türk Silahlı Kuvvetlerinin, anarşiyi önlemek, milli istikbali ve Türk demokrasisini kurtarmak ve korumak yolunda basiretle ortaya çıkmış olmasını, biz öğretim üyeleri şükranla karşılıyoruz ” denilmektedir.166


MUHTIRA ÖNCESİNDE CUMHURBAŞKANI VE ORDUNUN TUTUMU


Süregelen bunalım karşısında, çeşitli kanallardan gelen talep ve şikâyetlere muhatap olan Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ise yayınladığı yeni yıl söyleviyle hadiseler karşısındaki tavrını izah etmektedir. Sunay, tüm menfi gelişmeler karşısında ülkenin yegâne teminatı olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bütün halinde hazır ve muktedir bir şekilde dimdik durduğunu ifade etmektedir. Sunay, sükûnetin sağlanmasında, hadiselerde bizzat rol oynayan militanların adalet huzuruna çıkarılmasının tek başına yeterli olmadığını belirtmekte; onları teşvik, tahrik eden ve destekleyen kişi ya da örgütlerin de adalete tesliminin lüzumundan söz etmektedir.
Diğer taraftan Sunay, hadiselerin merkezi olarak görülen üniversitelerdeki vatansever hoca ve öğrencileri de müesseselerinin şerefini cesaretle 
korumaya davet etmektedir. Sunay, söylevinin ilerleyen bölümlerinde, 27 Mayıs’tan bu yana yapılması beklenen reformlar üzerinde durarak bunların ivedileştirilmesi hususunun altını çizmektedir. Özellikle emekli inkılâp subayları nın mağduriyetine yaptığı vurgu önemlidir. 1970 yılının Ağustos ayında yapılan devalüasyonla (kur ayarlaması) ilgili olarak baş gösteren enflasyona mani olacak tedbirlerin bir an evvel alınması gerektiğini belirten Sunay, huzursuzlukların kaynağında: Anayasanın yürürlüğe girdiği tarihten bu yana vaat edilen reformların geciktirilmesinin bulunduğu teşhisini koymaktadır.167


165 Arcayürek, a.g.e., s.228.
166 Ankara, Hacettepe, İstanbul, Atatürk ve Ege Üniversiteleri bir kısım öğretim üyeleri adına Temsil Heyeti tarafından,”Büyük Türk Milletine!” 
hitabıyla yayınlanan 15.03.1971 tarihli bildiri [Cumhurbaşkanlığı Cevdet Sunay Arşivi Yer No: 5/6–13; Fihrist No: 7709–11].
167 Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğinin, Başbakanlık, Cumhuriyet Senatosu Genel Sekreterliği ve Millet Meclisi Genel Sekreterliğine dağıtımlı, 
05.01.1971 tarih, 4/5 ve 4/6 sayılı yazısı ekinde yer alan Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın 31.12.1970 tarihli Yeni Yıl Söylevi [Cumhurbaşkanlığı 
Cevdet Sunay Arşivi Yer No: 5/6–19; Fihrist No: 7781–22].


27 Mayıs Darbesi sonrası ordunun yapısında önemli değişikliklere gidilmiştir. Mesela darbeyi yapan Milli Birlik Komitesi (MBK) üyeler, kendi arasında bölünmüş ve 14’ler olarak adlandırılan grup komiteden ayrılmak zorunda kalmıştır. 27 Mayıs’tan üç ay sonra ise 235 general “orduda gençleştirme” gerekçesiyle emekliye sevk edilmiş geriye 15 general kalmıştır.168 Bununla birlikte “EMİNSULAR” olarak bilinen ve yaklaşık 7200 subayın ordudan ayrılmak durumunda kalması ise, ordunun tansiyonunu düşürmemiş tam tersine arttırmış tır. Bu çerçevede 27 Mayıs müdahalesiyle birlikte su yüzüne çıkan ordu içindeki “ılımlılar” ve “köktenciler” arasındaki mücadele sonraki yıllarda da devam etmiştir.
 İki grup arasındaki çelişki, ordu içindeki birçok subayın 1960 müdahalesinin yapılmasına sebep olan şartların yeniden oluştuğu düşüncesinden hareket le gerçekleştirdikleri 1971 müdahalesi öncesinde tekrar su yüzüne çıkmıştır.169 1961-1971 arasındaki dönemde, özellikle 1967’den sonra bir askerî müdahale beklentisi güçlenmiştir.170
Takvimler artık 1970 yılının sonuna gelindiğini gösterdiğinde, ülkenin içinde bulunduğu duruma ilişkin olarak ileri sürülen düşüncelerin, devletin sorumlu mevkilerinde bulunanlar tarafından yayınlanan yeni yıl mesajlarında da yer aldığı görülmektedir. Dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç’ın Türk Silahlı Kuvvetlerine hitaben kaleme aldığı yeni yıl mesajı da bu tür düşünceleri içermektedir. Mesajın bir yerinde bir kısım gafillerin Türk halklarından, bölücü örgütlerinden pervasızca söz edecek cesarete ulaştıklarının ibret ve nefretle izlendiğinden söz edilmektedir. 
Müsvedde metin olduğu anlaşılan yazıda geçen bölücü örgütler lafzının ilk kaleme alındığında Devrimci Kürt örgütleri olarak geçtiği, sonradan üstünün çizildiği anlaşılmaktadır. Mesajın, Tağmaç’ın diğer komutanların aksine hâlâ anarşinin sorumlu bütün anayasal organlar tarafından demokratik düzen içinde sona erdirileceği beklentisi içinde olduğunu gösteren sondan ikinci paragrafı önemlidir.171


168 Milliyet, 4.8.1960, s.1
169 Semih Vaner, “Ordu”, Geçiş Süresince Türkiye, (der. Irvin Cemil Schick, Ertuğrul Ahmet Tonak), İstanbul, Belge Yayınları, 1990, s.260.
170 Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1950’den Günümüze), 4.Bs., Ankara, İmge Yayıncılık, 2008, s. 203.
171 Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç tarafından Türk Silahlı Kuvvetlerine hitaben kaleme alınan 31.12.1970 (?) tarihli yeni yıl mesajı [Cumhurbaşkanlığı Cevdet Sunay Arşivi Yer No: 5/6–19; Fihrist No: 7781–16].



12 MART MUHTIRASI VE SONRASINDA YAŞANAN BAŞLICA OLAYLAR


Sadece askerlerin değil, aynı zamanda seçilmiş ve atanmış kimi sivillerin de mevcut demokratik ortamdan ümit kesmiş oldukları gözlenmektedir. 
Bu koşullar içinde, orduda geniş bir kaynama olduğu; kaynamanın daha ziyade alttan geldiği; özellikle bazı radikal sol gruplarla irtibata geçmiş olan subayların, hedefine ulaşamamış olduğuna inandıkları 27 Mayıs’ı tekemmül ettirmek amacıyla, sivil alanı tamamen ortadan kaldıracak yeni bir girişimi başlatacakları anlaşılmaktadır. Peki, ne oldu da müdahale şekli bilfiil ve doğrudan müdahale den, muhtıra yoluyla dolaylı bir müdahaleye dönüştü?

8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR 



**

17 Eylül 2015 Perşembe

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL VE ÖNCESİ BÖLÜM 6



TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 
12 EYLÜL VE ÖNCESİ   
BÖLÜM 6


"İHTİLALLERİ TASVİP VE TAVSİYE ETMİYORUM"

Çelebi, yurt dışında gerçekleştirilen ihtilallerden ise hiç etkilenmediklerini söyledi. İhtilallerin iyi bir şey olmadığını vurgulayan Çelebi, 
"Hiçbir zaman tasvip ve tavsiye etmem, eğer rejimi demokratik bir rejim olarak kabul ediyorsanız. Hükümetler, seçimler gelir seçimle gider."

"İKTİDARI ELE GEÇİRMEK İÇİN YAPTIK İHTİLALİ"

Çelebi, 'İktidarı ele geçirmek için mi yaptınız, bu darbeyi?' sorusuna için de "Doğru bu ama o zamanın şartlarına göre doğruydu bu. Bu gün o şart olmadığına göre doğru değil."açıklamalarını yaptı.

"DP'YE KARŞI SEMPATİM VARDI, ANTİPATİM DEĞİL"

Çelebi, kendisinin de DP'ye uzun yıllar destek verdiğini de açıkladı. 1950 senesinde, anne ve babasını DP'ye oy vermek için ikna etmeye çalıştığını 
dile getiren Çelebi, şunları söyledi: "DP'ye karşı bir sempatim vardı, antipatim değil. 1950 ve 1954 için de destek arayışına girdim. 

Babam, 'Atatürk'ün partisinden başka partiye oy vermem.' diyordu. Annemi ise oy sandığına götürdüğümde DP'ye oy vermesi için ikna ettim."

"ÖĞRENCİ OLAYLARI HAREKETİMİZİ HAZIRLAYAN UNSURLARDANDI"

Çelebi, darbe için gerekçe gösterilen öğrenci hareketlerini de, "Hareketimize hazırlayıcı unsurlardı, onlar."diye açıkladı. Müdahale öncesinde, 
öğrencilerle direk temas halinde olmadıklarını iddia eden Çelebi, "Öğrencileri biz tahrik etmiş değiliz. Kendiliğinden oluşmuş hareketlerdi onlar." 
diye anlattı.

"AKADEMİSYENLERİN GÖREVLERİNDEN ALINMASI DOĞRU DEĞİLDİ"

Çelebi, üniversitelerden atılan 147 subayın uzaklaştırmasını "İyi bir şey olmadı, bir kere." şeklinde değerlendirdi. Görevine son verilen 
profesörlerin arasında tanığı ve yakınlarının da olduğunu anlatan Çelebi, "Ben, üniversiten bu öğretim görevlilerinin alınmasına oyumu vermedim. 
Haksızlık vardı, orada. Önemli akademisyenlerin görevlerine son verildi. Az bir sayı değildi bu. Akademisyen lerin neden çıkarıldığını 14' lere 
sormalısınız." dedi.

"SUBAYLARIN EMEKLİLİĞİ GELMİŞTİ, ONDAN AYIRDIK"

Çelebi, TSK'dan yaklaşık 5 bin üzerinde subayı tasfiye etmelerini için "Subayların emeklilikleri gelmişti. Ondan ayırdık."diye açıkladı. Talimnamede 
"Arzu eden" ifadelerini kullandıklarını ve bunun üzerine emekliliklerin başladığını savunan Çelebi, "Ben de emekli oldum, yarbayken. 

Emekli subaylara ayrıca ev de yaptık. "bilgisini verdi.

"YÜKSEK KURUMLARI DEMOKRASİNİN BEKASI İÇİN KURDUK"

27 Mayıs'ın ardından kurulan MGK, MGK Genel Sekreterliği, Anayasa Mahkemesi, Senato gibi kurumların da neden oluşturulduğu hakkında 
açıklama yapan Çelebi, bu kurumları, demokrasinin bir daha ihlal edilmemesi için kurduklarını savundu.
Çelebi, "MGK, silahlı kuvvetler ve hükümetin bir araya gelip istişaresini sağlamak amacıyla kurduk. Anayasa Mahkemesi'ni, kanun çıkarıldığında 
yasanın uygunluğu yüksek mahkemeye sorulsun, diye kuruldu. Bunlar dikta rejimi kurulsun diye değil. Demokratik rejim devam etsin diye kuruldu.
" şeklinde konuştu.

DARBEYE ZEMİN HAZIRLAYAN UNSURLAR

Darbenin neden gerçekleştirdikleri konusunda da bilgi veren Çelebi, harekata zemin hazırlayan unsurları ise şöyle sıraladı: " 
Kore'ye birlik gönderilmesi bir savaştır. Savaş kararını hükümet verir, hükmü ise TBMM tarafından onaylanır. TBMM'ye sorulmadan Kore'ye birlik 
gönderildi. Bazı şehirlerin politik olarak ilçeye çevrilmesi. Mesela, Kırşehir'i ilçe yaptılar. Neden? Çünkü, DP kazanmadı da ondan. Memurlar, 
lüzum üzerine emekli yapıldı. Vatan cepheleri kuruldu. Üniversitelerdeki hadiseler, polisin tutumu, meclis tahkikat kurulunun kurulmasıdır. 
Bunlar ihtilalı hazırlayıcı unsurlardır. "

"İHTİLALİ İÇ HİZMETLER KANUNU'NA DAYANARAK YAPTIK"

Çelebi, Darbeyi TSK' nın İç Hizmetler kanunun 35. Maddesine dayanarak gerçekleştirdik



14  LERLE İLĞİLİ   DİĞER BİR DEĞERLENDİRME..,

Sürgün edilmeseydik, Yassıada havaya uçacaktı

Ahmet Er, 27 Mayıs’ı yapan Milli Birlik Komitesi’nin yaşayan üyelerinden. Türkeş’in grubu olarak bilinen 14’lerden Er, Menderes’in idamını sürgünde
 radyodan dinlediğini söylüyor ve ekliyor: “Haberi duyunca eşimle saatlerce ağladık.”O gece İstanbul Üniversitesi, ağırladığı konuklarla askerî 
birlikten farksızdı. Bahçedeki askerî cipler arka arkaya sıralanmış, şoförler ve muhafızlar ise ‘hazır ol’ vaziyetini almıştı. Hemen yirmi metre ilerde 
üst rütbeli subaylar, ‘beklenen gün’ için son kez toplanmıştı. Herkes heyecanlı ve kararlı bir şekilde Kurmay Binbaşı Ahmet Yıldız’ı dinliyordu. 
İhtilale saatler kalmıştı. Bir hata her şeyi altüst edebilirdi. Bu yüzden binbaşı, önce dikkat edilecek hususları anlattı tek tek. Ardından ele geçirilecek
 kritik nokta ve askerî birlikleri.

İstanbul Radyoevi’ni ele geçirme görevi Yüzbaşı Ahmet Er’e düşmüştü. Saatler ilerledikçe heyecan da artmıştı. Gece yarısından sonra harekât 
başladı. Ahmet Er, yanındaki birliklerle Harbiye’deki radyoevine geldi. Kapıdaki nöbetçilere “Artık güvenlikten biz sorumluyuz. Yerlerinize marş 
marş” diye emir verdi. İçeri girip nöbetçi binbaşıyı buldu, durumu izah etti. Radyoevi başta olmak üzere İstanbul’daki bütün kritik noktalar ele 
geçirilmişti. Artık Ankara’dan haber bekleniyordu. Ancak başkentten ses seda çıkmıyordu. İstanbul grubu endişelenmeye başlamıştı. Kısa süre 
sonra beklenen mesaj ihtilalin kudretli albayı Alparslan Türkeş’ten gelmişti: “Dikkat… Dikkat… Demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son 
müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek üzere Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır.” 

Türkiye, 27 Mayıs sabahına askerî bir darbe ile uyanmıştı. On yıllık Demokrat Parti iktidarı sona ermiş, emekleme dönemindeki demokrasi tekrar 
rafa kaldırılmıştı. İhtilal, ülkedeki kardeş kavgasını önlemek için yapılmıştı; ancak asıl kavga darbeyi yapan 38 kişilik Milli Birlik Komitesi’nde 
yaşanıyordu. Daha ilk günlerde komite içinde ihtilaflar çıkmaya başlamıştı. Tutuklanan DP’lilerin durumu, nasıl yargılanacakları, CHP’li vekillerin 
subaylarla birlikte hareket etmesi, anayasayı hazırlayacak olan kurul üyeleri, seçimlerin ne zaman yapılacağı gibi konular komiteyi de ikiye 
bölmüştü. Milliyetçi subaylar, Alpaslan Türkeş’in liderliğindeki grupta, diğerleri ise Cemal Madanoğlu grubunda toplanmıştı. Aslında ihtilalciler 
arasındaki fikir ayrılıkları darbeden önce de vardı. Ancak ayrılık ve bölünmeler, darbeden sonra netleşti. Her iki grup da ayrı ayrı toplantılar 
yapıyor, birbirleri için tasfiye planları hazırlıyordu. Bu iç çatışmanın galibi Madanoğlu grubu oldu. Darbeden 5,5 ay sonra Türkeş grubu MBK’dan 
tasfiye edilerek sürgüne gönderildi. Türkeş ile birlikte 13 kişi farklı ülkelerin Türkiye büyükelçiliklerine tayin edildi.

YASSIADA’YA KARŞI SİVRİADA MAHKEMESİ’Nİ KURACAKTIK

Yüzbaşı Ahmet Er, Türkeş’in grubunda yer alan isimlerden biri. Milliyetçi bir subaydı. Çankırı Atış Okulu’nda iken Türkeş onun savunma hocasıydı. 
1951 yılında tanıştığı Türkeş ile uzun yıllar yol arkadaşlığı yaptı. Sadece darbede aynı grupta yer almadı, siyasi hayatta da Türkeş’in sağ kolu oldu 
hep. 

-Neden tasfiye edildiniz? 

MBK üyeleri arasındaki ayrılıklar her geçen gün daha da belirginleşmişti. Madanoğlu grubu hemen seçime gidip iktidarı İsmet İnönü’ye vermek 
istiyordu. Biz buna karşı çıkıyorduk. Hükümet üyelerini İsviçre’de ikamete mecbur kılıp seçim şartları hazırlandıktan sonra ülkeye dönmelerine ve 
siyasete katılmalarına izin vermeyi düşünüyorduk. Sadece DP’lilerin değil CHP’lilerin de yargılanmasını istiyorduk. 
Biz Menderes’in asılmasına karşıydık. Bütün hapishaneleri açacaktık. Onlar Yassıada Mahkemesi’nde ısrar ederlerse biz de Sivriada Mahkemesi’ni 
açacaktık. İsmet İnönü’yü de burada yargılayacaktık. Aslında komite içinde herkes farklı düşünüyordu. Ümit Özdağ’ın ifadesiyle bir değil 38 tane  
27 Mayıs vardı. Bizim grup Eylül ayına kadar komiteye hâkimdi. Çünkü Türkeş’in Cemal Gürsel ile arası iyiydi. Ancak Madanoğlu ve Sami Küçük 
daha sonra Gürsel’i yanına çekti. Dengeler değişince tasfiye edilen biz olduk.

İNÖNÜ İHTİLALCİ SUBAYLARA SENATÖRLÜK TEKLİFİNDE BULUNDU

-Dengeler nasıl değişti?

Madanoğlu, Gürsel’e “Mısır’da albay Nasır nasıl general Necib’i devirmişse Türkeş de sizi devirecek” demiş ve onu inandırmıştı. Tabii bir de MBK 
içinde İnönü’den emir alan subaylar vardı. Hatta CHP’li bu komite üyelerinin zaman zaman toplanıp yönetimin CHP’ye devri konusunda 
müzakereler yaptığına dair haberler alıyorduk. Bu toplantılardan biri Prof. Dr. Afet İnan’ın evinde oldu. O toplantıda İnönü ihtilalci subaylara 
senatörlük teklifinde bulunmuş ve bu teklifi kabul edilmişti.

-Peki, siz karşı grubu tasfiye etmeyi düşündünüz mü hiç?

İhtilalin yapıldığı ilk günden itibaren bunu düşündük. Kuvveti elinde bulundurduğumuz dönem içinde harekete geçseydik karşı grubu tasfiye 
edebilirdik. Ancak biz başarılı olsaydık Yassıada’yı havaya uçuracaklardı. Adadaki binaların altına tahrip kalıpları yerleştirmişler. 
Biz onları tasfiye  etseydik o tahrip kalıplarını patlatacaklardı. Yassıada’nın güvenliğinden sorumlu Yüzbaşı Remzi Oral anlatmıştı bana.

CEMAL GÜRSEL: MBK’YI FESHETTİM

13 Kasım 1960 gecesi Ahmet Er’in evinde üst rütbeli subaylar toplantı hâlindeydi. Milliyetçi subaylar, karşı grubun nasıl tasfiye edileceğini 
konuşurken kapı çalmıştı. Gelenler polisti ve Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’den önemli bir mektup getirmişlerdi: “MBK’yı feshettim. 
Şahsi emniyetiniz ve milli menfaatiniz bakımından evlerinizden çıkmamanızı rica ederim.” Bu satırlarla başlayan mektup 14’lerin tutuklanma 
emriydi aslında. Mektubun geldiği saatlerde evin etrafı da sarılmıştı. Kadere bakın ki Türkeş grubu Ahmet Er’in evinde diğer ihtilalci grubu 
nasıl tasfiye edeceklerini konuşurken aynı saatlerde karşı darbeye maruz kalmışlardı. Zaten Türkeş’in bir ay önce Başbakanlık müşavirliğinden 
istifa etmesiyle bu grup iyice zayıflamıştı. Komite, o gece Türkeş’in grubunda bulunan 13 subayı tutuklamıştı. Komitenin bazı üyeleri, 
14’leri Bolu’da kurşuna dizerek cesetlerini meçhul bir yere gömmek istemişti. Gürsel bunu engelledi. Bu tartışmalar sonucunda 14’lerin yurtdışına 
sürgüne gönderilmesi kararı alındı. Türkeş ve grubu 5 gün Mürted Askerî Havaalanı’nda tutuklu kaldı. 19 Kasım’da Türkeş Hindistan’a, 
Ahmet Er Libya’ya, Orhan Kabibay Belçika’ya, Orhan Erkanlı Meksika’ya, Numan Esin İspanya’ya, Münir Köseoğlu İsveç’e, Mustafa Kaplan 
Portekiz’e, Muzaffer Karan Norveç’e, Şefik Soyuyüce Finlandiya’ya, Fazıl Akkoyunlu Afganistan’a, Rıfat Baykal İsrail’e, Dündar Taşer Fas’a, 
İrfan Solmazer Hollanda’ya ve Muzaffer Özdağ ise Japonya’ya gönderildi. 14’ler Türk elçiliklerinde iki yıl kalacaktı.

GÜRSEL: ‘ELİMDEN İNÖNÜ BİLE KURTULAMAYACAK’

14’lerin her birini farklı bir ülkeye sürgüne gönderen komite böylece onları birbirinden koparmak istemişti. Ancak durum hiç de düşünüldüğü gibi 
olmadı. 14’ler Türkiye’deki gelişmeleri yakından takip ediyor, mektuplarla haberleşiyordu. Numan Esin ve Orhan Kabibay, komitenin attığı her 
adımı diğer arkadaşlarına aktarıyordu. Türkeş ise gönderdiği mektuplarda nasıl hareket etmeleri gerektiğini anlatıyor ve komiteyi ‘ne idüğü 
belirsiz Yeniçeri bozuntuları’, ‘zorba’ ve ‘soysuz’ olmakla suçluyordu. Bu haberleşmelerden sonra 18 Temmuz 1968’de Brüksel’de toplanmaya 
karar vermişlerdi. Bu toplantıdan önce Orhan Erkanlı ve Rıfat Baykal Türkiye’ye gidip Cemal Gürsel ile görüşmüştü. 

-Gürsel ile görüşmesi için neden iki arkadaşınızı gönderdiniz?

Türkiye’deki gelişmeleri öğrenmek için göndermiştik onları. Bu arada Cemal Gürsel ile de görüşmüşlerdi. Gürsel kendilerine ‘Erken gelin, 
ihtilalde beraber olalım.’ teklifinde bulunmuş ve şunu eklemiş: ‘Bu sefer elimden İsmet İnönü de kurtulamayacak.’ 

TÜRKEŞ, TALAT AYDEMİR’LE İHTİLAL 

YAPMAKTAN SON ANDA VAZGEÇTİ 

-Bu teklifi değerlendirdiniz mi Brüksel toplantısında?

Bunu tartıştık; ancak toplantıda liderlik tartışması vardı. Kabibay ve Türkeş arasında. Ciddi tartışmalar yaşandı. En sonunda 8 ve 6 kişilik iki 
gruba ayrıldık. 

13 Kasım 1960’ta 14’ler olarak sürgüne giden milliyetçi subaylar ikiye bölünerek yurda dönmüştü. İlk duydukları haber ise ordu içinde ihtilal 
faaliyetlerinin yeniden alevlendiği. Talat Aydemir grubunu onlar da duymuştu. Albay Aydemir 22 Şubat 1962’de yapılan atama ve tutuklamalara 
karşı, askerî öğrencilerin de desteğini alarak direniş hareketini örgütlemişti. Bu direniş hükümetle uzlaşma ile sonlandırılmış ve Aydemir emekli 
edilmişti. 10 Mayıs 1962’de çıkarılan özel af yasasıyla serbest bırakılmıştı. 14’ler sürgüne gönderilince ordu içindeki sempatizanları Aydemir’in 
etrafında toplanmıştı. Aydemir, ikinci bir ihtilal peşindeydi ve sürgündeki subayların döndüğünü duyunca Türkeş’e görüşmek istediğini bildirmişti.

-Talat Aydemir, Türkeş ile neden görüşmek istedi? 

Türkeş bir gün Atatürk Orman Çiftliği’nde bizleri topladı. Ben, Baykal, Özdağ, Kaplan ve Türkeş. Numan Esin gelememişti. Talat Aydemir’in 
kendisiyle görüşmek istediğini söyledi. Bizimle de istişare ediyordu. Ben ve Kaplan, görüşmesi taraftarı değildik. Baykal ve Özdağ ise görüşme 
taraftarı. Aradan bir müddet geçti ve Türkeş’in 10 Nisan 1963 günü Dikmen sırtlarında Aydemir ile görüştüğünü öğrendik. 

-Neyi görüştüler orda?

Aydemir ile Türkeş, yanlarındakilerden uzaklaşarak baş başa görüşmüşler. Aydemir, ihtilal teklifinde bulunmuş; ancak anlaşamamışlar. 
Zannediyorum liderlik konusunda anlaşamadılar. 

Bu görüşmeden sonra Talat Aydemir, 21 Mayıs 1963’te Anayasa’da öngörülen reformların gerçekleştirilmediği gerekçesiyle ikinci darbe girişiminde 
bulunmuş ve başarılı olamamıştı. Yanındaki subaylarla birlikte tutuklanarak cezaevine konulmuştu. Kısa bir süre sonra Aydemir ile ilişkisi 
olduğu gerekçesi ile Türkeş, Özdağ ve Baykal da tutuklanmıştı. Yapılan mahkemeden sonra Aydemir, Binbaşı Fethi Gürcan ile birlikte idama 
mahkûm edilmişti. Türkeş ve grubu ise beraat etmişti. Bu olaylardan sonra Türkeş grubu kendisine yeni bir yol haritası çizdi. Artık hedefte siyasi 
bir parti vardı. 

TÜRKÇÜLÜK HAYATINA İSLAM’I GETİRDİM

Ahmet Er, 1951 yılında bitirdiği Kara Harp Okulu’ndan sonra Çankırı’daki atış okulunda Türkeş ile tanışır. Türkeş, onun savunma hocasıdır. 
Aynı görüşte olduğunu görünce hocası ile arasını iyi tutar. Bir süre sonra dostluk başlar. Milliyetçi subaylar zaman zaman Türkeş’in evinde buluşur.
 Burada siyaset ve milliyetçilik konuları konuşulur. Ahmet Er, Çankırı’daki eğitimini tamamlayınca Hadımköy 16. Piyade Alayı’na tayini çıkar. 
İstanbul’da da milliyetçi subaylarla tanışır. Bir süre sonra ilginç bir gerçeği görür: “Fark ettim ki bu Türkçü hareketin içinde İslam yok. 
Fikir bakımından Türkçülük çok ağır basıyordu. ‘Arabın dini’ ifadelerini kullanıyorlardı. Türkeş de Türkçüydü. İslami kelime onun da ağzından 
çıkmıyordu. Türkiye’de Türkçülük hayatına İslam’ı sokan şu fakir kardeşinizdir.” 

İstanbul’a gelir; ama Türkeş ile diyalogunu hiçbir zaman koparmaz Ahmet Er. Mektuplaşır, zaman zaman da yüz yüze görüşür. 
1952 yılında Numan Esin ve Rıfkı Erdoğdu ile ‘Tanrı Dağı Yayınevi’ni kurar. 1953’te Jandarma Subay Okulu’na gider. 
Bir yıl sonra Hozat’a tayini çıkar. Bu tarihlerden sonra sırayla Diyarbakır (Çermik) ve İstanbul’daki (Balmumcu-Fatih) çeşitli birliklerde görev alır. 
1955 yılından sonra asker içindeki ihtilal dedikoduları milliyetçi subayları da etkiler. Askerî liseden beri tanıştığı Numan Esin ve Muzaffer Özdağ ile 
birlikte hareket eder. İlk temasları Piyade Atış Okulu’ndan hocaları Alpaslan Türkeş’tir.

İHTİLALİ İHBAR ETMEKTEN VAZGEÇTİK

-İhtilal komitesine nasıl girdiniz?

Biz askerî liseden ihtilale kadar Türkiye’nin siyasetinde rol almayı düşünüyorduk. Türk Silahlı Kuvvetleri içinde ayrı ayrı ihtilal grupları teşekkül 
etmişti. 1960 yılında ihtilal hazırlıkları süratlendi. Gençlik arasındaki şiddet olayları tahrik ve teşvik görürken iktidar bunları önlemekte zorluk 
çekiyordu. Böyle bir ortamda Numan Esin, örgüt üyeleri ile temasa geçti. Türkeş de örgütün içindeydi. Biz de katıldık. 
Ayrı bir grup kurduk örgüt içinde. 

-Diğer grubun amacı neydi?

Örgüt içinde bazı subaylar DP iktidarını alaşağı edip İsmet Paşa’yı yönetime getirmek istiyordu. Buna asla rıza gösteremezdik.

-Engellemeyi düşündünüz mü?

Uzun uzun düşündük. Mecidiyeköy dutluklarında Özdağ, Esin ve ben toplandık.

-Nasıl bir karar çıktı toplantıdan?

3 ihtimal üzerinde durduk. İhtilali ihbar etmek, örgütten çekilmek ve ihtilale katılmak. İhtilali ihbar etmeyi kendimize yakıştıramadık. 
Zaten o saatten sonra iktidarın bunu önlemesi mümkün değildi. İhtilalden çekilseydik CHP lehine dönerdi. Bu nedenlerden dolayı katılmaya 
karar verdik. Biz Halk Partisi’nin tasallutunu önlemek için ihtilale girdik. Halk Partililer bizzat orduyu tahrik ediyordu.

İDAMI DUYUNCA SAATLERCE AĞLADIK

Komite henüz darbe yapmamıştı; ama fikir ayrılıkları gün yüzüne çıkmıştı. Bu ayrılıklar ihtilalden sonra bölünmelere neden olmuştu. 
14’ler olarak bilinen Türkeş grubu tasfiye edilmiş, her biri ayrı bir ülkeye gönderilmişti. Sürgün hayatı devam ederken Yassıada’da DP’liler 
yargılanıyordu. Mahkeme sona ermiş; Menderes, Polatkan ve Zorlu hakkında idam kararı çıkmıştı. Türkeş, Yeni Delhi’den Cemal Gürsel’e bir 
mektup göndermiş ve 14’lerin bu karara karşı olduğu mesajını vermişti. 

-Menderes’in idamıyla ne hissettiniz?

17 Eylül günü radyodan öğrendim. Hacı teyzenle ikimiz de saatlerce ağlamıştık. Menderes değil İnönü idam edilmeliydi. Bu zulmün geleceğe 
husumet tohumları taşıyacağını söylemiştim. 

-İdamları engellemeye çalıştınız mı?

Biz zaten idamlara karşıydık. Değil ordunun genç subayları, dünyanın bütün orduları idamlardan yana olsa bile biz gene de idamlara karşıyız diye 
mesaj veriyorduk komiteye. 

CHP ORDUYU TAHRİK ETTİ 

Ahmet Er, yurda döndükten sonra Türkeş ile birlikte siyasete atıldı. 31 Mart 1965’te Alpaslan Türkeş’le birlikte CKMP’ye geçti. 
CKMP’nin 1969 Şubatında Adana’daki kongresinde MHP’ye dönüşümüyle birlikte, bu partinin 12 Eylül darbesine kadar genel başkan yardımcılığını 
yürüttü. 7 Temmuz 1992’de MÇP’den ayrılan Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının kurdukları Büyük Birlik Partisi’ne geçti. Uzun bir dönem bu 
partinin genel başkan yardımcılığı görevini sürdürdü. Daha sonra doğduğu köye yerleşen eski MBK üyesi, 1997 ve 1999 yıllarında üç kez beyin 
kanaması geçirdi. Vücudunun sol tarafı felçli olan Er’in kalbine pil bağlandı. Bugün köyünde mütevazı bir hayat yaşıyor.

Er, 27 Mayıs ihtilalinin yaşanmasında CHP’nin önemli bir rolü olduğunu düşünüyor. CHP’li vekillerin halkı kışkırtarak cuntacı askerlere rapor 
hazırladığını vurguluyor. Bazı MBK üyelerinin kandırıldığını dile getiren Er, İhtilali asıl yapanların CHP ve üniversiteler olduğunu savunuyor. 
Buna örnek olarak şu anekdotu anlatıyor: “İhtilal öncesi bir gün Orhan Erkanlı’yı ziyarete gittim. Odasında iki sivil vardı. Erkanlı, benim yabancı 
olmadığımı, sivil iki kişinin konuşmalarına devam etmelerini istedi. Sivillerden biri şöyle dedi: “Binbaşım, Saraçhane’de iki grubu birbiriyle çatıştırdık, 
kavga bütün şiddetiyle devam ediyor. Başka bir emriniz var mı?” Erkanlı, teşekkür ederek devam etmelerini söyledi. O iki sivil ayrıldıktan sonra kim 
olduklarını sordum. Erkanlı, CHP’li iki vekil olduklarını söyledi.” 

TÜRKEŞ’İN SIRLARINI YAZIYOR

Ahmet Er gerek asker olduğu dönemde gerekse siyasi hayatında hep Türkeş’in yanında durdu. Türkeş’in bütün sırlarını bilen nadir isimlerden biri. 
Şimdi o sırları yazıyor ve yakında kitaplaştıracak bunları. O yüzden bu konuda bize bilgi vermekten kaçınıyor. Türkeş’in Türkçülük fikriyatına 
İslam’ı eklemesin de payının olduğunu söylüyor. Eski liderinin çok hırslı olduğunu belirterek onun için şu tanımlamayı yapıyor: 
“Bazı şahsiyetler zamanında büyüktür, sonradan küçülür. Bazıları da zamanında küçüktür, sonradan büyür. Türkeş birincisi.” Ona göre Türkeş, 
Amerikan yanlısıydı. İhtilalden önce Türkeş’i ölümden kurtardıklarını söylüyor: “Türkeş’i ya vuracaklardı ya da tasfiye edeceklerdi. 
Türkeş’in vurulmasını biz engelledik. Türkeş’in orduda tek bir samimi dostu yoktu. Onu orduda da siyasette de sivrilten biziz.” 

Ahmet Er, Türkiye’de darbe geleneğini başlatan isimlerden biri. Müdahaleler sadece iktidarları değiştirmedi. Aynı zamanda Türkiye’yi her açıdan 
geriye götürdü. Arkasında toplumsal acı ve ızdırapları bırakarak. Ahmet Er, kışladan dışarı çıktı; ancak şimdi çıkmak isteyenlere şu mesajı veriyor:
 “Biz onu denedik. Yaraları daha da büyüttük. Siz kışlanızda durun.” 


AHMET ER KİMDİR?

Ahmet Er, ömrünün yarım asrını Türkeş’in yanında geçirmiş bir isim. 1927’de Akhisar’ın Sünnetçiler köyünde doğar. 
İlkokulu köyde, ortaokulu ise Akhisar’da bitirir. Er ailesi Horasan’dan gelme. Soy kütükleri Şeyh Ahmet Yesevi’ye ve Imam-ı Rıza’ya dayanıyor. 
Baba, köyde 16 yıl boyunca muhtarlık yapar. 6 kardeş arasında Ahmet Er, askerî okula gitmek ister. Ancak baba izin vermez, tarlada kendilerine 
yardım etmesi gerektiğini söyler. Devreye anne girer ve Ahmet’in eğitimine devam etmesi için baba ikna edilir. 
Ahmet Er’in örgüt ve disiplin konusundaki hassasiyeti daha 1940’lı yıllarda ortaokul öğrencisi iken başlar. 
Köyde, gençleri kötü alışkanlıklardan uzak tutmak, milli ve manevi değerlerin öğretilmesi için ‘Gençler Birliği’ isminde bir dernek kurar. 
Gençlerin, sigara ve alkol içmesini, düğünlerde kadınların kendi aralarında yaptıkları eğlenceleri izlemesini yasaklar. Her cumartesi törenle 
bayrak çekilmesi, pazar günleri ise indirilmesi için yapılan törene herkesin gelmesini şart koşar. Henüz 13 yaşında olmasına rağmen tiyatro 
eseri yazar. Gaziler ve Şehitler isimli eseri köyde sahneler. 

Ortaokuldan sonra bir yıl ara verir. Yakın illerde lise olmadığı için Edirne’deki liseye kaydolur. Oradan Bursa Işıklar Askerî Lisesi’ne kaydını alır. 
Burada Numan Esin ile tanışır. Er, Esin ile yıllarca süren arkadaşlığının lisedeki sürecini şöyle anlatıyor: “Numan’la aynı görüşleri paylaşıyorduk. 
O da köylüydü. Siyasi meseleleri kendi aramızda tartışıyorduk. Türkiye’nin kültür istilasına uğradığını düşünüyorduk. Köylünün istismar edildiğini 
söylüyorduk. Aynı görüşü paylaşan arkadaşları aradık, bulduk. Milliyetçi bir dergi çıkarmak için aldığımız aylığın bir kısmını bir fonda topladık.” 
Esin ile başlayan arkadaşlığı Kara Harp Okulu’nda da devam etti. Burada sayıları artmıştı. Milliyetçi subay adaylarının sayısı 50’yi bulmuştu. 
O dönemde Nihal Atsız ve İsmet Tümtürk’ün çıkardığı dergileri okurlardı. Hatta dergi maddi sıkıntılara girince ilk yardıma koşan Kara Harp 
Okulu’ndaki öğrenciler olmuştu. Numan Esin ve Ahmet Er, milliyetçi öğrencilerden topladıkları parayı Nihal Atsız’a göndermiş ve derginin yayın 
hayatına devam etmesini sağlamıştı.

MENDERES’İ TESKİN ETMESİ İÇİN HAKARETLE ADAM GÖNDERDİK

27 Mayıs ihtilalinden sonra komite içindeki Türkeş grubu, Yassıada’da bulunan Menderes’le irtibata geçmek istiyordu. Kendilerinin idama karşı 
olduğu mesajını vermek ve bu konuda Menderes’i teskin etmek için bir şahsın Yassıada’ya gönderilmesi kararlaştırıldı. Ancak bu nasıl olacaktı? 
Uzun bir müzakereden sonra ilginç bir senaryo bulunur: “MBK üyelerine hakaret etme davası Yassıada’da görülür diye bir karar aldık. 
Vecihi Öğütçüoğlu’nu seçtik Yassıada’ya gitmesi için. Bize hakaret et dedik. Bir de muhbir tuttuk. Vecihi bize hakaret ederken muhbir bunu ihbar 
etti. Vecihi tutuklandı ve Yassıada’ya gönderildi. Tabii biz o süreçte tasfiye edildik. Menderes bunu duyunca “Asıl ihtilal şimdi oldu” demiş 
Vecihi’ye. 

BAYKAL, ER İLE GÖRÜŞTÜKTEN SONRA CHP’NİN SLOGANINI DEĞİŞTİRDİ

Ahmet Er, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Deniz Baykal ve arkadaşları ile aynı cezaevinde kaldı. Bir gün Baykal kendisini çağırdı ve CHP’lilerin 
27 Mayıs ile ilgili sorularına cevap verdi. Sonrasını Er şöyle anlatıyor: “Bütün sorularına yanıt verdikten sonra Türklerin Anadolu’ya nasıl 
geldiğini anlattım. Siyasetçilerin halkı tanımadığını söyledim. Baykal, ayağa kalktı ve bana iştirak ettiğini söyledi. 
Baykal bu görüşmeden sonra partisine ‘Önce İnsan’ sözünü ve Şeyh Edebali’nin sözlerini slogan olarak seçti.”

http://www.aksiyon.com.tr/dosyalar/surgun-edilmeseydik-yassiada-havaya-ucacakti_523764

..